Tarihte insanlığa en büyük zarar veren savaşların bir türü dinler ve mezhepler adına yürütülen savaşlardır. Elbette bu çok ciddi zarar veren savaşlara milliyetçi duygularla yüklenmiş savaşları da eklemek ve saymak gerekiyor. Bir farkla milliyetçilikle yüklenmiş savaşlar son iki yüz yılın savaşları iken, din yüklü savaşlar bin yılların savaşlarıdır.
Savaşların ilk günden başlayarak her zaman negatif yüklü oldukları bilinen bir gerçekliktir. Çünkü: “Savaş toplumsal yaşamdaki yabancılaşmanın en aşırı ve vahşi biçimidir ve toplumsal doğayı derinden yaralar ve sakatlar.” Bir istisna olarak halkların istilalara karşı geliştirdikleri özgürlük savaşlarıdır.
Şimdi Ortadoğu’da her iki savaş biçimi iç içe yürürlüktedir. Hem halkları köle altına almak isteyen savaşlar-ki bunlar çok vahşice yürütülüyor- hem de halkların kendi özgürlüklerini sağlamaları için direniş savaşları olarak adlandırılan öz savunma savaşları.
Ne acıdır ki bugün Ortadoğu’da yürürlüğe konulan mezhep savaşları insanlık tarihinde çokça ve sıkça görüldüğü gibi tamamen kör savaşlardır. Akıl ve mantıktan uzak yürütülen savaşların ise ne zaman, nerede ve nasıl sonlandırılacağı bilinmez. Çünkü tarihin farklı evrelerinde bu tür savaşlar insanlığın başına yüz yıllarca musallat olmuşlardır. Bir Avrupa’da dile getirilen yüz yıllık savaşların altında kesinlikle bu tür savaşlar vardır. Bizler yüz yıllarca süren, binlerce farklı mezhep ve tarikata mensup bireylerin katledilmelerini dile bile getirmiyoruz. Sadece ve sadece yüz yıllık savaşın bedelinin, bir Avrupa için neler olduğunu en iyi Avrupalılar bilir diyoruz.
Benzer bir şekilde bu tür savaşların Ortadoğu’da nelere yol açtığı da biliniyor. Sadece bizler İslamiyet’in başlangıç yıllarına giderek, bugüne kadar taşınan farklı mezhep kavgalarını dile getirmiş olsak, ne söylemek istediğimiz daha iyi anlaşılır. Öyle ki aynı topraklarda, aynı bayrak ve çoğu zaman aynı düşüncelerle bezenmişlerin bile mezhep kavga ve savaşlardan dolayı hangi tür yaklaşımlar içerisinde olduğunu herkes bilir.
Özcesi akıl ve mantıktan uzak ama yürek ve duygu yüklü savaşların tahribatları korkunç oluyor. Korkunçluğu her türden savaş gibi fiziki olarak insanı ya da insanlığı hedeflemiş olmasıdır. Lakin diğer savaş türleri -ne kadar korkunç olurlarsa olsunlar -bir şekilde durdurma yolları bulunurken mezhep, din ve milliyetçilikle körüklenmiş savaşların durdurulması çok mu ama çok zordur.
Ortadoğu’da mezhep, din ve kapitalizmin bu topraklara ektiği ulus devlet zihniyetinin yarattığı milliyetçilikler sonucu geliştirilen hastalıklı savaşların durdurulmasının tek yolu kesinlikle ve kesinlikle halkların kardeşliğine dayalı olan zihniyet formudur. Bu zihniyet Ortadoğu’da galebe çalmadan, başat hale gelmeden bu topraklarda şiddetin en tehlikesinin her zaman gündemde olabileceği bilinmelidir.
Ortadoğu gibi bir coğrafya; halkların, renklerin, dinlerin, mezheplerin, tarikatların ve de bin bir türlü sivil toplum örgütlerin renkli coğrafyasıdır. Bu coğrafya bu renklerin bir arada yaşayabilmesi ile bugünlere gelebilmiştir. Elbette tarihte her zaman bu coğrafyada savaş durumları yaşanabilmiştir. Ancak bu coğrafyada ne zaman ki savaşlar din, mezhep ve de milliyetçiliklere yani kavimlere dönüşmüş ise orada kesinlikle en büyük vahşetler yaşanmıştır. Yani bu coğrafya ne zamanki kendi renginden hareket etmemiş ise ve başkalarının dayattığı renklere göre yaşamak durumunda kalmış ise orada kesinlikle yaşanan kan ve revan olmuştur.
Ortadoğu’da kan ve revan’lı anların yaşanmadığı anlar halkların en iyi bir şekilde birlikte yaşadıkları, ortaklaştıkları yani belli bir hoşgörü ve demokratik kültür temelinde birbirlerine karşı saygı gösterdikleri anlar ya da çağlar olmuştur. Çünkü Ortadoğu’da ortaklaşmanın ve savaşsız yaşamanın tek yolu budur. Başka da bir çözüm yolu bugüne kadar bulunamamıştır. Gerici odakların buldukları karşıt çözüm modeli kesinlikle sadece ve sadece kan getiren Mezhep, Din ve Milliyetçilik savaşları olmuştur.
Şimdi Ortadoğu’da ya da Ortadoğu’nun tam ortasında bulunan Irak ve Şam’da yaşananlar tamamen gerici ve halkların ortaklığını dinamitleyen bir savaş gerçekliğidir. Bu savaşta halkların tek bir çıkarı yoktur ve olamazda. Yüz yıllarca birbirlerine karşı geliştirilen bir savaş yaşanmaktadır. Yarın bir gün ya da çok ileriki bir tarihte bugün Irak ve Suriye’de olup bitenleri ya da Libya’da yaşanmış olanların tümünün altında Küresel Emperyal güçlerin çıkarları temelinde organize edilmiş oyunlar olduğu gerçeği açığa çıkarsa, kimse şaşırmalıdır. En az da Kürtler şaşırmalıdır.
Çünkü biz Kürtler bugün biliyoruz ki küresel güçler Kürtlerin özgür olmamaları için ne kadar da çok dümen çevirmişler. Ne kadar da çok alttan alta oyunlar sahnelemişler. Ne kadar da çok parçalayıcı, bölücü rol oynayarak kendilerini vazgeçilmez kılmışlar. Ve ne kadar da çok kendilerini bu coğrafyanın kurtarıcıları haline getirmişler.
Bu durumda bugün olup bitenleri daha derinlikli ele alarak irdelemek temel bir görev olmaktadır. Hemen olup bitenlere dalarak birilerini oyunlarına gelmemek çok önemli olmaktadır. Ne şu mezhebin, ne şu dinin ne de şu milletin milliyetçiliğine destek sunmamalıyız. Bizim desteğimiz sadece ve sadece halkların ortaklaşmasını, karşılıklı hoşgörüsünü, kardeşliğini savunan bir yaklaşım ve anlayış olabilir. Aksi taktirde insanların ölümüne sebebiyet verecek bir duruma gelebiliriz ki bu asla ama asla af edilemez.
Tarih şuna şahittir ki, halkların ortaklaşması, dinlerin kardeşleşmesi ve hoşgörüleşmesi sağlanmadan Ortadoğu her zaman başkalarının poligon sahası yani atış sahası olmaya devam edecektir. Ve maalesef bugün Ortadoğu herkesin poligon sahası haline getirilmiştir. Keşke Ortadoğu’ya emperyalistler tarafından satılan silahların bilançosu bir yayınlanabilse!
Halkların özgürlüğünü savunanlar olarak, halkların kardeşliğini Ortadoğu’nun tüm sahalarına oturtamadığımız için, bizim vereceğimiz bir özeleştiri elbette olacaktır. Eğer bu gün kör savaşlar bölgemizi kasıp kavuruyorsa, bizim yeterince başarılı olamadığımızın ve yeterince halkların çizgisini savunamadığımızın ve örgütleyemediğimizin bir kanıtıdır bu, bu ise yeterince derinlikli bir özeleştiriyi gerektirir.
Bizler özgürlükçüler, toplumcular olarak ve de demokratik toplumcular olarak özeleştirimizi ancak ve ancak pratik sahada halkların kardeşliğini sağlayarak vereceğimize de inanıyoruz. Evet, bunun için öncelikli olarak halkların kardeşliğini savunan herkes, her kurum, her birey, her örgütlü yapı mutlaka ama mutlaka bir yolunu bulup halkların kardeşliğini geliştirerek projelere katılmalı, imzasını atmalı ve de bir fiilen kendisi ya da kurumu aktif katılmalıdır.
Aksi taktirde gerçekten de gelişen bu Mezhep Savaşı herkes için çok mu ama çok tehlikeli bir gelişme olacaktır. En çokta halkların kardeşliğini, halkların demokratik konfederalizmi temelinde geliştirmek istenen Demokratik Özerkliği ve bunu tüm halklara bir çözüm modeli olarak götüren çizgi, bakış, anlayış, ideoloji, felsefe ciddi darbe alacaktır. Çünkü gerçekten de halkların kardeşliği temelinde geliştirilen demokratik ulus modelinin temeline bu mezhepçi, dinci ve milliyetçi savaşlar dinamit koymaktadır. Bu gerçekliğe bile baksak bugün Ortadoğu’da bu mezhep savaşlarının kesinlikle ABD ve onlara yardım ve yataklık eden batılı güçlerin çıkarları olduğu rahatlıkla görülebilecektir.
Bunu bilerek her özgürlük savaşçısının, özgürlüğe gönül vermiş olan çalışanının, dostunun, taraftarının, demokratın, feministin, çevrecinin ve de her türlü azınlık temelinde kendisi örgütleyen birey ve yapıların mutlaka ama mutlaka bu küresel yeni Mezhep Savaşı konseptine karşı mücadele etmesi gerektiği açıktır.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Yeniden tarihi bir eşiğe geldik. Halkların kardeşleşmesini sağlayacakları eşik…
Halkların kardeşleşmesinin tek bir çözüm yolu vardır, o da; tek renkliliği aşan, ret eden ideolojik bakışla geliştirilecek olan Halkların Demokratik Konfederal siyasal yapılarıdır.
Ortadoğu coğrafyası özü itibariyle hep bu demokratik konfederal yapısını koruyarak bugüne kadar gelmiştir. Demokratik derken hoşgörü ve karşılıklı birbirini tanıma dile getiriliyor, konfederal derken de herkesin kendi rengiyle kendi yaşamını sürdürdüğü ifade ediliyor, kastediliyor.
Dikkat edersek Ortadoğu kendi tarihinde hep bu rengini korumuştur. Tarihin derinliklerine gittiğimizde bu renk ya da bu diyalektik hep görülür. Çünkü bu kadar renkli bir coğrafyanın kendini başka türlü var etmesi ya da yaşamanı sürdürmesi çok zordur, hatta imkansızdır. Derler ya “su mutlaka bir yolunu bulup kendi akış istikametini bulur.” Bu coğrafya da kendi akış ritmini demokratik konfederal yapısıyla bulmuştur. Bunu bulmak için elbette birçok yol ve yöntemi denemişlerdir. Bu yol ve yöntemler içerisinde tekçi ve kan döken yöntemlerinin de olduğu kesindir. Sadece bir Sargon’u düşünmek bile yeterlidir, yine peşinde Ortadoğu’yu kasıp kavuran Asur imparatorluklarını da. Ama hiç birisinin kalıcı olmadığını da bizler biliyoruz. Galebe çalan kesinlikle dediğimiz gibi hoşgörü ve karşısında duranı ya da farklı olanı kabul etmek olmuştur. Çünkü bu coğrafya farklı bir yolu -yaşanmış onca tecrübeden başka -bulamamıştır. Belki daha ileri ve gelişkin çözümlerde vardır. Ancak bu coğrafyanın ortaya çıkardığı en güçlü model halen dediğimiz gibi demokratik konfederal modelidir.
