Birlikte yaşama iradesini Kürtler arasında oturtabilmek, intikamcı ve kinci bir toplumsal bilinçten uzaklaşabilmek için çok uğraştık. Yüz yıllardır Kürtlerin sömürgeci devlet iktidarlarının yarattığı zulüm, inkar, asimilasyon dayatmaları altında yaşadığı acıyı giderebilmek, acıyı yüreğine gömerek aklın yolunda ilerleyebilmek için insan üstü bir çabanın sahibi olduk.
Bunu hep muhtaçlığımıza yordular ama. Tek başımıza bir “hiç” olmamızdan, kendi kendimizi yönetemeyecek denli parçalı oluşumuza dek birçok önyargı ve “egemen” yorum yüzünden Kürtlerin ne istediği, nasıl yaşamak istediği soruları hep arka planda kaldı. Modern denilen sisteme tabi olamamamızı ilkelliğimize, birlikte yaşama istemimizi iradesizliğimize yordular.
Halbuki daha iyi olabilir, daha güzel bir yaşam kurulabilir, farklı bir yaşam olabilir dedik. Bunu bin yıllardır yaşadığımız öze uygun yaşamak istemek dışında herhangi bir düşüncemiz olmadı. Deyim yerindeyse kimsenin tavuğuna kış demedik.
Ama egemen sistemin, o çok modern dünyasının aydınları, yazarları, siyasetçileri, sanatçıları demokratik yaşama en yakın teori ve pratiği gösterdiği için Kürtlere düşmanlığı yol eyledi. Kendilerinin akıl edemediği, milliyetçilik denizinden nemalanmış o sözde ulus düşüncesinin mekteplerinde mürekkep yalamış sözde aydınlar içten içe kin biledi, hakir gördü, doğru da söylese Kürt olduğu için yok dedi.
Newroz’la birlikte ne denli egemen bir düşünceye sahip olduklarını bir kez daha gösterdiler. Eksik olmasınlar…
Halen “canım, zorlamayın, biat edin, vallahi hakkınızı vereceğiz” gibi saçma sapan dilek ve temenniler sıralanıyor. Bir bayram kutlaması için bile fırtınalar kopartılıyor. Yok, aslında Kürtlerin bayramı değil, Newroz Kürtlere ait bir kutlama değil, onların bu kadar sahip çıkmaları milliyetçi duygularından geliyor; vesaire, vesaire…
Nereden geliyorsa geliyor, ne amaçla kutluyorlarsa kutluyorlar. Size ne!
Ortadoğu’nun en eski kültürlerinden biri olarak otantik halklar statüsünde olan Kürtlere reva görülen bu küstahça küçümsemelere artık yeter. Ne istiyorsunuz bu halktan?
Otuz yıl gibi kısa bir sürede sizin yüzlerce yıldır yakalayamadığınız düşünce gücüne, zihniyetine, politikleşmeye, ahlaki yapıya ulaştı diye; inandığı değerler uğruna her türlü dayatmaya, asimilasyona, katliama, soykırıma rağmen mücadeleden yüz geri etmedi diye; insanın varlığını borçlu olduğu toplumsallıkta bu denli ısrarcı diye mi yaptıklarınız, söyledikleriniz?
Birlikte yaşamı yaratma iradesinin size ait olduğu zırvasını yinelemeyin yine. Kürtler hiçbir zaman iktidar olmak, birilerini itip kakmak istemedi, istemiyor, istemeyecek. Bu, Kürtlerin toplumsallığın, insanın ortaklığının genlerine işlemesinden dolayı seçtiği bir yol. Yoksa zayıf olmasından değil.
Yine bu denli hızlı ve derin bir gücü oluşturmasında PKK’nin yeri ve anlamı oldukça büyük. Evet, genlerine işlediği direnişçilik özellikleriyle Kürtler bin yıllardır zulmü alt etmek için fırsatını buldu mu başkaldırıyor, katliama, yok edilmeye karşı kendini savunmaya çalışıyor. Fakat çağdaş dünyanın değerleriyle bezediği yeni politik tutumunu PKK’nin, dolayısıyla Önder Apo’nun düşünce ve zihniyetinden aldı.
Bugün “izin verilseydi başka mekanizmalar, şiddetten beslenen mekanizmalar devreye girmezdi” diyerek PKK ve Kürt halkı, Önder Apo ve Kürt halkı arasında bir mesafe açma, farklılık koyma çabasına girenler bu gerçeği ısrarla görmek istemiyorlar. Beyaz Türkçü düşüncenin mayaladığı bu düşünceler en fazla birlikte yaşamı kabul ettiğini söyleyenleri vurur.
Çünkü Kürt halkını ve günümüzde sahip çıktığı değerleri birbirinden ayırmak Türk-Kürt birlikteliğini de baltalayan bir sonuç doğurur.
Siz hiç, bir Kürt’ün “Neden Türkler şuna inanıyor, bunu seviyor, şu bayramı kutluyor” dediğini duydunuz mu? Siz hiç, bir Kürt’ün “Türkler şundan vazgeçerse onlarla barış yapar, bir araya geliriz” dediğini duydunuz mu? Siz hiç, Bir Kürt’ün “Atatürk’ten, İslamiyet’ten ve cumhuriyeti oluşturan olgulardan vazgeçin” dediğini duydunuz mu? ve daha birçok şey…
Duyamazsınız da. Çünkü Kürtler karşısında kim olursa olsun kendi gibi görür. Ve hiçbir zaman kendisine yapılmasını istemediği bir şeyi başkasına da yapmaz.
Ama egemenliğin genlerine işlediği, üstte olmak için her şeyi yapmaya hazır, eşitlik ve özgürlükten nasibini almamış ulus devlet çocukları bunları her gün Kürtlerin yüzüne söylüyor.
“PKK’den vazgeçin. Apo’dan vazgeçin. Direnmekten vazgeçin. Bayramlarınızdan vazgeçin. Dilinizden vazgeçin. Kültürünüzden vazgeçin.”
Kusura kalmayın. Kürtler on binlerce insanını vazgeçmemek uğruna verdi.
Mazlumlar, Mahsumlar, Kemaller, Hayriler, Zilanlar, Beritanlar, Zekiyeler, Ronahiler bunun için direndi. Mustafalar, Evrimler gencecik yaşlarında sizin küstahlığınıza karşı eylem yaptı. Roboski’de çocuklar sizin bu üstünlük duygunuz yüzünden binlerce kiloluk bombaların altında can verdi. Ceylanlar, Enesler, Uğurlar sözde devletinizin o kutsal ordusunun, o aşağılık iktidarlarının emirleriyle katledildi.
Önderimiz 8 aydır sizin bu kendini bilmez, ukala, insanlıktan uzak zihniyetiniz ve duyarsızlığınıza rağmen siz daha iyi bir yaşamı yaşayabilesiniz diye direniyor. Biat etmiyor. Değerlerini satmıyor. Sizi ve ülkenizi yaşanmaz hale getirmiyor.
Tek bir emir yeter de artar. Ve o emri her Kürt bireyi Newrozlaşan canların direnişinden, Ulusal Kahramanlarımızın iradesinden alıyor. Artık durdurabilirseniz durdurun. Hiçbir Kürt artık yalanlarınız, aşağılık zanlarınız, ikiyüzlü tutumlarınıza kulak asmayacak.
“Êdî Besê; An Azadî An Azadî”
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Bir devlet bu kadar aptal olur mu? Hani “devlet aklı” derken onca tecrübeyi gözeten, olup bitecekleri kestiren, tahlil eden, nerede ne yapılması gerektiğini bu eksende bilen, hatta iyi bilen akıl derler ya devlete, ne yazık ki bu devlet aklı sanki TC devletine ve onun iktidar güçlerine verilmemiş. Ve sanki tanrı insanlığı oluşurtururken bu kesimler bu akıl denen mukayese gücünden mahrum bırakmışlardır.
Birkaç gün önce sözde sosyal bilimci diye geçinen ve kimine göre de Akepe’nin en iyi akademisyenlerinden biri olan Beşir Atalay Mısır’ın başkenti olan Kahire’de Tahrir’de Mısır halkının gösterdiği direnişin ne kadar ilham alınması gerektiğini dile getiriyor. Artık dünyada devrim derken Tahrir modelinden söz edildiğini de belirtiyor. Hızını alamıyor Avrupa’daki sermaye karşıtı gösterilerinde Tahrir direnişini, Tahrir devrimini esas aldıklarını ekliyor. Özcesi:
Tahrir artık bir model.
Tahrir artık halkların örnek alacağı bir sembol.
Tahrir haksızlığa karşı bir başkaldırı.
Tahrir bir adalet arayışı.
Tahrir despotluğa karşı bir direniş.
Tahrir özgürlük haykırışı.
Tahrir boyun eğdirmelere karşı bir ret.
Tahrir boyun eğmelere karşı bir çıkış.
Ve tahrir bir devrim. Halkların devrimi. Halkların baharı. Onurlu olmanın direnişi.
