Yukarıda ki başlık 1970’lerin havasını yansıtır gibi duruyor. O yıllar dünyada çift kutuplu dünyanın yarattığı avantajlardan kaynaklı devrimlerin yani hızlı alt üst oluşların yaşanmasına imkân sunan yıllardı.
Biliniyor 1990’lı yıllardan sonra çift kutuplu dünya yerine ağırlıklı tek kutuplu bir dünyaya, “yenidünya düzen”iyle geçildi. Her ne kadar kendisini dünyanın imparatoru ilan eden ABD her şeye istediği gibi hakim olamasa da nihayetinde “dediğim dedik, çaldığım düdük” misali dünyanın birçok yerine tek taraflı saldırılar düzenledi. Bunu yaparken de dünyanın gözünün içine baka baka, hem de bile bile yalanlar düzerek, herkesi de bu yalanlara inanmaya mecbur ederek saldırılarını meşrulaştırdı.
Dünyanın yaşadığı bu değişimden dolayı devrim yıllarının aşıldığını artık esas dilin evrim dili olduğu çokça söylendi. Evrim dilini kullanmanın temel gerekçesi ise giderek gelişen demokratik değerler gösterildi. “Dünyamız giderek evrensel değerlere saygı gösteriyor, her şey dile getirilebiliyor, konuşulabiliyor” denildi. Özcesi eskinin o sert ortamının aşıldığı, artık eskiden sergilenen güçlü iradesel duruşlara ve kavgalara ihtiyaç olmadığı çokça dile getirilir oldu.
Dünyanın büyük değişimler yaşadığı kesindir. Dünyanın birçok yerinde evrensel değerlerin, demokratik değerlerin ve insan haklarının geliştiği de doğrudur. Ancak bu evrensel ve demokratik değerlerin dünyanın her yerinde herkesçe benimsendiği ve her insana ya da her halka olumlu manada yansıdığını söylemek zordur. Hem de çok zordur.
Kürdistan’da sürdürülen özgürlük mücadelesi gelişen bu dünya konjonktüründen dolayı paradigmasal değişiklere giderek belki de dünyanın hiçbir yerinde görülmeyecek değişimi ve dönüşümü kendi içerisinde yaşayarak, bu değişim ve dönüşümü dört parçadaki Kürt halkına da taşırmıştır. Nitekim bunun sonucudur ki Kürt halkı dört parçada bulundukları ülkelerin halklarıyla ortak, eşit, kardeşçe, birlik ve beraberlik içerisinde yaşama iradesini beyan etmiştir. Ortak vatanda yaşama iradesini bu kadar baskılanmış, ezilmiş, horlanmış bir halka aldırtmak öyle sanıldığı gibi kolay değildir. Dünyanın topu bir araya gelseydi PKK önderliğinin yaptığını kimse Kürt halkına yaptıramazdı.
Ne var ki öyle görülüyor ki Kürt halk Önderliliğinin on yıllarca ısrarla, inadına, itinayla yürüttüğü ortak vatanda birlikte yaşama projesini birileri ısrarla sabote etmeye çalışıyor. Dünyada gelişen evrensel değerleri birileri sadece kendileri için geçerli olduğunu düşünüyor. Kürt halkı birlikte yaşamayı dayattıkça birileri Kürtlerin bu kez kesinlikle eritilebileceğine, asimile edilebileceğine inanıyor. Bununla yetinilmiyor Kürtlerin topyekûn soykırımını hedefleyenlerde çıkıyor.
Kürtler barış dedikçe vuruluyorlar, Kürtler kardeşlik dedikçe öldürülüyorlar, Kürtler özgürlük dedikçe zindanlara atılıyorlar, Kürtler silahsız mücadele dedikçe tutuklanıyorlar.
Tüm bunlar ve daha fazlası artık yeniden tarihin yeni bir eşiğine gelindiğini gösteriyor. Artık süreç keskin mücadeleyi dayatan eşeği gelindiğini hatta geciktiğini gösteriyor.
Kendini kandırmalara son vermek için, tarihin bu yeni eşiğinde mücadele dilimizin değiştirileceğini, değiştirmek zorunda olduğumuzu herkes herhalde kabul eder.
İşte bu yeni eşiğe biz TEK YOL DEVRİM diyoruz. Artık devrim yıllarına yeniden dönüyoruz. Birilerine bir halkın nelere kadir olabileceğini göstermek için inadına Devrim diyeceğiz. Tüm iyi niyetlerimizin suiistimaline karşı TEK YOL DEVRİM diyeceğiz. Ve bu devrim dalgasına kalkışa herkese ama herkese katılın diyeceğiz.
Nucan Dirlik
- Ayrıntılar
Aylardır yazıp çiziyoruz. Polis olarak Kürdistan’a gelip görev yapmayın dedik. Tekrar tekrar bu durumu dile getirdik. Ancak polisler söylediklerimizi dikkate almadan Kürdistan’da rastgele dolaşmaya devam ettiler. Bunun sonucu ise ölen onlarca polis oldu.
Kürdistan’ı sevenler polis olarak sevmesinler. Seveceklerse sivil insanlar olarak sevsinler aksi taktirde olup bitenlerde biz sorumlu olmayacağımızı herkese alenen söyledik.
Polis mesleği çokta söylendiği gibi şerefli bir meslek değildir. Kiminin söylediği gibi, toplumda sorunlar yaşanmaması için görev de yapan bir kurum değildir. Polisler asli görevi devlet diye bilinen toplumu cenderesine alan zor aygıtının ve toplumun başına musallat olmuş iktidar güçlerinin çıkarlarını korumak için oluşturulmuş ve topluma karşı kullanılan özel bir vurucu güçtür. Tersini iddia edenler yalan söylüyorlardır. Tersini söyleyenler birçok gerçeği saklıyorlardır.
Polislere dünyanın her yerinde gözlerinin içi gibi bakılmasının nedeni iktidar güçlerinin ve de toplumu sömüren zor aygıtı olan devleti birincil elden korumalarından ileri gelir. Hani o meşhur olan “her şeyi af edebiliriz ancak polislerimizi hedefleyenleri asla” cümlesi polislerin üstlendikleri kirli görevden ileri geliyor.
Evet, biz kimsenin bu kirli görevi üstlenmemesini belirtiyoruz. Hele hele Kürdistan’da hiç üstlenmemeleri gerektiğini daha yüksek tondan söylüyoruz. Çünkü bugün Kürdistan’da Kürt halkına ve onun çeşitli katmanlarına saldırı düzenleyen birincil derecedeki güç polislerdir. Üniformalı üniformasız hiç fark etmez, birey olarak “iyi niyetli” de olsalar, “temiz” de olsalar devlet ve iktidar Kürdistan halkına karşı bu insanları yani polisleri çok çirkince kullanmaktadır. Bunun için diyoruz ki Kürdistan’da polislik yapmayın, polis iseniz Kürdistan’ı terk edin, polislik yapacaksanız ailenizi Kürdistan’a getirmeyin, serbest dolaşmayın, şehirlerde yalnız gezmeyin, istediğiniz eğlence yerlerine gitmeyin, gönlünüzün yapmak istediklerini yapmayın.
Özcesi: Kürdistan’ı terk edin, terk edin. Hem de, şimdi. Durmadan, hemen bu an, arkanıza bakmadan!
Polis ailelerinin de evlatlarının başlarına bir şey gelmemesi için “kınalı kuzu”larını Kürdistan’a görev yapmalarına izin vermesinler. Devlet mecburi hizmet olarak Kürdistan’a koşturuyorsa evlatlarını bu kirli görevden vazgeçirsinler, arz etsinler. Bırakmasınlar.
Devlet her polisi Kürdistan’a görev yapma zorunluluğu dayatıyor. Hâlbuki Kürdistan’da gönüllü olarak görev yapmak isteyen binlerce faşist zihniyetli polis vardır. Özel hareket timleri bunların başlarından gelmektedir. Yine paralı askerler yani lejyoner olan polisler vardır. Bunlar hem zihniyetlerinden kaynaklı hem de iyi para kazanmak için zaten gönüllüdür. Bırakın onlar gelsin. Siz sıradan polislerin aileleri evlatlarınızın Kürdistan’a gelmesine-gitmesine izin vermeyin. Evlatlarınızın bu görev alanına gidişini durdurun.
Aylardır yazıp çiziyoruz dedik. Biz Kürt halkına, evlatlarına, kızlarına, gençlerine, analarına, imamlarına, yaşlılarına derken çocuklarına zarar veren polisleri Kürdistan’da yaşatmayacağız. Polis yazarların derin analistleri güya bu kararımızı tespit etmişlerdir. Bunların hepsi boş tespitlerdir. Biz alenen herkese söylüyoruz: Polisler hedefimizdir. Polisler bizim poligon sahamızdaki nişan alma tahtalarımızdır. Bu durumu derin analistlerin keşif etmelerine gerek yoktur. Biz açıklıyoruz.
Evet, yineliyoruz: Polis aileleri evlatlarınızı Kürdistan’a polis olarak göndermeyin. Polis olarak Kürdistan’a gelmeleri durumunda başlarına geleceklerde biz sorumlu değiliz. Birincil sorumlu devlet ve iktidardır. İkincil derecede sorumlu ise siz yani ailelerisiniz. Anaları, babaları ve akrabalarıdır.
“Kınalı kuzu”larınıza bir şey gelmesini istemiyorsanız bir an evvel “kınalı kuzu”larınızı geri çekin.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Akepe hükümetinin bugünlerde İsrail ile arası “açılmış”. Bugünleri biz “one minute”le başlayan süreç olarak anlayalım.
Taşeron: “Büyük bir işin bir bölümünü yaptırmayı, asıl müteahhitten kendi üzerine alan ikinci müteahhit” olarak tanımlıyor sözlükler.
Bugünlerde İsrail ile “arası” açılan Akepe’nin yakın süreçte İsrail Siyonist devletiyle yaptıkları anlaşmalara kısa bir bakış atarak Akepe’nin ne kadar İsrail karşıtı ya da ne kadar İsrail yanlısı ya da ne kadar İsrail taşeronu olduğuna bakabiliriz.
Yasin Kılıçkaya’nın Akepe ile İsrail arasında yapılanları kaleme alan kısa makalesine bakacak olursak, Akepe ile İsrail arasında çok ciddi ilişkiler bulunduğunu tespit etmek zor olmayacaktır.
