Önder Apo ve Kürt Özgürlük Hareketi PKK, iki kelimeyle yola koyulmuştur: ‘Kürdistan Sömürgedir.’ Şuan üzerinde değerlendirmeye gidilse saatlerce konuşulacak iki kelimedir. Çünkü bu iki kelime üzerinden bugün bir demokratik halk hareketi yaratılmıştır ve tüm insanlığın, hiyerarşik-devletçi zihniyet tarafından sömürülen tüm toplumların, doğanın hatta evrenin sözcülüğünü yapmakta ve mücadelesini yürütmektedir. O gün itibariyle Kürt ve Kürdistan adına değerlendirmeye gidilecek çok fazla bir şey olmamasına rağmen, bir ruhun ürünü olarak geçmişinden aldığı güçle insanları ikna etme yeteneği vardı. Bu da öncesindeki 68 gençlik hareketi başta olmak üzere; tüm ezilmiş, sömürülmüş, zora baskıya maruz kalmış, yok edilmek, tarih sayfalarından silinmek istenmiş toplumların, hareketlerin yürüttüğü mücadelenin verdiği güç ve kararlılıktır. Bunun yanı sıra, tarihin derinliklerinden gelen, kaynağını evrenin özgürlük arayışından alan kültürel toplum olan Kürt halkının özgür yaşamdaki ısrarından kaynağını almaktadır.
Toplumlar iki dinamik güç üzerinden kendisini yaşanılır kılar. Bunlar da kadın ve gençliktir. Kapitalist sistemin bugün itibariyle kendisini toplumların hücrelerine kadar işlemesinin ve toplumsal değerleri zayıflatıp yok etme düzeyine gelmesinin temelinde yatan gerçeklik bu iki olgunun toplumsal etkinliklerinin zayıflatılmasıdır. Bu iki gücün etkisiz ya da işlevsiz olması demek toplumun dıştan gelişebilecek her türden saldırı karşısında hedef olması demektir. Bundandır ki dünyanın neresine bakarsak bakalım, sistemin en fazla üzerinde oyun oynadığı ve düşürmeye çalıştığı gerçeklik kadın ve gençlik olmaktadır. Çokça değerlendirildiği üzere ve Önderliğimizin de belirttiği üzere kadın düşürülmüş olduğu konumundan çıkarılmadığı sürece toplumun kendi öz değerleri temelinde yaşamasının imkânı yoktur. Bu gerçeklik yine gençlik için de geçerlidir.
Hiçbir toplum, geçmişinden bağımsız kendisini yarınlara ulaştıramaz. Geçmiş bugünün aynası olduğu gibi yarınların oluşturulmasında da en etkin ve belirleyici rolü oynar. Bundan kaynaklı geçmişin sadece geçmişte kalmadığını ve yaşanıp bitmediğini algıya çıkarmak önem arz etmektedir. Peki, geçmişi bugünle bütünleştirip, yarınların oluşturulmasına zemin hazırlayacak gerçeklik nedir? Kapitalist modernite, insanları günübirlik yaşamaya iterken, dününü unutturup yarınların süslü hayallerinde boğarken, toplumu kendi gerçekliğiyle yeniden kim buluşturacak? Çarpıtılmış tarihle bugünün sağlıklı yaşanamayacağını, özgür yarınların oluşturulamayacağını biliyoruz. Peki, sadece bilmek yetiyor mu? Bunun gerekleri nelerdir ve öncelikli olarak bu gerekleri yerine getirecek olan güç kimdir?
Muhakkak ki toplumun tüm bileşenleri bu sorumluluk altındadır. Toplumdaki herkesin içerisinde bulunduğu toplumun boğuşmakta olduğu sorunları çözme ve bu temelde mücadele içerisine girme yükümlülüğü vardır. Hakikatin bütünselliğinden bahsediyorsak eğer, bu gerçeklik kaçınılmaz olarak önümüze gelmektedir. Çünkü toplumu genlerine kadar parçalara ayıran hiyerarşik-devletçi sisteme karşı geliştirilecek bir mücadelenin toplumsal bütünlük sağlanmadan başarıya ulaşmasını beklemek beyhude ve boş umuttan öteye gidemeyecektir. Yediden yetmişe, geliştirilecek mücadele bilinciyle, kadınlı erkekli, omuz omuza girişilen bir mücadele ancak sistem karşısındaki zaferi getirecektir.
Ancak öncelikli olarak bu görev gençlerin omuzlarına yüklenmiştir. Çünkü her ne kadar bir bütünsellik gerekiyorsa, bu bütünselliği sağlayacak olan ve toplumun mücadele kararlılığını pekiştirecek olan gençliğin kendisidir. Gençlik toparlayan, örgütleyen, harekete geçen ve kendisiyle harekete geçirendir. Bugün sistemin gençliği olabildiğine geçmişsiz, dününden habersiz bırakmasının temelinde yatan gerçeklik de kaynağını buradan almaktadır. Geçmişinden kopmak demek toplumsal değer yargılarından, kültüründen kopmak demektir. Kültüründen ve toplumu ayakları üzerinde durduran değer yargılarından kopmak ise geleceksiz, sadece bugünle sınırlı kalmak demektir. Ancak oluşum bir an olsun durmamaktadır. Her an kendisini yenilemektedir. Gelişmeler çok farklı boyutlara evrilmektedir. Peki, bu oluşuma ya da zamana nasıl ayak uydurulabilir? Zamanın ruhu nasıl yakalanabilir, nasıl bu temelde olumlu bir pratiğin sahibi olunur? Geçmişinden kopmuş bir gençliğin özgür yarınlar oluşturması mümkün müdür? Ya da toplumun kendi varlığını koruması mümkün müdür? Öyle görünüyor ki verilebilecek tek bir cevap vardır. O da hayır!
İşte PKK hareketi bu gerçekliğin bilincinde, gençliğe öz sorumluluklarını kavratma ve bu temelde toplumu yaşanılır yarınlara ulaştırma kararlılığı ve inancıyla gençliğe yaklaşmaktadır. Kapitalist sistemin aksine gençliği daha da donatmakta ve ayakları üzerinde durdurarak topluma öncülük etme gücünü aşılamaktadır. Daha doğrusu toplumun gençlikten beklediklerini pratiğe koymaktadır.
PKK bir gençlik hareketidir. İlk etapta bu kulağa bir slogan gibi gelebilir. Ancak bu bir slogan değildir. Olabildiğine gerçek ve yaşanılırlığını sürdürmektedir. İlk grup aşamasından, partileşmeye kadar, ülke dışına çıkıp devrimci atılımlar yapmasına, gerilla sayısı on binlere ulaşıp paradigmal değişim sağlanıncaya kadar bir gençlik hareketi olarak PKK, demokratik direniş hareketlerinin saflarında yerini aldı. Nasıl ki şamanlara karşı doğal toplum gençliği bilinçlenme ve mücadele etme gereği duyduysa, şimdi PKK hareketi ve PKK’nin öncü gücü olan gençlik, şamanların yaratmış olduğu tanrılarla mücadele yürütüyor. Kürdistan başta olmak üzere; Kürtlerin yaşamış olduğu her hangi bir yere bakacak olursak sistemin Kürt gençleri üzerindeki baskı ve saldırılarını çok rahat göreceğiz. Çünkü PKK hareketinin, gençliği özüyle buluşturma mücadelesi büyük ölçüde başarıya ulaştırılmıştır. Nasıl ki toplumun ruhu gençlikse, PKK hareketinin ruhu ve beyni de gençliktir. Çünkü PKK toplumsal kültür hareketidir. PKK, tarihin her döneminde sistem karşısında direniş bayrağını kaldırmış her hareketin sürdürücüsü ve özgür yaşam takipçisidir.
Gençlik, özü itibariyle sistem karşıtıdır. Sistemin ‘anlamsızlaştırma’ ve ‘hissizleştirme’ saldırılarına en çok maruz kalan kesimin gençlik olması bu gerçekliği doğrulamaktadır. Çünkü anlamından ve hissiyatından koparılmış bir gençlik özünden boşaltılmış gençliktir. Ancak sistemin her türden saldırısına rağmen, yine mücadele alanlarına çıkan ve sistemi alaşağı edip deviren gençlik olmaktadır. Günümüz itibariyle gençliğin düşürülmüş olduğu durumu göz önünde bulundurduğumuzda, varolan gerçekliği çok daha net bir şekilde göreceğiz. Özellikle sistemin ‘üç s’ ile en çok yönelimde bulunduğu kesim gençlik olmaktadır. Bunun yanı sıra; uyuşturucu maddeler yoluyla gençliğin varolan potansiyeli minimize edilmek ve gerektiğinde kendi ihtiyaçları temelinde kullanılmak istenmektedir. Uyuşturucu maddeleri sadece çekilen ya da damardan alınan maddelerle sınırlı tutmak yetersiz ve üstün körü olacaktır.
Kapitalist sistem şekilselliğinin en çok uygulama alanı gençlik olmaktadır. Sahte, süslü olan her şeyin güzel olarak benimsetilmiş olması tamamıyla bunun ürünüdür. Hemen her gün değişen modalarla gençliğin toplumsal gündemi işgal edilmekte, bu sayede varolan sorunlardan uzak tutularak uyuşturulmaktadır. Özden yoksun maddi gerçekliklerle gençliğin gözü ve gönlü boyanmakta, mekanik bir hale getirilmektedir. Kapitalist sistemin yapmak istediği de; manevi değerlerden, toplumsal olan her şeyden uzaklaştırılan, hayatı yaşadığı anla sınırlı gören, özü görülmeksizin, rengine, şekline, sözde güzelliğine aldanılan her bir şeye sıkı sıkı sarılan gençliğin oluşturulmasıdır. Evde, sokakta, işte, okulda, yaşamın her alanında kendi bireysel sorunlarıyla sınırlı kalmış bir gençliğin toplumsal olana ne derece yönelim sağlayacağı tahmin edilmektedir.
Bırakalım toplumsal alan sorunlarına cevap olmayı, aile içerisinde bile yaşanan ya da yaşanabilecek olan sorunlara reflekssiz kalması kaçınılmazdır. Çünkü hemen hemen yaşamın her anında sistem oluşturmuş olduğu araçlar vasıtasıyla gençliği kendine çekme çabası içerisindedir. TV, internet, para, moda, gittikçe sermaye alanı haline gelen futbol, kadın üzerinden geliştirilen seks pazarı, sanat adı altında gelişen yozlaştırma ve kendine yabancılaşma kültürü vb. daha birçok yöntem denenerek bir şekilde toplumsal gerçekliklerden uzaklaştırılmakta ve müthiş bir bireycilik geliştirilmektedir.