Atalay belki bunların hepsini söz düzeyinde söylemiyor. Ancak söyledikleri bunlara benzer. Bu içerikten. Dedik ya devlet aklı denen bir şey vardır. Atalay bu sözleri Kürdistan’da ve Ortadoğu’da Newroz bayramlarının kutlanacağı günlerde sarf ediyor. Yani Atalay bu sözleri sarf ettikten birkaç gün sonra başta Kürdistan olmak üzere Ortadoğu’nun birçok yerinde Newroz kutlanacak. Yani herkes kendi Tahrir meydanında özgürlük, eşitlik, adalet diye haykıracak. Herkes despotlar defol git diyecek.
Birde Atalay Tahrir’in ne kadar büyük özveriyle despotizme karşı haklı direnişini överken, despotların halka saldırısını da kınıyor. Hafiften Arap baharı dedikleri bu süreci desteklerken, nerede halka ya da halklara karşı zulüm yapılmışsa onları da sert eleştiriye tabii tutuyor.
Bunları söyleyen Akepe’nin stratejistlerinden biri olan derin devletin neredeyse en etkili ve yetkili adamı. Hatırlayanlar bilir birkaç yıl önce Hatay’da “temizleyin şu Amanosları” demişti bu aynı adam. Bu sözü ya da bu talimatı ancak ve ancak derin devletin bir adamı böyle askerlere bağırırcasına verebilir. Demek ki derin devletin belki de baş olanlarından biri. Ne bilelim.
Geçelim, dedik ya devlet aklı denen bir akıl vardır. Makulü bulmaya çalışan, makulü esas alan akıl diye. Atalay bu kadar Tahrir’i överken bir de bakıyorsunuz 16 Mart günü psikolojik sorunları olan İdris Naim Şahin ismindeki zat Newrozların sadece 21 Martlarda kutlanması gerektiğini söylemiş. Sadece söylememiş diğer günlerde yapılacak tüm Newroz etkinliklerini yasaklamış, suç saymış ve birde üstelik Newroz bayramını başka günlerde kutlamalara hakaretler ve tehditler yağdırmıştır.
Aptal devlet derken birde bu davranışı ve davranışları dile getiriyoruz. Atalay’ın ki aptal olmaya aptalcadır. Çünkü derler ya yalancının mumu yadsıya kadar yanar diye. Birkaç gün sonra Mısır halkına çektirilenlerden daha kötü şeyler çektirteceksiniz insanlara o zaman neden böyle aptalca konuşuyorsun derler adama. Yani söyleyeceklerin yapacaklarınla bir değilse “çek git bre adam” demezler mi? Bile bile söyleyeceklerinin tersi yapılacaksa aptal ya da avanak durumuna Türkmenlerimizin dediği gibi, “düşmen” mi?
Ama bu devletin aptallığı sadece bununla elbette sınırlı değildir. Daha büyük aptallığı kendi ayağına baltayı vurmasıdır. Nasreddin Hoca misali bindiği dalı kesmesidir. Newroz’u halklarımızın kutlamak istediği günlerde yasaklayacaksan, suç sayacaksın ve kimsenin o günlerde meydana çıkmamasını talimatını vereceksin. Ancak halklar meydanlara akın akın girecekler. Kimi yerde kavga ede ede, çeperleri aşa aşa ve kimi yerde de mevziileri kaldıra kaldıra girecekler.
Şimdi devletiniz bile bile iki paralık olmadı mı? Devletiniz ayaklar altına girmedi mi? Rezil olmadınız mı? Rüsva olmadınız mı? Alay edilecek bir konuma gelmediniz mi?
Bile bile baltayı ayağına vurma, bindiğin dalı kesme, kendi kazdığı kuyuya düşme meselesi gerçekten ahmakça değil midir? Avanakça değil midir? Ahmakça ve avanakça hareket eden bir devlette peki devlet aklını nerede diye sormazlar mı?
Ve birde tabii Bir Amed Kaç Tan Tahrir Eder diye sormazlar mı?
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Dünya tarihin de 20. Yüzyılda epey kanlı savaşlar olmuş, atom bombası gibi önemli bir silah Hiroşima ve Nagazaki’de kullanılmıştır. Bu da katliamların gelmiş olduğu düzeyi bize göstermiştir. Tarih sahnesinde insanlığa her türlü vahşet, imha, sömürü dayatılmış ve bu dayatmalar da belli kesimlerin çıkarları uğruna yapılmıştır. Birçok halk da bu siyasetlerin kurbanı olmuşlardı.
Tarihte Kürtler her zaman uluslar arası hegemonik güçlerin siyasetlerinin ve çıkarlarının kurbanı olmuşlardır. Özellikle 20. Yüzyılda yapılan politikalar da İngilizlerin ve bölge devletlerinin oyunları ile yapılmıştır. Halepçe katliamı da bunlardan biridir.
Bilindiği gibi İran-Irak arasındaki savaş döneminde Germiyan bölgesinde bulunan Halepçe kasabasına Saddam’ın cellâtlarından Hasan Ali Mecit Kimyevi’nin emri ile kimyasal gazlar, bombalar atılarak beş bin masum Kürt insanı katledildi. Geride binlerce yaralı ve sakat insan kaldı. Bu katliam geçmişte yapılan Kürtleri tarihten silme katliamlarının bir devamıdır. Kürtler topyekûn yok sayılmak istenmiştir. Dünyanın bu katliama karşı tavrı sessizlik olmuştur. Saddam rejimi sivil Kürt insanlarını katlederek adeta dünyaya meydan okumuştur. Aynı zamanda böylesi bir silahın elinde olduğunun mesajını vermek istemiştir. Bu siyasal boşluğun yaratılmasında ve katliamın gerçekleşmesinde işbirlikçi Kürt örgütlerinin de payı vardır.
Uluslar arası güçlerin desteği ile bu katliamı yapan Saddam, alelacele bir şekilde de aynı güçler tarafından idam edildi. Çünkü Halepçe gibi katliamlar da uluslar arası güçlerin payı ortaya çıkartılmak istenmiyordu.
16 Mart 1988 Enfal'ini gerçekleştiren Hizbil Baas rejiminin geride bıraktıkları da hiçbir zaman unutulamayacak olaylardandır. Binlerce köy boşaltıldı, birçok insan zindanlara atılarak ya idam edildi ya da ölüme terk edildi. Ailece zindanlara atılanlar oluyordu. Yine Saddam’ın kaleleri olarak nitelendirilen ve askerlerin kaldığı bu yerlere binlerce insan getirilip gözetim altında tutuluyordu. Toplu bir şekilde insanlar diri diri toprağın altına atılıyordu-gömülüyordu. Köylerde insanlar toplu şekilde kurşuna diziliyordu. Boşaltılan köylerde toplanan insanlar da özel olarak kooperatif evlerde tutuluyordu. Ortada kalan insanlar da Bahırke kampında toplanıyordu. Görünüşte beş bin insan katledildi. Ancak Enfal’e uğrayan insan sayısı yüz binlercedir. Verilen rakam 182 bindir.
Aradan 21 yıl geçmesine rağmen halen bu katliamın yaraları sarılmış değildir. Dünya bu utancı üzerinden atmış değildir. Halkımız halen bu katliamın acılarını gün be gün yaşıyor. Onun için bu katliamın yaralarını sarmak, sorumlularından hesap sormak en medeni yaklaşımdır. Yoksa kendisine çağdaşım, demokratım diyen, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere birçok güç bu utançla yaşamaya devam edecektir. Güneyli güçler de her yıl bu katliamın duygu sömürüsünü yapacaklarına kendi politikalarını gözden geçirip halkın sorunlarına çözüm olmalılar. Güney’li halkımız da bu katliamın anısına kendisini daha fazla örgütleyip işbirlikçi siyasetlere karşı tavır sahibi olmalılar. Nasıl ki Halepçe katliamından sonra binlerce insan Amed, Muş, Kızıltepe kamplarında Kuzeyli Kürtler tarafından bir ilgi görmüşlerse Güneyli Kürtlerde aynı ruhla yaklaşmalıdırlar.
Mazlum Boran
- Ayrıntılar
Newroz, adım adım yaklaşıyor. Yeni bir mücadele yılının, baharının başlangıcı Newroz, her zamankinden daha fazla Newrozlaşan bedenlerin, özgürlük uğruna ölümsüzleşenlerin Newroz’u olduğunu bir kez daha gösterecek.
Uzun bir direniş tarihine sahip Kürtler açısından Newroz’un sadece bir bayram olmadığı, aynı zamanda zulme ve her türlü egemen, baskıcı, katliamcı, soykırımcı rejim karşısında onurlu duruşun kimliği olduğu biliniyor. Çağdaş Kürt tarihi açısından 1982 Newroz’unda eylemiyle Çağdaş Kawa unvanı alan Mazlum yoldaşın da bu onurlu duruşun en güçlü temsilcisi olduğu tartışma götürmezdir.