“2002 yılında iktidara geldikten hemen sonra AKP iktidarı, İsrail'le daha önceki hükümet döneminde yapılan 700 milyon dolarlık tank modernizasyonu ihalesine yeşil ışık yaktı. AKP hükümeti İsrail'den silah alımı konusunda yıllık ortalama 400 milyon dolarlık toplamla önceki hükümetleri de geride bıraktı. İsrail’le stratejik işbirliği, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına hizmet etmektedir” diyen başbakan Erdoğan, İsrail’le 800 milyonluk Anam füzelerini, gece uçuş sistemleri olan Litening sistemini, elektronik savaş dürbünlerini, casusluk ve saldırı pilotsuz uçakları satın alma müzakerelerini içeren anlaşmalar imzaladı. AKP’nin İsrail ile yaptığı ihalelerin en önemlisi “casus uçak” olarak bilinen Heron ihalesi oldu. Heron'un ihalesini İsrail Havacılık Sanayi IAI (Aerospace Industries) , yer istasyonunu da İsrail'in en büyük özel savunma firması Elbit System kazandı.
İsrail’de yayınlanan Haaretz ve Urşalim Post gazeteleri 19 Nisan 2003 tarihli haberlerinde IAI firmasının, Türk ordusunun 200 milyon dolarlık pilotsuz saldırı uçakları ihalesini kazandığını yazdılar. Bu anlaşma uyarınca İsrail 30 ila 40 casusluk uçağı, 12 adet yer istasyonlarını kapsayan komuta kontrol ağı Türk ordusuna satılıp devredilecek.
Türkiye'nin İsrail'le işbirliği sadece askeri alana yönelik gerçekleşmedi. Son olarak imzalanan Manavgat suyunun satışı projesi de İsrail açısından önemli bir kazanç sayılmaktadır. Çünkü önümüzdeki yıllarda ciddi su sıkıntısı çekeceği tahmin edilen İsrail bu anlaşmayla Türkiye'nin Manavgat ırmağının suyunu garantiye almış oldu.
İsrail ile yapılan anlaşmalara tepki gösterenlere Erdoğan, “İsrail'le istediğimiz anlaşmayı yaparız. kimseye hesap vermeyiz, icazet almayız" demesi yine İsrail’in Ankara Başkonsolosu Amira Arnon’un 14 Eylül 2003 tarihli Milliyet gazetesine verdiği demeçte “İsrail Türkiye ilişkileri AKP döneminde geçmişe kıyasla daha da gelişmiş, AKP’nin iktidar olmasından dolayı ikili ilişkilerde hiçbir olumsuz durum yaşanmamıştır” söylemleri AKP döneminde İsrail-Türkiye ilişkilerinin geldiği boyutu gösteriyor.
İsrail Türkiye ilişkileri AKP döneminde geçmişe kıyasla daha da gelişti. 2004 yılında AKP, İsrail'den 15 milyon dolara 2 İnsansız Hava Aracı, Heron kiraladı. Bu anlaşmadan sonra İsrail Havacılık Sanayi IAI, Türkiye'ye Arrow füzeleri satabilmek için harekete geçti. 16 Mart 2006’da Türkiye ile İsrail arasında, Enerji Bakanı Hilmi Güler ile İsrail Devlet Doğal Altyapılar Bakanı Benjamin Beneliezer arasında, sessiz sedasız imzalanan, Karadeniz’i Kızıldeniz’e bağlayarak Rus petrol ve doğal gazını Ortadoğu’ya aktaracak, Uzakdoğu pazarına ulaştıracak ve İsrail’e elektrik ve su taşıyacak boru hattı inşası projesinin temelleri atıldı. Ardından 15 Temmuz 2004 tarihinde AKP hükümetinin Ehut Olmert’le Ankara’da imzaladığı anlaşma, ekonomik Mutabakat Zaptı” çerçevesinde, GAP ve KOP’u içine alan sulamadan tarıma, telekomünikasyondan araştırmaya, turizmden havancılığa kadar topyekûn iktisadî işbirliğini içeriyordu. 2007 yılının Mayıs ayında İsrail’i ziyaret eden Erdoğan “Terörle mücadele ve silah sanayi” alanlarında yeni anlaşmalar imzaladı. Türkiye'ye gelen İsrail uçaklarının güvenliği için MOSSAD ajanlarının, üstleri aranmadan, diledikleri silahla Türkiye’ye girip çıkabileceğini kabul eden protokol de kabul edildi. Yapılan bu anlaşma uyarınca 700 milyon dolarlık tank modernizasyonu ihalesi de İsrail’e verilirken, 48 adet F-5 savaş uçağının modernizasyonu için İsrail'e 80 milyon dolar ödendi.
Türkiye-İsrail ilişkileri karşılıklı ziyaretlerle devam etti. 13 Kasım 2007 tarihinde İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres, Cumhurbaşkanı Gül'ün "davetlisi" sıfatıyla Türkiye'ye geldi. Yapılan bu ziyarette, AKP hükümeti tarafından İsrail'in IMI firmasına yeni bir ihale daha verildi. O da 300 adet askeri helikopterin modernize edilmesi ihalesiydi. Bu ihale AKP tarafından gizli tutuldu. Yine uzun süre gündemi meşgul eden ve tartışmalara neden olan Galataport ihalesi, kapalı usulle Yahudi sermayesinin ünlü ismi aynı zamanda Kemal Unakıtan’ın yakın dostu Sami Ofer'e verildi.
Son olarak, İsrail'in Gazze'yi vurduğu 27 Aralık Cumartesi günü İsrailli iki firmanın Türkiye'den 141 milyon dolarlık ihaleyi kazandığı açıklandı” diye yazıyor.
Devamla Yasin Kılıçkaya şöyle yazıyor:
“Sessiz sedasız süren Türkiye’nin İsrail’le olan ilişkileri, İsrail’in Gazze’ye saldırısıyla tekrar gündeme geldi. 2007 yılında İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırısın da ikili ilişkiler gündeme gelmiş fakat savaşın kısa sürmesi daha fazla bir sorgulamaya neden olmadı. İsrail’in son Gazze saldırısında can kaybının binleri geçmesi, ölen insanların daha çok savunmasız çocuk ve kadın olması, Türkiye’de İsrail karşıtı gösterilerin gerçekleşmesi, AKP’nin İsrail’le olan ilişkileri kamuoyunun gündemine taşıdı. Başbakan Erdoğan, Türkiye genelinde ki AKP teşkilatlarını uyararak İsrail karşıtı gösterilerden uzak durmalarını istemişti. İsrail’in kınanması yönündeki meclisteki diğer partilerin ortak kınama metnine AKP karşı çıktı.
Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek, İsrail’le olan ilişkilerden dolayı AKP’ye yönelik tepkilere, “ülkeler arasındaki işbirliği nedeniyle askeri bağların koparılması söz konusu olamaz” diyerek karşı çıktı.”
Bugünlerde yüksek perdeden çıkan seslere aldanmadan, yıllarca nasıl İsrail devletiyle kol kola, yan yana Ortadoğu’da halklara karşı kan kusturulduğu unutulmamalıdır. Hem de bu ilişkiler çok uzun yıllara yayılmışsa. ABD’den sonra İsrail devletini kabul eden ikinci devlet Türkiye’dir. Türkiye-İsrail ile ilişkiler 1950’lere kadar uzanıyor. 4 Temmuz 1950’de, İsrail Başbakanı David Ben Gurion ile Adnan Menderes arasında “gizli” ibaresini taşıyan Modus Vivendi Ticaret antlaşması ile Türkiye-İsrail arasında ilk resmi diplomatik ilişki başlamış ve bugüne kadar kesintisiz sürmüş hem de her geçen gün bu ilişki düzeyi yükseltilerek devam ettirilmiştir. Bu yükselme trendinde Akepe hükümeti en ileri düzeyde yerini almıştır.
Söylemek istenen şudur: Bugünlerde yüksek perdeden İsrail “karşıtlığı” yapan Akepe’nin İsrail sicili hiç temiz değildir. Oldukça kirlidir. Halkların özelde de Kürt özgürlük hareketine karşı yapılan kirli antlaşmalarla doludur. Hele hele birde Akepe zamanında “Terörle mücadele ve silah sanayi” adı altında onlarca öldürücü tekniği stratejik antlaşmalarla elde etmişlerdir. Halen de öldürücü silahlar neden verilmediği diye ne kadar dert yanıldığını herkes görüyor.
Durum buyken PKK’yi ve Kürt özgürlük hareketini İsrail devletiyle ilişki içerisinde göstermek sadece ve sadece ahlaksızlık değil dünyanın en büyük kepazeliğidir.
Özgürlük hareketi dünyanın her ülkesiyle diplomatik ilişki kurma özgürlüğü her ülke gibi vardır. Ancak yeşil faşistler gibi başka halkların başına bombalar yağdırmak için, başka halkları katletmek için, başkaların maşası olarak halklara karşı hiçbir ilişki içerisinde olmamıştır olmayacaktır da.
Yeniden belirtiyoruz: başka ülkelerin maşası, silahlı taşeronu şerefi Ortadoğu’da ilk elden yeşil faşistlere aittir.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Nasılki bir zamanlar Pakistan’ın askeri şefi Ziya Ül Hak 12 Eylül cuntasının başı Kenan Evren’in “Ziya kardeşi” idiyse, yine bir zamanlar Mısır, Libya, Suriye liderleri Hüsnü Mübarek, Muammer Kaddafi ve Beşar Esad’da bugünkü Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Kardeşleri” idiler. Ellerinden ödüller alıyor, birbirlerine iltifat dolusu sözler söylüyorlardı.
Fakat bilebildiğim kadarıyla Kenan Evren ile Ziya Ül Hak dostluğu hiç bozulmadı. Birbirlerine övgüler dizdikleri gibi, karşı karşıya gelip de sövgüler dizmediler. Ziya Ül Hak, Kenan Evren’in “Ziya kardeşi” olarak düşen veya düşürülen uçağında ölüp gitti. Ama sözkonusu Arap liderleri ile Tayyip Erdoğan dostluğu öyle olmadı. 2010 yılında can ciğer kuzu sarması gibi görünen dostluk, 2011 yılının Ocak ayından itibaren önce karşıtlığa, sonra da düşmanlığa dönüştü.