PKK hareketi, gençliği kendi özüyle buluşturma hareketidir. Çünkü PKK’nin mücadelesi çalınmış anlam ve hissiyatın yeniden kazanılması mücadelesidir. PKK gençliği de anlamı ve hissi kendisinde yaşamsallaştırarak her an daha güçlü bir şekilde kapitalist sistem karşısında mücadele etmektedir.
Her şeyden önce gençlik, tarihinden aldığı güçle, doğru reflekslerin sahibi olan ve bu temelde doğru zamanda öfkesini dışa vurandır. Toplumsal olana sıkıca sarılan, her türden bireyci davranıştan kaçınan, bireycileştiren yaklaşımları fark edip, kendini örgütlülüğe kavuşturarak sağlam duruşuyla cevap olandır. Gençlik, sistemin oluşturduğu ve her an oluşturmaya devam ettiği zayıf ve kendi kendini tüketen kişilik şekillenmesine karşı anı anına mücadele içerisinde olan ve kendini toplumsal ahlaki-politik dinamikler üzerinden oluşturandır.
Gençlik toplumun eylem gücüdür. Yaşanan toplumsal sorunları çözme yolunda en önce, en kararlı adımı atandır. PKK hareketinde de gerçeklik böyledir. Gençlik, zaman ve mekânı doğru yakalayan, nasıl hareket edeceğini bilip, araçlarını belirleme konusundaki duyarlılığıyla; toplumun en önemli anlam oluşturma ve eylemiyle mücadelesini başarıya ulaştırma gücüdür. Gençlik, toplumun ihtiyaçlarını tespit eden, doğru yer ve zamanda müdahalelerde bulunan ve büyük başarmada ısrar edendir. PKK hareketinin yenilmezliği de buradan gelmektedir. PKK gençliği her an kendisini yenileyerek ve oluşturarak sürecin gereklerine cevap olmaktadır.
Genç olmak inisiyatifli olmak demektir. İnisiyatif, birilerinin denetiminde olmadan, birilerinin ne söyleyeceğini, nasıl karşılayacağını beklemeden, toplumsal değer yargılarını koruma yolunda kararlıca yürümektir. İnisiyatifli gençlik; yapmaktan korkmayan, yaptığının arkasında durarak her türden baskıya karşı direnen ve toplumu değişime zorlayandır. PKK hareketi, inisiyatifi elinden alınmış gençliği tekrar inisiyatifli hale getirerek, gençliği; toplumsal inşada öncülük misyonuyla donatmıştır.
Gençlik, hiyerarşik-devletçi sistem tarafından insanlara dayatılan ve kişilikte çürümelere, çirkinliklere, bireyciliğe sebep olan, hiçbir şekilde toplumun ihtiyaçlarını gözetmeyen, buna cevap olmayan yanları söküp atandır.
Gençlik monotonluğu ve tekrarı kendisine kabul etmeden, hep yeninin peşinde koşandır. Yeniyi oluşturma yolunda amaçlar edinen ve bu amaçlar uğruna durmaksızın mücadele içerisine girendir. PKK’de genç olmak sunulu olanı reddetmek, çekili her türden sınırı yerle bir etmek demektir.
Hâkim sistemde görüldüğü üzere genç olmak demek, kendi başına, toplumdan kopmak demektir. İstediğini istediği gibi yapma ‘özgürlüğüne’ sahip olmak demektir. Toplumsal sorunlara bulaşmayıp, sorunları ya da toplumsal ihtiyaçları bazı kesimlere havale edip gönlünce yaşamak demektir. Geçmişin bilinci ve geleceğin hayallerinden soyutlanarak, gününü gün etmek demektir…
Ancak PKK hareketi, gençliğe ve topluma dayatılmış bu anlayışları yaşam felsefesi ve gençliğe olan bakış açısıyla tepe taklak etmiştir. Çünkü PKK’de gençlik; toplumsal olmak demektir, içine girdiği her eylemi toplumsal çıkarlar temelinde gerçekleştirmek demektir, toplumda yaşanan sorunları en önce göğüsleyip doğru çözümleri üretmek demektir, toplumsal ihtiyaçları bir yerlere havale etmeden kendi görev ve sorumluluklarının bilincinde olmak demektir, doğru bir geçmiş ve özgür birgelecek hayaliyle kendisini donatmış olan demektir.
Deniz GEM
- Ayrıntılar
DAİŞ ismindeki örgüt Ortadoğu’da halkların başına bela olmaya devam ediyor. Ancak bu kadar kısa sürede birçok halkın başına bela olmasını bilen bir örgüt, bu gücünü nereden alıyor? DAİŞ kimdir, kim destekliyor, paraları, silahları nereden geliyor?
Evet, böyle birçok soruyu haklı olarak burada yaşayan herkes herkese ve herkes kendisine soruyor ve kendince cevaplarda vermeye çalışıyor. Doğru yanlış herkesin böyle bir cevabı da hiç şüphesiz bulunuyor.
En son tartıştığım bir gerilla arkadaş, “DAİŞ Kıllanmış CIA’dır” diyor. Doğrusu ilk etapta şaşırmamak elden değil. Çünkü böyle bir tanımlama şaşırtıcıdır.
DAİŞ’in karanlık bir örgüt olduğunu az çok herkes biliyor. Arap meliklerinin özel destekleriyle ayakta tutulduğu, korkunç silah ve paralar vererek yürütüldüğü de biliniyor. Yine bölgenin çeşitli güçleri de kendilerince çıkarlarının yerine getirilmesi için imkanlar dahilinde DAİŞ’i kullanmaya çalıştıklarını da biliyoruz. Bunu TC devletinin herkesin gözü önünde sunduğu desteklerin yanı sıra bizatihi subaylarını içlerine salarak yönlendirmeye çalıştığı, Suriye devletinin birçok somut olayında bu gerçekliğin böyle olduğunu, İran devletinin Suriye’de çok açık bir şekilde DAİŞ ile birlikte olduğu da gizlenecek durumlar değildir.
Dediğimiz gibi bunları az çok biliyoruz. Ancak “DAİŞ’in kıllanmış CIA” olduğuna dönük yaklaşım yeni bir şey. Bu cümle ile söylenmek istenenin DAİŞ’in CIA tarafından örgütlendirildiğidir. CIA tarafından yönlendirildiğidir.
CIA istihbarat örgütünün geçmişini bilenler, icraatlarına yabancı olmayanlar böyle şeylerin geçmişte CIA tarafından yapıldığını bilirler. Çünkü CIA kendi çıkarları-yani Amerika Birleşik Devletlerinin çıkarlarını hayata geçirmek için yapamayacağı hiçbir hile ve ahlaksız olamaz ve bundan da kaçınmaz. Tam tersine CIA’nın özel böylesine işler için kurulduğu da biliniyor. Tüm devletlerin gizli istihbarat örgütleri doğaları gereği çok kirli işleri yürütmek için kurulmuşlardır. Ancak CIA gibi bu düzeyde kir ve pasa bulaşanına az rastlanır. Ne kadar devlette hükümetlerin yalan dolanlarla düşürüldüklerini yine ne kadar halkla karşı Ali Cengiz Oyunlarıyla dolaplar çevirerek, kışkırtılarak başka halkların düşmanı haline getirildikleri de biliniyor.
Özcesi CIA dedikleri örgüt temiz bir örgüt olmadığını bu dünyada yaşayanlar bilir. Bunun için bugün DAİŞ diye ortaya çıkanların yarın CIA’nın bir kollu oldukları açığa çıkarsa, gerçekten de dünyanın bazı kesimleri şaşırmayacakları tam tersine söylediklerinin doğrulanmış olduklarını söyleyeceklerdir.
Ömer Hayyam’ın çok güzel bir dörtlüsü ile söyleyecek olursak:
“Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz
Kuklacı felek usta, kuklalar da biz
Oyuna çıkıyoruz birer ikişer
Bitti mi oyun, sandıktayız hepimiz” diye.
Gerçekten de Kuklacı felek usta bizimle oyun mu oynuyor?
Biz kafeste miyiz?
Sadece bir oyun sahnesinde miyiz?
Oyun biterse yeniden sandıklarıma gideceğiz?
Geçenlerde bir yazımızda ABD’li bir yetkilinin; “Kemik Kırma Hareketi”nde söz ettiğini ifade etmiştik. Kemik Kırma Hareketi bir nevi Ortadoğu’nun tüm dengelerini alt üst ederek, yeniden ABD’nin çıkarlarına göre şekillenecek bir Ortadoğu’nun yaratılması kast ediliyor. Biz ABD derken, tabii ki tüm batı dünyasını ve özelde de batı dünyasının emperyalist para babalarının tümünü kastettiğimiz açıktır.
Kemik Kırma Hareketi bir Amerikan stratejisi olduğuna göre kuklacı ABD oluyor. Kuklalar ise Ortadoğu’da kullandıkları araçlar. Oyuna sürüyorlar ve oyun biterse yeniden oyuncuları toplayıp bir torbaya koyacaklardır.
DAİŞ gibi bir örgütü gerçekten de CIA’nın kurduğu, kurmamış ise ile içlerine ajanlarını sızdırarak yönlendirdiği giderek daha fazla doğrulanıyor. Suriye’de hükümeti sıraya getirmek için kullandıkları DAİŞ, daha sonra ise giderek diktalaşan Irak devlet başkanı Maliki ve çevresini hizaya getirmek için yönlendirdikleri daha iyi anlaşılıyor. Ancak Maliki ve çevresindekiler ABD’nin söyledikleri çizgiye gelmez ise o zaman Irak’ı üçe bölerek kendilerince yürütecekleri üç federasyon oluşturacaklardır. Bunun da yolu Sünnileri öne çıkarmakla mümkündür. Sünniler adına olmasa bile Sünniliğe yabancı durmayan bir DAİŞ neden olmasın ki? Bu bir. Ancak önemli başka bir gerçeklik ise dünyanın birçok yerinde ABD’nin başına bela olan kökten yani sekter İslami akımlardır. Ne zaman, kimden, nereden patlayacakları belli olmayan bu örgütleri ve bu örgütlerin mensuplarına bir hedef göstererek hem enerjilerini tüketmek, hem bir huruç hareketi ile Avrupa’daki tehlikeli gelişmesinin önünü almak için bu sekter çete tiplerini Ortadoğu’ya atmak, hem Ortadoğu’da ABD’nin planlarına tam gelmeyenleri bu çetelerin eliyle tasfiye etmek ya da hizaya getirmek, hem halkları birbirlerine bırakarak yeniden yüz yıl öncesi gibi bir kurtarıcı olarak ortaya çıkmak hem de özgürlük seçeneğinin temsilcilerini ya yok etmek ya da yok edemezlerse bile gerileterek yeniden kendi öncü konumlarını güçlendirmek.