Mazlum yoldaşın direnişi, aradan geçen 30 yıla rağmen ilk günkü anlamından bir şey yitirmiş değil. Mazlum yoldaşın eylem ve duruşunun anlam ve önemi şüphesiz uygulanan vahşet ve baskının anlaşılmasından geçer. İnsan olmaktan çıkmanın dayatıldığı bir ortamda insanlıktan ve onun temsil ettiği özgürlük ruhundan taviz vermeden direnen Mazlum yoldaşın amacı ve eyleminin hedefi bugün her zamankinden daha fazla anlaşılmak, etüt edilmek ve temsil ettiği değerlere uygun olarak pratikleştirilmek zorunda.
Mazlum yoldaş en fazla ideolojik mücadelede keskin ve duyarlıydı. İdeoloji ise yaşamın kendisidir. Yani yaşama verilen anlam, ideolojinin kendisi oluyor. Her şeyin başının ideolojik duruş ve mücadeleden geçtiğini Mazlum yoldaş çok iyi biliyordu. Diyarbakır zindanında ne yapılmak istendiğini, kendisine neyin dayatıldığını da herkesten çok anlıyordu. Onun için düşmanın amacını boşa çıkartmak üzere ilk direnme tutumu, mücadeleci tutum ondan geldi.
Faşist cuntanın “PKK’den vazgeçerseniz yaşarsınız, yaşamanız için PKK’den vazgeçmeniz gerekir” dayatmasına karşı Mazlum yoldaş PKK dışında bir yaşamın olamayacağını dayattı. Düşman dayatmasını boşa çıkarttı. Olacaksa bir yaşam Önderlik çizgisinde olur, yoksa yaşam olmaz dedi. 82 Newroz’unda yaptığı eylem, geliştirdiği direnişin temel anlamı odur.
Bu eylem ve direniş tamamıyla ideolojik bir mücadeleydi. Küresel kapitalist modernite sisteminin oluşturduğu inkar ve imha sisteminin temsilcisi olan 12 Eylül rejimiyle, PKK arasında; Önder Apo’nun geliştirdiği ideolojik politik çizgi arasında bir irade savaşı, inanç savaşıydı. Kürdistan’da yaşamı hangi çizginin yaratacağı, yönlendireceği, hakim olacağını belirleme mücadelesiydi. Mazlum yoldaşın başlattığı, Dörtlerin güçlendirdiği direniş ve ardından gelişen büyük ölüm orucu eylemi sonucunda bu mücadeleyi PKK kazandı, Önderlik çizgisi kazandı.
Mevcut direnişle zindanda ideolojik olarak 12 Eylül rejimine ve inkar sistemine öldürücü bir darbe vuruldu. 12 Eylül rejimi, sömürgeci soykırım rejimi kaybetti, başaramadı. Başarılı olamadığını insanlık dışı uygulamalarıyla tarihe kara bir sayfa olarak kaydolan Diyarbakır zindanının yakınlarında bir toplantıda cuntanın başı Kenan Evren bizzat itiraf etti. “Burada öyleleri var ki kafalarını kesseniz inançlarından vazgeçiremezsiniz” dedi. Yani kendi bildikleri dışında öldürsen de, ne versen de başka yaşamı kabul etmezler diyordu. Bu sözler, Önderlik çizgisi, PKK çizgisi karşısında 12 Eylül rejiminin ideolojik yenilgisinin ilanı, itirafı oluyordu.
Onun için zindan direnişi hala etkilidir. 2012 yılının Newroz’uyla bu direnişin otuzuncu yıldönümünü yaşıyoruz. Otuz yıllık kesintisiz, amansız bir mücadele. Fakat bugün gibi taptazedir. Hala bugün gibi özgürlük ruhunu, bilincini, iradesini temsil ediyor. Halka yön veriyor. Hâlâ PKK mücadelesi büyük zindan direnişiyle anılıyor, yürüyor. Onun karşısında inkar ve imha sistemi de hala yeniktir. İdeolojik mücadelede inkar ve imha sistemi herhangi bir başarı elde edebilmiş değildir.
Geçen yıl Tayyip Erdoğan gitti, Kenan Evren gibi ağladı orada. O ağlama aslında yenilginin devam ettiğinin itirafıydı. Bu o durum zindan direnişinin etkisinin ne kadar güçlü olduğunun, hâlâ ne kadar canlı olarak yaşadığını gösteriyordu. Tayyip Erdoğan’ın o tutumu, o sözlerini öyle anlamak lazım.
Bu anlamıyla zindan direnişi ve bu direnişin başlatıcısı Mazlum yoldaşın eylemi öneminden, değerinden, Kürt halkının özgürlüğüne ışık tutma gücünden hiçbir şey kaybetmediği gibi geçen otuz yıllık mücadele içerisinde ortaya çıkan gelişmelerle daha canlı, daha çok yaşayan daha fazla etkide bulunan bir güç haline gelmiş durumda. Bunu görmemiz, anlamamız lazım. Her şeyin başı ideolojik mücadele oluyor, ideolojik gelişme oluyor.
Zindan direnişi bu anlamda bir zafer direnişidir. Yenilgiyi tümden yok etme direnişidir. O direnişçiler sömürgeciliğin bağrına en ağır, çıkartılamayacak bir kazığı çaktıklarını bizzat kendileri söylediler. Dolayısıyla da hala sömürgecilik o direnişin baskısı altında, ondan aldığı yenilginin ağırlığı altında debelenip duruyor. AKP bu yenilgiyi nasıl boşa çıkarırım tersyüz ederim diye o kadar çalıştı, sağa sola saptırmak istedi ama başaramadı. Bu bakımdan zindan direnişinin gücünü gerçeğini iyi anlamamız lazım.
Zindan direnişinin otuzuncu yıldönümü neredeyse aynı önemde yeni bir mücadeleye de tanıklık ediyor. Önder Apo, PKK’nin özgürlük çizgisinin yaratıcısı ve en büyük uygulayıcısı olarak 13 yıldır İmralı işkence sistemine karşı direnişini sürdürüyor. Bu işkence sistemini defalarca yenilgiye uğrattı. En son da 8 aydır normal bir insanın asla tezahür bile edemeyeceği koşullarda bu direnişini taçlandırıyor.
Yine Kürdistan ve Türkiye’nin birçok cezaevinde PKK’nin temsil ettiği özgürlük çizgisindeki ısrar ve onurlu Kürt duruşundan taviz vermeme tutumunun yarattığı direniş devam ediyor. An Azadî, An Azadî sloganıyla Özgür Önderlik, Özgür Kürdistan amacını gerçekleştirmek için zindanlarda 12 Eylül faşist rejimine taş çıkartan uygulamalar karşısında Mazlum yoldaşın direnişine selam duruluyor.
Otuz yıl önce en ağır koşullara, en olumsuz şartlara rağmen direnişiyle zafer kazanan düşüncenin, ideolojinin bugün de yeni direniş hamlesiyle zafer kazanacağı kesindir.
Tabii bu zafer önemli görev ve sorumluluklarla karşı karşıya olunduğunun bilincinde olanların yaratacağı bir zafer olacaktır. Aldatma, hile, uyutma politikalarıyla sonuç alacağını zanneden AKP ikiyüzlülüğünü, onun Kürt insanına dayattığı satılmış, işbirlikçi Kürt kimliğini ancak yeni mücadele yılının, yeni bir direniş Newroz’unun gerekliliklerine göre hareket eden, yaşayan, mücadele eden onurlu, özgür Kürt duruşuyla yerle bir edileceğini unutmamalıyız.
Mazlum yoldaşın 30 yıl önce yaktığı üç kibrit çöpü eğer bugün eylemini gerçekleştirdiği Kürdistan’ın kalbinde yasaklanıyor, temel sloganı olan ya özgür yaşam ya hiç, ya PKK’yle yaşam ya hiç sloganı yasaklanıyorsa, bu, mücadelenin zaferinden duyulan korkunun ürünüdür. Bunu da görerek 2012 Newroz’una yüklenmek, hazırlanmak Mazlum yoldaşın başlattığı direnişi nihai zafere ulaştıracak yegane güç olacaktır.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Hani diyorlar ya:
“Hangi dinden ya da mezhepten olursa olsun hiç kimse şu sorudan yakasını kurtaramaz: kimden yanasın! Zorbalardan, zalimlerden, sömürücülerden mi?”
Aslında her devrimci kendine ilk soruları yukarıdaki soruları sorarak başlar. Nasıl ki Ahmet Kaya “Artık, namuslu olmak yetmiyor. Namusun mihenk taşında vuruşmak gerek…” deyip devrimci sanatını icra etmiş ise devrimcilik de işte zorbalara, zalimlere ve cümle cemaat sömürücülere karşı ortaya koyacağı direnişle başlar.
