Kürt direnişçiliğinin yazılmayan tarihinin en temel öznesi nedir diye sorulursa hiç düşünmeden analar derim. İnsanlığın ve toplumsallığın o ilk dönemlerinden itibaren yaşananları hafızasında, duygularında, alışkanlıklarında muhafaza eden Kürt kadınları, anaları.
Çağdaş Kürt direnişi PKK’nin oluşumunda, destanlara konu kahramanlıklarında da anaların rolünü görmek, bilmek lazım. Dağlarda yaşamanın, emek harcamanın, doğayla bütünleşmenin, hoşgörü ve sevginin, paylaşımın değerini bilmenin, haksızlığa karşı çıkmanın derslerini öğrendiğimiz analarımız PKK’yi PKK yapan, gerillayı gerilla yapan etkenlerin başında gelir.
Anaların emeğiyle yoğrulan bir halkın çocukları olarak her bir Kürt anasına kendi anamızdan daha fazla değer verişimiz ondandır. Neredeyse hepimizin tek tek anası gitmememizi, dağa çıkmamamızı istemiştir. Kimi açıktan söylemiş, kimi içine atmış ama mutlaka ima etmiştir. Ne de olsa candan bir parça, canın yarısıdır evlat.
Ama biz, Kürdistan’ın özgürlüğü için yanıp tutuşan çocuklar anamızın gözyaşını tüm anaların gözyaşlarına derman olmak için akıttığımızı biliyorduk. Anaların emeğine ancak savaşarak, mücadele ederek cevap olacağımızı, anaların gözyaşlarını akıtmaktan haz duyan faşist sürüleri ancak bu savaşla defedeceğimizin farkındaydık.
Bu mücadelenin bu anlamıyla analarla bağı güçlüdür. Bu yüzden her bir anayla ayrı bir sözleşme yapılmıştır gönüllerde. Her bir anayla direnişin devam ettirilmesi için sonuna dek mücadele edileceğine dair bir anlaşma yapılmıştır.
Ama sözüm başka şimdi. Sözüm analara, direnişin merkezi, direnişin köprüsü ana kültürüne saldıranların oyunlarına.
Bir zincir gibi birbirine eklenerek ve etkileyerek bugünlere gelen, bugünleri yücelten bu direniş kültürü, direniş geleneği saldırı altındadır. Nasıl ki yarının kuşakları bugünden eritilmek, teslim alınmak, iradesizleştirilmek isteniyorsa bu direniş kültürünün koruyucusu ana kültürü de yok edilmek isteniyor.
Sanıyor musunuz ki Pozantı sadece Pozantı’da var? Sanıyor musunuz ki YİBO’lar sadece Siirt’te öyledir? Sanıyor musunuz ki eğitim diyerek yanıp tutuşanlar genç kızlarımızın geleceği için kaygılanıyor?
Ben, biz, sanmıyoruz. Öyle olmadığını biliyoruz.
Çok açık bir politikadır bu. İğdiş etme. Bir toplumu karılaştırma. Tecavüz kültürünün gölgesinde bir toplum yaratma.
En korkuncu da bunu kanıksatma, buna alıştırma, bir doğallık olarak gösterme çabaları tabii.
Hatırlayalım günümüz iktidarı ve çevresinin sözlerini;
“eylemlere katılacaklarına fuhuş yapsınlar” diyenler,
“Güneydoğudan kadınları kendinize ikinci eş yapın” diyenler,
“benim karım da Siirtli” diyenler,
Siyasi temsilcimize “yaratık” diyenler unutulmadı.
Yarının direniş merkezlerini sokak ortasında kurşunlayan, bombalara tutan, katledenler bunlardı. “Kadın da olsa çocuk da olsa gerekeni yaparız” diyenler yine bunlardı.
Gerekenin ne olduğu iyi anlaşıldı. Siirt’te ve diğer bazı yerlerde genç kızlarımızı tecavüz çetelerinin eline verdiler. Pozantı’da kalbini taş misali elinde taşıyan küçüklerimize ağza alınmayacak hakaretlerde, tacizlerde, tecavüzlerde bulundular.
Böylece yıldıracaklarını düşündüler. Direnişten yüz geri edeceklerini hesap ettiler.
Tablo nedir peki?
Yapabildiler mi? Direnişten vazgeçirebildiler mi? Direniş kültürümüzü yok edebildiler mi?
Tabii ki hayır.
Ama bu, saldırıların durduğu, duracağı anlamına gelmez, gelmiyor. Hedefine ulaşmamış olsa da soykırımda, katliamda kararlı bir siyaset Kürtler etrafında kirli çoraplar örmeye devam ediyor. Direniş geleneğinden uzaklaştırmak için elinden geleni yapıyor.
O zaman durup bir düşünmek lazım gelir. Seni yok etmek isteyen, seni sen yapan değerleri yok etmek isteyen, seni doğuran, direngen kılan, yaşamı öğreten analarımıza katliamı reva gören, varlığını görmezden gelip dilini tanımayan bu sistem içinde daha ne yapacaksın?
Neyi bekliyor, neyin olmasını düşünüyorsun?
Çözüm mü olacak sence? Densizin dediği gibi iklim mi değişecek sanırsın? Birileri gelip özgürlüğünü, refah ve mutluluk dolu bir yaşamı mı sunacak sana? Olmadı, yükselecek mücadeleden, her tarafı saracak savaşın alevlerinden kendini tek başına koruyabileceğini mi düşünüyorsun? Taraf olmamakta, suya sabuna dokunmamakta ısrar mı edeceksin?
Ne dersiniz, kaldı mı bu soruları soracağımız, yönelteceğimiz gafil Kürdistan’da? Var mı böyleleri daha aramızda?
Var ya da yok, o çok önemli değil. Önemli olan sözlerin eyleme dönme zamanının gelip çattığıdır.
Ve herkesin bir şekilde bu eylemde yer alması gerektiği.
Analarımızın, bizi bugünlere getiren direniş kültürünün temsilcilerinin, şehitleri, kahramanları yaratan, büyüten, eğiten, dil ve kültür kazandıran analarımızın en önde olduğu bu kavgada kalkan olmamız gerektiği…
Biz Kürdistan savaşçıları analara söz veriyoruz. O yiğit yoldaşlarımızı, yiğitliklerine neden geleneği koruyacağız. Canımız pahasına da olsa bu baharı özgürlük baharı yapacağız…
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Yeni bir 8 Marta girerken, Ortadoğu da kadın olmanın zorluklarını, acılı trajedisini göz önüne getirmeden 8 Martı değerlendirmek kuşkusuz gerçekçi olmayacaktır. Bu acılı trajedinin bir parçası olan biz Kürt kadınlarının mücadele yürüyüşlerini değerlendirirken de, kadın özgürlüklerine katkılarını, yetersiz kalan yanları ile birlikte ele almak, kadına ait olması gerekenleri daha gerçekçi tespit etmemize götürecektir. Yaşadığımız coğrafyada insanın iliklerine kadar sinen erkek egemen zihniyetinin ortaya çıkardığı tahakkümcü, kadını dışlayan, küçümseyen, cinsel olarak ele alan ve bu eksende belirlenen sınırlarının içine oturtan gerçeklik içerisinde, kadının kendi kimliğini bulma mücadelesini vermesi doğalında ateşten gömlek giymek gibidir. Özgürlük mücadelemiz tarihince Ulusal kimlik arayışımızın ana ekseninde olan kadın özgürlük sorunu, hala ilerleme evrelerini tamamlamış değildir. Nihayetinde özgürlük sürekli aranan, her adımda yeniliklerle gelişen bir olgudur. Durağan ve soyut olan bir kavram değildir. Özgürlük, bilincin gelişimiyle değişen zihniyetlerin, toplumsal yaşam anlayışlarında, ilişkiler düzeninde de kendisini somutlaştırarak yaşamsallaşır. Uygarlıklar tarihinde dönemlerin karakterlerine göre farklı anlamlar yüklenerek ilerlemiş olan bu olgu, her zaman aranan olması itibariyle değişmezliğini korumuştur. Kadın özgürlüğünü aramak ise, kadın olmanın ağır yükü nedeniyle hiçbir zaman tam anlaşılmış değildir. Bu durum bizim mücadelemiz açısından da kendisini yakıcı olarak her zaman ortaya koymuştur. Gerekli görmeme, bu sorunun ağırlığına göre kendini donatmama, mücadele araçlarını yeterli hale getirip zenginleştirememe, gerekli görülse dahi erkeğin çıkarcı yaklaşımlarına takılıp kalması gibi anlayışlar her zaman için var olmuştur. Gerek geleneksel kadın zihniyetinden, gerekse egemen erkek zihniyetinin dışa vurumu olana bu yaklaşımlar kadın özgürlük mücadelemizi zorlasa da, gelişimini durdurmamıştır.
Önderliğimizin en yaşamsal olarak gördüğü bu sorun karşısındaki mücadelesi, özgürlük arayışımızı ve önderliğimizin kadın sorununu ele alışını her zaman tartışmaya açık tutmuştur. Dokunulması en tehlikeli, en riskli olan bu alana dokunmak egemen zihniyeti, toplumsal değer yargılarını ve kadın etrafında oluşturulan tabuları yıkmak çok ağır bedelleri beraberinde getirecekti. Ve büyük bir cesaret gerektiren bu alana girmek doğalında ciddi tartışmalara, kabullenmemelere, çarpıtmalara ve çatışmalara yol açacaktı. Önderlik bunu bilerek bu alana dokundu. Çünkü bu alanda ki mevcut zincir kırılmadan, toplumsal alanda ciddi bir gelişimin ortaya çıkmasını beklemenin yanlış olacağını ilk günden bilmekteydi. Yine tabiri yerindeyse arı kovanına çomak sokmaktan çekinmedi. Kadının kendisi olabilme mücadelesiyle başlattığı bu kavgada en başta kadının kendisini tanımasını, kendisine güvenmesini, kendi cinsini sevmesini öğretme mücadelesini verdi. Kadının cinsiyetçi toplum bakış açısının derin etkileriyle oluşan zihniyetini, duygu dünyasını, psikolojisini tersine çevirmek, aynı zamanda toplumun derinliklerine işleyen tabulara, erkek zihniyetine meydan okumak demek oluyordu. Bin yıllardır yazılı olmayan, fakat toplumun tamamen kanıksadığı sözlü yasalar, yani toplumun kanunlarını kadın lehine çevirmek her şeyden önce güçlü bir ideolojiyi gerektiriyordu. Uygarlıklar tarihinden günümüze kadar toplumsal dokuları oluşturan bu sözlü yasalar, toplumun ana kaynağını oluşturarak yaşamın düzenlenişini belirlemiştir. Önderlik kadın sorununu ele alırken her şeyden önce tarihsel olarak kadının baş aşağı giden tarihini irdelemiş, bunun Kürt toplumundaki yansımalarını ortaya koymuştur. Kürt kadın gerçekliğini ele alırken de ideolojik, siyasal, sosyolojik ve psikolojik olarak her açıdan değerlendirmiş, Kürt toplumunun iradesizleştirilmesinin ve sindirilmesinin temel kaynağı olarak bu olguyu mücadelenin temeline oturtmuştur.