Tayyip Erdoğan, ABD’nin Ortadoğu siyaseti doğrultusunda önce “Mübarek kardeşini” terk etti. Sonra da “Kaddafi kardeşi” ile kanlı-bıçaklı düşman haline geldi. ABD ile birlikte yürüttüğü siyaset sonucunda bu iki “Kardeşi” de yedi. Şimdi sıra üçüncü kardeşe, Beşar Esad’a gelmiş görünüyor. Tayyip Erdoğan, Mısır kürsülerinde çektiği nutuklarda “Esad kardeşine” açıkça “Seni de yiyeceğim” diyor. “Dost ve kardeş” bilinen bir lider tarafından böyle ihanete uğramak nasıl bir duygu acaba?! Mübarek ve Kaddafi, Tayyip Erdoğan’ın söz ve davranışlarını görünce acaba neler hissetti? Beşar Esad, Tayyip Erdoğan’ın Mısır’dan yükselen “Sana inanmıyorum” haykırışını duyunca acaba nasıl bir duyguya kapıldı?
Bu tür his ve duygu içeren yaklaşımlar bir yana, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın son Mısır, Tunus ve Libya gezisinin önemli siyasal gerçekleri içerdiği açıktır. Öncelikle belirtelim ki, gezi öncesi İsrail ile yaşanan sert atışmaların bu gezi ile bağlantısı vardır. Büyük olasılıkla ABD’nin de onayı ile yaptığı salvo atışlarıyla Tayyip Erdoğan Arap alemine mesajlar vermiş ve gezinin ön hazırlığını yapmıştır. Nitekim gezi sırasında Arap aleminden gördüğü karşılık, sözkonusu çabaların boşa gitmediğini ortaya koymuştur. Diğer yandan Tayyip Erdoğan ‘ın Mısır, Tunus, Libya gezisi sadece kendi adına değil, aynı zamanda ABD ve sistem adına yapılmıştır. Tayyip Erdoğan’ın Arap isyanını denetim altına alma çabası, aynı zamanda ABD sisteminin bir çabası olmaktadır.
Tayyip Erdoğan’ın Mısır, Tunus ve Libya gezilerinin iki temel amacının olduğu belirtilebilir. Birincisi, isyan ve savaşla daha yeni yönetim değişikliği yaşayan bu toplumların kontrol altına alınması. Yani “Arap baharı” denen gelişmeşlerin ABD’nin Ortadoğu stratejisine kanalize edilmesi. Nitekim Tayyip Erdoğan, gittiği her yerde “Bizim gibi olun” çağrısında bulunmuş ve AKP yönetimini model olarak göstermiştir.
İkincisi ise, Libya’daki Kaddafi yönetiminin düşüşü ardından sıranın Suriye’ye geldiğinin ilan edilmesi. Suriye’deki Beşar Esad yönetimine karşı bir Arap cephesinin oluşturulmaya çalışılması. Nitekim Mısır’daki konuşmalarında Tayyip Erdoğan’ın verdiği birinci ve en güçlü mesaj bu olmuştur. Beşar Esad’a “Sana inanmıyoruz” denerek yönetimden çekilmesi çağrısı yapılmıştır. Suriye halkı Esad yönetimini devirmeye çağrılmıştır.
ABD ile AKP’nin (yani NATO’nun) Beşar Esad yönetimini devirmeye karar verdiği anlaşılmaktadır. Gerçi NATO içinde Fransa, İtalya gibi güçlerin belli bir rahatsızlığının olduğu görülmektedir. Bu durum Libya üzerindeki mücadelede bir ölçüde açığa çıkmıştır. Suriye üzerindeki mücadelede ise daha yoğun yaşanacağı açıktır. Fakat tüm bunlara rağmen ABD yönetiminin kararlı olduğu ve Beşar Esad yönetiminden kurtulmak istediği ortadadır.
Hiç kuşkusuz ABD yönetiminin bu tutumu anlaşılırdır. Libya’da kazandığı rüzgarı sürdürmek ve Beşar Esad’ı düşürerek Arap isyanını kendi politikasına tümden kanalize etmek istemektedir. Peki AKP’nin ve TC Devletinin buradaki çıkarı nedir? AKP, Arap ülkelerinde kendi anlayışına yakın yönetimler yaratarak, Ortadoğu’da güçlü olmak istemektedir. Bu durumun AKP iktidarını güçlendirmesi kadar, Türkiye’nin NATO sistemi karşısındaki duruşunu da güçlendireceği hesabını yapmaktadır.
Dahası AKP hükümetinin, Beşar Esad yönetimine karşı terazinin diğer kefesine PKK’yi koymak istediği ve bunun çabası içinde olduğu gözlenmektedir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Avrupa’ya, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ise Amerika’ya yönelik gezilerinin en önemli amacının bu olduğu anlaşılmaktadır. ABD ve Avrupa devletleri bunu ne kadar benimser, AKP ile hangi düzeyde ittifak yapar, bu ayrı bir konudur. Ama AKP’nin plan ve hesaplarının bu olduğu açıktır.
AKP’yi böyle bir politikaya iten, daha dün “Kardeşim” dediği Beşar Esad yönetimiyle savaşır duruma gelmesine yol açan Kürt politikasıdır. Suriye’deki gelişmelerin demokratik yönde olmasından ve Kürt sorununun demokratik temelde çözülmesinden korkmaktadır. Özellikle Suriye Kürtleri içinde PKK’nin etkili olmasından korkmaktadır. Bu nedenle, Suriye politikasında etkili olarak ve ABD ile tam bir ittifak yaparak, dar anlamda PKK’nin tasfiyesini ve geniş çerçevede ise Kürtlerin etkili hale gelmesinin engellenmesini sağlamak istemektedir. AKP, eğer bunu başarırsa, o zaman İran ve KDP’yi PKK’ye karşı ittifaka daha çok zorlayacağını ve Kuzey Kürdistan’ı tümden kuşatacağını hesaplamaktadır. Kuzey’deki Kürt direnişini ezerse de, o durumda diğer parçaları kolayca etkisizleştirebileceği hesabını yapmaktadır.
Tersine Suriye’deki değişimin demokratik çerçevede olması ve Kürt sorununun demokratik temelde çözülmesi bir yandan Güney Kürdistan’ı rahatlatacağı gibi, diğer yandan da Kuzey Kürdistan’daki demokratik çözümü hızlandıracaktır. Bu da Kürt sorununun demokratik çözümü ve Kürdistan’ın demokratikleşmesi temelinde Türkiye ve Ortadoğu’nun demokratikleşmesini getirecektir.
Kürdistan üzerindeki mücadele işte bu düzeyde yoğunlaşmış, Kürtlerin önüne zorluk ve tehlikelerle birlikte çok önemli fırsat ve imkânlar çıkmıştır.
Her zaman dikkat çekiyoruz, Kürtlerin tehlikeleri önlemek ve imkânları değerlendirebilmek için iki şeye ihtiyacı vardır: Birlik ve Mücadele! Hem parçalar düzeyinde siyasal hareketlerin birliği ve bu temelde halkın bütünleşmesi, hem de Kürdistan genelindeki birlik ve ittifak bu süreçte Kürt halkının varlığı ve özgür geleceği açısından hayati önem taşımaktadır. Bu durum hem mevcut fırsat ve imkânların doğru kullanılmasına yol açacağı gibi, hem de AKP ve İran gibi güçlerin “Kürtleri bölme ve çatıştırma” hesaplarını da boşa çıkartacaktır.
Bu anlamda 17-18 Eylül günleri Amed’de yapılan “Kürdistanî Konferans”, çok önemli ve biraz da geç kalmış bir çalışmadır. Tabi sadece bir toplantı düzeyinde de kalmaması gerekir. Hızla Kürdistan’ın Kuzey parçasının demokratik birliğini ve kurumlaşmasını ortaya çıkarabilmelidir. Bu temelde örnek bir demokratik siyaset yaratarak hem Kürt toplumunu birlik ve örgütlülüğe çağırmak, hem de dışa dönük Kürt toplumunu temsil etmelidir.
Elbette atılacak bu adımlar tarihi olacaktır, fakat yeterli olmayacaktır. Bu birlik ve ittifak düzeyini Türkiye genelinde demokratik güçlerin birliğine dönüştürmek için de yoğun bir çaba içinde olması gerekir. Tüm demokratik güçlerin ortak bir çatı partisindeki ittifaklarından, tüm Türkiye toplumunun demokratik siyasete kazandırılmasına kadar bir çok tarihi görevi bu süreçte mutlaka başarmak gerekir.
Aynı birlik ve ittifak anlayışını Kürdistan’ın diğer parçalarında da hayata geçirmek önemlidir. Batı’daki birlik çalışmalarını ilerletip kalıcı kılmak, Güney’deki demokratik birliği geliştirmek, Doğu’da Kürt hareketlerini bir araya getirmek gerekir. Parçalardaki bu birlikleri Kürdistan genelindeki ulusal kongre veya konferansta birleştirmek süreç açısından artık kesin zorunluluk haline gelmiştir. Ulusal düzeyde yapılan kadın ve gençlik konferansları bu konuda hem ön açıcı ve hem de güçlü bir zemin yaratıcı konumdadır. AKP’nin oyunlarını bozmanın temel bir yolunun bu birlik anlayışını hayata geçirmek olduğu tartışmasızdır.
Kürtler için birlik siyasetinin ikiz kardeşi mücadeledir. Özellikle özgürlük ve demokrasi mücadelesinin Kuzey Kürdistan’da yoğunlaştırılmasıdır. Bunun da günümüzde iki somut hedefi vardır: Birincisi demokratik özerkliğin inşası, ikincisi Önder Abdullah Öcalan’ın özgürlüğünün sağlanmasıdır. Bu iki hedef için mücadele, günümüzde Kürtler açısından bir varlık ve özgürlük mücadelesidir, onur ve insanlık mücadelesidir. Selam olsun bu kutsal tarihi mücadeleyi başarıyla yürütenlere!..
Selahattin ERDEM
- Ayrıntılar
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde sivillerin birden bire uzman asker kesildiklerini çok kez görmüşüzdür. Sivil irade olarak başka bir halka ya da devlete karşı savaş açmanın kararının –ahlaki olmasa da-siyasi iradeye ait olmasına herhalde bir şey denilmez. Lakin bizim söylediğimiz başka bir şeydir.
Siyasetçiler savaş kararını vermeden öteye general kesiliyorlar. Askerlikte her general elbette çok savaş yürütmüş anlamına gelmez. Bunun için önemli savaşları üst üste kazananlara Mareşal denilirdi. İşte Türkiye Cumhuriyeti devletinin birçok siyasetçisi hele de birde bunlar hükümet olmuşlarsa düpedüz Mareşal kesiliyorlar.