Halkların demokratik konfederal bir tarzda yaşaması demek; başka çıkarcı güçlerin, fitneci güçlerin, kan emeci güçlerin kendi siyasetlerini pratikte uygulamamaları demek olduğu için, tüm bu güçler halkların bu ortaklaşma modelini alt etmek için ellerinde ne gelmiş ise tarihte yapmışlarıdır. Ve halen de bu kirli oyun ve politikalarında vazgeçmemişlerdir. Kolayda vazgeçmeyeceklerdir.
Ortadoğu’nun bu güzel ortaklaştırıcı ve bir arada yaşayıcı yaşam tarzını kendi tekleştiren ulus devlet modelleriyle bozan bu güçler, bugün daha fazla etkili olmak için yine halkları düşmanlaştırıcı politikalara başvurmaktadırlar. Halkların kardeşleşmemesi için yeniden kollarını sıvamışlarıdır. Yeniden bu coğrafyayı kan gölüne boyamaya girişmişlerdir. Yanı başımızda duran bir Suriye’ye bakalım. Yine hemen yanı başımızda duran Irak’a bakalım. Ve tabii Libya’da olup bitenler, Mısır’da, Tunus’ta olup bitenlere de bakalım. Hepsi bu güçlerin icatları olduğu kesindir.
Aynı güçler tam yüz yıldır Türkiye’de Kürtlerle Türkleri birbirine kırdırmak için hangi yol ve yöntemlerle başvurduklarını yaşayanlar iyi bilir. Unutmayalım ki bugün Ortadoğu’yu kan gölüne çevirenler daha dün 1915’lerde Ermeni halkımızın katletmesinin yolunu açtılar, 1921 yılında Çerkezlerin, yine Yunan halkının, Asurîlerin, Süryanilerin, Keldanilerin, Ezidilerin derken ardından da Kürtlerin hem fiziki hem de kültürel kıyımını geliştirdiler. Öyle ki yüz yıl geçmesine rağmen halen bu yaralar hem taptaze durmakta hem de bu yaraların sarılmasının önü her yol ve yöntem mubahtır denilerek engellenmektedir.
Evet, gerçekten de halkların kardeşleşmelerin önü alınmak istenmektedir. Halkların Seçeneği’nin önü alınmak istenmektedir. Bunun içinde bin bir hileyle halkların düşmanlaşması için her şey yapılmaktadır. Tuhaf gelebilir ama gerçekten de düşman haline getirilenler bile neden bu kadar düşman haline getirildiklerine anlam vermemektedirler. Faşist, milliyetçi ve ırkçı nidalarla meydanlara çıkanlar bile olup bitenlere anlam vermemekte ve anlamamaktadırlar. Çünkü bu coğrafyanın parçalı, bölünmüş kalmasını isteyenler öyle bir siyaset izliyorlar ki bu siyasete maruz kalanlar bile nasıl yönetildiklerini bile anlayamamaktadırlar.
Gerçeklik budur. O zaman bu gerçekliği ya da başkalarının ısrarla yaratmaya çalıştıkları bu sahte gerçeğiyle ters yüz etmemiz gerekmektedir. Bu sahte gerçeğiyle ters yüz etmenin yolu Halkların Seçeneği ile mümkündür. Halkların seçeneği ise halkların kardeşleşmesinden geçmektedir. Bugün Türkiye’de halkların kardeşleşmesini sağlayacak ve yeniden yaratacak bir umut ışıltısı belirmektedir. Kürt, Türk, Arap, Çerkez, Laz, Alevi, Ezidi, Sünni, Şia, Romen, Yunan, Ermeni, Asurî, Süryani, Keldani derken Balkanlarda ve Kafkaslarda yüz yıl ve daha öncesinde gelmiş olan tüm halkların ve inançların bu kez birlikte, ortaklaşa, düşmanlaşmadan uzak bir arada yaşayacakları bir coğrafyayı yaratabilecekleri bir Halkların Seçeneği doğmaktadır.
Halkların Seçeneği adım adım gelişirken Kürt gençlerine bu çalışmada çok ciddi işler düşmektedir. Elbette Türkiye ve Kürdistan’da en örgütlü olan güçlerin başında Kürt gençleri gelmektedir. Kürt gençleri öncelikli olarak halkların kardeşleşmesini sağlayacak düşünce yapılarını daha güçlü kılmalı ve halkların ve inançların ortaklaşa yaşayabilmelerini sağlayacak düşünce yapılarını da etkili hale getirmelidirler. Bunun yolunun Başkan Apo’nun oluşturduğu felsefeden geçtiği için öncelikli olarak Kürt gençleri bu felsefeyi iyi özümsemelidirler. Bu felsefeye denk bir ideolojik duruşu da yakalayarak, bu duruşu pratik eylem sahasına yani politikaya aktarmasını da bilmelidirler. Politikanın ise en etkili olma yöntemi ve sanatı örgüte dökülenidir. Örgüte dökmenin yolu örgütlenmekten geçiyor. O zaman Kürt gençleri yaşamlarının her an’ını, her salisesini örgütlü geçirmelerinin yanı sıra bulundukları her ortamı ise örgütlü kılmaları gerekmektedirler. Bunu yapanlar, bunu sonuna kadar yapmaları gerekirken daha büyük adım atmak isteyenler, daha büyük örgütçü olarak yaşamlarını ve ütopyalarını yaşamak isteyenler ise en örgütlü güç olan gerillaya akmalı.
Evet, Halkların Seçeneği gelişirken öncelikli olarak Kürt gençleri ve tabii birde örgütleyecekleri diğer kardeş halkların gençlerini de daha güçlü örgütlülükler içine çekerek, bu seçeneğinin başarısı için, halkların kardeşleşmesi için, ortaklaşması için, bir arada yaşamaları için çalışmalıdırlar.
Evet, Halkların Seçeneği için tüm Türkiye gençliğini halkların özgürlük mücadelesine seferber etmek için çalışan bir Kürt gençliği, halkların ortaklaşmasının garantörü olacağı için bu bilinçle, bu sorumlulukla daha büyük bir coşku ve heyecanla harekete geçmesini bilmelidir.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Ortadoğu’da yaşanan bir kriz ve kaostu. Son gelişmeler ise gösterdi ki Ortadoğu’da yaşanan kriz içerisinde kriz ve kaos içerisinde kaostur.
Kaos ve kriz naziklik demektir. Her şeyin her an olabileceği demektir. Hangi gerçekliğin öne çıkacağının belli olmadığı durum demektir. Yani kaosu bu bağlamda eski tabirle dile getirecek olursak devrim durumu demektir.
Devrim durumunu az çok sosyal bilimlerle uğraşan herkes bilir. Her şeyin bir an’da alt üst olacağı, eskinin yıkıldığı ve yeninin kendisini inşa etme fırsatı bulduğu bir gerçekliktir devrim. Eskiyi yıkmak demek ya da alt üst oluş demek özü itibariyle köhnemişliklerin baş aşağıya gidişi hatta yıkılarak ortada kaldırışı olacaktır.
Devrimin bu olduğu açıktır. Bizlerde ilk çıkış günümüzden başlayarak her zaman devrim dedik. Hedefimizin devrim olduğunu söyledik. Ne var ki devrim demekle hemen devrim olmuyor. Devrimin olabilmesi için objektif şartlar diye belirtilen şartların oluşması gerekiyor. Ve tabii ki birde bu objektif duruma cevap verecek sübjektif şartlar gerekiyor. Sübjektif şartlar Kürdistan’da tam 35 yıldır vardır. Ve her geçen gün bu sübjektif şartlar gelişmiş ve kendisini her devrim olanağına hazır hale getirmiştir.
Bugüne kadar elbette birkaç kez devrimin objektif şartları doğmuştu. Ne var ki bu şartları hem bizler istediğimiz gibi değerlendiremedik hem de uluslar arası küresel güçler sömürgeci güçlere ve de bölgesel Kürt işbirlikçi güçlerini harekete geçirerek bu devrimin önünü almasını bildiler. Yine başka bir devrim şartını ise içimizde geliştirdikleri ihanetçi işbirlikçi ve çeteci güçlerinin eliyle baltaladılar.
Şimdi ise yeni bir devrim durumu ile karşı karşıyayız. Bu devrim durumu yaklaşık 4 yıldır devrededir. Nitekim Devrimci Halk Savaşı ile bu devrim durumuna 4 yıldır özgürlük hareketi müdahale ediyor. Ve önemli sonuçlar da sağlamıştır. Gerçeklik böyle olsa da halen devrim gerçekleştirilemedi. Her gün gelişen bir gerilla hareketiyle, güçlenen ve sayıca büyüyen bir gerilla gücüyle yine günlük olarak gelişen bir halk hareketiyle de devrimci durumu bir devrim durumuna dönüştürmek için önemli bir hazırlık yapılmıştır.
Bizler kendi cephemizde bu durumu yaşarken Ortadoğu’nun göbeği olan Irak’ta krizin içerisinde devasa bir yeni kriz daha açığa çıkmıştır. Bu gerçeklik Kürdistan Devrim şartlarını her zamankinden daha fazla güçlendirmiştir. Bu bağlamda Devrim Durumu daha da güçlenmiştir.
İşte bunun için HEDEF DEVRİM diyoruz. Irak’ta bir alt üst oluş yaşanıyor. Ancak bu alt üst oluşu her şeyden fazla Kürtleri etkiliyor ve etkileyecektir. Yine herkesten daha fazla Rojava Devrimi’nin etkiliyor. Ve tabii ki Kuzey Kürdistan ile Doğu Kürdistan’ı da etkiliyor.
Devrimi alt üst oluş dedik. Ancak unutmayalım ki bu devrim durumu karşıt güçler içinde geçerlidir. Onlarda bu kaos ve krizli ortamda kendi çıkarları için müthiş bir kavgaya girişeceklerdir. Giriştiklerini de bizler görüyoruz. İŞİD dedikleri gerçeklik budur. Denilecek ki bu gücün arkasında birçok güç vardır. TC devleti gibi, KDP gibi, ABD gibi.
Evet, bunlar olabilir. Ancak bu HEDEF DEVRİM gerçekliğine gölge düşürmez tam tersine bu hedefin gerçekleşmesi için herkesin ama herkesin daha fazla aktifleşerek çalışmaya seferber olmasını gerektiriyor. Devrim şartları doğmuşken başkalarına yani karşı devrim cephesine bu şartları bırakmak hiçbir zaman kabul edilecek bir durum olamaz ve olmamalıdır da.
Devrim son tahlilde var olan objektif şartlara sağlıklı sübjektif şartlarla cevap vermektir. Sübjektif şartın bireylerle, örgütle, örgütlülükle yani insanla ilgili bir durum olduğunu da zaten ifade etmiştik. O zaman devrimin bu olumlu objektif şartlarını güçlü cevaplar verebilmek için büyük bir güç olabilmek gerekiyor. Bunun ise son tahlilde bizimle bağlantılı olduğunu unutmayalım.
