Kürdistan’da her direniş ve isyanın bastırılışı ardından gelişen süreç, bir teslimiyet ve ihanet durumudur. Bu bakımdan ele alındığında direnişler, ne kadar görkemli olursa olsun ortaya çıkan tablo; eğer direnişler başarıyla taçlandırılmamış ise içe büzülmedir, içe kapanmadır ve çoğu zaman da içine sinerek kişilik olarak erozyona uğramadır.
Dersim’de bastırılan son kaleyle Türk devleti, Osmanlı politikalarının tümünü terk etmiştir. Her ne kadar bu durum 1924’lerden sonra aşamalı, planlı ve gizlilik içinde yürütülse de, asıl olarak son direnişin bastırılmasıyla birlikte imha ve inkâr açık ve sistematik bir politika haline getirilmiştir. Kendi deyimleriyle “Muhayyel Kürdistan” Ağrı Dağı’nın yedi kat derinliklerinde meftundur. Kürt ve Kürdistan yoktur. Türkiye Başbakanı Tayip Erdoğan’ın yıllar sonra bile gizlemeden açık bir şekilde ifade ettiği gibi ”düşünmüyorsan yoktur” cümlesi, özünde Kürdistan’ın üzeri betonlanmıştır anlamına gelir.
Kürdistan’ın yüzyıllarca süren otonom, yarı bağımsız ve yerel otoriteleri zapturapt altına alınarak merkezi devlet pekiştirilmiştir. Çıkardıkları kanunlarla Kürt toplumsal yapısı tamamen parçalanacaktır.
Kanunları ilerici ve devrimci retoriklerle süsleseler de hakikat öyle değildir. Tersi doğrudur. Irkçıdır, faşizandır, insanlık dışıdır! Kürt toplumunun varlık göstergelerinden en önemlisi aşiret yapılanmasıdır. Aşiret gibi kurumları dağıtıldığında dumura uğramış ve beyni-belleği teslim alınmış bir yapı ortaya çıkar. Sosyal gelişmişlik çıkmaz. Ortaya, kendinden kaçan, ne idüğü belirsiz, kime nasıl hizmet edeceği bile açık olmayan bir ucube yaratılmış olur. Devlet bununla sınırlı kalmaz. “Anadili Türkçe olmayanlar, toplu olmak üzere kıyı, mahalle işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya sanatı kendi soydaşlarına inhisar etmeleri yasaklanmıştır.“ Mecburi iskân kararnamelerinden alınan bu alıntılar, Kürdün nasıl yok edildiğini ve nasıl Türkleştirilmeye çalışıldığını açıkça gözler önüne sermektedir. Bu politikalar ışığında, Kürdistan’da kışlalar gölgesinde yatılı okullarla zorla asimile edilerek dejenere etme ortaya çıkan tablodur. Böylece Kürdistan’ın en ücra köşesine ve en küçük zerresine Kemalizm diye tabir edilecek olan zehir aşılanmış olacaktır.
Albert Memmi yıllar önce “Sömürgecinin Portresi, Sömürgeleştirilenin Portresi” adlı çalışmasında sömürgecilerin yaratmak istediklerini çarpıcı birkaç cümleyle şöyle dile getirmektedir: “Sömürgeleştirmeye hoşgörü gösterdiği sürece sömürge insanının tek olası alternatifleri asimilasyon ya da donup taş kesilmektir” der.
“Bir halka başka hangi yolla miras bırakılır? Çocuklarına verdiği eğitimle ve dille, yeni deneyimlerle sürekli zenginleşen o harika depoyla. Gelenekler ve edinilen şeyler, alışkanlıklar ve fetihler, yapılan işler ve geçmiş kuşakların eylemleri bu şekilde miras olarak bırakılır ve tarihe kaydedilir.”
Ancak sömürgeciler her zaman: “Her şey kusursuz olurdu… Yerliler olmasaydı” der. Bunun için: “Her sömürgeci ulus, faşist eğilim tohumunu bünyesinde taşır.” Daha çarpıcı bir şekilde ise: “Kolonyalist, sömürgeleştirilen olmadan sömürgenin hiçbir anlamı olmayacağını bilir. Bu meşruluğun tam olabilmesi için sömürge insanının köle olması yeterli değildir, bu rolü kabul etmesi de gerekir. Sömürgeciyle sömürgeleştirilen arasındaki bağ bu yüzden yıkıcı ve yaratıcıdır. Üstelik sömürge insanının ana dili, duyguları, düşünceleri ve rüyalarıyla ayakta kalan dili, yumuşaklığını ve merakını ifade ettiği o dil, yani en büyük duygusal etkiyi yapan dil, aslında en az değer verilen dildir. Ülkede ya da halkların birliğinde bir statüsü yoktur. Bir işe girmek, kendine bir yer edinmek, toplulukta ve dünyada var olmak isterse, önce efendilerinin diline boyun eğmek zorundadır. Sömürge insanı içindeki dil çatışmasında, ezilen anadil olur. Bu zayıf dili bir kenara bırakmaya, yabancıların gözünden saklamaya bizzat kendisi koyulur. Kısacası, sömürge iki dilliliği ne bir yerli dilinin bir püristin diliyle yan yana yaşadığı (ikisi de aynı hissetme dünyasına ait) iki dillilik durumudur, ne de fazladan ama görece yeni bir alfabeden yararlanan yalın birçok-dillilik zenginliğidir: bir dilbilim dramıdır” diye ifade eder.
Frantz Fanon, “Siyah Deri, Beyaz Maske” adlı yapıtında yukarıda dile getirilmiş olan sömürgeciliğe ilişkin olarak: “Kendi omuzları üzerinde başkalarının kafasını taşımaya-gezdirmeye razı” hale getirilme durumu olarak tanımlamaktadır. Ve bunun aşılması için de “Sömürge durumuna alışılamaz; demir bir yaka gibi ancak kırılabilir” demektedir.
Yeni işbirlikçi ekipleşme, bu zemin üzerinden şekillenecektir. Kendisini reddederek katiline âşık olurcasına, ona benzeyerek büyüyecektir. Kraldan daha kralcı misali her tarafa Kemaller ve İsmetler yayılacaktır. Kışla okullarında yetişenler yeni edinilmiş kültürü -hem de çok isteyerek, gönüllüce- ülkenin en ücra köşelerine taşıyacaklardır. Bilindiği üzere en tehlikeli işgal, beyinlerin işgal edilmesidir.
Kürdistan’da öğretmenlik yapan bir Türk kadın misyonerinin yazdığı “Dağ Çiçeklerim” adlı anı çalışmasında, Dersim’in bastırılması ve katliamdan geçirilmesi ardından yapılmak istenenler net bir şekilde anlatılır.
Atatürk genç misyoner kıza parmağını uzatıp “Git... Dağ köylerine git... Bir cemiyet kadın ve ana yoluyla fethedilir. Oradan alacağın kızları yetiştir... Sonra onları tekrar yerlerine gönder. Senin öğrettiklerini beraberlerinde götürecek, öğreteceklerdir” der. Atatürk’ün söylediklerini yerinde denetlemek için bu kez İsmet İnönü, bir gün Elazığ’da Kürt çocuklarının asimile edildiği merkezi ziyaret eder. Bir kız İsmet İnönü’ye selam vermez. İnönü, Türklüğün misyonerliğini yapan kadına bu durumun nedenlerini sorar. Kadın misyoner: “Çünkü "Büyük elini uzatmadan küçük uzatamaz. Paşa, Vali gelse, onlar elini uzatmazsa başımla selamlarım, elimi uzatamam" diye anlatmıştım. İnönü tatlı tatlı gülerek, - Ben elimi veriyorum, diye uzanınca Elmas koştu, yere diz çöküp iki elinin üstünde o büyük eli "hürmetle öptü ve alnına koyup durdu. Herkes duygulanmış, gözleri yaşarmıştı. İnönü Elması omuzlarından tutup kaldırdı. Mebusumuza hitaben, - İşte eser bu ;" KÜRT" dedi. Bu söz üzerine ayağa fırlayan milletvekili, Elmas'ın sağ bileğinden yakalayıp havada sallayarak, - Bu el. Silah tutmaz, bu el kılıç tutmaz, bu el dost eli, bu yürek dost yüreğidir! - Kalem tutar, iğne tutar... diye bir nutuk çekti.” (Sıdıka Avar, Dağ Çiçeklerim)
Özcesi Dersim’den sonra hedef bir daha silah tutmayacak bir el ve de “Senin öğrettiklerini beraberlerinde götürecek, öğreteceklerdir” hedefidir. Yani Türkleştirmedir! Eritmedir! Asimile etmedir! Kendinden uzaklaştırmadır! Ve bunu kızıl katliamdan sonra beyaz katliamla nasıl başardıklarını da bu meseleyle ilgili olan herkes az çok bilmektedir.
Amin Maolouf, “Afrikalı Leo” romanında dile getirdiği gibi “kim annemle evlenirse, benim üvey babam olur” misali kim işgal ederse onunla olunmaktadır. Hem de “başı dik ve gururluca!” Başka halkların tarihinde bu durum onursuzluk ve alçaklık sayılırken, Kürdün alışılagelmiş ihanetini marifet bilen tarihinde bu kavramların tersi geçerlidir. Bugün dahi direnişlerde katledilenlerin evlatlarının ve torunlarının devletçi tutumları ibretle izlenmekte ve insanı hayretlere düşürmektedir. Katiline âşık olmak bir hastalık düzeyinde ancak bu kadar olabilir. Kürt katliamını gerçekleştiren partinin adı CHP’dir. Katliamın planlayıcısı, CHP’nin Milli Şefi olan İsmet İnönü’dür. Dersim’i adeta yerle bir eden yine bu parti ve Milli Şefleridir. Ne var ki aradan yıllar geçtikten sonra, CHP denilen sosyal faşist partinin başına Dersimli, Alevi ve bir Kürt olan bir kılıç artığı getirilir. Hem katledecek hem de katlettiği insanları kendisine âşık hale getirecektir. Katiline hayranlık ancak bu kadar olur dediğimiz ve tıbbi bilimlerin de Stockholm Sendromu olarak teşhis ettiği gerçekliğin kendisi budur.
Türk devleti sadece bununla da sınırlı kalmamaktadır. Sert ezme ve kendi tipini yaratmanın ardından, arta kalan kılıç artıklarını da kullanmasını bilmiştir. Direnişlerde rol almış ailelerin çocuklarını, nasıl ki Osmanlı Babıâli’ye alıp yetiştirmiş ve zamanı geldiğinde kullanmış ise aynısının daha profesyonelcesini TC de yapmıştır.
Bugün karşımıza çok pervasızca çıkan birçok isim bilindiği için buraya isimlerini alma gereği bile duymuyoruz. Osmanlı sıkıştığında nasıl ki aşiretleri, Hamidiye Alayları biçiminde örgütleyerek hem olası bir Kürt kalkışmasını hem de Ermeni, Süryani ve diğer halkların kalkışmalarını engellemek için kullanmışsa, benzer bir yaklaşımı daha derin biçimde 1940’lardan sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti de uygulamıştır. Kürdistan’ın tümüne hâkim olduktan sonra, aşiret ağaları ve kompradorları adım adım Türk devletinin içerisine çekerek katmerli bir işbirlikçi tabakanın oluşmasına yol açmış ve olası bir Kürt hareketlenmesine karşı kullanmak üzere hazırlamıştır. Nitekim sonra da göreceğimiz gibi Kürt Özgürlük Hareketine karşı, aşiretleri korucu ve çete biçiminde kullanmıştır.
Sonuç olarak, Kürdistan boydan boya yeniden işgal edilerek tüm yaşam emareleri durdurulmaya çalışılmıştır. Arta kalmış olan yaşam emarelerini de ezmek için 1943’te sınır kaçakçılığı yaptıkları için Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın talimatıyla 33 Kürt köylüsünün katledilmesi olayında görüldüğü gibi sudan gerekçelerle, son direnişleri de ezmeyi ve dilsiz, hatta kendinden kaçan bir toplum yaratmayı amaçlamışlardır. Ve bu sinsi planlarını önemli ölçüde de başarmışlardır.
Ahmet Arif’in 33 kurşun adlı şiirinin bir yerinde Kürt halkının yaşadığı çaresizlik şöyle ifade edilmektedir:
“…Baktı otuz üçten biri
Karnında açlığın ağır boşluğu
Saç, sakal bir karış
Yakasında bit,
Baktı kolları vurulu,
Cehennem yürekli bir yiğit,
Bir garip tavşana,
Bir gerilere.
Düştü nazlı filintası aklına,
Yastığı altında küsmüş,
Düştü, Harran ovasından getirdiği tay
Perçemi mavi boncuklu,
Alnında akıtma
Üç topuğu ak,
Eşkini, hovarda, kıvrak,
Doru, seglavi kısrağı.
Nasıl uçmuşlardı Hozat önünde!
Şimdi, böyle çaresiz ve bağlı,
Böyle arkasında bir soğuk namlu
Bulunmayaydı,
Sığınabilirdi yüceltilere...
Bu dağlar, kardeş dağlar, kadrini bilir,
Evvel Allah bu eller utandırmaz adamı,
Yanan cıgaranın külünü,
Güneşlerde çatal kıvılcımlanan
Engereğin dilini,
İlk atımda uçuran
Usta elleri...
Bu gözler, bir kere bile faka basmadı
Çığ bekleyen boğazların kıyametini
Karlı, yumuşacık hıyanetini
Uçurumların,
Önceden bilen gözleri...
Çaresiz
Vurulacaktı,
Buyruk kesindi,
Gayrı gözlerini kör sürüngenler
Yüreğini leş kuşları yesindi...”
Bu olaydan sonra, geride kalan yurtsever duygulara da ipotek konulmuştur. Halk sindirilmiştir. Bu seçim de herhalde tesadüf olmamalıdır. Yıl 1943’tür. Doğu Kürdistan’da Kürt halkının bir kalkışması söz konusudur. İlk defa modern bir Kürt partisinin kurulma aşamalarıdır. J. K yani Komalaye Jiyanavey Kurdistan kurulmuş (Kürdistan Diriliş Topluluğu) ve giderek Mahabad’ta Komala ve Kürdistan Demokrat Partisinin kuruluş yıllarıdır. Kurulan örgütler de vardır. Kürtler adım adım kendilerini örgütlemektedir. Bunun bir şekilde önü alınmalıdır. Kürtlere öyle bir ders verilmelidir ki, bir daha kendine gelemesinler. Ve 33 kurşun olayı, böyle tezgâhlanmıştır. Ortaya yıllarca yurtsever mücadeleden uzak duran bir Özalp ve çevresi çıkmıştır! Oysa ki, bu çevre yurtsever olmadığından değil, tersine yurtseverliği çok güçlü olduğu için bu olay tertiplenmiştir. Ve uzun bir süre oralarda yaprak kıpırdamamıştır. Kürdistan Özgürlük Hareketi şaha kalktığında ilk katılması gereken yerlerin başında buraların gelmesi gerekirken, böyle olmamıştır. Ancak devrimin ileri safhalarında korku duvarı yıkıldıkça ve beyinlerindeki karakollar sarsıldıkça buranın gençleri dağlara koşacak ve geçmişin hesabını sormaya cesaret edeceklerdir.
Ve “Engereğin dilini,
İlk atımda uçuran
Usta elleri...
Bu gözler, bir kere bile faka basmadı
Çığ bekleyen boğazların kıyametini
Karlı, yumuşacık hıyanetini
Uçurumların,
Önceden bilen gözleri...” olanlar yeniden şaha kalkacaklardır.
Kürt İhanet Dokusunu daha derin anlamak için bir daha ele alarak yorumlayalım. Kürde özgü olan bu dokuyu ele almakta yarar vardır. Kürt tarihinin en derinlerinde bir olayı ele alıp getirmek yararlı olacaktır.
Gılgameş Destanı’nda Enkidu ve Gılgameş ilişkisi çok kutsanarak ele alınır. Mitoloji öyle ele alır, ancak mitolojinin dili anlaşılıp çözüldüğü vakit salt söylence olmadığı ve önemli gerçekleri barındırdığı anlaşılacaktır. Destanda öncelikle Enkidu, ormanlardan bir kadının eliyle “hayvan aleminden” bajara (şehre) getirilir. Eğitilip ehlileştirildikten sonra büyüdüğü yerlere işgalcinin kılıcı ve dostu olarak tekrar geri döner. Ormanların sahibi olarak destanda dile gelen Huvava'yı yaralayıp ele geçirir. Affını isteyen Huvava'yı Gılgameş af etme niyetinde olsa da, Enkidu vurulmasını ister.