Biliniyor Kartacaların ünlü ve büyük askeri komutanı Hanibal en dar, sıkışık, çıkmaz, inançsızlığın had safhada olduğu bir ortamda boşuna:”Ya bir yol bulacağım ya da bir yol yapacağım” dememiştir. Önemli olan böyle anlarda ya bir yolu bulmaktır ya da yol yoksa bir yolu yapmaktır. İşte devrimciliğin en güzel özelliklerin başından birisi budur. Herkesin umutsuzluğu yaşadığı bir ortamda herkese umut olacak olan adımı, kendi şahsında atmasını bilmektir. Dedik ya “artık namuslu olmak yetmiyor, namusun mihenk taşında vuruşmak gerek” misali en acımasız ve nefes kesen ortamlarda inadına direnmeyi bilerek gelecek kuşaklara ışık olabilmek gerekiyor. Bu ise özveridir, bu ise kendini feda etmesini-hem de hiç bir şey istemeden-bilmedir.
Hele hele Ataol Behramoğlu’nun dizelerinde dile getirdiği:
“Yıllanmış bir ağaç gibi köklü, gür
Yalan hiç yıkılmayacakmış gibi görünür
Hükmü verilmiştir oysa:
Yıkılacak. Çürümüştür”
Gerçeğini idrakına vararak, er meydanına çıkmak işte bir sıra dışılıktır. Sıra dışılık ise zaten devrimciliğin en yalın tanımı değil midir?
Tarihi hepimizi az çok okuyoruz. Okumaya okuyoruz da aynı sonuçları tarihin o tozlu raflarında çıkarıyor muyuz? “Tarih, ancak doğru okuyanların ders alabildiği bir kitaptır” diyor tarihçi. Önemli olan doğru olanı tarih sayfalarında bulabilmektir. Elbette “gerçeğin bir gün ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır.” Ancak onca kan, onca ölüm, onca zarar görüldükten ve insan yaşamı kaybedildikten sonra gerçek açığa çıkmış kimin yararına, kimin yarasına merhem olabilir ki? Belki doğrunun açığa çıkması vicdanları rahatlatmak açısından yine de önemli olabilir. Ama lakin biz bir halkın günlük olarak katliamı yaşamasını sadece vicdanlarımızı rahatlatmak için gerçeklerin açığa çıkması için uğraşmayız ki? Biz her şeyden önce “Artık, namuslu olmak yetmiyor. Namusun mihenk taşında vuruşmak gerek…” felsefesini benimseyenler olarak yarın tarihin sayfalarına nostalji olsun diye bakma niyetinden olmayanlardanız. Bunun için vuruşma gününü bugün olarak seçiyoruz. Zorluklar da olsa, içerisinde ölümde olsa bugün vuruşmayı yeğliyoruz. Ve de şairin dediği gibi: “Yalan hiç yıkılmayacakmış gibi görünür, Hükmü verilmiştir oysa: Yıkılacak. Çürümüştür” çünkü.
Özcesi: “Bir toplumda namuslular namussuzlar kadar güçlü olmadıkça o toplumda kurtuluş yoktur” misali namusluların namussuzlara galebe çalması için kavganın tam ortasında, hem de kıyısında köşesinde kıyısında değil Xelil Dağ yoldaşımızın dediği gibi “tam göbeğinde yer almak” işte tarihin bize verdiği görev budur, ektiği bilinçte budur.
Özcesi: kıyısında köşesinde durmak değil, tam göbeğinde yer almak için tüm Kürdistan gençlerini ve kadınlarını yaklaşan Newroz’da dağlara çağırıyoruz.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
1916 yılında İngiliz ve Fransızlar arasında yapılan Sykes-Picot anlaşması ile Ortadoğu coğrafyasında yeniden bir ayrıştırma yapılarak sınırlar tekrardan belirlendi. Bugün Güneybatı Kürdistan şeklinde adlandırılan topraklar Fransa devletinin sınırları içerisine dahil edildi. Çok sonraları Fransızlar tarafından kurulacak olan Suriye devletinin ismi dahi oluşmamıştı. Güneybatı Kürdistan Suriye'nin kuzeyinde uzun bir çizgi gibi yer almaktadır. Bu bölge kültürel, sosyal ve coğrafik olarak Arap kültüründen çok kuzey Kürdistan’a daha yakındır. Hatta günümüze kadar da bir çok Kürt aşireti ve ailesinin yakınları, akrabaları Türkiye sınırları içerisinde bulunmaktadır. Bir köyün bile iki ülkenin sınırları arasında bölünmesi oldukça trajik bir tablodur. 20 Ekim 1921'de Ankara'da yapılan antlaşma ile resmi olarak Güneybatı Kürdistan Kuzey Kürdistan parçasından ayrıştırılmıştır.
Bugüne kadar Suriye'de bulunan şoven, militarist sistem Kürt ve Kürdistan gerçekliğini kabul etmemekte bununla birlikte hiç bir siyasi, hukuksal hak tanımamaktadır. Kürtler, Fransa'nın egemenliği altında oldukları zamanda bile bir takım yasal, ekonomik ve sosyal haklara sahiptiler. Örneğin kültürel çalışmalar, basın yayın vb. konularda Kürtlerin etkinlik alanları bu denli sınırlı değildi. Kürt bölgelerinde yerel yönetim yetkisi Kürt liderleri ve Fransa’nın elinde bulunmaktaydı. Fransa ihtilalinden sonra Suriye’de ilk cumhurbaşkanı başta olmak üzere devletin bir çok üst düzey mercilerinde görev alan kesim Kürtler'den oluşmaktaydı. Bu alanlarda Muhammed Ali Edip, Hüsnü Elzeim, Fawasilo, Edip Çiçekli ve Muhammed Kürt Ali gibi isimler yer almışlardır.
Arap halkı içinde milliyetçiliğin boy vermesiyle Suriye'de Kürtler ve kültürel hakları adına hiç bir yasal güvence bırakılmadı. Bunun en somut göstergesi olarak Suriye yönetimi Kürtler'e vatandaşlık hakkı tanımayarak binlercesini kimliksiz, dolayısıyla hiç bir güvencesi olmadan yaşamını sürdürmeye mahkum etmiştir. Okuma, meslek edinme, gelecek yaratma, devlet sınırları dışında seyahat etme ve daha da sıralanabilecek en basit haklarından bile mahrum bırakılmışlardır. Suriye rejimi bununla da yetinmeyip bir çok Kürt yerleşim merkezini boşaltarak Araplar'ı yerleştirmiştir. Özellikle 1950’lilerden sonra derinleştirilen bu politika egemen sistem tarafından görülmemiş yöntem ve baskı araçlarıyla uygulanmıştır. Zor yöntemiyle herkese devlet ideolojisi kabul ettirilmeye çalışıldı.
Suriye'nin yaklaşık 18 milyonluk nüfusunun yüzde yetmiş beşi Arap değildir. Bölgede dört milyon Kürt yaşamaktadır. Ayrıca Asuri, Ermeni, Türkmen, Durzi, Hristiyan gibi farklı mezhep ve azınlıklar bulunmaktadır. Bu halkların hepsi Suriye'ye sonradan göç edenler değil, o coğrafyada yüzyıllardır yaşayan halklardır. Ama BAAS sisteminin yürüttüğü devlet, tüm halkların varlığını inkar etmekte ve Araplar dışında hiç bir halkı kabul etmemektedir. Değişen Dengeler İçerisinde Kürtler Suriye’nin Kürt politikaları da bu Arap milliyetçiliği temelinde şekilleniyordu. Bu da Arap ulusunu birinci ve hakim halk haline getirme, Kürtleri de ya asimle etme ya da onları siyasal, sosyal, kültürel yaşamda etkisizleştirme biçiminde kendini dışa vuruyordu. Ancak Suriye’de Kürt nüfusunun diğer parçalara göre azlığı nedeniyle Kürt sorunu o günkü koşullarda Suriye açısından önemli sorun yaratacak bir nitelikte değildi. Bu nedenle Hafız Esat yönetimi iç dengelerde hem Sünni kesime hem de diğer muhalif olan kesimlere karşı bir denge oluşturmak açısından Kürtlere biraz daha yumuşak yaklaşım politikası izlemiştir.
Özellikle Hafız Esat’ın ölümü ve Beşar Esat’ın iktidara gelmesinden sonra Türkiye ile ilişkileri geliştirme bir tercih haline geldi.
Özellikle de ABD’nin bölgeye müdahale etme süreciyle birlikte Türkiye’nin Kürt sorunu konusundaki rahatsızlığından yararlanma politikası izledi.
Türkiye’nin zayıf karnının Kürt sorunu olduğunu bildiğinden o da Türkiye’nin desteğini almak için Kürt karşıtı gözükmeyi, Kürt karşıtı olarak bir politika izlemeyi çıkarına gördü. Böylelikle Türkiye’yle ilişkilerin daha iyi düzeleceğini düşündü.
Neden Qamışlo Katliamı?