Son zamanlarda Akepe hükümetinin neredeyse tüm bakanları Mareşal olmuşlardır. Ne var ki bir ülkede bu kadar mareşal olmaz ki! Bunun için biz yeni genelkurmay başkanı Erdoğan olsun dedik, Cemil Çiçek Kara kuvvetler Komutanı, Atalay Jandarma genel komutanı, Hüseyin Çelik 2. Ordu Komutanı, Bülent Arınç Hava kuvvetler komutanı ve Akepe’nin diğer kimi kurmayı ise diğer orduların, kışlaların, özel birliklerin derken zaten emniyet müdürlüklerine önemli oranda özel ve psikolojik savaşı bilen bilmeyen bir sürü Akepe kurmayı transfer edilmişlerdir. Akepe’nin diğer önemli yazar çizer kurmayları ise medyada çoktandır kılıçları kuşanmış ve savaşın stratejilerini ve taktiklerini harıl harıl yazmaya başlamışlardır.
Tuhaftır ama 28 Şubat olaylarında İslamilere karşı ordunun yanında kılıç kuşananların halen özeleştiri seansları bitmemişken, kimisinin yargılanması sürerken bu kez de ordu medyacılarından daha ham, daha çiğ, daha faşizan, daha saldırgan, daha vahşi, daha anti insani, daha soykırımcı bir dil ve zihniyetle yandaş medya diye bilinenler özel savaşın ve savaş kışkırtıcılığının hiç bir zamanda görülmediğini hayata geçirmiş ve kendilerince atağa geçmişlerdir.
“PKK’ye darbe, kuşatıldılar, tam saha pres, dört koldan tasfiye edilecekler, şimdiden bittiler, çember daraldı, dağları terk edin, bu kez kökten hal oldular” gibi onlarca daha böyle benzeri sözleri asker üniforması giymiş hatta mareşal politikacılar sarf etmişlerdir.
Beşir Atalay “Tam Saha Pres” diyor. Belli ki futbol oynamış ama belli ki futbolun bir spor olduğunu unutmuş ve savaşın hem de gerillaya karşı yürütülen savaşın karakterinin başka olduğunu karıştırmıştır.
Şimdi bir iki şeyde biz söyleyelim. Tam saha yaygın gerillaya geçmek nedir bilir misiniz? Biz kuzeyde az sayıda tim, daha çok takım ve birlik hareketi yapıyoruz. Timler bizde sayısal olarak değişiyor. Medya Savunma Alanlarımızda ise daha büyük güçlerle üsleniyoruz. Zap ve Kandil operasyonunda görüldüğü gibi Alan tutuyoruz ve herhangi bir işgal gücünün bu alanlarına girmesine izin vermiyoruz. En çok yarı hareketli oluyoruz. Gerillamızın önüne konulan görev gereği böyle üsleniyor ve böyle hareket ediyoruz.
TC devleti 17 Ağustos’ta bu yana hava saldırıları yapıyor, top saldırıları aralıksız sürüyor. Şimdi de “tam saha pres” yaparak gerilla üslenme sahalarımıza kara operasyonu yapacaklarını söylüyorlar. Birileri de bozuk ve kırık Türkçesiyle “kara operasyonu yapılabilir, her an” diyor. Ve birileri “dört koldan kuşatıldılar ve Çakurna’ya üs kuracağız” diyor.
Ne de olsa bu sözleri sarf edenlerin tümü sömürgeci. Ve çoğu sömürge valisi, sömürge bakanı. Bunun için de Kürdistan onların babalarının çiftliği, ve kültürel yayılmalarının poligonu. Sömürgecilerin karakterlerini biz sadece Kürdistan’da yaptıklarıyla bilmiyoruz. Başka halklara karşı sömürge valilerin ve sömürgecilerinin yaptıklarını okumuş ve görmüşüzdür. Bunun için sömürgecilerin ve işgalcilerin söylediklerine kafamız takılmaz. İstediklerini söylesinler. Ne de olsa ağızları torba değil ki kapatalım ve dikelim.
Ama bizim de dediğimiz gibi söyleyeceklerimiz vardır ve bunları biz kısa bir iki cümleyle dile getirelim. Binlerce gerillamızı -özelde de güneydeki güçlerimizi -biz tim hareketine geçirirsek ve bunların yönünü kuzey ve kuzey batıya yönlendirirsek ne olur acaba? Daha somut olarak on yıllardır dağlarda yaşayan, gerillacılık ve komutanlık yapan yüzlerce gerillamızı bu timlerin başlarına verecek olursak acaba ne olur? Bir müddetliğine başka kimi ideolojik, kültürel, sosyal, ekolojik, basın, eğitim çalışmalarımızı durdurursak ve bu tecrübeli komutanlarımızı kuzeye ve kuzey batıya yani Akdeniz’e, Ege’ye, Marmara’ya, Karadeniz’in bu kez en batısına, İç Anadolu’ya derken Türkiye içlerine 4-5 kişilik timler halinde gönderirsek, birde bunları otonom guruplar olarak örgütleyip harekete geçirirsek acaba sonuçları ne olur diye düşünen var mı?
Biz Türkiye’de Kürt sorununu uzun yıllardır demokrasinin uzlaşı diliyle çözmek istediğimiz için bu Tam Saha Yaygın Gerillayı bugüne kadar pratize etmedik. Ağırlıklı ülkemizde kaldık ve ara sıra işin ciddiyetini göstermek için Karadeniz ve Akdeniz hattında bir iki girişim yaptık. Ama Demokratik çözüm yerine illa askeri faşizan dil çözüm seçeneği olarak önümüze konuluyorsa bizim de yapacağımız Tam Saha Yaygın Gerilla olacaktır. Tam Saha Yaygın Gerilla için öce Kürdistan gençlerini dağlara çağırıyoruz. Ve tabi Türkiye’nin aydın, demokrat ve genç yüreklerini de bu mücadelede faşizme hem de faşizmin yeşiline karşı durmaya çağırıyoruz.
Tam Saha Yaygın Gerilla için düğmeye basacak olursak olacakları şimdi o Mareşaller, o yeşil faşizme teslim olmuş yazarçizerler, sahte stratejist merkezleri araştırsın.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
12 Eylül faşist-askeri darbesinin otuzikinci yılına giriyoruz. Bu yıl dönümünde tepki ve protestolar yaygın olsa da, halâ ne darbeyi ne de darbecileri yargılayabilmiş değiliz. Herhalde otuzbir yıllık süre içinde faşist-askeri darbesini yargılayıp mahkum edememiş tek toplum ve ülke biziz.
Gerçi geçen yıldan beri AKP hükümeti sözde 12 Eylül’ü yargılıyor gibi görünüyor. Fakat gerçekten yargılıyor mu, yoksa tarih karşısında meşrulaştırmaya mı çalışıyor, pek belli değil. Daha çok kendi hükümetine karşı planlanıp da yapılamamış olan darbeleri yargılamaya çalışıyor. Bizim farkımız da işte bu: Hükümetlerimiz başarılı olan darbeleri yargılayamazlar, ancak başarılı olamayan darbeleri yargılayabilirler.
Peki 12 Eylül faşist-askeri darbesi yargılanmadan ülkemiz demokratikleşebilir mi? Hayır, bu asla gerçekleşemez. Böyle bir durumda gerçekleşene “12 Eylül demokrasisi” veya “Cunta demokrasisi’ denebilir ancak. Bunun da demokrasi değil, bir “Ucube” olacağı açıktır. Nitekim AKP’nin ülkemizde yarattığı da işte böyle bir ucubedir.
AKP ucubeliği yada AKP’nin yarattığı Türkiye portesi bununla da sınırlı değil. Örneğin bunun bir de dış ilişki veya diplomatik boyutu var. Başbakan Tayip Erdoğan 12 Eylül günü Mısır, Tunus ve Libya gezisine çıkıyor. Nedense 12 Eylül günü böyle belirgin işler yapmayı pek seviyor! Geçen yıl 12 Eylül’de anayasa değişikli referandumu yapmıştı. Bu yıl da tarihi Kuzey Afrika gezisine çıkıyor.
“Ne var bunda, Türkiye’nin başbakanıdır, istediği yere gider” denebilir. Evet doğrudur, istediği yere gidebilir. Fakat hangi yüzle? Bir yere giderken her halde biraz politik tutarlılık gerekir. Daha dün Hüsnü Mübarek, Muammer Kaddafi rejimleri AKP’nin “Kardeş rejimleri” idi. Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül bu yönetimlerden ödül almaktan pek memnun kalıyordu. Ahmet Davutoğlu yönetimi Ortadoğu’da “Sıfır problem” diplomasisi yürütüyordu. Tayyip Erdoğan neredeyse kendini “İslam lideri” olarak görüyordu.
Sonra birden durum değişti. ABD ve NATO’nun Libya’ya savaş ilân edeceği anlaşılınca AKP’nin politikalarında da değişiklik oldu. Bir anda AKP Türkiyesi “Kardeş yönetimlere” karşı savaşın karargahı haline geliverdi. Sonuçta en son Kaddafi rejimi de düştü. Beşar Esat yönetimine karşı savaşın karargahı olamaya ise devam ediliyor.
Şimdi Başbakan Tayyip Erdoğan sözkonusu Arap ülkelerine işte bu gelişmeler ardından gidiyor. Dün Mübarek ve Kaddafi yönetimleriyle kardeşti, bugün de onları yıkan yönetimlerle kardeş! Dün Mübarek ve Kaddafi ile kucaklaşıyordu, bugün de onları yıkanlarla!
Tayyip Erdoğan’ın bu ülkerlere gidişte neden bu kadar acele ettiği ise bir sır. Acaba yaşadığı tutarsızlığı maskelemek mi istiyor? Yoksa Arap ülkelerinin denetimden çıkmasını, demokratikleşmesini engellemeye mi çalışıyor? Bozulan ilişkiler sonucunda İsrail’i buralardan tehdit etmeyi mi düşünüyor? Yoksa Mısır, Tunus ve Libya’nın yeni yönetimlerinin “PKK ile ilişki kurabilecekleri”nden endişelenip de bunu önleme kaygısını mı güdüyor?
Belkide bunların hepsidir. Fakat Kuzey Afrika’ya gider ve İsrail ile atışırken Başbakan Tayyip Erdoğan’ın akılında hep “PKK ile savaş” olduğu netçe anlaşılıyor. Çünkü İsrail’i suçlarken en güçlü argüman olarak “Tamirdeki heronların geri gönderilmemiş olmasını” kullanıyor. Heronların da PKK savaşın da iş yaptığını herkes biliyor.
