Demokratik (k)açılım, sel felaketi ve operasyona çıkarken ölen 8 asker ana haber bülteninin temel gündemlerinden. Bu üç konuyu birlikte bütünsel yorumlarsak demokratik (k)açılım ve sel felaketi ve asker ölümleri konusunda daha sağlıklı bir noktaya gelinebileceğini düşünüyorum.
Toplumsal olayları birbirlerinden kopartmanın bir egemen oyunu yöntemi olduğunu biliriz.
Bütünsel bir bakış açısı sağlayabilirsek gerçek politika yapabiliriz. Güncel yaratıcı düşünce politika için şarttır. Kaynak olarak, düşünce birikimi olarak ahlaka dayanmadan ne politik düşüncenin, ne de politikanın kendisinin yapılamayacağını biliyoruz.
Demokratik (k)açılım diye nitelendirilen özünde Kürt sorununu çözme ya da Kürt gerçeğini yok etme tartışmalarının olduğu bir süreci yaşıyoruz. Bir taraftan demokratik (k)açılım derken bir taraftan ordunun önü açılmış, dağlara sürülmüş bir politik açılım devam etmekte. Bu politikalar sonucunda 8 asker ölüyor.
Bir taraftan da bir yüzyıla varan imha-inkar politikaları ve devletin kanserleşmiş bürokratik sistemi sonucunda oluşan 20 milyona varan kentlerde birkaç saatlik yağmurdan sonra yaşamlarını yitiren onlarca kişi…
Haber bültenlerini izliyoruz: Politikacılar bir birlerini suçluyor. Halk biçare… gazeteler ve politikacılar hep suçluyu kendilerince suçluyu tespit etmişler. Doğa ve kaçak inşaat yapan halk…!
Bu ne ahlaktır şaşıyorum. Toplumun ‘kitleleştirilmesi’ sürüleştirilmesidir derken, bazı değerli yorumcular boş konuşmuyorlar. Aynı zamanda faşizmin toplumuna bu zihin sömürgeleştirilmesiyle gidildiği taze anılarımızdandır. Yakın tarihin kan banyosu da bu zihin fethinin sonucudur. Onlarca kişinin yaşamını yitirdiği bir sel felaketinin asıl nedenlerini doğru yorumlayacak bir zihniyet geliştirilmezse ne demokratik (k)açılım yapılır ne de refah içinde bir ülke yaratılır.
Demokrasilerde asıl olan zihniyettir. Demokrasi yalana dolana kurnazlığa dayanmaz. Sorunlar şeffaf tartışılır ve suçlu kimse cezası verilir. Neresi eksikse neresi yanlışsa orası tamamlanıp düzeltilir. Bunu düzeltecek de halktır. Halk, toplumsal mücadelenin demokratik mücadele ve açılımın asıl aktörüdür.
Bu sel felaketine bir “demokratik açılım”la bakarsak;
1. Kaçak yapılanmaya, kanserleşmiş kentleşmenin nedeni devletin bozuk sistemidir. Birkaç saatte yağan yağmurla onlarca kişinin yaşamını yitireceği bir kenti imar eden bu devletin kendisidir. Bu devletin her faaliyetinin halk tarafından denetlenmesi gerektiği, denetlenip düzenlenmezse Marmara depremi, Adana depremi ve Silivri seli gibi onlarca daha olayın yaşanacağını görmek gerekir. Bunun için toplumun daha etkin rol alabileceği bir politik sahanın açılması şarttır. Demokrasi sadece sandığa gitmek ya da oyunu verdiklerinin mecliste konuşması değildir. Halkın kendi yaşamına dair olan şeyler hakkında direkt söz hakkı olacağı alanların yaratılması şarttır. Merkezi bürokratik sistemler yerine yerel yönetimlere ve halka dayalı bir dönüşüm demokratik dönüşümün bir yanı olmalıdır.
2. 19. yüzyıl sanayi devrimiyle birlikte endüstriyalizmin eseri olarak ortaya çıkan kanserleşmiş kent yapıları yaşanan sel felaketinin en önemli sebeplerdendir. Kentin çevreden kopuk doğadan kopuk zihniyeti doğayı büyük oranda tahrip etmiştir. Kentlerin bu yapısıyla toplum gerçekten sosyal kansere yakalanmıştır. Aristo bile on bin nüfuslu kenti tahayyül etmemişti. Yüz bin, bir milyon, beş milyon, on milyon, on beş milyon, yirmi milyon ve hedef yirmi beş milyon nüfuslu kent! Bu, gerçek bir kanserolojik büyüme değil de nedir? Böyle bir kenti sadece beslemek için orta boy bir ülkeyi çevresiyle kısa sürede yok etmek mümkündür. Bu büyümenin hiçbir mantığı yoktur. Toplumun ve kentin doğasıyla birlikte Birinci Doğa’yı tahrip etmekten başka bir sonuç vermeyeceği açıktır. Hiçbir ülke ve çevre, halkıyla birlikte bu büyüklükleri uzun süre taşıyamaz. Çevrenin gerçek yıkım nedeni bu kanserolojik büyümedir. Artık bir kent kendi ülkesini halkıyla birlikte işgal, istila ve tahrip edip adeta sömürgeleştirmektedir. Yeni sömürgeci güç kenttir; kentlerdeki küresel ticaret, finans ve sanayi tekelleridir, onların plaza üsleridir. Bu plazaların eski kale ve surları aratmayan güvenlik tedbirleri bu gerçeği doğrulamaktadır.
Türkiye’de bu tür felaketlerle bir daha karşı karşıya gelmemek, kentleşmenin getirmiş olduğu binlerce sorunu görüp kent kırsal dengesini gözeten bir yerleşim politikası uygulamak gerekmektedir. Kır kent dengesi olmadan sağlıklı bir toplumsal yaşam imkansızdır. Metropollerin dolması köylerin kırsal kesimin, Anadolu’nun boşalması tüm yaşamı gelecekte düzeltilemeyecek oranda bozacaktır. Kuzey Kürdistan ve tüm Anadolu kırsalı boşalmış gibidir. Anadolu toprakları, Mezopotamya toprakları asıl sahiplerinin torunlarını dört gözle beklemektedir. Asıl ekonomik çözüm, toplumsal çözüm sağlıklı bir yerleşim ve ekonomi sistemiyle gelişecektir. Toplumsal ve ekonomik sorunların çözümünde yurduna, toprağına sahip çıkmak, yurtseverliğin gereklerini yerine getirmek esas olan yol olmalıdır.
3. Haber bültenlerinde konuşan bazı kimseler, bazı devlet yetkilileri adeta doğayı suçlamaktadır. Doğayı biraz bilen aklı mantığı olan herkes şunu bilir ki eğer böyle doğal felaketler oluyorsa suçlu doğa değil doğayı bozan sermaye güçleri, tekeller ve ortaklarıdır. Doğayı suçlu göstermek devletin yalanı, kurnazlığının çok açık bir ifadesidir. Aynı şekilde aylardır demokratik (k)açılım, Kürt (k)açılımı adı altında gelişen tartışmalara rağmen Kürt gerillalarını yok etmek için operasyona çıkmış askerlerin ölümünde de bu ölümlerin asıl nedenlerini sorgulamak, ortaya koymak yerine saldırılara karşı kendini koruyan gerillayı suçlamak sel felaketi sonucu yaşamını yitirenlerin faillerinin doğa olduğunu söylemeye benziyor.
Daha pek çok noktadan değerlendirilebilecek bir olaydır. Süreci olanları sistemin verdiği gibi kabul edeceğimize her şeye neden sorusunu sorarak yaklaşmak ve ona göre gerekeni yapan bir zihniyeti oluşturmak demokratik açılımın esasıdır.