Kürt sorununu bir iç sorun olarak değil de dış güçlerin kışkırttığı, kışkırtacağı bir sorun olarak değerlendiren İran, Suriye, Türkiye devletleri Kürt sorununun çözülmesi konusunda bazı adımlar atması gerektiği düşüncesi yerine Kürt sorununda kaygı ve kuşkulara dayalı bir politik, pratik tutum içine girdiler. Özellikle ABD’nin müdahalesinden sonra ki süreçte daha bir ağırlık kazanan bu sorun güneyde KDP ve YNK’nin pozisyonlarının daha da güçlenmesiyle Kürt karşıtı bir konseptin oluşmasına neden oldu.
Kürtlerin özgürlük ve demokrasi düşünceleri son otuz yıllık bilinçlenmeyle büyük boyutlara ulaşmıştı. Ama ne var ki bu bilinçlenmeyi ve demokrasi isteğini dış güçlerin tahrik ettiği bir istem gibi değerlendirerek Kürtlere karşı şovenistçe politika ve tepkiler ortaya koydular. Kürtlerin her sözüne, her davranışına karşı böyle bir kuşku ve kaygıyla yaklaşılınca ister istemez Kürtlerin her tepkisini de şiddetle bastırma politikası ve eğilimi ortaya çıktı.
İç istikrarın sağlanmasında dış güçlerin uzantılarına yönelik toplumsal korkular yaratan statükocu güçler uluslararası hukukta dahi yeri olmayan Kürtlerin bu konuda en güçlü potansiyel olduklarının farkındaydılar. Tarihte bir çok sefer olduğu gibi Kürtler üzerinde geliştirilecek bir sindirme hareketiyle toplumsal muhalefetin dindirilebileceği düşüncesi Qamışlo olaylarının temel nedenlerindendi.
Futbol maçı katliama dönüştü
Bundan tam bir sene önce Dêra Zorê ve Cihad takımları arasında yapılacak maç öncesinde milliyetçi Arapların Kürtler aleyhinde attıkları sloganlarla başlayan olaylar kısa sürede çatışmaya dönüşmüştü.
İlk olaylardan sonra askeri güçlerin denetim ve desteğiyle Kürtlerin ev ve iş yerlerine yönelik saldırılar başlamış, topyekün bir saldırıyla karşı karşıya kalan Kürtler günlerce evlerinden çıkamamış, faili meçhul cinayet korkusu günlük yaşamı felç etmişti. Kürtler tarafından gerçekleştirilen kitlesel cenaze törenlerinde askeri güçler tarafından halkın üzerine ateş açılması ise ölü sayısını daha da arttırmıştı.
Irak’taki Saddam rejiminin yıkılmasından sonra bu bölgede yaşayan Saddam yanlısı Araplar aracılığıyla Kürtlere karşı tahrik ve teşhir edici yaklaşımlar kışkırtılıyordu.
Devlet yetkililerinin Kürtlerin olayları başlattığı yönünde yaptıkları açıklamalar, basın mensuplarının Arap kanallarıyla kurdukları bağlantılarda ve devletin merkezi basın organlarında olayları çarpıtarak yansıtmaları, Kürtlerin gösterilerde Amerika bayrakları taşıdığı vb. şeklinde yalan haber yapmaları devletin tüm organlarıyla Kürt aleyhtarı bir politikayı yürürlüğe koyduğunun bir ispatıydı.
Kürtlerin yaşadığı bütün bölgelerde geçmişten beri yoğunlaştırılan askeri güç olaylar gerekçe gösterilerek daha da arttırılmış, tren ve değişik araçlarla binlerce asker, sivil görevli ve askeri teçhizat bölgeye sevk edilmişti.
“Olayların ardından her an patlamaya hazır bir kitle kalmıştı.”
. Qamışlo olayları ve sonrası süreçlerine tanıklık eden Demokratik Birlik Partisi çalışanlarından Rojbin Derik olayların nasıl geliştiğini anlattı:
“Katliamdan birkaç gün önce planladığımız 8 Mart kutlamasında da güvenlik güçlerinin saldırılarına maruz kalmıştık. Yani katliam öncesi süreçlerde de devlet merciilerinin bir takım yönelimleri olmuş, Qamışlo’da bu saldırı ve provakasyonlar zirveleşmişti.
Bundan bir yıl öncesine kadar da halk nezdinde Kürt ve Arap ilişkileri bu denli çelişkili, çatışmalı değildi. Ancak Qamışlo katliamından sonra, sanki yıllardır bu halklar çatışmalı yaşıyorlarmış gibisinden bir hava estirildi. Birden alevlenen şovenizm ortaya çıktı. Mesela Hasekê’de Araplar Kürt ailelerinin yaşadığı mahalleleri talan ettiler. Serhıldanlar bir nebze de olsa yatıştıktan sonra Kürtler ve Araplar arasında hassasiyet gelişti. Önceden toplumsal olarak yaratılmış ilişki ağları yıprandı. Yoldan geçen sıradan bir Kürt’e bile bıçaklarla saldırmaya kadar varan örnekler yaşandı. Böylesi saldırgan, şovenist tutumların yanında Arap halkından “Bu serhıldanların yarattığı güç, sistemi değişmeye zorlayacak” tarzında tepkiler de yansıyordu. Olayların ardından her an patlamaya hazır bir kitle kalmıştı. Hem Arap, hem Kürt cephesinde tedirgin ve güvensiz bir atmosfer yaşanıyordu. Serhıldanların alevlendiği süreçte İsrail Suriye’ye ultimatom gönderdi. Dolayısıyla Suriye devletinin kendisi de tedirginlik yaşıyordu. Provokasyonu körüklemek isteyen kesimler İsrail ve ABD bayrakları açıyorlardı. Devletin olayları sakinleştirmek, Kürt halkını uzlaşmaya çekmek amaçlı “Kürtlere vatandaşlık hakkı tanıyacağız, eğitim imkanlarını güçlendireceğiz” gibisinden açıklamaları oldu. Tabii bunlar sözde kaldı.”
Kürt karşıtı konsept yaşam buluyor
Suriye, İran ve Türkiye’nin üzerinde mutabakata vardıkları anti Kürt kampanyası, Suriye’de dönem itibariyle Qamışlo katliamıyla açığa çıkarken diğer ülkeler de boş durmamışlardı.
Türkiye hem AB, ABD hem de bölgedeki diğer devletlerle özellikle KONGRA-GEL’in terörist ilan edilmesi ve çalışmalarının sınırlandırılması için yoğun çalışmalar içerisine girmişti. Fransa’nın MEDYA TV’yi kapatması, AB’nin KONGRA-GEL’i terörist örgütler listesine alması, Japonya’nın başkenti Tokyo’da bulunan Kürt derneğinin kapatılması, İsveç hükümetinin Kürtleri terörist ilan etmesi, yine ABD’den KONGRA-GEL karşısında tavırsız kalınmayacağı sözlerinin alınması, bu tür çabaların sonuçlarından sadece bir kaçıydı.
Qamışlo katliamına denk gelen süreçlerde Irak’ta yaşayan Ezîdîler’e yönelik gerçekleştirilen, 400 kişinin zehirlenmesine, köy doktoru ve öğretmeninin ölümüne yol açan olaylar da başka bir alandan uygulanmaya konulan Kürt karşıtı konseptin belleklerde kalan izlerindendi.
Dünya geneline yayılmaya çalışılan ‘terörist’ tehtidin yaşadıkları bütün ülkelerde Kürtler için de geçerli kılınmaya çalışılması, Kürt karşıtı saldırı ve sindirme politikalarının da meşru zemini olarak kamuoyuna yansıtılmaya çalışılıyor.
“Doğal ittifak Suriye rejimi tarafından bozuldu”
Yaşanan olayların sadece Suriye devletinin içindeki farklı kesimlerin bir örgütlemesi olmadığını söyleyen Demokratik Birlik Partisi kadrolarından Menal Mardin şunları ifade etti:
“Rastlantı gibi gelen ama planlı olan bir takım siyasi faaliyetler örnek verilebilir. Mesela Türkiye yetkilileri Irak’a müdahale sırasında Suriye’yi ziyaret etti. Sonrasında İran, Mısır, Suudi Arabistan’la devam eden bir ziyaretler zinciri sözkonusu. Esasta Ortadoğu’daki Arap şovenizmini bir araya toplayarak bölgede yaşayan diğer azınlıklara karşı kışkırtmak istediler. Araplar ve Kürtler arasında bir antipati yaratıldı ve Türkiye bu çelişkileri Suriye’ye karşı kullanarak siyasi yarar sağladı.
Katliam sürecinde Türkiye’de “Suriye yıllardır Abdullah Öcalan’ı barındırdı, şimdi ise onların başına bela oluyorlar, bizim çektiklerimizi anlamaya başlıyorlar” şeklinde değerlendirmeler gelişiyordu. Bu provokasyonu planlayan kesimlerin başında Türk devleti gelmektedir. Türkiye bir bakıma 20 yıllık intikamını bu olaylarla almayı hedefliyordu. Yani burada Kürt ve Arap halkı arasında yaşanan çatışmaları, kendi menfaati için kullanan, politik malzeme yapan iktidar merkezleri oldu. Burada halkların bir düşmanlığı sözkonusu olamaz. Kürtler ve Araplar bu topraklarda yüzyıllardır birlikte yaşamış, Fransızlara, İngilizlere karşı birlikte savaşmışlardır.”