AKP yönetimi altında Türkiye ne garip bir ülke haline geldi! Sözde herkese karşı barış politikası izler ve akıl hocalığı yaparken, bir anda kendini herkesle savaş içinde buldu. Eski Arap yönetimlerine karşı savaşan NATO’nun harekât karargahı! İsrail ile diplomatik savaş ya da söz düellosu askeri çatışmaya dönüştü dönüşecek! Son yılların yakın dostu İran ile “Füze kalkanı projesi” ardından gelinen savaş noktası! Ve tabi en önemlisi PKK ile savaş!
AKP hükümeti “Teröre karşı mücadele” adı altında yürüttüğü “Kürt savaşını” sadece Türkiye sınırları içinde de yürütmüyor; Suriye, Irak ve İran içinde bütünlüklü yürütüyor. “PKK’yi etkisizleştireceğim” adı altında Suriye, Irak ve İran’daki Kürt politikalarını da yönetmeye çalışıyor. Ortadoğu yeniden yapılanırken “Acaba Kürtleri nasıl statüsüz bırakırım” kaygısı ve arayışı içinde hareket ediyor.
Ülke ve toplum olarak esas portemiz, AKP’nin yürüttüğü bu “Kürt savaşı”nda açığa çıkıyor. Şimdi işler çıkmaza girince bazı köşe yazarlarımız utangaç bir üslupla da olsa AKP’yi eleştirmeye çalışıyorlar. Böylelerine ‘”Şimdiye kadar neredeydiniz?” diye sormak gerekiyor. AKP toplumumuzu adım adım bu iç çatışmaya götürürken, neredeyse medyanın tamama yakını PKK’yi eleştirmek ve AKP’yi övmekle meşguldü! Başbakan Tayip Erdağan’ın “Medyadan destek bekliyoruz” talimatı ardından tüm medya psikolojik savaş organı haline geldi. Sözde en çok AKP karşıtı olan ve AKP’yi eleştirmek isteyen bile, söze başlarken “PKK’nin terörü zaten tasvip edilemez” diyerek giriş yapıyordu. Halbuki medya tutarlı davransa, biraz demokratik tutum gösterse, psikolojik savaşa bu denli angaje olmasaydı, o zaman AKP ülkemizi böyle dört yandan karma karışık bir savaşın içine sürükleyemezdi.
Demekki gelinen bu noktadan herkes sorumlu. Kimisi ülkemizi bu noktaya getirendir. Kimisi kraldan daha kralcı bir tavırla yardakçılık yapandır. Kimisi gerçeği gördüğü halde görmezden gelen ve ses çıkarmayandır. “En iyiyim” diyen de AKP faşizmine karşı yeterli mücadele etmeyen veya edemeyendir.
Dikkat edilirse, toplum olarak neredeyse tanınmaz haldeyiz. Hiç kimse kendini tutarlı demokrasi çizgisinde izah edebilecek, portesini çizebilecek durumda değil. Peki bu neden böyle? İşin içinde Kürt sorunu olduğu için, Kürtlere karşı sömürgeciliği de aşan bir kültürel soykırım politikası izlendiği için böyledir. Eğer Kürt sorunu işin içinde olmasa, o zaman toplumumuz böyle tanınmaz halde olmaz, AKP de böyle faşist bir politika izleyemez.
Öyle yapılmaya kalkılsa herkesin gerçek yüzü hemen açığa çıkar. O durumda ne “demokratlık” adına AKP faşizm uygulayabilir, ne de “solculuk” adına AKP yardakçılığı yapılabilir. Bunları “görünmez”, her kesimi “tanınmaz” kılan Kürtler üzerindeki kültürel soykırım ve bunun yarattığı şoven milliyetçiliktir.
Bu noktada kendini tanıyamayanlara, eğer isterlerse kendilerini tanımada yardımcı olacağı düşüncesiyle Albert Memmi’nin “Sömürgecinin Portesi Sömürgeleştirilenin Portesi” kitabını okumalarını öneriyoruz. Gerçi kitap yirminci yüzyılın ortalarında yazılmış, fakat yinede sömürgeci tutumda ısrar edenler için öğreticidir. Yine Tunus ve diğer Arap ülkelerindeki sömürgecilikle Kürtlere uygulanan kültürel soykırım çok farklıdır. Fakat böyle olsa da kitaptan edinilecek ders çoktur.
Söz konusu kitabı en başta AKP yöneticilerinin okumasında çok yarar vardır. Okumalıdırlar ki, “Neron kompleksi”nin ne demek olduğunu öğrensinler ve her birinin Kürtler karşısında giderek nasıl Nneronlaştıklarını iyi görsünler! Tabi en çok da Başbakan Tayyip Erdoğan gerçeğini iyi tanıyabilsinler!
Kitabı kendine solcu, liberal, demokrat diyenlerinde okumalarında, eğer okumuşlarsa bu süreçte bir kez daha okumalarında yarar vardır. Eğer okurlarsa, o zaman “PKK’nin ve Kürtlerin niçin böyle yaptığını” biraz daha iyi anlayacaklardır. Aynı zamanda “Kürtlere akıl verme” tutumunun nerden kaynaklandığını iyi görecekler ve “Solcu sömürgeci” duruşunu biraz aşabileceklerdir.
Tabi söz konusu kitabı Kürtlerin ve özellikle gençlerin okumasında da yarar vardır. Hem de kendisini en özgürlükçü ve mücadele görevini başarıyla yapıyor sananlar en başta okumalıdırlar. Okumalılar ki, “Tüm yük üzerimize kalmış” ve “Biz iyi durumdayız” yanılgılarını aşabilsinler. Vücudu ve ruhu sakatlanmış Kürt halk gerçeğini, ilgi ve duygu yitimini yaşayan insan gerçeğini iyi anlayabilsin ve bu durumdan kendilerini radikal olarak kurtarabilsinler!
İşte o zaman her birimiz gerçek portemizi daha iyi tanır ve kişilik devrimimizi daha doğru ve tam yaparız. İnsanlar ve toplum kendini tanıyıp doğruya ulaştıkça da AKP’nin ucube yönetimi ve çağdışı faşizmi aşılıp gider.
Adil BAYRAM
Özgür Gündem
- Ayrıntılar
Bugün 12 Eylül 1980 faşist rejiminin yıldönümünüdür. 12 Eylül faşist cuntasını her yıl ele alıp değerlendiririz. Türkiye halkları açısından ortaya çıkardığı büyük yaraları, onarılmaz tahribatları ve tabii ki bir de kurumsallaştırdığı faşizmi de hep birlikte değerlendiririz. 12 Eylül cuntasını değerlendirdikçe insanlık karşıtı nasıl faşizan bir eylem olduğunu hep birlikte söyleriz. Ve bugün Türkiye ve dünyada -az sayıda insan dışında- 12 Eylülü lanetlemeyen yoktur. Herkes halkların bağrına uluslar arası küresel güçlerin eliyle saplanan bu uğursuz, melun faşizan hareketten çok çekmiştir.
Tuhaf gelebilir ama Türkeş bile bu cuntadan çekmiştir. Öyle ki zindana atıldıktan sonra “fikirlerimiz iktidarda ancak biz içerdeyiz” manasında söylemlerle şaşkınlığını saklayamamıştır. Halbuki Alparslan Türkeş 1950’lerde Amerika’ya giderek Florida’da özel eğitim almış bir amerikancıdır. Nasıl eğitilip gönderildiğinin hikayesini bilmeyen yoktur. Ama dediğimiz gibi buna rağmen 12 Eylül cuntası yaşandığında Türkeş bile içeriye alınmıştır. Malum, sonrada geliştirilecek olan; Kenan Evren’in deyimiyle; “bir solcu almışsak, bir de sağcı aldık” cümlesi ile “herkese aynı ölçüde yaklaştık,” esasta ortaya çıkarılmak ve de bölgeye yapılmak istenen müdahalenin üstünü örtmek için yapıldığını bugün daha iyi anlaşılıyor.
Çokça askerlerin laik oldukları, İslam karşıtlıkları olduğu söylenir. Sanıldığının ve söylendiğinin tersine Türkiye’de ılımlı İslam hareketlerini en çok geliştiren hareket 12 Eylül cuntasıdır. Türkiye’de en çok kuran kurslarını açan, imam hatip okullarını açan, din görevlerini hem de kendi dokunulmaz diye belirlediği anayasa maddelerine söz verdirterek görevlendiren yine 12 Eylül faşist cuntasıdır.
12 Eylül cuntası başa geldiğinde Fettulah Gülen’in sözlerini hatırlatmak bile söylenmek istenenleri açıkça gözler önüne serer. 12 Eylül faşist cuntasını 1980 yılında başa gelmesine dönük Fettullah Gülen Sızıntı dergisinde “Karakol” başlıklı yazısında methiyeler düzmektedir.
“Millet teknesi, sağa sola yalpa yapan bir vapur gibi, batması her an. Dillerde bin bir yabancı türkü, dudaklarda bin bir öldürücü şarap…Kimi erotizmle sarhoş, kimi libido ile kimi existansiyalizmden medet umuyor, kimi hezeyan felsefesine dilbeste… Tatmin edilememiş, doyurulamamış ve hatta terkedilmiş bir neslin, çeşitli kamplara ayrılması ve birbirini kıran kırana öldürmesi gayet normal değil mi? Bu güne kadar onun iç inkırazını sezebildik mi? Onu soysuzlaştıran sebeplere inebildik mi? Halbuki, ona canavarlık öğreten tiranlar karşısında, siyanet meleği gibi onun yanında olmalı değil miydik…Yıllardan beri, bin bir saldırı ile rehnedar olmuş bir bünye, böyle hemen bir mualece ile iyi edilemeyeceği de muhakkaktı. Daha köklü ve daha gönülden bir hareket gerekliydi ki, milli bünyeyi kemiren yıllanmış seretanlar (kanser) bertaraf edilebilsin. Ve işte şimdi, bin bir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluû saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz… Sahnenin bu rengârenk aldatıcılığı, ortalığı inleten valsin korkunç uyutuculuğu ve kostümün göz bağlayıcılığı karşısında, oynanan oyunun gerçek yüz ve vahşetini ilk sezen, son karakolun kahraman bekçileri oldu. Bu sezme, ümit dünyamızda yeniden kendimize gelmemizi ve kendi kendimizi idrak etmemizi temin etti. Aslında buna bir sezme demek de uygun değildir. Bu, düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimâî bünyenin, haricî bir kısım erâciften temizlenme, arındırılma ve aslına ircâ zaferi. Bu zafer, kendinden ümit edilenleri getirdiği takdirde, Türk’ün zaferler hanesinde en muallâ yeri işgal edecektir. Böyle bir ilk tefahhüs ve sezişe, başka bir yazımızda selam durulmuş ve gaziler ocağının yiğit eri Mehmetçiğe teşekkürler sunulmuştu” diye yazacaktır. Evet, “Aslında buna bir sezme demek de uygun değildir. Bu, düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimâî bünyenin, haricî bir kısım erâciften temizlenme, arındırılma ve aslına ircâ zaferi. Bu zafer, kendinden ümit edilenleri getirdiği takdirde, Türk’ün zaferler hanesinde en muallâ yeri işgal edecektir. Böyle bir ilk tefahhüs ve sezişe, başka bir yazımızda selam durulmuş ve gaziler ocağının yiğit eri Mehmetçiğe teşekkürler sunulmuştu” diye söylüyor Fettullah Gülen 12 Eylül cuntasına ve ne kadar minnettar olduğunun altını özenle çiziyor.