Bizlerin ise bugün her zamankinden daha fazla bir özgürlük sorunumuz varsa, ülkemizi özgürce kurma diye bir sorunumuz varsa, dünyada özgürce yaşayan insanlar gibi onurluca yaşama istemek diye bir sorunumuz varsa, o zaman tüm duygularımızı şahlandırarak HEDEF DEVRİM diyerek devrim saflarına akmasını bilmeliyiz. “İnsan sisteme karşı öfkesiyle insandır, insan yanlışlığa karşı öfkesiyle insandır” derler ve Kürdistan’da bugün bu insanı bitiren sisteme karşı, bizlere karşı uyguladığı onca yanlış ve suç pratiklerine karşı öfkelenerek devrim saflarına akmasını bilmeliyiz.
Vietnamlıların, “savaşmak için yaşamak, yaşamak için savaşmak gerekir” diye bir sözleri vardır. Başka bir sözle ifade edecek olursak: “Sen mücadele etmek istiyorsan yaşayacaksın, yaşamak istiyorsan savaşacaksın.”
Unutmayalım ki yaşamak istiyorsak bugün hem de her zamankinden daha fazla bugün meydanlara özgürlük için kavganın tam ortasına atılmamız gerekiyor. Aksi taktirde tarihimizin en önemli devrim fırsatını kaçırmış olacağız.
Bunun için diyoruz ki beyni, yüreği ve fiziki el veren her insan bir an önce Kürdistan’da devrimi gerçekleştirmek için tüm duygularını şahlandırarak, bir an önce özgürlük kavgasının tam ortasına atılmak için dağların yoluna koyulmalıdır. Aksi taktirde yeniden devasa büyük bir devrim durumunu kaçırmamız elden değildir. Bunun böyle olmaması için her Kürdistanlı ve Kürt dostu gencin tarihin bu önemli dönemecinde dağların yolunu tutmalıdır.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Değirmen yapımında en önemli faktör suyun akışı ve suyun kanal yatağıdır. Çünkü değirmenin öğütme taşını çevirecek olan suyun akış gücüdür. Bundan dolayı değirmen yapımında su kanalı yapımının taşı çevirecek hacimde olması gerekir, ne fazla ne de az. Fazlası suyun taşı çevirmeyi dengesiz çevirir, hızlandır, bu da dönen taşı kontrolde zorluk çıkarır. Ununuz etrafa saçar, sapla samanı karışır. Azı ise taşı çeviremez, ya da çok yavaş çevirir o da unu öğütmeye yetmez. Demek ki kanalı öğütme taşını çevirmedeki su gücüne göre ayarlamak gerekir, su kanalındaki bir engel sizi undan eder.
Buğday, arpa ve mısır el emeği göz nurudur. Bir tanesi heder olmamalıdır, iyi un çıkması değirmenin öğütme taşına bağlıdır. Çiftçi emek vermiştir, tarlada güneş altında ter dökmüş, harmanda elemiş, çuvallara doldurmuş, içinde taş toprak nedir bırakmamış ama sonucu belirleyecek olan dönen değirmen taşıdır. Tabi arpanın, buğdayın da karıştırılmadan öğütülmesi de önemlidir. Önemlidir! arpa unu karın ağrısı yapar.
Şimdilerde gelişen teknikle kimse suyla değirmen taşını pek kullanmıyor, elektrikli değirmenler, sanayileşmiş un fabrikaları toplumun ihtiyacını karşılıyor. O zaman yukarıdaki anlatı niye? Anlatı her doğasal devinim ve toplumsala inşa çalışmalarının kendi işleyiş akışı vardır. Tersi durum verimsizliği ve sizi yolda bırakmaya sevk eder. Hani halk dilinde derler “taşınan suyla değirmen taşı dönmez diye” yani el atacağınız her çalışmanın kendi kimyası-yasası vardır onun içine girmeden, doğrudan temas yapmadan atacağınız her adım nafiledir. Bu, toplumun politik çalışmalarında yüzde yüz böyledir. Sorunsallıkları kendi yerinde, kendi muhataplarıyla ele almazsanız, uzaktan taş değirmene kovayla su serpmeye benzer.
T. C. 1924'ten bu yana Türkiye toplumunu kendince bir kanalda akıtmaya çalıştı, pozitivizmin ulus-devlet ideolojisiyle toplum mühendisliği yaparak tek tip toplum yaratmaya çalıştı. Hikayesi biliniyor, halklar kültürel katliamların yanında fiziki katliamlara ve sürgünlere uğradılar. Bu değirmen kanalına aşağıdan yukarı su taşımaya zorlaması gibi oldu. Her zorakilikte değirmen taşına değen su sesine kendini inandırarak “oluyor oluyor” diye sevinç naraları atıldı. Halkların- toplumun sindirilmiş sessizliğinden tek tip yaratığına kendini inandırdı. Ama toplumların kültürel varlıkları sesiz akan nehir yatağının alttan hızını belirleyen itmeleri olarak akışı belirledi, somutta Kürtler ve diğer kültürel kimlikler olarak “Kürt teşisi’nin dönüşü” ne katıldılar.
Şimdi dünyamız taş değirmen çağı değil, kara saban da paslandı, öküz nalları üretilmiyor ve boğalar öküzleşmiyor. İletişim öyle bir duruma geldiki çoban artık sadece kara ve ak koyunu bilen değil, cebindeki iletişim aletiyle dünyalıdır.
Artık 1915’lerde sessizce yüz binlerce Ermeni halkını adressiz, bilinmeyene gömdü, Kürt halkını 1925, 1927-30, 1938 deki ölüm sessizliği dönemi olarak kimseyi bilinmez kıldı. Dünya ulus-devlet çıkarları gereği olana ortak oldu. Ancak artık dünya halkları olanı anında biliyor ve ulus devlet sınırlarını eylemleriyle anlamsız kıldı.
Bakın Lice'de sıkılan kurşun dahi anında tüm dünyaya duyuruluyor. Kürtlerin kendi rengine, toplumsal değerlerine sahiplenişi, anında yaşanan hem acıyı hem de sevinci paylaşıyor. Anlaşılması gereken, tarihsel seyir Mezopotamya halkına yeniden yeşerme fırsatı vermiştir. O zaman yapılması gereken düşmanın kof- tehdit naralarına kanmadan yerinden, halkın içinden olmak ve halkla birlikte kendi demokratik siteminin inşa çalışmalarında değirmene suyu taşıma değil; sürekli akacak su kanalları açmak gerekir. Bu da eğitim, örgütlenme ve eylem, yani demokratik kurumları, örgütleri inşa etmektir.
Lice'deki serhildan, mesken dağındaki direniş ve sonrasındaki gelişmeler, Kürt halkının artık “kendisi için savaşıyor” dönemine girilmiştir. Buna verilecek cevap halkın kendisini inşa çalışmalarının önünde engelleri etkisizleştirmek gerekir. Devrimci olmanın birincil görevi de halkı irade sahibi yapmaktır, bunun için de halkın irade olması önündeki engelleri de kaldırmak birinci görevimiz oluyor. Bundan dolayı toplum işlerinde birincisi, “devlete dayanarak devrimcilik yapılamaz, idare edilir. İkincisi, toplumun hayati çıkarlarını ilgilendirmeyen işler esas devrimciliği oluşturmaz. Diğer toplumsal kurumlarca yerine getirilen rutin işler seviyesindedir. Üçüncüsü, özgürlük, eşitlik ve demokratikle bağlantılı olmayan işler devrimciliği esas olarak ilgilendirmez. Bu işlerin tersi ise devrimciliği esastan ilgilendirir”. Değirmen taşının bir özelliği de, ellerini dönme hızına-yasasına göre hareket ettirmezsen taş elini kapar önce el parçalanır peşi sıra tüm kol çekilir ve kafa ile gövde birlikte imhaya tabi olur.
Medet Serhad
- Ayrıntılar
Son zamanların bir solukta okunan ve her arkadaşın olduğu gibi benimde kalbimi fethedip yaşam ve mücadeleye bağlılığımı daha da derinleştiren cesaret tanrıçamız Sara arkadaşın ‘’Hep Kavgaydı yaşamım’’ kitabını okurken nedense Sema arkadaşın silueti hiç kaybolmadı gözlerimin önünden. Özellikle baştan sona zindan direnişini anlatan bu kitabın ikinci cildinde hep Sema’yla gezindim durdum kitabın içinde. Neden mi? Hem tanıdığım zindanda direnen ilk yoldaştı heval Sema. Ve hem de o zindan da ben dışarıda iken o koşulları bilmeden tanımadan başlayan arkadaşlığın özünü ve Sema’yı Sema yapan yüceliği tanıyamamanın acısından olsa gerek. Çok hissettim bunu, çok derinden yaşadım bu kitapta. Bana göre birçok insandan farklı olarak hatta dünyanın en büyük şanslarından biri olarak bir tanrıçayı tanıma şerefine nail olmuş ender insanlardanım. Dün gibi anımsıyorum bu tanışmayı.
Devrimciliğimin acemi yıllarında Gökhan Erhan (Ş. Ferhan) yoldaşım, hakiki devrimcilerle tanışmam için beni Çanakkale zindanına, yoldaşları ziyarete götürmüştü. Ziyaretine gittiğim kişi kendisini hiç tanımadığım Sema yüce idi. Mühim değildi kimi görmeye gittiğim, hele isim sadece şekliydi. Bizim için, zindanda davaları için yaşayan erdemli insanlar vardı, onları görmek onlarla tanışıp, mücadelelerinin gerekçelerini öğrenmek, imkanlarımız ölçüsünde onlara bazı ihtiyaçlarını götürmek büyük bir onurdu, devrimci bir görevdi. Velhasıl bu ilk ziyarette tesadüf Sema arkadaşın adını ve tanıdığımı söyleyerek girmiştim o insanlık suçunun işlendiği, parmaklıklar arasında kıran kıra direnen yoldaşların ortamına. Oysa ki bu isimde bir insanı duymamıştım bile. Cezaevi görüşmeleri o direnen, iradeleri çelikleşmiş insanlar için çok ayrı bir öneme sahiptir. İçeri girer girmez o buz gibi duvarların ve soğuk parmaklıkların arasından sızan yaşam coşkulu ses ve umut dolu bakışların arasında bir anda unuttum bir zindana gittiğimi. O kadar çabuk geçmişti ki saatler her birinin görüşme kabinlerinden yükselen sesleri, sıcacık karşılamaları, dolu dolu bilinç saçan tartışmaları ve ‘heval’’deyişleri arasında dolan ziyaret süresinin nasıl geçtiğini anlayamamıştım bile. Tam çıkmak üzere iken Ş. Ferhan bari adına gittiğim Sema arkadaşla tanışmamı söyledi, kendisi gitmiş onunla epey tartışmıştı. Benim için hiç fark etmiyordu hepsi hevaldi ve aynı davanın kadınları ve erkekleri olarak onlarla geçirdiğim her an belleğime yeni şeyler kaydediyor, kafamda şimşekleri çaktırıyordu. Ve işte nihayet adına gittiğim o müthiş kadınla selamlaşmanın ardından küçük bir tanışma oldu. Kısa bir sohbetle başlayan yeni bir arkadaşlık cazibesini o kadar büyüttü ve hacmini o kadar genişletti ki yepyeni bir yaşamın startını verecek kadar etkiledi işte. Tam 20 yıl geçiyor bu tanışmanın üzerinden. Bu tanımış olmanın onuru ve kendimi borçlu saymanın gereği olarak her yıl şahadet yıldönümünde bir şeyler yazarım o tanrıçama dair. 16. Yıldönümünde yazdırdıkları…
Yazılmayan kadın tarihinde yaşamı doğru tanımlamak için müthiş bir çaba vermiş sayısız tanrıça, sayısız kahraman vardır adı belli olmayan. Küllenmiş bu tarihin üstü temizlendikçe niceleri çıkacaktır bilinmez. İşte onlardan biri Sema Yüce. Kadında bilincin ne kadar sancılı geliştiğini kendi şahsında yaşamış, bu sancının ardından zihninde yaşanan yeni doğumun ismini özgürlük koymayı başarmış bir kadın o. Kendini ateş topu yapıp, erkek aklının ve sisteminin kadına bahşettiği statüyü, psikolojiyi, itaat kodlarını, ona tapınma saflığını, düşünememeyi ve başkalarının onun yerine karar vermesini, aşk sahteliklerine kanmayı, zavallılık ve masumiyet edebiyatını, lallığı, körlüğü, sağırlığı bu ateş topunda yakarak, küllerinden kendini yeniden yaratmayı başarmış bir kadın o. Evet Ararat’ın yücelerindeki semanın enginliğindeki derinliği, büyüleyici, etrafındakileri kendine hayran bıraktıran adeta bir mıknatıs gibi kendine doğru çekmeyi becerebilen üslubuyla tanıdım bildim onu. Özgürlük felsefesinde kendini dirhem dirhem yıkamış bir hakikat arayışçısı olarak, bakışlarıyla konuşan senide bu özgürlük denizinin sihrine çekerek yüzmeye davet eden etkileyiciyle, türkü tadında ki aşklı, tutkulu yaşamın ismi Sema Yüce. 20 . yy’ın son yıllarına adını altın harflerle yazdırarak özgürlük tarihine düşülen unutulmaz bir kişilik.