Sonuç Huvava’nın katledilişidir. Enkidu'nun tutumu, kraldan daha kralcı bir tutumdur. Ormana girmeden önce Enkidu’nun titreme ve ürkme emareleri göstermesi, onun ihanetçi tutumunun bilincinde olduğunu göstermektedir. Ne var ki; bu ihanetçi-işbirlikçi tutum ve davranış tarihten süzülerek bugüne geldiğinde, ihanetin kanıksandığının işareti olarak utanma ve ürküntü duygusu da ortadan kalkmıştır. İhanete karşı ar perdesi yırtılmış ya da delinmiştir. İhanet daha çok derinleşmiş ve katmerleşmiştir.
Bugüne göz atmak ve karşılaştırmak da yararlı olacaktır. O kadar derinlere işleyen çetecilik, Botan’da ve Bucak’larda görüldüğü gibi kendi özüne saldırırken, ne kadar Enkidu geleneğinden geldiklerini gösterir. Çoğu kez işgalcilerin dilini dahi konuşamayan bu işbirlikçiler, onlara olan sadakatlerini her gün göstermekten geri durmamaktadırlar. “İdris-i Bitlisi Burada! Yavuz Sultan Selim Nerede?” sözleri, katmerlice işlemiş olan işbirlikçilik ve ihanetten öteye başka ne anlama gelir ki?
Benzer bir örneği, Kürtlerin atalarından olan Mitanniler’de görüyoruz. Mattizawa İhaneti olarak tarihe geçen bu olay da, tarihin derinliklerine nüfus etmesi bakımından önemlidir. Mitanniler’in çok zorlandıkları bu süreçte -M.Ö. 1400’ler civarı- fiilen ikiye bölünmüşlerdir. Kuzeyde merkezi krallığı temsil eden ve Mısırlılarca desteklenmekte Tuşratta, güneyde ise II. Artatama etkindir. Hititler ve Asurlar ise II. Artatama’ya arka çıkmaktadırlar. Her güç kendisine göre Mitannileri zayıflatmanın ve kendilerini etkin yapmanın yollarını aramaktadır. Hatta II. Artatama sırtını Hititlere dayayarak kendini Horrit Kralı ilan eder. Ardından da dış güçlerin kışkırtmasıyla kuzeyde bulunan Mitanni merkezine saldırmaya başlar. M.Ö. 1360’lardan itibaren Mitanniler, fiilen dağılma sürecine girerler. Aynı dönemde Tuşratta’nın oğlu olan Mattiwaza, babasına karşı gizliden Hititlerle görüşür ve bir anlaşma imzalar. Bu belgeli anlaşma Kadeş’te Mısır ve Hititler arasında yapıldığı söylenen tarihin ilk diplomatik antlaşması belgesinden çok daha eskidir. Bu belge Hattuşaş’taki kazılardan gün yüzüne çıkmıştır. Kadeş belgesinden daha eski olan bu belge 1380 ile 1350’ler arasına arkeologlar tarafından tarihlenmektedir. Mattizawa, Hititlerin bir nevi piyonu rolünü üstlenir.
Hititler, Mitannilere saldıracak ve Mattizawa’yı kral yapacaklardır! Mattizawa ise Hititlere bağlı bir kral olarak çalışacaktır. Hesap budur! İhanet bu derece derindir. Gerektiğinde babasına karşı dahi gözü kara ihanet bıçağını saplamaktan çekinmeyen bir egemenin iktidar için yapacakları akıllara zarar verecek türdendir. Tuhaf olan ise II. Artatama’yı, aynı Hititler Mitanni kralı olan Tuşratta’ya karşı zaten harekete geçirmiş durumda olmalarıdır. Hititler tesadüfe yer bırakmayacak tarzda ince çalışmaktadırlar. II. Artatama, saldırılarını yoğunlaştırdığı süreçte Mattizawa Kassitlere sığınma talebinde bulunur. Ancak Aryen kökenli proto-Kürt olan Kassitler Mattizawa’nın ihanetini bildiklerinden dolayı bu sığınma talebini kabul etmezler. Mattizawa bunun üzerine Hititlere sığınır. Hitit kralı Suppiluliuma, Mattizawa’yı ihanetinin daha da katmerleşmesi için kızıyla evlendirir. İhanetçi böylece daha sağlam kazığa bağlanmıştır. Giderek parçalanmış olan Mitanniler, çok sayıda devletçiğe dönüşecektir. Bu devletçiklerinden birinin başına-ki en küçüğüne-Mattizawa’yı verirler. “Böl-yönet politikasının” en ilkel hali herhalde bu olmalıdır. II. Artatama öncülüğünde Mitannilere karşı saldırılarla zayıflatılacak, dağılan parçalanmış ülkeye de kendi istediklerini atayarak tuzak tamamlanmış olacaktır. Nitekim 1340’lara geldiğimizde Mitanniler zayıflamış ve tarihin ileri aşamasında ise tümden dağılmıştır. Dağıtılıp bölük-pörçük hale getirilmiş yapının gerisinde kalanlara çok farklı adlar takılacaktır. Tarihte Kürtlerin ve onların atalarının birlikteliğinden korkan güçler, her zaman öncelikle Kürtleri parçalamayı düşünmüşlerdir. Zira Kürdün bir olması demek, kendiliğinden büyük bir gücün ortaya çıkması demektir. Bunun için parçalayarak bölmek gerekir. Ve ne tuhaftır ki halen de aynı oyun, aynı doku üzerinden yeniden yeniden ısıtılıp Kürt halkının önüne çıkarılabilmektedir. Üstelik bu modern oyun kapitalizm döneminin en korkunç ve en insanlık dışı uygulamalarını çok rahat göze alırcasına planlanabilmektedir. “Kürt Teşisi dönmeye devam ediyor” derken kastettiğimiz bu gerçekliktir.
Son olarak ünlü Kürt edebiyatçı Mehmet Uzun’un, “Bîra Kaderê (Kader Kuyusu)” ve “Yitik bir Aşkın Gölgesinde” isimli kitaplarında işlediği Kürt karakterlerini ele alıp değerlendirerek, Kürdün aynı dokudan oluşan, özgüvensiz, ihanet dolu ve egemenlere ait silik tiplemelerini daha iyi görebiliriz.
Mehmet Uzun “Kader Kuyusu’nda” Bedirxan'nın torunlarından Mir Emin Bedirxan’nın oğlu Celadet Bedirxan’ın biyografisini ele alır. Tabi bunu yaparken Bedirxanları da çok güzel ifadelerle ve duygu yüklü anlatımlarla nakşeder. İsyanın ardından, İstanbul’daki ve diğer sahalardaki sürgünün acılarını detaylarıyla işler. Ülkeden uzak ve ülke aşkıyla yetişen Mir Bedirxan’nın aile fertleri belirgin olarak göze çarparlar. Onların en belirgin özellikleri, duygu yüklü Kürt ve Kürdistan aşklarıdır. Yetişen torunlar, Kürdistan için bir şey yapma çabasındadırlar. Mithat Bey, Kahire’de 1898 yılında ilk Kürt gazetesini çıkarır. İstanbul‘da dernek kurmak gibi çalışmalarda öncülük düzeyindeki çabaları eksik olmaz.
Ancak şu gerçek de, belirgin olarak görülür. Kürt aşkıyla yanan Bedirxanların, tek bir eyleme girişmeleri söz konusu bile değildir. Kamuran ve Saffet Avrupa’da yaşarlar. Saffet orada evlenerek yaşamını sürdürür. Celadet Şam’da yaşar. İçki alemleri hiç eksik olmaz. Ne kadar zor şartlarda yaşadığını ve Kürt ozanlarından nasıl “Ağıt” dinlediğini hep okuruz. Ancak örgütlenme yoktur! Eyleme girişme yoktur! Ülkenin kurtarılması ile yaşamlarını ülke ve halk için feda etmeyi göze alma duruşları söz konusu bile değildir! Aydındırlar, yurtseverdirler, duygusaldırlar. Ama politik eylem yoktur. Kendi yaşamını bir ülke için feda edecek tutum ve davranışları yoktur. Sertlik geliştiğinde sinme vardır, geri çekilme vardır, meydanı bırakma vardır. Bu bir trajedidir. Kürt halkına öncülük yapmaya çalışan ya da onun için yetiştirilen kesimin içler acısı durumu böyledir. Aslında milliyetçilik çağının en kızgın döneminde ve ulusal kurtuluş örgütlenmelerinin objektif koşullarının en müsait olduğu zamanlarda, aristokratik Kürt elitlerinden arta kalan korkunç bir sindirilmişlik ve ölümcül mukaderatın ayan beyan kabulüdür.
Daha net ve çarpıcı bir diğer örnek ise “Yitik Bir Aşkın Gölgesinde” işlenen Memduh Selim karakteridir. Kendisi İkinci Meşrutiyet’ten sonra Kürt Hareketi içerisinde saygın olan bir isimdir. Celadet’in de yakın dostudur. 1927’lerde kurulan Xoybun Hareketi’ne de katılmış. Ülke hasretini gidermek için Suriye’de Antakya’ya yakın bir yere yerleşir. İyi, temiz, dürüst ve yurtsever bir aydındır. 1930'larda Xoybun örgütü, İhsan Nuri Paşa’ya destek sunacak bir Xoybun yöneticisi ya da aydınını Ağrı’ya göndermek ister. Halep’te toplantı yapılır. Celadet de hazırdır. Tartışmanın sonucunda bekâr olduğu için Memduh Selim Bey, Ağrı’ya İhsan Nuri Paşa’nın yanına destek amaçlı gönderilir. Birkaç ay için gidip gelecektir. Ne var ki Memduh Selim Bey bir Çerkez kızına âşıktır ve gizlice sözlenmişlerdir. Xoybuncular tüm bunlardan habersizdir…
Memduh Selim Bey, Ağrı’ya gider. Bir ay, iki ay derken, birkaç yıl kalmak zorunda kalır. Ne de olsa Kürt namusu ve gururuna sahip bir aydındır. Birkaç yıl sonra yenik bir halde geri döndüğünde, Çerkez güzeli de gitmiştir. Sonuç yıkılan bir Memduh Selim Bey’dir.
Bir halkın kaderini değiştirmeye çalışan temiz ve yurtsever aydınların acınası gerçekliği böyledir. Objektif olarak bu kişiliklere ihanetçi mi denilecek, yoksa kilitlenmiş kişilikler mi denilecektir!? Bu oldukça zorlayıcı bir sorudur. Hâlbuki o tertemiz duygular, böyle yetersiz bir eylemi ya da eylemsizliği hak etmemektedir…
Zira bu gerçeklik bir dokudan kaynaklanmaktadır. İşgalcilerce eğitilerek çaptan düşürülmüş bir Kürt egemen sınıfını anlatır. Diğer halklarda ülkeleri işgal edilmişse, her gün halka tecavüz ediliyorsa, en azından onuru kurtarmak için kendini ortaya atma durumu vardır. Daha düzenli ve güç haline gelerek, kendini örgütleyerek, her şeyini ortaya koyarak kendini feda etme hali vardır. Bu insan olmanın da bir gereğidir. Ülke işgal edilmiş, halkın onuru ve namusu her gün çiğneniyorsa, buna karşı direnişe geçmeme ve mücadeleye atılmama, tek kelimeyle onursuzluktur. İnsanlıktan çıkmadır. Başka bir anlamlandırma ve kavramlaştırma sadece ve sadece gerçekleri yozlaştırma olacaktır. “İnsanın özgürlüğünden vazgeçmek demek, insan olma niteliğinden, insan haklarından hatta ödevlerinden vazgeçmesi demektir” der Jean Jacques Rousseau. Kürt egemen dokusunda olan tam da budur: Yapılanı sineye çekmedir, içki masalarında nara atmadır ve de derin derin Kürt dengbejlerini dinleyerek sahte bir milli romantizm ile kendini avutmadır!
En iyileri böyleyken bir kesimi vardır ki; Kürt halkının her şeyini kendi statüleri, kendi yaşamları için kullanma, pazarlama ve peşkeş çekme hareketleri kendileri için son derece olağandır. Çünkü böyle şekillenmişlerdir. Bu yüzden bu gerçekliklerini teşhir eden ve gerçeklerini açığa çıkaran herkese karşı hiçbir utanma ve sıkılma hissetmeden gözü karaca saldırmaktan da geri durmazlar.
Ülkesi için hiçbir karşılık beklemeksizin canını malını ortaya koyan ülke fedailerine karşı böyle kişiliklerin saldırmaları, Kürt Özgürlük Hareketinin tarihinde artık sıradanlaşmış bulunmaktadır.
Avrupa’da seyrü sefa içinde yaşayıp tek bir evladını ülkeye göndermeyen bu sahte “yurtseverlere” ne demeli? Ve Kürt Özgürlük Hareketinin bir numaralı düşmanlığını yürüten bu kişilikler nasıl adlandırılmalı? Bunlara söylenecek olan şu olabilir: “Tanrım affet onları, çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar” (İncil’de geçen, İsa’nın Golgatha’da çarmıhtayken Yahudilerin onu taşlamasına verdiği tarihi cevap). Zira ihanet ve işbirlikçilik bir kere onların genlerine işlemiştir. Ve bu düşürülmüşlük ile bu ihanet hali, bu tiplerden gelen kişiliklerde karakter haline gelmiştir.
Karakter haline gelmesinin yanı sıra, bir de, her gün bir şekilde bu halkı için hiçbir şeyi yapmaktan esirgemeyenlere dil uzatabiliyorlar. Halkımız çok ciddi bir soykırım cenderesine alınmasına rağmen, ekran ekran dolaşarak “halen erkendir” diyenler özü itibariyle bu soykırımcı politikaların sadece ortakları değil bizatihi maşa olarak kullananları oldukları için tarihe-Kürdistan özgürlük tarihinde- birer kara leke olarak her zaman anılacaklardır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Bir atom zerreciğinden koca bir evren doğar
Küçük bir su dalgasından büyük bir fırtına
Bir kar taneciğinden büyük bir çığ oluşur.
Bir Ana’dan bir Önder
Bir Önderden bir Parti
Bir Partiden büyük bir isyan
Ve bir isyandan özgür bir halk ve ülke doğar.
Enternasyonal yönü kadar Mayıs ayı, PKK direniş geleneğinde de Şehitler Ayı, 18 Mayıs ise şehitler günü olarak anılmaktadır..
PKK’nin ilk büyük şehidi Haki KARER, Halil ÇAVGUN ve ardından DÖRTLER, daha sonra yüzlercesinin bugüne nakşettikleri kahramanca direniş, parti tarihimizde anlamlı bir gün ve ay olarak yerini almıştır.
“Şehitlik günü, kavranması ve gereklerinin yerine getirilmesi en zor olan bir kavramdır. Şehidi anlamak, şehide hakkını vermek, şehidin vasiyetine göre yaşamak bir devrimcinin en temel ve başta ele alması gereken görev ve sorumluluğu olduğu gibi; bunu egemen kılmak, onun savaşımını kesin vermek, bağlılığın en vazgeçilmez bir gereğidir.”
Selam olsun en değerli varlıklarıyla Mayıs ayını kızıllaştırıp yolumuzu aydınlatan şehitlerimize.
Selam olsun özgürlük dağlarımıza ve onu özgürleştiren ölümsüz kahramanlarımıza.
Varsın cirit atsın soysuz çakallar. Köşe başlarında pusuya yatsın ağzı salyalı kaçkın güruhlar. Leş kargaları üşüşsün ölü bedenlerimize. Bir taraftan Çürümüş ve kokuşmuş yürekleriyle karanlık dehlizlerde gizlenir münafık hainler. Ve diğer yandan aşağılıkça beslenir artıklarıyla çöplüğünde modernitenin komprador işbirlikçi orta sınıf burjuvaları. Bir taraftan da en kutsal değerleri meze yapar içki masalarında entel maskeli itirafçı haramzadeler. Elbette bunlarında bir sonu vardır. Tıpkı, her karanlığın bir aydınlığa evirilmesi gibi…
Dönüp bakalım insanlık tarihine;
Hangi alçağın adı yüceltilir ki, tarih sayfalarında.