Dikkat edelim bir taşla ne kadar da çok kuş vuruyor emperyalistler. Emperyalistlerin bir taşla birçok kuşu avlamaya çalıştıkları az çok biliyorduk. Ancak bu kez sergilenen plan daha güçlü ve incelikli bir plana benziyor. Adım adım pratikleşiyor da.
En son olup bitenlere bakalım. DAİŞ çete örgütüne silah verenler, akıl verenler hatta plan ve program verenler kendileri. DAİŞ’i halklara saldırtan yine kendileri. KDP’nin çatışmadan geri çekilmesini ya da kaçması gerektiğini söyleyenler yine bunlar. Ve bunu yaptıranlar yine bunlar. Ancak çok tuhaf görünse de bu kez DAİŞ çetelerine karşı birkaç füze fırlatanlar yine bunlar.
Dikkat edelim; DAİŞ’e “sınırlarını aşarlarsa, Hewler’e doğru yürürlerse vururuz” mesajları esasta söylediklerimiz ve yazdıklarımızı kanıtlıyor. Irak’ta DAİŞ’i Kemik Kıran bir Hareket olarak kullanan ABD’dir. Ve Maliki’ye karşı güçlendirenler yine CIA ve ABD’dir. Ancak şimdide birkaç füze fırlatmakla Kürtlerin, Arapların, Maliki’nin, Türkmenleri ve de Ezidilerin dostu oluveriyorlar.
Doğrusu tuhaf. Hem kuklacı ol hem de kuklaları oynat daha sonradan ise kurtarıcının kendisi ol. Bu gerçeklik gerçekten de çok mu ama çok girifttir.
Bu griftliği sadeleştirmenin formülü gerçekten de bu bağlamda ele alırsak:
“DAİŞ kıllanmış CIA’dır”.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Şengal Kürtlüğün tarihi mirasıdır. Kürt Ezidiliğinin son kalesidir. Bir avuç Kürt Ezidisini korumasını bilemeyen, bilmeyen bir Kürtlük, Kürtlük olmadığı gibi, Kürtlük sözünü kullanma hakkı da yoktur, olamaz da.
Gerçeklik böyle iken, KDP’nin profesyonel ve özel güçleri DAİŞ’in Şengal’e saldırısı ile gerisin geriye Şengal’i terk ettiler. Terk etmenin de ötesinde arkalarına bakmadan alanda uzaklaştılar. Kameralara, ekranlara yansıyan bunlar. Herkesin izledikleri ve gördükleri de bunlardır. Ancak 60 yıllık askeri deney ve tecrübesi olan bir gücün eğittiği, hazırladığı, dünyanın en modern teknolojisiyle donattığı bir gücün böyle arkasına bakmadan Şengal’i terk etmesi doğrusu düşündürücüdür. Bir de kime karşı Şengal terk ediliyor? Dünyanın dört bir yanında rastgele, düzensiz, disiplinsiz, kuralsız, başka bir yerde geldiği için bu coğrafyaya yabancı kişilerden oluşmuş olan bir DAİŞ’e karşı. Bu durumun kendisi bile tek bir sözcük ile ifade edecek olursak, ayıptır. Utanç verici bir durumdur.
Ama gerçekten de durum böyle midir? Yani on yıllarca deneyimi olan bir güç neredeyse tek bir mermi sıkmadan gerisin geriye kaçması mantıklı mıdır? Ortam farklı olsaydı anlaşılabilirdi. Örneğin DAİŞ’in saldırıları şiddetli olsaydı, bu “seçme” güçler de çok kayıp verseydi, ani darbeler gibi darbeler sonucu koordinasyon merkezi dağıtılmış olsaydı, direnmiş ama daha sonra da büyük kayıplar vermiş, cephanesi azalmış ya da bitmiş bir güç olsaydı, gerisin geriye gidişi, bırakışı anlam vermek, -kabul edilmese bile -mümkün olabilirdi. Ancak yukarıda ifade edildiği gibi gerçeklik böyle değildir. Sapa sağlam, tek bir mermi sıkmadan Şengal terk edilmiştir. Sadece bu yapılmamıştır. Üstelik Şengal’de halka daha önce verilen silahları da KDP toplamış, halkı silahsız bırakarak kaçmıştır.
Şimdi sormak gerekiyor, KDP’nin bu seçme güçlerinin tümü neden, Şengal’i terk etti? İçlerinde tek bir mermi sıkacak olan bir kişi yok muydu? Vicdan sahibi hiç mi bir kimse yoktu? Herhalde kaçanların tümünü aynı kategoriye koymak doğru olmayacaktır ama genel tablo budur.
İşte o zaman yeniden soralım, KDP Şengal’de neden çekildi? Ya da neden KDP HPG güçlerinin Şengal’e geçmesine izin vermedi? Bırakalım izin vermesine, neden Şengal’e giden HPG komutanlarını tutukladı? Ve neden tüm bu gerçeklerle bağlantılı olarak meydanı terk etti?
İlk günden beri dile getirdiklerimizi yeniden dile getirelim. KDP ilk günden beri örneğin Rojava Devrimine karşı sömürgeci güçlerden daha fazla saldırdı ve karşı durdu. Hatta birçok provokatör hazırlayarak, devrimi sabote etmek için Rojava’ya göndererek kirli birçok çalışmanın içerisinde oldu. Hendek kazdı, köprüleri kapattı, Rojava halkını aç bırakarak dize getirmek istedi ve tabi ekranlara yansıdığı gibi günlük olarak Rojava devrimine hakaret yağdırdı. Ve tuhaf gelebilir ama daha birkaç gün önce “DAİŞ’in Kürtler için tehlike olmadığını” söyledi. Halbuki deseydi ki; “DAİŞ KDP’ye zarar vermez” daha doğru söylemiş olacaktı.
Rojava’yı bırakalım Kuzey parçasındaki özgürlük hareketine karşı -AKP hükümeti başta olmak üzere,- iktidarda kim varsa onların yanında yerini alarak, özgürlük hareketine saldırdı. AKP’nin kuzey Kürdistan'da oy alabilmesi için Mesut Amed’e gitmiş, Neçirvan ise Van’a gitmiştir. Bunlar yetmemiş ağızlarına ne kadar hakaret gücü varsa sarf etmişlerdir.
Ve tabii birde yakın tarihte Rojhılat’ta ne kadar Rojhılat devrimcisini katlettiler. Ne kadar çok Doğu Kürdistan devrimcisini faşist İran rejimine teslim ederek katledilmelerine yol açtılar.
Ve tabii yine kuzeyde Dr. Şıvanları hangi hile ve oyunlarla, hangi işkence yöntemleriyle katlettiğini öğrenmek isteyenler Dr. Şıvan’a ilişkin yapılmış olan belgeseli izlemelidir. Burada, Dr. Şıvan’ın KDP’nin etkisinde sıyrılma ve kendi yolunu çizme planlarını ve hazırlıklarını yaparken, Türkiye’de 12 Mart 1971 yılında ABD’nin onayı ve planlaması ile Nihat Erim’in başa getirileceği darbe gerçekleştirmişti. 12 Mart 1971 yılında gerçekleştirilmiş olan askeri darbenin, Muhtıra’nın Türkiye devrimci solunu nasıl biçtiği gözler önüne getirildiğinde Barzani’nin “kendi bölgesindeki Amerikan karşıtı unsurları temizlemeye hazırdır” sözleri çok daha iyi anlaşılırdır.
Dikkat edelim, birilerinin düşmanlarını temizleme gücüdür KDP. Ve bu uzun yıllardır böyledir. İlk günden olmazsa bile uzun yıllardır bunun böyle olduğunu en çok Doğu Kürdistanlılar, ardından Kuzey Kürdistanlılar ve tabii daha iyi bir şekilde ise Güney Kürdistanlılar ve onların devrimci, demokrat ve farklı düşünenleri iyi biliyor.
Sözü uzatmadan belirtelim ki KDP’nin tüm gerçekten de Şengal’deki kaçışın içerisinde saklıdır. Öyle sanıldığı gibi peşmergeler kaçmamıştır. Kaçmış olanlarda olabilir-sonuç itibariyle para ile çalışan, maaşlı olan bir güçtür-lakin esas olan bu değildir. Esas olan Ortadoğu’da kemik kırma hareketini DAİŞ’in eliyle yürüten ABD’nin politikaları gereği peşmergelerine talimat vererek Şengal’de çekmiştir. Şengal’de peşmergeleri kaçırtarak Şengal’i DAİŞ’e teslim etmiştir. Ve hedefi ise kendince Musul’u tümden bu çetelere bırakarak, güney ile Rojava’nın arasını kapatarak kendisini sağlama alacaktır. Ve tabii bunun karşılığında ise kendince 140. Maddenin pratikleştirmesini sağlama alacaktır.
Bir Kürdistani güç Kürtlükten bu kadar uzak olabilir mi, olabilir. Olabilir çünkü KDP neredeyse ilk günden beri tüm rengi Kürdistan'da gelişen her türlü özgürlükçü eğilimlere karşı durmak olmuştur. Bu sözü Amerika’ya vermiştir. Bu sözü Türkiye’ye vermiştir. Bu sözü İran’a vermiştir. Bu sözü Irak’a vermiştir. Ve bu sözü Esatlara vermiştir.
Özcesi kendi ailesel çıkarlarına hangi güç prim vermiş ise o gücün hizmetine girmekten geri durmamışlardır. Ve bu aile çıkarları için ne kadar Kürt'ün feda edilmesi gerekli olmuş ise o kadar Kürt’ü feda etmişlerdir. Bunu yaparlarken de tek bir kaygı duymamışlardır. Çünkü KDP ve Barzaniler on yıllarca bu ahlaki uzaktan politik duruşu istikrarlı bir şekilde sürdürmüşlerdir.