Söylemek istediğimiz Akepe ya da Fettullah Gülen çevrelerinin anti militarist olmadıklarıdır, anti 12 Eylülcü olmadıklarıdır. Tersine cuntacı olduklarıdır. Ve cuntacılar tarafından özenle geliştirildikleridir. Birileri diyecektir ki 12 Eylül cuntası geldi ve bir nevi mecburen ayakta kalabilmek için Fettullah Hoca cuntacılara methiyeler düzmüştür. Ancak öyle olmadığını 12 Eylül 1980 cuntası öncesinden Fettullah Hocanın 1979 yılında Sızıntı dergisinde “Asker” başlıklı yazısında ise: “Her milletin tarihinde askeri bir tepe varlıktır... Bir de anadan doğma asker-millet vardır. O, asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür. Âşıktır askerliğe, serhat boylarına, akına ve kavgaya... Onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük... Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçilmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam...” diyerek ne kadar militarist, milliyetçi ve ırkçı olduğunu gösteriyor.
Fettullah Gülen’den Akepe’ye giden yol ise zaten biliniyor. Bunlar yetmiyor ise Akepe’lilerin bugün 12 Eylül 1980 anayasasına faşist generallerden daha ileri düzeyde savunduklarına ve sarıldıklarına bakmamız yeterlidir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Zorlu ve tarihi öneme sahip bir mücadele sürecini yaşıyoruz. Zorluklar kadar kazanma imkan ve fırsatları da büyük. Belki de yakın tarihte ilk defa özgürlüğü kazanmaya bu kadar yakın oluyoruz. Fakat bu da kendiliğinden elde edilmiyor, zorlukları yenen başarılı bir mücadele ile kazanılması gerekiyor. Elbette bunun için de doğru ve derin kavrayış ile herkesin kendi üzerine düşen görevi başarıyla yapması gerekli oluyor.
Zorluk sadece Kürtler açısından sözkonusu değil, bütün Ortadoğu halkları zorlu bir mücadele sürecinden geçiyor. Daha çok da kapitalist modernitenin ortaya çıkardığı tiranlıklar büyük zorluklar yaşıyor. Halklar için özgür ve demokratik yaşam umuduyla dolu bir “Bahar” yaşanırken Birinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı ulus-devlet diktatörlükleri bir bir düşüyor. 2011 yılının olayları Ortadoğu’yu neredeyse altüst ediyor.
Genelde olduğu gibi, Kürdistan üzerinde hükümran olan devletler de çok zorlu bir süreci yaşıyor. Kaddafi’den sonra düşme sırasının Beşer Esat’a geldiği noktasında hemen herkes birleşiyor. Belki 2011 yılı Esat rejiminin sonuna da tanık olur. Ondan sonra da sıranın İran’a geleceği ve esas çatışmanın İran’da yaşanacağı açıkça görülüyor. Yani İran rejimi de düşüşün eşiğinde bulunuyor. Tabi bir de AKP iktidarı var. Komşularla “Sıfır problem” diplomasisi ile yola çıkıp da sonunda tüm Ortadoğu’ya yönelik NATO savaşının karargahı haline gelen AKP! Onun sonucunun ne olacağı da pek hayra alamet görünmüyor.
Bütün bunlara rağmen, tüm bu rejimlerin hiç biri de Kürtlere saldırmaktan geri durmuyor. Yıkılmanın eşiğindeki Esat yönetimi hala “Kürt halkının demokratik haklarını tanıyoruz” diyebilmiş değil. Ahmedinecat yönetimi ise Kandil ve Xinêre üzerinden açık bir savaş yürütüyor. AKP hükümetinin ise, “PKK ile görüşmeyin” diye İran ve Suriye yönetimlerini sürekli uyardığı bilgileri geliyor. Dikkat edilirse, ölüm döşeğindeler ama halâ “Kürtler kazanmasınlar” diye çalışıyorlar. Kendilerinin kaybetmelerini önlemekten önce ve daha çok Kürtlerin kazanmasını önlemek için çaba harcıyorlar.
İşte bu gerçeği tüm Kürtlerin çok iyi görmesi ve anlaması gerekiyor. Bu öyle normal bir karşıtlık durumu değildir, hastalık düzeyine ulaşmış bir Kürt düşmanlığı durumudur. Dolayısıyla da mevcut rejimlerin Kürt sorununu çözeceği beklentisi adeta bir hayale benzemektedir. O halde geriye ne kalıyor? Kürtlerin gerçekleri iyi görmesi ve çözümü kendi güçleriyle direnerek yaratması! Bunun dışında başka bir yolun kalmadığı ortadadır. İşte bunun için de herkesin tarihsel görev ve sorumluluğunu doğru anlaması ve bunların gereğini pratikte yerine getirmesi gereklidir.
Herkesin üzerine düşen görevin gereğini yapması ne demektir? Bu konuda Kürtlerin programı tarihin bütün dönemlerine göre çok daha netleşmiş durumdadır. Birincisi, Demokratik Toplum Kongresi 14 Temmuz tarihli oturumunda “Demokratik Özerklik İlanı”nda bulunmuştur. Başta gençler ve kadınlar olmak üzere tüm toplumu “Demokratik Özerkliği inşa etmeye” çağırmıştır. Bu, son derece somut bir görevdir ve istisnasız herkes için geçerlidir. herkesin bulunduğu her yerde, köyde, kasabada, mahallede, şehirde demokratik özerklik inşa çalışmasını bir seferberlik düzeyinde yürütmesini gerektirir. O halde herkese şunu sorabiliriz: Demokratik Özerklik inşa çalışmaları nasıl gidiyor? Ne kadar ne kadar ilerleme oldu, nereye gelindi? Varsa ne tür sorunla karşılaşılıyor?
İkinci görevi Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan belirlemiştir. Kürt sorunun barışçıl siyasi çözüm müzakeresi için gerekli karar tasarılarını hazırlayıp AKP hükümetine sunduktan sonra, “Hükümet barışçıl-siyasi çözümün önünü açıncaya kadar benim yapabileceğim bir şey kalmadı” demiştir. Meclisin ve hükümetin bu konuda adım atıp kendisine rol tanımasını istemiş, kendisinin “Sağlık, güvenlik ve özgür hareket edebilme” sorununun olduğunu belirtmiştir.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın “Sağlık sorunu”, “Güvenlik sorunu” ve “Özgür hareket edebilme sorunu”, elbette başta tüm Kürtler ve demokratik güçler olmak üzere tüm Türkiye toplumunun ve devletinin görevidir. Çünkü İmralı’da ağır tecrit koşulları altında tutulmaktadır ve bundan AKP hükümeti, TC Devleti ve küresel sistem sorumludur. Bunlarla birlikte bu sistem altında yaşayan, bu sistemin varolmasına evet diyen toplum ve toplumlar sorumludur. Elbette en çok da Kürtler sorumludur. Çünkü kendi Önderlerinin durumu sözkonusudur. Önderlerinin durumu doğrudan kendi durumları demektir. Önder Abdullah Öcalan’ın durumuna ilişkin sorumlulukların yerine getirilmesini sağlatma görevi herkesten önce Kürtlerin üzerindedir. Ve her Kürt bundan sorumludur, herkesin bu konuda görevi vardır. Herkesin kendi görevini yapması demek, Kürt Halk Önderi’nin “Sağlık, güvenlik ve özgür hareket edebilme” sorunu konusunda üzerine düşen görevin gereğini yerine getirmesi demektir. O halde bu noktada herkese şunları da sorabiliriz: Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın sağlı, güvenlik ve özgür hareket edebilme durumu nasıldır? Sağlığı ne kadar yerindedir? Güvenliği ne kadar sağlamdır? Özgür hareket edebilme imkânı ne kadar vardır?
Burada bir hususun daha altını çizmek önemlidir. Tüm Kürtler için ifade ettiğimiz bu görevler birbiriyle bağlı ve iç içedir. Bunları birbirinden ayrı düşünmemek, ele almamak ve birbirinin önüne koymamak gerekir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın sağlı, güvenlik ve özgür hareket edebilme durumu ile demokratik özerkliğin inşası elle tırnak gibi birbirine bağlı ve iç içe bir durum arzetmektedir. Biri olmadan diğeri olmaz. Birinin gelişimi mutlaka diğerinin gelişimini de sağlar. Kısaca Kürt Halk Önderi’nin sağlık, güvenlik ve özgürlüğü için mücadele, aynı zamanda demokratik özerkliği inşa mücadelesidir. Bunun tersi de doğrudur. Demokratik özerklik inşası Kürt Halk Önderi için özgürlük mücadelesidir.
Şimdi bu tarihi görevler karşısında Kürtlerin duruşu nasıldır? Kürt gençleri, kadınları, tüm toplum ne yapmaktadır? Bu tarihi göreve ne kadar sahip çıkmaktadır? Demokratik özerklik inşası ne durumdadır? İmralı tecridinden öteye, Kürt Halk Önderi’nin sağlı, güvenlik ve özgür hareket edebilmesi için ne kadar mücadele edilmektedir? İşte bu sorular çerçevesinde her an, her gün durum değerlendirmesi yapmak ve eksiklikleri aşmak gerekir.