Her çağın unutulmaz kahramanları vardır. Kahramanlar salt kendi halklarının kendi ülkelerinin yada kendi köklerinin değil, insanlığı etkileyip yeni bir şeyler katmak uğruna kendini inandığı değerler uğruna feda edebiliyorsa dilden dile dolaşarak efsaneleşir, destanileşir, adeta ibadet edilir cinsinden inanılarak, ruhların dehlizlerinde ki imanla kendine niyaz edilir. Aslında inananları için bir ibadetgah, aşkgah, kıblegahtır artık ona dönülen. İşte bizim gibi kitapsız, salt dengbejleriyle varlığını korumaya çalışan elinde hiçbir şeyi kalmamış olan bir halkı mucizevi bir biçimde yeniden dirilten Önder Apo’ nun kitaplarını en iyi ve en doğru okumayı başarıp kendini bu öğretiye göre yapılandıran Kürt yurtseverliğinin özünü özüne yediren bir Kürt. Salt etnik anlamdaki varlık bilinci değil, ayrıca varlık olarak bile tartışmalık bir haldeki kadın olmanın acısını derinden yaşadığından yüreği sınır tanımaz bir tay gibi sonsuzluğa koşan bir çağlayan gibi akışkan bir biçimde kadının kurtuluş müjdesi olan özgür kadın mücadelesine atılan bir kavgacı. Özgür yaşamın, aşklı yaşamın hakikatin arayışçısı o.
Kişiliğindeki sistemin kadına dayattığı tüm kodları muazzam bir biçimde çözüp gerileten ve köleleştirenle, amansız mücadele ederek, bağımsız ve özgür bir ruh, bir zihniyet yaratan SEMA YÜCE 1990’ lı yılların Kürt ulusal mücadelesinin tırmanışından etkilenip gerilla saflarına katılmış, bu mücadelenin salt Kürt ulusal mücadelesi olmadığını anlayarak bu mücadelenin özü olan özgür kadın mücadelesi ile özgür bir toplum yaratma mücadelesinde en aktif bir biçimde rol oynamıştı. Önder Apo’nun yanında gördüğü eğitimin sayesinde büyüyen ufku ile Kürt kadının tarihi misyonunu iliklerine kadar hissettiğinden Sema yoldaş, bu yönlü bir mücadeleyi hem kendi kişiliğine karşı hem de yanı başındaki kadın geriliklerine karşı amansız bir mücadele verdi. Kendisini tanıdığımda belki Çanakkale cezaevinde özgürlük davası adına tutuklanmış bir özgürlük mahkumuydu. Ama ne mahkumu, orada kurdukları sistem ve yaşam tarzı ile bedenleri tutsak alınsa da ruhların ve yüreklerin asla tutuklanamayacağını derinden yaşadığından o koşullara inat ideolojik teorik düzeyde kendini yetkinleştirme bunu ajiteye dökme ve yazı şiir, tiyatro ve edebi yazılarla dışarıya karanlık zihinleri aydınlatmanın mücadelesini veren özgürlük mahkumu. İnandığı değerler uğruna yaşayan Sema yoldaşın öngörülü oluşu, zeka kıvraklığı ve kapasitesi karşısında gerçekten hayran olmamak mümkün değildi. Uslubunda ki ikna ediliciliği ile tüm çelişkilerimizi çözdüğünden Sema arkadaş bizim da yaşam öğretmenimizdi.
Önder Apo, henüz kadın partileşmesinden bahsetmeden önce bile böyle bir fikir yürütüp tartışmalarda bunu dile getiren Sema arkadaş, zamanın çok ilerisinde yaşıyordu. İşte Önder Apo, 8 Mart 1998 yılında Kadın Kurtuluş İdeolojisini ilan ettiğinde bu ideolojinin anlamına vararak bu esaslar üzerinden özgür kadın kimliğinin partileşmesini en çabuk anlayan kişi olmuştu. İçimizde yaşanan tasfiyeci, özgürlüğün kazanamayacağına olan inançsız, ruhu teslim olmuş herkese eylemiyle bu ideolojinin yaşamsallaşması gerektiğini bedeninde 21 Mart gecesi ördüğü kızıl köprü ile cevap vermişti. Yurtsever duygularla ülkesine bağlı, onurlu yaşamaktan yana tercih koymuş her kadın, özgür iradesi ile örgütlenirse müthiş bir güç olabilirdi ve bunun için ideolojik bir kimlik olan bir parti olarak örgütlenme, partileşme kadın için şarttı. Evet Sema arkadaş bunları mesaj olarak vermiş ve tüm kadınları harekete geçiren eylemiyle özgür kadın mücadelesinin katalizör gücü olmuştu. Eğer bugün salt parti biçiminde değil, büyük bir yaşam ordusu, askeri orduları, siyasal ve sosyal anlamda iradeye kavuşmuş özgür iradesinde ısrarlı ve kadının yaşamın her alanda özneleşmesi için müthiş örgütlü bir kadın kitlesi varsa, bunu Sema Yüce arkadaş gibi mücadele eden kadın yoldaşlarımıza borçluyuz. Sema arkadaşın koyduğu fark Önder APO’yu erkenden fark edip, bu özgürlük savaşımını yeni bir aşamaya taşımasıydı. Çünkü Sema yoldaş amacında netti ve amaçlarına göre yaşamak ve yaşatmak onda her koşul altında bir ilkeydi. Ve bunu başardı Sema yoldaş, anlamlı, güzel ve büyük yaşamanın, sevginin kanunlarını koyan baş tanrıça ZİLAN’IN takipçisiydi. Yaşarken de büyük yaşadı, yaşama veda ederken de. Tam 87 gün yanık bedenin ağrılarıyla yaşadı ama her yanına gidene Önder Apo’yu yalnız bırakmayın demişti. Onun için birey olarak yaşamak değil eyleminin amacına ulaşması hedefti. Son gören yoldaşlar böyle diyordu onun için. Yaşamını bilinçli yaşayanlar yaşamın anlamına varırlar. Ve nasıl bir ölümü seçeceğine de. Tıpkı Sema, tıpkı Zilan gibi.
Neyin kadını olmak? İşte bu soruya cevap aramıştı Sema yoldaş. Tıpkı Zilan yoldaş gibi.
Cins kimliğini nasıl kodlamak? Neye göre ve nasıl yaşamak? Bu sorulara cevap bulmuştu Sema yoldaş, tıpkı Zilan yoldaş gibi.
Zilan…
Evet Zilan yoldaş neyin kadını olmalı sorusuna en çarpıcı cevap olmayı başarmış zafer tanrıçamız. Ufkunu özgürlük bilinciyle büyütmüş başka bir Star. Ve inandığı değerler uğruna ölüme koşarak gidip ölümde yaşamı dirilten yaşam kanunumuz. Çok uzun uzadıya yıllarca saflarda kalarak kendini yaratmış biri değil Zilan yoldaş. Çok kısa bir sürede cephecilik ve gerillacılık süreçlerinde militanlaşmak için özgürleşmek için her geçen zamanı, anı anlam gücüne ulaştırarak derinliğine özümseyip kendinde davranış ve eyleme dönüştürmenin mümkün olduğunu kanıtlayan bir yoldaş. Devrimciliğin yıllarla ölçülemeyeceğinin en çarpıcı örneği. Özgür kadının nasıl yaşaması gerektiğinin yol haritası olan mektuplarında ifade ettiği gibi büyük ve anlamlı yaşam için muazzam inancın, muazzam tutkunun sembolü olmayı başarmış tanrıçamız.
‘’Zilan bir kişi değil, bir çizgidir, bir yaşam tarzıdır, bir savaş tarzıdır, bir zafer tarzıdır. Eğer bu gerçeklik bile kavranılır ve YAJK buna öncülük ederse, aslında zaferin en sağlam güvencesini de kendi şahsında somutlaştırmış ve gerçekleştirmiş olacaktır. Bu temelde eksiklikleriniz olabilir, her düzeyde bazı yanlışlıklar içinde de olabilirsiniz; ama eğer Zilan çizgisi bir gerçekse –ki, bundan kuşku duyulamaz- ve düşmanı en çok korkutan bir gerçeklik olarak gelişmeye devam ediyorsa, o zaman YAJK’ın yürüyüşü hem yaşamda büyük bir özgürlük yürüyüşüdür, hem de savaşta zafer yürüyüşüdür.’’(REBER APO) Gerçektende böyle bir yürüyüşün adı oldu o ve bu yürüyüşün bitmeyen enerjisi bitmeyen ruhu heval Zilan.
Eril paradigmanın alıştırdığı gönüllü köleliğe başkaldırmanın, dengesiz kadın erkek ilişkilerin ağında debelenen kadını bu ağdan kurtarmanın yolunu gösteren ışık. Adeta denizde yolunu bulamayan gemilere, yol gösteren bir deniz feneri gibi kadınlar için.
Hele kürt halkı için müthiş bir moral ve kendine özgücüne güvenle yaşamak demektir Zilan. Varlığı bile tartışmada olan bir halkın yeniden dirilmeye başladığı, kimliğine, kültürüne kavuşmak için büyük bedeller ödeyerek acı çeken Kürt halkının çıkış kapısı olmuş Önder Apo’ya karşı geliştirilen saldırıyı fark ederek, bu saldırıya karşı kendini siper etmiş tek kişilik bir ordu. Özgürlük hareketinin karşı karşıya olduğu tehlikeleri görmeyi başarmış, '96 yılı içerisinde gelişen operasyonların bilincine varmış ve bunun karşısında PKK militanının geliştirmesi gereken eylem tarzının nasıl olması gerektiğini tespit etmiş bir komutan aynı zamanda. Önderlik öğretisinden ulaştığı sonuçların bir gereği olarak da kaynağını ideolojik derinleşmeden alan bir inanç ve mücadelenin yenilmezliğine duyduğu güvenle devrim tarihimizde ilk kez bedenini patlatacak düzeyde yüce bir kahramanlık eylemini gerçekleştirmiş müthiş bir taktisyen. Ve başarmanın emridir Zilan.