Kadının bilinç kazanmasında Önderliğin özel bir yaklaşımı her zaman olmuştur. Cins bilincinin gelişmesi için kadının kendisini kendisine yabancılaştıran sınırların neler olduğunu tanıtmıştır. Ki bu sınırların kırılması en başta erkeğin hakim olduğu siyaset ve savaş alanlarında gerçekleşmiştir. Uygarlıkların kendisini var ettiği, savaş ve iktidar ikilisi erkeğin yalancı, zorba ve baskıcı zihniyeti ile kadın üzerindeki baskıyı sistemli şekilde sürdürerek, kadının ve tüm toplumun kanıksamasına götürmüştür. Siyasetin ve savaşın içine giren kadın yabancı olduğu bu alanlarda, iradesini ortaya koymaya çalışırken erkek zihniyetinin çeşitli yönelimleriyle hemen karşılaşmıştır. Çünkü bu alanlar erkeğe aittir, kadın bu alanlarda olacaksa da erkeğin belirlediği sınırlarda ve onun kontrolünde gelişmeliydi. Önderlik ise kadını bu alanlara koyarak kendi kararı ve iradesi ile katılmasını, erkek zihniyeti ile karşı karşıya kalmada cesaretli davranılmasının yol ve yöntemlerini öğretmiştir.
Önderlik en zor alanı seçerken, kadının güçsüzlüğünü, toplumsal bakış açısının yakıcılığını ve acımasızlığını her açıdan tahlil etmiş, fakat kadın bunun ortaya çıkaracağı sonuçlardan çok haberdar değildi. Alışkın olmadığı bu alanlarda kadın kendi gücünü gördükçe, tanıdıkça yapabileceğine dair inancı gelişirdi. Giderek erkeğin hakimiyet sınırlarında delikler açmayı başarabildi. Sorgulayan, düşünen, iradesinin dahil edilmediği durumlarda mücadele etmesini bilen, mücadele araçlarını ortaya çıkaran çabalar Kürt kadınını kendisiyle buluşmasında ciddi gelişimleri sağlamıştır. Binlerce kadın kahraman ağır bedeller verse de özgürlük arayışından vazgeçmemiştir. En son şehit Viyan arkadaşında belirttiği gibi, pasif, zavallı, çaresiz, iddiasız, şikayetçi kadın duruşunu kabul etmemek Önderliğin karşı durduğu ve mücadele ettiği en temel husus olmuştur. Mücadeleleriyle bunu gösteren binlerce kadın kahraman önderliğin bu öğretisini kendisi için ilke olarak benimsemiştir. Viyan arkadaşın kişiliğinde de bu öğretinin belirleyiciliğini görmek mümkündür. Viyan arkadaş özgürlüğe olan tutkusundaki arayışında Önderlikten doğru öğrenmeyi başarabilen örnek arkadaşlardandır. Bağımsız düşünebilen, iradesiyle katılabilen, gerekçeler yaratmayan, zorluklar karşısında umutsuzluğa kapılmayan, yaşama aşk düzeyinde sarılan, cesaretini her yerde ortaya koyan kadın duruşuyla Önderlik ideolojisinin her kadın kişiliğinde açığa çıkabileceğini göstermiştir. Bu yanıyla da bakıldığında Önderlik iradesiz, güvensiz Kürt kadınından, toplumun yaşamını değiştirecek öncü kadın kişiliklerini yaratmayı başarmıştır. Yok sayılan kadından, kadın kimliğiyle ve kişiliğiyle yaşama katılan kadını yaratmak kuşkusuz devrimsel bir değere sahiptir.
Sadece Kürtlerde değil, ulusal mücadele veren birçok halkın, halkların özgürlük mücadelesi süreçlerinde kadınların katılımı olmuştur. Bizim coğrafyamızda kadının savaşa katılmasının anlamı daha farklı ve önemlidir. Feodal değer yargıları, dini inançların katı kuralları, mezhepsel inançların kadını kendi içine hapseden gerçekliği kadın kimliğinin ifade edilememesini daha fazla beslemektedir. Binlerce kural ve kaide ile çevrelenen zihinlerin kadın lehine çevrilmesi, kadının bu gerçekliğin değişebileceğine inanması ile başlayacaktır. Binlerce kadının mücadeleye katılması, kadında ve toplumda bu inancın gelişmesiyle paralel ilerlemiştir. Kadın başarabileceğini gördükçe, amaçlarını, hedeflerini yaşama dair bakış açısını değiştirmiş, iradi gücünü ortaya koymuş, kadın örgütlülüğünün gelişmesine inanarak katılmıştır.
Bugün geldiğimiz aşamada Önderliğimizin en başta kadına güvenmesinin, soruna sürekli stratejik yaklaşmasının, kadın aleyhine olan her türlü gerici yaklaşımı reddetmesinin belirleyici yanı olurken, kadınında tereddütsüz ve cesaretli yaklaşımı mücadeleyi ilerleterek bir aşamaya getirmiştir. Ortaya çıkan sonuçlar yetinilmesi gerekiyor anlamını ifade etmiyor tabi ki. Kadının hem ulusal sorun karşısındaki hem de kadın kimliğinden kaynaklı yerine getirmesi gereken sorumlulukları ve görevleri bulunmaktadır. Kadının köleliği üzerine büyüyen uygarlık, Ortadoğu da statükocu yapılarla kendisini yaşamsallaştırırken, bu yapıların değişmesi, toplumların eşit ve özgür paylaşımına dayalı zihniyetle mümkün olabilir. Kadın özgürlük mücadelemizin Ortadoğu da ki zihniyet değişiminin aktif gücü olduğu, toplumsal alanda ortaya çıkardığı değişimle kendisini ortaya koymuştur. Kürt kadınları bu değişimin süreklileştirilmesinde her şey değildir kuşkusuz. Fakat önemli bir parçasını temsil etmektedir.
Kadın özgürlük hareketlerinin dünyamızdaki ve Orta Doğudaki sistemsel çıkmazların, tıkanıklıkların aşılmasında, barışçıl ve demokratik ortamların yaratılması için mücadele etmesi önemini korumaktadır. Gerek kadın kimliğinin sahiplenilmesi adına, gerekse halkların kimliksel, siyasal ve kültürel iradelerinin oluşmasında kadının özgürlüksel hareketlerinin ortak buluşmalarını yaratmalarına ihtiyaç vardır. Her ne kadar kendi mücadelemizde bir aşamaya gelmiş olsak da, diğer halkların kadınları ile barış ortamını en başta kadının kendi zemininde yaratılması çalışmasını yapamamışızdır. Bu durumdan kadın hareketi olarak bizim Arap, Kürt, Türk, Çerkez, Süryani, Fars vs kadınları arasında ciddi bir iletişimsizlik bulunmaktadır. İlişkiler zaman zaman gelişmiş olsa da, kadınlarla buluşmada geride seyrediş vardır. Diyaloglar ihtiyaca cevap vermenin çok ötesindedir. Kadın kimliği çerçevesinde yaşanan sorunlar birçok açıdan ortak olmasına rağmen, çözümlerin gelişmesinde aynı noktadan çıkışlar olmamakta, olsa dahi bunlar bir araya getirilememektedir.
Kadına ait bir gün değil günler oluşturmanın gereği bütün kadınların ortak birlikteliği etrafında gelişebileceği kesindir. 8 martı kadınların kendisi olabilmesinin, düşüncesi, kimliği ile yeniyi yaratmanın zemini haline getirmek, yeni 8 martlarda kadınların daha bilinçli olabilmesinin, daha ileri gidebilmesinin projelerini oluşturmak olmalıdır. Devletçi, iktidarcı sistemleri, zihniyet yapılanmaları aşabilmenin tek çözüm yolu kadın öncülüğünde gelişecek, tabana dayalı örgütlenmeler ve yapılanmalardır. Sivil inisiyatiflere dayandırılacak bu örgütlenmeler, demokratik sistemin temel taşları durumundadır. Kadın örgütlenmeleri zihniyette ki değişimle gelişebilir. Kadın birliği, örgütlülüğü ihtiyaç olarak görüldükçe 8 Mart mirasına doğru sahip çıkma olabilir. Nihayetinde her dönem kadınların yürüttüğü mücadelenin, sonraki dönemlere bir miras olarak geldiğini unutmamak, bu miraslara sahip çıkarak yeni kazanımlar ekleyerek, geliştirip geleceğe taşırmak, kadın özgürlük kavgasında kadınlara ait bir yaşam yaratmanın yolu olmakta. Kadınların yapacağına inanmak her şeyin başlangıcı olduğu gibi, sonucu da belirleyecektir.
Derya Koçgiri
- Ayrıntılar
Türk özel savaş tam gaz psikolojik savaşını tüm cephelere yayarak sürdürmeye devam ediyor. Doğrusunu söylersek özel savaş sistemi sadece son Türkiye Cumhuriyetine has bir savaş biçimi değildir. Bunun tarihçesi vardır. Tarihçesi Osmanlılara belki de tarihin daha gerilerine Türk egemen sınıfları diye ele alabileceklerimizin neredeyse topunun insanları yönetme yöntemi özel savaş biçimidir.