En son Şengal’i DAİŞ’e bilinçli bir şekilde bırakmış oldukları gibi.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Gezi bir devrim çığlığıydı ve bu devrimci çığlık halen sürüyor ve zorbacılar var oldukça da kesintisiz sürecektir.
Gezi Direnişine kim ne derse desin, kim nasıl yaklaşmak isterse istesin ve hatta kim nasıl kullanmak isterse istesin, ancak bir gerçek vardır ki o da gezinin; ezilenlerin, dışlanmışların, dilleri susturulmuşların, kadınların, kimsesizlerin, horlananların ve de boyun eğmeye yeter diyenlerin direnişi ve devrim çığlığıydı ve çığlığıdır.
Türkiye’de zulme ve baskıya karşı durulmak isteniyorsa Gezi Direnişi gibi direnişler şarttır. Hatta Gezi Direnişi sadece Gezi’de değil türkiye’nin ve Kürdistan’ın her yerinin, birer Gezi olması gerekiyordu. Lakin bu Gezileşme sınırlı kaldı. Halbuki aralıksız ve daha yüksek bir dozajla Gezileşmenin sürdürülmesi gerekiyor.
Yukarıda ifade edildiği gibi Gezi için kim ne derse desin, hatta dediğimiz gibi bazı Kemalist ve milliyetçi çevreler bu Direnişi kendi kirli emelleri için kullanmaya kalkışsalar bile nasıl ki güneş balçıkla sıvanmıyorsa Gezi Direnişi’ne de gölge düşürülemez. Evet bunun için her yerin ve her zamanın bir Gezi Direnişi ve Gezi zamanı olması gerekiyor.
Şimdi Gezi Direnişi ve Zamanı Rojava’da yaşanmaktadır. Tüm baskılara, geriliklere, zorbalıklara, kendi beğenmişliklerine, maşa olmalarına, horlamalara, faşistliklere, ırkçılıklara derken her türlü kadın rengine karşı düşmanca ve erkeksiliklere karşı duruşun yaşanması gereken yer Rojava’dır. Başka bir deyişle bugün Gezi Rojava’dır, Rojava Gezi’dir.
Gezi Direnişine katılanların, katılmayıpta kendi içlerinde katılanların, uzak durup gönlünde destek verenlerin, bu çığlığa bir hecede benden diyip evlerinde haykıranların, birşeyler söylemek isteyipte bir türlü söyleme cesareti gösteremeyenlerin, temiz bir ülke isteyen çevrecilerin, günlük olarak kadın katliamlarında ciltleri diken diken olanların ve de kendi içlerinde haykırmak istediklerini bir türlü haykıramayan ve de bu fırsatı yakalamamış olanların bu haykırışı yakalayabilecekleri yegane yer bugün Rojava Devrimi’dir.
Evet Gezi’den Rojava’ya bir devrim çığlığı olmak, olabilmek isteyenlerin, yapmaları gereken tek eylem biçimi; Türk ve Türkiyeli Ciwan Tırko gibi yönünü Rojava’ya vermeleridir. Ciwan Tırko arkadaşın dile getirdiği gibi “Özgürlük kavgasına atılmak için Rojava’ya geldim” diyerek özgürlük hedeflerine kilitlenerek katılmaları gerekiyor.
Gezi haksızlığa, ezilmişliğe, hiçleştirilmişliğe karşı bir devrim çığlığı ise o zaman bu devrim çığlığı bugün en güçlü bir şekilde rojava’da yaşanmaktadır. Rêber Apo’nun dediği gibi: “Bizim felsefemiz bir atın gözlerindeki anlamı sezmekten tutalım, bir kuşun sesindeki anlamı çözmeye kadar yaşamı bir bütün olarak algılar. Yaşlı bilgeye büyük saygıdan başlayıp, bir ceylan kadar ürkek bir genç kızın gözlerindeki arayışa yanıt olmaya kadar her şeye anlam yükler” diyerek, yanıbaşımızda yaşanan Gezi Direniş ruhunu tüm benliğimizle yaşatmalıyız ki Gezilerde direnişimiz sonuç alsın. Bu ruhun ise özgürlük ruhu olduğu açıktır.
Evet bugün Rojava’da inadına Özgürlük ve Özgür yarınlar için büyük yüreklerin oraya aktığı bir ortamda yapılması gerekli olan tek doğrunun da bu olduğunu bilerek Özgürlüğe doğru yani Rojava’ya akmalıyız.
Arap ve Alevi Kadir Usta’mızın yıllar önce gür haykırdığı gibi:
ÖZGÜRLÜK
Bazen haykırıştır
Bazen gülüştür
Bazen kaşlarını çatmaktır
Namussuza karşı
Bazen yürümektir
Dolunaylı bir gecede
Bazen şafakta
Yükselen güneş ışınlarını
Özlemektir
Bazen ıssız vadide ilerlemektir
Kuşların cıvıltılarıyla
Yarının hayalini kurmaktır bazen
Bazen yüreğin sesini dinlemektir
Bazen yârin elini tutmaktır
Bazen dudağına öpücük kondurmaktır
Yaz yağmuru altında
Akdeniz’in sesiz sakin sahilinde
Bazen savaştır
Bazen tavırdır
Bazen yağlı kurşunlar göğüslemesini bilmektir
“nihayetinde hepsini bir arada yaşamaktır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Ağustos ayına giderken, ordunun bu hareketli hali-ateşkes kurallarını ihlal eden yaklaşımları gösteriyor olması dikkatlerden kaçmıyor.
Bunun Ağustos’la alakası elbette YAŞ toplantısı oluyor!
Önümüzdeki ayın sonunda gerçekleşecek bu toplantı öncesi, ordunun kendi kartını hazırlamaya çalışması ve masaya bu şekilde hazırlıklı oturmayı düşündüğü hareketlerinden anlaşılıyor.
Sistemin devam edip etmeyeceği tartışılırken, Ağustos ayının başlarında gerçekleşecek seçimlere yoğunlaşılmışken, ordunun bunları yapıyor olması basit siyasi çıkarlarla-kısa veya orta vadede menfaatlerin gerektirdiği bir yaklaşım olarak da görülemez.
Bunların ötesinde;
Ordunun bu hamleleri aslında siyasete yön verme ve çatışmalı iklimi tekrardan ülkenin gündemine almayla yakından bağlantılıdır. Hele hele “Ergenekon-Balyoz davalarından” tahliye olanların yaptıkları ilk açıklamaları tekrardan düşündüğümüzde, gözlerimizin önüne getirdiğimizde ordunun bu hamlesini başta AKP’nin iyi okuması gerekiyor!
Çünkü bugün yaşanan bu gelişmelerin hedefinde AKP ve geliştirmeye çalıştığı sistem değişimi gündemi var.
Ordu da ya kendi sathında, ya da diğer güçlerle bu işbirliğini geliştirerek AKP’ye ve doğal olarak da Erdoğan’a yönelmektedir.
Onun için de Kürdistan’da hareketliliğini artırıyorken, aynı zamanda gerilla alanlarına yönelik de çeşitli operasyonlar düzenlemekten de geri kalmamaktadır.
Eğer böyle ele alırsak son günlerde yaşananları; durumun ne kadar ciddi olduğunu bir kez daha görmüş oluruz!
Yok böyle değil de, AKP’yi de işin içine koyarsak o zaman tüm dengeleri ve yaşananları yeniden yorumlamak gerekiyor…
Malum ülkenin son yıllarında yaşanan birçok gelişmeyi genelde bu şekilde okumaya çalışanlar çok oldu. Yani yaşananları “AKP karşıtlığı” olarak sürekli servis edenler oldu… Bu durumun nasıl servis edileceği ise şu anda belli değil!
Ordunun bu cevvalliğinde AKP’nin payı varsa-eşgüdümlü bir hareket söz konusuysa;
Bölgesel anlamda AKP’nin yaşadığı zorlanmayı hafifleten en büyük etken kuşkusuz ateşkes koşullarıdır.
AKP’nin bundan rahatsız olacağını düşünmek siyasetten hiçbir şey anlamamak olur.
Durumun rahatlığı AKP’ye battı mı?
Bunun olası olması da pek mümkün görünmüyor; özellikle İngiltere MI6’dan emekli bir bürokrat atamışken, ABD yeni büyükelçiyi göndermeye hazırlanırken kongre de yapılan konuşmalara bakıldığında AKP’nin dış politika da, uluslararası konsensüs de önümüzdeki dönemde daha da zorlanacağı açık…
Salt bunlara dayalı olarak bile baktığımızda; AKP’nin iç siyasette özellikle çatışmalı ortamın olmasını isteyeceğini düşünemeyiz…
Acaba! Bu da bir diğer okuma biçimi olabilir mi yaşanan bu gelişmeleri?
Sonuç itibariyle ya AKP’ye karşıt olarak geliştirilsin ya da AKP’nin de dahil olduğu bir planlama temelinde geliştirilsin; ateşkesin koşullarını zorlamak ve uymamak çok büyük bir tehlikedir!
Elbette Kürt gerillasının da buna yönelik bir cevabı olacaktır…
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Kürtler olarak tarihi süreçleri yaşadığımız kesin. Etrafımızda olup bitenler bile bu tespiti yapmamız için yeterlidir. Lakin bizler bu tarihi sürece denk bir düşünmenin, söylemenin ve de her şeyden daha önemlisi de eylemliliğin içerisinde olabiliyor muyuz? Olamıyorsak bunun nedenleri nelerdir diye araştırıyor muyuz? Soruyor muyuz?
Kürtler olarak bizler, bu yeryüzünde yaşayan diğer halklar gibi olamayacağımız kesindir. Nedeni açıktır; bizler özgürlük sorunu olan bir halkız. Belki de daha doğru bir kavramlaştırmayla, özgürlüğü elinden alınan bir halkın mensuplarıyız. Ülkeleri işgal edilmiş, zenginlikleri talan edilmiş, kültürleri dejenere edilme ve yutulmayla yüz yüze, sosyal yapılarının dağıtılması için her türlü karşıt çalışmayla karşı karşıya olan, fiziki coğrafyası bile bozulmaya ve değiştirilmeye çalışılan, askeri olarak ise günlük olarak bombardıman altında olan bir halkın çocuklarıyız.
Böyle bir gerçekliğin içerisine doğan insanların yaklaşımları -bunun için dediğimiz gibi farklı olmak durumundadır. Özgün ve özel olmak durumundadır. Öyle ki Kürdistan’ın durumu oldukça böyle nazik ve kırılmayla karşı karşıyayken, Kürt halkı ise ruhen her gün yeniden yeniden buhranların içine sürüklenirken, onun üyelerinin yaşamları normal olamaz, olmamalıdır da.