Ve hangi teslimiyet övülmüştür ki kutsal kitaplarda.
Hangi korkaktan övgüyle söz eder ki, insanlık!
Ortak ahlakı ve yargısı değilimdir ki insanın; lanetlemek teslimiyeti ve ihaneti. Çünkü insanı insan yapan direnmektir. Çünkü yaşamanın diğer adıdır onurluca direnmek.
Bundandır ki, şiarımız; Ya özgür yaşam, ya da hiç yaşamamaktır!
Ve Mayıs’ta İnatla yükseliyor şanlı kavgamız Kürdistan’da. Doğuyor Güneşimiz ufukta ve yakıp kül ediyor insanın insana kulluğunu. Tarihin ve yaşamın gerçek kitabı yeniden yazılıyor Kürdistan topraklarında. Destansı bir diriliş öyküsü ve sonu gelmeyen bitimsiz bir roman yazılmaktadır. Kan ve canla filizleniyor ülke toprakları. Dağların doruklarından ovalarına yayılıyor özgürlük türkülerimiz. Ve kadınlar, yankılanan sloganlarıyla rengârenk giysileriyle kuşatıyor serhıldan meydanlarını… GÜNEŞ’in yoldaşlığında çıkıyoruz Tanrıça diyarlarına ve ne varsa alemde insana dair güzellikleri bir bir açığa çıkarıp hakikatin dergâhında yoğurup sunuyoruz insanlık sofrasına. Hiç tereddütsüz biliyoruz ki, özgür ve aydınlık yarınlar bizim olacak mutlaka.
Nasırlı elleriyle ilmik, ilmik üretip örerken yaşamı emekçiler, Kan kırmızısı karanfillere dönüşür 1 Mayıs alanlarında. Görkemli bir ruhla mayıs dirilişinin simgeleri ölümsüz büyük devrimciler atılır şanlı kavganın ön siperlerine ve uyanışın ve başkaldırışın startı verilir şafak vaktinde. Bundandır Mayıs’ın DİRENİŞ’le anılması. Direniş Mayısın diğer adıdır. Direnişsiz Mayıs, Mayıs’sız direnişin anlamı yoktur. Mayıs direniş bilinci ve ruhudur. Mayıs; Albert PERSONS’dan Denizlere, İbrahimlere, Hakilere, Halillere, Ferhatlara ve daha yüzlerce devrimcinin ezilmişliğe, köleliğe, sömürüye ve teslimiyete karşı Özgürlük haykırışıdır. Mayıs; demokratik sosyalist bir dünya özlemi ve arayışıdır. Bu nedenle karanlığa inat her zamankiden daha bir parlaktır yıldızlar Mayısta. Çünkü Stérkleşen Şehitler ayıdır Mayıs.
1886’da 1 Mayıs direnişinin yiğit işçi önderleri Albert PERSONS ve arkadaşlarının idamıyla başlar enternasyonal; "Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü” 1 Mayıs. 1 Mayısta gelişen direniş dalgası daha sonra tüm kıtalara yayılarak uluslararası bir direniş ruhu ve geleneğine dönüşür. Ve sonra Mayıs Ayını;DENİZ mavisinden, İBO asaletine, Halil’den HAKİ ve DÖRTLER’e uzanan bir gökkuşağı rengi sarar ve Amanos'ta yıldızlaşır Yedi genç Kürt gerillası…Her biri devrime akan direniş ve irade timsali. Her biri bir isyan abidesi… Herbiri hakikat savaşçısı. Gerçek hakikatin yoldaşları. Muştucuları özgür yarınların, barış yürekli, güneş yüzlü ve ateş soylu Mezopotamya'nın şen çocukları. Adressiz ve mekânsız değildir mezarları. Kutsal topraklar mezar ve gökyüzü kefenleridir onların. Öylesine büyük buluşurlar kutsal vatan toprağıyla. Zerdüşt ateşgahlarında arınıp böylesine görkemli direnişle şahadete ulaşıp zapt edilmez bir çağlayan misali aktılar BİLGENİN DENİZİNE…
Tanıktır bize gökyüzü, yüce dağlar ve akan sular. Bizimde dağlarımız var ey insanlık! Ve dağlarımızda kahramanlarımız. Ve bilinmelidir ki, dikinceye dek özgürlük bayrağını tepesine dünyanın hiç eksik olmayacak Agitlerimiz.
Tarih son hükmünü vermedi henüz. Yazılmadı daha son tarih sayfaları. Ve söylenmedi daha son sözler. Gelenek olduğu üzere son sözü mutlaka hep DİRENENLER söyleyecek ve doğacak yeni özgür bir dünya Mayıs kızıllığında ölümsüzleşen büyük devrimcilerin geleneğinde… Zira gerçek devrimciler üreten, geliştiren tüm emekçi insanlığın gerçek dostlarıdır. Gerçek dostlar ise tıpkı yıldızlara benzerler. Karanlık zamanlarda ilk onlar belirir ve bir aydınlatıcı meşale misali daima yol göstericiler olurlar. Tarihten de öğrendiğimiz gibi devrimler ancak böylesibüyük devrimcilerin iz düşümleri üzerinden gerçekleşir.
Dıjwar SASON
Mayıs 2014
- Ayrıntılar
Bir yılı aşkın bir süredir, yaşananlar/söylenenler/yazılanlar/çizilenler… Hem anladığını sananları, hem anlamış gibi görünenleri, hem de anlamaya çalışıyormuş edasındakileri defalarca nakavt etmiş bu süre içinde değişmeyen temel şeyler;
*Karakol veya kalekol yapımlarında neden HPG tarafından müdahale de bulunuyor
*Kürt illerinde ve ilçelerinde gerçekleşen gösteriler de, neden polisle çatışmalar oluyor
*Rojava konusunda sınır hattında yer yer gerginliklerin yaşanması neden engellenmiyor
*Dağdan ölüm haberleri gelmiyorken, neden halen dağa yaşamaya gidiliyor
*İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de bilumum Türkiyenin batısında neden Kürtler meydanı boş bırakıyor
Bu şekilde çoğaltabilecek örnekleri yan yana, alt altta getirdiğinizde bunlara verdiğiniz cevaplar, gösterdiğiniz tepkiler sözü edilen bu süre içerisinde neyi anladığınızı, ne kadarını kavradığınızı ve neleri yaptığınızı bir ayna gibi yüzüne tutacaktır!
Çok kestirme bir şekilde “…eğer bunlar varsa, süreç müreç yok” diyebilirsiniz!
Ya da iyimser bir dille “…tamam bunlar oluyor ama yine de her şey güzel olacak” da diyebilirsiniz pekala…
Yani;
Ne söylerseniz söyleyin, bu olanları veya yaşananları ilk elden etkileme güçleri yoktur bunların.
Fakat yine de sizi bunlardan kaçıramazlar, sizin sorumluluğunuzu ortadan kaldıramazlar! Nerede durursanız durun, vaki olan biraz da budur…
O zaman tekrar başa dönmek gerekirse;
Süreç denilen şey var mı? Belli değil olup olmadığı varsa bile neye benzediğini halen net bir şekilde göremiyoruz.
Sıraladığımız maddelere göre günlük gelişmeler ortaya çıkıyor mu? Muhtemelen evet, o zaman sırat köprüsü üzerinde yaşanıyor her şey!
Basın, Hükümet ve devlet kanallarında bunlara yönelik her fırsatta çeşitli yönelimler, topluma yönelik müdahaleler oluyor mu?
Kuşkusuz…
HPG’nin tavrı, müdafaası veya meşru savunması, bunlara rağmen bunlar yürütülüyor mu?
Evet diyenler için; peki, daha iyi ve bütünlüklü mücadele için daha fazla neler yapılabilir sorusuyla yüzleşiyor muyuz!!!
Evet demeyenler için; madem karşı taraftan saldırılar ve sulandırmalar durmadan devam ettiriliyor; reaksiyon bağlamında sadece seyretme-ufak çapta yürüyüşlerle, basın açıklamalarıyla rahatsızlığın tevazusunu göstermenin dışında; neler yapılabilir sorusuyla yüzleşebiliyor muyuz!!!
Tüm bunların neticesinde tuhaf bir hikâyenin, karakteri olduğumuz ortaya çıkıyor.
O kadar benzerlik ve o kadar psişik bir toplumsal gerçeklikle karşı karşıyayız işte; baktığımız yerde ve bakışımız da, karşımıza çıkan yine biziz…
Gördüklerimiz karşısında, anlamaya çalıştıklarımızın karşılığında ne yapıyoruz? İşte bu tuhaf hikayenin son sözünü yazacak, önermesini ortaya koyacak olan da bu sorunun cevabıdır…
Jan Ararat
- Ayrıntılar
Ellere ellere diye Nasreddin Hoca’nın bir hikayesi vardır.
Hoca bir gün minarede vaaz verirken; fakire, fukaraya, kimsesize, dilenciye, hiçbir şeyi olmayan herkese yardım edilmesi gerektiğini, kimin neyi varsa hiçbir şeyi olmayanlarla paylaşması gerektiğini geniş geniş anlatır. Kaldı ki bu söylenenler hem bu topraklarda yeşermiş olan kültürün gereğidir, hem de İslam dininin bu topraklarda kurallara bağlayarak bıraktığı bir mirastır.
Nasreddin Hoca vaazını verir. Akşam eve döner ve bir köşeye çekilerek yemek saatini bekler. Beklemeye bekler ancak akşam yemeği bir türlü gelmez. Bir türlü gelmediği gibi geleceği de yoktur. Yoktur çünkü Nasreddin Hoca’nın eşinin yemek yapacak herhangi bir hareketi de yoktur. Saatlerce bekleyen Hoca eni sonunda dayanmaz ve “hanım hanım geç oldu, akşam yemeğini yemeyecek miyiz(?)” diye sorar. Nasreddin Hoca’nın eşinin verdiği cevap ise: “Aman Hoca sen minarede vaaz vermedin mi, fakire, fukaraya, dilenciye neyiniz varsa verin diye. Bende evimize gelen dilencilere, fakir ve fukaralara evde neyimiz varsa verdim. Ne nevalemiz ne de azığımız kaldı. Bunun için de yemek yapmadım” olacaktır.
Nasreddin Hoca bu beklenmedik ve acayip duruma; “ama Hanım benim söylediklerim ellere elleredir” diyecektir.
Şimdi Türkiye devletinin siyasetçilerine baktığımızda günlük olarak söyledikleri ağırlıklı olarak “ellere ellere” siyasetidir.
Örneğin bir iki gün önce Türkiye devletinin ve de Akp’nin dışişleri bakanı olan Davutoğlu Ukrayna’da olup bitenler için: “Ukrayna’da yeni Berlin duvarı örülmesin” cümlesini çok ciddi bir şekilde sarf etti.
Ciddi olmasına ciddi. Malum Berlin Duvarını zamanının Doğu Almanya’sı 1961 yılında Batı Berlin’den ayırmak için inşa etmişti. Ve bu duvar yıllar yılı herkes için bir nevi bir utanç duvarı olarak kalmıştı. Ne kadar insanın bu duvarları aşmak isterken yaşamını yitirdiğini söylemeye gerek bile yoktur.
İşte bu Berlin Duvarına atfen Davutoğlu: “Ukrayna’da yeni Berlin Duvarı örülmesin” diyor. Muhtemeldir ki bu cümlenin ardından da birçok böyle buna benzer sözü de eklemeyi unutmamıştır. Çünkü böyle sözler hem duygu doludur, hem demokratik içerikli kokarlar, hem insan haklarını çağrıştırır, hem başka insanlara karşı empati yapılmış olunur, hem baskıcılığa karşı çıkılmış olunur, hem insanın vicdanı olunur ve tabii birde genel manada insanlığa ne kadar duyarlı olunduğu söylenerek insanlığın yanında yer alınmış olunur.
Ve akp denilen cenahın sadece bu bakanı böyle değildir. Aslına bakılırsa bu cenahın tüm siyaset tarz Davutoğlu’nun yukarıda ifade ettiğimiz sözlerinde gizlidir. Akp’nin siyaset tarzını çözmek istiyorsak, akp’nin siyasetini görmek istiyorsak ve de akp siyaset tarzını anlamak istiyorsak bu sözleri masaya yatırıp çözümlememiz gerekiyor.
Şimdi Ukrayna’da yeni Berlin Duvarları örülmesin. Tamam, örülmesin ve doğru olanda budur. Halklar birbirlerinden ayrıştırılmasın. Birbirlerine karşı düşman hale getirilmesin. Çitler örülmesin. Davutoğlu’nun dediği gibi bilakis sınırları daha şeffaf hale getirmek de gerekiyor. Tamam, bu söylenenlerin tümü doğrudur.
Peki, bir soru soralım; bugün Rojava Kürdistan’ınıyla TC devletinin hatta bu TC devletinin akp bakanı olan Davutoğlu’nun denetiminde Nusaybin’de yapılan Berlin Duvarına ne demeli?
Peki, Kilis ve İslahiye mıntıkasında Rojava’nın Afrin alanına komşu olan yerlerde kazılan hendekler, çekilen teller, döşenen mayınlar, çekilen telli elektrikler ve sonunda da yapılan duvarlara daha doğrusu Berlin Duvarlarına ne demeliyiz?
Ve tabi Kürdistan’ın birçok yerine böyle kurulan çok sayıda Berlin Duvarları var. Hakkari’nin güneyine düşen birçok dağlık alanına kurulması planlanan ve birçok yerde de yapımına başlanan böylesine Berlin Duvarına ne demeli?
Duvarlardan söz etmişken devam edelim. Kürdistan’ın birçok alanına kurulan Kalekol adı altında tamamen beton Duvarlara ne demeli?
Akp’nin emri ve aklıyla KDP’nin Rojava Kürdistan ile Güney Kürdistan’ına şimdilik kazdığı hendekler ardından gelecek olan telli, dikenli, ışıklı Berlin Duvarına ne diyeceğiz?
Evet, böyle Berlin Duvarları meselelerini dizip devam edebiliriz.
Bir insanın ya da bir hareketinin samimi mi sahtekar mı olduğunu test etmenin en basitinde bir denklemi vardır: Bu denklem söz ile eylem arasındaki uyumdur. Sözler eylemlere yansıyorsa-ideolojik duruşu ne olursa olsun, beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz- orada bir samimiyet vardır demektir. Lakin söz ile eylem uyumlu değilse –size yakın olur ya da uzak olur- orada bir sahtekarlık kesin vardır. Orada bir hile vardır. Orada bir kandırma vardır. Orada bir kurnazlık vardır. Ahlakı en dar anlamda: “Bir toplum içinde kişilerin benimsedikleri, uymak zorunda bulundukları davranış biçimleri ve kuralları” olarak ele alırsak, o zaman orada tam bir ahlaksızlık var demektir.
Şimdi Davutoğlu’nun ve de bu akp denilen partinin söylediklerini bu temelde mercek altına aldığımızda –istisnasız görülecektir ki- her zaman ama her zaman tamamen toplumsal ahlaki değerlerden uzak bir siyaset tarzı gütmektedirler. Bu siyaset tarzına ise bizler “ellere ellere siyaset tarzı” diyelim.
Dikkat edelim ve bu söylediklerimizi akp’nin söyledikleri her şeye ama her şeye uygulayalım ve o zaman görülecektir ki akp siyaset tarzında söz ile eylem hep uyumsuzdur. Söz ile eylem birbirini tutmaz. Söz ile eylem hep çelişiktir.