Zilanı da Sema’yı da Gulan’ı da büyüten, ölümsüz kılan, yüreklerinde ki davaya olan inançları ve önderlik felsefesiyle büyüyen ufuklarıydı. O büyüyen ufukla ölüme meydan okuyan bu kadınlar haziran sıcaklığında haziran da ölmek zor değil, haziranda ölümde yaşamı yaratmak için ölümü bayram havasında karşılamanın sembolü olmak güzel, dediler. Alçakca katledilen Gulan arkadaş fedai kişilşiğiyle zaten ölümle alay ederek yaşardı. Zilan ve Sema içinse bir tercih oldu fedaice bir ölüm. Sara’nın yoldaşları yeniden yazılan kadın tarihini Sakine’nin Mücadelesi tarzında örmeyi bir şeref saydılar. ‘’Ölüme güle oynaya gitmek! Ama ona inat yaşama ait ne varsa onların değerini bilerek onları incitmeden hırpalamadan özünü zedelemeden korumasını da bilmek. Bu herhalde ölmesini de bilmektir. Yoksa ölüm sıradan, yaşam sıradan olur. Aynı şeyleri duyumsamak ortak ruh güzelliğinde buluşmak amaca güçlü bağlanmayla direkt bağlantılıdır. İnanç derinliği kavga aşkındaki akıcılık zorlukları ortak göğüsleme gücü, morali de sağlar.’’ Diye kitabında bu ifadelerle direnişi ve inanç uğruna ölümün anlamını ifadelendiren Sara yoldaş, tüm mücadele yaşamı boyunca bu 3 özgürlük çiçeği ve tüm kızıl çiçeklerimizi en iyi biçimde nasıl temsil edeceğimizin mücadele yol ve yöntemlerini gösterdi. Bize düşen bu yolu takip edip hakikate doğru ilerlemek mutlaka ve mutlaka onların hayal ve umutlarının yaşanılır kılabilmektir.
Zilan, Sema ve Gulan yoldaşlar ile Haziran ayı şehitlerimiz şahsında tüm yüce şehitlerimizi saygıyla anarken bu çizgiye göre yaşamanın onuruyla, mutlaka zaferi getirme aşkıyla, tutkusuyla yaşamak bizim için onlardan gelen bir emirdir, böyle anlamamız gerektiğine inanıyorum, yoksa hepimiz münafık oluruz.
Aze Malazgirt
- Ayrıntılar
Halkımızın bir deyimi vardır, “eğri otur, doğru konuş” diye. Eğri oturulsa da doğru konuşulduğunda toplumun ahlaki ölçülerine denk yaklaşım gösterilmiş olur. Yok, eğer doğru oturulmuş olsa da yanlış konuşmak ise toplumun ahlaki değerlerine ters düşmek olduğu gibi ahlaksızlık olur.
“Söz ve anlam birbirine bağlıdır ama anlam sözden daha güçlüdür. Anlam söz ile dillendirilir ama söz onu yeterince izah etmeyebilir. Çirkinliğin olduğu yerde güzellik olamaz, ikisini birlikte uzlaştıramazsın, biri diğerinin inkârıdır. Çünkü çirkinlik güzelliğin inkârıdır. Sizi özgür yaşama ulaşmaya yönelten şey “kötü” dediğinize karşı duyduğunuz büyük öfkedir, mevcut olana duyduğunuz kindir.”
Mevcut olan gerçekten çok kötü olduğu için kin duymak yanlış değildir. Tersine kötü olana karşı kin beslememek, bu kötüyü olduğu gibi kabul etmek tek kelimeyle insan olmaktan çıkmaktır.
Yuhanna İncilinin ilk cümlelerinden birinde bir belirleme var. “Başlangıçta söz vardı. Söz tanrıyla birlikteydi ve tanrı sözdü” deniliyor. Sözün ise yalansız olması, doğruluktan şaşılmaması gerektiği de ortadadır.
“Denir ki, yalan söylemenin çeşitli türleri vardır; fakat bunlardan en iğrenç olanı, gerçeği, bütün gerçeği söylemek ve bunu yaparken olayların ruhunu gizlemektir. Zira olayların içi her zaman boştur; olaylar, içlerine doldurulan duyguların biçimini alan kaplardan başka bir şey değildirler.” Bugünlerde yapılan tek kelimeyle budur.
“Arefe günü yalan söyleyenin, bayram günü yüzü kara çıkar” derler, yine “Korku, yalan doğurur” derler. Bunun için de: “Az yalan söylenemez, yalan söyleyen her yalanı söyler” dememiz de gerekiyor. Başka bir deyimle: “Dünya tükenir, yalan tükenmez” misali Türkiye cumhuriyeti devleti yalan söylemekten bir türlü vaz geçmiyor.
Yalan, özel savaş rejimlerin en etkili silahlarından birisidir. Hatırlayalım 1970’lerde Şili’de halkçı olan Salvatore Allende’yi iktidarda almak için o yıllar çok etkili olan “yirmi yalan bir doğru eder” prensibiyle hareket etmiş ve Allende’yi halkın gözünün önünde bu yalana dayalı savaş biçimiyle alt etmişlerdir.
“Özel Savaş olarak ele aldığımız olgu, sınıflı uygarlıklar boyunca geliştirilen baskı ve egemenlik aracı olarak başvurulan savaşın bir biçimidir. Değişen koşullara göre sürdürülen bir savaş biçimi oluyor. Özel savaş, siyasetin şiddet araçlarıyla sürdürülmesi değildir, ama şiddet araçlarının kullanılmasını da içeriyor. Onun için özel savaş egemenler ve sömürücüler tarafından topluma karşı her alanda sürdürülüp, ilan edilmiş olan bir savaşı simgeler. Özel savaş kapsamına sadece ekonomik, siyasal, askeri, kültürel alanlar değil, bir bütün olarak insana ve topluma karşı savaş da giriyor. Kısacası toplumla ilgili ne varsa bunlar özel savaş kapsamına giriyor.”
Toplumla ilgili olana karşı savaşı, özel savaşla en çok yalanla yürütüyor faşizan devletler. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi TC devleti direnişçi, özgürlükçü, devrimci güçlere karşı en çok kullandığı silah, yalan silahıdır. TC devletini birkaç adım aşan bir güç ise bu konuda AKP’dir. AKP Şili’de uygulanan “yirmi yalan bir doğru eder”i çok daha ileriye taşırmıştır. AKP artık “bin yalan bir doğru etmese bile, yine de bu yalan söylenmelidir” diyerek kendisine karşı olanlara karşı müthiş bir yalan kampanyasını yürütüyor.
Örneğin en son “dağlara çocuklar kaçırıldı” yalanını günde bin kere söyleyerek kendilerince bir doğru çıkarabilecek umuduna kaptırdılar. Bir doğru etmeyeceğini bilseler de yine de bu yalana devam ediyorlar.
Öyle görülüyor ki bu yetmedi, dağa çocukları gönderenlerin kendi çocuklarını Amerika’da Harvard’larda ve İngiltere’nin Oxford’unda okuttuklarını dillendirmeye başladılar. Bu yalan öyle tutmuş olmalıdır ki, Kürdistan'da polisler bile Toma ve Panzerlerinin içerisinde megafonla konuşurken; “siz burada eylem yaparken, sizi buraya gönderenlerin çocukları yurtdışında okuyor” demekten kendilerini alamıyorlar.
Ve birde sözde Amed’de çocukları kaçırılanlar ise, “neden benim çocuğum dağa gidiyor sizin çocuğunuz Amerika ve İngiltere’ye okul okumaya gidiyor” diye tempo tutturuyorlar.
Bu da yetmiyor benzer söylemleri RTE’da kullanıyor. Haydi, biz yukarıda yalanlara çanak tutarak katılanları anlıyoruz da, peki sana ne oluyor RTE?
Senin çocukların nerede okul okudular acaba?
Örneğin Türkiye’nin gündeminde bir türlü düşmeyen Oğlun nerede okudu?
Ya Kızların nerede okudu? Hani birde muhafazakâr olduğunu söylüyor ancak kızları ise yurtdışında, kapitalizmin merkezinde okumadılar mı?
“Tencere dibin kara seninki benden kara” mı demeli? Yoksa “Tencere yuvarlanmış kapağını mı bulmuş” demeli?
Halbuki hafıza kaybı ve balık hafızalı olmayan biri bilir ki daha birkaç gün önce Türkiye devletinin cumhurbaşkanı Amerika’ya –hem de Harvard üniversitesinde- oğlunun mezuniyet törenine katılmak için gitti. Biz sadece bu birkaç örneği verelim, diğer örnekleri ise dibi birbirine benzeyenler sıralasınlar.
Yukarıda ifade etmiştik, “eğri oturun ama lütfen az da olsa doğru konuşun” diye. Tüm dinlerde yalan kesinlikle yasaktır. Suçtur. Dini tabirle günahtır.
Haydi, insanlardan korkmuyorsunuz onu anladık, bari Allah’tan korkun ve artık sunturlu ve kuyruklu yalanları söylemekten vazgeçin, yalan atmayı bırakın.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
“Toplumsallığın kendisi bir ruhtur” denilir. Bu bağlamda toplum bir ruhsal birlik anlatımıdır, ifadesidir demek en doğru yaklaşımdır. Ne var ki yabancılaşmış bir toplum ise bu anlamda ruhsal birliğinden kopmuş demektir ki, bu da toplum olmaktan çıkmaktır.
Bizde biliyoruz ki “toplumsallık insansal yaşamın varoluş koşuludur, toplumsallık olmadan yaşam olmaz.” Çünkü yaşamın kendisi toplumsallıkla anlam kazanır, toplumsallıkla var oluşunu sürdürebilir.
Topluma ait olan bir insan bu gerçekliği bildiği için yaşama saygısı olan insan hassas olur ve böyle de yaşar. Büyük yaşam davaları olanların büyük korkuları vardır. Doğru yaşamak isteyenin temel görevi de yaşamı anlamaktır. Yaşamı doğru anlamak ise yaşamın özünü yani hakikatinin peşine düşer. Bu bağlamda da hakikat arayışı yaşamı anlama arayışıdır ve bu arayışı yapan bireydir. Sensin ve benim, tüm insanlıktır. Yani, hakikat sendedir dolayısıyla yaşam sendedir.
Sömürgecilik bu yaşam hakikatini yitirilmesini esas alan kirli bir politik yönelimdir. Çünkü sömürgecilik öncelikli olarak bir toplumu ayakta tutan en temel var oluş gerekçelerine saldırarak onu yıkımı esas alır.
Özcesi sömürgecilik kirleticidir. Çirkinliğin olduğu yerde ise güzellik olamaz, ikisini birlikte uzlaştıramazsın, biri diğerinin inkârıdır. Yani doğal olan, olması gereken bastırılsa, özünden kopartılırsa orada güzellik değil çirkinlik gelişir.
Herkeste bilir ki çirkinlik güzelliğin inkârıdır. Sizi özgür yaşama ulaşmaya yönelten şey “kötü” dediğinize karşı duyduğunuz büyük öfkedir, mevcut olana duyduğunuz kindir. Bununla bir olan, bununla bir araya gelen, buna ses çıkarmayan ise özü itibariyle insan olma duyarlılığını yitiren bir kişiliktir. Yani Uzlaşmacı kişilik kinsiz kişiliktir, bu da toplumların yaptığı tespit olarak tamamen bir kendinden uzaklaşma, kendi olmaktan çıkma, kendi değerlerine ters düşmedir ki buna da “namussuzluk” kategorisine girme deniliyor. Halbuki doğru olan kötülükle, çirkinlikle bir araya gelme değil, tersine iyi olanla bir araya gelmek olmalıdır. Bir ustanın dediği gibi: “İnsan iyide birleşir kötüde uzlaşır.”