Çünkü görevlerin tam sahiplenilmediği ve herkesçe yeterince yerine getirilmediği açıktır. Örneğin, yaklaşık elli gündür Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile avukat görüşü olmamıştır. AKP hükümeti tarafından avukat ve aile görüşü keyfi olarak engellenmektedir. Bırakalım Kürt Halk Önderi’nin özgür hareket edebilmesini, elli gündür durumu hakkında toplumun bilgisi yoktur. Sağlığı, güvenliği nasıldır bilinmemektedir. Durumu tümüyle endişe verici hale gelmiştir. O halde Kürt gençleri, insanları neyi beklemektedir? Gün mücadele günüdür ve bu da herkesin görevidir. Herkes görevini yaparsa tarihi süreç kazanılır.
Burada birkaç yetersiz yaklaşıma dikkat çekmek de önemlidir. Örneğin, yukarıda belirttiğimiz iki görevi birbirinden ayırmak kesinlikle yanlıştır. O durumda mücadele alanını daraltma ve tek yanlı kılma yaşanır. Diğer yandan, Kürt Halk Önderi ile görüşülmesi önemli olmakla birlikte, her şeyi avukat görüşmesine bağlamak doğru değildir. Kaldiki son görüşmede Kürt Halk Önderi de avukatlara “Artık gelmeyebilirsiniz” demişti. Kürt halk Önderi’nin sorunu artık avukat görüşmesinin yapılıp yapılmaması sorunu değildir; kendisinin de açıkça ifade ettiği gibi sağlı, güvenlik ve özgürlük sorunudur. Bir de Kürt Halk Önderi söyleyeceğini söylemiş, yapacağını önemli ölçüde yapmıştır. Artık iş yapma, mücadele etme sırsı Harekette ve halktadır. Her şeyi Önderlikten beklemek, kendi görevimizi Önderliğe yüklemek doğru değildir. “İmralı’ya gitsek sorun çözülür” demek ve sadece bunun çabasını vermek doğru ve yeterli bir tutum olamaz.
Oysa yürütülecek mücadele, yerine getirilecek görevler çok açıktır: Bir, Kürt Halk Önderi’nin sağlık, güvenlik ve özgür hareket edebilme sorununu çözmek! İki, demokratik özerkliği yaşanan her yerde inşa etmek! Bunları da Kürt Halk Önderi değil, halkın kendisi yapacaktır! Biz yapacağız! Kürt gençleri ve kadınları yapacak! Hem de seferberlik düzenindeki bir çalışmayla yapacağız! O halde kendine “Apocu gençlik” diyen, “yurtseverim” diyen herkes görev başına!
Selahattin ERDEM
Özgür Politika
- Ayrıntılar
17 Ağustos'tan bu yana Medya Savunma Alanlarımıza TC devleti hava akınları yapıyor. Yüzlerce yeri vurmuşlardır. Hızlarını alamadıkları yerlerde ise izli mermilerle, fosfor bombalarıyla ormanlarımızı yakıyorlar. Ve mevcut durumda yakmadıkları yerler bırakmamışlardır.
Önceleri Silvan’daki asker ölümlerini gerekçe yapan TC devleti ardından da Çukurca'daki pusuyu gerekçe göstererek hava saldırılarını başlatmışlardır. Halbuki herkes biliyor ki -bunların içerisinde TC eski genelkurmay başkanı da dahildir -biz eylemsizlik ilan ettiğimizden kesinlikle harfiyen bu tek taraflı eylemsizlik kararımıza harfiyen uymuşuzdur. Bunu dediğimiz gibi eski genelkurmay başkanları bile dile getirmiştir. Ancak herkeste biliyor ki TC devleti, hükümeti ve ordusu tek taraflı ateşkes veya eylemsizlik kararlarımıza her zaman saldırılarla cevap vermişlerdir. O meşhur olan 1993 tek taraflı mart ateşkesimize bile TC devleti, hükümeti ve ordusu ateşle cevap vermiştir. Örneğin 3 Nisan 1993 günü Pazarcık alanının Gani dağında 11 yoldaşımızı hunharca ağır teknikle katledilmiştir. Faşist rejim hızını alamamış o zaman ağır yaralı düşmanın eline geçen Seyidxan-Kendal yani Hüseyin Matur yoldaşımızı panzerin arkasına takarak kilometrelerce halatlara bağlı bir şekilde yerlerde çekerek katledilmiştir. (Bu söylediklerimize inanmayanlar Bejan Matur’a sorsunlar. )
Evet dediğimiz gibi TC devleti, hükümetleri ve ordusu tüm ateşkes ve tek taraflı eylemsizliklerimize karşı hep saldırı içerisinde bulunmuştur. Her zaman kendilerince bizim zayıfladığımızı düşünerek bunu yapmayı kendilerine erdem bilmişlerdir. Çoğu zamanda tek taraflı ateşkes ve eylemsizliklerimizi kendilerine fırsat bilerek saldırdıkça saldırmışlardır. Tarihimizde en büyük kayıplarımızı genel olarak eylemsizlik süreçlerinde yaşadığımızı ilgili olan herkes bilir. 1999 yılında tek taraflı başlattığımız geri çekilmemize TC devleti korkunç bir saldırıyla cevap vermiştir. 400’ün üzerinde yoldaşımız şehit edilmiştir. Yine onlarca yoldaşımız düşmana esir düşmüştür. Yüzlercesi ağır yaralanmıştır.
Evet, TC devleti hiçbir zaman ilan ettiğimiz tek taraflı ateşkes ve eylemsizliklerimize dürüst yaklaşmamıştır. Hep katletmenin gerekçesi haline getirmek istemişlerdir. Utanmaz bir şekilde hep saldırdıkları halde bizim saldırıya geçtiğimizi söylemeden de edememişlerdir. En son olarak ta sözde Silvan eylemini ve Çele eylemini gerekçe göstererek “bıçak kemiğe dayandı” diyerek halkımıza ve gerillaya karşı daha geniş planlı saldırılara geçmişlerdir.
Sizin için bıçak kemiğe dayanmıştır ancak bizim için bıçak onlarca kez kemiği param parça etmiştir, kesip atmıştır. Kaldı ki dediğimiz gibi saldırı halinde olan devletin, hükümetin ve ordunun kendisidir. Biz yaptığımız açıklamalarımız temelinde yürüyüşümüzü harfiyen bu sözlere denk sürdürmeye devam ediyoruz. Sözü edilen Silvan eyleminde düşman araziye bizi imha etmek için çıkmıştır. Çele eyleminde ise sınıra askeri güç yığan bir güce karşı eylem yapılmıştır. El konulan askerlere dönük ise burası Ringo’nun ahırı değil ki her elini kolunu sallayan ülkemize girip çıksın. Kaldı ki bu askerler ve uzmanlar özel JİTEM çalışması için görevlendirilen askerlerdir.
Sonuç olarak TC devleti tüm yalanlarını ve yalan yayan kimi sahte liberal yazarını da örgütleyerek saldırıya geçmiştir. Sözde sol geçinen kimi sahtekarı da yanına alarak bu saldırılarına meşruiyet kazandırmak için her şeyi yapmayı hedefliyor. Bunlar yetmediği için sahte Kürtleri, geçmişte özgürlük hareketinin karşısında müflis durumuna düşmüş tipleri, Almanların ajanlarını, devlete ajanlık yapan köstebekleri, iflas etmişleri derken İran devletini, büyük güneyde ezelde TC devleti ajanlığını yapan bazı kesimleri de yanına alarak bu saldırılarını hem artıyor hem de yaygınlaştırmak istiyorlar.
Biz sadece; geleceğiniz varsa göreceğiniz da var diyoruz. Ve sizin bu saldırılarınıza karşı yapacağımız tek bir değişiklikle Türkiye’nin altını üstüne getireceğimizi de alenen belirtiyoruz.
Karayılan yoldaşımız gerillanın yüzde beşinin harekete geçtiğini söylemişti. Aynen öyledir. Biz yıllardır dağlarda oluşturduğumuz tüm kurumlarımızı dağıtırsak, fes edersek ve tüm gücümüzü takım örgütlemesi temelinde timlere bölersek o zaman Türkiye’nin başına geleceklerini sadece Türkiye değil, Türkiye’yi kiralık ve taşeron katil olarak kullananlar bile altında kalkamaz.
Somut olarak bir timimiz Karadeniz’de neler yaptığını herkes görmüştür. TC devleti aylarca binlerce hatta on binlerce asker, polis, korucu, JİTEM’ci yığarak ancak altında kalkabilmiştir. Şimdi ise biz sizin söylediklerinizle 5000 gerillamızı tim hareketine tabi tutarsak ne olur? O zaman Türkiye’de taş üstüne taş kalacak mıdır? Ya da İran böyle yerinde kalabilecek midir? Ya da ABD Ortadoğu’da böyle yerinde duracak mıdır? Ya da Ortadoğu’da TC devletiyle işbirliği yapan hangi güç rahat yerinde duracaktır?
Evet, tahammülümüzü zorlamayın. 5000 gerillamızı tim hareketine tabii tutarsak bunlar 1000 deneyimli ve tecrübeli gerilla eder. Her bir timin başına on yıllardır gerillacılık yapan yoldaşlarımızı koyarsak o zaman en çok sabah çaylarımızı Akdeniz’de, Ege’de, Karadeniz’de, İstanbul’da ve Bolu dağlarında içeriz.
O zaman Kasımpaşa edalarının ve naralarının nasıl atıldığını herkse görebilecektir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Özgürlüğümüzü kazanmanın tam zamanıdır.
Tarihin hiçbir döneminde sahip olamadığımız büyük bir fırsat var önümüzde. Bu tarihi fırsatı değerlendirip değerlendirmemek tamamen bize kalmıştır. Tarih her zaman böyle büyük fırsatları bizim gibi halkların önüne koymaz. Bu fırsatlar bazen bin, bazen yüz, bazen de eli yılda bir gerçekleşir. Bu fırsatlar zamanında layıkıyla değerlendirilmezse belki de tekrar bin yıl, yüz yıl eli yıl daha beklemeye sebep olur. O halde tam da önümüze gelmişken bu tarihi fırsatı değerlendirmemezlik etmeyeceğiz.