Rojava’daki saldırılar günlük olarak izleniyor, kuzeyde TC devletinin hileli yaklaşımları günlük olarak bizatihi yaşanıyor, Doğu Kürdistan'da İran devletinin idam etmeleri aralıksız sürüyor ve birde Güney Kürdistan'da ise bir ailenin tek kendi çıkarlarını esas alan pragmatizmin de ötesinde olan bireyci, bencil politikaları sürerken, güney halkımız ise şimdiden büyük tehlikelerin için atılıyor.
Evet, Kürdistan ve Kürt halkı hiçte normal günleri yaşamıyor ve öyle görülüyor ki Kürdistan’ın ve Kürt halkının normal günleri yaşamaması için birçok güç oldukça büyük bir çaba da sarf etmektedirler.
Tuhaf gelebilir ancak söylemekten yarar vardır. Geçmişte Kürdistan’ı hem dörde bölenler, hem de Kürdistan’ı yok sayanlar, bugünlerde Kürdistan’ı gelecek on yıllarda daha büyük tehlikeler içine atarak, kendi sistemlerini Ortadoğu’da sağlamlaştırma hazırlığı içerisindedirler. Birinci dünya savaşı sonrasında Kürtleri çeşitli konferanslarda yok sayarak, yüz yıl boyunca Kürdistan ve Kürt halkını kan deryalarına sürükleyenler, dediğimiz gibi bugün bu kez başka yol ve yöntemlerle Kürtleri Ortadoğu’da hedef tahtasının tam ortasına oturtmak için hazırlıklar içerisindedirler.
Biz, Kürtleri yeniden poligon sahalarında atışlarının hedefi yapmak isteyenlere anlam verebiliyoruz, yine biz sömürgeci güçlerinin halkımıza karşı düşmanlık temelinde geliştirdikleri politikalara da anlam verebiliyoruz. Hatta salt kendi ailesel çıkarlarını düşünen Barzani ailesinin de yaptıklarına anlam verebiliyoruz. Ne de olsa bireycilik –hem de maddi bireycilik- neredeyse gemlenemez bir hastalık gibi onların tüm hücrelerini sarmıştır.
Ancak bizim anlamaktan zorluk çektiğimiz gerçeklik esasta bunları gören, sözde bu olup bitene karşı olan, kendini Kürt yurtseveri sayan, hatta demokrat ve devrimci olarak tanımlayanların bu olup bitenlere karşı gösterdikleri zayıf reflekslerdir. Hiç şüphesiz ki bir şeyler yapılıyordur, ancak tarihi sürece yaptıklarımız cevap veriyor mu vermiyor mu, esas olan bu değil midir?
Bir şeyler yapılıyordur ancak yapılanlar neye göre yapılıyor? Kıyas ya da ölçü nedir yapılanın? Emek sarf ediliyordur ancak harcanan emek, bizim katacağımız ya da sarf edeceğimiz emek karşısında ne kadardır? Özcesi bir yapılanlar var, birde yapılması gerekli olanlar vardır. Ve görünene göre, yapılanlar hiç bir şekilde yapılması gerekli olanlarla kıyaslanmayacak düzeyde az ve yetersizdir.
Yine olması gerekli olan düşünce gücü, söz gücü ve eylem gücü gerçekten de bu mudur? Tarihi süreci yaşayan bir halkın evlatlarının, aydınlarının, sanatçılarının, emekçilerinin, siyasetçilerinin, sivil toplumcularının, insan hakları aktivistlerinin derken ekolojistlerinin, feministlerin ortaya sergileyecekleri performans bu mudur?
Böyle sorular sorulduğunda verilen en iyi niyetli cevaplar, “elimizde geleni yapıyoruz” oluyor. Kaldı ki birçok kişi ya da kurum bunu bile söyleyemiyor. “Çalışıyoruz, yapıyoruz, mücadele ediyoruz” ancak dediğimiz gibi bu çalışmaların, yapmaların, mücadele etmenin kıstası nedir? Ne olmalıdır?
Tek bir kıstas ve ölçü vardır; o da Kürt halkının yaşadıkları acıları dindirmeye yetecek bir çalışma tarzını tutturmaktır. Kürdistan topraklarının halen tecavüz edilmesinin önünü almaktır. Ve de Kürt halkının bu dünyada yaşayan diğer halklar gibi özgürce yaşamasını sağlamaktır. Bunlar olmadıkça; hiçbir çalışma, emek, mücadele, koşuşturmayla yetinme, memnuniyet, kendinden razılık olamaz, olmamalıdır.
Bunun için ortaya koyacağımız düşünce gücü de, söz gücü de, eylem gücü de kesinlikle gerekçesiz olmalıdır. “O şu kadar yaptı, bende bu kadar yaptım ve durumum iyidir” diyerek kendi kendimizi kandıran bir tarza asla ama asla başvurmamalıyız.
Bir kere yapacağımız işlerde, kendimizi başkalarının karşısında gerekçesiz hale getirmemiz gerekiyor. Az yapmanın, başarısız yapmanın, sonuç almamanın, hiçbir gerekçesini oluşturmamamız gibi kendimizi başkalarıyla kıyaslamayı terk ederek, Kürdistan’ın ve Kürt halkının özgürlüğü için gerekli olan özgürleştirici çalışmalara sonuna kadar büyük bir çalışma tarzı, temposu ve doğru üslupla yüklenmesini bilirsek, o zaman Kürt halkının acılarını dindiren çalışmalara imza atmış olabiliriz. Aksi taktirde hiçbir zaman kendimizi eleştirilerden kurtaramayız.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Ben bir Filistin gerillasıyım. Eğitimimi Filistin’de gördüm ve askerliğimi Filistin’de yaptım. Bundan da hep onur ve gurur duydum. Yaşamım boyunca da hep böyle kalacağım.
Biz enternasyonalist birlikler olarak Filistin gerillası içinde emperyalizme ve siyonizme karşı savaşırken ortada HAMAS diye bir oluşum yoktu. Dolayısıyla sonradan türetilen bu gücün anlayışını ve mücadele tarzını baştan beri benimsemedim. Ancak bu durum, hiçbir zaman küresel sermayenin tekniği ile donanmış İsrail saldırıları karşısında öfkemi azaltmadı. Her zaman emperyalist-siyonist saldırıya karşı direnen Filistin halkının ve çocuklarının yanında oldum.
Şimdi de İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısı karşısında kalbim Filistin halkı ve çocuklarıyla birlikte atıyor. Kürtlerin hemen tamama yakınının benzer tutum içinde olduğuna inanıyorum. Mazlum ve Müslüman Kürt halkının kalbi her zaman Filistin halkıyla birlikte atar. Kürt çocukları Filistin çocuklarıyla kader birliği içinde olduğunu çok iyi bilir. Kürt kadınları özgürlüğe Filistin kadınlarıyla birlikte ulaşacağına inanır.
Adeta ortak kadere sahip olan bu iki halk, bugün de eşzamanlı vahşi bir saldırıya maruz kalmaktadır. İsrail Gazze’ye saldırırken, adının “Irak Şam İslam Devleti” olduğu söylenen bir örgüt de Kobanê’ye saldırmaktadır. Hem de bunu sözde “Müslümanlık ve Hilafet adına” yapmaktadır. Söz konusu örgüt, lideri Ebubekir El Bağdadi’yi “Halife ilan ettiğini” açıklamaktadır.
İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısını anlayabiliyoruz. Çünkü o siyonisttir ve bu tür saldırıları hep yapıyor. Fakat Müslüman olduğunu ve Halifelik kurduğunu iddia eden IŞİD adlı örgütün, İsrail’in Filistin halkına yönelik saldırısına ses çıkarmazken ve adeta onunla eşzamanlı olarak Kobanê halkına ve Rojava Kürdistan’a saldırmasına elbette anlam vermekte zorlanıyoruz. Burada şu soruları sormaktan kendimizi alıkoyamıyoruz: Peki sözde Müslüman olduğunu iddia eden IŞİD adlı örgütün Müslümanlığı, mazlum ve Müslüman Kürt halkına, Kobanê halkına saldırmayı mı gerektiriyor? IŞİD’in hilafeti Kürt katliamı üzerinden mi gerçekleşiyor? Ebubekir El Bağdadi Kürt kanı üzerinden mi halife olmak istiyor? IŞİD adlı örgüt, mazlum ve Müslüman Filistin halkını katledenlere neden ses çıkaramıyor?
Bir yanda İsrail Devletinin Filistin halkına, Gazzeli çocuklara yönelik saldırısı, diğer yanda Irak Şam İslam Devleti adlı örgütün Rojava Kürdistan halkına, Kobanêli çocuklara yönelik saldırısı! Bu saldırılar eşzamanlı gerçekleşiyor ve kardeş iki halkı vuruyor. Dolayısıyla Kobanê’ye yönelik saldırı ile Gazze’ye yönelik saldırının aynı planın parçaları olduğundan asla kuşku duyulmuyor. Dolayısıyla Kobanê’ye ve Rojava Kürdistan’a saldıran IŞİD adlı örgütün, emperyalizmin ve siyonizmin zavallı bir taşeronu ve uşağı olduğundan da asla kuşku duyulmuyor.
Rojava Kürdistan “Kürtlerin Filistin’i” konumunda. Kobanê ise Rojava Kürdistan’ın kalbi durumunda. Nasıl ki Arap yurtseverliğinin kalbi hep Filistin’de attıysa, Kürt yurtseverliğinin ve demokratlığının kalbi de Rojava Kürdistan’da atıyor. Rojava Kürdistan’ın ortasında bulunan Kobanê ise, 19 Temmuz 2012 Özgürlük Devriminin başladığı, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan 1979 Temmuz başında kutsal Ortadoğu topraklarına doğru hicrete çıktığında ilk ayak bastığı yer oluyor.
Dolayısıyla IŞİD çetelerinin saldırıları Kobanê üzerinde yoğunlaştırmış olmaları bir tesadüf içermiyor. Tamamen bilinçli ve planlı bir saldırı oluyor. Bu temelde Rojava Kürdistan orta bölgesinden yarılarak 19 Temmuz Özgürlük Devrimi boğulmak isteniyor. Söz konusu saldırıdaki temel amaç Rojava Devrimini tasfiye etmek oluyor. Bundan asla kuşku duymamak lazım. Rojava Özgürlük Devrimini tasfiye etmek isteyenler taşeron olarak IŞİD’i kullanıyor ve ilk saldırı yeri olarak da Kobanê’yi seçmiş bulunuyor.