Örneğin Osmanlının o meşhur taht kavgalarında 18 kardeşi bir günden tasfiye etmeler sadece bu sistemin ne kadar derinden vahşice sürdürüldüğünü gösterir. Ya da yeniçeri ocaklarında adeta tümden belleksizleştirilerek yeniden kendi halkların başına cellat olarak göndermeler neyle izah edilir? Ve tabii başka halkların sıradan insanlarından başlayarak en tepesindekilerini esir aldıklarında oğlancıklar yapmalar, korkunç tecavüz uygulamaların elbette birer politik karşılıkları vardır. O dönemin kral oğullarını alıp oğlan yapmaların herkese vereceği açık mesajlar herhalde vardır.
Özcesi Türk özel savaş sistemi derken siz bu tarihi halen anlı şanlı olarak paylaşanların tümünün kastedildiğini anlayın.
Evet, Türk özel savaş sistemi tam gaz devrededir dedik. Şimdiler de en çok uyguladıkları özel savaş yöntemi özel psikolojik savaştır. Hatırlayanlar bilir dönemin Genelkurmay başkanı şimdinin darbeci tutuklusu İlker Başbuğ özgürlük hareketine karşı en etkili silahlardan bir tanesini özel psikolojik savaş yani psikolojik harp olduğunu dillendirmişti. Ve o gün bugündür inanılmaz ölçüde insan ruhunu rahatsız eden bir kirli savaş devrededir. Belki İlker Başbuğ içeri alındı ancak öyle görülüyor ki Yeşil Türki Faşist iktidar ve cümle cemaat kalemşor ve yandaşları, hazırladıkları yeni yetme Rus mafyacıları gibi aç gözlü ve ahlaki değerlerden tümden uzaklaşarak iftiracılaşan Kürt işbirlikçileri de dahil tümden psikolojik bir savaş yürütüyorlar.
Özel savaşın, psikolojik savaşın en fazla üzerinde durduğu bir konu gerillaya katılımlardır. Gerilla katılımının önünü almak için dünyada akıllara gelmeyen yalanlar uydurularak sözde Kürt gençlerinin gerillaya akmasının önü alınacak.
Öyle ki gerillaya katılanlar cahildir, okul okumamışlardır, işsizdirler, geridirler derken bir sürü başka tespit ve ardından da gerillaya katılanların bilmem yüzde kaçı da çocuk.
Konuya girmeden şunu peşinen söyleyelim: Özgürlük ihtiyacı olanlar dağlara gelir. Özgürlük sorunu olmayanlar, sistemle barışık olanlar, çelişkileri olmayanlar, başka bir dünya istemeyenler, öylede yaşanabilinir diyenler, para pulun ve kariyer peşinde olanlar, verili olanı kendilerine kabul edenler ve birde bu kapitalist modernist kültürün tüm etkileyici ve cezp edici kültürünü yaşamak isteyenler elbette dağlara gelmezler. Gelemezler.
Özgürlük en fazla kime gereklidir?
Özgürlük en fazla horlananlara gereklidir.
En çok itilmiş kakılmışlara gereklidir.
Aç kalanlara gereklidir.
Ezilenlere gereklidir.
Mağdur edilenlere gereklidir.
Susuz olanlara gereklidir.
Hayallerine ulaşmayanlara gereklidir.
Arayışı yüksek olanlara gereklidir.
Başka bir dünyanın olabileceğine ve başka bir dünyanın yaratmasının mümkün olduğuna inanlara gereklidir.
İçi ile dışındaki uyumsuzluktan rahatsızlık duyanlara gereklidir.
Erkeğin her türlü hakaretini kabul etmeyen kadınlara gereklidir.
Ata erk sisteme bayrak kaldıran tüm gençlere gereklidir.
Ve tabi bu listeye daha nice özgürlük ihtiyacı olan çevreleri eklemek mümkündür.
Ama her halükarda ruhu doyurulmamış olanların en fazla ihtiyaç duyduğu şey özgürlüktür. Adalettir. Eşitliktir. Paylaşımcılıktır.
İşte yukarıda sayılanları yeniden bakarsak neden Kürdistan’da gerillaya akmanın önünün alınamadığı görülecektir. Horlanan bir gençlik, itilen bir gençlik, işkence gören bir gençlik ve tabii bunların tümünü yaşayan bir halk ve onun küçücük evlatları.
Küçücük evlatları derken yukarıda dile getirmiştik, özgürlük saflarına yani gerillaya çok çocuk katılıyormuş. Ve neredeyse gerilla ordusunun üçte biri çocukmuş.
Dedik ya kocaman bir psikolojik savaş devrededir. Bu tür karalamaların asıl hedefi özgürlük hareketini uluslar arası arenada küçük düşürmektir. Çocuk suçunu işlediğini söylemeye çalışmaktır. Ne var ki özgürlük hareketi uluslar arası tüm güçleri gerilla kamplarını ziyaret etmeye ve denetlemeye çağırmıştır. Gelirler mi gelmezler mi o onların bilecekleri bir iştir. Ancak dağlarda çocuk yaşta gerillaların bulunduğunu hep söyledik. Ve bunları asla inkar etmedik. Ve çocuk yaşta bulunan yoldaşlarımızı nasıl koruduğumuzu ya da nasıl eğittiğimizi de söyledik.
Ama niçin küçük yaşta çocukların dağlara aktıklarını ve niçin küçük çocukları geri evlerine gönderemediğimizi söylemedik. Şimdi bunları söyleyelim.
Duyarlı bir Türk yazardan aşağıya alıntıladıklarımız Adana Pozantı Cezaevi’nde “taş atan” Kürt çocuklarının yaşadıklarını aranan cevapları fazlasını veriyor.
“-Nasıl ellerine pimapen parçalarıyla vurulduğunu…
-Copla tehdit edildiklerini…
-Bayrak öptürüldüklerini…
-İp geçirilen boğazlarındaki düğümün ‘gerektiğinde’ nasıl sıkıldıkça sıkıldığını…
-Adli suçlularla aynı koğuşta kalmaya zorlandıklarını…
-O koğuştaki çeşitli ‘mümessiller’ tarafından pantolonlarının indirildiğini…
-O mümessillerin zorla yataklarına sokulduklarını… -Taciz ve tecavüze uğradıklarını… “
Bu dile getirilenler sadece ve sadece bir Eisberg’in küçücük ucu. Ve size Kürt çocuklarının neredeyse tümüne faşist devletin bu uygulamaları yaptığını söylersek elbette şaşıracaksınız. Ancak henüz evvelki yıllarda Siirt’te bağlı bir kazada YİBO’larda küçük kız çocuklarına onlarca öğretmen tarafından taciz ve tecavüz edilmesine ve fuhuşa zoraki zorlandıkları deşifre edildiğinde o dönemin ve muhtemelen halen de oranın valisi olan zat “fuhuş yapmasınlar da dağa mı çıksınlar” benzeri onur kırıcı sözler sarf etmişti. Yine Mardin’de bir Kürt kızına yüzlerce asker tarafından yapılan tecavüz olayında, küçük kızın da gönüllü yani kendi rızasıyla yaptığını belirten Türk mahkemeleri…
Söylemek istediğimiz şudur: Türkiye devletinin neredeyse tüm kurumlarında Kürt çocuklarına dönük bir taciz ve tecavüz kültürü söz konusudur. Ve bu uygulanan ahlak dışı yaklaşımları geçmişte Kemalist devletin uygulamalarıyken şimdilerde bu uygulamaları daha ileri taşıyan sahte bir İslami iktidar ve Yeşil Türki Faşistler var.
Bu gerçekliği bilmeden neden binlerce Kürt gencinin ve onlarca Kürt çocuğunun dağa çıktığını anlayamazsınız. Ve neden dağda yeniden evlerine göndermek istediğimizde geri dönmediklerini de anlayamazsınız.
Ama Kürt çocukları, Kürt gençleri ve özgürlük savaşçıları ve tabii bu çocuk, genç ve özgürlük savaşçılarının aileleri evlatlarının neden dağlara aktıklarını bildikleri için evlatları toprağa düştüğünde ellerine kına çalmaktan da asla geri durmayacaklardır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Türk özel savaşı gerillayı teşhir ede dursun biz kendi cephemizde gerillayı anlatmaya devam edelim. Ne de olsa “gerçekler çıplak olmayı sever” derler. Biz kendi gerçekliklerimizi söyleyelim, Türk özel savaş sistemi ise bizi karalamaya devam etsin. Hele bunu yaparken de dediğimiz gibi onlarca sahte akademisyen sıfatlı insanı bir araya getirerek saldırılarına devam etsin. Bunlar elbette yetmez, yetmediği için gerillanın ne kadar cahil olduğunu, geri kaldığını, ne kadar amaçsız olduğunu, ne kadar kandırıldığını da yazmaya, çizmeye devam etsinler. Bunlar da yetmediğinde ihanetçi işbirlikçi bir sürü korkak ruhlu, bireyci, egoist ve kendilerini pazarlamaya, paralamaya hazır hain takımı…
Evet, siz kendi cephenizde gerillayı karalamaya devam edin, biz ise sadece ve sadece yürek sahibi olan bu işi yani yürek isteyen bu işi ve bu yürek sahibi kişilikleri anlatmaya devam edeceğiz. Karınca kararınca misali bizde kendimizi anlatacağız.
Bu bağlamda birkaç yıl önce bir yoldaşımızın gerillanın bir özelliğine dönük söylediklerini buraya alarak anlatımlarımıza devam edeceğiz.
“Buralarda ölmek bile bambaşkadır” demişti bizim enternasyonalist devrimci gerillamız Kadir Usta. O: “Çekip gitmek yok aslında, yüreğin çılgın akışı vardır, bazen dur durak bilmez götürür seni gitmek isteğin yere. İstesen de geri alamazsın kendini” derdi.
Biz yüreğimizin çılgın akışını dur durak demeden takip ederken ne ister bu egemen ve emperyal güçler diye hep kendimize sorarız. Neden bu kadar bizi hedeflerler, ne isterler bizden? Bizim gibi yumuşak huylu, nezaket dolu, insan sevdalısı, tüm inançlara saygılı, cinslere-özelde ezilene-hürmetli, büyüğe büyük diyen, küçüğe ise bağrını açan ve hiçbir çıkar gözetmeden gerektiğini insanın en değerli olan varlığını ortaya koyan kelle koltukta insanlara ne diye bu kadar saldırırlar? Tuhaf, bize öyle saldıranlar var ki ne isimlerini duymuşuz, ne onlara bir şeyler yapmışız, ne de yollarına barikat kurmuşuz.