Ama lakin insanlığın tarihte süzülüp gelen en güzel sözlerini, insanlığa hitap eden en güzel değerlerini utanmadan -bu tarz bir ahlaksız kullanma biçimiyle- akp insanlarda halen umut yaratarak, insanları kandırabiliyor. Kandırılmamak için yapmamız gereken basit bir formül vardır, o da: Söz ile eylem arasındaki uyuma bakarak söylenenlerin samimi mi yoksa ahlaki değerlerden kopmuşluk mu olduğuna bakmaktır.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Geçen hafta Mahir Çayan çizgisi üzerine bazı hususlara değinmiştik. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edildiği haftada 1971 direnişçilerinin devrimci-demokratik birliğe nasıl yaklaştıklarını ifade etmeye çalışmıştık. Bu hafta da Haki Karer çizgisi üzerinde durmak istiyoruz. Büyük Devrimci Haki Karer’in şahadetinin 37. Yıldönümü yaşanıyor. Otuz yedinci Şehitler Günü ve Ayında Kürt halkı Haki Karer’i ve kahraman şehitlerini anıyor. Haki Karer kişiliği Mahir Çayan çizgisini çok daha ileri ve anlamlı hale getirmiş bulunuyor. Kürt ve Türk halklarının devrimci-demokratik birliğinin gerçek temsilcisi ve sembolü oluyor.
Öyle anlaşılıyor ki, geçen hafta yazdıklarımız bazı çevrelerin pek hoşuna gitmemiş. Mahir Çayan’ın birlikçi devrimci-demokratik çizgisinin dile getirilmesi, bir türlü birliğe gelmeyen ve hep ayrıksı ve parçalı duran bazı çevreleri rahatsız etmiş. Bu tür çevreler, bizi “AKP yanlısı, AKP’ye karşı mücadele edemeyen” biçiminde tanımlıyormuş. Geçen on iki yılın pratiği ve AKP’ye karşı kimin ne kadar mücadele ettiği ortada! Bu konuda doğru söyleyen geçmiş pratiktir. Yoksa birilerinin iddia etmesi bir şey ifade etmez. Fakat devrimci-demokratik güçlerin birlik olmasından bu tür çevreler neden bu kadar rahatsızlık duyuyorlar, anlamak mümkün değil. Belli ki suçüstü yakalanmış gibi bir durumu yaşıyorlar. Ancak ne olursa olsun, kendi önümüzde engel olmaktan başka bir işe yaramayan mevcut sol statükoculuğu yıkmak ve marjinalizmi aşmak gerekiyor.
Haki Karer Ordu’nun Ulubey İlçesinden emekçi bir ailenin çocuğu. Daha Ordu’da lise okurken Mahir Çayan ve arkadaşlarının düzenlediği “Fındık Mitingi”nden etkilenerek devrimci sempatizan oluyor. 1971-1972 Öğretim yılında Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi’ne giriyor ve devrimci gençlik hareketine katılıyor. Bir öğrenci evinde beraber kaldığı hemşerisi Kemal Pir ile birlikte Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile tanışıyor. Ordulu Devrimci Haki Karer’in yaşamı bu tanışmadan sonra değişiyor.
Sanki üç yıl önceki tarih yeniden tekerrür ediyor. Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir ikilisinin yerini bu sefer Abdullah Öcalan ve Haki Karer ikilisi alıyor. Türk ve Kürt halklarının yetiştirdiği en bilinçli ve önder evlatları bu biçimde bir araya geliyor. Mahir Çayan “Cevahir’imi kalbime gömüyorum” derken, Abdullah Öcalan “Haki benim gizli ruhum gibiydi” diyor. 12 Mart faşizmine karşı direnen devrimci önderlerin anılarını yaşatmak için önderlik sorumluluğu üstlenen Abdullah Öcalan, Haki Karer’in anısını yaşatmak için de PKK’yi örgütlediğini belirtiyor.
Haki Karer, “Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı tartışılamaz” diyen Mahir Çayan’ın çizgisini Kürt Özgürlük mücadelesine bizzat katılarak daha da ileri götürüyor ve pratikleştiriyor. Tabi bu süreç öyle kolay ve düz bir biçimde gerçekleşmiyor. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile Haki Karer 12 Mart faşizmine karşı devrimci gençlik çalışmalarını birlikte yürütüyor. Her ikisi de 1974 yılındaki gençlik örgütlenme çalışmalarına aktif olarak katılıyor ve Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği’nin yönetiminde birlikte yer alıyor. Böylece aralarındaki yoldaşlık ilişkisi iyice pekişiyor.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile Haki Karer, ADYÖD’ün kapatılması ardından Devrimci Yol Grubu yönetiminde kurulan Ankara Yüksek Öğrenim Derneği’nde doğal olarak yer alamıyor. Ancak bu ikili kendi örgütlenmelerini nasıl geliştireceğini de pek bilmiyor. Kısa bir süre yakın ilişki içinde birer grup örgütleme çalışması yürütüyorlarsa da, daha sonra tek grup olarak çalışmalarını Kürdistan’a kaydıran bir hat izliyorlar. “Apocular” ya da “Kürdistan Devrimcileri” olmaktan PKK olmaya doğru ilerliyorlar.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan bu süreci “Türkiye devrimci hareketi çok örgütlü ve güçlüydü, çok sayıda grup vardı, Kürdistan ise örgütsüz boş bir alandı, bu örgütsüzlüğü gidermek için biz de Kürdistan’a yöneldik” diye ifade ediyor. Yine AYÖD’ün tekelci ve ayrılıkçı tavrı nedeniyle Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketlerini koordineli olarak örgütleyemediklerini belirtiyor. Bu durum Haki Karer’in devrimci yaşamının akışını da ifade etmiş oluyor.
Burada şu iki hususun altını kalın bir çizgiyle çizmemiz gerekiyor. Birincisi, eğer Devrimci Yol Grubu ayrılıkçı değil de birlikçi yaklaşım içinde olsa, o zaman PKK gruplaşması Türkiye Devrimci Hareketiyle en azından koordineli olarak örgütlenecek ve Haki Karer de Türkiye devrimci örgütlenmeleri içinde mücadele edecektir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın yaklaşımının bundan başka sonuç vermesi mümkün değildir.
İkincisi ise, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan öncülüğündeki Kürdistan Özgürlük Hareketi eğer çok söylenen deyimle “Kürtçü” olsa, yani dar bir Kürt milliyetçiliğini esas alsa, o zaman Ordulu Devrimci Haki Karer’in bu hareketin içinde yer alabilmesi, Önder Abdullah Öcalan’ın “Gizli Ruhu” düzeyinde katılım gösterebilmesi ve şahadetinin de Kürdistan Şehitler Günü olarak kabul edilmesi asla mümkün olmaz. Oysa bütün bunların hepsi gerçekleşmiş bulunuyor. Kürtler 37 yıldır 18 Mayıs 1977’yi “Şehitler Günü” olarak anıyor. Çağdaş Kürt Direnişi olan PKK Hareketi Haki Karer’in adıyla örgütleniyor. Otuz yedi yıldır Kürt gençleri, Kürt halkının kızları ve oğulları Haki Karer’in anısına direnip yirmi binden fazla şehit vermiş bulunuyor.
İşte Haki Karer gerçeği ve çizgisi de budur! Bunun Mahir Çayan çizgisinden kopuk olmadığı, o çizginin Kürdistan’daki sürdürülmesi olduğu tartışmasızdır. Mahir Çayan’ın devrimci birlik çizgisinin en ileri düzeye çıkarılmasını ifade ettiği açıktır. Gerçek bu iken, sanki PKK daha yeni Türkiye halklarını stratejik müttefik olarak kabul ediyormuş gibi bir hava yaratılıyor. KCK Yürütme Konseyi’nin 30 Mart seçimi öncesi yaptığı “Stratejik birlik” çağrısı böyle tanımlanmak isteniyor. Bu tür yaklaşımların PKK gerçeği ile bir ilişkisinin olmadığı ortadadır. Bu yaklaşımları her şeyden önce Haki Karer gerçeği yalanlamakta ve Önder Abdullah Öcalan öncülüğündeki Kürdistan Özgürlük Hareketinin gerçek toplumcu ve halkların kardeşliğinden yana olan gerçeğini ortaya koymaktadır.
Dolayısıyla Haki Karer gerçeğini doğru anlamak gerekli ve önemlidir. Eğer Kürt sorununun çözümü ve Kürtlerin özgürlüğü ile birlikte bir Türkiye demokratikleşmesi öngörülüyorsa, o zaman Haki Karer gerçeğinden ders çıkarmayı bilmek gerekir. Bunun tersi de doğrudur. Eğer Türkiye’nin demokratikleşmesi temelinde Kürt sorununun çözümü öngörülüyorsa, o zaman da yine Haki Karer gerçeğinden öğrenmek gerekir. Çok açık olarak görülüyor ki, Haki Karer gerçeği hem Kürt özgürlüğü oluyor ve hem de Türkiye’nin demokratikleşmesi. Kürdistan’ın özgürlüğü ile Türkiye’nin demokratikleşmesi daha kırk sene önce Abdullah Öcalan ve Haki Karer kişiliklerinde böyle bir birlikteliğe ulaşmış bulunuyor.
Haki Karer’in temsil ettiği bu çizgiyi belli ki hepimizin esas alması ve özümsemesi gerekiyor. Halkların kardeşliğini ve demokratik birliğini ifade eden bu çizginin tüm sorunların çözüm yolunu aydınlattığı açıkça görülüyor. O halde Kürt de, Türk de bu çizgiyi esas almak, burada birleşmek ve çözümü bu çizgide aramak zorundadır. Haki Karer ve Kemal Pir gerçeği işte bu kadar anlamlı, önemli ve çözümleyicidir.
Bu temelde, şahadetinin otuz yedinci yıldönümünde büyük devrimci Haki Karer’i ve şahsında tüm Özgürlük Mücadelesi Şehitlerini saygı ve minnetle anıyorum! Tüm Kürt halkını otuz yedinci Şehitler Günü’nde ve Şehitler Ayı’nda, 18 Mayıs’ta ve tüm Mayıs ayı boyunca Haki Karer’i ve tüm kahraman şehitlerimizi anmaya, şehitliklerimizi ziyaret etmeye, şehitlerimizi anma toplantıları ve etkinlikleri düzenlemeye ve şehitler çizgisinde kendimizi gözden geçirerek yenilemeye davet ediyorum!
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA
SELAHATTİN ERDEM
- Ayrıntılar
Leyla Kasım 1952 yılında Kerkük’te doğdu. İlk ve ortaöğrenimini gördükten sonra ailesiyle birlikte Bağdat’a göç etti. Bağdat’ta lise öğrenimini tamamlayan Leyla Kasım, 20 yaşındayken Kürdistan öğrenciler birliği (YXK) ile tanıştı ve onlara destek verdi. Leyla Kasım bu dönemde peşmergelere katılma kararını verdi.
1-KDP peşmergesine katıldığı zaman Kürtler, özellikle Büyük Güney’de hassas bir dönemden geçiyordu. 1974’ün baharında Baas rejimi Kürtlere karşı savaş açtı ve yoğun tutuklama ve katliamlar gerçekleştirdi. Birçok Kürt ailelerini Bağdat’tan çıkardı. Irak rejimi Qeledize kentini bombaladı. Bombalama sonucunda 3 sivil yaşamını yitirdi. Daha sonra Halepçe’yi bombalayan rejim, birçok sivilin yaşamını yitirmesine neden oldu. Bu dönemde Leyla Kasım’a Kürt halkının sesini dünyaya duyurmak amacıyla bir uçak kaçırma görevi verildi ve kendisi bu görevi büyük aşk ve tutkuyla uygulamak için yola koyuldu. Ancak bu eylemde istenilen düzeyde başarılı olamadı. Daha sonra Leyla Kasım ve 4 arkadaşıyla birlikte 24 Nisan 1974 yılında Baas rejimi tarafından esir alındı. Leyla Kasım ve 4 arkadaşıyla birlikte 13 Mayıs 1974 yılında idam edildiler. Yargılama esnasında Leyla Kasım mahkeme hâkimine “beni öldürün fakat şu gerçeği de bilin ki; benim öldürülmemle binlerce Kürt uyanacak. Ben Kürdistan’ın özgürlüğü yolunda canını feda etiğimden dolayı sevinç ve gurur duymaktayım”dedi. İdam sehpasına giderken bile ulusal marşımız olan Ey Raqip marşını hep okuduğunu söylenmektedir. Böylesi görkemli ve anlamlı mücadele sahibi olan binlerce Kürt geçleri tarihe damgasını vurmuştur. Tabi Baas rejimi hoyratça katletti. Bu insanların anılarını her dönem güncel tutmak ve onların intikam mücadelesini yükseltmek bizim için kutsal bir görev olmaktadır. Kuşkusuz günümüzde Leyla’nın dediği gibi Kürdistan’ın bağımsızlığı ve özgürlüğü uğruna binlerce Kürt kadını mücadele edip, halkı uğruna gözünü kırpmadan bedenini feda etmektedir. Leyla Kasım kendi dönemine göre Kürt tarihinde Irak Baas rejimi karşısında çağdaş bir direniş destanı yazdığını belirtmek mümkündür. Bunların yanı sıra dönemine göre yoğun bir Kürt, feodal kültürü çatısı altında yaptığı özgürlük çıkışıyla birçok kadında medeni cesaretin gelişmesi, ulusal bilincin derinleşmesinde büyük bir katkıyı sağladığını dile getirmek mümkündür.
Leyla kasım kişiliği ve karakter yapısı gereği öyle sıradan bir kadın olmamaktadır. Son derecede bilinçli ve aydın bir düşünsel yapıya sahiptir. Bu anlamda Kürt Kürdistan tarihinde önemli ve anlamlı bir yere sahip olduğunu belirtebilirim. Bilindiği gibi 1974 yılından bu yana düşmanın talan ve asimilasyon, soykırım politikalarına karşı Kürt toplumu da yoğun bir mücadele vermektedir. Özelde de özgürlük güneşimiz Önder APO’nun öncülüğünde bu mücadele güçlendirilip günümüze taşırılmıştır.
Özgürlük Güneşi’nin ışınlarından enerji ve güç alan Kürt kadını her alanda aydınlanıp güçlü bir örgütlülük düzeyine ulaştığını görmekteyiz. Bunun en somut örneklerinden bir tanesi de PKK içindeki kadın özgürlük mücadelesidir. Yine YPJ, YJA-Star ve PAJK askeri-ideolojik merkezi etrafında büyüyen ve gittikçe gelişen bir kadın hareketinin devrime öncülük eden bir konuma gelmiş bulunmaktadır. Bu bakımdan Kürt toplumu ve özelde Kürt kadını, 21. Yüzyılda insanlık, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin temel garantisi haline gelmeyi başarmış bulunmaktadır.
En yakın tarihe bir göz atığımızda bile görülecektir ki her türlü yönelim ve zorlu koşular altında Suriye rejimine ve orada bulunan bütün muhalif ve gerici çete guruplarına karşı amansız bir direniş sergilenmektedir.
Bu bakımdan bizler kadın hareketi olarak da geçmiş tarih gerçekliğimizden ders çıkaran ve Beselerin, Zarifelerin, Leyla Kasımların, Zilan ve Semaların düşmana karşı verdikleri mücadeleden sonuç çıkarmayı bilip, düşmanın her türden onursuzlaştırıcı ve sömürgeci sistemine karşı mücadeleyi güçlendirmekle anlamlı cevabı verdiğimizi söylüyoruz.
Kürt toplumu olarak çok önemli ve kritik bir aşamadan geçmekteyiz. Özellikle de önümüzde bizi bekleyen yoğun bir mücadele dönemi vardır. Demokratik ekolojik ve kadın özgürlükçü bir sistemi Ortadoğu’da ve Kürdistan toplumunda yaratmak kadının özgürlüğünden ve özgürlük mücadelesinden geçtiğini unutmamak gerekir. Çünkü bütün eşitsizliğin ve adaletsizliğin temeli kadın köleliğinde ve erkek egemenlikli zihniyetten doğduğunu, her geçen gün yapılan bilimsel araştırmalardan anlaşılmaktadır. Bu anlamda salt bu hususları tespit etmekle yetinilmemelidir. Bir de günlük yaşamsal ve siyasal politik sistem içinde bunun mücadele araçlarını doğru ve yerinde kullanma çabalarımızın güçlendirilmesi gerekmektedir.