Peki kim bu güçler? IŞİD adlı provokasyon gücünün Kobanê saldırısı ardında kimler var? Şimdi birçok çevre bu soruların cevabını tartışıyor ve Kobanê’de olup bitenleri anlamaya çalışıyor. Genel planda soruların cevabı olarak şunlar söylenebilir: Küresel provokasyon gücü IŞİD’in Irak saldırısı ardında kimler vardıysa, Kobanê saldırısı ardında da onlar vardır. Rojava Özgürlük Devriminden kimler rahatsızsa, IŞİD’in Kobanê’ye yönelik saldırısı ardında onlar bulunuyor. Çünkü IŞİD’in Irak saldırısı ile Kobanê saldırısı aynı planın parçaları oluyor. Çünkü Kobanê saldırısı Rojava Özgürlük Devrimini boğma ve tasfiye etme planının bir parçası oluyor.
Bu planın sahibinin küresel kapitalist modernite güçleri olduğunu çok iyi biliyoruz. Bu planı hazırlayıp uygulamaya koyanlar ve pratikte yönetenler ABD, İsrail ve müttefikleri oluyor. Bu güçler Ortadoğu’yu yeniden bölüp parçalamak ve küçük parçalara ayırıp yutmak istiyorlar. Bilinen klasik böl-parçala-çatıştır-yönet politikasını uyguluyorlar. İsrail’in güvenliğinin böyle sağlanacağına ve Ortadoğu’nun küresel sermaye tarafından böyle sömürülüp yönetileceğine inanıyorlar. Bu çerçevede Rojava Özgürlük Devriminin “Demokratik Ortadoğu Konfederasyonu” hedefini kendileri için tehlikeli buluyorlar.
Bu planın içinde bazı bölgesel ve yerel güçler var. IŞİD’i destekleyen herkes aslında bu planın içinde ve ona güç veriyor. Suudi, Katar, Türkiye ve KDP bu güçlerin başında geliyor. İran, Irak ve Suriye yönetimlerinin de dolaylı olarak ve zaman zaman bu plana güç vermiş olduğu artık bir sır olmaktan çıkmış bulunuyor. Kimileri mezhebi, kimileri ise etnik çıkarlar nedeniyle bu planın destekleyicisi oluyor. AKP PKK’ye karşı mücadele ve KDP ile ilişkileri geliştirmek amacıyla bu planı desteklerken, KDP ise tamamen dar iktidar amaçları nedeniyle bu planın içinde yer alıyor. Bu güçler bir bakıma uzun vade açısından baltayı kendi ayaklarına vuruyorlar. Bunların hepsi Rojava Özgürlük Devriminin özgürlük, farklılıklara dayalı eşitlik ve demokrasi ilkelerinden korkuyorlar.
Rojava Kürdistan’da 19 Temmuz 2012’de başlayan ve üçüncü yılına giren Özgürlük Devrimi, Ortadoğu’da yaşanan kriz ve kaosa demokratik çözüm yolunu gösterir ve özgürlüğe yürüyen insanlığın önünü aydınlatırken, aynı zamanda küresel, bölgesel ve yerel gericiliğin de korkulu rüyası oluyor. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın teorik formülasyonlarının hayata geçirilmesini, yani demokratik modernite devriminin gerçekleştirilmesini içeriyor. Böylece Kürdistan Devrimine pratik bir hamle yaptırırken, Demokratik Ortadoğu Devrimi için de çekici bir kıvılcım oluyor.
Bu devrim üçüncü yılına girdi. Rojava Kürdistan gibi küçük ve pek elverişli olmayan bir alanda böyle bir devrimin iki yıl yaşaması bile aslında çok büyük bir mucize olma özelliği taşıyor. Bu devrimin doğuşu da bir mucizeydi, üçüncü yılına girişi de bir mucizedir. Kürt halkı Rojava Kürdistan gibi çok küçük bir alanda insanlığa yeni tarihi mucizeler kazandırmaktadır. Tabi bu, her gün şehit düşen yüzlerce kahramanın direnişi ve Kürt halkının topyekün bir direniş yürütmesi ile olmaktadır.
Kobanê direnişi böyle bir devrimci-demokratik yürüyüşün çok önemli bir halkası, adeta kilidi konumundadır. Bu halkanın kırılmasının tarihi devrim deneyimini kesintiye uğratacağı gibi, bu kilidin işler kılınması da Kürdistan ve Ortadoğu Devrimlerinin önünü açacaktır. Zafere ulaşan Kürdistan Özgürlük Devrimi Demokratik Ortadoğu Devrimine öncülük eder ve Ortadoğu’da demokratik uygarlık alternatifini geliştirirken, Ortadoğu kaosunda boğulan kapitalist barbarlığı da tarihin çöp sepetine atmayı başaracaktır
Bu temelde günümüz özgür insanlığının ışığı olan Rojava Özgürlük Devriminin üçüncü yılını selamlıyor, yeni tarihi mucizeler yaratan devrimcilerine de başarılar diliyoruz. 19 Temmuz Rojava Devriminin tüm kahraman şehitlerini saygı ve minnetle anıyoruz. Tüm Kürt halkını ve devrimci-demokratik insanlığı özgürlük ışığını korumak üzere Kobanê direnişine katılmaya ve destek vermeye çağırıyoruz! Devrim için, özgürlük için “Görev başına” diyoruz!
Selahaddin Erdem
Yeni Özgür Politika
- Ayrıntılar
Herhalde dünyada içi en boş cümle: “Silahların zamanı geçmiştir” cümlesidir.
Peşinen söyleyelim ki en çok silahsız, savaşsız bir dünya isteyen biz sosyalistleriz. Bizden daha ileri düzeyde böyle bir dünya isteyen insanlar yoktur. Olsa olsa belki dünyanın çeşitli yerlerinde tasavvuf ile uğraşan, kendi içlerine dönük ve en ücra köşelerde, tek başlarına inzivaya çekilmiş insanlar olabilir. Kaldı ki bu tespit bile tartışma götüren bir tespittir. Çünkü tarihte çokça gördüğümüz gibi bu tür yaşam felsefesine sahip olan insanlar bile bir yerden sonra silah kullanmaktan kendilerini alamamışlardır.
Evet, başka da kesinlikle bizim kadar silahsız bir dünya isteyen insanlar yoktur. Biz derken sadece Kürdistan dağlarında özgürlük için mücadele atılan gerillalar ve devrimcilerden söz etmiyoruz, biz derken sözün tam manasıyla sosyalistlerin yani tüm toplumcuları kastediyoruz. Dünya görüşümüz şu iki cümlede ifade edilebilir: “Devleti söndürmek.” Devlet zor, baskı, zulüm, sömürü olduğu için doğası gereği savaş demektir. Bunun karşısında devleti söndürmek isteyenlerin duruşları kesinlikle zora karşı, baskıya karşı, zulme karşı ve de savaşa karşı olduğu için, bu böyledir.
Gerçeklik böyle olmasına rağmen bugün bize dünyanın en faşist, dikta, kan emici kesimleri “silahları bıraksınlar, çözüme böyle gidilsin” gibi oldukça içeriği boş, manipülatif, sahte, hile dolu, ikiyüzlü söylemlerle toplumları yönlendirmeye çalışarak; duyguları temiz, saf, insani ancak politik gerçeklerden de maalesef uzak birçok çevreyi de etkilemeye çalışmak için hitap ediyorlar. Dediğimiz gibi maalesef böyle birçok çevre etkilenerek böyle sömürücü güçlerinin bilmeyerekte olsa ekmeğine yağ sürmektedirler.
Bugün dünyanın birçok gücü kendisini silahlandırırken, oldukça mazlum ve fakir bir halkın evlatlarının zar ve zor elde ettikleri, bireysel olarak halklarını ve kendilerini korumalarına dönük elde birkaç ufak tefek savunma araçlarını bırakmalarını isteme, Ahmet Kaya’nın söylemiyle: “Ne de yaman bir çelişki”dir.
Daha tuhafı ise TC gibi oldukça saldırganlık üzerine kendisi kurmuş olan bir devlet yapısı, bugün en büyük silahlanma, askeri olarak mobilize, teknolojik olarak yenilenmeyi son derece geliştirirken; Ortadoğu’da hemen Kürdistan’ın yanı başında ve de Kürdistan'da silahlarla, zoraki sınırlar değiştirilirken, silahlarla bu coğrafya kan gölüne çevirilirken; İsrail her gün yeniden Filistin’e son derece modern silah teknolojileriyle kan kustururken; Ortadoğu’yu kendi hileli oyunlarıyla oldukça muhafazakar, zorbacı, gerici politikalarıyla kan deryasına çeviren Suudi ve Katar gibi emperyalizmin eki olan devletler tarihlerinin en büyük silah alımı yatırımlarını yaparlarken; Amerika ve Batı Avrupa devletleri gibi güçlerin silahlanmaya özen gösterirlerken; Rusya ve Ukrayna hemen başı ucumuzda zor teknikleriyle neler yaptıklarını görmüşken, biz Kürt özgürlükçü savaşlarına “Silahları Bıraksınlar” ya da “Gerilla Silahsızlansın” sözleri içi boş olmaya boş olan, ancak, boş olduğu kadar içi o kadar da yalan dolan dolu olan sözlerden başka hiçbir anlam ifade etmediği de bir o kadar açıktır.
Çok tuhaf gelebilir ama bizlere her zaman adeta yeniden yeniden, kılıf değiştirerek, alandır ballandıra yıllar yılıdır bu dayatılmaktadır. Neredeyse, utanmasalar; “Kürt sorunu silahlardan dolayı çözülmüyor” diyecek kadar ileri gidebilen hakaretler dediğimiz gibi yıllar yılı sürmektedir.
Tuhaf ama belirttiğimiz gibi yanı başımızda ise silahlarla tarih yazılmakta, silahlarla halklar katledilmektedir. Ve yine çok tuhaftır ki silahlarla işlerini yürütenler “silahları bıraksınlar” demekte ve saf-apolitik kesimleri de buna inandırmaktadırlar. Ve tabi bu saf ve apolitik olanların dışında birde TC devletinin yağdanlığına gönüllü soyunupta “bir kedileri” olmayanlar ile bir tas çorba için neler yapabileceklerini gösterenlerde vardır.