Suriye’de Kürt Arap ilişkilerinde Abdullah Öcalan’ın çok önemli bir yerinin olduğunu ve Suriye devletinin kurulan ilişki ağlarını tahrip ettiğini belirten Mardin devamla şunları söyledi;
“Önderlik bizzat kendisi bizlere; “Esat ailesine zarar vermemelisiniz” diyordu. Bu açıklamalara rağmen Kürt ve Araplar arasındaki doğal ittifağa zarar veren ve bu dayanışmayı bozan Esat ailesi oldu. Bir nevi Önderliğin yarattığı güveni suistimal etti. Halklar arasında yaşanan gerginlik ve çelişkiler en başta Suriye’nin başına büyük bir bela oldu. Önderlik “Suriye, Kürtler’den destek almalı ve Kürt sorununu demokratik kıstaslarla çözmeli” diyordu. Beşar kendisi buna fazla ihtiyaç duymadı. Bölge devletleriyle yarattığı diplomatik ilişkileri yeterli buldu. Dolayısıyla Kürtleri gözardı etti. Devletin tutumu Güneybatı Kürdistan’da Suriye’ye karşı tepkileri yoğunlaştırdı. Yüzyıllardır varlığını koruyan doğal ittifak Suriye rejimi tarafından bozuldu.”
“Ortadoğu’daki milliyetçi zihniyete karşı savaşıyoruz”
Suriye devletinin insanı eritme politikası güttüğü için yaptığı bir çok katliam ve insan hak ihlali sahiplenilmedi şeklinde görüş dile getiren Ahmet Derik Suriye devletinin Kürtleri tamamen karşısına aldığını belirtti.
“Qamişlo olayından önce Kürt halkının Suriye devletine karşı bir tepkisi yoktu. Bundan önce de bazı ayaklanmalar oluyordu. Hasekê cezaevinde Kürtler çoğunluktaydı. Hasekê’de bir katliam oldu ama kimse bunu sahiplenmediği için çok duyulmadı. Devlet Kürt halkını karşısına aldı ve Önderliğin düşüncelerine bir darbe vurmak istedi. Önderliğin gençlere, çocuklara, kadınlara verdiği düşünceleri, eğitimi boşa çıkarmak istedi. İşkence yaparak, gözaltına alarak halkın eylemselliklerinin önünü almak, halka gözdağı vermek istedi.”
Ortadoğu’da halkların sürekli kaybediş nedeninin içine sürüklendiği milliyetçi dalga olduğunu söyleyen Derik, komplovari bir tutumun görmezlikten gelinmesinin milliyetçi dalganın daha da gelişmesine neden olabileceği tehlikesine de vurgu yaptı.
“Qamışlo katliamı, Arap milliyetçiliğini diriltip Kürt milliyetçiliğini kışkırtma üzerinden her iki halk arasında gerginlik yaratmayı hedefleyen bir komploydu. Bu, bölgedeki tüm halk ve azınlıklar arasında bir çatışmayı da beraberinde getirecek ve böylelikle komplo tamamlanacaktı. Kamışlo katliamı tüm Kürt halkına karşı planlanan konseptin Güneybatı Kürdistan’a yansıyan boyutuydu.”
Kürt halkına dayatılan katliamların devletlerin halkları birbirine düşürme planı olduğunu söyleyen Derik bu oyunların bozulması gerektiğini de sözlerine ekledi.
“12 Mart komplosu Arap ve Kürt milliyetçiliği başta olmak üzere Ortadoğu genelinde milliyetçi akımları diriltmek amacıyla planlanmıştır. Önderliğin ortaya koyduğu projeler ve yeni paradigma ekseninde Ortadoğu’daki milliyetçi zihniyete karşı savaşıyoruz. Milliyetçilik Ortadoğu’da geliştikçe bölgede istikrarın oturması zorlaşmaktadır. Kürtler şahsında başta Ortadoğu’nun kültürel değerlerinin katledilmesi söz konusudur. Buna karşı tavrımız Ortadoğu’da halkların kardeşliğini, kültürel birlikteliğini yaratma mücadelesidir.”
Hüseyin Mazlum
- Ayrıntılar
Geçmişten geleceğe süre gelen bir heyecanla yeni bir 8 Martı yaşıyoruz. 8 Mart dünya emekçi kadınlar günü, yani emeğin, iradenin, azmin, mücadelenin, inancın sembolü. Kadına dair birçok gerçeği en yalın ve sade, açık, içten ve güzel bir şekilde ifade eden bir gün. Baharın müjdeleyicisi tabi ki, mart ayının bu günlerinde her ne kadar zorlu kış koşullarını her solukta hissetsek de 8 Mart bize neleri ifade etmiyor ki bahara dair. Çünkü bahar da aynı zamanda kadını ifade ediyor. Kadını anlatıyor bir nevi. Kadın olmanın sevincini insan daha çok hissediyor baharın. Kadının güzelliği doğanın güzelliği oluyor, kadın da birer çiçek misali renk veriyor bütün yaşama. İşte 8 Mart biraz da bize bunu anlatıyor.
Şimdilerde her yerde Kürt kadınları büyük bir coşkuyla görkemli bir şekilde eylemler yapıyorlar, serhildan tadında, zılgıtlarla, sloganlarla kutluyorlar 8 Martı. Jin, Jîyan, Azadî yazılı pankartlarla sokakları arşınlıyorlar. Özüne yaraşır bir biçimde, uğruna ne bedeller verildiğini bilerek, kendinden öncekilerin mücadelelerini devam ettirerek, yaşanan acıları hissederek kutluyorlar 8 Martı. Aslında sistemin bütün geriliklerine baş kaldırıyorlar demek belki de daha uygun düşer. Çünkü Kürt kadını direnişle dolu bir tarihin insanı. Çünkü Kürt olmanın kendisi hele de kadın olmanın kendisi direnerek yaşamak oluyor.
Evet bu gün Kürdistan topraklarında Kürt kadınları büyük bir özgürlük mücadelesinin baş aktörleri olma durumundalar. Bu toprakların geçmişine layık bir duruş sergiliyorlar. Çünkü her ne kadar egemen sistem kadın tarihi dışı bırakmaya çalışmış, sanki bütün insanlık tarihi kendi yaratımıymış gibi gösterse de şunu gerçeği iyi bilmeli; bu gün kadın kendinden çalınan tarihi yeniden yazıyor. Mezopotamya topraklarında onun esmer tenli, güleç yüzlü kızları artık tarihte yeni bir sayfayı, tertemiz bir sayfayı aralıyorlar. Önder APO’nun izinde özgürlük yürüyüşünü zirvelere çıkartan Kürt kadını toplumsal cinsiyetçi, basmakalıp yaşam tarzını temelinden sarsıyor aslında. Çünkü 8 Martlar bir direniş günüdür, bu gün kanla, emekle, iradeyle yaratılmıştır. Mücadeleyle, dirhem dirhem çabayla ortaya çıkmıştır. Dönüp tarihe baktığımızda birçok onurlu kadının siması ile karşılaşıyoruz. Roza’ları, Clara’ları, Anna’ları, Leyla’ların gülen gözlerini, kararlı yüzlerini görüyoruz. Onların ardılları olan Zilanları, Beritanları, Viyanları, Yıldızları görüyoruz.
İşte 8 Martlar böyle yaratıldı. Egemen sistemlerin her şeyi kendine mal etme hastalığı dünya emekçi kadınlar gününde kendini gösteriyor. Sanki kadın katliamını, tecavüz kültürünü, dışlanmayı, küçük ve hor görülmeyi kendisi değil de bir başkası yapıyormuş gibi yalan dolanlarla işini yürütebileceğini zanneden erkek egemenlikli zihniyet tabi ki yanılıyor. Çünkü biz kadınlar devletleştiren, sistem içileştirilen 8 Martları değil, kadının öz iradesi ile mücadelesi ile yaratılan 8 Martları kutluyoruz.
Bu anlamıyla kadın özgürlük mücadelesi açısından önemli bir sembol 8 Mart. Elbette ki kadın mücadelesi her zaman oldu. Beş binyıllık erkek egemen sistemin karşısında beş binyıllık bir direniş kültürü vardı. O yüzden egemenler ilk başta kadınları vurun diyorlar, çünkü sistem karşısındaki alternatif, sistem içileşmeyen tek güç kadın. Bunu bildiği için şimdi APK de Kürdistan’da en çok kadını hedef yapıyor kendine. Kürt kadınlarını, genç kızlarını, çocuklarını bastırmaya, sindirmeye çalışıyor. Tecavüz kültürünü, kadın katliamlarını, sözde namus cinayetlerini en çok geliştiren güç AKP bu gün. AKP zihniyeti Türkiye’nin başına geldiğinden bu yana kaç kadın öldürüldü sözde namus çirkinliği yüzünden. Günde kaç kadın tacize, tecavüze, işkenceye, dayağa, tehdide, yani akla gelebilecek her türlü insanlık dışı muameleye maruz kalıyor. Bu bütün Türkiye genelinde yaşanmıyor mu? Cezaevlerinde tecavüze maruz kalan Kürt çocukları için kimin hesap vermesi gerekiyor? Elbette ki bu rezaletin baş sorumlusu AKP zihniyeti.