Günümüzde kapitalist modernite sisteminin göstermelik olarak kendisini demokrasi ve barış sözcükleri altında insanların duygu ve hayal dünyasına sunduğu gereği bir kandırmacadan ve yalandan ibaret olduğunu yakından görmemiz gerektirmektedir. Özelde de kendi sistemini ve modern yaşam anlayışını Ortadoğu halklarına, gençliğine, kadınına entegre edebilmek için gerek en gelişmiş teknolojik araçlarından, yine askeri güç gösterilerinden vb. ihtiyaç duymadığım birçok sosyal, psikolojik, kültürel baskıyı uygulamaktadır.
İnsanlığa sunduğu tek yaşam seçeneği günü birlik yaşamak, bireyci ve bencil bir insan tiplemesinin yaratmayı hedeflemektedir. İnsanların insanlık adına verdiği devrimci mücadelesinden vazgeçtirmeyi ve bu konuda direniş geleneğini tarihten silmeyi istemektedir. Bu konuda çağın temel gerekliliklerinden olan kadın özgürlük mücadelesini yükseltmek ve bu mücadelenin sonuçlarını kalıcı bir demokratik modernite sistemine dönüştürmektir.
Bu temelde kadın özgürlük mücadelesini Ortadoğu sisteminde yaratmak ve her türden cinsiyetçi, feodal, dini kalıplar adı altında kadına her alanı daraltan ve çıkış kapılarını kapatan bu sistemsel geriliklere dur demek her kadının meşru ve adil hakları arasında olmaktadır.
Bu vesileyle Leyla Kasım’ın şahadet yıl dönümünü değerlendirirken başta bütün Ortadoğu kadınları olmak üzere, özelde de Güney Kürdistan kadının yaşadığı çıkmaz ve bunalımlara da çözüm gücü oluşturmak bakımından da kendilerini her alanda yetkinleştirmeyi ve sistem karşısından sunulan yaşam tarzının olduğunu yaşam tarzını olduğu gibi kabul etmekten ziyade, Leyla Kasım’ın mücadelesine bağlılık gereği olarak, her alanda kendi örgütlülüklerini güçlendirmek ve ulusal yönden kendi kültür ve geleneklerine sahip çıkmak gibi bir görevle karşı karşıya olduklarını düşünüyorum. Bilindiği gibi son yıllarda çokça Güney Kürdistan’da kadın intiharları ve değişik biçimde kadın katliamları basına yansımaktadır. Bu durum karşısında sesiz kalmamakla birlikte bu olayların temel kaynağına teşkil eden etkenlerden bir tanesi de 5000 yılık erkek egemenlikli sistem olduğu gerçeğinden yala çıkarak her dönemkinden daha çok Ataerkil düşünce yapısına karşı durmak ve buna karşı kendi demokratik haklarının koruma mücadelesinin yükseltilmesi gerektiğini belirtebilirim. Özellikle de Güneyde var olan sistem gerçekliği kadının en doğal yaşam hakkını bile elinden alacak bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Kadın katliam ve cinayetlerinin hiçbir şekilde meşrulaştıracak bir gerekçeye yer vermemek ve reel zeminin olmadığını düşünmekteyim.
Leyla Kasım Baas gibi bir diktatör sistemine karşı boyun eğmeyen bir kadın olduğundan dolayı onu sahiplenmek ve anlamlı kılmak kadın özgürlük mücadelesini erkek egemenlikle zihniyete karşı vermekten geçtiğini belirtebilirim.
Bu bakımdan erkeğin kadın topluluğu etrafında sarmış olduğu örümcek ağını koparıp, parçalamak en önemli hususlardan birisi olduğuna inanmaktayım. Bir de PKK öncülüğünde gerçekleşen kadın mücadelesinden güç almak ve kendisi için bir moral güç görmek gereklidir. Sistem içinde kadının yaşadığı yalnızlık psikolojisi, çok yönlü çözümsüz ve güçsüz bırakılan yaklaşımlarla dolu olmaktadır.
Bütün sorunların çözümü kadının sistem karşısında yaşadığı kaos ve bunalımların temel yolu ideolojik ve sosyal bakımdan kendisini politik alanda güçlendirip, siyasal alanda kendisini güç haline getirmekten yatmaktadır. Siyaset politika ve diplomatik alanı salt erkeğe ait bir meslek ve çalışma sahası olarak görmek yanılgılı ve yanlış bir yaklaşım olduğunu görmek gerekir.
Bilindiği gibi yeni bir bilim dalı olarak jineoloji bilim dalı kuruldu ve bu bilim dalının güçlenmesi aynı zamanda birçok toplumsal alanda yaşanan kadın ve toplum sorunlarına çözüm gücü ve getirme temelinde yetkin bir rol oynaması beklenilmektedir. Jineoloji alanında kendini doğru tanımlamak ve bilince çıkarmak önemli bir husus olduğunu düşünüyorum. Kadın olarak geçmiş tarihini bilmek ve cinsiyetçi toplumun beyinlerimizde duygu ve düşünce, ruhsal yaşamımızda yaratmış olduğu parçalanmayı, aşıp kendimize ayıt olabilmeliyiz. Biz kadınlar olarak hiç kimsenin, özelde de erkeğin namusu olmadığımızı bilmeliyiz ve en çokta bu eğilim, mantık yapısıyla mücadele etmeliyiz. İnsanın namusu onun özgür ve onurlu yaşamından geçmektedir.
Bence önemle üzerinde durulması gereken diğer bir husus ise son dönemde BDP, DTKA ve KCD kuruluşları öncülüğünde sağlanan eş başkanlık sistemini güçlendirmek ve Ortadoğu’nun her alanında bu sistemin kurulması için mücadele etmek gerektiğini düşünüyorum. Demokratik bir sistem olduğu kadar, kadın topluluğuna karşı dayatılan eşitsiz anlayışların önünü önlemek açısından örnek teşkil edecek bir örgütlenme modeli olmaktadır. Yine gerçek demokratik toplumun kurulması açısından da ahlak ve politik toplum zihniyetinin yaşamsal kılınması açısından da belirleyici bir rol oynayacağını vurgulamak mümkündür. Bu temelde reel gerçeklikleri ele alacak olursak her bakımdan bizleri, kadınlar olarak güçlü bir mücadele dönemi beklemektedir. Tarihte yaşanan devrimci kadın geleneğini canlı tutmak ve günümüzle anlamlandırmak önem kazanmaktadır.
Bilindiği gibi günümüzde Kürdistan’ın birçok yerin de öncülük ettiği çeşitli biçimler ve yöntemlerle mücadele vermektedir. Kürt kadının bu düzeye ulaşmasında kuşkusuz, Özgürlük güneşimiz Önder APO’nun eşsiz emekleri ve çabası sonuncunda yakalanmıştır. Kadın kurtuluş ideolojisi ve kopuş teorileri kapmasında kendinde gerçekleştirdiği zihinsel devrimle birlikte her geçen günün ideolojik bakımdan öneminin farkına varmaktadır.
Mezopotamya devrimi kadının özgürlüğünden ve bağımsız mücadelesinden geçtiği gerçeğinden yola çıkarak Ortadoğu’da güçlü bir toplumsal dönüşüme ve gelişmeye öncülük edecek olan, kadınlar olmalıdır. Çünkü en çok toplumda yaşanan savaş ve kaos kargaşadan zarar gören, mağduriyet yaşayan kadınlar ve çocuklar olmaktadır. Toplumsal anlamda günümüzde temel sorunları arasında en başta gelen kadın sorunu olmaktadır. Bu anlamda kadın sorunu etrafında gelişen çelişki ve ilişkileri bilimsel bir bakış açısıyla ele alıp çözmek gerekmektedir. Kadın köleliği üzerinden inşa edilen egemen sistem gerçeğini aşmak ve aştırmak kadın özgürlüğüyle yakından bağlantılı olmaktadır. Önder APO’nun da dediği gibi; “köleliğin olmadığı yerden egemenlik yükselmez” tezi bu anlamda gerçeğini tam anlamıyla doğrulamaktadır.
Düşünün bir toplumda eğer herkes eşit ve özgür haklara sahip ise orada egemen ve ezilen sorunu olmazdı. İktidarlaşmış sistem elindeki güç ve sermaye birikimini insanların düşünce dünyasına bir tahakküm aracı olarak kullanıp, kendisini hâkim kılmaktadır. Yine en bariz örneklerden biri de işçi ve patron ilişkisi arasında ki fark olmaktadır. Nedir bu fark? İşçinin kendi yaşamını idame edebilmek için bir avuç paraya muhtaç kılınmaktadır. Bunun üzerinden insanlar arasında alt üst sınıf anlayışını derinleştirmeyi esas almaktadır. Durum bundan ibaretken ortaya çıkan sonuç kendisini insanlar arasında veya kadın-erkek arasında var olan uçurumların daha da derinleşmesine katkıda bulunmaktadır. Kadınlara sistem tarafından bilinçli ve büyük bir ideolojik uzmanlıkla biçilen roller ve misyonların var olması söz konusudur. Özelliklede erkek her zaman evin direği ve evin her anlamdaki ihtiyacını maddi ve manevi anlamda sözde karşılayan bir pozisyon ve görevle sorumludur. Kadına düşen görev ise çocuk bakıcılığı evin temizlik makinesi, erkeğin cinsel güdülerini tatmin eden bir zorunlulukla karşı karşıya bırakılmasıdır. Oysaki en büyük haksızlık buradadır. Yine kadının biyolojik olarak zayıftır tabiriyle kadını her zaman bir cinsel meta parçası olarak ele alınan yaklaşımlarla, kadın köleliğini meşrulaştıran yaklaşımların köklü bir biçimde aşılması ve bu cinsiyetçi eğilimlerin aşılması gerekmektedir.
Yaşadığımız çağ gerçekliğinde en çok emek veren, yaşam bağıyla bağlantıları güçlü olan kadın toplumu olurken, nedense bu gerçeklikleri gören gözler kör ve görmez bir duruma gelmiş bulunmaktadır.
İşte devrimci kadınlar anısına sahiplenmek ve onları yaşamsal kılmak dediğimiz şey de tüm bu ters-yüz edilen gerçekliklerle mücadele etmemizi güçlü bir şekilde gerektirmektedir. Kadınlar açısından diğer bir tehlikeli durum ise sistem karşıtı reflekslerin neredeyse yok edildiği gerçeğidir. Post modernite sistemi çağın her türden gelişmiş teknolojik ve bilimsel olanaklarından yararlanıp, kendisini şeker şerbet yapma gibi gösterip kendisini fark ettirmeden insan hafızasını etkileyip cahil bir toplum ve birey gerçeğini yaramak istemektedir.
Özgürlük kavramı adı altında insanlığa sunduğu her şey köleleştirmedir. Bu açıdan yaşanan toplumsal sorunların ciddi anlamda insan yaşamında tehditler yaratması ve neredeyse bu sorunların çözümü anlamda tüm kapıların kapatıldığı, yaşanan her şeyin tanrının farz etiği ve bunu bir kader olarak ele alıp herkes tarafından kabul görülmesi hususunda liberal bir havayı yaratmak ve bu havayı her kese benimsetmeyi, özümsetmeyi çok profesyonelce topluma kabul ettirmeyi başarmış bulunmaktadır.
Biz kadın topluluğu olarak tarihimizi, evrenimizi ve kendi kişiliğimizi felsefik açıdan çözümledikçe gelecek yaşamımızı özgür ve demokratik kılabiliriz. Çünkü şimdiye kadar her şeyden maruz bırakılan kadın toplumu üzerinde oynanan iktidar savaşının özünü yansıtmaktadır. Yine bazı ideolojik ve politik nedenleri olmaktadır. Eğer kadınlar bilinçlenir, bilimsel alanda gelişirse, tabi ki kandırılacak bir alan kalmaz. Erkek sistemi açısından bilim insanlarının kadın olmayışı, ünlü ve derin felsefecilerin çıkmaması öyle kendiliğinden değildir.
Tabi ki tarihte birçok kadın kişilikleri çıkmış, ancak bastırılmış ve kendisini yetkin kılacak alanlar ortadan kaldırılmıştır. Örneğin Ortaçağ karanlığından öncesi ve sonrası da birçok bilim kadın çıkmış ve cadı ve şeytandır cadı avına çıkılıp kadınların yakılıp engizisyonlardan geçirilmiştir. Egemen sistem şu gerçeği çok iyi hesaplamaktadır. Eğer kadın köleliği olmasa kendisini ayakta tutacak bir dal kalmayacaktır. Bu nedenledir ki kadın özgürlüğünün önlerinde binlerce engel ve barikat kurulu tutulmaktadır.
Günümüzde de önemli olan kadınların tek yürek ve tek sesle bu gerçeğe karşı durmasıdır. Bıkmadan usanmadan mücadele etmesidir. Avrupa’da bazı cinsiyetçi çitler kırılmış olsa da var olan feminist ve genel kadın haklarını savunan kadın kuruluşları, günümüz açısından çok belirgin olmamakla birlikte, kapitalist modernitenin derin ideolojik etkileri altında olduğu için, hem kadın haklarını ele alışta hem de demokrasi anlayışlarında sistemin özünden boşaltılmış demokrasi anlayışını aşamadıkları için gerçek anlamda kadın özgürlük mücadelesini verememektedirler. Örneğin eşitlik anlayışı bilene, her zaman erkeklerin sahip oldukları anlayışın kendisine tanıtılmasını savunan anlayış yanlış ve yetersiz kalmaktadır. Önemli olan kadınların kendilerini sosyal, siyasal ve ekonomik anlamda bağımsız bir alana sahip olmaları ve ideolojik olarak bağımsız bir iradeyi temsiliyet düzeyine ulaştırılmasıdır.
Kadın zaten özü itibariyle sosyalizmi ve komünal değerleri temsil etmektedir. Bir de kadın toplumun temel hücresini oluşturduğu için doğal anlamda kendisine pozitif bir ayrıcalığın tanıtılması ve özel bir yere sahip olması gerekmektedir.
Bu vesileyle Leyla Kasımın 46. şahadet yıl dönümünü anarken Kürdistanlı ve bütün kadın devrimcilerin şahadetleri önünde eğiliyor ve anılarını ölümsüz kılacağının sözünü veriyoruz. En büyük umut ve ayallerimiz olan kadın devrimini Ortadoğu ve Kürdistan toplumunda gerçekleştirmek için Kadın Özgürlük Hareketi olarak her döneminkinden daha çok özgür ve yaşanılır bir dünyayı yaratmak için güçlü bir mücadelenin sahibi olacağımızı belirtiyoruz.
Diyana Amanos
- Ayrıntılar
6 Mayıs Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilişlerinin kırk ikinci yıldönümü. Bizim kuşak kırk iki yıldır bu derin acıyı yaşıyor. Fakat bu acıyı daha derinden yaşayan, hatta daha oluşmadan hissederek önleme çabasına giren kuşkusuz Mahir Çayan ve arkadaşlarıdır. Kızıldere katliamının böyle bir acının yaşanmasını engellemek için geliştirilen eylem içinde gerçekleştiği ve söz konusu acıyı daha da büyütüp derinleştirdiği bilinen bir gerçektir.
Bizler kuşak olarak böyle büyük kahramanlıklar içinde ve derin acılar yaşayarak bu dünyayı tanıdık ve o gün bugündür yürüttüğümüz mücadeleye katıldık. Kuşkusuz bu büyük devrimci önderleri tanımadık, onlarla birlikte çalışmadık, fakat mücadele ruhumuzu ve bilincimizi onların yarattığı kahramanlıklar ve acılar içinde oluşturduk. Kim kimdir, pek bilmeyiz! THKP-C ile THKO neden ayrı iki örgüt oldu, fazla anlamayız! Ancak 1972 başından itibaren bu tür devrimci güçlerin faşizme karşı birlikte direndiğini ve Kızıldere yürüyüşünün bunun somut ifadesi olduğunu iyi bilir ve anlarız.
Bize söylendiğine ve sonradan öğrendiğimize göre, THKP-C ile THKO arasındaki temel görüş farklılığı ülkemizde gerilla mücadelesinin nereden başlayacağı noktasındaymış. THKP-C şehirden başlamalı derken, THKO kırdan başlamalı diyormuş. Velhasıl 12 Mart 1971 faşist-askeri darbesine karşı şehirlerde çok fazla planlı ve örgütlü olmayan silahlı eylemler geliştirildikten ve toplum silahlı propaganda ile uyarıldıktan sonra söz konusu bu görüş farklılığı da ortadan kalkmış. Nitekim Sıkıyönetim Askeri Cezaevinden kaçtıktan sonra yaptığı Genel Yönetim toplantısında Mahir Çayan, “Şehirlerde yapılması gerekenin başarıldığı ve gerilla direnişinin artık kıra taşınması gerektiği” değerlendirmesinde bulunmuş.