Uzlaşma ise özü itibariyle-ahlaki değerleri dikkate alarak-yapılmıyorsa, ilkelere göre yapılma yerine ürkmekten, korkudan yani boyun eğmeden dolayı yapılıyorsa orada kesinlikle kirli bir uzlaşma var demektir. Şikâyetçilik bir tür uzlaşmaya çağrıdır. Şikâyet dilinin anlamı özü itibariyle “benim üzerime bu kadar geliyorsunuz” demektir, özü budur. “Bana daha az bir baskı uygula, köleliği biraz daha yumuşat ben yumuşatılmış kölelik koşullarında seninle yaşamaya varım” demektir. Bu da uzlaşma dilidir. Şikayetçi dilidir. “Şikâyetçi dil köle dilidir,” hatta köle dilidir ve uzlaşmanın altında insan yoğunlaşınca, köleliği yıkmamanın olduğu görülür, yani kölelikte çakılıp kalma ve kölelik ruhu vardır, bu da özgürlük tutkusu zayıf bir kişiliğin ve toplumun duruşudur. Bunun da insan olmaktan çıkma olarak ele almak yanlış olmayacaktır.
Neden bu böyledir?
“Sömürgecilik kişilikte tahribatı derinleştirir, sömürgecilik toplumu dağıtır, toplumun dağıtılması köksüzlüğe mahkum edilmesi anlamına gelir.” Hele bu Türkiye'de uygulanan biçimiyle bu kültürel kıyımı esas alan bir sömürgecilik biçimiyse ona dayanıyorsa, bu kültürel kıyımın, soykırımın sonucu, hasta bir toplumsal yapının ortaya çıkışıdır. Böylesi bir ortamda ancak Patolojik kişilikler doğar.
Tüm sömürgeci yapıların ortaya çıkardıkları yapılar patolojiktir. TC devleti de Kürdistan’ı sömürgeleştirdiği bugünden yana Kürt insanını hasta kılmak için elinden ne gelmiş ise yapmıştır.
Dikkat edelim, TC devleti ve sömürgeciliği kesinlikle Kürt’ü düşürmek için tüm gücünü bugüne kadar aralıksız olarak uygulamaya koymuştur. Eğer bugün sömürgeciliğin okullarına, ordusuna ve tüm kurum ve kuruluşlarına Kürt insanı özelde de gençliği gönüllü gidiyorsa orada kesinlikle kişilik olarak bir patolojik durum söz konusudur. Böyle hareket eden bir kişilik ise hasta bir kişiliktir. Hastalığın ise ruhsallıkla ilgili olduğunu dile getirmeye gerek var mı?
Kürdistan Özgürlük Devriminde üzerinde en çok durulan hususun kişilik sorunu olması bu gerçeklikle bağlantılıdır. Kişilik bozukluklarını çözmeyle ilgilidir. Neden buna gereksinim duyuldu? Çünkü Kürdistan'da muazzam bir kişilik tahribatı varda ondan, gerçek olan budur. Kendi gerçekliğinde bu kadar kaçmak, düşmanı düşman olarak görmemek, çocuğunu TC askerine sanki bir şey yokmuş gibi göndermek, kendi dilini unutturan hatta kendi diline karşı bu kadar hakaret eden, kültürünü hem eriten hem de bitiren böylesine bir eğitim sistemine aksi taktirde neden aileler çocuklarını gönüllü gönderir? Ya da giyim ve kuşamıyla neden ısrarla katledene benzemek için çaba içerisine girilir?
Nedeni açıktır, sömürgeciliğin yarattığı kişiliğin ortaya çıkardığı gerçeklik budur. Ve daha tuhaf olanı ise hasta olanın bunun için farkında olmamasıdır. Hastalığın en önemli belirtisi, kendisini sağlıklı hissetmek duygusudur. Halbuki “tedavi olmamın kendini tedavi etmenin en önemli yollarından biri hasta olduğunu bilmek, hastalığı bilmek, hastalığı teşhis edebilmektir” denilir.
Bu durumu insanın ruhsal duruşuna aktarırsak bireyin kendisini tanıması yani kendisini bilmesi gerektiğidir. Buna ustalar “kendiliğinden bilinç“ diyorlar. Yani kendisi için bilinç…
“Varlık olmak kimlik kazanmaktır, farkında olmak bile kendi kimliğinin farkında olmaktır. Birey olarak bile kendi farkın kimliğindir, onun için kimliksiz olunamaz. Kimliksizlik, insan olmaktan çıkıştır.
Tarih bilinci aynı zamanda kimlik bilincidir. Tarih bilinci nedir? kendini tanımaktır, kendini tanımakta kimliğini tanımaktır.”
Kendi kimliğini tanıyan bir birey ise sömürgeciliğin kararttığı gerçeklikten çıkmış birey demektir. Kendisi olmak demektir. Kendisi olabilmenin yolu ise yukarıda da ifade ettiğimiz gibi sömürgeciliğe karşı durmaktan geçer. Bunun da yolu açıktır, bellidir.
“Kürt halkının içine düşürülmüş olduğu korkunç aşağılanmadan duyduğumuz büyük utancı en büyük güç kaynağımıza dönüştüreceğiz” diyerek, bize bu düşürülmüşlüğü reva görenlere karşı dik durarak, özgürlük kavgasına her şart altında katılmaktır.
Aksi taktirde Ahmet Arif’in şiirlerinde dile getirdiği gibi sadece ve sadece “yaşamak sadece yaşamak yosun solucan harcıdır” gerçekliğini aşmayacağı gibi, yaşamın katledilmesi olacaktır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Son zamanlarda Kürdistan dağlarına çıkan Kürdistan gençlerine dönük bazıları çeşitli değerlendirmelerde bulunuyorlar. Ve bu bazı çevrelerin söylediklerini doğrusu ele almalı ve değerlendirmeye tabi tutmamız gerekiyor.
Şunu peşinen söyleyelim ki Kürdistan’da faşizan zihniyet var oldukça dağlara-özgürlük dağlarına –çıkış ve akış devam edecektir. İstenildiği kadar tedbir alınsın, istenildiği kadar hile ve oyunlara başvurulsun, dediğimiz gibi insanlık dışı faşizan zihniyet var oldukça hiç kimse ama hiç kimse Kürt gençlerinin dağlara özgürlük uğruna mücadele çıkışlarını önünü alamayacaktır.
Eğer gençlerin dağlara akışı durdurulmak isteniyorsa önce Kürdistan’da faşizm son bulacaktır. Kürdistan’da sömürgecilik terk edilecektir. İşgal terk edilecektir. Bu dünyada yaşayan her halk gibi Kürt halkının meşru ve haklı olan hakları geri iade edilecek ve Kürt halkına yaşatılanlar için özür dilenecektir. Aksi taktirde dediğimiz gibi dağlar her Kürt gencinin hatta her Kürdistanlı ve Türkiyeli gencin gönlünde özgürlük arayışının yeri olarak hep ve her zaman kalacaktır.
Bir kere şunu belirtelim ki Kürdistan özgürlük gerillası tek bir genci zoraki olarak dağa almadığı gibi dağlara akan küçük yaştaki Kürt gençlerini geri göndermek için o kadar uğraşmasına rağmen tek birini bile geri gönderememektedir. Gönderemediği için bu gençlerin güvenliklerinin sağlanması için bin bir dereden su getirerek sağlamaya çalışmaktadır.
Bu bağlamda sorun dağlara gençleri zorla getirme değildir. Esas sorun ve esas soru neden bu kadar gencin dağlara aktığıdır. Ve bu soruyu öncelikli olarak sömürgecilik ve bu zihniyetin temsilciliğini yapan tüm sömürgeci kurumlar yapmalıdır.
Kürt gençleri uygulanan bunca özel savaş uygulamalarına rağmen neden dağlara akar?
Neden faşist ve sömürgeci devlet bu kadar imkanlar sunmasına rağmen gençler ısrarla dağlar deyip oraları –yani şehirleri- bırakıp gerillaya akmaktadır?
Neden tüm basınınızla bu kadar karaladığınız, utanmadan hakaret yağdırdığınız gerillayla buluşmak için binlerce genç en büyük zorluklara rağmen dağlara akmaktadır?
Evet, neden bu kadar ailelerine, kendilerine, yaşam alanlarına el atığınız halde körpecik gençler özgürlük dağlarına özgürce nefes alabilmek için gerilla alanlarına çıkmaktadırlar?
Bunlar TC devletine ve onların şeflerine sorulması gerekli olan sorulardır. Ve tabii birde Kürdistan’da sömürgecilik ile yaşanabileceğine inananlara için de soracağımız birkaç sorumuz vardır.
TC devleti zoraki gençlerimizi TC askerliğine alırken neden çocuklarınızı kendi evlatlarınızı öldürmek için bu faşist devletin askerliğini yapmasına izin veriyorsunuz?
Bu faşist devlet sizlerden, tüm Kürdistan halkından zoraki vergi alırken-ki bu devletlerin çalma ve çırpma biçimidir-neden karşı çıkmıyorsunuz?
Kürdistan’da gayri ahlaki ve gayri hukuki ve gayri meşru bir şekilde kalan bir devlete hem de faşist bir devlete nasıl bel bağlayarak onun ekmeğine yağ sürebiliyorsunuz?
Dünyanın neresinde görülmüş ki sömürgecilere el açılmış? Sömürgecilerin yapmak istediklerine destek sunulmuş? Sömürgecilerin yapmak istediklerine arka çıkılmış?
Evet, dünyanın neresinde görülmüş ki sömürgecilerin aklı ile hareket edilmiş?
Evet, Kürdistan’da faşizm ve sömürgecilik doludizgin yaşanırken nasıl olurda sömürgecilik kurumlarına evlatlarınızı gönderebiliyorsunuz?
Dünyanın neresine giderseniz gidin kesinlikle sömürgecilik sömürgeciliktir ve yapılması gerekli olan bir an evvel sömürgecileri ve tüm sömürgeci uygulamaları bir an evvel söküp atmaktır. Bu sömürgeciliğe karşı mücadele etmektir. Ve gerektiğinde ise canını bu sömürgecileri söküp atmak için canını ortaya koymaktır.
Evet, bugün Kürdistan gençleri; bu faşizan sömürgeciliği Kürdistan’da söküp atmak, bir nebze de olsa rahat nefes alabilmek ve de az bir şey de olsa onurlu yaşayabilmek için dağlara akmaktadırlar. Ve gençliğin bu onurlu duruşu oldukça da dediğimiz gibi dağlara akış sürecektir.
Bu olmazsa yani dağlara akış sürmezse sömürgecilik sonuna kadar Kürt halkını sömürgeleştirmek için her şeyi yapacaktır. Nitekim başka halkların yaşadıklarında biliyoruz ki: “Bu meşruluğun tam olabilmesi için sömürge insanının köle olması yeterli değildir, bu rolü kabul etmesi de gerekir. Sömürgeciyle sömürgeleştirilen arasındaki bağ bu yüzden yıkıcı ve yaratıcıdır… Sömürgeleştirmeye hoşgörü gösterdiği sürece sömürge insanının tek olası alternatifleri asimilasyon ya da donup taş kesilmektir” demektedirler. Bu ise: “Kendi omuzları üzerinde başkalarının kafasını taşımaya-gezdirmeye razı” olmak demektir.