- Ayrıntılar
Barış günü anlamlı bir gündür. İnsanlık tarihinde en karanlık olan bir savaşın başlatıldığı gündür. İkinci Dünya Savaşı ardından akıl tutulması yerine akıl ve zihin açılması yeniden yaşanmaya başladığında, yaşanan bu acıları derinden yaşayan ve bir daha bu savaşların olmaması ve bir nevi lanetlenmesi için seçilen bir gün. Böyle yapıldı mı yapılmadı mı sorusuna takılmadan özünün böyle olduğu ve bu özünün de korunması gerektiğinin bilincine varılmasının kendi başına bile büyük bir anlamı vardır.
Böylesine günleri yaşarken Kürt Özgürlük Hareketi Önderliğinin başlattığı "barışa bir şans", "onurlu bir barış" söylemleri esasen herkesi akıl tutulması yerine vicdan uyanmasına sevk etmesi gerekirken halen kömürlenmiş vicdanlarla karşılaştığımızı söylemekten kendimizi alıkoyamıyoruz. Halen kararmış zihinler, kirlenmiş zihniyetler, körelmiş gözler, sağırlaşmış kulaklar ve tutulan dillerin ne kadar çok olduğuna şaşıp kalıyoruz.
Doğrusu bu Türkiye ilginç bir yer. Anlamakta insan gerçekten zorlanıyor. Türk egemenlerinin, Türk iktidar güçlerinin, Türk siyasetçilerinin ve birçok "aydınının" sığlıklarını bilmez değiliz. Ne de olsa onların tarihini iyi öğrenerek mücadelemizi sürdürüyoruz. Mücadele ettiğin kesimlerin siyasetini bilmeden mücadele etmenin zor olduğunu bildiğimizden bunu yapıyoruz. Doğrusu bunlar, öyle sığ, dogmatik, çapı düşük, akıl ve zekadan uzak ki çoğu zaman anlamakta insan zorlanıyor, dedik.
El alemin siyasetçileri öncelikle kendi ülkelerinin çıkarlarını gözetirler. Bunu yapmasalar da en azından kendi menfaatlerini gözetirler. Ne var ki Türklerin egemenleri, iktidar odakları, siyasetçileri bırakalım ülkelerinin çıkarlarını, kendi çıkarlarını dahi yukarıda izah edilen akıl tutulmasından dolayı savunmaktan acizdirler. Acizleşmişler.
Kürt Özgürlük Hareketi en büyük fedakarlıkları sergileyerek bugüne kadar savaşı durdurmak için birçok denemelerde bulundu. En büyük ve uzun vadeli olanı ise Mart ayından bu yana devam ediyor. Onlarca provokasyona, saldırıya, hakarete rağmen bu ısrarını özgürlük hareketi sürdürüyor.
Niçin bu kadar zorluklara rağmen barışta ısrar ediyoruz?
Savaşın durmasını düşünün; Kürt halkı başta olmak üzere Türkiye’de yaşayan tüm halklarla barışık bir Türkiye'yi düşünün, dıştalanmış inanç guruplarının rahatlamasını bu topraklara getireceği pozitif enerjiyi de düşünün ve tabii ki birleşmiş, ruhen bütünleşmiş ve tepkileri dinmiş, dindirilmiş milyonlarca insanı düşünün. Tedirginliğin, gerginliğin, rahat olmama durumunun ortada kalktığını düşünün. ortaya çıkacak sonuçları da düşüne biliyor musunuz? işte, biz bu ortaya çıkacak muazzam sonuçları gözeterek bu inanılmaz fedakarlığı sergiliyoruz.
Biz ve halkımız herkesin ama herkesin akıl tutulmasını bir an önce terk etmesini, insanlığın ortak değeri olan 1 Eylül barış gününe denk bir zihinle sürece yaklaşmasını bekliyoruz. Aksi herkese ama herkes zarar verir.
- Ayrıntılar
Aylardır Türkiye ve Kürdistan kamuoyu gündemine Kürt sorununu almış durumda. Yapılan tartışmaların ekseni ve bakış açısı bir yana dursun herkes kendince bir fikir belirtmekte. Sorunu çözmek istemeyen kesimler ise Kürtlerin ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin imhasını kendine doğrultu olarak seçmiş durumda.
Bizler de özgürlük gerillaları olarak bu süreçte olan-biteni takip etmekte ve halkımızın çıkarlarına en uygun olan çözüm modelini yani Önder APO’nun yol haritasını dört gözle beklemekteyiz.
Bu sürecin önünü açan hareketimizin aldığı karar doğrultusunda 21 Mart 2009 gününden beri eylem yapmamaktayız. Bu topraklarda belki de ilk defa böylesine uzun bir süreç TC ordusunun az kayıp verdiği bir dönem yaşanıyor. Bu süreç içerisinde imha amaçlı olarak gerçekleştirilen 150’nin üzerindeki operasyonda bir sabır küpü halinde çatışma pozisyonu yaratmamak, yaşanan zorunlu çatışmalarda ise yalnızca kendimizi korumayı esas almaktayız.
Bunun dışında ise hiçbir sabit düşman hedefine yönelmemekteyiz. Öyle ki geçmiş zamanlarda, bahsi geçen bu zaman diliminde baskın yiyen onlarca karakolda (sınır hattı-sınır içi fark etmez) bu dönemde askerler belki de ilk defa kaygısızca nöbet tutuyor. Çünkü herkes biliyor ki özgürlük gerillaları sözünün eridir. Yani bir şeyi yapmayacağız dedi mi yapmaz; yapacağız dediği zaman ise o şeyi yapmadan durmaz. Özüyle sözü, teorisiyle pratiği birdir gerillanın.
Evet; bu süreçte gerilla hiçbir karakola yönelmedi. Şehir merkezlerinde hiç eylem yapmadı. Halkımızın refahı ve huzuru için ve tabii ki Önderliğimizin geliştirdiği bu sürecin çeşitli kesimler tarafından provoke edilmemesi için çok büyük fedakarlıklar yaptı. Ve bu süreçte tam 54 canını yüreğine ve gücünü aldığı ölümsüz şehitlerinin yanına uğurladı.
Tabii bu süreçte belki de en fazla konuşması ve fikirlerini belirtmesi gereken kesimlerden biri gerillalardır. Çünkü bu sorunu bütün dünyanın gündemine koyan ve bunun için canla başla çalışanlar özgürlük gerillalarıdır. 30 yılı aşkın bir zamandır Özgürlük Hareketi’nin halkımız için verdiği bu mücadele olmasaydı, muhtemelen şu an Kürt diye bir halkın varlığından söz edilmiyor olunacaktı. Ancak dönüp baktığımızda hareketimizin ve Önderliğimizin yapmış olduğu açıklama ve çözümlemeler TC sistemi tarafından bir zaaf gibi yorumlanıp basını tarafından bu şekilde halka sunuluyor.
Sanki Kürt Özgürlük Mücadelesi gücünden çok şey kaybetmiş ve bu nedenle zorunlu bir çözüm talebinde bulunuyor gibi lanse edilmeye çalışılıyor. Herkes de biliyor ki hareketimiz her zamankinden daha güçlü olduğu bir dönemi yaşamaktadır. Moral, motivasyon ve hedefe kilitlenme açısından en kararlı döneminde. PKK 10. Konferansı’ndan aldığı ideolojik doğrultuyu 5. Konferansında zirvelere taşıyan HPG, her türlü savaş ve barış ortamında halkına ve Önderliğine bağlı olacağının mesajını net bir şekilde vermiştir.
Yine meydanları dolduran ve her türlü koşulda desteğini esirgemeyen halkımız sürece yönelik tavrını net koymuş durumda. Görkemli Amed, İstanbul ve Wan mitingleri halkımızın kimin yol haritasını esas aldığını ortaya koymuş durumda.