Diğer bazı eylemler gibi Mahir Çayan ve arkadaşlarını Kızıldere’ye götüren eylemlilik de işte bu anlayışın sonucu olarak gerçekleşiyor. Aralarındaki görüş ayrılığı da ortadan kalktığı için THKP-C ile THKO birlikte eylem yapıyor. Yani aslında birleşiyor ve bir örgüt haline geliyor. Kızıldere direnişi bunun somut ifadesi olarak gerçekleşiyor. Zaten amacı da Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmesini engellemek. Yani THKP-C Önderi Mahir Çayan, THKO Önderlerini kurtarmak için kendi yaşamını ortaya koyuyor! Buradaki birlik ve yoldaşlık ruhuna bakın! Buradaki halka ve devrimci değerlere bağlılığa bakın! Buradaki değerlendirme ve yenilenme gücüne bakın! Mahir Çayan demek işte bunlar demek! İşte bunlar Mahir Çayan çizgisini oluşturuyor. Türkiye sosyalizminin ve demokrasisinin devrimci çizgisi de işte bu oluyor. Türkiye’deki demokratik devrim mücadelesinin temelleri işte böyle atılıyor. Bunlar tartışmasız ve silinemez olan ülke ve halk gerçeğimizdir. Bunlar Türkiye devrimciliğinin çizgi esaslarıdır.
Gerçek böyle olmasına rağmen, kırk iki yıldır Mahir Çayan çizgisinde yürüdüklerini söyleyenler peki böyle mi davranıyorlar? Mahir Çayan direnişçiliğinin mirası üzerinde var olanlar bu mirasın gereğini yerine getiriyorlar mı? Kuşkusuz bu sorulara olumlu cevaplar vermek mümkün değil. Eğer cevaplar olumlu olsaydı, yani Mahir Çayan’ın devrimci çizgisi yaratıcı bir tarzda ve kararlılıkla uygulansaydı, o zaman Türkiye demokrasisinin durumu kuşkusuz çok farklı olurdu.
O zaman Türkiye’de radikal demokrasi olurdu, AKP faşizmi değil. O zaman Türkiye’yi devrimciler yönetirdi, demogoglar değil. O zaman halktan en çok oyu demokratik güçler alırdı, faşist güçler değil. Kısaca kırk yıldır Türkiye toplumu faşist-oligarşik baskı ve sömürü altında değil, farklılıklara dayalı eşitlikçi ve özgürlükçü demokrasi altında yaşar ve yönetilirdi. Eğer kırk yıldır Türkiye’ye faşist-oligarşik rejim hakim olduysa ve demokratik devrim başarıya ulaşmadıysa, bunun temel nedeni Mahir Çayan’ın mirası üzerinde yürüdüğünü söyleyenlerin Çayan çizgisini doğru ve yeterli bir biçimde uygulamamasıdır. Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya önderliklerinin akibeti de benzerdir.
Bunun da baş sorumlusunun eskinin “Devrimci Yol Grubu” olarak adlandırılan ve bugün de ÖDP olarak devam eden hareket olduğu tartışmasızdır. Bu nedenle Devrimci Yol pratiğinin ve çizgisinin doğru değerlendirilmesi ve eleştirilmesi gerekir. Elbette bunu da Mahir Çayan’ın devrimci-demokratik çizgisi temelinde yapmak gerekir. Hem birlik ve hem de mücadele açısından bu çizginin Mahir Çayan gerçeğini nasıl tasfiye ettiğini görmek ve aşmak önemlidir.
Kuşkusuz birlik ve mücadele açısından Devrimci Yol pratiği de her zaman hatalı ve olumsuz değildir. Bu konuda olumlu tutum sergiledikleri dönemler de vardır. Örneğin 12 Mart faşizmi aşılırken devrimci gençliğin yeniden örgütlenmesini ifade eden Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği(ADYÖD) pratiği önemlidir ve olumlu yönü ağır basan bir pratiktir. Yine 12 Eylül faşist-askeri darbesi ardından geliştirilen Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi(FKBDC) örgütlenmesi de olumlu bir tarihi adımdır. Bunlar tüm sosyalist ve demokratik güçleri birleştirmeyi ve ortak örgütlülük içinde birlikte mücadele etmeyi içeren adımlardır. Mahir Çayan’ın birlik ve ortak mücadele çizgisine yakın adımlardır. Elbette olumluluk sadece örgütsel alanda atılan adımlarla sınırlı da değildir. Direniş mücadelesinde de benzer olumlu adımlar söz konusudur. Örneğin 1970’li yıllarda egemen kılınmak istenen MHP faşizmine karşı direniş önemli ve olumludur. İçinde eleştirilebilecek çok şey bulunsa da, genel planda direniş çizgisinin esas alınmış olması olumluluğu ifade etmektedir. Kuşkusuz bu dönemde direnen sadece Devrimci Yol Grubu değildir, pasifist gruplar dışındaki tüm devrimci güçler bu tarihi direnişin içinde yer almıştır. Ancak en büyük grup olarak Devrimci Yol’un direnişi seçmiş olması sonuç üzerinde ciddi etkide bulunmuştur.
Fakat Devrimci Yol Grubu’nun bunlar dışındaki pratiği olumsuzdur. Esas grup pratiğini belirleyen ise bu olumsuzluklardır. Örneğin ADYÖD’ten sonra AYÖD’ü dar grupçu yaklaşımla kurması ve devrimci gençlik örgütlenmesinin birliğini dağıtması çok olumsuzdur. Mahir Çayan’ın yarattığı birlik esas olarak burada yok edilmiştir. En büyük ve güçlü grup olmak tek başına hareket etmeyi veya herkesi kendine bağlamayı gerektirmez. Bu yaklaşım her şeyden önce demokratik değildir. Büyük grup demek, birlik ve mücadeleye öncülük etmek demektir. Demokratik büyüklük kendini pratikte böyle gösterir.
Yine 12 Eylül faşizmi karşısında geliştirilen FKBDC’yi 1982 sonunda dağıtmak ve devrimci-demokratik hareketi 12 Eylül faşizmi karşısında birliksiz ve mücadelesiz bırakmak çok olumsuz bir pratiktir ve tarihin en ağır suçlarından biridir. Halbuki PKK deneyimi gösterdi ki, FKBDC direniş çizgisinde pratiğe geçirilseydi 1990’ların başında Türkiye’de demokratik devrim olacaktı. Eğer bu engellendi ve faşist-oligarşik sistem geçici başarı kazandıysa, bunda Kenan Evren cuntası değil, Devrimci Yol Grubunun FKBDC’yi boşa çıkarması esas rol oynadı. Türkiye halklarını 12 Eylül faşizmi karşısında öncüsüz bırakan o dönemin Devrimci Yol sorumlusu olan Taner Akçam denen kişi oldu.
1990’lardan bu yana da ÖDP pratiği Türkiye halklarını öncüsüz ve Türkiye toplumunu demokratik alternatifsiz bırakıyor. Ne kendisi öne geçip diğer demokratik güçleri birliğe ve ortak mücadeleye çağırıyor, ne de oluşturulmaya çalışılan demokratik birliklere katılıyor. Hep ayrı ve görünüşte tek başına durarak sürekli devrimci-demokratik güçlerin birliğini parçalıyor. Sanki rejim adına demokrasi hareketini marjinal ve parçalı konumda tutmakla görevlendirilmiş gibi. Peki bunun Mahir Çayan’ın birlikçi ve çığ gibi büyüyüp iktidar alternatifi haline gelen çizgisiyle ne alakası var?
Son 30 Mart seçimleri bir kez daha gösterdi ki, ÖDP’nin bu parçalayıcı ve alternatif olmama çizgisi esas olarak sisteme fayda getiriyor. Sol demokratik güçleri parçalayarak CHP kuyruğuna takıyor. Kendi başına gibi görünüyor, ama aslında objektif olarak CHP kuyrukçuluğu yapıyor. Radikal demokratik güçlerin birliğini ve alternatif iktidar gücü haline gelmesini engelliyor. Sosyalist ve demokratik hareketi CHP’lilik içinde eritiyor. Şimdi yeni bir radikal demokratik alternatif olarak Halkların Demokratik Partisi(HDP) geliştirilmeye çalışılırken de en ciddi engel olarak ÖDP ortada duruyor. Ne kendini feshediyor, ne de gelip HDP birliğine katılıyor. Kendisi de farklı bir demokratik alternatif sunmuyor. Peki bu durum nereye gidecek ve kime hizmet edecek? Bunun Mahir Çayan çizgisiyle uzaktan yakından bir ilişkisi var mı? Bunun radikal demokratik alternatifi etkisiz kılarak sisteme ve özellikle CHP’ye hizmet etmek olduğu açık değil mi?
Adına ne denirse densin ama bu durum artık kesinlikle bir son bulmalıdır. HDP önündeki ÖDP engeli kesinlikle aşılmalıdır. Bunun da en doğru yolu, kuşkusuz ÖDP’nin Mahir Çayan çizgisine girerek günümüzde bu çizginin pratikleşmesi olan HDP birliği içinde yer almasıdır. Yok eğer böyle yapmıyorsa, o zaman kim olduğunu ve kimlere hizmet ettiğini ortaya koymalıdır. Yoksa radikal demokratik hareket bu görevi yapacak ve ÖDP’yi gerçek ifadesine kavuşturmak zorunda kalacaktır.
Bu temelde idam edilişlerinin kırk ikinci yıldönümünde büyük devrimci önderler Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı saygıyla anıyor, tüm devrimci-demokratik güçleri Mahir Çayan çizgisinde birleşmeye ve güçlü bir demokratik alternatif yaratmaya çağırıyoruz!
Selahaddin Erdem
Yeni Özgür Politika
- Ayrıntılar
Felsefede ve sosyal bilimlerde çok önemli yer tutan Kavramlar mikro anlamlar yüklüdürler. Bir konunun özetlenmiş ve yoğunlaşmış halidirler. Konuların anlaşılmasında anahtar rolündedirler. Doğru kullanıldığında tanımlayıcı ve netleştirici gücü açığa çıkarken, yanlış anlama ve çarpıtılma durumunda ise muğlaklaştırıcı, anlamsızlaştırıcı ve yozlaştırıcı bir sonuç ortaya çıkarabilirler. Özellikle son yılarda “diyalog”, “müzakere” ve “çözüm” kavramları çok sık kullanılır hale gelmiştir. Birçok çevre bu kavramlara ve bu kavramlar ekseninde gelişen sürece kendine göre bir anlam yüklemekte ve değerlendirmektedir. Peki, gerçekten söz konusu kavramların gerçek anlamı nedir? Ve bizler bu kavramlara nasıl bir paradigmayla bakmalıyız. Elbette bu kavramların politik anlamı kadar sosyolojik anlamı da vardır. Dolayısıyla hem siyasal, hem de sosyolojik açıdan bu kavramlar doğru tanımlanmadan konuların gerçek özü de tam anlaşılamaz. Zaten tam anlaşılmadığı ve bazı kesimlerce kendine göre farklı yorumlandığı için toplumda kavram kargaşasına ve mücadelenin farklı alanlarında bazı beklentilere yol açmakta ve ortamı gevşetmektedir. Diyalog, müzakere ve çözüm süreçlerinin karakterini ve aralarındaki diyalektiği doğru anlamak için kavramların sosyolojik ve politik yönünün kısaca irdelenmesinde büyük yarar vardır.
Aşağıda belirtilenler diyalog, müzakere ve çözüm süreçlerinin genel çerçevesidir. Sorunların yaşandığı ülkelerin, tarafların ve muhatap olan güçlerin durumuna ve özgünlüğüne göre süreçlerin kendine has özellikleri olabilir. Dünya genelinde yaşanan benzer örnekler olsa da farklılıklarını da da görmek gerekir.
DİYALOG: Fransızcada karşılıklı konuşma anlamındadır. Kürtçede Dü ali yani iki taraflı ilişki anlamına gelen Aryen kökenli bir kavram olup iki tarafın karşılıklı konuşmasını ve tartışmasını ifade eder. Diyalog özellikle toplumsal sorunlarda birbirini başta askeri olmak üzere çeşitli yollarla yenemeyen güçler arasında denenen ve çözüm konusunda belli bir başarı sağlayan yöntemdir. Daha önce denenen yöntemler istenen sonucu vermemiştir, tersine sorunu ağırlaştırmıştır. Bu aşamadan sonra diyalog yöntemiyle yeni bir arayış devreye girer. Bu bakımdan diyalog bir konu, ya da bir sorun hakkında fikir alışverişi ile iki tarafın birbirini tanıması, ilgili konu hakkında yaklaşımlarını açığa çıkarması anlamına gelir. Diyalogda genelde iki hedef vardır. Birincisi; artık taraflar birbirini kabul ederek sorunun çözümünü amaçlarlar. Bunun sosyolojik, psikolojik, politik, güvenlik, ekonomik ve anayasal altyapısını hazırlarlar. Daha önce denenen yöntemler ve onların yarattığı tahribatların ortadan kaldırılması hedeflenir. İkincisi; Esasta eski inkâr ve imhaya dayanan amaç ve zihniyet hâlâ varlığını korumaktadır. Yok etme zihniyeti değişmemiştir. Değişen sadece yöntem ve üslup olmuştur. Eskinin katı inkâr ve red tutumu yerine sinsice bir ilişkilenme yöntemi devreye girmiştir. Karşı tarafın bir şekilde tasfiye edilmesi, dağıtılması veya marjinalleştirerek güç olmaktan çıkartılması ve etkisizleştirilmesi esas yaklaşımdır. Bu mantıkla yürütülen diyalog beklentiye sokma ve bir oyalama politikasına dönüşür. Tıpkı AKP hükümetinin yaptığı gibi. Diyalog tarafların ilişkide ve tartışma halinde olduğunu gösterir. Ancak diyalog süreçleri yasal ve resmi değildir ve bir bağlayıcılığı yoktur. Diyalog süreçleri müzakere süreçleri değildir. Diyalogla müzakere süreçleri farklıdır. Diyalog süreçlerinin karşılıklı resmi bağlayıcı özelliği yoktur. Yazılı ve imzalı metinlere dayanmaz. Bir nevi tarafların birbirlerinin iyi niyetini, gerçekliğini, yetkinliğini, yeterliliğini test ettikleri bir süreçtir. Genellikle gizliden ve daha çok istihbarat üzerinden gerçekleşir. Diyalog süreci müzakere sürecinin alt yapısını hazırlar. Sorunlar ve çözümleri hakkında ortak bir tanım ve konsensüs sağlanmaya çalışılır. Ayrıca diyalogda taraflar eşit durumda değildir. Henüz o aşamaya gelinmemiştir. Bunlar ancak müzakere sürecinde gerçekleşir.
Diyalog sürecinin en önemli yönü sorunlara bakış açısında gelişen zihniyet-paradigmatik değişimdir. Örneğin Önderlik devletin Kürt ve PKK’ye bakışını değiştirmiştir. Önderlik devleti ve özellikle de toplumu zihniyet dönüşümüne uğratarak siyasl demokratik çözüm için ortam hazırlamış ve araçlarını yaratmıştır. 2013 Newroz’unda başlatılan ateşkes ve geri çekilme süreci bunu daha da pekiştirmiştir. Önderlik sorunun çözümü için yaklaşık yirmi yıldır siyasi yönteme öncelik tanımış ve bunun gerçekleşmesi için çaba harcamıştır.
Örneğin Türk devletinin Önderlik ve Partiyle geliştirdiği bir diyalog süreci vardır. Fakat bu müzakere anlamına gelmiyor. Taahhütler sözlüdür ve geleceğe ilişkin belki de sadece niyetseldir, ancak yasal ve bağlayıcı yönü bulunmamaktadır. Her an kesilebilir karakterdedir. Herhangi imzalı bir belgeye ve resmi görüşmeye dayanmaz. Bazı kesimler diyalog sürecini müzakere ve çözümle eşdeğer görmektedir. “Diyalog var, öyleyse çözüm sürecine girilmiştir “ gibi bir sonucu çıkarmak son derece apolitik bir yaklaşımdır, ya da bilinçli bir çarpıtmadır. Önderlik “görüşme var ama anlaşma yok herkes böyle bilmelidir” diyerek baştan beri uyarılarda bulunmaktadır.