Gerilla bir duruştur. Özgürlük duruşu; boyun eğmez, kötüyle uzlaşmaz, kellede gitse doğrulardan geri atmayan duruştur. Kadir Usta’nın deyimiyle “Herkesin sevgisini kazanmak istiyorsan, kendi doğanda kal, herkes seni olduğun gibi görsün, seni sevenler zaten böyle severler seni” misali gerilla içiyle dışı bir olan kişilik demektir. Bu duruş potansiyel olarak yalan dolanlı bir dünya da tehlike demektir.
Ancak tüm emperyalistlere, sömürgecilere, sınıflı toplum savunucularını, gericileri, eskiden ısrar edenleri tedirgin eden gerilla özelliklerini başka yerlerde aramak gerekir.
Gerillanın üç felsefik ilkesi vardır. Bunlar gerillayı gerilla yapan felsefik bakışlar ve onun akabinde onun duruşunu sağlayan ilkelerdir.
Bu sınıflı, baskıcı, sömürücü, kan emici dünya üç temel direk üzerinde kuruludur. Bunlardan ilki
İnsanın yaşamını tehdit ederek, geri adım attırarak teslim alma girişimdir. Buna gelmeyenleri tasfiye ederek gelecek kuşakları baskılarlar. İkincisi mal-mülktür. Yani maddiyata dayalı yaşamdır. Bununla neredeyse satın alamayacakları kimseyi bırakmazlar, velev ki onlara bir zamanlar karşı durmuş olan bu bireyleri mal mülkle ya teslim alırlar, vaatlerde bulunarak yanlarına çekerek kendi adamları yaparlar, ya da o bireylerin mal mülküne el koyarak, talan ederek hatta onlara yakın duran fertlerinde neyi varsa el koyarak tehdit ederler. Bunlara karşı koyan birey ya teslim olacak ya da vurulup gidecektir. Geri kalanları ise korkunç bir tecrübeyle terbiye edilmiş olacaklar. Üçüncüsü ve belki de en önemlisi ise kadın-erkek ilişkileriyle teslim alamayacakları kimse yok gibidir. Erkekse kadınla, kadınsa erkekle vururlar. Evlilik kurumu diye bilinen köleleştirme kurumuyla adeta tüm insanlığı oldukça kalın ve kırılmaz zincirlerle kendilerine kırk göbekten bağlarlar. Öyle ki buna dayanacak adamlar ve kadınlar zor çıkar. Siz buna özenle geliştirilen cinsel güdünün hortlatmasını da eklerseniz adeta hasta hale getirmedikleri kimseyi bırakmayarak her gün yeniden yeniden köle haline getirirler insanları.
İşte verili-yani sınıflı, iktidarcı, sömürgeci, kan emici-dünya bu üç temel ilke temelinde kuruludur.
—insanı yaşamını tehdit ederek hizaya getirme
—mal mülke satın alarak kendine bağlama
—kadın erkek ilişkileriyle, cinsel güdüyü hortlatarak köleleştirerek kendi sistemlerinin birer çarkları haline getirme
Bu sınıflı ve iktidarcı dünyaya karşı gerillanın felsefik ilkeleri terstendir. Siz bu sınıflı dünyaya karşı mücadele edecekseniz biraz da çubuğu tersten bükeceksiniz. Yani bu egemen ve emperyalistlerin yaptıklarının tersini yapacaksınız.
İşte gerilla biraz bunu yapıyor. Belki bu dünyada ilktir de. Başka yerlerde bireyler bazında istisnai olarak bu yöntemi uygulayan bireylerin var oluşu olasıdır, ancak gerilla bunu yapısal olarak uyguluyor.
Nedir bunlar?
1-Siz bir gerillayı tehdit ederek hizaya getiremezsiniz, çünkü gerilla kelle koltukta yürüyen ve yaşayan bir direnişçidir. Onun yaşamına yönelerek onu esir alamazsınız. Onu bu yöntemle etkileyemezsiniz. Çünkü o yaşamını genelin çıkarı için zaten gözden çıkarmıştır.
2-Gerillanın malı mülkü yoktur. En çok nefret ettiği paradır. Gerillada en büyük ayıp paranızın olmasıdır. Burada yaşam komünaldır. Ortakçıdır. Senin benim yoktur, hepimizindir ilkesi esastır. Bir de gerillanın tüm malı mülkü sırtında taşıdığı çantasıdır, onun da içerisinde bir defter, bir kalem, bir kitap ve hareket halindeysen bağlı bulunduğun birimin erzakı vardır. Başka da gerillanın bir şeyi yoktur. Sizin deyiminizle bir derviştir gerilla. Bir hırka bir lokma felsefesi dahi gerillanın mal mülk yaklaşımı yanında geri kalır. Peki, böyle birisine tüm dünyayı önüne serseniz bir sonuç alabilir misiniz?
3-Gerilla kadın-erkek ilişkilerinde verili olanları kabul etmiyor, verili olana yaklaşmıyor. O İslamiyet’te olduğu gibi Hz. Muhammed’in asa beleri üç ay dayanmadılar diye cihatta iken yeni vahiylerle üç ay’ı geçen seferlerde “bulunduğunuz yerlerde ki kadınlarla evlenebilir ve geri dönerken de boşaya bilirsinizi” yapmıyor gerilla. Değil üç ay, 30 yıla varan cihat içerisinde de olsa, ona ilk gündeki cihattın kuralları geçerlidir. Yani temiz kalacaksın, nefsini temiz tutacaksın. Alevilerin deyimiyle “eline, beline ve diline hakim olacaksın” felsefesi esastır. Özcesi sınıflı toplumun ilişkilerinde öcü gibi kaçıyor gerilla. Onlar “ülkelerine sözlü, topraklarına nişanlı ve düştüklerinde nikâhlanırlar” deyişi temelinde yaşarlar.
Bu üç ilkeye göre yaşamak yürek ister, beyin ister, cesaret ister ve tabii ki büyük fedakârlıklar ister. Başka da bu üç ilkeye göğüs germek mümkün değildir. Kürdistan özgürlük mücadelesinin en büyük zorlukları bu üç ilkelerdir. Yoksa “zorlandım, aç kaldım, üşüdüm, dayanamadım, korktum, aradıklarımı bulamadım, çeliştim” sözleri hikâyedir. Boş laflardır, kendini saklamanın ve sözde haklı çıkarmanın çabasıdır.
Şimdi gelelim ilk sorularımıza, neden gerillayı egemenler ve emperyalist güçler bu kadar hedeflerler? Neden gerilla adeta dünyanın en tehlikeli insanları olarak ele alınır ve tasfiyeleri için her şey yapılır?
Vereceğimiz cevap nettir. Gerilla onların teslim alacağı bir insan değildir. Düşünün, gerilla bu özeliklerini dünyaya yaysın, o zaman ne olur bilir misiniz? Sınıflı kapitalist uygarlığın dibine dinamit konulmuş olur. Sorun gerillaların eylemleri değildir. Silaha başvurmayan bir gerilla da olsa-eğer yukarıda söylediğimiz ilkeler temelinde yaşıyorsa-dünyanın neresine giderse gitsin o bir tehlikedir. Tehdittir. Sakıncadır. Dinamittir. Direnişçidir. Ve o yaşadıkça bu sistem tehlikededir. Çünkü böylesine bir gerilla her zaman bir alternatiftir, her zaman sistem karşıtlarına yanına çekerek bir karşı cephe oluşturabilecek bir seçenektir. Güzel ortamlarda, güzel insanlar boy verir misali burada sadece güzel insanlar yetişir ki bu da onlar için büyük bir tehlikedir.”
Gerilla buyken kimin ne kadar kandırıldığının kararı siz gençlere aittir. Karar siz yürekli insanlara aittir. Karar siz dünyanın topuna kafa tutan kadınlara aittir.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Bir gerillanın başka bir gerilla yoldaşına yazdığı mektubunu olduğu gibi buraya alarak gerillanın nasıl bir yürek işi olduğunu yeniden yazalım.
“Yoldaşımızın sevinci bizim sevincimizdir. Yoldaşımızın moralli olması bizim moralimizdir. Yoldaşımızın başarısı bizim başarımızdır. Bunun içindir ki sen giderken o coşkulu ruh haline çok sevinmiştim. Ve o coşkulu ruh halini bana da bırakmıştın.
Genç yoldaşların hemen düşmanın eline geçmemeleri gerekir diye hep düşünürüm.
Olanı bir daha geri çevirme imkânımız yok bunun için geçmiş olsun diyeceğim ama düşmanı sevindirmek için de hayıflanmayacağız.
Biz dağlara gelirken kellimizi koltuğumuza alarak çıktık. Yani en seveceğimiz olan varlığımızı yani canımızı bu halk için vermeye geldik. Bunun için bizim için tüm alanlar direniş alanlarıdır. Tüm alanlar işgalci ve sömürgeci güçlere ve tabii onları kollayan, koruyan, onların ayakta durmaları için her türden yardımı yapan, para sağlayan, ölüm tekniklerini vererek insanlığa karşı suç işleyen bu kapitalist modernistlere karşı direniş alanlarıdır.
Evet, yoldaşım sömürgeci sömürgecidir. İşgalci işgalcidir. İşgalcinin ve sömürgecinin dünya da nerede olursa olsun iyisi kötüsü olmaz. Sömürgeci bunun için sömürgecidir ve bunların topu insanlığa karşı suç işleyen güçlerdir. Bunun için senin bir sömürgeci güç tarafından başka bir sömürgeci gücü teslim edilmeni yadırgamıyoruz. Onlar bizi vurmak için, öldürmek ve yok etmek için uğraşırlar biz ise halkımıza ve halklara verdiğimiz sözler ekseninde direnişimizi kesintisiz sürdürürüz.