Bir de bu süreçte kafa karıştırmak isteyenler var: Bunları da es geçmemek yazımız açısından büyük bir önem arz etmektedir: Bir kısım paşa ve onlara bağlı Mehmetçik basını, suyu bulandırmak için her türlü yalanı uyduruyor: Yok gerilla eylem hazırlığındaymış, yok sansasyonel saldırılar yapacakmış, TC ordusu da buna karşı güvenlik alıyormuş. Yalanın daniskası.
Bugün Hürriyet gazetesinde hepimiz okuduk paşaların paşası küçük paşa Aslan Güner’in yalanlarını. Neymiş de PKK terörist faaliyet içerisindeymiş. Neymiş, “telsizlere göre PKK eylemsiz falan değil”miş. Neymiş PKK komutanları ‘Asker karakolda ise saldırmayın. Çıkarsa, izleyin, gerekeni yapın. Ya da anayolda giderse izleyin, ana yoldan ara yola, kırsala saparsa saldırın’ talimatı vermişmiş. Peki, Aslan Paşa ne talimatı bekliyor: HPG komutanlarının “asker sizi öldürmeye gelirse teslim olun, ya da bir mevziden birden çıkıp çiçek uzatın” talimatı vermesini mi bekliyor. Herhalde böyle bir şey beklememektedir: Ne de olsa kendisi de biliyor ki bizler teslim olmayan kuşağın mirasçılarıyız. Ser verip sır vermeyen, mücadelesi ve halkı için canını feda eden militanlarız.
Son dönemlerde çokça geçen bir söz var: Gerillalar dağa piknik yapmak için çıkmadı diye. Evet. Bizler bu dağlara piknik yapmaya çıkmadık ve TC askerinin de piknik yapmaya değil, süreci provoke etmeye çıktığını iyi biliyoruz. En son Şemdinli’de sınırı geçmek isteyen TC ordusunun en üst düzey komutanlarından Aslan Güner de iyi bilmekte bunu. Ne de olsa o kıyamette gerillanın formundan herhangi bir şey kaybetmediğini gördü. Son bir buçuk yıl içerisinde giriştikleri 3. Sınır geçme faaliyeti de hüsranla son buldu.
Tabii başka bir şey de beklemek yanlış olur. Çünkü gerilla değil sınır boyları, Amanos’tan Karadeniz’e Dambatlardan Ege kıyılarına kadar her yerde halkına karşı işlenen suçların hesabını sormak için hazır bekliyor.
Öyle kimse halkı kandırmaya çalışmasın “Burası TSK’nın her karışından sorumlu olduğu vatan toprağı. Teröristlerin değil” diye. İşin tarihsel ve siyasi boyutlarını bilim insanlarına bırakarak bu konuda sadece şunu söylemek istiyorum: Bu halka yıllarca zulüm eden ve onlara karşı her türlü suçu işleyen TC ordusu değil midir? Masum insanları kaybeden, genç kızlarımıza tecavüz eden, sırf adı Kürtçe diye küçücük canları başlarından ayıran,…
Peki, bu kadar suçu işleyen bir yapılanma, halkımızı kendi bağrından çıkan bir özgürlük hareketinden nasıl koruyacak? Kimdir burada halk için tehdit olan? Gerilla 21 Marttan beri eylem de yapmadığına göre!... Aslan Güner hangi tehdidi yok etmek için dağa çıkıyor?
Evet, Aslan Güner ve ordusunun Kürdistan topraklarının her karışından sorumlu olduğu tespiti doğru bir tespittir. Ancak Aslan Güner ve ordusu Kürdistan’ın her karışında akan masum insanların kanından ve binlerce faili belli cinayetten sorumludur. Bu ordu önce bunun hesabını vermelidir. Yoksa kimse mağdur edebiyatı yaparak halkımızın gözünü boyamaya çalışmamalıdır. Halkımız kimin kendisinin varlığı için hizmet ettiğini biliyor ve bu girişimin, bulanık bir suda balık avlama girişimi olduğunu ortaya koyuyor.
- Ayrıntılar
Ya PKK olmasaydı şimdi ne alemde olurduk diye bir soruyu hiç soran oldu mu acaba?
Ya PKK olmasaydı?
Ortadoğu, Kürdistan, Anadolu, Trakya ülkeleri ile tüm cihanın hali ne olurdu acaba?
Ya PKK olmasaydı?
Güney, Doğu, Güneybatı ile Kuzey Kürdistan’da yaşayan ve dünyanın en kadim halklarından biri olan Kürtlerden bir nüvelik bile kalır mıydı acaba?
Ya PKK olmasaydı?
Barzani ile Talabani’ye selam veren, onlara kırmızı pasaport veren olur muydu acaba?
Ve devam ediyor diyorum ki ya PKK olmasaydı?
Şu anda Güney Kürdistan’da bölgesel bir Kürt yönetimi olur muydu acaba?
Ya PKK olmasaydı?
Bir Kürt bir ülkede cumhurbaşkanı olur muydu acaba?
Ya PKK olmasaydı?
İran devletinin aslında bir İslam devleti değil de siyonist ve ırkçı bir devlet olduğunu kim bilecekti ki?
Ya PKK olmasaydı?
Türk ırk devletinin, Hitler-Mussoloni-Franko gibi faşist rejimlerinin en kara kırması olduğunu kim bilecekti ki?
Ya PKK olmasaydı?
Kim bilebilirdi ki, Türk ırk rejiminin başında olanların devşirme olduğunu?
Kim bilebilirdi ki, en çok ırkçılık yapanların Türk olmadığını?
Kim bilebilirdi ki, aslında bu rejimin bir hurafeler toplamından ibaret olan bir rejim olduğunu?
Kim bilebilirdi ki, Türkiye ve Kürdistan’da farklı halkların da yaşadığını?
Kim bilebilirdi ki, CHP’nin bir sosyal demokrat parti değil de şahane bir şovenist parti olduğunu?
Kim bilebilirdi ki, MSP geleneğinden gelen SP ile AKP’nin yeşil Kemalist olduğunu?
Ya PKK olmasaydı?
Kim bilebilirdi ki, Türkiye’de komünist olarak tanınan partilerin aslında ırkçı olduklarını, gladio’ya payandalık yaptıklarını?
Ya PKK olmasaydı?
Kürt kızlarının ve annelerinin dünyanın en berxweder kadınları olduklarını kim görecekti?
Ya PKK olmasaydı?
Kim bilebilirlerdi ki, bir cendiremeyi hissettiği andan itibaren bile tir tir titreyenlerin, bugün Türk generallerine laf atabileceklerini?
Ya PKK olmasaydı?
Nice korkak, nice ödlek ve nice ruhsuzların biraz cesaretli konuşabileceklerini görebilen olur muydu acaba?
Ya PKK olmasaydı?
Bugün kim Kürtler üzerinde konuşabilecekti?
Ya PKK olmasaydı?
86 yıldır Türkiye’de herkesin kandırıldığını, gerçek olarak ne sunulmuşsa hepsinin yalan olduğunu kim bilecekti?
Ya PKK olmasaydı?
Türk ırk devletinin bir gladio-ergenekon- devleti olduğunu kim bilecekti?
O güvenilen çok çok pırpırlı generallerin çok çok pırpırlı katiller olduğunu kim bilecekti?
Ya PKK olmasaydı?
Kim bilebilirdi ki, gerçek kardeşliğin, gerçek demokrasinin, gerçek özgürlüğün, gerçek eşitliğin ve insanlığın ne olduğunu?
Ya PKK Önderi, Önder APO ve yarattığı dünyanın en fedai gerillası olmasaydı, tüm bunlar olur muydu acaba?