Yarının özgür Kürdistan’ında özgürce hareket edebilmek için, korkmadan, güven içerisinde sevdiklerimizle yaşayabilmek için, adeta avuçlarımızın içine girmiş olan bu tarihi fırsata dört elle sarılacağız. Çünkü bu tarihi fırsatı değerlendirmenin her türlü imkanına fazlasıyla sahibiz. Arkamızda, halkımızın on, bin on beş bin yılın ötesine götürülebilen tarihi geçmişi, tarihte neredeyse uygarlığın bütün hâkim güçlerine kafa tutmuş halkımızın direniş geleneği, çağımızın dünya çapındaki en kapsamlı ve en ekili özgürlük hareketi olan PKK’nin amansız mücadele geleneği durmaktadır. Sadece Türk devletinin değil, uluslar arası ve bölgesel tüm hakim güçlerin yok etmek için her türlü imkanlarını seferber ettiği ama bir türlü baş edemediği PKK hareketinin yenilmezliği kanıtlanmakla kalmamış, arktık zaferini gerçekleştirmenin nihai aşamasına gelmiştir. Bu artık tartışılmaz bir gerçektir. Türk devletinin adeta çıldırmış halde kopardığı son savaş yaygarasının asıl sebebi, artık görmekte olduğu özgürlük hareketinin zafere gidiyor olması ve bunu önleyemiyor olmanın verdiği büyük korkudur. Şimdiye kadar denediği hile ve oyunların hiç birisi tutmadı. Yüzüne taktığı sahte maskelerin hiç birisi işe yaramadı. Yaptığı yalanların hiç birisi yutulmadı. Elinde kala kala tekrar o vahşi, barbar, katliamcı yüzüyle sahneye çıkmak oldu. Özgürlük hareketinin en büyük başarılarından biri de onun tüm sahte maskelerini düşürmesi, güya sevimli maskeler altında saklamaya çalıştığı canavarlığını çırılçıplak açığa çıkarmasıdır.
Artık saklayamayacağı en vahşi yüzüyle bir kez daha açığa çıkmış olan Türk devleti, Kürt gerillalarının üzerine filolar halinde savaş uçaklarını kaldırarak, tekniğin gücüyle güya yeni askeri strajiler devreye sokarak, büyük bir psikolojik savaşla PKK gerillaları karşısında yenilmiş, darmadağın olmuş, birbirine girmiş Notunun ikinci büyük ordusu olarak değerlendirilen o koca ordunun bir yerde yenilgisini de gizlemeye çalışarak sanki şimdiye kadar hiç denenmemiş gibi, adeta askeriyeye alternatif yeni polis, özel tim sistemlerini devreye sokarak sonuç alacağını sanmaktadır. Otuz yıldır koca ordunun ve ordunun arkasındaki bütün devlet kurumlarının yapamadığını sanki yüzü boyalı, iri kemik ve et yığınından oluşan korkunç görünümlü timler gerçekleştirecekmiş gibi bir hava estirilmektedir. Bunların artık küçücük Kürt çocukları üzerinde bile bir etkisi olmadığını bilmeyen yoktur. Şişirilmiş, yüzü boyalı bu ızbandutlarla Kürt çocuklarına bile geri adım attıramazken, Kürt halkına ve yılların büyük deneyimine sahip Kürt gerillalarına mı geri adım attıracaklar? Buna kendilerinin bile inanmadığını zaman zaman kendi ağızlarından kaçırdıkları sözlerden biliyoruz.
Bütün bunlar bir yana, bir gerçek var ki, artık Kürt halkının canına tak etmiştir ve Kürt halkının bundan böyle buna tahammül göstermesi mümkün olmamaktadır. Bu coğrafya üzerindeki yaşayışı ve yarattığı kültür, bilimsel bulgularla tarihi on on beş bin yıllarına kadar götürülebilen Kürt halkı gibi büyük bir halkın varlığı hala inkâr edilmektedir. Bir tavuğa, bir eşeğe, bir köpeğe bile kendi ismi veriliyor iken, tarihin ve bu coğrafyanın en kadim halkı olan Kürt halkının ismi ve kimliği dahi kabul edilmemektedir. Hala yok sayılmakta, varlığı görmezden gelinmektedir. Dünyanın başka bir yerindeki güya birkaç Türk’ün ana dilde eğitim hakkı için kıyametler koparılırken, nüfusu yaklaşık kırk milyon civarında olan Kürtlerin çocukları için ana dilde eğitim hakkı söz konusu olduğunda ikiyüzlülüğün, sahtekârlığın, inkârcılığın en gaddar halli sergilenmektedir. Zere kadar namusu, şerefi, guru olan hiçbir kürdün artık buna tahammül göstermesi mümkün değildir. Kürtler bundan böyle adeta bir köle gibi onun işçiliğini yapmayacak, gidip onların kapısında dilenciler gibi iş aramayacak, inşaatlarında çalışmayacak, onların kapı bekçisi, temizlikçisi, hamalı olmayacak, bağlarındaki fındığı, üzümü toplamayacak, bu tür işlerde artık daha fazla onurunu ayaklar altında çiğnetmeyecektir. En önemlisi de Kürt gençleri bundan böyle Türk ordusu saflarında yer almayacak, kendi halkına cephe alarak kendine düşman hale gelmeyecektir. Bu tarihi fırsat eşiğinde artık ne yapacaksa kendisi için yapacaktır. Kendini yurtsever bilen her bir Kürt bunun farkına varmıştır, varmayanlar da bundan sonra varmak zorunda kalacaktır. Varsın cumhurbaşkanıyla, başbakanıyla, generalliyle, Kürtlere düşman ağzı kanlı kalemşoruyla, şişirildikçe şişirilmiş et ve kemik yığını yüzü boyalı timi ve askeriyle Kürtler korkutulmaya çalışılsın. Kendi farkına varmış kürt insanının buna artık karnı toktur ve bunun için gereken cevap neyse vermeyi bilecektir.
Söz konusu cevabın ismi ne mi olacak? Kuşkusuz ki bunun adı halka savaşı olacak, gerçek bir halk savaşı. Bu savaşta, yediden yetmişe herkes yer alacaktır. Küçücük Kürt çocuklarının son birkaç yıldır yaptıkları göz önündeyken, Kürt gençlerinin yapacaklarını varsın bu savaşı başlatanlar düşünsün. Yediden yetmişe topyekûn bir halk olarak harekete geçildiğinde bunun yol açacağı sonuçları varsın bu güne kadar Kürt halına saygısızlıkta sınır tanımayan, önder APO’nun on sekiz yıldır tüm barış çabalarını boşa çıkarmaya çalışanlar düşünsün.
Bundan sonra bir Kürt nerede duruyorsa orada bir yangın, bir yıkım tehlikesi vardır. Elinde en az imkânın olduğu sıradan bir Kürt bile rahatlıkla bir fabrikayı, bir binayı, bir mağazayı, bir ormanı ateşe verebilir, bulunduğu yerde hayatı cehenneme çevirebilir. Bunun için tek bir kibrit çöpü bile yeter de artar. Artık onlar, bir ağacımızı yakıyorsa Kürt insanı bir ormanı yakacaktır. Onlar bir insanımızı öldürüyorsa, Kürt insanı devletle bağlantılı olan beş insanı öldürecektir. Ne çarşıda sokakta, ne evinde ne de görevinin başında hiçbir devlet görevlisi, hiçbir polis, hiçbir asker güvende olmayacaktır. Bunun için ilada elde bir bomba, bir otomatik silahın olmasına da gerek yok, bazen bir polisi, bir askeri öldürmek için bir iki bıçağın bulunması bile yeterli gelir.
Şüphesiz bu savaşta yediden yetmişe herkese yer vardır, ama yine de en büyük görev yiğit Kürt gençlerinin üzerine düşmektedir. Çünkü halk savaşının bel kemiği onlar olacaktır. Üzerine gidecekleri hedefi önceden belirleyecek, bazen bir kişi tek başına hareket edebileceği gibi, bazen iki veya üç, bazen on, bazen de daha kalabalık gruplar halinde büyük bir disiplin ve örgütlülük içerisinde hareket edecek, üzerine gidecekleri hedefi yıkmadan geri dönmeyeceklerdir. Kendi analarının, kız kardeşlerinin, polisin vahşi tekmelerinin ve coplarının altında kafalarının, kemiklerinin kırılıp parçalanmasına seyirci kalmayacak, arkadaşlarının kendilerinden koparılıp barbarca işkence edilmesine fırsat vermeyecek, bunun olduğu her yerde büyük bir cesaretle kendilerini yıldırmaya çalışan polis ve askerin üzerine yürüyecek, onların yaptıklarını onlara misliyle ödeteceklerdir. Eğer eli veya yüz polis yüzlerce insanı rahatlıkla kovalayıp dağıta biliyorsa, bilinsin ki bu gençlerin en büyük ayıbı olmaktadır. O halde buna fırsat vermemek için yiğitçe davranmak, her an hazırlıklı, örgütlü, planlı olmak şarttır. Polis ve askere karşı koymak için gerekli tüm araçlar önceden hazırlanmalıdır. Yaralayıcı, hatta öldürücü araçların hiçbirinden kaçınılmamalıdır. Binlerce genç erkek ve kızın aynı anda büyük şehitlerimiz Mustafa Malkoç ve Evrim Demirlerin ruhuna yakışır şekilde hareket ettiği yerde önlerinde hangi serseri polis ve asker dayanabilir. Kaldı ki böyle hareket etmek için her türlü maddi ve manevi değere sahip bulunmaktayız. Şehitlerimizin ruhuna yakışır şekilde hareket ettiğimiz takdirde Mısır, Tunus ve Libya gibi ülkelerin devriminden on kat daha büyük devrimler yapabilecek güçteyiz. Tarih önümüze böylesine bulunmaz bir fırsat koymuştur. Başkan APO’ya halkımıza, gerillamıza ve yakın sevdiklerimize sevgimizi kanıtlamanın günü bu tarihi günlerdir. O halde sevgimizin büyüklüğünü kanıtlayalım ve ülkemizin, halkımızın önder APO’nun özgürlüğünü gerçek kılalım.
Bütün bunları belirtmişken, küçük bir uyarıya da yer vermek yerinde olacaktır. Batman, Amed, Siirt, Van, Cizre vb. kentlerde düşürülüp birer serseri mayına dönüştürülen, uyuşturucu, fuhuş, hırsızlık işlerinde kullanılan, halkına zarar veren polisin denetimindeki gençlerin bir an evvel akıllarını başlarına toplamaları, yönlerini onları o hale getirenlere çevirmeleri, gerçek düşmanlarını görmeleri gerekir. Aksi takdirde başlarına geleceklerden yalnızca kendileri sorumlu olacaklardır.
Sabri Tolhıldan
- Ayrıntılar