Yoldaş, yaşanan şahadetlerden bahsediyorsun. Ve tabii şehit düşen birçok yoldaşı bizatihi tanıyorsun. Birlikte kaldığın yoldaşlardır. Ve birçoğu bize komutanlık ve yöneticilik yapmış yoldaşlardı. Ve gerçekten Rüstem arkadaşın, Çicek'in, Ali Şer’in, Xebat’ın, Ruken’in, Brusk’ün, Simko’nun şahadetleri bize çok ağır gelmiştir. Onlarla bu dağlarda yıllarca yaşayanlar olarak onların bize ektiklerini ancak bir biz bilebiliriz. Yukarıda ismini verdiğim yoldaşların birçoğunu ben şahsen en az 17-18 yıldır tanıyordum. Birçok cephede birlikte aynı alanlarda, sömürgeciliğe karşı mücadele ettik. Evet, gerçekten bu yoldaşların şahadeti ağır geldi. Duygu dünyamızı çok zorladı.
Ancak yoldaşım şunun bilinmesini istiyoruz: Mücadele artık eskisi gibi olmayacak. Ve eskisi gibi de yürümüyor. Biz artık mücadeleyi sonuçlandırmaya söz vermişiz. Yani devrimi başarıyla mutlaka ama mutlaka taçlandırmak için söz vermişiz. Bunun içinde adımlarımız atıyoruz. Yani kavga yani mücadele yani devrim yani özgürlük savaşı artık eskisi gibi yürümüyor ve yürümeyecektir. Özgürlük savaşının boyutu çok çok yükselmiştir. Bunu bilen işgalci güçler ne kadar güçleri varsa, ne kadar dostları varsa, ne kadar öldürücü teknikleri varsa, ne kadar uşaklık edecek para babaları varsa, bize karşı ne kadar uşaklık edecek, işbirlikçilik edecek, ihanet edecek düşkün, düşürülmüş, ruhunu ona buna satmış ne kadar tip varsa hepsini topyekûn harekete geçirerek bir mücadele yürütüyorlar.
Yoldaş, gerçekten artık özgürlük savaşı eskisi gibi yürümeyecektir. Çünkü Kürt halkının düşmanları Kürt halkını soykırımdan geçirmek için yemin etmişlerdir. Kaldı ki Kürt halkını ya soykırımda geçirerek ayakta kalacaklardır ya da geri adım atarak Kürt halkının özgürlüğünü kabul edeceklerdir. İşte kritik eşik budur. Hani Shakspeare diyor ya: “olmak ay da olmamak tüm sorun budur.”
Evet ya özgürlüğümüzü kabul edeceklerdir ya da saldırılarına devam edeceklerdir. Bu söylenenler sıradan bir durumun yaşanmadığını göstermektedir. Eskilerde bu olağanüstü süreçlere devrim anları derlerdi. İşte Kürdistan’da şimdi tümden bir devrim anını yaşıyoruz. Devrim anlarının kazanımları da büyük olur kayıpları da. Önemli olan kayıplarını zafere götürecek bayrak haline getirmesini bilmektir.
İşte biz Rüstem yoldaşlarımızın şahadetini Kürdistan’da demokratik özerkliği inşa etme temelinde köklü bir mücadeleye dönüştürerek başlattığımız lakin yarım bıraktığımız Devrimci Halk Savaşımızı çok ileri düzeyde tırmandırarak tarihin bu sürecinde başarıyla çıkacağımıza sonuna kadar inanıyoruz.
Yoldaşım işte bu yukarıda söylenenler ışığında Rüstemlerin, Çiçeklerin, Ali Şerlerin ve Xebatların ve 2011 yılında şehit düşen nice yoldaşımızın şahadetlerini böyle anlamlandırırsak bu şahadetleri kesintisiz direnişe vesile yaparken bu yoldaşlarımızın şahadetine değer biçmiş oluruz ve de onlara sahip çıkmış oluruz.
Mektubumu sonlandırırken, öncelikli olarak Önder Apo’ya veripte yerine getiremediğimiz, eksik yerine getirdiğimiz sözlerini bu yıl telafi etme temelinde mücadeleye yüklenerek başta önderliğimize, şehitlerimize, halkımıza ve siz yoldaşlara söz veriyoruz.”
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Bir süredir genelkurmayın Kürt gerillalarıyla çıkan çatışmalar sonrası literatürlerini değiştirdiğini görüyoruz. Eskiden öldürdük sözleri yerine şimdi “şu kadar teröristi etkisizleştirdik” diye kamuoyunu hem de böbürlenerek bilgilendirdiklerine tanık oluyoruz. Doğrusu “medeni” olmanın bir sonucu mu Türk genelkurmayının artık öldürdük demeyip etkisizleştirdik demesi insanı çok düşündürüyor. Etkisizleşmenin ne anlama geldiği gerçek etkisizleşmenin özünde ne olduğunu anlamaya kavramaya çalışmak lazım. Bir taraf için “etkisiz denilenin” bir diğer kesim için ne kadar değerli etkili olduğunu görebiliriz.
Tarihe baktığımızda eğer bir halkı soykırımdan geçirme temelinde yürütülen savaş ve saldırılara karşı direnip en azından halkın bir kesiminin genelkurmayın deyimiyle “etkisizleşmeseler” idi bir halkın yaşama imkânının olamayacağı aşikârdır. TC’nin yıllarca inkâr ve imha politikası temelinde bir halkı nasıl etkisizleştirmek istediğine tanığız, okuyor, öğreniyor ve görüyoruz. Ve eğer Kürt halkı yüzyıllarca bir biçimde direnmeseydi, bedeller vermeseydi bugün tarihten silinmişte olabilirdi. Demek ki bu kelimeyi kullananların ne kadar tarihsel bilinç sosyoloji ve psikoloji biliminden uzak oldukları anlaşılmaktadır. Ne kadar gafil ve içi boş oldukları görülmektedir. TC Tarihte bu yöntemi çok yoğun kullanarak direnenleri “etkisizleştirerek” bir halkı, Kürt halkını tarihten silmek istedi. Bunun yakın tarihi örneklerini Seyit Rıza’ların şeyh Sait’lerin darağacına çıkarılıp idam etmekle, güya Silmek istendi. Özünde, onların şahsında Kürt halkını da etkisizleştirmek istediklerini bilmekteyiz. Bunlar tarihsel belleklerimizden silinmedi ve silinmeyecek.
Bu gün de aynı soykırım zihniyeti, Sayın Öcalan’ı da İmralı’ya hapsedip etkisizleştirmek istemedi mi? Peki ne oldu? Sayın Öcalan Her geçen gün daha da güçlenerek eğer önce bir ırmak idiyse simdi bir deryaya dönüştü. Kendisi, gerek ideolojik -felsefik düzeyde gerekse örgütsel etkinlik düzeyi sonucu milyonlarca kitleyi nasıl da fedaileştirerek coşkuyla özgürlük hareketine katığına tanık oluyoruz.
Köleler etkisizdir işte Kürt halkını köle durumundan kurtarıp özgürlüğün arifesine getiren Sayın Öcalan’ı ve bir halkın özgürlük savaşçılarına nasıl “etkisizleştirdik” diyebilirsiniz? Zilan’a ( Zeynep Kınacı) kemal pir’e Agit’e (Mahsum Korkmaz) Beritan’a (Gülnaz Karataş) Rüstem Cudi, Sımkolara siz “etkisiz” mi diyorsunuz? Yada “etkisizleştirdik” mi diyorsunuz? Kürdistan dağları şahittir ki onlar bu toprağın fedai gençleri olarak bu halkın yüreğinde gerçek yerlerini aldılar, tarihi görevlerini yerine getirmenin huzuru içinde şimdi uyuyorlar. Ve onların bu direnişlerinin etkileri bir halkı etkili kılmıştır.
PKK çıkışı ile şu tarihi tespit yapıldı eğer Kürt halkı gerektiği kadar Kürt vatanı için yine genelkurmayın deyimiyle “etkisizleşenler” vermeseydi asla varlığını koruyamaz ve özgürleşemeyecekti. Bu tespitle yola çıkıp bu güne kadar bu vatan için on binleri bulan Kürt genci kız erkek toprağa düştü. Tabi ki işte size göre bunlar “etkisizleşti.”
Bre gafiller hâlbuki bunlar gerçekten etkisizleşmeyle yüz yüze kalan Kürt halkını yeniden diriltti, ona özgürlük ruh, cesaret, irade, bilinç ve örgüt kazandırarak etkili kıldı ve bu gün de Ortadoğu halkları arasında onurlu bir halk olarak yerini almasına vesile oldu.
Her bir toprağa düşen o gençlerin, Kürtlerin ulusal birliği ve demokratik uluslaşmasında nasıl bir rol oynadığını biliyor musunuz? Daha otuz yıl öncesine kadar Kirmanşah ile Dersim, Afrin ile Ranya birbirlerini tanımazken bu gün ulusal birliğin çimentosu onların kanı ile yoğruldu ve bu gün her dört parçada eğer büyük bir uyanış özgürlüğe yürüyüş varsa kuşkusuz onların sayesinde oldu. İşte sizin “etkisizleştirdik” dediğiniz bu gençler ulusal onurun özgürlüğün abideleri oldular efsaneleşip, kutsallaşıp, ölümsüzleştiler. Amed’in, Colemerg’in, Geverin, Elih’in Muşun, Van’ın özcesi en büyük Kürdistan parçasının otuz yıl öncesi ile mukayesesi yapıla bilir mi? Kürdistan’daki bu direnişi ve bu Şehirlerin birer devrim merkezi haline geldiklerini görmüyor musunuz? Kör müsünüz? Etkisizleştirdiğinizi düşündüklerinizi morga gönderip daha sonra morgdan alınırken bu gençlerin yüz binler tarafından nasıl da coşku ile karşılandığını görmüyor musunuz? Bu halkın en yüce değerlerine “etkisiz” dediğinizin farkında mısınız?
Sizin ne kadar insani özelliklerden mahrum, cellat kafası ile sorunlara yaklaştığınızı görmemek mümkün değil. Maneviyattan ne kadara uzak olduğunuz anlaşılmaktadır. Anlaşılıyor ki,” öldürdük” kelimesi yerine “etkisizleştirdik” demeyle cellatlığınızı kamufle etmeyi düşünüyorsanız yanılıyorsunuz.