Sözde kadın koruma planlaması gibi göstermelik birkaç yasa ile mi korunacak kadınlar. İnsanın şunu sorası geliyor AKP kadını kimden koruyor peki? Bu gün bu kadar kadın katliamına sebep olan bu zihniyet mi kadını koruyacak? Zaten Türkiye’de yaşan bütün kadınlarına toplumsal cinsiyetçiliğin en alasını dayatan, en geri geleneksel yaşam şeklini dayatan, fuhuşu hat safhaya çıkartan kendisi değil mi? Şunu açıkça söylemek gerekiyor AKP zihniyeti kadın katliamcısı bir zihniyettir, kadına düşman bir zihniyettir. Erkek egemen düşüncenin, ataerkil sistemin en kurnaz uygulayıcılarından biridir. O yüzden bu gerçekliği iyi bilerek, AKP’nin bu yanını daha iyi bir şekilde ortaya çıkartarak daha güçlü bir mücadele içerisinde olmak gerekiyor.
İşte Kürt kadınları için 8 Mart bu geri zihniyet sahiplerine karşı verilen mücadelenin bir ifadesi oluyor. Kürt kadınları, anaları, genç kızları sadece 8 Martlarda değil yılın diğer geri kalan üç yüz altmış beş gününde de meydanlarda, sokaklarda, yaz kış demeden özgürlük mücadelelerini veriyorlar.
Bu günlerde Kürdistan topraklarında yine rengarenk çiçekler açıyor, yeniden bahar geliyor. Bizim için bir serhildan ayı olan Mart ayının bu ilk günlerinde Kürt kadınları rengarenk ulusal elbiseleri ile ellerinde bayraklarla, yeri göğü inleten haykırışlar ile bir kez daha Özgürlük kazanacak diyorlar. Bizler de onların yoldaşları olarak Kürt kadınları şahsından bütün kadınların 8 Martını kutluyoruz. Sadece yılın bir günün değil, diğer bütün üç yüz altmış dört gününü de kadın günü yapacağımızın sözünü veriyoruz.
Sema Viyan
- Ayrıntılar
Öncelikli olarak yaklaşan 8 Mart dünya kadın emekçiler gününü dünyadaki tüm kadınlara ve bu direniş gününde nasibini almış tüm insanlara kutlu olsun.
Ataerk sistem nedir? Ataerk sistem bin yıllar önce kadının öncülüğünde, anacıl kimliğiyle geliştirdiği ana yanlı toplum özelliklerine el koyarak kadın rengini silmenin adıdır. Çokça söylendiği gibi Ataerk sistem yaklaşık beş bin yıl önce üçlü şeytani ittifak olarak bilinen; şaman yani rahip, askeri şef yani avcı erkek ve anaların yanında ve gölgesinde tecrübe kazanmış ihtiyar erkek yani gerontokratların ortaklaşması ve kadına karşı geliştirdikleri komplolar sonucu ana tanrıçaların geliştirdiği doğa, insan ve toplum endeksli sisteme el konulmasıdır.
Başka bir deyimle insanlığın ilk kez köleleştirilmesinin serüvenidir Ataerk sistem. Kadının köleleştirilmesiyle başlayan süreç esasta insanlığın köleleştirilmesinin de başlangıcıdır. Öyle ki başat olan bir ana tanrıça kültüründen günümüze ulaştığımızda tümden silinmeyle yüz yüze kalmış, zorunda bırakılmış olan bir kültür.
Ataerk sistem kadını katletmekle insanlığı katletmiştir. Öyle ki kadın renginden bir şey bırakmamaya yeminli olan bu sistem en çokta kapitalist sistemle zirve yapmıştır. Kadını belki de en çok değersizleştiren sistemin de adıdır Kapitalizm.
Bunun için kadın rengi aynen eski görkemli günler gibi yaşatılmak isteniyorsa en çokta karşı durulması gereken sistem kapitalist sistemdir. Bu sistemin adı modern de olsa özünde beş bin yıl önce başlayan ve özünde hiçbir şeyi değiştirmeden tam tersine kadını köleleştiren bu Ataerk sistemi her geçen gün daha fazla yaygınlaştıran bu ucube sistemdir. Bunun için kadın duruşu en çokta bu ucube sisteme karşı konacak olan duruşla mümkündür.
Dünyanın her yerinde şöyle ya da böyle kapitalist modernist sisteme karşı bir duruş söz konusudur. Kadın rengi her geçen gün artarak gelişiyor ve gelişecektir de. Ancak bu karşı koyuşlar çok köklü ret ve kabul ölçülerini beraberinde getirmemesi durumunda bu mücadele zayıf kalacaktır.
Ret ve kabuller esasta kapitalist modernist sisteme karşı ret ve kabullerle başlar. Kapitalist modernist sistemin vaat ettiği ne kadar değer varsa bunları kusma temelinde yani ret etme temelindeki bir yaklaşım sergilenmesi durumunda kadın rengi gelişebilecektir.
Kadın rengi ise esasta Ataerk sisteme retle başlar. Yani birilerinin gölgesinde çıkmayı hedefleyen, birilerine bağımlı olmadan, kendi duruşunu sağlayarak yapılabilir. Bu ise kimlikli olmak demektir. Sorun toplumun yarısı olup olmanın çok ötesinde sağlam bir duruşu yakalamakla mümkündür. Yukarıda da belirtildiği gibi gerekirse Ataerk sistemin tümüne yani topuna kafa tutarak yapılabilir.
Dünyanın en geri ve feodal toplumu olarak Kürtler biliniyor. Siz buna tüm İslami değerleri de ekleyin. Ama bugün bu objektif duruma rağmen Kürdistan’da yaşamın, eylemin, siyasetin, düşünmenin, savaşmanın ve tabii ki sosyal etkinliklerin tümünde kadını başat güç olarak görürsünüz. Bugün böyle sözde “geri” kalmış bir toplumun içerisinde on binlerce kadın meydanları dolduruyorsa durup biraz düşünmek gerekir.
Dünyada en güzel 8 Martlar Kürdistan’da kutlanır ve kutlanıyor dersek bazıları alınabilir. Ancak alınmaya hiç gerek yoktur, meydanlara hem nicelik olarak hem de nitelik olarak buna bakmak yeter de artarda. Neredeyse Kürdistan’ın her şehrinde, her kazasında ve köyünde bugün 8 Mart heybetle kutlanıyor. Ve bu kutlamalar sadece 8 Mart günü birkaç kırmızı gül dağıtmakla da sınırlı değildir. Kürdistan’da 8 Mart şubat ayında başlayarak 21 Mart’a kadar uzanan en az 3 haftalık bir etkinlik ve direniş bayramıdır.
Evet, en iyi ve en güzel 8 Martlar Kürdistan’da kutlanır. Nedeni ise Ataerk sisteme karşı en güçlü direnişler ve başkaldırılar Kürdistan’da verildiği için bu böyledir. En büyük Ataerk güç ise devlettir, ordudur ve bu ucubelerin yarattığı ucube erkekliktir.
Bu direnişi kesintisiz sürdürmek için için o zaman ilk elden bu üç ucubeye karşı meydanlara. Meydanlara daha fazla adalet için, daha fazla paylaşımcılık için, daha fazla eşitlik için, daha fazla özgürlük için. Ve tabii ki daha fazla anayanlı bir toplum yaratmak için…
Kasım Engin
- Ayrıntılar
İnsanlık var olduğu günden bu yana hep özgürlüğünü korumak ve geliştirmek için büyük bir çaba, direniş ve mücadele içinde olmuş, bunun için büyük bedeller ödemiştir. En büyük bedeli ise, hiç şüphesiz kadınlar vermiştir. Çünkü özgür yaşama dair ne varsa ilk kadının emeğinde, dilinde, bedeninde, zihninde darbe yemiş ve kadının şahsında bir bütün insanlık yenilgiye uğratılmak istemiştir. Tarih – erkeğin tarihi- bizi ya görmezden gelmiş ya da, bizleri cadı, büyücü, yoldan çıkaran iblis ilân ederek toplum dışı etmek istemiştir. Bizler diri diri yakılmış, sokaklarda dövülmüş, bize ait olamayan namus için toprak altına gömülmüşüzdür. Tanrıların insafına bırakıldığımız an başımıza gelmeyen kalmamıştır. Çünkü bizler tanrıların buyruklarını yerine getirmeyen şeytan olmuş, tanrılarla savaşa tutuşmuşuzdur. Bu savaş binlerce yıldır sürüyor ve ‘’Kadın Eksenli Bir Yaşam’’ yeniden kazanılana kadar da sürecektir.