Evet, böyle kirli ve düşürülmüş durumu aşmanın tek bir yolu vardır: “Sömürge durumuna alışılamaz; demir bir yaka gibi ancak kırılabilir” diyerek sömürgeciliğe ve uygulamalarının tümünü Kürdistan’da söküp atmak gerekiyor.
Ve bunun ise gerçekten sadece ve sadece bir yolu vardır, o da: Kürdistan gençleri dağlara akacak, Kürt halkının ve Kürdistan’da yaşayan tüm halkların özgürlüğü için er meydanına çıkacaklardır.
Bunun başka da bir yolu yoktur!
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kuşkusuz Türkiye’de demokrasi hareketinin geliştirilmesi ve birliğinin sağlanmasının çok önemli bir alanı da inanç cemaatleridir. Yani dinsel ve mezhepsel topluluklardır. Özünde özgürlük ve eşitlik arayışını içerdikleri için dinler ve mezhepler toplumcudurlar, dolayısıyla demokratiktirler. Bu nedenle de demokratik hareketin çok önemli bir parçası konumundadırlar. Eğer şimdiye kadar bunun dışında kalmışlarsa, bu durumun iki nedeni vardır. Birincisi sol demokratik hareketin yanılgısı, ikincisi ise iktidar ve devlet güçlerinin dini çıkarlarına alet etme yaklaşım ve çabalarıdır.
Demokratik toplum hareketi açısından kuşkusuz bütün dini ve mezhepsel topluluklar önemlidir ve demokrasi hareketinin kopmaz bir bileşenidir. Fakat Türkiye toplumunun çok büyük çoğunluğunun Müslüman olması ve İslamiyet’in egemen güçler tarafından iktidar ve devlete daha çok alet edilmeye çalışılması nedenleriyle Müslüman toplumun durumu çok daha önemlidir. İslami toplumun yaklaşımı diğer tüm din ve mezhep topluluklarının tutumu açısından belirleyici rol oynayacaktır.
Biz HDP’nin yeniden yapılanması sürecinde tüm demokratik güçleri kapsayacak ve birleştirecek bir yaklaşımın esas alınması gerektiğini tartışırken, aynı zamanda Diyarbakır’da Demokratik İslam Kongresi toplanmış ve çalışmalarını büyük bir ilgi ve yoğunluk içinde tamamlamıştır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın önerisi üzerine toplanan ve gönderdiği manifesto niteliğindeki mesajı büyük ilgiyle değerlendiren Kongre’de, çok önemli ve temel konular büyük bir ciddiyet ve derinlik içinde tartışılarak demokratik toplum hareketinin geliştirilmesi üzerinde büyük etkide bulunacak çok önemli kararlar alınmıştır. Dahası örgütlenmeye gidilerek Demokratik İslam Kongresi’nin sürekliliği sağlanmıştır. Böylece Türkiye demokrasi hareketi için çok önemli bir bileşen ortaya çıkarılmıştır.
“Medine İslam’ı” anlayışıyla gerçekleştirilen Demokratik İslam Kongresi, İslam’ın özgürlükçü ve paylaşımcı özünü açığa çıkartarak baskıcı ve sömürücü güçlerin elinden almayı başarmıştır. Emeviler’den beri iktidarlaştırılan ve devletleştirilen İslam anlayışı yerine gerçek toplumcu ve kültürel İslam gerçeğini açığa çıkarmıştır. Böylece Müslüman toplumun devlet ve iktidar aracı yapılmasını deşifre etmiş ve bu toplumu demokratik toplum hareketinin bir parçası haline getirmiştir.
Bu durumu İslam’ın ve Müslüman toplumun gelecekteki rolü açısından fazlasıyla önemsemek gerekir. Unutmayalım ki, eski çağları bir yana bıraksak da, son atmış yıldır DP, AP, ANAP ve bugün de AKP elinde İslam’ın iktidar ve devlet çıkarına alet edilmesi Türkiye’nin faşist ve oligarşik bir düzenin egemenliği altına sokulmasında belirleyici rol oynamıştır. Geçen sürecin pratiği kanıtlamıştır ki, bu oyun bozulmadan geniş toplum desteğine ulaşmak ve demokratik bir sistemi geliştirmek mümkün değildir. Demokratik İslam Kongresi egemen güçlerin çok ustaca ve sinsice oynadıkları bu oyunun bozulması açısından çok önemli sonuçlar yaratmıştır.
İslam’ın toplumcu gerçeğinin ortaya konması, özgürlükçü ve paylaşımcı özünün açığa çıkartılması ideolojik açıdan da çok büyük önem taşımaktadır. Özellikle “Anti-kapitalist Müslümanlar” tanımı, İslam’ın kapitalizm karşıtı olduğunun açığa çıkartılıp ortaya konması çok daha fazla önemlidir. Gerçekten ve bütünlüklü anti-kapitalist olmak demek, tam bir özgürlükçü, eşitlikçi ve paylaşımcı olmak demektir. Demokratik sosyalizm gerçeğinin de tamı tamına bu olduğu açıktır. Tutarlı ve bütünlüklü anti-kapitalistlik gerçek sosyalist olmayı ifade eder.
İslam’ın anti-kapitalist olduğunu ortaya koymak çok önemli bir görüştür. Bu görüş Avrupa sosyal biliminin iddia ettiği gibi kapitalizmin son beş yüzyıllık sürede Avrupa’nın bulduğu ve gerçekleştirdiği bir hamle olduğu anlayışını mahkum ettiği gibi, kapitalizmin neden Ortadoğu’da ve İslam Aleminde gelişemediğini de ifade etmektedir. Tabi aynı zamanda son iki yüzyıldır tam bir işbirlikçilik ve ihanet konumunda kendilerini kapitalist modernitenin ajanları yapanların maskesini de düşürmektedir.
İslam’ın kapitalizmle uzlaşamayacağının açığa çıkartılması tüm Müslüman toplumların demokratik gelişimi açısından önemlidir. Özellikle son kırk yıldır “Ilımlı veya radikal İslam” adı altında kapitalist modernite ile uzlaşma ve bütünleşme çabalarının mahkum edilmesi ve bu tür hareketlerin maskelerinin düşürülüp kapitalizm ajanı olduklarının ortaya konması Müslüman toplumlarda demokratik devrimin gelişmesinde büyük rol oynayacaktır. Kapitalist birikimin hırsızlık sayılarak reddedilmesi yeni bir paylaşım hareketini ortaya çıkartacaktır.
Kuşkusuz kültürel İslam gerçeğine bağlı olanların sadece söz konusu doğruları ortaya koymaları ve bunu propaganda etmeleri yetmez. Bu görüşü çeşitli biçimlerde örgütlü kılmaları ve kendilerini demokrasi hareketinin bir parçası haline getirmeleri de gerekir. Bunu söylerken, hemen ve mutlaka partiler kursunlar ve güncel siyasetin içine girip iktidar kavgası yürütsünler demiyoruz. Elbette isteyen çevreler partiler de kurabilirler, anlayışları gereği iktidar siyaseti değil de demokratik siyaset de yürütebilirler. Fakat daha önemlisi İslami yaşam baştan beri zaten topluluk yaşamıdır. “İslam Cemaati” en önemli ve güçlü kavramdır. Yani İslami yaşam cemaatseldir, toplumsaldır, paylaşımcıdır.
İşte şimdi de geliştirilmesi gereken demokratik çerçevedeki bu cemaat sistemidir. Parti olmak yanında ve ondan daha çok İslami toplum çok çeşitli biçimlerde yaşanan cemaat düzenini geliştirebilir. Kültürel İslam anlayışının bu temelde kendini örgütlü kılması ve hangi tür örgütlenme olursa olsun, söz konusu örgütlenmeleri ile kendini Türkiye demokrasi hareketine katması ve bu temelde demokratik siyasette rol oynaması gerekir ve bu çok önemlidir. Sadece bir anlayış olarak kalıp örgütlenmemek ne kadar yetersizse, örgütlenip de demokrasi hareketine katılmamak da o kadar yetersizdir. Böyle bir yetersizlik kesinlikle yaşanmamalıdır.
Tabi bu noktada kültürel İslamcı çevreler kadar, diğer demokratik güçlere ve özellikle de sol demokratlara da ciddi görev ve sorumluluk düşmektedir. İslami çevrelerin İslam’ın devrimci ve anti-kapitalist özüne dönerek kendilerini yenilemeleri gibi, devrimci-demokratların da genelde dinlere ve özelde de İslamiyet’e yönelik eski kaba materyalist yaklaşımlarını aşarak kendilerini yenilemeleri gerekir. Kaba laisizm kesinlikle sosyalizm değildir ve sosyalist hareketlerin kitleselleşememesinin de esas nedenidir. Eğer bu yanılgı düzeltilmezse, o zaman sosyalistlerin demokratikleşerek kitleselleşmesi ve halk yönetimi haline gelmesi sadece bir hayal olarak kalır.
O halde yeniden yapılanırken HDP’nin kendisini çok yönlü yenilemesi ve hangi inanç ve ideolojiden olursa olsun tüm demokratik güçleri kapsayıcı bir siyasal yapı haline getirmesi gerekli ve önemlidir. Sosyalist demokratları, sosyal demokratları ve liberal demokratları kapsadığı gibi, kültürel İslam’ı esas alan Müslüman demokratları da kapsamalıdır. Bu tür İslami çevrelerle, partilerle, gruplarla ve cemaatlerle sıkı ve sıcak ilişki kurmalı, onlarla yeterince tartışarak demokratik birliğe katılmalarını sağlamalıdır. Tabi başta Hıristiyan topluluklar ve Aleviler olmak üzere diğer tüm din ve mezheplere de benzer yaklaşımı göstermelidir.
Diyarbakır’da yapılan Demokratik İslam Kongresi böyle bir birliğin gerçekleşmesi için çok önemli ve güçlü bir zemin ortaya çıkarmıştır. Bunun mutlaka ve başarılı bir biçimde değerlendirilmesi gerekir. Hatta sadece Kongreye katılan çevrelerle de yetinmemek, mümkünse ve varsa onların dışındaki demokratik İslami çevrelere de ulaşmaya çalışmak gerekir. AKP’nin oyunlarını bozup aşmak ve demokratik hareketi AKP’nin alternatifi haline getirmek ancak böyle mümkün olur.
SELAHADDİN ERDEM
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA
- Ayrıntılar
Birkaç haftadır devrimci-demokratik güçlerin birliği konusunu tartışıyoruz. Çünkü Türkiye siyasetinin yeni bir alternatife ve bu temelde yeni bir çıkışa ihtiyacı var. Çöken AKP iktidarının alternatifi de ancak demokratik siyaset olabilir. Herhalde hiç kimse CHP ya da MHP’yi AKP’nin alternatifi olarak değerlendirmez. Bunları bir elmanın yarısı ya da birbirinin ikiz kardeşi olarak görür. Bu durumda da alternatif olarak geriye demokratik hareket kalır.
Peki demokrasi hareketini kim örgütleyip geliştirebilir? Farklı ideolojik eğilimler taşıyan çok parçalı demokratik güçleri kim bir araya getirebilir? Hiç kuşku yok ki, bu soruların kesin cevabı devrimci-demokratik güçlerdir. Başka bir deyişle sol demokratlar veya radikal demokratlar oluyor. Elbette devrimci-demokratların en geniş demokratik ittifakı yaratabilmeleri için de öncelikle kendi aralarında birlik oluşturmaları gerekiyor. Yoksa başka türlü böyle bir demokrasi hareketi yaratmak mümkün değil.