Bir de düşünelim ki, gerillaya katılımları iki katına çıkarsa nasıl bir Özgür Kürdistan ile Demokratik Türkiye’nin olabileceğini!
Ülkemizde gizli kalmış daha nice gerçekleri ortaya çıkarmak için, gerçeğin, adaletin ve ışığın arayışçısı olan tüm gençlerimiz dağlara doğru!
- Ayrıntılar
Haklarını yemeyelim, bu mücadele tarihinin karşı cephesinde bir de paşaların yeri var tabi.
Ne paşalar gördük, görevi teslim aldığı gün, 2 yıllık ömrüne nice zaferler sığdıracağının coşkusunu içine sığdıramayan. Kendinden öncekilerin kendisini hayretler içerisinde bırakan yenilgilerini hiç mi hiç kendine yakıştıramayan. Kimsenin yapamadığını, başaramadığını gerçekleştirerek tarihe geçecek komutan unvanına sahip olmak için biçilmiş kaftan olduğunu bir türlü aklından çıkaramayan.
Ne paşalar gördük, görev başındayken aslan kesilen, bastıra bastıra tek gücün ordunun olduğunu sayıklamaya bayılan. Her yere saldırarak herkesi potinleri altında ezebileceğine inanan. Asıp kesmeyle karşısındakileri sindirmeyi kendine marifet sayan. Yaptığı teslim ol çağrılarına koşar adım gideceğimizi sanan. Halkı zulüm ve işkence masasına meze yaptığı kurtlar sofrasında içtiği iktidar şarabıyla sarhoş olan.
Ne paşalar gördük, görevinin son aylarında can havliyle sağa sola saldıran. Aynı kaderi paylaşmanın telaşıyla operasyon üzerine operasyon tertipleyen. Son bir şans diyerek yeni oyunlar çeviren. Zamanın daraldığını gördükçe daha da hırçınlaşan. Tarihe geçme şansını yitirme korkusuyla her türlü çılgınlığa soyunan. Artık ne yapacağını bilmez şekilde akıl almaz planlarla askeri fıkralara konu olan. En sonda hezimet ile sonuçlanan girişimlerinde gerillanın pençesinden kurtulmayı büyük bir başarı olduğu heyecanına varan.
Ne paşalar gördük, görevinin sonunda, emekliliğinde süt dökmüş kediye dönen. Yapılamayanın, başarılamayanın öyküsünü yazan. Kader arkadaşlarıyla derneklerde olmazın teorisini yapan. Bir daha kendisinin eline geçmeyecek talihin hiç kimsenin yüzüne gülmemesi için dua eden. Gerilla karşısındaki yenilgisini edebiyatlaştırmaya çalışanlar. PKK savaşçılığının yenilmezliğinin sırrına eren.
Bir paşa var bu aralar; adı da İlker Paşa’ymış. Malum hikayeyi gerçekleştirmeye pek de hevesli. Ne diyelim, kendisi bilir. Biz çocukluğumuzda Amed sokaklarında böyle tiplere “Paşa Paşa” der, devamını getirir dalgamızı geçerdik. Şimdi büyüdük, 30 yıllık Özgürlük mücadelesinin değirmeninde öğütüldük, onbinin üstünde şehidin kanında yıkandık, yaratılan onca değerle tekrardan işlendik.
Bu yüzden diyoruz ki;
İlker Paşa, yanındaki çeteni, bilhassa bu son günlerde görev alan hava kuvvetleri Hasan Komutanını da al yanına, gel buralara. Biz buradayız; Dersim’deyiz, Amed’de, Botan’dayız. Karadeniz, Amanos’lardayız. Kandil’de, Haftanin’de, Zap’tayız. Hoş, yiğitçe savaş nedir bilmezsin ama en azından Büyükanıt Paşan gibi pençemizden kurtulmayı başarabilirsen gururlanır, paşalılığının emeklilik evresinde kullanırsın.
Gel, gel de gerilla, çokça meraklısı olduğun hikayeyi sana da yaşatsın.
- Ayrıntılar
Yönümüzü doğrulttuğumuz coğrafyalarda güneşi kucaklarken ve en mütemadi melodileriyle rüzgâr kendisini bize sunuyorken yolumuz düşmüştü, yamaçlarında mor sümbüllerin genzi yakan kokularının eksilmediği Hakkâri dağlarına. Derin vadilerine baktıkça özgürlüğün daha da farklı anlamların içine sürüklendiği böylesi anlarda hem uzaklardan batan güneşin, hem de başımızın üstünden geçen göçmen turnaların görüntüleriyle yolu kat ederek, gecenin içinden yeni hayatları oluşturan adımların dayandığı eşikteki güne merhaba demek, bu toprak parçasında her zaman bende ayrı bir duygunun işgalcisi olmuştur. Önümde yürüyen arkadaş “bu ileride güzel bir su kaynağı var” deyince, durmanın, soluklanmanın yeri olduğuna ikimizin de hareketlerindeki kifayetsizlik karar verme gücünü göstermişti. O su kaynağının başında soluklanıyor ve kaynağın insanın içini serinleten suyuyla yüzlerimizi yıkıyorken, aklıma çocukluğumda görme fırsatına eriştiğim tablolar gelmişti. Evet, hatırladığım kadarıyla çocukluğumun o sisli hatıralarında; her zaman doğa resimleri ve fotolarının özel bir anlamı olmuş ve bu çalışmalar üzerine gördüğüm her eser, beni kendine âşık etmişti. Fakat burada, yani bu kaynağın başındaki mekânda ve tarih akışının bu anında görmekte olduğum o manzara, ne çocukluğumdaki natüre çalışmalara benziyordu, ne de onlar gibi bende geçici sarhoşluğun oluşmasını sağlıyordu. Hakkâri dağlarının yamaçları, yaylaları, binlerce çeşidiyle çiçekleri ve bir ananın halel gelmemiş emeği kadar berrak olan sularına, her bakışımda, dokunuşumda ve yudumlamada tekrar tekrar âşık oluyordum. İşte burada anlıyordum ki; devrimcilik aynı zamanda, doğanın içine, paylaşıma ve insana âşık olmaktı.
Yamaçlardan aşağı süzülen karlı patikaların kenarlarında isyan edercesine başını gökyüzüne dikmiş berfinlerle konuşarak aşağımızda bulunan köye yaklaştığımızda, bin yılların eskitemediği tarih bütün ihtişamıyla kendini önümüze seriyor ve sanki gösterdikleriyle ya da gösterecekleriyle bize “hoş geldiniz” diyordu. Özellikle köyün yukarısından getirilen su kanalı ve köyün orta yerinde bulunan kilise ilk başta dikkatimi çekiyordu. Su kanalına baktığımda, kocaman dağların arasından süzülen devasa bir yılanı andırıyordu. Bazı yerlerinde her ne kadar tahribatlar olsa da, halen de çok sağlam görünüyordu. Yanımdaki arkadaş bendeki şaşkınlığı anlamış olacak ki, “bu köy çok eski bir köydür. Eski zamanlarda Süryaniler buralarda yaşıyorlarmış, yani bu köyü onlar çok eski zamanlarda inşa etmiş ve yaşamışlar” şeklinde açıklayıcı bir cümle kullanmıştı. Köyün orta yerinde bulunan kiliseye doğru adımlarımı atmaya başladığımda, içimdeki heyecanı zor bela kontrol ediyordum. Daha öncesinde arkadaşların anlatımından çok dinlediğim bu kiliseyi, şimdi kendi gözlerimle ilk defa görüyor olabilmenin bütün coşkusunu damarlarımda hissedebiliyordum. Kilisenin yaklaşık 20 metreye ulaşan yüksekliği ve en üstünde bir incir ağacının bulunması dış görünüşte dikkati çeken noktalardı. Daha sonrasında kilisenin içine girdiğimde, ilk başta coşkum ve heyecanım gördüklerim karşısında hüzne dönüştü. Kilisenin içinde sanki kocaman bir köstebek bütün her yeri delik deşik etmişti. Fakat bu kocaman bir köstebekten ziyade yöre halkının arasında bulunan bazı ucuz maceracıların, kendilerince yürüttükleri hazine avcılığının oluşturduğu çukurlar daha doğrusu yaralardı. Bunları yorumlamaya çalışırken, gözlerimi etrafta usul bir şekilde gezdirmeye başladığımda, kilisenin içinde hiç sütun bulunmadığını fark ettim. Fakat yapıldığı zamana göre bu şekilde inşa edilmiş olmasını bir türlü anlayamadığımdan, yanımdaki arkadaşa “nasıl böyle sütunsuz yapabilmişler?” diye sorduğumda, “tavanı yaparlarken, kesme taşlarını kilitlemişler, yani birden fazla taş ustasıyla aynı anda örmüşler, yani hep beraber yapmışlar. Kilit taşları hem onların orada rahat bir şekilde kalmasını sağlamış, hem de gördüğün gibi beraberce bir tarih oluşturulmasına yardımcı olmuş. Biliyor musun, denildiğine göre burasına …………matta diyorlar.” Dediğinde “nasıl yani bu İsa’nın havarisi olan Matta’dan mı bahsediyorsun?” diye sordum büyük bir şaşkınlıkla, “evet, ondan bahsediliyor” demişti.
Şimdi haberlerde “Diyarbakır cezaevinin kapatılacağını” ve yerine komplekslerin yapılacağını duyduğumda, aklım beni yine Hakkari dağlarına, o eşsiz güzelliklere ve Süryani köyüne götürüyordu. Evet, son dönemlerde birçok tartışmaların yaşandığı Türkiye ortamında, böylesi bir kararın alınmasının tamamıyla tarihi silmenin ve toplumsal hafızanın kaybını oluşturmanın dışında bir anlamı yoktur.
Daha öncesinde bir yerlerde okuduğum bir noktaya değinmek istiyorum. 17 yy’de Rusya’da yaşamış ve hafıza-bellek üzerine büyük araştırmalar yapmış ünlü Doktor Korsakoff, hafızasını kaybetmiş insanların, belleğini kullanamayan insanların herhangi bir ölüden farklı olmadığını söylemiştir. Evet, bugün de yürütülen tartışmalarda, oluşturulmaya çalışılan tek taraflı açılım kumpanyalarında, Diyarbakır işkence kalesinin yıkılmasının kararlaştırılmasının gerçek anlamı, Kürt halkına uygulanan bilinçli ve sistemli işkencelerin, yok etme merkezlerinin izlerini taşıyan tarihi nitelikteki yapıları ortadan kaldırarak, sözüm ona sorunun çözümünü geliştirmek diye bir ezbere mantığın yaklaşımı olmaktadır.
Elbette Kürt halkının bunu kabul etmesi mümkün olamaz. Dünyada farklı örneklerinde görüldüğü(Almanya’daki Nazi kampları) gibi bu ve benzeri yerlerin sembolik olarak ve tarihi gerçekliklerin bundan sonraki kuşaklara aktarılması içinde, ilelebet ayakta kalması gerekmektedir. Kürt halkının bu yöndeki mücadelesi yükselen bir seyirle gelişecektir. Aksi takdirde son günlerde söylenilen söylemlerin arasına bol bol sıkıştırıldığı gibi; “birlik, beraberlik projesinin” salt söylemde kaldığı ve gerçek niyetinin ne olduğu daha net bir şekilde gün yüzüne çıkacaktır. Bunun da bölgede, mevzu bahis edilen barış ve birlikteliğe dayanan bir yaşam ortamını oluşturmayacağı kesin bir olgudur.
Şurası çok açık olmaktadır; bir halkın dününü yok ederek, onun yarınını oluşturamazsınız. Eğer dünle ve yaşanılan tüm geçmişle yüzleşir ve bundan gerçek anlamda ve bütün samimi duygularla sonuç çıkarırsanız, bölge barışa ve istikrara kavuşabilir. Yoksa ünlü Doktor Korsakoff’un da belirttiği gibi hafızalarını kaybetmiş ve belleğini kullanamayan Kürtleri oluşturmaya çalışmanın bir diğer anlamı da, ölü Kürt oluşturmak oluyor. Ki bunu Kürt halkının kabul etmesi kesinlikle söz konusu olamaz. Bir halkın varlığını ve onun iradesini, siyasi örgütlülüğünü bu anlamda da, toplumsal hak ve özgürlüklerini kabul etmek, geçmişini, kültürünü yaşamasına izin vermek, gerçek anlamda bu sorunun çözümüne katkı sunan siyaset ve politika olacaktır. Hem tarihe, hem bugüne ve hem de yarına bunu göstermeyen her yaklaşım, Kürt halkını yok etme, imha etme ve öldürme amacını güden yaklaşımlar olacaktır ki; bu da kendisiyle beraber çatışmaların çoğalmasının dışında her hangi bir şey getirmeyecektir.
- Ayrıntılar
İki-üç gündür başta Taraf gazetesi olmak üzere, Fetul-Münafıkçı Zaman, Star ile Bugün gazetelerine cevap vereyim mi, vermeyeyim mi diye düşündüm. Kemalizm’in yeşil versiyonuyla neo-ırkçı bir misyonla Kürtleri ve Özgürlük Hareketi’ni karalamaya çalışan malum gazetelerin, CIA ile MİT’in birer medya servisi misyonuyla Kürtlerin soykırımdan geçirilmesinde temel rol oynadıklarını bildiğim için, bunlara cevap vermeyi uygun gördüm.
Sonuçta cevap vermeyi bir ahlaki, insani ve gerilla etiği açısından elzemli bir görev olarak gördüm.
Daha önceden de Ahmet Altan için “Ahmet Altan biakıl, Kürtler bêakıl mı?” diye bir yazı yazmıştım.
Orada Ahmet Altan’ın, kime hizmet ettiğini açıkça yazmıştım.
Yazdıklarımın hakikat olduğu açığa çıkıyor.
Fetul-Münafık’ın Zaman, Star ve Bugün gazeteleri bir konuyu üste üste işlerken, M. Altan makalesini konu yapmış, Taraf gazetesi de bir sürmanşet atmış.
Manşetinde ‘sınırda general gerilla buluşması’ diye bir başlık yer almış.
Başlığı da 3.Ergenekon iddianamesinin ek iddianamesine dayandırarak atmış.
Silopi’ye bağlı Vahset köyünde yaşayan gizli tanık bir çetenin -ilk adım kodlu ve korucu- ifadesine dayandırarak ahkam kesmiş.
Taraf’ın yazdığını göre güya Cemil Bayık arkadaş, Levent Ersöz’le Hezil nehri kenarında üç dakika görüşmüş ve birbirine zarflar vermişler. Bir de görüşme esnasında, Piro arkadaşın da, Cemil Bayık arkadaşın yanında olduğunu duyurmuş, liboş soslu hurafeci Taraf gazetesi.
Sonradan da ikinci defa telsizle görüştüklerini duyurarak, hurafeci yayınını pekiştirmeye çalışmış.
Görüşme yıllarını da, 1999-2000 yılları olarak belirtmiş.
Şimdi gazetecilik açısında bu hurafelere bakalım:
Yalan atılır da, bu kadar atılır.
Attığı yalan, mega yalan.
Bir defa Cemil Bayık arkadaş, 1995 yılından sonra Haftanin bölgesine tek bir adımını atmamış. Manşetine konu ederek iddia ettiği olayın geçtiği yer Haftanin bölgesi olduğu için bunları belirtiyorum.
Piro Arkadaş ise o dönemde Soran alanındaydı. Süleymaniye yakınındaki Karadağ’daydı.
Gazetecilik etiği açısından Taraf gazetesinin birinci yalanı budur.
İkinci yalan ise o dönemde Şırnak tümen komutanı Yavuz Ertürk, jandarma alay komutanı ise Levent Ersöz idi. Levent Ersöz, Yavuz Ertürk’ün denetiminde görev yapıyordu. Yavuz Ertürk, Levent Ersöz’ün komutanıydı. Nasıl oluyor da Yavuz Ertürk, Levent Ersöz’ün yanında yer alıyor? Bir defa bu Türk ordusunun emir-komuta zincirine terstir. Taraf gazetesi bu durumu bildiği halde nasıl yalan ve külliyen köksüz bir habere imza atıyor. Gazetecilik etiği açısından bu durum, ikinci yalandır.
Üçüncü yalan ise, telsizle görüşme yalanıdır. Taraf gazetesinin üçüncü atmasyonuna göre güya ikinci görüşmeyi de Çiyaye Bêxer civarında yapmışlar -Çiyaye Bêxer de Haftanîn bölgesine bağlıdır- Ve sonradan telsizlerinin pil ile kablolarını atmışlar. Taraf gazetesinin bir çetenin söylediği yalanlara dayandırarak yazdığı u bölüm de doğru değildir. Gerilla küçük telsizlerde pil kullanır ama asker kullanmaz. Asker telsizi şarj eder. Kuru aküyü takar telsizine. Gerilla hiçbir zaman küçük telsizin kablosunu atmaz. Kabloyu telsize sabitler. Sadece şarjı biten pili değiştirir. Taraf gazetesi bu bilgileri bilmeden nasıl olur da Fetul-Münafıkçı bir savcının yönlendirmesi ve ısmarlamasıyla hazırlanan sanal bir ifadeyi alarak haber yapar? Haberde ki üçüncü yalan da budur.
Haberde ki dördüncü yalan ise şudur: O dönemde Botan sorumlusu Şehit Adıl arkadaştı. Şehit Adıl arkadaş Haftanin’de kalıyordu. Botan Eyaletini oradan komuta ediyordu. Eğer görüşme olsaydı Cuma arkadaşla değil, Şehit Adıl arkadaşla olurdu.
Ayrıca gerilla ahlaki açısından hiçbir zaman yazmak, söylemek istemememe rağmen, bu haber yüzünden şunu belirtmek zorundayım: Belirtilen dönemde ben kendim Cudi’deydim. Hem de sorumlu düzeydeydim. Haftanin’e de gidip geliyordum. Yönetimde yer almamdan dolayı, olup biten her şeyden haberim vardı. Kaldı ki Cuma arkadaş gibi arkadaşlar oraya gelselerdi, onların güvenliğini de örgütleyip alacak olanlar bizlerdik.
Diğer bir konu da Yavuz Ertürk’ün durumudur. Kürdistan’daki tüm sivil katliamların baş sorumlusudur. Hem Amed’den hem de Botan’dan bu katil generali iyi tanıyorum. Tek bir askeri başarısı yoktur. Tek yaptığı sivil katliamlardır. O dönemde de Serdar Tanış ile Ebubekir Deniz onların öldürülmesinden birinci derecede, Yavuz Ertürk sorumludur. Levent Ersöz’e talimat veren, Yavuz Ertürk idi. Yine Silopi’de TİPİK A.Ş’yi kurup, kaçak petrol ve genel petrolü bu şirket üzerinden pazarlayan ve JİTEM’i finanse eden Ertürk ile Yaşar Büyükanıt’tır.
Hatta o dönemde Şirnex ve Colemerg’de görev yapan tüm askeri ve mülki amirler bu şirkete ortaktılar. Her ay gidip TİPİK A.Ş’den karlarını alıyorlardı. Kürdistan’daki tüm vali ile kaymaklar aybaşında gelip söz konusu şirketten kar payını alırlardı.
Bunların hepsini telsizden dinleyerek açıkça bilen biriyim. Bizim gerilla telsizinden, asker telsizin frekanslarına girerek bunların hepsini dinliyorduk.
O zaman Botan’da Türk ordusunun yaptığı tüm pislikleri takip ederek öğrenen ve bilen bizlerdik.
Eğer Taraf gazetesi bu yazdıklarımı bilmiyorsa nasıl böyle bir haber yapıyor, eğer biliyorsa da yine böyle bir haber yapıyorsa, demek ki farklı amaçlar güdüyor.
Manşetindeki başlık bile üstün ırk anlayışını yansıtan, ırkçı bir başlıktır. Ersöz, Türk olduğu için rütbesi olan general rütbesiyle yansıtılmış. Cuma arkadaş ise manşetin başlığında sade bir gerilla olarak yansıtılmış. Bu başlık bile başlı başına Taraf gazetesinin neme nem bir şoven ve faşist anlayıştaki bir yayın çizgisine sahip olduğunu gösteriyor.
Gazetenin yayın yönetmeni A. Altan olduğu için bu yalan, çirkin, köksüz ve ahlaksız haberin yayınlamasından sorumludur.
Eğer Fetullahçı Zaman - Star - Bugün gazetelerinin sahipleri ve M.Altan ile A.Altan’da zerre kadar vicdan ve azıcık bile insani bir duygu varsa o haberi düzeltir ve Kürt halkı ile PKK’den özür dilerler.
Gazetecilik etiği bunu gerektiriyor.
Bunu yapmazlarsa dünyanın en alçak ve ahlaksız insanıdırlar.
- Ayrıntılar
PKK kan verdi, can verdi, ter döktü, düşünce üretti.
Yer yer adeta emekleyerek, yeni bir süreci başlattı.
Sürecin buraya sıçrama yapmasının altındaki hamle ise 1 Haziran 2004 hamlesidir.1 Haziran ruhuyla Gabar, Oramar, Zap, Çewlik -Tezwan, Amed - Gıre Seyran, Amed –Hêzan, Koçgiri - Gercanis, Faraşin, Kato Marinos direnişi ve eylemlerini yapanlardır esas bu sürecin aktörleri.
Bunlar Şehit Adıllardır. Nudalar, Mahirler, Diclelerdir. Serxwebunlardır. Dıjwarlardır. Erdallardır. Sorxwinler, Yıldızlar, Akifler, Maniler, Rızgarlar ve Beritanlardır. Onların şahsında tüm şehitlerdir.
2005 yılında Şemzinan, Gever ile Colemerg halkıdır. 2006 yılında Amed halkıdır. Elih ve Merdin halkıdır. Mako, Mehabad, Sine ile Kamyaran halkıdır.2008 yılında ise Kürdistan halkının hepsidir. 2009 yılında ise yerel seçimlerde gerillanın Zap Destanı’nı kendi cephesinde taçlandıran Kuzey Kürdistan halkıdır. AKP ve Türk devletinin bu sürecin başlamasında olumlu bir yönü yoktur. PKK tabiri caize iteleye iteleye, zorlaya zorlaya bir tartışma sürecini başlattı.
Eğer bugün tükürdüklerini yalarcasına, ince tarzda da Kürtlerin inkar etmelerine rağmen, devşirmelerin Cumhuriyetin’de Kürtler konuşuluyorsa, bu PKK’nin eseridir.
Eskiden bizlere ‘Ermeni dölü’ dediler mi? Bununla hem Ermenileri hem de Kürtleri aşağılamak istediler mi?
Evet.
Bunu yapan kimdi?
Türk devletinin gelmiş geçmiş tüm erkanı.
Türk devletinin kalemşörü katı ulusçu ve Türk-İslamcı tüm medya.
Eskiden bizlere ‘Dağ Türkü’ dediler mi?
Evet.
Bunu yapan kimdi?
Tüm anlı şanlı güya profesör ünvanlılar.
Bilimadamı, eğitimci ve din adamı geçinen tüm devletlu kapıkulular.
Tüm askeri erkan ve siyasi erkan, bilcümle Türklük adına hareket eden dumanlı kafalar.
Bazıları Türk ırkçılığına ulus kılıfını, bazıları bilim kılıfını, bazıları din kılıfını, bazıları tarih, bazıları da hukuk kılıfını geçirdiler.
Binbir maske taktılar.
PKK gerillalarını yaptılar ‘çapulcu’, yaptılar ‘üç buçuk eşkıya’, yaptılar ‘kılıç artıkları’, yaptılar ‘haydut’, yaptılar ‘anarşist’, en sonda da ABD patentli bir sanal kelime buldular rüyalarında bile bunu tekrarlıyorlar güya biz ‘teröristmişmiş mişiz’.
Ha ha buna gülünür işte.
Niye mi?
Hani bize diyorlardı ya ‘kandırılmışlar’.
Ben şimdi soruyorum 86 yıldır Kürt yoktur dolayısıyla tarihi yoktur, dili yoktur, kültürü yoktur diyerek kitaplar yazan, hurafe teorilerini üreterek toplumu eğiterek kandıran kim di?
Tabi ki, Türk Devleti.
Dersim’de, Agıri’de annelerimizin karınlarını kasatura ile deşerek bebek ceninleri ve annelerimizi, kız kardeşlerimizi, kardeşlerimizi, babalarımızı, dedelerimizi katleden kimdi?
Tabi ki, Türk devleti.
Hem kandıran hem de kandırılan kimdi?
Türk devlet erkanı ve ona göre biçim alan külli Türk ırkçıları, Türk-İslam sentezcileri.
Buna karşı amansızca direnen özgürlük ideolijisini üreten kimdi?
Tabi ki, PKK ile PKK gerillaları.
Bundan şöyle bir sonuç çıkar:
Kandıran ve kandırılan kimlerdir?
86 yıl boyunca Türk devletinde görev yapan tüm askeri ile sivil bürokrasi, bunlara inanan ve bunlara kulluk yapan herkes.
Hakikatçılar ile hakikat ve özgürlük savaşçıları kimlerdir?
Tabii ki Önder APO ile tüm APOCULAR.
Şimdi farklı bir üslupla daha ince tarzda kandırılmışlık tekerlemesini okuyanlar var.
AKP’den sonradan yetme ve devşirme Ömer Çelik beyefendileri diyor ki, ‘HPG yenilmişmiş, Emine Ayna sorunun muhatabı Önder APO’dur dediği için provokatörmüşmüş, Kürtler isteseler seçmeli derslerle Kürtçe okuma yazma öğrenebilirlermişmiş, hele Kürtçe eğitim hiç olmazmışmış.’
Diğer AKP’li başkan vekili denilen zatı şerif Mustaf Eliaçık da diyor ki, ‘PKK düşünce üretemiyormuşmuş’. Kul köle mantığına sahip kafası dumanlı kafatasçı muhterem düşünce üretiyormuş.
Çok konuşup, boş konuşmayı marifet sayanlara bakın.
Önder APO ve PKK tüm dünyayı özgürlüğe kavuşturacak bir paradigmayı yani düşünceyi üretmiş durumda.
İnsanlığın kurtuluşu bu paradigmadadır. Senin klişe laflarına ve kelimebazlığıyla nam salan AKP’nin düşüncelerine Kürdistan ve Ortadoğu halklarının ihtiyacı yoktur.
Eğer düşünce nedir bilmek istiyorsan sayın ELİAÇIK, yalnızca Önder APO’nun son üç kitabını -Uygarlık, Kapitalist Uygarlık ve Özgürlük Sosyolojisi- oku sana yeter artar bile.
Okuduğun zaman nasıl düşüncesiz olduğunu anlarsın herhalde sayın Eliaçık.
Eğer böyle değilse zatı muhterem Eliaçık niye senin içinde bulunduğun hükümet Önder APO’nun üç kitabının Aram yayınları tarafından dağıtılmasını engelliyor?
Esas düşünceden korkan ve düşüncesiz olan, düşünce üretmeyen sizlersiniz.
Böyle olmasaydınız, 86 yıldır pas tutmuş dumanlı kafalarla Kürtleri inkar etmeseydiniz, bugün Kürdistan, Anadolu ile Trakya halkları dünyanın en özgür halkları olmuş olacaktı.
Eğer böyle olmasaydınız, bugün Kürdistan, Anadolu ile Trakya ülkeleri Ortadoğu’nun lider ülkeleri olacaktı.
Ben zatı muhterem Eliaçık’ın yerinde olsam oturup kalkar HPG gerillalarına dua ederdim. Çünkü özgür düşünce ile Özgür Kürdistan ve Demokratik Türkiye hedefiyle fedaice direnen HPG gerillalarıdır.
Yine senin gibi korkaklar bir zamanlar ordu karşısında titrerken, eğer bugün mızmızlayarak da olsa bazen ses çıkarıyorsa, bu da PKK’nin ordunun karizmasını çizmesinden kaynağını alıyor.
Haydi aksini savun.
İşte meydan.
- Ayrıntılar
Büyük Ustamız Aram Tigran’ın Anısına
Gerillada matem var. Gerillanın yüreği ve duygusu olmuş bir insanı kaybetmek her zaman kaldırılacak bir durum değildir. Kürt halkına en zor anlarda yakın durmanın da ötesinde var olmanın yok olmanın tartışıldığı bir ortamda Kürt halkını onun diliyle işlemek, içten dillendirmek her babayiğidin harcı değildir. Bu bağlamda büyük usta salt bir sanatçı değildir, o müthiş bir cesarete sahip en seçkin gerillalarımız arasında yer aldığı kesindir. Biz onu yani ARAM TİGRAN’ı kendimize çoktan komutan kabul etmişiz.
Büyük ustamızı, yüreğimizi, kısılan sesimizi gür haykıran büyük insanı, büyük sanatçıyı ve de önderliğimizin en çok sevdiği halk sanatçısını kaybettik.
Sanatçı bir toplumun gelişimini en iyi ve berrak bir şekilde yorumlama ve dile getirme olayıysa, o en seçkin sanatçımızdır.
Aydın bir toplumun sorunları en iyi bir şekilde tespit ederek gelişmenin nasılına taraf olma olayı ise o en seçkin aydınımızdır.
Yurtseverlik kendi ülkesine -bu terk edilmiş topraklar da olsa- ölümüne bağlı yaşamaksa o en ileri düzeyde seçkin bir yurtseverdir.
Devrimcilik eskiyi yıkarak yeninin inşasına katılım olayıysa o müthiş bir devrimcidir.
Ve gerilla bir halkın acılarını, kederlerini, sızılarını içten yaşayarak bir nebze de olsa bunu dindirmek için dağların doruklarına çıkma cesareti gösterebilme sanatıysa o en ileri düzeyde bir gerilladır. Çünkü o sıfır noktasının altında emek sarf ederek, çalışarak Ape Musalar gibi Kürt sorununu sıfıra getiren isimlerin arasında en önemli yerini alıyorsa burada sergilenen cesareti görmeden geçmek olmaz. Bu ise seçkinliktir, bu ise ölümün üzerine üzerine gitme olayıdır ki bunu da toplumumuz bugün Apoculuk ve gerillacılık olarak ele alıyor.
Büyük usta; ansızın gidişin yüreğimizi çok yaralamıştır. Böyle erkenden gitmek olmamalıydı. Seni seveni ve sevenleri bırakıp gitmek böyle olmamalıydı. Biz, halkımızın dediği gibi seni seveni de seviyoruz. Şimdi seni seven ve sevenler çok mu ama çok üzüleceklerdir. Biz hepimiz zaten seni seveni yeterince üzüyoruz bir de senin onu üzmen olmamalıydı.
Güzel insan; senin yerin nur olsun, biz gerillalar seni hep sevdik. Ve seni her zaman seveceğiz.
Seni yazarken enternasyonalist ve sosyalist gerilla Kadir Usta’mızın şiiri aklımıza geliyor:
Özgürlük
Bazen haykırıştır
Bazen gülüştür
Bazen kaşlarını çatmaktır namussuzluğa karşı
Bazen yürümektir
Dolunaylı bir gecede
Bazen şafakta
Yükselen güneş ışınlarını
İzlemektir.
Bazen ıssız vadide ilerlemektir
Kuşların cıvıltılarıyla,
Yarının hayaleni kurmaktır bazen
Bazen yüreğin sesini dinlemektir,
Yaz yağmuru altında
Akdeniz’in sessiz sakin sahilinde,
Bazen savaştır
Bazen tavırdır
Bazen yağlı kurşunları
Göğüslemeyi bilmektir,
“Nihayetinde hepsini bir arada yaşamaktır”
Ve nihayetinde galaksilerin en yüksek yerlerinde birinde bir yıldız gibi senin gibi yaşamaktır özgürlük.
- Ayrıntılar
Bayram günlerini yaşıyoruz.
Bayramlar kutsallığı ifade eder. Kutsallık ise bir halkın ya da halkların önemli dönemeçlerden geçerlerken ona kimlik kazandıran, karakter katan ve onu en iyi ifade eden olay ya da olayların hafızalara kazınmasını dile getirir. Özcesi kutsallık kalıcılaşmayı ifade eder.
Kürt halkının önemli tarihi dönemeçleri vardır. Bunların kimisi Kürt halkına köleleşmeyi ve başkalarının boyunduruğuna girmesini beraberinde getirirken, kimisi ise Kürt halkının bugüne kadar yaşamasını ve ayakta kalmasını sağlamıştır. Birinci durum lanetlilik olarak anılırken ikinci duruma ise dediğimiz gibi kutsallık atfedilmiştir.
Kürt halkının en büyük kutsal günlerinden biri olarak Newroz bilinir. Newroz esasta Ortadoğu halklarının başına musallat olmuş bir despotizmin Medlerin öncülüğünde neredeyse tüm Ortadoğu halklarının birleşerek bu insanlık karşıtı duruma başkaldırıyı ifade eder. Bu başkaldırı, o tarihte çok meşhur olan insan kellelerinden kaleler örmek, toplu sürgünler, toplu katliamlar yapan despotizmin son bulmasına yol açmıştır Newroz. Bu aynı zamanda Ortadoğu halklarının ortaklaşması, birleşmesi, eşitçe, özgürce, barış içerisinde birbiriyle dayanışarak yaşamanın da günüdür. İşte bunun için Newroz kutsallık derecesinde halen bugün de anılır, kutlanır ve hatırlatılır.
Kürtlerin tarihinde başka anlamlı günler de vardır. Ancak hiçbiri Newroz gibi kalıcı olmamış ve bugünlere gelememiş ve Kürt halkının belleğinde bu kadar yer edinmemiştir.
Kürtlere en çok karakter katan, Kürtlere en çok kimlik kazandıran ve bu bağlamda Kürtleri en çok kalıcılaştıracak olan Newroz dışındaki en büyük bayram ve kutsal günlerden biri de 15 Ağustos 1984 Eruh ve Şemdinli baskınıyla kutlanmaya başlanan diriliş bayramıdır.
15 Ağustos çok işlenmiştir, çok dile getirilmiştir. Kimisi bu olayı ilk kurşun teorisiyle izah etmiştir. Bir nevi köleci, düşürülmüş, kendine güvensiz, mütereddit kişiliğe karşı sıkılan ilk kurşun anlamında kendi sömürge kişiliğine sıkılmış kurşun olarak ele alınmıştır. Bunlar hiç şüphe yoktur ki doğrudur. Kimisi bu günü Kürt halkının uyanış günü olarak ele almıştır. Hiç şüphe yoktur ki bu da doğrudur. Ve kimisi Kürt halkının isyanı olarak ele almıştır. Hiç şüphe yok ki bu da doğrudur. Bunlar ve bunlara benzer değerlendirmeler çok yapılmıştır. Belki de daha çok da yapılacaktır.
Ancak 15 Ağustos’un bunlardan daha fazla şeylerde içerdiği bir o kadar da açıktır. Kürtlerin ataları olan Medlerin ve Magların M.Ö. 521–522 yılında uğradıkları Magamoni’den bu yana kendine gelemedikleri, başkalaştıkları, başkasına asker oldukları, başkalarına göre yaşadıkları bu bağlamda yönlendirilerek, iç çatışmalarla enerjilerinin boşa harcandığını tarihi okuyan herkes bilir. Kürtler tarihin çeşitli süreçlerinde elbette çok direnişler geliştirmişlerdir. Görkemli isyanlara kalkışmışlardır. Onurlarına düşkün bir halk olarak her zaman bir şeyler yapmak istemişlerdir. Ama biz de biliyoruz ki bu çabalar neredeyse her zaman sadece katliamlarla sonuçlanmamışlardır, aynı zamanda Kürtler yenilgilerinin ardından fiziki olarak bir kez daha boyunduruk altına alınırlarken onlardan arta kalanlar ezenlerin okullarında, saraylarında, kasrlarında özel eğitilerek kendi adamları yapmak için her şeyi yapmışlardır. Ve önemli ölçülerde bunu başarmışlardır da. En somut olarak 18. yy isyanları ardından Babıâli okullarında yetişen ve sonralarda Kürt halkının başına musallat olmuş Hamidiye Alayları Komutanları başta olmak üzere ne kadar hakların başlarına bela oldukları gösterilebilir. Bir nevi bir Mangurtlaştırmayı yaratarak geleceğin işbirlikçi tohumlukları yaratılmışlardır. Ve bu adeta Kürtlerin kaderi olarak 15 Ağustos bayramına kadar gelen ve yaşayan, yaşatılan bir gelenek olmuştur.
15 Ağustos işte bu kişiliğe ve Magomoni tarihine sıkılan bir kurşun olmuştur. Bu bağlamda ezik, büzük, kendine güvensiz, kararsız, kendisi olmaktan çıkarılmış kişiliğe vurulan ve sıkılan kurşun olmuştur. Ve bu aynı zamanda Kürdistan’da yaratılan bir kültürün yeniden doğması olmuştur. Bu ise geçmişte despotizme karşı halklar lehine ortaklaşarak, birleşerek geliştirilen bir başkaldırı kültürüdür. Ve bu kültür de ezik, büzük durmak yoktur. Bu kültürde arada kalmak yoktur. Bu kültürde kendine güvensizlik yoktur. Bu kültürde boyun eğme asla ama asla yoktur.
Bu kültürde direniş vardır, kendine güven vardır. Halklara sevda besleme vardır. Kardeşliğe sonuna kadar sarılma vardır. Kendisi ile barışık olarak halklarla barışık yaşamak vardır. Ve içi ile dışı bir olmak vardır. Bu ise uyumlu olan, hastalıklarda uzak, kaprislerde uzak yeni bir kişiliğin mayası vardır.
İşte bu yeni kişilik mayalanması bir Kültürel yeniden yaratılmadır ki buna Kültürel bir devrim demek yerinde bir tespit olmaktadır. Ve bunu yaratan ise 15 Ağustos 1984 diriliş bayramının kendisidir.
Yaşasın halklarımızın diriliş bayramı 15 Ağustos günümüz.
- Ayrıntılar