Yakın tarihe göz gezdirdiğimizde şimdi ki Necdet Özel-Erdoğan güruhu gibi, Çiller-Doğan Güreş çetesi de bu halkın çocuklarını “etkisizleştirerek” bu halkı bitirmeye çalışmadılar mı? Hatırlıyoruz Çiller üstüne basa basa “ya bitecek ya bitecek” diyordu. 94-95 yıllarında bir günde yüze varan Kürt gerillası ve Kürt halkından insanların özgürlük için toprağa düştüğüne tanığız. Ama ne oldu? Tarih neyi gösterdi? Şimdi “etkisizleşen” Çiller ve çetesi mi yoksa efsaneleşen o gençler mi oldu?
Tarih tanıktır ki özgür yaşam yolunda toprağa düşen o gençler efsaneleşerek en etkili konuma gelirken, Çiller ve çetesi tarihin çöp sepetine yuvarlandılar. Eğer mevcut AKP zihniyeti bu şekilde devam ederse tarihin bir tekerrürü gerçekleşerek Erdoğan ve Özel’in etkisizleşeceğini görmek için kâhin olmaya gerek yok. Ve ben bunu görüyorum, tüm tarih bilinci olan her kesin bunu gördüğüne de inanıyorum.
Ayrıca genelkurmayın mevcut zihniyeti sonucu, herkesi kaygılandıran bir durumla karşı karşıyayız, bu mantığın bu zihniyetin sonucu maalesef iki coğrafya arasında yaşanan, olayları algılamada büyük bir ayrışma, uçurum oluşmuş olmasıdır. Bir tarafta en değerli en “etkili” olanlar bir diğer tarafta “etkisizleştirilmesi gereken teröristler” olarak lanse edilmektedir. Kuşkusuz bu topraklarda barış isteniyorsa bu mantığa derhal son verilmelidir. AKP bu halkın en yüce değerlerini kızlarını oğullarını” etkisizleştirirken” nasıl olurda bu halkla kardeşçe ve dostça yaşamı hedefleyebilir. Bu nasıl bir mantıktır? Bu mantık barış getirebilir mi?
Tarih bu “etkisizleştirdiklerinizi” düşündükleriniz karşısında diz çöktüğünüze tanık olacaktır.
Hüseyin Rojhat
- Ayrıntılar
Değerli bedenleri ve yaşları küçük fakat yürekleri ve beyinleri büyük Kürt çocukları,
Başlarken iki hususu öncelikle belirtmek isterim: Birincisi, sadece size değil, tüm dünya çocuklarına yazmak isterdim fakat yıllardır tüm dünyanın gözleri önünde dünyanın tüm çocuklarından daha fazla maruz kaldığınız fiziki ve özellikle kültürel soykırımdan dolayı size yazıyorum. İkincisi husus ise, size ana diliniz Kürtçe ile değil, yabancı diliniz Türkçe ile yazdığım için kusura bakmayın. Bilerek bu yabancı dili seçtim. Amacım, Kürtçe bilmeyen fakat yüreklerinde insanlığı taşıyan Kürt dostlarına da seslenmektir. Fakat çok iyi biliyorum ki, hangi dilde yazarsam yazayım yine de ne ülkemiz Kürdistan’ın güzelliklerini, ne halkımızın kadim insanlık hazinesini ne de sömürgecilerin tarihimizdeki utanç yerini anlatabilirim. Hangi dil dörde bölünmüş bir bedenin acısını anlatabilir? Hangi dilin gücü asimilasyon değirmenindeki Kürt çocuklarının çığlığını duyurabilir? Hangi dil, Uğur’un delikdeşik, Ceylan’ın paramparça bedenine dikiş olabilir ki? Ya da hangi dil Kürdün ve Kürdistan’ın insanlık tarihindeki onurlu dik başlılığını anlatabilir ki?
Değerli yoldaşlar,
Biliyorum, hiçbirimiz dillere düşman değiliz. Fakat çok iyi bildiğiniz gibi Türkçe, biz Kürt çocuklarının yaşamında farklı (maalesef çok çok olumsuz) bir yer işgal etmektedir. Keşke farklı bir zaman diliminde farklı bir zeminde Türkçe ile gönüllü tanışsaydık diyoruz. Fakat maalesef öyle olmadı. Henüz çamurdan oyuncaklarımız kurumadan, karatahtada önlük dedikleri mavi kefen giydirerek ana dilimize tecavüz ettiler ve tarihin en büyük devrimlerinden olan neolitik devrimin dili Kürtçemiz yerine Türkçe denilen dili usturayla diktiler. Öyle ki Türkçe, bir sülük gibi ağzımıza yapıştı ve kanımızı emdi. Biz o yabancı dili konuşup, yazıp, yaşattıkça; o dil bizden bir şeyler öldürdü, öldürüyor…
Yoldaşlar,
Biz Kürt çocukları “erkenlerin” coğrafyası Kürdistan’da yaşama merhaba dedik. Ülkemiz Kürdistan, erken doğumların, erken büyümelerin ve erken ölümlerin ülkesidir. Bildiğiniz gibi sömürgeciler, kar yerine kan yağdırdı ülkemize ve bu kan fırtınasında anneler erken kanadı, bize tüm canlılara tanınan anne karnında kalma süresi bile tanınmadı ve bizi alıp yok sayıldığımız bir dünyaya attılar. Erken büyüdük. Başka yerlerde çocuk denilen yaşıtlarımız çocukluğunu yaşarken; bizler yetişkinlik çağını çoktan geride bırakıp, çoğumuz zindanlara hatta mezara yerleştik…
Mardin’de Uğur, Amed’de Ceylan, Roboski ve Pozantı’da onlarca çocuktuk. Hepimiz çocuktuk ve hepimiz de Kürt’tük. Kurşunlandık, parçalandık, param parçalandık ve zindanlarda sömürgecilerin bayrağını öptürülüp tecavüzlere uğradık. Yaşam, Filistinli çocuğa taş, Afrikalı çocuğa aş olmadı. Aksine Kürdistanlı çocuğa her türünden savaş oldu...
Ama biz Kürt çocukları, yine de yaşamı sevdik. Hem de uğrunda ölecek kadar çok sevdik onurlu ve özgür yaşamı…
Onurlu yaşama âşık olduğumuz için mağaza vitrinlerdeki oyuncaklar hiçbir zaman ısıtmadı üşüyen ellerimizi ve hiçbir zaman luna parklar gözümüzü boyayıp, başımızı döndüremedi… Ellerimizi yüreğimizdeki korlarla ısıtıp taş ile molotof yağdırdık sömürgecilerin polisine ve panzerine… Gözümüzü halkımızın intikamı bürüdü ve başımız zaferle döndü. Çünkü çok şey yitirmişti halkımız çok şey almaktı hakkımız. Öfkemiz bazen taş olup kırdı zalimin esaret zincirini, bazen Molotof olup yaktı sömürgeci cehennemini bazen de öfkemiz bizi dağlara taşıdı. Leş karga sürülerinden hesap sormak için kartal olup gerillalaştık ve ülkemiz Kürdistan’ın özgürlük diyarlarında isyana, intikama yürüdük, yürüyoruz. Çünkü biz Kürt çocukları en çok özgürlük dağlarına yaraşırız, dağlar da bize…
Mem Amed
- Ayrıntılar
Newroz, köleliğe karşı özgürlüğü, sömürgeciliğe ve işgale karşı kendi ülkesini savunma, parçalanmaya karşı birlik, yabancılaşmaya karşı öze dönüş, talana karşı kendi değerlerini koruma, onursuzluğa karşı bir onur için mücadele ve isyan etme günüdür. Kendimiz olma, kendimiz için mücadele etme günüdür. Bize, bu topraklara ait olmayan, dışarıdan dayatılan her türlü yabancı, işgalci, sömürgeci, hele hele Türk devleti gibi, kendisini anavatanımız Kürdistan’ı kendi doğal toprakları olarak gören, halkımızı daha önce Türk kabul eden, şimdi de, AKP ile birlikte daha fazla İslam kardeşliği adı altında inkârını meşrulaştırmaya, Kürtleri aldatmaya çalışan güçlere kırmızı kart göstererek, bu sahadan çıkmaya çağırma günüdür. Çıkmıyorlarsa da, kolundan tutup atma günü haline getirilmelidir. Halkımız artık bu yönde geliştirdiği tartışma, yoğunlaşma ve kararlılığını pratikleştirmeye yönelmelidir.
Newroz’un tarihimizdeki yeri bilinmektedir. Köleci Asur zulmüne, zalim dehhak’a karşı direnme, isyan ve özgürlüğünü elde etme günüdür. Kürt halkını tarih boyunca ayakta tutan temel tarihi hafızamız, bilincimiz ve ruhumuzdur. Newroz’un ateşinde sınanarak, aydınlığında bilinçlenerek, örgütlenerek özgürlük mücadelemizi her türlü işgalci ve sömürgeci zulme karşı sürdürdük. Halk olarak varlığımızı koruduk. Bizi “ ölü diller, kültürler, uluslar” arasına gömmek isteyen, erkenden ölümümüzü ilan edip, bizi mezarda resmedenler bugün büyük yanıldıklarını büyük bir hayalkırıklığı ve öfkeyle görmektedirler.
Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan’da ilk kez, 1973 Newroz günü Kürdistan’ın özgürlüğü için PKK’yi kurmak amacıyla bir grup Kürt genciyle toplantısını yapmıştır. O kutsal Newroz ve o gün yapılan kutsal toplantı, bugün milyonları birleştirmiş, iradeleştirmiş ve önü alınamaz özgürlük yürüyüşüne dönüşmüştür.