Bu tarihi ihtiyacı karşılamak için de bazı parti, grup ve kişiler bir araya gelip Halkların Demokratik Partisi-HDP’yi kurmuşlar. Tüm devrimci-demokratlar başta olmak üzere her ideolojiden gerçek demokratları oluşturdukları demokrasi çatısı altında bir araya gelmeye çağırıyorlar. Bundan daha anlamlı ve güzel başka ne olabilir? Kendine demokrat diyen herkesin tereddütsüz böyle bir çatı altına koşması gerekmez mi?
Elbette gerekir. Gerekir ama, pratikte işte böyle olmuyor. Kendine demokrat diyen, hatta devrimci-demokrat diyen bazı güçler böyle bir demokrasi çatısı altında birleşmiyor. Dahası “Neden birlik olmuyorsunuz?” diye eleştirilince de rahatsızlık duyuyor. Ne kendisi demokratik birlik bayrağı açıyor, ne de açılan demokratik birlik bayrağı altına giriyor. “Bana karışmayın, ben böyle kendi kulübemde yalnız başıma yaşayacağım” diyor.
Peki bu yaklaşım kabul edilebilir mi? Edilemeyeceği çok açık! Hele günümüz Türkiye’sinde hiç kabul edilemez! İşte Soma’daki işçi katliamı ortada. “Maden kazası” adı altında yüzlerce işçi göz göre göre katledildi. Bu emek şehitlerimizin hepsini saygıyla anıyoruz. Yakınlarının ve tüm halklarımızın acısını yürekten paylaşıyoruz. Peki bu durumda devrimci-demokratlar olarak bizlerin görevi nedir? Böyle bir olay bize ne tür görev ve sorumluluklar yüklemektedir?
Dahası bir de yüzlerce işçinin katili olan AKP’nin ve bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan’ın sergilediği tutum var. Soma sokaklarında acılı halkın üzerine yürüyor. Herkesin gözü önünde insanları tokatlıyor. Peki mevcut iktidarın bu tutumu karşısında demokratik güçlerin tutumu nasıl olmalıdır? Onların yapabileceği ve yapması gereken bir şey yok mu? Bu durum genelde tüm demokratik güçlere ve özel olarak da devrimci-demokratlara önemli görevler yüklemiyor mu?
Elbette yüklüyor, hiç yüklemez olur mu? Hem de çok ağır ve tarihi öneme sahip görev ve sorumluluklar yüklemektedir. Sokak ortasında emekçi halka tokadı atan Tayyip Erdoğan’dır ve elbette attığı tokattan sorumludur. Gün gelir bu tokadın hesabını misliyle soran olur. Ama bugün hesap sormak gerekmez mi? Bu hesap sorma işi birilerine görev yüklemez mi? Tayyip Erdoğan’a tokat atma ortamı yaratanlar da bundan bir biçimde sorumlu değil mi?
Kuşkusuz sorumludur, hem de çok sorumludur. Peki bu sorumluluğun gereği nasıl yerine getirilir? Çok açık ki, birleşerek ve mücadele ederek! AKP iktidarına alternatif demokratik iktidar seçeneği yaratarak! İşte bu da tüm demokratik güçlerin ortak bir çatı altında birleşmesini gerektirir. Bu işin başka yolu kesinlikle yoktur. Demek ki ortak bir demokrasi hareketi yaratarak demokratik alternatif oluşturmak tarihi bir görev olduğu gibi, güncel bir görevdir de. Soma’da katledin işçiler tüm demokratik güçleri birlik olmaya ve AKP iktidarını alaşağı edecek bir alternatif yaratmaya çağırmaktadır. Başka türlü bu işçilerin anılarına doğru sahip çıkmanın imkanı yoktur.
Dikkat edilirse katledilen işçilerin anıları, baskı ve zulüm altında sömürülen işçiler gerçeği bizi, hepimizi görev ve sorumluluğumuza sahip çıkmaya, bunun için demokratik birlik yaratmaya çağırmaktadır. Bu konuda özellikle de işçi sınıfı adına hareket ettiğini söyleyen parti ve guruplara görev ve sorumluluk düşmektedir. Yani kendine komünist ya da işçi partisi diyen güçlere! Yani TKP’lere! Yüzyıldır TKP adıyla hareket etmiş, örgütlenmeye çalışmış, halkın karşısına çıkmak istemiş olan güçlere!
Böyle onlarca parti, önder şahsiyet ve grup var. Günümüzde çoğu da ya küçücük ve etkisiz grup haline gelmiş, ya da kendine demokrat diyen şahsiyet olarak ortada duruyor. Bunların da önemli bir kısmı demokratik çatı altında birleşmiyor. Deyim yerindeyse ipe un seriyor. Kendine göre bir sürü mazeret uyduruyor. Gerçekte ise birlik olup siyaset yapmaktan ve örgüt çalışması yürütmekten korkuyor ve kaçıyor. Peki böyle mi işçi sınıfına sahip çıkılır? Onlarca yıldır işçi sınıfı adına yazılıp söylenenler insana hiçbir sorumluluk yüklemez mi?
Bu sorular çerçevesinde elbette tarihe bakmamız ve TKP’nin ilk kurucu önderi Mustafa Suphi’yi anmamız gerekir. Peki neydi Mustafa Suphi çizgisi? Devrimci-demokratların birliğine ve mücadelesine Mustafa Suphi nasıl bakıyordu? Bugün yaşıyor olsaydı acaba nasıl bir siyasal tutum izlerdi? Soma’da yaşanan işçi katliamına karşı neler yapardı? Kuşkusuz Mustafa Suphi’yi önemseyen herkesin bu soruları kendine sorması ve doğru bir temelde cevaplaması gerekir.
Bir kere Birinci Dünya Savaşı ortamında ve Ekim Rus Devrimine dayanarak Türkiye için bir sosyalist çıkışa yönelmesinin anlamını iyi kavramak gerekiyor. Diğer yandan tüm tehlikelere rağmen ve çok zayıf bir imkanla Türkiye’ye işçi ve emekçileri örgütlemek üzere yürüyüşünü de bilince çıkarmak önem taşıyor. Bu tutum ve yürüyüşten günümüz için çıkarılacak kuşkusuz çok önemli dersler var. Her şeyden önce büyük bir cesaret ve mücadelecilik var. İşçi sınıfına ve Türkiye halklarına bağlılık var. Kendini irade olarak görme ve egemen sınıfa karşı kendi alternatifini yaratma tutumu var.
Elbette ki bunu işçi sınıfını ve tüm emekçi halkı örgütleyerek ve en geniş demokratik birlik yaratarak yapacaktı! Başka nasıl yapılır, bu amaç başka nasıl başarılır? O halde Mustafa Suphi gerçeğini de doğru anlamak ve günümüzde doğru temsil etmek gerekiyor. Bu da AKP iktidarına alternatif oluşturacak demokratik birliğe katılmayı ve aktif çalışmayı istiyor. Başka bir tutumla da Mustafa Suphi temsil edilemez. Dikkat edelim, Mustafa Suphi’de durmak var mı? Başkasından beklemek var mı? Egemen sınıfa, yani CHP’ye kuyrukçuluk yapmak var mı? Küçük bir grup olarak kendi halinde kalmak var mı?
Bunların hiç birisinin olmadığı açık. O halde Mustafa Suphi çizgisini doğru anlamak ve günümüzde doğru uygulamak gerekiyor. Bu da tüm demokratik güçleri birleştirerek AKP’ye alternatif yaratmayı gerektiriyor. Kaldı ki TKP’lerde örgütlenen ve mücadele yürüten sadece Mustafa Suphi de değil. Bu konuda Türkiye tarihinin önemli bir mirası var. Sosyalist ve demokrasi hareketinin yetiştirdiği Nazım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı, Behice Boran ve Mihri Belli gibi önemli şahsiyetler var. Hepsinin de bu harekete önemli katkıları söz konusu.
Peki bütün bunları günümüzde nasıl anlayacağız? Geçmişin çok kıt olanaklarıyla adeta çırpınan bu kişilikleri bugün nasıl temsil edeceğiz? Herhalde herkes kendi postunda oturarak bunu yapamaz. Sadece birkaç şey söyleyip yazarak bu kişilikler temsil edilemez. Ortamın elverişli ve imkanların çok olduğu böyle bir ortamda ancak sosyalizmin önünü açan bir demokratik alternatif yaratarak bu kişilikler doğru temsil edilebilir. Bu da en geniş demokratik güçler birliğini yaratarak ve etkili mücadele ederek olur. Yani HDP’nin yeniden yapılanmasına katılmak ve hızla halklarımızın demokratik alternatifini ortaya çıkarmak gerekir.
1970’lerden beri bir tür TKP adıyla hareket eden bir de İbrahim Kaypakkaya gerçeği ve çizgisi var. Kendisini TKP-ML olarak tanımlıyor. Bugüne kadar birçok grup halinde gelen özgün bir gelenek durumunda. Doğu Perinçek’ten kopuyor ve Dersim’e dayanarak 12 Mart faşizmine karşı direnişe geçiyor. Bir anlamda direnerek şehit düşen Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş çizgisini devam ettiriyor. Dersim’de yakalandıktan sonra 18 Mayıs 1973’te Diyarbakır’da işkencede katlediliyor. Şehadetinin kırk birinci yıldönümünde bu büyük devrimciyi de saygıyla anıyoruz!
Kuşkusuz İbrahim Kaypakkaya gerçeğini de doğru anlamak ve temsil etmek gerekiyor. Pasifist-teslimiyetçi akımdan kopması çok önemli. Dersim’e yürüyüşü çok önemli. Baskı ve şehadetlere rağmen direnişi sürdürmesi çok önemli. Böylece Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya direnişçiliği bir çizgi olarak birbirine ekleniyor. Bu gerçeği de doğru anlamak ve doğru ders çıkarmak önem taşıyor. Burada da direnişçi birlik ve takip var. Derin bir direnişçi sorumluluk duygusu var.
Elbette bu çizginin günümüzdeki temsili devrimci-demokratik birlik ve mücadeledir. Kürdistan’daki direniş ile birlik, Türkiye’deki demokrasi hareketi içinde birlik! İbrahim Kaypakkaya’yı başka türlü tanımlamak mümkün değil. Peki başta MKP olmak üzere bu mirası esas aldığını söyleyen güçler bunu yapıyor mu? Çok açık ki yapmıyor! Örneğin Dersim’de bile yan yana olunmasına rağmen bir gerilla ittifakı içine girmiyor. Halbuki Kaypakkaya çizgisi bunu gerektiriyor. Hareket olarak gelişmesi de buna bağlı.
Yine Türkiye’deki demokratik birliğin en aktif öğesi olması, yani HDP’nin yeniden yapılanmasına aktif katılması gerekiyor. Ama tıpkı gerillada olduğu gibi bunu da yapmıyor. Tabi bu da Kaypakkaya çizgisi olmuyor. Aslında kendisine zarar veriyor. Onlarca yıl geçmiş olmasına rağmen gelişememesi bundan kaynaklanıyor. Bizce TKP-ML kökenli tüm parti ve grupların, eğer İbrahim Kaypakkaya çizgisinde yürüyeceklerse, o zaman devrimci-demokratik güçlerin birlik çalışmasına her zaman öncülük etmesi gerekiyor. İbrahim çizgisini doğru temsil ancak böyle olur!
SELAHADDİN ERDEM
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA
- Ayrıntılar