MÜZAKERE: Arapça bir kavram olup bir konu hakkında görüşme ve tartışmadır. Siyasal anlamda ise bir sorunun çözümüne ilişkin istişarede bulunmak, yani tartışma yürütmektir. Müzakerenin diyalogdan farkı çözüm için yol haritasının geliştirilmesidir. İki taraf da diyalog sürecini olgunlaştırmış, artık ihtilaflı konularda her iki taraf için de makul ortak bir çözümde karar kılınmıştır. Diyalog yöntemi olumlu anlamda sonuçlandığında taraflar artık yasalı bir müzakere sürecine girerler. Bu demektir ki, taraflar sorunun çözümü konusunda bir uzlaşmaya varmıştır.
Müzakere süreci konsensüsü sağlanan konuların nasıl, hangi sürede, ne zaman, hangi araç ve yöntemlerle çözüleceğinin saptandığı aşamadır. Müzakere eşitler arasında gerçekleşir. Bu aşamada taraflar birbirlerini tanımış, bu tanımayı yasal düzeye kavuşturmuştur. İstenen düzeyde olmasa da müzakere ve kalıcı çözüm için koşullar yaratılmıştır. Müzakereyi yürüten güç ya da muhatap için gerekli olan altyapı hazırlanmıştır. Sınırlar, engeller ve negatif üslup büyük oranda aşılmıştır. Müzakere süreçleri yasal bir statüye dayandığından resmidir ve bağlayıcıdır. Yasal çerçeve tarafların görev ve sorumluluklarını ortaya koyar. Bu süreçler kamuoyuna mal edilmiştir. Bu aşamada taraflar üçüncü bir tarafa ihtiyaç duyabilirler. Üçüncü tarafın misyonu sürecin sağlıklı yürütülmesini müşahede etmek, yani gözlemlemektir. Tarafların taahhütte bulunduğu hususları yerine getirmesi yönünde ağırlık oluştururlar. Süreci sabote edecek, engelleyecek ve tıkatacak olası durumlarda ön açıcı olurlar. Denetleyici güç rolünü de oynarlar.
ÇÖZÜM: Çözümleme Felsefede herhangi bir konunun, problemin bir nesnenin düşüncede veya gerçeklikte kurucu parçalarına ayrılmak yoluyla yapısının, işleyişinin ve gelişim yasalarının ortaya konması işlemidir. Yani çözüm olgusu; anlamı ve niteliği anlaşılamayan, anlaşılmaz kılınan, çarpıtılan bir konuyu açıkladıktan sonra sonuca bağlamak, tahlil etmek, analiz etmek olurken, Çözüm ise bir sorunun ve problemin çözülmesinden alınan sonuçtur.
Çözüm süreci, diyalog ve müzakereden sonra gerçekleşir. Bu süreçte toplumsal sorunlarda köklü bir değişim yaşanarak kalıcı bir çözüme ulaşılır. Kalıcı çözüm ancak radikal demokratik bir anayasal rejimle gerçekleşir. Böyle olursa Kürt sorunu ve diğer sivil toplum ve demokratik sorunlar tek taraflı olmayan radikal sözleşmeli demokratik çözümle mümkün hale gelir. Kalıcı barışa ancak bu temelde gidilebilir. Önderik Kürt sorunu kapsamında Türkiye’nin demokratikleşme sorununda böylesi bir aşamaya geçmek istemektedir: “Bugün içinde bulunduğum tavır bunu daha da derinlikli yasal temele kavuşturarak kalıcı bir sonuca; demokratik anayasal bir çözüme bağlamaktır. Yani çağdaş; son dör yüz yıllık benzer sorunların çözümünde denenip hem ulusal, hem uluslararası toplumda başarıyla uygulanmış olan “ sözleşme hukuku” nu kendi somutumuzda başarıyla uygulamaktır.”
Anlaşıdığı üzere bahsedilen demokratik çözüm süreci ancak iki tarafın istemi ve sözleşmeden kaynaklı görev ve sorumluluklarını yerine getirmesiyle gerçekleşecektir. Aksi durumda Türkiye’de yaşandığı gibi “çözüm” ve “barış” gibi kavramlar bir oyalama, tasfiye etme ve yozlaştırma aracına dönüşecektir.
Kürdistan’da yukarıda çerçevesi çizilen müzakere ve çözüm aşamasına henüz geçilmiş değildir. Diyalogdan müzakereye geçilememiştir. Önderlik bu aşamaya geçilmesi için çaba harcarken AKP ve TC devleti ısrarla bu aşamadan kaçınmaktadır. Önderlik yasal bir müzakere çerçevesinin oluşturulmasını dayatırken, Özellikle AKP hükümeti ısrarla tek taraflı ve yasal olmayan bir diyalog sürecini uzatmak istemektedir. Muhatap konumda olan Önderliğin koşullarında herhangi bir düzeltme olmamıştır. Yani eşit koşullar söz konusu değildir. Hükümet sürecin yasal güvenceye kavuşturulması yönünde herhangi bir çalışma yürütmediği gibi tersine kendini güvenceye alacak düzenlemelere gitmektedir. İstihbarat ve heyet üzeri yürütülen diyalog sürecini yeterli gören Türk devleti ve AKP hükümeti sürecin müzakereye evirilmesini engelleyerek aslında çözüm niyeti ve amacının olmadığını ortaya koymaktadır. Erdoğan’ın “MİT’in İmralı’yla görüşmesi ayrıdır, bizim görüşmemiz ayrıdır. Süreç istihbarat üzeri yürütülecektir, bir yasal statü gerekli değildir” şeklindeki değerlendirmesi esas amaçlarını açığa vurmaktadır. Yine Önderliğe gönderilen mektup ve belgelere el konulması bu yaklaşımın sonucudur. AKP eğer süreci yasal statüye kavuşturursa yükümlülük altına girmiş olacaktır. Yükümlülük ise taahhütte bulunulan hususlarda pratik sorumluluğunu yükleyecektir. Çünkü Çözümü hedefleyen müzakere ruhu bunu gerektirir. Ancak AKP ve Türk devletinin en çok kaçtığı bu husus olmaktadır, çünkü sorunun çözümü konusunda dürüst ve samimi değildir. Biçimde ve yöntemde bazı değişimler yapsa da özde eski sömürgeci ve soykırımcı zihniyetini korumaktadır. Yeni hazırlanan MİT yasasında yer alan “Milli Tehditlerle Görüşme” mantğında da PKK’nin bir tehdit ve düşman gibi algılandığı açıktır. Halbuki farklı ülkelerde yaşanan benzer örneklerde devlet ve hükümet tarafı yasal çerçeveyle sorumluluğu üzerine almış ve süreci öyle yürütmüştür. Bu nedenle müzakere süreci diyalog sürecinden sonra gelişir ve çözüm sürecine giden bir aşamadır, fakat tam çözüm süreci de değildir. Görüşmeler bir çözüme evirilmez ve sorunun çözümü konusunda pratik ve yasal adımlar atılmaz ise –ki bu sorunların kaynağı olan devletlerin yapması gereken düzenlemelerdir- tıkanma yaşanacak, müzakereler kopacak, çözümsüzlük gelişecek ve yeni bir müzakere sürecine kadar çatışmalı bir savaş sürecine dönülecektir. Çünkü ‘Ne çözüm ve Barış, Ne Çatışma ve Savaş’ ikileminin uzun vadede demokratik tolumsal hareketler için bir kazanımı olmayacaktır. Tam aksine sömürgeci hakim güçlerce uzun süreye yayılmış bir tasfiye politikasına dönüşecektir. Kürdistan’da yaşanan tam da böylesi bir durumdur. Aktif savunma gerekliliği bundan dolayı öne çıkmaktadır. Zira diyalog sürecinin belli bir aşamadan sonra müzakere sürecine dönüşmemesi ve uzaması, buna bağlı olarak ateşkes sürecinin devam etmesi devlet tarafından oyalama ve tasfiye amacıyla istismar edilmektedir.
Dıjwar Sason
- Ayrıntılar
Kısaca bir Mayıs dünya işçi ve emekçiler gününün tarihsel geçmişini ele almada yararlı olacağını düşünmekteyiz
1881 yılında yarım milyon işçiyi temsilen kurulan FOTLU (ABD ve Kanada da Örgütlü Meslek Kuruluşları ve İşçi Sendikaları Konfederasyonu) "8 saatlik iş günü" mücadelesini bütün ülke geneline yaymak ve işçilerin kararlılıklarını göstermek amacıyla 1 Mayıs 1886'da bir günlük grev yapılmasını kararlaştırdı. 1 Mayıs'ta tüm ülke genelinde 350 bin işçi greve çıktı. Tarih işçi sınıfının böylesine örgütlü ve kararlı tepkisine ilk kez tanık oluyordu. Tüm ülkede yaşam durdu. İşçiler üretimden gelen güçlerini kullanıyordu.
İşçilerin bu topyekun isyanı işverenlerin ve kapitalistlerin tepkisini çekti. Chicago'da greve çıkan 40 bin işçinin eylemini bastırmak için, saldırılar düzenlendi. İşverenler grevi kırmak için sokak çeteleriyle anlaştı. Sokak çeteleri bir taraftan işçilere saldırıyor, bir taraftan da grev kırıcılığı yapıyordu. Grevci işçilerle sokak çeteleri arasında çıkan kavga sırasında polisin işçilerin üzerine ateş açması sonucu 4 işçi yaşamını yitirdi. Hak arama günü olan 1 Mayıs ilk ölüme böyle tanık oluyordu.
Hükümet ve işverenler, işçi eylemini kolay kolay içlerine sindiremiyordu. 1 Mayıs sonrası işten atmalar, baskılar yoğunlaştı. Olaylara neden oldukları gerekçesiyle 8 işçi hakkında idam istemiyle dava açıldı. İşçiler idam cezasına çarptırıldı. Dördünün cezası infaz edildi. Albert PERSONS isimli işçi özür dileme şartıyla affedileceğinin söylenmesi üzerine, mahkeme heyetinin karşısında tarihe geçecek sözlerini söyledi: "Bütün dünya biliyor, suçsuz olduğumu. Eğer asılırsam cani olduğumdan değil, emekçi olduğumdan asılacağım."
TÜRKİYE'DE 1 MAYIS
Türkiye'de 1 Mayıs'ın tarihi çok eskiye dayanmaktadır. 1 Mayıs'ın Türkiye de ilk öyküsü bizleri Osmanlı'ya kadar götürür.
Selanik'te kutlanan 1 Mayıs, kayıtlara geçen ilk eylemdir. Yıl 1911'dir. Türk, Bulgar, Rum ve Yahudi 12 bin işçi greve çıkmış, gösteri mitingi Enternasyonal Marşı söylenerek bitirilmiştir.
İstanbul'daki ilk kutlama 1920 yılında emperyalist işgal altında yapılmış, binlerce işçi Karaköy'den Haliç'e yürüyerek, hem 1 Mayıs'ı kutlamış hem de işgalcilere bu topraklar üzerinde hiçbir haksızlığa boyun eğilmeyeceğinin mesajını vermiştir.
1921 yılında İstanbul yine işgal altındadır. 1 Mayıs çağrısını Türkiye Sosyalist Fırkası yapmış ve İstanbul'un gördüğü en kalabalık miting gerçekleştirilmiştir. 1925 yılına kadar benzer gösterilerle kutlanan 1 Mayıs, aynı yıl çıkarılan bir yasayla yasaklanmış ve 1976 yılına kadar sessizlik hüküm sürmüştür.
1960'larda çıkarılan bir yasayla 1 Mayıs "Bahar Bayramı" olarak ilan edilmiştir.
1976 yılında DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) öncülüğünde on binlerce işçi, emekçi ve öğrenci 1 Mayıs'ı kutlamış, çalışma yaşamına ve işçi haklarına dönük istemlerin dile getirilmesinin yanında, 12 Mart askeri rejim dönemini eleştiren, demokrasi isteyen bir gösteri halinde geçmiştir.
Bu yıllardan itibaren toplumun hızla politikleşmesi, 1 Mayıs'ı da etkilemiş, 1 Mayıs DİSK öncülüğünde, sol parti ve hareketlerinde destek verdiği yığınsal gösterilerle kutlanmıştır. İşçi ve emekçilerin hak arama, birlik ve dayanışma gününün, demokrasi mücadelesinin de itici gücü olarak algılanmaya başlanması kimi kesimleri rahatsız etmiş, 1 Mayıs'ı işçi sınıfının bayramı olmaktan çıkarıp 'gerginlik ve ölümlerin' günü olarak algılatmaya dönük provokatif girişimler başlamıştır. 1976 sonrası düzenlenen 1 Mayıs'ları, siyasal iktidarların günü amacından saptırma girişimleri belirlemiştir.
1 Mayıs 1977, bu tertiplerin en kanlısına tanık olmuştur. İstanbul'da yaklaşık 1milyon insanın katıldığı miting Taksim alanında yapılırken çevredeki yüksek otel ve binaların üstünden kitleye ateş açılması ve panzerlerin insanları ezmesi sonucunda 36 işçinin ölümüyle sonuçlanmıştır. Başlatılan soruşturma "faili meçhul" sayılarak rafa kaldırılmıştır. 1996 yılında Susurluk'ta meydana gelen trafik kazası sonrasında ortaya çıkarılan "çete" ilişkilerinin, 1 Mayıs 1977 katliamını da içine alacak kadar uzun bir dönemi kapsamsı kamuoyunun dikkatinden kaçmamıştır.
1 Mayıs 1977'de yaşanan olaylar nedeniyle demokrasi mücadelesi derin bir yara alırken, 1 Mayıs'ın "kanlı bir gün" olarak belleklerde yer alması sağlanmıştır. Sonraki yıllarda 1 Mayıs'lara yasaklamalar, baskılar, gerginlikler ve çatışmalar damgasını vurmuştur.
"Bugün, devrimin baskısıyla işbirlikçi tekelci sermayenin kendi içindeki çelişki ve çatışmalar iyice derinleşmiştir. Ekonomik ve siyasi kriz, işbirlikçi tekelci sermayenin bir kesiminin diğer kesimi üzerinde üstünlük sağlama arayışını yoğunlaştırmıştır. İşbirlikçi tekelci sermayenin bir kesimi, işçi sınıfı ve emekçilerin desteğini de alarak diğer kesim üzerinde egemen olmak istiyor. Bunun için, 1 Mayıs'ın bir bayram günü olarak ilan edilmesi gündemdedir. Burjuvazi, bu şekilde 1 Mayıs'ın içeriğini boşaltmak, onu devrimci özünden koparmak istiyor. İşçiler ve emekçiler bu oyuna gelmemelidir. Proletaryanın kızıl bayrağı altında birleşip, özgürlük ve devrim için, sosyalizm için mücadeleyi yükseltmelidirler. Taksim onurdur, özgürlüktür, devrimdir! Devrim İçin mücadelenin güçlenmesine büyük ihtiyaç duyulmaktadır.
1 MAYIS 1977 KATLİAMI
1977 1 Mayıs'ı tarihe “Kanlı 1 Mayıs” olarak geçti. Tıpkı Şikago Haymarket Meydanı'nda işçi ve emekçilerin üzerine bomba atılmasından önce olduğu gibi burjuvazi, Türkiye'de de işçiler eğer sokağa çıkarlarsa anarşi olacağının, kan döküleceğinin demagojisiyle, işçi sınıfı ve emekçilerin birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ı kutlamalarını engellemeye çalıştı. Burjuvazinin iktidarı tehlikede olduğunda hiçbir katliamdan kaçınamayacağının en açık örneği oldu 77 1 Mayıs'ı. Önce tekelci faşist basın ve yayın kuruluşları aracılığıyla tam bir provokasyon ortamı oluşturuldu. Sonra da provokasyon yapıldı. Sular İdaresi'nin üzerinden ve o zamanki adı İntercontinental Otel olan The Marmara Otel'in çatısından alanda toplanmış olan 500 bin işçi ve emekçinin üzerine ateş açıldı. Kurşunlarla ve yaşanılan izdiham sonucu 36 işçi ve emekçi yaşamını yitirdi.