Bu gün kadınların böylesi bir yaşam gerçekliğine dönük umutları daha da büyümektedir. Kadın her bir adımda daha fazla özgürlüğü, erdemli bir yaşamı yaratmaktadırlar. Kadın mücadelesinde gelinen aşama bunu çok net orta koymaktadır. Özellikle Kürt kadını açısından ele aldığımızda bu her yönüyle kanıtlanmaktadır. Kürt kadını bugün her yerde, her alanda öncü konumunda ve özgür kadın mücadelesinin en ön saflarında yer almaktadır. PKK ile siyasallaşan kadın, Önder APO’nun 8 Mart 1998’de ilân ettiği ‘’Kadın Kurtuluş İdeolojisi’’ ile mücadelesinde bir ivme daha kazanmış, kadının özgün ordulaşması ile bunu taçlandırmıştır. Şimdi Kürt kadının karşısında durabilecek hiçbir güç, hiçbir engel yoktur, yapılması gereken yalnızca mücadeleyi daha fazla -öz-gürleştirmektir. Biz Kürt kadınları şuan tüm dünya kadınlarının umuduyuz, bizler bu savaşta ne kadar başarılı olursak, dünya kadınları ve halkları için demokratik ve âdil bir yaşam o kadar olası olacaktır. Bu mücadele dağlarda, sokaklarda, meydanlarda an be an nefes nefese sürüyor.
Yine bir 8 Mart arifesindeyiz, kadının rengi şimdiden her yerde, coşkusuyla, moraliyle, direnişiyle, tüm engellere, barikatlara rağmen yılar önceki mücadele arkadaşlarının ardılları olmayı bilerek, meydanları yeniden zapt ederek ‘’ Vardık, varız, var olacağız’’ sloganlarını atmaktadır. Âdeta sisteme meydan okuyarak, başkaldırısını devam ettirmektedir. Çünkü bin yılların emeği ve savaşımı ile kazanılan değerlerin çok ucuz olmadığını, bu uğurda kadının ter ve kan döktüğünü unutmamaktadır. Kadın artık şunu da çok iyi bilmekte; bir an, yalnızca bir an bu mücadeleye arkasını dönerse, kaybedecek olan yalnız o olmayacak, kadının şahsında bir bütün insanlık ve ahlâkî politik toplum kaybedecek, yaratılan değerler, gün yüzüne çıkarılan gerçek tarih kaybedecektir. Bundan dolayı özgür, eşit ve âdil bir toplum yaratılana dek, kadın bıkmadan, usanmadan savaş vermeli, mücadele etmelidir. Sadece 8 Martlarda değil, tüm günlerde 8 Mart ruhuyla mücadele etmeli, mücadeleyi geliştirmeli ve tüm kadınları bu soluksuz ‘’ Varlığını Kanıtlama’’ mücadelesine katmalıdır.
Evet, kadın ve onun şahsında toplum her zaman yok edilmek istenmektedir. Sistem kendi gelişimi önünde kadını her zaman bir tehdit olarak gördü, görmeye devam etmektedir. Böyle de olmalıdır, kadın her zaman, her an erkek egemen zihniyet karşısında en etkin güç olmayı korumalı, bu uğurda mücadeleyi büyütmeli ve mücadeleyi büyük zorluklarla bugüne kadar getiren binlerce kadına olan borcunu, onların bıraktıkları mirasa sahip çıkarak ödemelidir. Tarih kadından bunu istemektedir ve kadın bunu gerçekleştirmek zorundadır. Çünkü özgür yarınlar kadının yaratmakta olduğu devrimde gizlidir.
Dersim Uğur Kaymaz
- Ayrıntılar
Her kavga için bir sebep aranır. Ama kavgaya girişmeden önce farkına varmak ve kavga sebebine tepki duymak, o sebebe baş kaldırma duygusuna sahip olmak gerekir. Dünyadaki kadınların yüzde kaçı bugün kendi farkında ya da kavga etmek için bir sebep bulmuş ve o sebebe tepki duymuş bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var, o da tüm dünya kadınlarının bir gün başlatacağı kavganın insanlığın kurtuluşu olacağı…
Biz Kürt kadınları olarak farkımıza vardığımızdan, uyandığımızdan bu yana kavga mekanlarını tuttuk. Karşılaştıklarımız, yaşadıklarımız içimizdeki isyan alevini hep körükledi. Bilincimize, ruhumuza tutulan ışığa doğru gitmekten kendimizi alıkoyamadık. Çünkü o ışık bizi kendimizle buluşturuyordu. Kadın olmanın ne kadar onurlu ve güzel bir şey olduğunu söylüyordu bize. Bir zamanlar söylerken bile utana utana söylediğimiz “kadın-ız-ım” sözcüğü, bugün en çok sarıldığımız ve gururla söylediğimiz bir sözcük, bir gerçeklik. Geçen zamana ve atlanan çağlara rağmen Tanrıçalarımızdan bize miras kalan kadın özü, ruhumuzun bir yerlerinde hep saklı kalmıştı. O ruhu açığa çıkaracak ve bizi kendimizle tanıştıracak bir yol göstericisi, bir pusula gerekiyordu bize. O ışık, o yol gösterici ve o pusula, erkek egemenlikli sistemin gerçekliğini çözmüş, kadın özünün insanlığın gerçek özü olduğuna inan, kadının adalet, eşitlik barındıran özünün kapitalist sistemin ayakları altında ezilen, nefessiz bırakılan insanlığa nefes olabileceğine de inanıyordu. O yüzden başlattığı özgürlük mücadelesinin temel ilke ve ölçülerini, felsefesini kadının özgürleştirmesine dayandırdı ve kadını kendisine en sadık yol arkadaşı olarak seçti. Biz Kürt kadınları şahsında tüm dünya kadınlarının üzerinde örgütlenebileceği, mücadele edebileceği Kadın Kurtuluş İdeolojisinin mimarlığını yaptı. Ve kadınca mücadelemizin yol arkadaşı, önderi oldu. Önder Abdullah Öcalan bizlere hep onurluca direnmeyi ve mücadele etmeyi öğretti. İnsanlığın kurtuluşunun kadının kurtuluşundan geçtiği bilincini oluşturarak, dünyanın neresinde olursa olsun insanlığın yaşadığı acılara kayıtsız kalınamayacağını öğretti. Din, dil, renk ayrımı yapmadan tüm insanları kucaklayabileceğimizi ve özgürlük sorunları için mücadele etmemiz gerektiğini…
Öyle ki özgürlük uğruna canları dahi birçok şeyden vazgeçen kadınlar tanıdık. Beritan, Zilan, Sema ve daha niceleri….
Direniş çizgisinden asla taviz vermeyen, direnerek büyüyen, başarı kazanan Özgürlük hareketimiz bugün de Önderliğimiz öncülüğünde, yediden yetmişe Kürt halkıyla, kadınlarıyla, gençleriyle ve dağlı çocuklarıyla büyük bir direniş ve mücadele içerisinde. Önderliğimizin İmralı’da başlattığı direniş dalga dalga Kürdistan’ın dört parçasına yayılıyor. Bu özgürlük direnişinin öncü gücü olan Kürt kadınları da 1 Martla birlikte 8 Mart dünya emekçi kadınlar gününü direniş ve serhildan havalarıyla karşılayıp kutluyor. Bu direniş dalgasının daha da büyüyüp yayılacağı kuşkusuzdur. Çünkü Kürt halkının ve kadınların özgürlüksüz bir tek gün bile geçirmeye tahammüllerinin kalmadığı tepkilerinden de anlaşılmaktır.
Özgürleşen kadının özgürleşen toplum olacağının bilinciyle örgütlenen Kürt kadınları bu çağın üstüne sinmiş adaletsizliği, eşitsizliği mücadeleleriyle çekip alacaklarını ve insanlığın özgürlüğüne giden yolda öncü güç olmayı sürdüreceklerini meydanlardaki ve mücadele alanlarındaki kararlı duruşlarından da görmekteyiz. Erkek egemenlikli gericiliğin kirlettiği bu dünyanın, kadınların elleriyle temizlenip özgürleşeceği kesindir. Buna inanıyor ve bu temelde kadınca mücadelemize sarılıyoruz. Gelecek günlerin hiç kuşkusuz özgürlüklü günler olacağı umuduyla, inancıyla yaşıyoruz ve mücadele ediyoruz. Kadın Kurtuluş İdeolojisine inan ve Önder Apo’nun ideolojik yaklaşımını benimseyen ve buna inanan tüm kadınların bu umudu taşıdıklarını biliyoruz. İdeolojimizin kapsayıcılığı etrafında birleşiyor, sınırları aşıyor ve mücadele için hep el ele oluyoruz. Kürt kadını öncülüğünde kazanacak olan özgürlüğe ve özgürlüklü günlere inanıyoruz ve bu inançla yaşıyoruz. Özgürlüklü günlerde buluşup kucaklaşıncaya denk tüm günlerin direniş ve mücadele günü olması dileğiyle…
Rojbin Golav
- Ayrıntılar