12 Eylül askeri faşist cuntası, Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan ile başlayan, PKK biçiminde partileşen Özgürlük hareketiyle yeniden filizlenen Kürt halkının kurtuluş umutlarını, Amed zindanında esaret altına alınan PKK’nin Önder kadro, sempatizan ve taraftarlarının şahsında kırmak istiyordu. Bunun için yaşamın her anını, bir işkenceye dönüştürerek PKK’lileri teslim almak, ihanet ettirerek, son özgürlük umutlarını da böylelikle bitirmek istiyorlardı. Türk ulus devlet stratejisinin son dönemeci de böylelikle dönülmüş olacaktı. PKK’nin kurucu, önder kadrolarından Mazlum Doğan düşmanın bu tehlikeli yönelimini görmüş, anlamış ve onu boşa çıkarmak için de, 1982 Newroz’unda üç kibrit çöpüyle hücre ve Türk faşizminin karanlığında tutuşturduğu ateşle Newrozu kutlamış, kendisini feda etmiştir. Kürdistan’da, Kürt ulusunun özgür ve onurlu yaşamını inşa etmek için bu tarihi eylem ve isyanı başlatmıştır. Daracık bir mekânda. Türk Cehennem zebanilerinin kontrolünde. Sömürgeci Türk devletinin en fazla kendisine güven duyduğu bir ortamda, esaret altına alınan insanların yaşamlarının her anının işkence altına alındığı bir yerde böyle bir eylem gerçekleştirilmiştir.
Ve bugün onbinlerce Mazlum, dağda, şehirde, köyde, yurt dışında… Mazlum Doğan’ın bir mezar kadar yerde, tabutlukta dalgalandırdığı Kürdün, özgürlük ve şeref bayrağını zirvelerde dalgalandırmaktadırlar. Ve Mazlum Doğan sömürgeci askeri mahkemelerde yaptığı savunmasında özetle, “ Siz Türk sömürgecileri, Kürdistan’ı işgal ettiniz, katliamlar yaptınız, sömürgeleştirdiniz, artık çekin gidin! Kendi topraklarımızda, özgür, demokratik, birleşik ve müreffeh bir Kürdistan kurmak istiyoruz ” dedi. Onları yargıladı. Savunmalarının özü buydu. Türk sömürgeciliğinin Kürdistan’daki varlığını kesin bir dille, büyük bir kararlılık ve inançla reddetti. Bu büyük özgürlük davası için de kendisini feda etti.
1990 Newroz’unda, Mazlum’un hücre karanlığında üç kibrit çöpüyle tutuşturduğu ateşi, Amed surlarına taşıyan, kendi bedeninde bir meşaleye dönüştüren Zekiye Alkan oldu. Amed aydınlandı. Bilinçlendi, örgütlendi, Newrozlaştı.
Rahşan Demirel, İzmir’de kadifekalede, Türk metropollerinde ulusal yok edilmeye, asimilasyona, soykırıma, erimeye karşı varoluş ve isyan, ülke topraklarına dönüş için genç bedeninde tutuşturduğu ateşten bir Newroz davetiydi. Özüyle buluşma, topraklarına dönüştü.
Avrupa’da Newroz, iki Kürt kızının Ronahi ve Berivan’ın kapitalist modernitenin merkezinde, Avrupa’da, Lozan antlaşmasıyla Kürt ulusuna karşı başlatılan komploya karşı isyan, Lozan komplosunun belgelerini kendi bilinçlerinde, bedenlerinde yakma eylemi ve tarihi bir meydan okumaydı. Tam bir özgüvendi. Rındexanların, Beselerin özgürlük ruhunun Kürt kadınındaki dirilişiydi. Kapitalist modernitenin her türlü düşürücü, köleleştirici, asimlasyoncu, soykırımcı politikalarına karşı, kendisi olarak kalmakta ısrardı.
Hepsi de, sömürgeci Türk devletinin ve arkasındaki kapitalist güçlerin Kürdistan’ı parçalama, Kürt halkını tarihten silmek için geliştirdikleri zoraki asimilasyon ve inkâr siyasetiyle, Kürdü anlam gücünden, zihniyet gücünden, estetik gücünden, ruhundan, ahlaki siyasi-askeri, idari, ekonomik güçten düşürmeye çalıştığı Kürt ulusunun bireylerinde, öze dönüşü, kendisi olma bilincini, özgürlüğü ve onuru için örgütlenme ve savaşma kararlılığının gücüydüler. Kürdistani olmanın zihniyetiydiler. Kürdistan’ın özgürlük ruhu ve Serhıldanıydılar. Ve hepsi de birer öncü fedai militandılar. Bugün milyonların yüreğinde, bilincinde onlar var. Onların sömürgeci Türk devleti karşısındaki duruşu… Direnişi… Ahlakı ve güzelliği var.
Ve Kürdistan’ı Newrozlamak, yeni bir Med çıkışını geliştirmek için öze dönüşü gerçekleştirerek Kürdistan ölümsüzleri içinde yerini alan binlerce Kürt genci… Her gün on on, yüz yüz yurtsever insanımız, esaret altına alınmaktadır. “Ben Kürdüm, Kürdistan’ın özgürlüğünden, Kürt halkının özgür yaşamından yanayım” diyen kim varsa birer birer zindana atılmaktadır. Daha şimdiden zindanlar dolup taştı bile… Neredeyse dağlarımızda, ovalarımızda, şehir ve köylerimizde Kürt gençlerinin ve son yıllarda da Kürt çocuklarının kanının dökülmediği tek bir karış toprak kalmadı… Hemen hemen hergün halkımız özgürlük savaşçılarını, bu ülkenin en yiğit, en kahraman ve en güzel oğul ve kızlarını toprağı vermektedir. Daha yeni yeni, ölüm tarlasına dönüştürülen ülkemizde hemen hemen hergün topraklarımız kazıldıkça altından yıllar önce vahşice katledilip, gömülmüş gençlerimizin, çocuklarımızın kemikleriyle karşılaşıyoruz. Ve hergün analarımızın, kızkardeşlerimizin bulunan kemikler üzerinde yaktıkları, yeri-göğü inleten acı dolu feryat-figanlarını, ağıtları dinliyoruz.
Bizzat Türk sömürgeci devletinin başbakanı Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla gerçekleşen Roboski katliamını protesto etmek için, Roboskili genç şehidin kız kardeşinin tüm dünyanın gözleri önünde kendisi bıçaklamasının görüntüleri tüm acısı ve ürkütücülüğüyle, canlılığıyla gözlerimizin önündedir.
Ve Dersim soykırımında Kürt erkekleri katledilirken, daha yeni yeni tarihin içinden fırlayıp gelen Dersimin kayıp kızlarının dayanılması zor, her gün bir isyana gerekçe yapılacak acılarıyla yüzleşiyoruz…
Yıllar önce PKK’nin kurucu önder kadrolarından büyük devrimci M.Hayri Durmuş, amed zindanında PKK’nin kadro ve sempatizanlarına, yurtseverlere yapılan işkenceleri ve o işkenceler karşısında atılan çığlıkları karşısında, “ bu insan çığlıklarını unutmayın Kürdistan Vietnamlaşıyor” demişti.
Şimdi Kürdistan Vietnamlaşıyor. Newrozlaşıyor, Kürtler Newrozlaşıyor…Topraklarımız Newrozlaşıyor…Tarih Newrozlaşıyor…Gün Newrozlaşmak günüdür…Newrozlaşmak birliktir. Örgütlülüktür, fedailiktir. Kürt olarak Özgürlükte ısrardır. Bunun için başkaldırıdır. İsyandır. Newroz böyle bir günün tarihi hafızasıdır. Özgürlük belleğimiz ve onurlu tarihimizdir. Şimdi halk olarak, bize dayatılan tarihten silme, yok etme ve soykırım siyasetinin bugün temsilcisi sömürgeci AKP zulmüne karşı Newrozlaşmak zamanıdır.
Newroz’a doğru giderken tarihimizi bir kez daha tüm canlılığıyla hatırlayalım. Tarihi hafızamızı bir kez daha yoklayalım.
Bunun için bir kez daha Nuri Dersimi’nin henüz kulaklarımızda çınlayan, Kürt oğul ve kızlarına bıraktığı ve tek kelimeden ibaret “İNTİKAM” vasiyetini hatırlayalım. Yoksa nasıl Newroz’u karşılayabiliriz?
Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan bir Newroz günü, Kürdün baş aşağı giden tarihini değiştirmek, varlığını, özgürlüğünü ve geleceğini güvence altına almak, kimsenin cesaret edemediği tarihi bir adım attı. İlk örgütlü adım, yani PKK’nin kuruluş temellerini attı. Tarihin seyrini değiştirdi. Şimdi de en amansız İmralı koşullarında, mezar kadar yerde, ölüm hücresinde tam bir Newroz duruşu sergilemektedir. Bu duruşuyla bir halkı özgürlüğe doğru yürütmektedir. Bölge halklarını da bu doğrultuda etkilemektedir. Düşmanın kudurması bundandır.
Şimdi Kürt halk Önderinin en zorlu işkence koşullarında bile sergilediği Newroz duruşu ortadayken, biz bu kadar imkânlara rağmen neden Newroz duruşunu daha yaratıcı sergilemeyelim?
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Toprakta kemikler fışkırmaya devam ediyor. Toprakta kemikler çıktıkça yürek burkan birçok hikâye ortaya çıkıyor. Birileri için hikâye olan bu durumlar birileri için dağlayıcı oluyor. Birileri için haber olan bu durum birileri için yaşamın ta kendisi, tüm hışmıyla insan yüreğine oturan gerçekliğin en sade ve çıplak hali oluyor.
Mardin'in Dargeçit ilçesi Bağözü köyü yakınlarındaki toplu mezar alanında yapılan kazılarda 11 kişiye ait kafatası, kemikler ve elbise parçaları bulunduğu yazıldı. Kemikler yeryüzüne fışkırdıkça gerçekler de bir bir ortaya çıkıyor.
2-6 Kasım 1995'te 57 yaşındaki Süleyman Seyhan ile tamamını yakını akraba ve köylülerden oluşan sekiz genç ve çocuk 20 yaşındaki Abdurrahman Coşkun, 20 yaşındaki Mehmet Emin Aslan, 18 yaşındaki Abdullah Olcay, 13 yaşındaki Nedim Akyol, 14 yaşındaki Seyhan Doğan ve 12 yaşındaki Davut Altınkaynak gözaltına alınır. Hazni Doğan ise 13 yaşındadır. İşkence gördükten sonra o zaman bırakılır.
Jandarma, kayıpların PKK'ye katıldığını ileri sürer. Ancak Süleyman Seyhan'ın başı gövdesinden ayrılmış ve yakılmış haldeki cesedi 3 Mart 1996'da bir köy kuyusunda bulunur. Tuhaf ama Süleyman Seyhan’ın naşı ortaya çıktıktan iki gün sonra da İlçe Jandarma'da çalışan Uzman Çavuş Bilal Batırır kaybedilir.