Sözü uzatmayalım, bugün Ortadoğu’da ayakta kalmanın tek yolu olmazsa bile, en önemli yollarından bir tanesi kendini savunabilecek araçlara sahip olabilmendir. Savunma araçları olmayanları-bugün Irak ve Suriye’de- ne hale getirdiklerini herkes görmektedir. Yine Rojava’da canlı olarak yaşamaktayız. Şengal’de yaşamaktayız. Biz Filistin, Mısır, İran, Libya derken birçok yerden söz bile etmiyoruz.
Birde Ortadoğu’da sicili en karanlık, kirli ve kanlı olan bir Türkiye cumhuriyeti devleti denilen bir yapıyla karşı karşıya iken “silahlar bırakılsın” sözlerinin gerçekten de ne kadar aldatıcı olduğu gün yüzü gibi ortadayken, bizlerin –yani özgürlük sorunu bulunanların, varlığı bile tartışma konusu edilenlerin-savunma araçlarından yoksun bırakılma istemleri ve dillendirmelerin –kimi saf ve apolitik kişilikler dışında- sadece ve sadece art niyetli yaklaşımlar olduğu açıktır.
Bizler bırakalım silahların bırakılmasını, bizler bugün Ortadoğu’da özelde de Kürdistan'da tüm Kürdistanlı gençlerin hem Rojava devrimine bizatihi katılmalarını, hem Güney’de her gün olabilecek halkların kıyımının önünün alınabilmesi için özel birlikleri oluşturarak gerilla ile yan yana mücadele etmesini ve de bir de Kuzey Kürdistan'da hem Kürdistan halklarının hem de Türkiye halklarının geleceklerinin garantiye alınması için tüm Türkiye ve Kürdistanlı gençlerin HPG saflarına akmasını savunuyor ve bunu bekliyoruz da.
Çünkü gerçekten de gün Özgürlük Kavgasına her zamankinden daha fazla katılma ve sarılma günüdür.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Tarihi 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişinin otuz ikinci yıldönümünü yaşıyoruz. Otuz üçüncü direniş yılına girerken düşmanının bile takdirini kazanmış bulunan bu büyük direnişi selamlıyoruz. Etkisi bugün çok daha taze ve güçlü olan bu tarihi direnişin yaratıcıları M. Hayri Durmuş, Kemal Pir, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek yoldaşları ve Onların şahsında tüm özgürlük mücadelesi şehitlerimizi saygıyla anıyoruz. Şehitlerimizin amaçlarını başarma sözümüzü bir kez daha yineliyoruz.
Büyük Devrimci Lenin’in tarihi bir sözü var. “Büyük eylem odur ki, karşıtının bile takdirini kazanır” diyor. 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi işte böyle bir eylemdi. Mazlum Doğan’ın Newroz Direnişi ile başlayan ve Dörtlerin 17 Mayıs direnişi ile devam edip 14 Temmuz Ölüm Orucu ile doruğa ulaşan tarihi Zindan Direnişi işte böyle bir eylemdi. 12 Eylül Cuntasının şefi Kenan Evren’i, Dağ Kapı meydanında zindanı göstererek “Burada öyleleri var ki, kafalarını koparsanız amaçlarından vazgeçiremiyorsunuz” demek zorunda bıraktı.
Zindan Direnişinin büyüklüğü önünde eğilen sadece Kenan Evren miydi? Elbette ki hayır! Kenan Evren’den Tayyip Erdoğan’a kadar Türkiye’yi yöneten herkes açık veya gizli bu gerçeği itiraf etmek zorunda kaldı. Hatta Tayyip Erdoğan 1982 Büyük Direnişlerinin yaşandığı Diyarbakır zindanının kapısında gözyaşı dökmek zorunda kaldı. İşte büyük eylem böyle olur! Kalıcı özelliklere sahip tarihi eylem böyle gerçekleştirilir.
PKK Zindan Direniş gerçeği öyle büyük ve güçlüdür ki, etkisi Kürt halkı ve demokratik güçler üzerinde bu gün de taptazedir. Üzerinden otuz iki yıl geçmiş olmasına rağmen bu etki azalmamış, tersine her yıl daha da artmıştır. Otuz ikinci yıldönümü de işte böyle güçlü ve taze etki altında yaşanmakta ve kutlanmaktadır. Her alanda etkinlikler düzenlenmekte, 14 Temmuz Direniş Ruhu temelinde tüm yurtsever güçler kendi duruş ve tutumlarını yeniden gözden geçirmekte ve bu büyük direnişin kahraman şehitleri saygı ve minnetle anılmaktadır.
Büyük Zindan Direnişinin yaşandığı 1982 yılında doğan çocuklar bugün otuz iki yaşında ve yaşamlarının en kudretli çağındadırlar. Geçen otuz iki yıl boyunca binlerce Mazlum, Ferhat, Hayri ve Kemal doğmuş ve Kürdistan’da söz konusu direnişin etkisi altında yeni bir kuşak yetişmiştir. Artık Kürt toplumuna yön veren bu kuşaktır. 14 Temmuz Ruhu, Zindan Direniş Ruhu Kürt toplumunu yönetmektedir. Zindan Direniş Ruhu bugün yepyeni bir toplum haline gelmiş durumdadır.
PKK’yi PKK yapan, diğer tüm örgütlerden ayıran ve bugün halklaşmış bir yapıya ulaştıran işte bu gerçekliktir. Her yerde kitleler “PKK halktır, halk burada” demektedir. Zindanda direnemeyip teslim olan tüm örgütler sıfırı tüketirken, PKK’yi böyle kahramanlık hareketi haline getiren 1982 Zindan Direniş gerçeğidir. 1982 yılında zindan gerçekten de tam bir mihenk noktası haline gelmiştir. Zindan sınavından direnerek geçenler büyür ve halklaşırken, söz konusu sınavda teslimiyetçi davranarak kalanlar bugün esameleri bile okunmaz hale gelmiştir.
Gerçek böyleyken, bugün bazıları “PKK’ye alternatif parti kuracağız” diyerek ortalıkta arzı endam etmektedirler. Güya KDP adıyla yeniden partiler kurmaya çalışmaktadırlar. Peki o zaman böylelerine şu soruları sormazlar mı? PKK kültürel soykırım rejiminin alternatifidir, peki PKK’ye alternatif olmak isteyenler kimin yanındadır? Daha 1982 yılında PKK Diyarbakır zindanında Kürt halkının özgürlüğü için tarihin en büyük direnişini geliştirirken, sözde PKK’ye alternatif olanlar hangi direnişin sahibi olmuşlardır? PKK otuz yıldır dağda gerilla direnişi yürütürken, kendisine alternatif diyenler nerede yaşamışlardır? Bugün 14 Temmuz Ruhuyla Rojava halkı dünya gericiliğine karşı kahramanca direnirken, PKK’ye alternatif olduğunu söyleyenler hangi safta yer almaktadır?
Kuşkusuz benzer soruları daha da çoğaltmak mümkündür. Fakat bu kadarı da yeterli oluyor. Çünkü söz konusu iddiada bulunanlar daha fazlasına değmiyor. Sözüm ona kendilerine Kürt diyen ve Kürt halkının özgürlüğü için mücadele ettiklerini söyleyen bu tür çevreler, Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı seçiminde Selahattin Demirtaş’a karşı Tayyip Erdoğan’ı destekliyor. Kürdistan halkının onuru ve özgürlüğü için direnen Kobanê halkını ve Kürt özgürlük savaşçılarını değil, Rojava’da sivil halka karşı en vahşi katliamlarla saldıran IŞİD çetelerinin yanında yer alıyor.
Bugün 1982 Zindan Direniş Ruhu, 14 Temmuz Direniş Ruhu Rojava direnişinde, Kobanê direnişinde yaşıyor. Bundan otuz iki yıl önce Diyarbakır Zindanında tarihin en görkemli direniş ruhunu ortaya çıkaran Kürt gençliği, bugün de aynı ruhu Kobanê’de, Rojava Kürdistan kent ve kasabalarında yaşatıyor. Nasıl ki otuz iki yıl önce özgür insanlık Diyarbakır Zindanında temsil edildiyse, bugün de Rojava kent ve kasabalarında temsil ediliyor. Mazlumların, Kemallerin, Hayrilerin direniş ruhu Kobanê direnişine öncülük ediyor.
Kobanê direnişi sadece Rojava Devriminin kalbinin çarptığı yer değil, tüm Kürt halkının ve Kürdistan Devriminin kalbinin attığı yer oluyor. Bir avuç işbirlikçi-hain dışında tüm Kürtler Kobanê halkının yanında ve onunla dayanışma içinde bulunuyor. Kobanê Demokratik Özerk Yönetiminin yaptığı “Seferberlik Çağrısı” tüm Kürdistan’dan ve demokratik insanlıktan destek görüyor. 14 Temmuz Ruhuyla 19 Temmuz Devrimini gerçekleştiren Rojava halkı, bugün Kobanê Direnişini geliştirerek özgür insanlığın sesi olma tutumunu devam ettiriyor.
Unutmayalım ki, IŞİD çetelerinin Kobanê’ye yönelik saldırıları Rojava Devrimini tasfiye etmeyi amaçlayan kapsamlı bir saldırının çok önemli bir parçası oluyor. Bu saldırı esas olarak 30 Mart yerel seçimlerinin ön gününde başlatılmış ve Kobanê halkının kahramanca direnişiyle boşa çıkartılmıştı. Bugün cumhurbaşkanlığı seçiminin ön gününde yeniden başlatılmış bulunuyor. Bu planlı saldırının arkasında AKP ve KDP başta olmak üzere küresel ve bölgesel gericiliğin tamamı yer alıyor.
Söz konusu vahşi saldırının hedefi ise Kobanê’den başlamak üzere Rojava Devrimini adım adım boğmak oluyor. Bu uğursuz plana göre, güya önce Kobanê düşürülecek ve böylece Afrin etkisiz kılınacak, ardından ise IŞİD çete saldırılarına dayanılarak Cizîre hain Kürtler tarafından ele geçirilecek! Bu durum, IŞİD’in Irak saldırısıyla yürürlüğe konan planın ikinci aşaması oluyor. Buna dayanılarak ilan edilmeye çalışılan Kürt Devleti ile IŞİD’in Kuzey’e yayılmasının önü alınmak isteniyor. Herhalde ondan sonra da Türkiye ve İran’ın bölünmesi adımlarına sıra geliyor.
Dikkat edilirse, Kobanê’ye dönük saldırı sadece Rojava halkını hedeflemiyor, onunla birlikte tüm bölge halklarını ve insanlığı hedefliyor. Dolayısıyla Kobanê Direnişi de tüm bölge halklarının ve özgür insanlığın ortak direnişi oluyor. Hem Kobanê ve hem de Rojava halkı bu gerçeğin derin bilincine sahip bulunuyor ve tamamen bu bilinç temelinde direniyor. Kendine verilen bu geniş destekten ve 14 Temmuz Ruhundan aldığı güçle de tarihi insanlık direnişini zafere götürme kararına sahip bulunuyor.
Bu temelde 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişinin otuz ikinci yıldönümünü ve Rojava Özgürlük Devriminin ikinci yıldönümünü selamlıyor, tüm devrim şehitlerimizi saygı ve minnetle anıyor, özgür insanlığın kalp atışı olan Kobanê direnişine ve direnişçilerine üstün başarılar diliyorum! Herkesi Özgür Kobanê Yönetiminin seferberlik çağrısını duymaya ve dikkate almaya davet ediyorum!
SELAHADDİN ERDEM
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA
- Ayrıntılar
14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi tanıklarından Cevher Kandal; Mazlum Doğan, Kemal Pir, Ali Çiçek, M.Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve 'Dörtler' gibi birçok kişiliğin Kürt Özgürlük Mücadelesi'nin bugünlere gelmesinde temel taş olduğuna dikkat çekiyor.
1980 yılında Diyarbakır Cezaevi'nde birçok direnişe ve ölüme tanıklık eden 71 yaşındaki Cevher Kandal, 1982 yılında Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananları ve 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi'ni anlattı.
Hilvan'ın Kırbaşlı Köyü'nde Millet Partisi Urfa Milletvekili ve Bucak aşireti lideri M. Celal Bucak'a yönelik 30 Haziran 1979 yılında gerçekleştirilen bir eylemde yaşamını kaybeden PKK'nin ilk şehitlerinden Salih Kandal'ın amcası Cevher Kandal, Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananların ve 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi'nin tanıklarından biri. PKK'nin çalışmalarına sempati duyduğu için Urfa bölgesinde PKK'nin yaptığı bazı toplantılara katılan Cevher Kandal (71), 1980 yılında yeğeni ile birlikte Diyarbakır Cezaevi'ne konuldu. Diyarbakır Cezaevi'nde 3 yıl kalan ve 21 Mart 1982 yılında bulunduğu koğuşta 3 kibrit çöpü yakarak gerçekleştirdiği eylemde yaşamını yitiren Mazlum Doğan, 14 Temmuz 1982 yılında Büyük Ölüm Orucu Direnişi'ni gerçekleştiren M. Hayri Durmuş, Kemal Pir, Ali Çiçek ve Akif Yılmaz'la mahkemelerde gidip gelirken karşılaşan Kandal, sorumlu olan M. Hayri Durmuş'un fırsat bulduğu her an kendileri ile konuştuğunu söyledi.
'Allah yok peygamber de izinde'
Cezaevi şartlarının dayanılmaz olduğunu kaydeden Kandal, Cezaevi Müdürü Esat Oktay'ın köpeği "Co"nun tutukluların üzerine saldırtıldığını ve köpeğin yaptığı hiçbir şeye karşı çıkamadıklarını belirtti. Birçok işkenceye maruz kaldıklarını söyleyen Kandal, "Ne ekmeğimiz ne de suyumuz vardı. Üzerimize pislik dökerlerdi. Oranın Komutanı Esat Oktay şöyle diyordu: 'Allah yoktur peygamber de izinde!' Oktay, gözlerimizin önünde su içiyordu. Birden hücrelere girip bizi uyandırıyorlardı. İnsanlara pislik yediriyorlardı. Onurumuzu ayaklar altına almak için bizi soyuyorlardı. Mardinli bir arkadaş vardı, onlara 'En büyük namussuz sizsiniz. Siz bizi çıplak bir şekilde gördünüz ne kazandınız?' diye sordu" şeklinde konuştu.
'Durmuş yol gösterirdi'
Büyük Ölüm Orucu Direnişi'ni gerçekleştiren "önderler" ile birlikte katıldığı mahkemelerin etkisinde kalan Kandal, "Hayri Durmuş mahkemede 1.5 saat konuştuktan sonra 'ölüm orucuna giriyoruz' dedi. Ardından Ali Çiçek de mahkeme heyetine 'Ben de açlık grevine giriyorum' dedi. Mahkeme heyeti Ali Çiçek'e onu sevdiklerini yaptıklarından geri dönmesini ve buna benzer birçok şey söyledi. Ali Çiçek kabul etmedi. Hakime karşı başı dik bir şekilde korkusuzca yaptıklarını söylüyordu ve düşüncelerini savunuyordu. M. Hayri Durmuş her zaman bize mücadeleyi anlatırdı. Bize yol gösterirdi. Yol ve bizi kurtaracak kişileri bize o gösterir ve 'birçok yol var' derdi" dedi.
Kandal, M. Hayri Durmuş ile hakim arasında duruşma salonunda geçen diyaloglara tanık olduğunu ifade ederek şöyle konuştu: "Hakim Hayri Durmuş'a şöyle diyordu: 'Ben size yardım ederim. Sizin bu yaptıklarınız köylerdeki kavgalara benziyor. Biri birini döverken '15 kişi dövdü' diyorlar. Ben nasıl 15 kişiyi suçlarım'. Hayri Durmuş da bir buçuk saat konuştu ve şöyle dedi: 'Şimdi siz beni bıraksanız da ben gitmem. Ben ne hakim, ne binbaşı ne yüzbaşı ne de sizin sözlerinizi tanırım. İşte arkadaşlarım da benim yanımda. Bunları bize söylemenizi, hiç tavsiye etmiyorum.' Sonra Ali Çiçek kalktı ve Hayri Durmuş'un sözlerine katıldığını söyledi. Kemal Pir de kalkıp aynı şeyleri de söyledi. Sonra Akif Yılmaz da kalktı ve o da onlara katıldığını söyledi."
'Durmuş'un konuşması ağlattı'
M. Hayri Durmuş'un yaptığı konuşmada "Bizim neyi niçin yaptığımızı, siz bizden daha iyi biliyor ve anlıyorsunuz" sözlerinden sonra duruşmaya katılan 12 avukatın ağladığını söyleyen Kandal, mahkemede katiplik yapan kadının da ağladığını ve daktilosunu düşürdüğünü ifade etti.
Mahkemeye giderken kendi yaşadıklarını da dile getiren Kandal, "Bizi mahkemeye götürürken ben önden yürüdüm. Benim için 'Bu Salih Kandal'ın amcasıdır' dediler. Yedinci Kolordu Komutanı Kemal Yamak oradaydı. Ben oradan geçerken 'O yaşlı adam buraya gelsin' dedi. 'Dede sen nasıl buraya geldin?' diye sordu. Ben de dedim ki; 'Ben bilmiyorum Salih benim yeğenimdir. Komünisttir. Bu işlere karışmış, adam öldürülmüş benim üzerime atıp buraya getirdiler.' Yanımızda bir üstteğmen vardı, o da 'Doğru söylüyor komutanım' dedi. Üsteğmen komutanına 'Salih Kandal'ı tanıyor musun?' diye sordu. O da tanımadığını söyledi. Bunun üzerine Yüzbaşı komutanına 'Onun adına duymuşsundur. Bu çevrelerin hepsi onun elindeydi. öğretmendir. Kemal Pir'in arkadaşıdır' dedi. Bunun üzerine benim için dedi ki: Bunu bırakın gitsin."
'Mazlum kendini halkı için feda etti'
Yaşanan tüm işkence ve şiddete karşı 1982 yılında Mazlum Doğan, M. Hayri Durmuş, Kemal Pir, Ali Çiçek, Akif Yılmaz ve 'Dörtler'in eylemlerine başladıklarını bildiren Kandal, 1982 yılının Newrozunda Mazlum Doğan'ın ilk eylemi gerçekleştirdiğini ve Mazlum Doğan'ın ölümü üzerine M. Hayri Durmuş'un kendilerine konu hakkında bilgi verdiğini ifade etti. Kandal, Mazlum Doğan'ın gerçekleştirdiği eylem üzerine M.Hayri Durmuş'un söylediklerini şöyle anlattı:
"Hayri Durmuş bize, 'Mazlum Doğan kendini halkı için feda etmiştir. Mazlum Doğan bir yazı yazıp bugünün Newroz günü olduğunu ve kendisini halka feda etmek için bu eylemi yaptığını söylemiş' dedi. Daha sonra Kemal Pir de Mazlum Doğan ile son yaptıkları konuşmayı anlattı. Kemal Pir, Mazlum Doğan'ın kendisine 'Şimdi gündüz mü gece mi?" diye sorduğunu söyledi. Kendisi ona gece olduğunu söylemiş ve Pir, Mazlum Doğan'a 'Neyin var, bir şey mi oldu?' diye sorduğunu söyledi. Mazlum Doğan da "Ben gece mi gündüz mü bilmiyorum" cevabını vermiş. Kemal Pir, Mazlum Doğan'ın bu sözlerinin ardından eylemini gerçekleştirdiğini anlatmıştı."
'Amed Cezaevi zulmün kalesiydi'
Kandal, Mazlum Doğan'ın eyleminin ardından aynı koğuşta kaldığı Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Necmi Öner ve Mahmut Zengin'in 125 kişinin kaldığı koğuşta kendilerini yaktıklarını anlattı. Amed Cezaevi için "zulmün kalesi" diyen Kandal, orayı görenlerin Türkiye'de yaşamaması gerektiğini ve Salih Kandal, Mazlum Doğan, Kemal Pir, Ali Çiçek, M.Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve'Dörtler' gibi birçok şehidin yaşamlarını bu mücadele uğruna feda ettiğini söyledi. Bugün yapılanların ve gelinen aşamada Özgürlük Mücadelesi şehitlerinin büyük katkısı olduğuna dikkat çeken Kandal, " Kemal Pir bizden bu mücadeleyi her yerde herkese anlatmamızı isterdi. Biz o zaman kimseye Kürt olduğumuzu bile söyleyemiyorduk. Şimdi rahatlıkla söylenebiliyor" dedi.
NESRİN YAZAR
- Ayrıntılar