1977 1 Mayıs'ında yüz binlerce işçi ve emekçinin Taksim Meydanı'nı doldurması burjuvazinin devrim korkusunu derinleştirmişti. Devrimin gücü, yüz binlerce insanda ete kemiğe bürünmüştü. Güçlenen devrimin sıcak soluğu her yerde hissedilebiliyordu. Proletarya tarihsel görevini yerine getirmek için öne çıkıyor, devrim için hazırlanıyordu. Hay markette ABD burjuvazisini ürküten şey, yıllar sonra Türk burjuvazisinin kâbusu oluyordu. Ve burjuvazi sınıflar mücadelesi tarihinden iyi öğrendiğini, aynı senaryoyu Taksim Meydanı'nda sahneye koyarak gösteriyordu. 36 işçinin katledilmesi yüzlercesinin yaralanması ile sonuçlanan bu katliamı işçi sınıfı ve emekçilerin sırtına yıkmaya çalışmakta gecikmedi burjuvazi. 98 işçi ve emekçi bu olaydan dolayı sanık durumuna düşürüldü ve bunların 17'si tutuklandı. İşçi ve emekçilerin kurşunlarla tarandığı, panzerlerle ezildiği meydanda tek bir boş kovanın bulunmaması olayın failinin kim olduğunu açık bir şekilde gösteriyordu oysa.
Taksim Meydanı işçi ve emekçilerin kanıyla kızıllaşmıştı. Ve bu tarihten sonra artık Kızıl Meydan olarak anılmaya başlandı ve işçi sınıfı ve emekçilerle burjuvazi arasında savaşın simgesi oldu. 1978 1 Mayıs'ı sıkıyönetim döneminden önceki son 1 Mayıs oldu. Aynı zamanda 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğü öncesi Taksim Meydanı'nda kutlanan son 1 Mayıs'tı.
1977 yılında Taksim Meydanı'nda işçi ve emekçilerin katledilmesinden sonra, bir daha artık 1 Mayıs kutlaması yapılamayacağı, yapılsa bile Taksim'de yapılamayacağına dair yanlış bir kanı oluşmuştu. Tekelci burjuva basın özellikle bunu propaganda ediyor, deyim yerindeyse işçi sınıfı ve emekçilere gözdağı veriyordu. 1977'nin anısı hala belleklerde çok canlı olduğu için, 1978'de de benzer olayların yaşanabileceğini söyleyerek insanları yıldırmaya çalışıyorlardı.
Tekelci burjuva basının ve burjuvazinin bütün ortamı terörize etme çabalarına karşın işçi sınıfı ve emekçiler yine 1 Mayıs günü 1 Mayıs Alanı'na akın ettiler. Yaklaşık 200 bin işçi ve emekçinin katıldığı 1978 1 Mayıs'ı, hem burjuvaziye iyi bir cevap oldu hem de devrimin moral gücünü yükseltti. Bütün baskı ve katliamlara rağmen işçi sınıfı ve emekçilerin yılmaması ve kararlı olmaları toplumu derinden etkiledi.
ABD'de yaşanan bu olaylar uluslararası işçi örgütlerini harekete geçirdi.
II. Enternasyonal 1889'da Paris'te düzenlediği kongrede Amerikan işçilerinin mücadelesini desteklemek amacıyla dünya çapında gösteriler düzenledi. 1890'dan başlamak üzere 1 Mayıs'ı "Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü" olarak kabul etti. 19. yüzyılda işçiler kol emeğine dayalı çok ağır koşullarda çalıştırılıyorlardı. Öyle ki, çalışma saatleri bazen 18 saati buluyordu. Ortalama çalışma saati ise 16 saatti. Kesintisiz 16 saatlik bir çalışmanın karşılığında aldıkları ücret ise sadece hayatta kalmalarına yetiyordu. Kadın ve çocukların çalışma koşulları ise daha da ağırdı. Kölece çalışma koşullarından onların payına düşen daha fazla, ücret ise daha azdı. On binlerce işçi fabrikaların çevresindeki ilkel barakalarda kalıyorlardı. Sağlıksız koşullarda yaşamlarını tüketiyorlardı. İşçilerin ortalama yaşam süresi 40 yıl kadardı. O döneme göre her ne kadar uluslar arası çapta işçiler kendi haklarını kısmide olsa elde etmiş olsalar da halen günümüz dünyada en çok kapitalist modernite kendisini emekçi kesimin emek ve çabaları sayesinde ayakta tutmaktadır. Dünyanın birçok ülkesinde kadın başta kadınların emeği olmak üzere birçok işçinin emek ve hakları gasp edilmektedir. Yanı poroleterya kesimi hep ezilen ve sömürülen bir konumdan çıkmış değildir. Zaten kapitalist modernite güçleri elinde var olan maddi birikimi ve sermayeyi toplum üzerinde tam bir köleleştirme, kendine bağımlı kılma aracı olarak kullanmaktan çıkmadıkça var olan eşitsiz anlayış sistemsel anlamda aşılmayacaktır. Temel politika toplumu açlıkla terbiye edip kendi kapitalist modernite sistemine entegre etmektedir. Günümüz açısından büyük önem taşıyan husus kendine insan haklarını savunanım, demokratım, sosyalistim diyen her bireyin bu sistem karşısında radikal ve yılmadan bir mücadele içerisine girmesidir.
1 MAYIS MARŞI
Günlerin bugün getirdiği, baskı zulüm ve kandır
Ancak bu böyle gitmez, sömürü devam etmez
Yepyeni bir hayat gelir, bizde ve her yerde
1 Mayıs 1 Mayıs, işçinin emekçinin bayramı
Devrimin şanlı yolunda, ilerleyen halkların bayramı
Yepyeni bir güneş doğar, dağların doruklarından
Mutlu bir hayat filizlenir, kavganın ufuklarından
Yurdumun mutlu günleri, mutlak gelen gündedir
1 Mayıs 1 Mayıs, işçinin emekçinin bayramı
Devrimin şanlı yolunda, ilerleyen halkların bayramı
Vermeyin insana izin, kanması ve susması için
Hakkını alması için, kitleyi bilinçlendirin
Bizlerin ellerindedir, gelen ışıklı günler
1 Mayıs 1 Mayıs, işçinin emekçinin bayramı
Devrimin şanlı yolunda, ilerleyen halkların bayramı
Ulusların gürleyen sesi, yeri göğü sarsıyor
Halkların nasırlı yumruğu, balyoz gibi patlıyor
Devrimin şanlı dalgası, dünyamızı kaplıyor
Gün gelir gün gelir, zorbalar kalmaz gider
Devrimin şanlı yolunda, kül gibi savrulur gider
Sarper ÖZSAN/1974
- Ayrıntılar
Türkiye halkının büyük devrimcisi Orhan Yılmazkaya yoldaşı bizler 27 Nisan 2009 yılında faşist polis ve özel timlerine karşı tarihe örnek olan büyük direnişi ardından şehitler kervanına uğurladık.
Şahadete giderken bize miras olarak bıraktığı: “Teslim olmayan bir özel devrimci kuşağına layık olmaya çalışacağım. Devrimci karargâh savaşçısıyım. Yaşasın devrim ve sosyalizm. Yaşasın halkların kardeşliği. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının mücadele birliği. Biz düşeceğiz fakat bizden sonra bu kavga mutlaka sürecek. Yaşasın halkların kardeşliği. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının mücadele birliği. Biz düşeceğiz fakat bizden sonra bu kavga mutlaka sürecek“ sözleri her daim yüreğimizin tam ortasında hep yaşayacaktır.
Türkiye’de yeniden siyasal mücadele kızışmaya başlıyor. Siyasal mücadelenin kızıştığı bir ortamda sert mücadele yöntemlerinin geliştirilmesi yada yükseltilmesi zorunluğu da çoğu zaman doğuyor. Çünkü faşizm hiçbir özgürlük değeri tanımıyor. Faşizm tekçilik olduğunu ayan beyan dünyada herkes biliyor. Tek devlete, tek ulusa, tek bayrağa, tek vatana ve ne kadar böyle tek varsa bunlara tapanların olduğu yerde insanlık sağlık bir şekilde gelişme seyrini yaşayamaz. Çünkü tek’lerin olduğu bir yerde insanların boyları kadük kalır. İnsanlar verimsiz olur. Ve oralarda insanlık mutlu olamaz. Faşizm doğası gereği siyahtır, karadır. Çünkü faşizm tek renktir belki de renksizlik dememiz gerekiyor.
Evet, bizler yeni bir 27 Nisan gününe doğru giderken bunun için Orhan Yılmazkaya yoldaşın tek başına İstanbul’un tam ortasında sergilediği eşsiz direniş, bizlerin yolunu aydınlatan bir meşale oluyor.
Orhan yoldaşın çepeçevre etrafı kuşatılırken bile: “Biz düşeceğiz fakat bizden sonra bu kavga mutlaka sürecek. Nasıl binlerce yıldan beri sürdüğü gibi. Thomas Münzer'den, Şeyh Bedrettin'den, Mahir Çayan’lardan, İbrahim Kaypakkaya'lardan ve Deniz Gezmişlerden beri sürdüğü gibi” sözleri halen tap taze hem yüreğimizde hem de Türkiye’nin tüm adalet arayışçılarının kalbinde duruyor.
Çünkü Orhan Yılmazkaya bir bahar mevsiminde sömürgecilere karşı, onların metropollerinde tek başına saatlerce direnerek direnişin nasıl yürütülmesi ve nasıl yürütüleceğini bizlere görkemli göstermiştir. Ve bize birde Türkiye ve Kürdistan devrimlerinin birbirine bağlı olduklarını, etkilemelerinin yanı sıra Türk, Kürt, Ermeni, Laz, Arap, Çerkez ve Türkiye’de yaşayan tüm renklerin kardeşliğe olan inancı ve yaşanılacaksa ancak eşit, özgür ve ortak yaşama olan inancını da bıraktı. Unutulmasın ki Orhan Yılmazkaya, o metropollerde sömürgecilerin üniversitelerinde okumuş ancak o okumanın insanlığa bir şey kazandırmayacağını bildiğinden devrimciliğin en sertine gönül vererek dağların yollarını tutmuştu.
Üniversiteler aydınlanma merkezleri olarak bilinir. Genç beyinler buralarda gelecek için hazırlanır. Genç aydınlar, geleceğin yatırımları ve aydınlatıcı öğeleri olarak ele alınmışlardır. Bunun için tarihin–yazılı tarihin-şafak vaktinden itibaren önemle üniversitelerin rolü ele alınmıştır. Gençler özenle hazırlanmışlardır. Kim kendi gençlerini gelecek aydın yarınlar için ne kadar iyi hazırlamışsa, gelecek onların olmuştur. Ya da o gençler, içerisinde büyüdükleri toplumu ileriye götürebilmişlerdir.
Kürt toplumuna uzun yıllardır bu geleceği aydınlatma şansı verilmedi. Kürt gençleri inkâr ve imha siyaseti diye bilinen beyin yıkama savaşımıyla yüz yüze bırakılarak kendi toplumuna karşı birer kültür eritenleri olarak ele alınmışlardır. Öyle ki kendi toplumsal değer yargılarını, kültürel mirasını, tarihini dezenformasyon için kullanılmışlardır. Ve denilebilir ki bu konuda önemli görevler ve roller de düşmanlar tarafından oynatılmışlardır. İnkârcılar ve imhacılar beyaz katliam diye bilinen politikalarıyla da çok büyük başarılar elde ettiklerini söylememiz yanlış olmayacaktır
Uzun yıllar gerçeklik bu olsa da Orhan Yılmazkaya gibi devrimci militan gençlerin sergiledikleri devrimci dik duruş, sömürgecilerin üniversitelerini sonuna kadar okuyup bitirse de yine de yaşanan faşizmden dolayı yüreği adalet arayışıyla dolu olan insan sevdalıları dağların doruklarına çıkmayı bir dakika bile akıllarından çıkarmıyorlar. Çıkarmadıkları gibi dağların yollarını bu kez büyük bir vicdan, yürek ve bilinç uyanışla çıkıyorlar.
Kürt halk önderliği: “tarih bilincini yaşamsal yorumlara kavuşturamayanlar, günümüzün yorumunu da anlamlı yapamazlar” diyor. Orhan yoldaşımız güçlü tarih bilinciyle, geçmişi, bugünü ve geleceği en iyi yorumlayarak bize bilinciyle ve devrimci inancıyla çok güçlü, sarsılmaz bir miras bırakmıştır.
Devrimciler güzeli, iyiyi, doğruyu sevenlerdir. Bir şairin yazdığı gibi: ”İyiye, güzele, yeniye, doğruya dost; kötüye, çirkine, eskiye, eğriye düşmandım” misali. Güzel olan, kendi hazinesi olan, özünü koruyandır. Çirkin ise kılıktan kılığa giren, kişilikten kişiliğe girip kendisine yabancılaşandır.
Devrimcilik birde Orhan Yılmazkaya yoldaş gibi yüreğini halklar için ortaya koyabilmektir. Yüreğiyle halkların tüm renklerine içine alabilmektir. Onlara sadece saygı gösteren değil, onlara aynı zamanda sevgi de besleyendir.
Başkan Apo: “Kürdistan ve Anadolu tarihine yaraşır şekilde tüm halkların ve Kültürlerin eşit, özgür ve demokratik ülkesinin oluşması için herkese büyük sorumluluk düşüyor. Bu Newroz münasebetiyle en az Kürtler kadar Ermenileri, Türkmenleri, Asurları, Arapları ve diğer halk topluluklarını da yakılan ateşten kaynaklı özgürlük ve eşitlik ışıklarını, kendi öz eşitlik ve özgürlük ışıkları olarak görmeye ve yaşamaya çağırıyorum… Tüm ezilen halkları, sınıf ve kültür temsilcilerini; en eski sömürge ve ezilen sınıf olan kadınları, ezilen mezhepleri, tarikatları ve diğer kültürel varlık sahiplerini, işçi sınıfının temsilcilerini ve sistemden dıştalanan herkesi çıkışın yeni seçeneği olan Demokratik Modernite Sistemi'nde yer tutmaya, zihniyet ve formunu kazanmaya çağırıyorum” derken esasta söyledikleri Orhan yoldaşın Türkiye ve Kürdistan halkları için sarf ettiği sözlerin derinleşmiş halidir.
Bu sözlere verilecek cevap Orhan Yılmazkaya gibi bir dakika bile beklemeden dağların yollarına özgürlük haykırışı için çıkmak olacaktır.
“Teslim olmayan bir özel devrimci kuşağına layık olmaya çalışacağım” sözleri bu bağlamda dağlara akacak olan her gencin iddiası ve kararlılığı olmalıdır.
Orhan Yılmazkaya yoldaşımızı anarken 1 Mayıslara layık bir şekilde tüm devrim şehitlerine ölümüne de olsa sahiplenmek devrimci bir görev olarak karşımızda durduğu da açıktır.
Evet, “Biz düşeceğiz fakat bizden sonra bu kavga mutlaka sürecek. Nasıl binlerce yıldan beri sürdüğü gibi. Thomas Münzer'den, Şeyh Bedrettin'den, Mahir Çayanlardan, İbrahim Kaypakkaya'lardan ve Deniz Gezmişlerden beri sürdüğü gibi… “
Denizlerin, İbrahimlerin, Mahirlerin, Kemal Pirlerin ve nice böyle özgürlük sevdalısı gençlerin çığlıklarının gereklerini yerine getirmek için dağların doruklarına çıkarak, özgürlük uğruna bir şeyler yapmak dünyanın en kutsal işi ve çalışması olduğu da o kadar açıktır.
Evet, bu yıl ki 1 Mayıs’ı böylesine bir ruhla kutlamaya davet ederken, 1 Mayıs’ı bu kez daha büyük kardeşlik hayalleriyle tüm meydanlarda sesimizin çıktığı kadar kutlamayı dilerken yapabilecek gençleri de dağların doruklarına davet ediyoruz…
Kasım Engin
- Ayrıntılar