Abdulaziz Altınkaynak yani Davut Altınkaynak’ın babasına devlet tarafında oğlunun sigortasını yatırmadığına dönük 20 yıl sonra uyarı alır. Ve zamanında gerekli olan sigorta parası yatırılmazsa gerekli cezai yaptırımı da yapacaklarını unutmadan eklerler.
Davut Altınkaynak yaklaşık 17-18 yıldır katledilmiştir. Hem de hunharca. Bugünlerde kuyularda kemikleri çıkartılıyor. Birkaç gencin kemikleri çıkartılmıştır, daha da fazla kemik çıkacağa benziyor.
Evet, Kürtlere reva görülen gerçeklik bu oluyor. Evlatlarını alacaksın, bunlar sadece ve sadece 12 yaşında da olsalar katledeceksin ardından on yıllar geçse de neden vergisini yatırmadın diye de yargılayacaksın.
Evlatlarını alacaksın ve bunlar sadece ve sadece çocuk yaşta da olsa katledeceksin sonra da dönüp dağlara çocuklar gidiyor diye dünyanın her yerine utanmadan özgürlük savaşçılarını suçlayacaksın.
Evlatlarını alacaksın, çocuk yaşta da olsa işkencelerden geçireceksin Süleyman Seyhan olayında görüldüğü kafasını bedeninde kopartacaksın sonra da dönüp neden bu kadar çocuğun dağlara çıktığına şaşıracaksın.
Geçenlerde ““İnsanlık Bir Kuyuya Sığar Mı” diye ekranlarda dile getirilen cümleyi dile getirmiştik. Şimdi ise “oğlumun kemiklerini verin sigortasını yatırayım” diyen babanın cümlesini…
Toprak eşildikçe insanlığa karşı işlediğiniz suçlar bir bir yeryüzüne çıkacaktır. Kemiklerimizle mutlaka ama mutlaka yüzleşeceksiniz. Bunun başka yolu yoktur. Er ya da geç bu toprak altına aldıklarınız, asit kuyularında erittikleriniz, yakıp çöplere attıklarınız, topluca çukurlara attıklarınız, başlarını bedenlerinde korktuğunuz için kopardıklarınız, nehirlere taş bağlayarak bıraktıklarınız, betonların içine doldurduklarınız ve nice başka başka yöntemlerle katledip kaybettiğiniz yurtsever Kürt insanlarının kemikleriyle mutlaka yüzleşeceksiniz. Vahşi yöntemler işkence ederek katlettiğiniz insanlarımızın kemikleriyle yüzleşeceksiniz.
Oğullarının kemiklerini almak için buna sigorta parasını yatırarak yapsalar da bunun hesabını bu halk er ya da geç sizde soracaktır. Kim ki bu insanlık dışı uygulamalarda yerini almışsa er ya da halkın divanına çıkacaktır.
Nasıl ki 28 Şubatçılar, nasıl ki 12 Eylülcüler, nasıl ki 12 Martçılar, nasıl ki 27 Mayısçılar ve nice böyle suç işleyenler halkın divanında yargılanıyor ve yargılanacaksa sizde bu suçlara bulaşanlar, bu suçların açığa çıkmaması için engelleyenler, bu suçu işleyenler, hakikatlerin açığa çıkmaması için mecliste muhalefet edenler mutlaka ama mutlaka bir gün tarihin adaleti karşısında yargılanacaksınız. Bu hüküm sadece bize ait olmayan bir hükümdür. Bu hüküm tarihin kendi hükmüdür. Çünkü tarihi eni sonunda doğruları gün yüzüne çıkaracak ve adaleti yerine getirecektir.
K. Nuda
- Ayrıntılar
Faşizm kelimesi kullanıldığında aklımıza ilk gelen ırkçılıktır. Irkçılık ise başka halkları rencide ederek kendi ırkının ne kadar da bu dünyada özel bir yere sahip olduğunu gösterme hastalığıdır.
Faşizm başka halklara karşı tahammülsüzlüktür. Yani tek renkliliktir. Bir kendisinin var olduğuna inanarak başkalarına yaşam hakkı tanımamaktır. Başka bir deyimle karanlıktır.
Ali Topuz : “Irk diye bir şey yoktur. Irk bir icattır. Kanla ilgili bir icat. Kimin kanının döküleceğine, kimin dökülmeyeceğine dair bir icat: Kimin aç kimin tok gezeceğine, kimin çocukları olacağına ve o çocuklara bir dünya bırakacağına, kimin olmayacağına ya da olsa bile dünyasız kalacağına yönelik, yani siyasi, yani yönetsel bir icat. Adını, tarihini ve zamanını koyalım: Ulus devlet denilen şeyin icadıyla birlikte, devlet denilen şeyin ulus denilen şeyi ele geçirip elden geçirme sürecinin icadı. Irk, ırkçılıktan sonra var olur, en erken onunla birlikte, ama daha önce değil” diye yazıyor.
Özü itibariyle faşizm kapitalist modernist çağın bir hastalığıdır. Kapitalist modernist çağın nur topu çocuğunun adı ise Ulus Devlettir. Başka bir deyimle ulus devlete tapan ne kadar güç varsa varacakları yer faşizmdir. Çünkü ulus devletinin nimetlerinden yararlanmak için başkalarını yok saymak gerekir. Başkalarını yok saymaya başladığınız andan itibaren de zaten kapitalist modernist çağın hastalığına kapılmışsınızdır demektir.
1992 yılında Ermeni devleti eliyle mi başka uluslar arası güçlerinin çıkarları için özenle seçilen paralı katillerin elleriyle mi ya da başka çıkarlar uğruna katledilen 600 civarında Azeri’nin katledilişinin yıl dönümü anmalarını Taksim’de yapılıyor. Yüz yılın en büyük katliamı diye de takdim ediliyor.
Peşinen şunu söyleyelim; gerekçesi ne olursa sivil insanların katliamını hiç bir gerekçeyle haklı bulunması kabul edilemez. Halkların birbirine karşı kışkırtılmasını da nedenler ne olursa olsun asla kabul edilemez ve edilmemelidir.
Lakin Hocalı katliamı diye bilinen anma mitingi yapılırken çevrede asılan pankartlar çevre de etrafa yayılan sloganların tümü ırkçı ve şoven söylemlerle doludur. Aslında faşizm kokuyor dersek yanlış söylemiş olmayız.
Anmaları halklar niçin yaparlar, geçmişte olup bitenleri lanetlemek için yaparlar. Bu duruma yol açan durumları ortada kaldırmak için yaparlar. Hocalı katliamını anmak demek öncelikli olarak bir daha bu durumların yaşanmaması için halkların kardeşliğini yükseltecek sloganların atılması ya da pankartların kaldırılması gerekir. Yine bu olaya yol açan zihniyetin hedeflenmesi gerekir. Bu olaya yol açan zihniyet ulus devletçi zihniyettir. Irkçı zihniyettir. Şoven zihniyettir. Bunun için öncelikli olarak bu devletçi, ırkçı ve şoven zihniyetin hedeflenmesi gerekir.
Lakin dediğimiz gibi Taksim’de yükselen sesler tam tersi içeriklidir. Tümden ırkçı kokan ve insanlığı rencide eden söylemlerle doludur. 1,5 milyon Ermeni’nin katledilişinin konuşulmasına izin vermeyen bir iktidar, bu olayı tarihçelere bırakılmasını isteyen bir iktidar, 17 bin faili belli olupta faili meçhul denilen kürdün katledilişine ses çıkarmayan bir iktidar, mecliste gelen her türlü araştırma teklifini ret eden aynı iktidarın en yetkili bakanı Taksim’de atılan “Hepiniz Ermeni'siniz, Hepiniz Piçsiniz”, “Bozkurtlar burada, Hrantlar nerede?”, “Bugün Taksim, yarın Erivan!”, “Bir gece ansızın gelebiliriz” pankartları altında konuşmasını yapıyor.
Tuhaf değil mi? Aynı içişleri bakanı bu topraklarda mazlum olan, her şeyden mahrum bırakılmış olan bir halkın taleplerini faşistlikle suçluyor.
Tuhaf değil mi? Bu içişleri bakanını görevlendiren zatı kerem Kürtleri ve özgürlük savaşçılarını faşistlikle suçluyor.
Yine tuhaf değil mi? Hrant Dink’in katlediliş olayında örgüt bulanamıyor. Hatta iktidardaki zatı kerem ile bu iktidar partisinin Bülent’i bile rahatsızlık duyduğunu belirtiyor.
Hepsi Tuhaf değil mi?
“Hepiniz Ermeni'siniz, Hepiniz Piçsiniz”, “Bozkurtlar burada, Hrantlar nerede?” sloganlarının atıldığı bir ortamda içişleri bakanı konuşmasını yapıyor. Sadece konuşmasını yapmıyor bu atılan sloganlarını destekliyor. Ertesi günde bu iktidarın bir numaraları ismi olan Erdoğan ise Taksim’de yapılan mitingi desteklediğini alenen beyan ediyor. Yani faşizmi, ırkçılığı, Ermenilere karşı atılan sloganları, “Hrantlar nerede?” sözlerinin tümünü savunuyor.
Tuhaf değil mi?
Aynı iktidar Roborski de Türk savaş uçakları sivil Kürtleri katlettiğinde önce konuşmamış konuştuğunda ise ilk yaptığı iş bu katliamı yapanları kutlamak olmuş.
Yine aynı iktidar: “Çocukta olsalar kadında olsalar” gerekeni yapılacak demiş ve “gerekeni” gerçekten de yapmışlardır.
Tuhaf değil mi?
Yine aynı iktidar: “Ya sev ya terk” diyerek faşizmin en koyusunu alenen herkesin gözünün içine baka baka sarf etmiştir. Hem de bu toprakların asli olan unsurlarına bunlar söylenmiştir. Hem de kendileri bu topraklara yıllar sonra at sırtında gelmelerine rağmen bunları söylemişlerdir.
Sözü uzatmadan, faşizmin, faşist zihniyetin ve faşistlerin kimler olduğunu görmek istiyorsanız Taksim mitingine bakmanız yeterlidir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar