Her birimiz bir yerden geliyoruz.
Her birimiz bir aşiretten geliyoruz.
Her birimiz bir aileden geliyoruz.
Orada, şurada, sürgünde, sömürge ülkede, Kürdistan ve ülke dışında her birimiz kendi başına biriz.
Her birimiz, birimiz iken yetmiş ikiden sonra ise toplandığımız yer itibariyle, ruh itibariyle biriz.
İster kentlerde olsun, ister köylerde olsun, ister ovalarda olsun, isterse dağlarda olsun.
Her yerde stargahlarımız bir oluyor.
Bundan daha seksen dört yıl önce 29 Haziran günü böyle bir miydik?
Bunun cevabı çok rahat bir hayırdır.
O gün Amed’de darağaçları birer birer giyotin gibi sallanıyordu.
Bir bir Kürt önderleri iplerde sallanıyordu.
Türk cellatları tarafından.
Ax û waxlar.
Feryadı figanlar yeri göğü inletirken darağaçlarından ta uzakta.
İdam sephalarının bulunduğu Amed ise elli üç yıllık bir sessizliğe doğru yol alıyordu.
Şex Said idama giderken bunu görüyordu.
Oğullarım var diyemiyordu.
Sözü torunlarına getiriyor ve diyordu ki: “Şu anda fani hayata veda etmek üzereyim. Halkım için olduğuma pişman değilim. Yeter ki torunlarım düşmanlarıma karşı beni mahcup etmesin.”
Tarihin çanları 29 Haziran 1925 tarihini vurunca bu sözler söyleniyordu.
Tarihin çanları 27 Kasım 1978 tarihini vurunca Şex Saidê Kal’ı torunları mahcup etmeyecekti.
Mahcup etmeyecekti torunları ve onların kurduğu intikam hareketi PKK.
Nice torunlardan genç kızlar ve erkekler silah kuşanacaktı.
İntikam kuşanacaktı.
Korkusuzca yürüdüler dağlara, dağlardan beste beste özgürlük ezgisi esti köylere, kentlere, metropollere dört bir ali cihana.
Tarihin çanları 30 Haziran 1996 tarihini vurunca Seyid Rıza’nın Dersim’inde adanmışların tanrıçası bir genç Kürt kızı çıkıyordu tarih sahnesine.
Saç tellerine kadar kendini parça parça ederek fedaileşiyor ve yeni bir özgürlük evresini başlatıyordu.
Ve o andan sonrası farklı olacaktı.
Ne Anadolu ve Trakya, ne de Kürdistan eski Kürdistan olmayacaktı.
Ne Kürt erkeği, ne de Kürt kadını eski Kürt erkeği ile kadını olacaktı.
Artik sömürgeci Türk cellatları bu hakikati kabul ediyorlardı.
Ve bunun yaraticısının Rêber APO olduğunu bilmeyecek kadar akılsız değildiler.
Bundan dolayı Rêber APO’yu hedeflediler.
Aslında PKK ile Rêber APO’ya karşı savaşan asil güç Türk ırkçı cellatları değildi.
Türk ırkçı cellatları bu savaşın çıplak askeri idiler. Batının jandarması idiler. Şimdi de böyledir.
Esas savaşan NATO idi. Şimdi de Kürdistan’da savaşı komuta kontrol merkezi NATO’dur.
ABD, İngiltere, Almanya ile İsrail idi. Şimdi de böyledir.
Tüm bu maskesiz cellatlar birleştiler. Bundan on yıl önce.
Rêber APO’yu esir düşürdüler.
Kurdukları İmralı sisteminde Rêber APO’yu meşru olmayan bir şekilde güya yargıladılar.
Ve Şex Saidê Kal’ı idam ettikleri gün olan 29 Haziran günü idam cezası verdiler Rêber APO’ya.
Bunu yaparken 1925’teki zihniyeti aynen olduğu gibi devam ettiklerini gösteriyorlardı.
Rêber APO bu karara karşı şunu söylüyordu. “Kürt sorunun barışçıl ve demokratik çözümü geliştirilmezse PKK savaşı sürdürecek potansiyele sahiptir. Ve tarih beni beraat ettirecektir.”
Tarih bu Haziran ayının sonunda Rêber APO’yu ve Kürtleri doğru çıkarıyor.
PKK, Kürt sorunu çözülmediği için daha büyük bir potansiyelle savaşıyor.
Türk devletinin cellatlıkları yavaş ta olsa toprak altından toprak üstüne çıkıyor.
Böylece tarih hükmünü yavaş ta olsa Rêber APO’nun beraati şeklinde veriyor.
- Ayrıntılar
Yollar yakın değil.
Baharın çılgın suları ve selleri de engel.
Kimilerine yol vermez, bu dumanlı dağlar.
Koye Sıpi, Sıplis, Çotla, Kasor, Dorşin, Berbihiv ve Andok.
Çünkü,
O kimileri bu dağlara düşman.
Çünkü,
O kimileri bu dağlara yabancı.
Çünkü,
O kimilerinde bu dağlara dost olacak yürek yok.
Çünkü,
O kimilerinde bu dağlara çıkacak irade yok.
Çünkü,
O kimileri ihanetin mezbahaları kentlerin insan suratlı bir hiçleridir.
Bundandır ki, tuttururlar bir nakarat.
Ve derler ki, “yol ver dağlar, yol ver yare gidem”.
Aslında onlar, yalnızca bir yareyi sevecek bir duygucuğa bile sahip değiller.
Çünkü,
Onların her duygusu zehir.
Çünkü,
Onların her düşüncesi sana, bana, ona ve bilcümle herkese düşman.
Bizler ise, özgürlüğün mekanları olan bu dağların asi halkının en asi ve en yiğit evlatlarıyız.
Bu onurlu direnişimize, göğsünü açmış Kürdistan dağları.
Bu onurlu direnişimize, göğsünü açmış Amed’in dağları.
Ne baharın çılgın suları ile selleri, ne yakın olmayan yolları, ne de dumanlı denilen dağları engeldir bizlere.
Bazılarımız, bu dağlarda doğduk.
Bazılarımız, bu dağlarda doğarken daha on dördünde çek u rextli olduk.
Aşikar bir cümle ile olduk gerilla.
Bizlerden daha on dördünde bir gerilla vardı Amed dağlarında.
Daha on dördündeydi, Ko Smail eteklerinde ki Qere Gor çatışmasına girerken.
Tan vakti attığında vuruşmuştu kahpe düşmanla, ihanet hançerleriyle.
Taa alacakaranlık çökene kadar.
Oracıkta on iki özge canın, adanmış yoldaşlarının toprağa düşüşünü yaşamıştı.
Yüreği fokur fokur kaynamıştı. Ve hiç dinmemişti.
Son nefesine kadar bağlılık sözü vermişti, o on iki özge cana oracıkta.
Onlar şahsında mazlum halkına.
O anı anlatırken dudakları ıslanır, boğazı düğümlenir ve gözleri intikam hissini veren bir şekle bürünürdü.
Her zaman ve sonsuza dek, çatışmaya ve direnmeye hazır bir kişilik sergilerdi duruşuyla.
Öyle zamanlar oldu ki, Koye Sıpi’den bir ceylanın hızıyla Murat nehrine vurur, Ömeran Zozanlarına tırmanır ve yeniden dönerdi Koye Sıpi’deki İskender Tepesi ile yamaçlarına.
Bir gerilla yürüyüşüyle Murat’ın o yakasına bir gerilla grubunu götürürken, bir gerilla yürüyüşüyle de bu yakasına da, o yakadan bir gerilla grubunu getirirdi.
Koye Sıpi’den Şehit Remzi’ye , Şehit Remzi’den Dorşin’e, Dorşin’den Şen Zozanları’na, Şen Zozanları’ndan Zoxa Ser’e, Zoxa Ser’den Gıresor’a , Gıresor’dan Çiyaye Sise’ye, Çiyaye Sise’den Zara’ya ve oradan Koye Şeleye, Oradan da Qıle Boğa, Gorton, Cımsak ve Koye Gorse’ye kadar taş taş, dere dere, tepe tepe, vadi vadi, ağaç ağaç bilen bir gerilla ustasıydı.
Yürüyüşte en önde, eylemde en önde ve çatışmada en öndeydi.
Hem de komutanken, en öndeydi.
Hem de buraların bir bir bölge komutanıydı. Akabinde bir bütünen hepsinin komutanıydı.
Yirmi yıl Amed dağlarında yürüdü, çatıştı.
Çatışarak nice kuşatmaları yardı.
Ansızın gitti, vurdu düşmanı. Döndü doruklardaki üssüne. Bazen de usulca sızdı ovalara ve şehirlerde vurdu düşmanı. Yine döndü doruklardaki üssüne.
Uykusuz kaldı, aç kaldı.
İhanetleri gördü.
Şahadetleri gördü.
Hep inançlı kaldı, bağlı kaldı, keskin bir kılıçtan öte iradeli kaldı.
Ne olursa olsun hep güldü ve en gürcesine güldü.
O gülüşü bende kaldı.
Bir ay önce de son sesi bende kaldı.
Bir de biliyor muydun Kürt halkı?
On üç yıldır tek koluyla savaşıyordu. O bir gazi komutandı. Var mı ki, dünyada PKK ve HPG dışında böyle gazi komutan?
Var mı ki, cevap versin dünya alem?
İşte böyle yiğit evlatların var, altından öte elmas çocukların var.
Ey Kürt Halkı!
Bir de biliyor muydun Kürt halkı?
Mümkünatı yoktu bir çatışmada şehit düşüşüne.
O havan olmasaydı, mümkünatı yoktu şehit düşüşüne.
Biliyor ve tanıyor muydun bu asi komutan ve atmaca atikliğindeki gerillayı Kürt halkı?
Rızgarê Derxust derdik bu asi komutan ve atmaca atikliğindeki bu gerillaya.
Tanı Rızgar’ı ve anlat evlatlarına.
Anlat ki, her evladın birer Rızgar olsun.
Her evladın Rızgarlaştıkça düşmanın da küçülecek, düşmanın küçüldükçe sen özgürleşeceksin.
- Ayrıntılar
Adını bilmediğim bir vadiyi yazın sıcağında adımladım. Bu yaz sıcağında eskiden olsa bir saat yürüyemezken 4 saat tek nefeste yürüdüğümde şaşıyorum kendime. Bu dağlar insanda neler geliştirmiyor ki. Başımıza biraz güneş geçse de biraz olsun yorulsak da bu yürüyüşün ardından adını bilmediğim bu vadinin içinden çıkan onlarca çeşmeden oluşan küçük çayın buz gibi suyunda bir duşla tüm yorgunluğumu atıp kalemimi defterimi alıp oturuyorum bir ağaç gölgesine.
Son günlerde yoğunlaşan Kürt sorununa ilişkin tartışmalara ilişkin bazı noktalara değinmek gerekiyor.
Sorunlara yaklaşımda özeleştirisel yaklaşımı esas alırız. Başkalarının da bunu böyle ele almasını isteriz.
Kürtlere verilecek haklar sanki bir lütufmuş gibi bir yaklaşıma girmemek lazım. Kürt sorunu demek Türkiye'nin demokratikleşme sorunu demektir. Demokratlaşmayan, şeffaflaşmayan devlet Kürt sorununu çözemez. Uluslararası ve bölgesel güçler böyle istiyor diye “Kürt” e dair bazı göstermelik adımlar atmayı tartışmak akıllara bu barış kimin için sorusunu getiriyor. Önderliğimizin uzun yıllardır sorunu kendi aramızda çözelim yaklaşımını esas almazsak işin içine silah tüccarları girer ve leopar tanklarının Kürdistan'da kullanılmasının iznini TC’ye verir ve Roj TV üzerindeki yasağı kaldırır. Bu oyunu görmek gerekir. Bu sorunu Avrupa’nın Zeus zihniyetiyle ördüğü oyunları görmeden tartışmamak gerekir.
Aynı zamanda mayın tasarısı diye adlandırılan tasarıyla Kürdistan topraklarını ayıran 800 kilometrelik bir şerit uluslararası tekele peş keş çekiliyor. Temizlenecek mayın tarlalarının kenarlarındaki yüzlerce köydeki binlerce Kürt, Karadenizlere Çukurova'ya egeye kamyonlarla taşınırken 800 kilometrelik bir topraktan bu insanlar mahrum bırakılıyor. Ki bu toprakların asıl sahipleri onlardır.
Kürt sorunu anlaşılmak isteniyorsa taa İsrail'den gelen şirketlerin mayınlarından temizleyip ektiği toprakların kenarındaki asıl sahiplerini bu topraklarda çalışan yabancıları izlerken düşünülmeli, onlar anlaşılabilmelidir. Anlam gücü olmadan hiçbir soruna çözüm olmak beklenemez.
Bu eylemsizlikle istenen barış bölgeyi bölge güçlerinin ve uluslararası güçlere peşkeş çekilmek içinse onlara daha rahat Pazar haline getirmek içinse bölgenin halkları için değilse bu devlet demokratikleşemeyecektir.
Kürt sorunu bir zihniyet sorununun yaklaşımları sonucu olarak açığa çıkmış bir sorundur. Bu zihniyet sorunu kapitalist iktidarın hile kurnazlık içeren zihniyetidir. Dağdan inme tartışmalarının olduğu bu süreçte gerilla olarak salt bir Kürt sorununun çözümü için bu dağda değiliz. Burada duruşumuz dünyanın dört bir yanında doğayı, toplumu, insanı katleden uygarlığı kabul etmemek içindir. Ki Kürt sorunu bu kirli uygarlığın politikalarının sonucudur. Bu kirli uygarlığın politikalarının sonuçlarının bir parçasıdır. Bu derinlikte bir duruş anlamı olanı haydi pişmanlık yasası çıkardık, hadi affettik diyerek ineceğini beklemek ahmaklıktır. Burada bir yaşam ve anlam için duruyorsak bu anlam arayışı ve savaşının zemini olabilecek bir toplumsal, hukuksal ekonomik zemin olmadan kim gelir o topluma.
Düşünün komünal bir yaşamda yaşadığımız bu dağlardan şimdi tekellerin kurguladığı bir ekonomik krizler bin bir hokkabazlıklarla dolu sisteme yaşama neden gelelim?
Türkiye’nin demokratikleşmesi Türkiye halklarının tekellerin sistemini aşıp hukuksal sosyolojik ekonomik demokratikliği inşasıyla yaratılacaktır. Kimseden beklentim yoktur. Bir özgür yaşam toplum yaratacaksak biz yaratacağız. Dağlarda kurduğumuz özgür komünal yaşamı geliştirerek ovaya tüm Türkiye'ye tüm Ortadoğu'ya yayacağız. Ya devlet bu yaratıma zemin sunacak demokratikleşecek, ya da tarihin çöplüğünde yerini alacaktır.
- Ayrıntılar
Yeni bir belge ortaya çıktı.
Bir zamanlar Doğan Güreş’in taaak demesiyle, şaaak çeken biri vardı ya.
O’na sarışın derledi.
Uzman çavuş derlerdi.
Bir de Güreş’in yanında komanda elbisesini giyince, nasıl cahil bir Ayşecik şeklini almıştı.
Şekli-şemali askeri olunca Fatihe oldu.
Kürdistan Fatihe’si.
Yaktı, yıktı, katletti, göçertti.
Ne yaptı, ne etti.
Ne Kürtler bitti, ne de Kürdistan.
Ya bitecek, ya bitecek dedi.
Komandone askeri arz-ı endamına rağmen, kendisi helak oldu gitti.
Sarışın Fatihe.
Şimdi de açığa çıkıyor ki, bu şanlı namlı Sarışın Fatihe 1967 yılından beri CIA ajanıymış.
“İstanbul Gülü” kodu ile Yankee ABD’ye hizmet etmiş.
Zaten Yankeelerin görevlendirmesiyle bir anda Başbakan oluvermişti.
Hizb-ul Kontra mı dersiniz, JİTEM mi dersiniz, Özel tim mi dersiniz, Ayşecik, Mehmetçik ne kadar katil ruhlu varsa, hepsini bir bir topladı.
PKK ile Kürtlere karşı savaştırdı.
Fet-ul Münafıkçıları da unutmadı.
Fet-ul Münafıkçı ablacıklar ile ağabeycikleri, Turancı Fatihecikler ile Fatihciklere dönüştürdü.
Sağ tarafına katil ruhluları, sol tarafına ise Fet-ul Münafıkçıları aldı.
Katil ruhlularla askeri cephe, Fet-ul Münafıkçılarla kültürel kırım cephesini açtı.
Dedi ki, ordular ilk hedefiniz Kürdistan ileri!
Dedi ki, ey ablacık ile ağabeycikler ilk hedefiniz Kürdistan ve Kürtleri soykırımdan geçirmek. Haydi ileri!
Ol zaman, git zaman Sarışın Fatihe’nin hikayesi aşina oldu.
Bizim dışımızdakiler için böyle oldu.
Zira bizim için baştan aşinaydı.
Sarışın Fatihe’den biraz sarışın Fatih’e gelelim.
Halkımızın Katil Q…doğan dediği, Azam-ı Vezir’den bahsediyorum.
Heybeden çıkan zatı muhtereme, devletlu neopadişahtan bahsediyorum.
Kürdistan’ın, yeni fatihinden bahsediyorum.
Hani Azam-ı Vezir olmadan önce, icazet almak için gidip kendi kabesi ABD’ye yüz sürmüştü ya.
Süklüm büklüm bir vaziyette yeter ki emredin, ne emrederseniz emredin, amadeyim demişti ya.
O gün bugün derken olu verdi Azam-ı Vezir.
Çıktı Kürdistan seferine.
Oldu Kürdistan Fatihi.
HPG çatışmasızlık sürecine riayet ederken, Azam-ı Vezir savaş diyor. İşgale devam diyor.
Kürtleri kültürel soykırımdan geçiren Fet-ul Münafıkçı ablacıklar ile ağabeycikleri “akıncılar” diyor.
Açıkça Kürdistan’daki hem askeri işgal ve hem de kültürel soykırımı itiraf ediyor.
Askeri işgalin planlayıcıları ile destekçilerinden İsrail Siyonizmi ile olan stratejik birliğini de şu sözlerle Kütahya’daki konuşmasında açıklıyor:
“Biz Türk milletinin çıkarına olan antlaşmalara imza atıyoruz. İsrail ile yaptığımız antlaşma da gizlilik kaydı var. Bu nedenle açıklayamıyoruz” diyor.
Milletlerin çıkarları gizli değildir. Eğer bu antlaşmada Türk milletinin çıkarı varsa açıklasınlar, halkta onları alkışlar. Demek ki, Türk milletinin bu antlaşma da hiç bir çıkarı yok.
Demek ki, bu antlaşma Kürdistan’ın işgal edilmesi ve Kürtlerin soykırımdan geçirilmesi temelinde Türk-İslam Siyonizmi-Türk Irk Rejimi- ile İsrail Siyonizmi arasında imzalanan bir antlaşmadır.
İsrail bunun güvencesini alarak, Katil Q…doğan’ın Azam-ı Vezir olmasına onay vermiştir.
Karşılığında, Serxet ile Bınxet’deki Kürdistan topraklarını, parça parça Türkiye’deki Yahudi şirketleri vasıtasıyla almaktadır. Azam-ı Vezir’in GAP GAP diye avaz avaz bağırdığı projenin özü budur. Özü Kürdistan’ın, İsrail’e satışa çıkarılmasıdır.
İşgalci ve soykırımcı güçler-Türk-İslam Siyonizmi ile İsrail Siyonizmi- deq u dolaplarla Kürdistan’ın işgalini sürdürmek istedikleri için, Katil Q…doğan aralarındaki antlaşmayı açıklamıyor.
Açıklayamıyor, çünkü Azam-ı Vezire verilen bir misyon var.
Bu misyonu veren, İsrail ile ABD’dir.
Çiller’in CIA’daki kodu “İstanbul Gülü” çıktı.
Erdoğan’ın CIA ile MOSSAD’da ki kodu “Kürdistan Fatihi” çıkarsa hiç şaşmayın.
Eğer böyle değilse Azam-ı Vezir’in bu kadar savaşta ısrar etmesinin nedeni nedir acaba?
Eğer böyle değilse Azam-ı Vezir çoktan KCK’nin başlattığı eylemsizlik sürecine olumlu cevap verirdi.
- Ayrıntılar
Yoğun tartışmalar oluyor ama öyle tartışmaların enine boyuna derinliğinden bahsetmek pek de mümkün değil. Hala işin püf noktası yakalanmış değil. M. Ali Birand iyi hatırlar; Önderliğimizle 1988’lerde yaptığı röportajda Önderliğimizin ısrarla gelinen bugünkü noktadakinden çok daha ileri düzeydeki projeleri üzerindeki tartışmaları daha o zaman kendisiyle nasıl yürüttüğünü kendisi iyi bilir. Daha 1988’lerde diyorum. Silahlı olarak mücadelenin yaşandığı ilk yıllar. Daha o günlerde Önderliğimiz sorunun çözümünü açık bir şekilde M. Ali Birand’la tartışmıştı. Çözüm yönündeki adımların nasıl atılması gerektiğini kendisine belirtmişti. Sonraki yıllar Güneri Civaoğlu, Cengiz Çandar ve diğerleri birer birer gidip Önderliğimizle görüştüler, Önderliğimiz ısrarla bugün de tartışılan çözüm önerilerini dile getiriyordu. Bu bahsettiğimiz kişiler birileri adına gidiyorlardı, -halk adına kesinlikle değil- ama neyi tartıyorlardı, biçiyorlardı onu onlar daha iyi bilir. Hesap kitapları da tartışma götürür, ortadadır.
Duymak istemeyen kulak duymaz, görmek istemeyen göz görmez. Devlet bu önerilere yanaşmadı. Bu aydınlar(!) da devletin görüşlerinde karar kıldılar ve PKK karşıtı bir mücadele içerisinde oldular. Bu aydınların daha o zaman şunu bilmeleri ve bir aydın onuru gereği PKK’nin gerçekten bir Türkiye’nin Demokratikleştirilmesi hareketi olduğunu kavramaları gerekiyordu. Neden gerekiyordu diye sorulursa cevabı hiç de zor değil, bu bahsettiğimiz kişiler toplum nezdinde aydın olarak biliniyorlar (değillerse itiraf etsinler, halkı kandırmasınlar, ne için kim için çalıştıklarını belirtsinler) ve bu aydınların da devlet için değil halk, halklar için aydın onuru gereği yerine getirmeleri gereken görevleri vardır da ondan.
Bu nasıl olacak aydınlık görevlerini yerine nasıl getirecekler? Gölge etmeyin yeter de denilebilir bunlara ama yine de bir ihtimal deyip bazı şeyleri belirtmek istiyorum; öncelikle bir bakış açısına kendilerini kavuşturmaları gerekiyor ki; herkesin tarihi fırsat olarak değerlendirdiği tarihi zorunluluk olan bu sürece bu aydınlar da cevap olabilsinler.
Dosya hazırlayanlar, projeler sunanlar boy boy televizyonlarda, gazetelerde. Bir bakış açısından uzak, kendilerince bir mantıkla sürecin dışında da kalmak istemiyorlar. Tartışsınlar, onlar da sürecin dışında kalmasınlar, herkes sorunun çözümü yönünde elinden ne geliyorsa onu yerine getirsin, bu bir kutsal görev ama bu, böyle bakış açısından yoksun bir şekilde olmuyor tabi.
PKK’nin çıkış koşullarına bir bakalım:
Türkiye’nin genç beyinleri, tam bağımsız bir Türkiye ve Kürt ve Türk halklarının kardeşliği için mücadele eden Denizler idam edilmiş, 12 Mart Muhtırası verilmiş, Demokratik Türkiye için var olan dinamikler etkisizleştirilmekte, o dönemki tabirle anarşist ilan edilmekteler. Devlet her tarafı kaosa boğmuş. Ortalığı kasıp kavurmak için istihbaratlar ortalıkta cirit atmakta. Türkiye ona buna peşkeş çekilmekte. Tabii bu duruma dur diyecek kimselerin de çıkmaması düşünülemezdi.
Çubuk barajında böyle bir gidişata dur demek için bir grup devrimci demokrat ortaya çıkacaktı. Türkiye’yi kendi halkına faşizm uygulayarak ona buna peşkeş çekenlerin dışında herkesin sahip çıkması gereken bir grup. Öyle olmadı, askeri, siyasi darbeler üst üste getirilerek toplumun tüm kesimleri teslim alındı. Sosyalizm için, halkların kardeşliği için, halkların refahı için bu grup, Türk ve Kürt aydın gençlerinin öncülüğünde, 1978’de partisini kurdu. Gelişen Maraş katliamına, Çorum katliamına, halkın yurtsever devrimci gençlerinin kıyımına ve ayak sesleri duyulan 12 Eylül’e bir cevaptı bu grup ve partileri.
Çokça bahsedilen, şiddeti de ele alırsak; devlet gül uzatmamıştı ki sen de gül uzatasın.
PKK 15 Ağustos 1984’de silahlı mücadeleye başlamamış olsaydı, adama sorarlar; Kürtler, Kürtlerin yasaklanmış, hatta yok sayılmış hakları kimin gündeminde olacaktı? 10000 yıllık tarihi olan bu halkın 1500 yıllık bugünkü yaşadıkları topraklarda bir etnisite kimliği var.
Bin beş yüz yılın asimile edemediğini elinde bulundurduğun devlet ve kurumları ile (beyaz Türklerle) beyaz terör uygulayarak asimile edeceksin? Tabi birileri çıkar ve dur be arkadaş senin yaptığın yanına kalır mı diye sorar? (arkadaş diyorum tarih boyunca Malazgirt’ten tutalım Çanakkale’ye kadar bu halk sana arka çıkmış, senin yanında olmuş) Göz göre göre otuz milyonluk halkı insanlık arenasından sileceksin, senin hiç mi vicdanın yok, der.
Ki denilen de odur. 15 Ağustos 1984 de budur. Bu halk vardır, siz isteseniz de istemeseniz de vardır demenin adıdır. Önderliğimiz Abdullah Öcalan da, partimiz PKK de bunun ideolojik, siyasi, askeri, kültürel savunma gücüdür. Kürt halkının entelektüel birikimidir. Onlarsız çözüm düşünülemez.
Bugün tarihi fırsat denilen süreç de tüm tarihiliğini 15 Ağustos 1984’e borçludur. Onun Önderliğine, öncü partisine borçludur. Eskiden olduğu gibi “terörist - elebaşı” gibi kavramları kullanarak çözüm paketleri sunmak ucuz bir yaklaşımdan öte bir şey değildir. Onun için öyle terörün başladığı tarih değil de, Türkiye’yi demokratikleştirme mücadelesinin başladığı tarih olarak ele almak, onun Önderliğini de, partisini de Türkiye’yi demokratikleştiren Önder ve Öncü parti olarak ele almak en doğrusu olacaktır. Tabi bunu kabullenmeleri zor olacak, mesele gurur meselesi, kurtarmaları gerekiyor bu demokrat aydın kesimlerin kendilerini bu pis, kaybettiren gururdan. Bir şey doğruysa doğrudur, doğrunun karşısında kimse duramaz. Özeleştiri vermek zor gelmesin kimseye, bu halk bütün çektiği acılara rağmen affedicidir, büyüktür.
Bugün gelinen bu noktada eğer bazıları bazı dosyalar yine hazırlamakta ise; sorunun, Türkiye’deki sorunun en temel sorunun Kürt Sorunu olduğu en üst ağızlardan seslendiriliyorsa PKK’nin yürüttüğü Türkiye’nin demokratikleştirilmesi çabası olduğudur. Hani derler ya; bak şu konuşana. Aslında konuşana değil konuşturana bakmak demek gerekiyor. Türkiye’nin geleceği açısından, Türkiye’nin demokratik bir ülkeye dönüşmesi açısından bu konuşanlardan çok onları konuşturan PKK’nin, onun önderliğinin demokratik bir Türkiye için yürüttüğü olağanüstü entelektüel ve pratik çabalara bakmak gerekiyor. Ve bu biçimi ile ki eğer bu tartışmaları yürütenler söylediklerinde ciddiyseler Önderliğimiz Abdullah Öcalan’ın ve partimiz PKK’nin çözüm önerilerine kulak asmak zorundalar. Ki ancak bu biçimiyle polemiksiz, sağlıklı, hiçbir güce kendini dayandırmadan, hiçbir güçten medet ummadan çözüm projeleri geliştirebilirler.
Biliniyor belki ama yine de tekrarlamak istiyorum;
İlker Başbuğu gibiler gidip Amerikalardan savaş naraları atıyorlar. Kan diyorlar, savaş diyorlar.
Savaş acıdır; kandır, anaların gözyaşıdır, yürek yangınıdır. Ahkam kesenler yeter ki kendilerine ciddi olsunlar, yoksa bu yangını söndürmek zor değil.
- Ayrıntılar
Bütün mücadele, direniş, isyan ve büyük savaşlardan sonra, direk savaşan taraflar bir şekilde ya barışırlar ya görüşmelerde bulunurlar; ya akın kanın durdurulması noktasında girişimlerde bulunurlar ya da bir tarafın tümden imhası veya yenilgisiyle de sonuçlanabilir. Her ne kadar sonuç bu olsa bile, sürecin kendini bu düzeye getirmesi için, on binlerce kişi bu savaşlarda ya şehit düşer ya da ölür.
Ne yazık ki, sözde yazar ve aydın geçinen demokratlar dahi devletin ordularını yere göğe sığdırmakla kalmayıp, kutsal sayarlar ve devlet ordularının geliştirdiği her türlü vahşi saldırıları haklı gösterme çabasında olurlar. Ama sıra halkın savunmasını yapan güçlere geldi mi, onların bir hakkı kalmıyor ve kendisinin ve halkının savunmalarını yaptıklarında da, “terörist” olarak ilan ediyorlar.
Buna karşın Kürt halkı, onlarca defa özgür yaşam için işgalcilere karşı sürekli baş kaldırmış ve dönem dönem sessizlik ve sinme dönemleri olmuşsa da, hiç bir zaman mücadeleden vazgeçmemiş ve köleliliği kabul etmemiştir.
Şimdi Kürt Özgürlük Hareketi, PKK öncülüğünde dört devlet arasında bölüştürülmüş Kürdistan’ın özgürlüğü için otuz yıldır bir mücadele ve direniş içerisindedir. Bizim yürüttüğümüz bu mücadele, bizim verdiğimiz bu bedeller ve bizim barış için attığımız bu adımlar hangi düşman güç karşısında verilmiş olsaydı, bir şekilde bu kadar kan dökülmeden bir çözüm gelişmiş olurdu. Ama senin karşındaki düşman Türk, Fars ve Arap olursa ve iradeleri başkalarının elindeyse ve sömürgeci ve emperyalist güçlere karşı el pençe duruş sergiliyorlarsa, durum çok farklı bir seyir izliyor. Çünkü Türklük, Farslık ve Araplık ne kendi adına savaşabiliyor ne de kendi adına barışabilecek iradeyi gösterebiliyorlar. Halk olarak devlet olarak hiç bir zaman kendi öz iradeleriyle hareket etme becerisini gösteremiyorlar.
Örnek mahiyetin de Türkiye’ye bakarsak, Cumhurbaşkanı Arap, Başbakanı Arnavut ve Genelkurmayı ise Yahudi’dir. Durum bu ise, onlar için binlerce gencin ölmesi, vatanın viran olması, satılığa çıkarılması ve ekonomin çökmesi ile halkın aç kalması önemli değildir. Çünkü kendilerine ait bir şey yoktur. Yine onlar için yüzyıllar boyunca yaşamış halkların birbirini boğazlaması da önemli değildir. Yeter ki efendilerinin çıkarları korunsun, kapitalistler karlarına kar katsın.
Kürt Özgürlük Hareketi Önder Apo öncülüğünde, kalıcı bir çözüm ve kanın durması için ’93 yılından bu yana her türlü adımı attı, her türlü fedakarlığı yaptı ve halen de yapmaya devam ediyor. O zamanda da kan politikası güden ve emperyalizm güdümlü Ergenekon-JÎTEM benzeri oluşumlar, sürece engel oldular. ’99 yılında Önder Apo’nun bunca çaba ve fedakarlığına rağmen, bütün gerilla güçlerimizi sınırların dışına çekmemize rağmen, anlaşıldı ki süreç bir oyundan ibaretmiş ve özgür Kürtlüğü yok etmekten başka amaçlarının olmadığı açığa çıktı. Bugün de Kürt Özgürlük Hareketi tarafından bedel verilmesi göze alınarak, çözüm için ısrarla adımlar atılıyor.
PKK, Kürt ve Kürdistan’ın özgürlüğü ve bağımsızlığı için mücadeleye başlarken, Kürtlük adına hiç bir şey yoktu. Ne isim, ne kimlik, ne dil, ne vatan, ne onur... Her değer ayrı ayrı ayaklar altında çiğnemiş ve bu çiğnenenin de üstü betonlaşmıştı. Bunları bir tarafa bırakalım, Kürtler insan olarak sayılmazdı.
Ama 30 yıllık mücadeleden sonra, az çok herkes Kürtlerin soykırımlarla, asimilasyon politikalarıyla, sürgün ve tehcirlerle bitirilemeyeceğini görmüş ve anlamıştır.
Şimdi yeni ve farklı bir süreç başlamış durumda. Alışık olmadığımız açıklamalar devletin sözde tepesinden yapılıyor. Tabi bu sürece kolay gelinmedi. Öyle kendiliğinden olan bir süreç de olmadı. 2008 yılında işgalci Türk sisteminin elinde tek bir koz kalmıştı. Medya Savunma Alanlarına saldırıp bu işi bitireceğiz diyorlardı. O da denendi ve bir gerekçe daha denenmiş oldu. İşgalci TC sistemi arkasına hemen hemen dünyanın tüm siyasi ve askeri gücünü elinde bulunduran ABD, İran ve İsrail gibi güçleri alarak, hep o övmekle bitiremediği Mehmedok ordusuyla Zap’a girmeye çalıştı, ikinci gün nasıl kendimi kurtarırım telaşına kapıldı ve ancak bir haftada kendini kurtarabildi. Sonrasında Kuzey Kürdistan’daki yerel seçimler de bu durumu daha pekiştirdi. Bir de halkın sürekli serhildan hali, bugünleri yarattı. Yok sayılan bir halk ve bir dil, bir şekilde sistem tarafından amaçları ne olursa olsun kullanmaya mecbur bırakıldı.
Bu süreç nasıl anlaşılmalı ya da nasıl yaklaşmalıyız.
Apocu hareketin, felsefesi ve ideolojisinde kanın dökülmesi yoktur. Eğer 30 yıldır on binlerce asker öldürülmüşse ve buna karşın on binlerce şehit vermişsek, bu mecbur bırakıldığımız içindir. Onun için kanın dökülmemesi için ne gerekiyorsa, hareketimiz tarafından yapılır. Her türlü fedakarlık yapılır ve yapıyoruz. Düşmanın her türlü olumlu açıklama ve girişimlerine değer veririz. Çünkü bizim için önemli olan kanın durmasıdır.
Ama bazı akıllı geçinen aydın ve yazarlar, her şeyi bizden bekliyor. Aylardır çatışmaya girmemek için onlarca şehit veriyoruz, bunu yeterli görmeyip, “silah bırakmazsanız olmaz, sınırların dışına çekilmeniz lazım vb.” tasfiyeci ve hiç de iyi niyetli olmayan çağrılarda bulunuyorlar.
Biz de sistemin öyle kendiliğinden değişeceğini beklemiyoruz. Dokuz adım atmamız gerekiyor ki, sisteme bir adım attıralım. Yalnız kimse kusura bakmasın, ne teslim oluruz, ne onurumuz olan ve halkımızı savunduğumuz silahlarımızı bırakırız. Ha eğer Türk, İran ve Suriye orduları silahlarını bıraksalar ve Kürdistan’daki işgale son vereceklerse, o ayrı bir konu. O da olamayacağı için, bir kere içinde silah bırakma, dağları terk etme vb. ne olursa çözümsüzlüktür. 30 yıl savaştık, bir 30 yıl daha savaşırız. Tabi o zamanda, öyle gelin beraber yaşayalım ya da birbirimizi affedelim de demeyiz. O zaman da beraber yaşama ve karşılıklı affetme de kalmaz.
Kimse bu süreçte, “Acaba gerilla ne yapacak, silah bıraksalar olmaz, bu düşmana güvenilmez öyle bir şey yapmayın vb” kaygıları olmasına gerek yok. Çözüm için iğne ucu kadar bir adımı değerlendiririz, ama İlker Başbuğ’un açıklamasında dediği gibi; bulup imha ederiz filan bêvan sözlere de karnımız tok. Zaten yıllardır yapılanda bu.
Gerilla güçleri olarak, her zamandan daha güçlü ve birlik halindeyiz. Halkımız her zamandan daha güçlü kendini savunuyor. Askeri açıdan teknik ve taktik olarak, sistem ordularını bozguna uğratacak güçteyiz. Katılımlar kesintisiz devam ediyor. Ve biz bu dağlara emziklerle ve gözyaşlarıyla savaşa sürülen Mehmedciklere av olmak için de çıkmamışız.
Onun için, halkımız kaygılanmasın, her baharın bir sonbaharı vardır, her Temmuz’un bir Ağustos’u vardır. Barış için konumlanırız, ama kendimizi koruyup, gerektiğinde bizi yok etmek isteyenleri de yok ederiz. Halkımızın bundan hiç şüphesi olmasın.
- Ayrıntılar
Barışa giden yol her zaman çetrefillidir. Bin yıllardır insanoğlu barıştan ziyade savaşla uğraşır hale getirilmiştir. Komünal yaşama karşı saldırıya geçerek egemenliği eline geçiren eril zihniyet, ortakçı yaşamdan uzaklaşarak aşırı bencil bir yaşam geleneği yaratmıştır. Bu ise çatışkının esas olduğu bir zihniyet yapısını yaratmıştır. Doğru olan uyum iken uyum oportünistlik olarak ele alınmış, uyumsuzluk yani çatışkı ve savaş ise olması gereken olarak puan toplamıştır. Başka bir deyimle güç her şey olmuştur. Gücü elinde bulunduran iktidar olmuş, iktidarı elinde bulunduran ise kendini hükmettirerek düşündüğünü kendi çıkarları temelinde uygulatmıştır ya da uygulatmaya çalışmıştır. Yukarıda dile getirdiğimiz mevcut durum esasen bir sapmayı ifade ediyor. Sapma, bir doğru olarak hatta tek geçerli yöntem olarak bugün benimsenir olmuştur.
Kürt özgürlük mücadelesi bu sapmayı düzeltmek için uzun yıllardır en sert mücadeleye göğüs germeyi göze almıştır. Bu uğurda en seçkin Kürt evlatlarını uyumun yaratılmasının bedeli olarak kaybetmiştir. En zor olan yaşama dağların doruklarında yıllardır tahammül etmektedir. Adeta etini dişine takarak bir yaşam direnci göstererek sapma olanı düzeltmeye çabalıyor. Bu çabasını sürdürmeye devam da edecektir.
Sapılmışlığı düzeltmek dediğimiz gibi ciddi bedel ödemeyi gerektirir. Ve bunun bedeli çok ağır da olsa verilmiştir. Varılması gereken yere ağırlıklı olarak varılmıştır. Sapmanın nerede başladığını herkese göstermiştir. Ve doğru olanın ne olması gerektiğini de herkese göstermiştir. Kürt gerillasının silaha sarılma gerekçesi geçmişte de siyasaldı bugün de siyasaldır. Silah bir siyasal araç olarak rolünü yeterince oynamıştır. Artık silahın yani şiddetin yapacağı çok az şey vardır. Zorunlu olmadıkça silaha başvurulmayacağı da açığa çıkmıştır. Kaldı ki TC’nin tüm baskı, ezme, yok etme girişimleri hep fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Kürdistan coğrafyasında Kürt gerillasını alt etmek mümkün değildir. Bugün PKK’dir, bu başka bir güç de olsa biraz doğru gerillacılık yaparsa bu yine böyle olacaktır. Kürdistan coğrafyasında her türlü gerilla çalışması yenilmezdir.
Bu altın değerinde sonuca ulaşılmışsa yapılması gereken hızla uyumu yaratacak olan adımları atılmasına geçmektir. Uyum için ne kadar bedel gerekiyorsa o bedelde verilmelidir. Kürt özgürlük hareketi uyumu yaratabilmek için tek taraflı olarak çatışkıyı durdurmuştur. Çatışmasızlık kararı alarak silahları pasif konuma getirmiştir. Ve silahların çok devreye girmemesi için çağrı üzerine çağrılar yapmaktadır. Türk ordusu kışlalarından çıkmadıkça silahlar konuşmayacaktır, Türk ordusu gerillaya saldırmadıkça gerilla saldırmayacaktır.
Şunu hemen belirtelim; Kürt gerillası uyumu yaratma çalışmasında üzerine düşeni yapacaktır. Ancak uyumu sağlayacak tek güç gerilla değildir. Gerilla kendi cephesinde aktif rol oynayabilir. Bir katalizör olabilir. Ancak katalizörler doğru materyal olmadıkça bir yere kadar rol oynayabilir, ilerisine götüremeyebilir. Örneğin benzin de çok aşırı kurşun varsa bunu arındırmak katalizör için çok zor olabilir. İşte o zaman yapılması gerekenin eğer kurşunsuz benzin kullanmak istiyorsak ona uygun maddenin olması gerekir.
Bugün Türkiye’de uyumu yaratmak için her türden maddenin olduğunu söylemek zordur. Çok değerli aydınlar görüş sunuyorlar. Yol gösteriyorlar. Kimisi bizi eleştiriyor, belki kimisi haklıdır da. Kimisi haksız da olabilir. Bunlar kıyamet sorunlar değildir. Yeter ki uyumu yaratacak beyin çalışması yapılsın. Tarihi fırsat deniliyor. O zaman tarihi fırsatlara denk bir çalışma içerisinde olmak insanım diyen herkesin görevi olmalıdır. Ve kaldı ki böylesine süreçleri aşmak için hazır reçeteler yoktur. Çok sayıda düşünce, öneri, görüş her zaman olacaktır. Bazıları ayrıksı da olabilir. Benimsenmeyebilir de. Ancak her konuyu enine boyuna tartışmaya açık olmak böylesine zorlu süreçleri aşmaya destek sunacaktır.
Gerilla cephesi bunu yapıyor. Belki daha fazlasını da yapacaktır. Ancak temel bazı hususlarda hassasiyetini koruyor ve koruyacaktır. Gerilla olmak siyasal bir tercih olarak seçilen bir yoldu. Ve bu yolun halen gerekçeleri vardır. Öyle kızarak dağa çıkan, daralmış, yol bulamamış ve kandırılmış gibi havalara kapılarak yorumlara gitmek sadece ve sadece rencide edecektir ki bu hiçbir zaman tarihi fırsata destek sunmayacaktır. Diğer önemli bir hassasiyet adeta dikkate almayan, tanımayan, yokmuş gibi yaklaşan durumlar olacaktır. Bugün gerilla Kürt halkının bağrına yerleşmiş en kutsal yapılanmadır. Siz Kürdistan’da gerilla olmuşsanız bu halkın yüreğinin-evinizdeki değeriniz ne olursa olsun-derinliklerine direk nüfus etmiş olursunuz. Bu gerillaya katılan bireylerle bağlantılı bir durum değildir. Bu gerillanın Kürdistan’da yarattığı Kürt ulusal dirilişi ile bağlantılı bir durumdur. Gerilla yeni bir kültür yaratmıştır. O da kimseye boyun eğmeyerek kendine güvenme kültürüdür. Bugün bu kültür 5 yaşındaki Kürt çocuklarına dahi aşılanmıştır. Pısırık olandan korkusuz bir yapılanma yaratılmıştır. Ve bu güzel de olmuştur. İşte bunun için gerilla demek Kürt halkın ruhu demektir. Bu ruhu görmeden yaklaşım göstermek ciddi yanılgılara götürür.
Sonuç olarak; gerilla sürece katkılarını sunmaya devam edecektir. Kendi yanlışlarını tartışmaya da açık olacaktır. Uyumu yakalamak için birçok kırmızıçizgisini de aşabilecektir. Ancak tarihi bir sürecin sadece bir tarafın yürütebileceğini sanmak çok büyük bir gaflet olacaktır. Bunun içinde bu sürece gelmeyen güçleri bu uyum sürecine çağırmak herkesin görevi olmalıdır. Sadece çağırmak değil sürece katmak temel bir hedef olmalıdır.
- Ayrıntılar
Ahmet Altan, “Kürtlerle Dertleşme” adında bir makale yazmış.
Makalede kelime dansını yapmış.
Sonuçta makalesini Türk ırk rejiminin ve Türk ordusunun cellatlığını, soykırımcılığını ve sömürgeciliğini meşrulaştırmak üzere kurgulamış.
Ve döktürmüş de, döktürmüş.
Döktürürken, şöyle demiş:
“Uluslararası hukuka göre yeryüzündeki her devletin, dağlardaki silahlı insanlara karşı operasyon yapma hakkı var.”
Döktürmeye devam ederken bizim Altan, ya realiteyi kabul edersiniz ya da teslim olursunuz diktesini bize kabul ettirmeye çalışmış.
Altan kendini akıllı, bizi ahmak yerini koyuyor.
İsminin önünde aydın sıfatı var ya, damarlarında asil Türk kanı var ya, bunlar olduktan sonra ne söylerse söylesin, ne yaparsa yapsın onu haklı kılacağını zannediyor.
Ma kimlerin torunu…
Ya Allah, ya Allah nidalarıyla Kürdistan’ı işgal eyleyen bir paşanın torunu.
Bu şanlar, bu ünvanlar, bu sıfatlar ve bu asilzadelikler olduktan sonra, birde O’nun Allahı ile hükümranı olan ordu yaz dedikçe, O’da kalemi eline almış ve bizlere uluslar arası hukuk dersini vermiş.
Ama yanılıyor.
Uluslararası hukuk, Altan’ın iddia ettiğinin tersini söylüyor.
Buna uluslararası hukuk da demeyelim. Devletlerarası hukuk diyelim. Devletler halkların düşmanı olmasına rağmen, yine de onların hukukunda Altan dediği gibi bir realite yok.
Eğer gerçek hukuktan bahsedeceksek, işte sana uluslararası hukuk Sayın Altan:
Bak uluslararası hukuka göre, BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin birinci bölümünün birinci maddesinde ne yazılmış haydi birlikte okuyalım:
“Bütün halklar kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.”
Bu maddeye göre Kürtlerin kendilerini yönetmesi gerekiyor. Türk devletinin askeri işgal, ekonomik sömürgecilik, siyasal sömürgecilik ile kültürel soykırımı devam ettirmesi, soykırım suçu kapsamına girmektedir.
BM, soykırım suçunun önlenmesi ve cezalandırması sözleşmesinde soykırım suçu ikinci madde de şöyle tanımlanmıştır:
“Ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla; bu herhangi bir gruba mensup olanların öldürülmesi, bedensel veya zihinsel zarar verilmesi, grup mensuplarının bütünüyle veya kısmen fiziksel varlığının ortadan kaldıracağı hesaplanarak, yaşam şartlarını kasten değiştirmek, doğumları engellemek, çocukları zorla başka bir grubu nakletmek.”
Bu soykırım maddesine göre Kürtler toplu olarak on binlerce, yüz binlerce ve milyonlarca katledildi ve hala katlediliyorlar mı?
Evet.
Kürtlerin ülkesi Kürdistan, TC tarafından onlarca defa yakılıp, yıkıldı mı?
Evet.
Milyonlarcası Kürdistan’dan çıkarılmadı m?
Evet.
Bunu yapan kim?
TC.
Kürt çocukları, Türk YİBO’ları, ilkokulları, ortaokulları, liselerinde kültürel soykırımdan geçirilerek Türkleştiriliyor mu?
Evet.
Bu kırım yöntemini de yeterli görmeyen soykırımcı TC, Gül, Erdoğan, Emine Erdoğan, Gülen ile Türkan Saylan’ın kırımcı şefliğinde “Türkiye Okuyor”, “Anne Kız Okuldayız”, “Haydi Kızlar Okula”, “Baba Beni Okula Gönder” kampanyalarıyla tüm Kürtler soykırıma uğratılmaya çalışılıyor mu?
Evet.
İşte bu soykırıma karşı uluslararası hukukta meşru savunma hakkı verilmiş mi?
Verilmiş.
Buna göre uluslararası hukukta şöyle deniliyor:
“Demokratik siyaset, barışçıl yolların engellenmesi ya da tıkanması durumunda meşru savunmaya geçilmesi hakkını kullanmak tüm halkların en doğal hakkıdır.
Buna göre bireyler, toplumlar ve halklar kendi varlıklarını, kimliklerini, siyasal ve kültürel haklarını, temel hak ve özgürlüklerini korumak amacıyla meşru savunma temelinde şiddet kullanabilirler. “Ulusların Kendi Kaderini Özgürce Belirleme Hakkı da” buna dahildir.” Onlarca antlaşmada meşru savunma hakkının kullanılması hakkı verilmiştir.
1949 Cenevre Konvansiyonu, 1948 Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi, 1960 Sömürge Altındaki Halklara İlişkin Antlaşma, 1969 Irk Ayrımcılığına İlişkin Antlaşma, 1981 Afrika Şartı, 1993 Viyana Konferansı, 1998 Roma Antlaşması gibi antlaşmalarda birey, toplum ve halklara meşru savunma hakkını tanımıştır.
Tüm bu antlaşmalara göre, TC’nin Kürdistan’da bulunması gayri meşrudur.
TC’nin Kürdistan’ı işgal etmesi, Altan’ın iddia ettiği gibi bir realite değildir.
Eğer Altan buna realite diyorsa, o zaman Altan, Hitler faşizmini de bir realite olarak görüyor. Aynı şeyi Saddam dönemi, ABD’nin Vietnam işgali içinde düşünüyor herhalde.
Anlaşılan Altan liberalizmin ruhuna uygun olarak kötülük ideolojilerin hepsinden birer parça alarak ekletizm yapmış, üzerine biraz demokrasi sosunu sürmüş.
Ve herkesi haksız, kendini haklı görmeye başlamış.
Hem nalına, hem de mıhına vurmakta.
Herkese karşı, devamlı kendini haklı çıkarmakta.
Ordular karşıyım der, Türk ordusunun Kürdistan’ı işgal etmesine realite der.
Liberalliği Türk Devleti ve Ordusu söz konusu olunca, bir çırpıda Türk ırkçılığına dönüşüverir.
Ha Altan hakkında şunu da söyleyeyim:
Bir dönem AtaKürt diye bir makale yazmıştı.
O makalesi çalıntıdır.
PKK militanlarının, Amed zindanlarında iken mahkemede yaptıkları bir savunmayı olduğu gibi çalarak makale haline getirmiş. M. Tanboğa onların yaptıkları savunmada Altan’ın makalesinin geniş şekli var.
Öyle bir ırkçı rejimle mücadele ediyoruz ki, bu rejimin bulunduğu ülkede en aydınım ve en liberalim diyebilenin bile dünyanın en militarist ve despotik anlayışına sahip olduğu Altan örneğinden anlaşılıyor.
PKK, bunları tek tek bilerek, eylemsizlik kararını bir buçuk ay daha uzattı.
Ve sonuna kadar da uluslararası hukuk ile varoluşundan gelen bir hak olan meşru savunma hakkını kullanacaktır.
PKK, meşru savunma hakkını kullanırken, Altan gibilerinin teslimiyet dayatıcı akıllına ihtiyaç duymaz. O aklı, başkalarına da vermesinler. Çünkü o akıl köleleştirici akıldır.
Ahmet Altan eğer aydın ise aydın olmanın vicdanına sahip olur.
Türk sömürgeciliğini ve askeri işgalini meşrulaştırmak aydın olmak değil, olsa olsa soykırımcılığın kalemşör vakkanuvüsçülüğü olur.
- Ayrıntılar
Serin bir bahar sabahı uyanıyorum, daha gün tam olarak ağarmamış. Alt tarafımızda usul usul akan çayın sesinin yanı sıra birkaç aceleci sakalar ve üveyik kuşlarının sesi kaplamaya başlıyor coğrafyamızın önemli bölümlerini, yani hayata dair işaretlerini sunuyor zaman yine bu tarifi mümkünatsız mekânda.
Bilirsiniz emek için yaşayan insanların günü güneşten önce başlar. Bu öteden beri süregelen bir alışkanlık olduğu gibi bir yaşama saygısı da olmaktadır. Büyüklerimizin dediği gibi; “güneşten sonra güne dadanmanın anlamı yoktur”. Yani yaşamak çoğu zaman bir eylemdir, bizim coğrafyamızda ise yaşamanın bir eşanlamı da dadanmak olmaktadır. Öyle ki bir uğraşıdır, emek istiyor çoğu zaman. İzah etmeye çalıştığım husus şudur; yaşamak öyle kalem oyunlarından ziyade, hani hep denildiği gibi bir şerit misali aktığında göz bebeklerinin koyaklarında daha kutsal bir anlama kavuşturuyor kendini.
Serin çayın gürül gürül çağlayan sularına daldırıyorum ellerimi, yüzümü şevkle yıkıyorum. Yanı başımda sağa-sola gidip gelmekte olan canlar topluluğuna “rojbaş” diyor ve geçiyorum naif kahvaltımızın önüne. Demli bir çayın buğusu kaplıyor ilk sohbetlerimizin atmosferini sonrasında, çökelek konuluyor tabaklara ve daha birkaç günlük ömre sahip yavan ekmeğimizde sürüyor kendisini ortamıza. Çaya yakın olduğumuzdan dolayı nane kokusu tütsü misali çarpıyor yüzümüzün kavrukluğuna ve uzaklardan uyanmaya başlayan keklikler kınalı gagalarının titrek hareketleriyle, güne merhaba dercesine ötmeye başlıyor. Yaşamak diyoruz ya her defasında adını sanını bile doğru düzgün tartamadığımız halde, doğanın içinden akan derin bir ırmak oluyor bir zaman ve dur durak bilmiyor.
Güneşin ilk ışınları tepeleri yalayıp geçmeye başladığında TV’yi açıyoruz. Ve karşımızda ilk haber olarak “Hakkâri’nin Çukurca ilçesinin kırsalında askeri aracın mayına çarpması sonucu yedi askerimiz şehit düştü” diye bir ses atıyor kendini üzerimize. Nedense aklıma ilk önce Ali Gewer arkadaşın annesi geliyor ve onun o bilgece sözleri; “Tekoşer benim ilk şehidimdi, Ali de son şehidim olsun” diyordu. Yaşam ile ölüm arasında ne zaman bir fay hattı harekete geçse, benim aklıma ilk anneler geliyor. Yedi askerin annesini de düşünüyorum. Acaba onların kaçıncı kere kor yerine dönüyordu yürekleri. Ve hepsinden önemlisi sonuncusu muydu?
Tabi zaman kaybetmeyen kravatlı ve bol makyajlı simsarlar kaplıyor ekranların köşe başlarını ve başlıyor yüksek perdeden gazel okumaya. Ve nedense hepsinin yüzleri timsaha çok benziyor! Sonra ayrıntıların içine serpiştirilen kınamalar boy boy piyasaya çıkıyor. Devlet erkânı tam tekmil olayı nefretle karşılıyor, şiddetin bu toprakları bir an önce terk etmesi temenni ediliyor.
Olayın bütün girintilerine baktığımda gözüme takılan önemli bir nokta soru işareti olarak duruyor önümde ve çok iyi biliyorum ki; kimse bunu cevaplayamıyor. Operasyona çıkan bir araçta patlayan bu mayın, sabahın ilk dakikalarında gündemin başköşesine kurulurken, neden bu operasyonların durmadığına veya durdurulmadığına yönelik kimse kelamın ya da kelamların belini bükemiyor.
Şimdi kendi hükmünü vermiyor doğa, yani insanoğlu uzay çağında kocaman çelişkilerin eşiğinde tüketmeye çalışıyor bütün değerlerini. Hayatın içinde yedi askerin yaşamı bir sabah ışığında yitip gidiyor, bu askerlerin ölmemesi sonucunda başka hayatlar yitip gidecek sabah ışıklarının ilk kırılganlıklarında. İşte bütün mesele ve sözün gediğe selam verdiği yer!
Daha dün Ali’nin annesi, Beritan’ın annesi, Sidar’ın annesi, bugün de askerlerin annesi. Yani değişen çok fazla bir şey olmuyor. Kimisi fırsattan bahsediyor, kimisi genel aftan, kimisi de kendi membasında ihanetten! Ama Ali, Beritan, Hasan, Mehmet toprak oluyor ve anneler sonuncusunun ne zaman olacağını titrek göz kapaklarının arasında ve ömür yüklü yüz hatlarında soruyor. Buna cevap verebilecek yürek gerekiyor hepi topu.
Öğlen kendini parçalamış bulutlar semalarımızda süzülme sevdasına bulaşmışken, o tanıdık sesler gelmeye başlıyor uzaklardan. Ya da kendini muasır sanan o zihniyetin karanlıklarından. Yaşam fiili bir eylemdir ve tepkili motorların kanat altlarında kocaman füzeler basit bir ironinin tekerrürü oluyor. Uçakların bombaladıkları yerlerin uzaklarda olduğuna bir türlü inanamıyorum ve içimde yaşam denilen o kardelen çiçeği bütün enkazların üstünde tutmaya kendini devam ediyor. Ve hatta daha da inatlaşıyor. Şairin dediği gibi “uçak babalarımıza selam söylemiyor” ve medeniyetin tek dişi olarak acıyı sağaltmak yerine, kendince yeni yaraların irini olmaya devam ediyor. Kim bilir belki de akşamın ya da güneş ışığının son ışıklarının gündemini de bu şekilde oluşturmak istiyorlar simsarlar. Sesler daha da gürleşince önce keklikler sonrasında da hem üveyikler hem de sakalar kaçışıyor bir yerlere.
Aslında sözün çok budaklanmasına gerek de kalmıyor. Bir günün ilk ve son ışıkları hayatınızın temel bileşkesi olarak kendini vuruyor yerküreye. Operasyona giden bir arabada mayın patlıyor askerler ölüyor-aslında askerler ölmeye ve öldürmeye gidiyor, sonra uçaklar geliyor-selam söylemek için değil de, hayatı bombalamak için. Anneler ise fark etmeksizin soruyor sonuncu ne zaman olacak diye? Yaşamın saygısı; kendini onure edebilmektir. Yaraların çoğaltılması ve barut kokusunun tüm dünyalara öyle veya böyle teneffüs etmesi gün fazlalığı değil de ne? Devran yürümeye devam ediyor, ya gerçekten bütün fırsatların takkesi tek tek düşürülecek ve insanlığımızın her bir parçası kendini onure ederek yaşayacak, ya da gez-göz-arpacık denklemi kendini bin yıllara yaymaya devam edecek.
- Ayrıntılar
Önce Besta, sonra Çırav ve bir sonra Amed’in Hedik civarı. Ve bir sonra daha Serhat’ın Melezgir’i.
Peş peşe geliyor şahadet haberleri.
Her haberi aldıkça ciğerim yanıyor, öfkem taşıyor.
Her haberi aldıkça diyorum ki, alçaklık olur da bu kadar olur.
Her haberi aldıkça diyorum ki, namertlik olur da bu kadar olur.
Her haberi aldıkça diyorum ki, kalleşlik olur da bu kadar olur.
Her haberi aldıkça diyorum ki, düşmanlık olur da bu kadar olur.
Her haberi aldıkça diyorum ki, kan içicilik olur da bu kadar olur.
Her haberi aldıkça diyorum ki, bu devletten öte yeryüzünde faşist ve ırkçı bir devlet yoktur.
Her haberi aldıkça, bu kan içici ırk rejimine karşı intikam duygum bileniyor.
Bir bir tanıdığım mevzidaş, silahdaş, duygudaş, sırtdaş arkadaşlarımın şahadeti yüreğimin yükünü ağırlaştırıyor.
Yüreğim ha patladı, ha patlayacak diyorum.
Atom bombasının patlamadan önceki en son halini alıyorum.
O an da diyorum ki, şimdi düşman garnizonlarına füze hızında girsem, Zilan’ca patlasam.
Ancak böylece ele avuca sığmayan, ne bir düşman kuşatmasında, ne de bir düşman pususunda şehit düşemeyeceğine inandığım Xezal’in yoldaşı Xezal gibi narin Şehit Celal’in intikamını alırım.
Kahpe düşman, on binler gelseydiniz onu şehit edemeyeceğinizi biliyor muydunuz?
Kahpe düşman, onlarca defa on binlerce askerinizle her geldiğinizde, gök gözlü, ruken yüzlü Celal’e hep yenildiğinizi biliyor muydunuz?
Biliyordunuz herhalde.
Bundandır ki uçak kullandınız. Helikopter kullandınız.
Kahpece ve alçakça.
Katlettiniz, hüzün nedir hiç tanımayan yaşam gülü komutan Şervan’ı ve diğer can arkadaşlarımızı.
Katlettiniz Amed’deki asi gerilla komutanı Beritan’ı, direngen Sema’yı, vakur komutan Ali ve Selmas’ı.
Ya bahar nehirleri gibi coşkun Hebun.
Ya tek başına ordu olabilen Deniz.
Ya katledilen diğer can arkadaşlar.
Tek tek yazamıyorum, tek sayamıyorum.
Bu katletmeler yanınızda kalmayacak.
Vuruşacaksanız, askerce vuruşun.
Yiğitlik, fırsat kollayarak ve namert bir şekilde eylemsiz kararın olduğu bir dönemde saldırmak değildir.
Böyle bir dönemde saldırıda bulunmak alçaklıktır. Namertliktir.
Bu namertliğiniz ile alçaklığınızın hesabı sorulacaktır.
Namertler, alçaklar.
- Ayrıntılar