Şehit Orhan Yılmakaya'nın Kendi Yazısı
"Sosyalist Hamdi"
Geçtiğimiz günlerdeki bir eğitim tartışması sırasında Spinoza’nın bir önermesi gruptaki arkadaşların hararetli ilgisine neden oldu: “A, B hakkında konuştuğunda, aslında B’den çok A’yı anlarız.”
Tartışma kesinlikle bir mantık ya da felsefe tartışması olarak başlamamıştı; öyle de bitmedi. Konu hızla felsefenin alanına daldı, alacağını aldı ve aynı hızla orayı terk etti. Bu tarifin kendisi, mücadelenin güçlü köklerinin olduğu ve keskin şekillerde ortaya çıktığı bizim gibi ülkelerde, felsefinin ne kadar politik olduğunu da gösteriyor. Sadece felsefenin değil, toplumun da…
Bizim eğitim konumuz başkaydı. Ama yine de, Hrant Dink cinayetine Türk siyasetinin egemen aktörlerinin nasıl baktığına ilişkin bir saptama, bize Hrant Dink olayından başka konularda da kanaat edinme imkanı sunacaktır. Böylece, A’nın anlattığı B’den, A’nın ne olduğunu da çıkarabiliriz. Hem biraz felsefe de yapmış oluruz. Yoksa siyaset mi demeliydik?..
Hrant Dink’in katlinin ardından, yüzlerce politik aktör binlerce söz söyledi; açıklama yaptı. Binlerce sayfa değerlendirme, binlerce saat televizyon tartışması gerçekleşti. Dikkat çekici husus şuydu: Cinayeti ısrarla büyüten, liberal sermaye kesimleriyle devletin asli kurumları arasındaki gerilimin konusu yapan büyük medyada kimse, kont-gerilladan bahsetmedi: “Derin devlet” tartışması bu kelimeden özenle kaçınılarak yapıldı. Hrant Dink’in katlinden dehşete düşen liberal solcular ve sol görünümündeki liberaller, faşizm kelimesini ağızlarına almadan, faşizmin yarattığı sonucu eleştirmeye kalktılar. Tanzimat Fermanı’ndan, “artık gavura gavur denmeyeceğini” anlayan Osmanlı sokağından bir hayli sonra, liberal Türk aydını faşiste faşist demeden Hrant Dink cinayetini tartışmaya çalıştı. Türkiye Cumhuriyeti sokağı hala “gavura” gavur demekteydi çünkü…
Hrant Dink cinayeti, “kont-gerilla”, “faşizm”, “Özel Harp Dairesi”, “Gladio” kelimeleri telaffuz edilmeden tartışılamaz. Tartışılsa dahi anlaşılamaz. Onun için anlaşılamadı. Anladığını sanan, samimi olarak anlamaya çalışanlar bile kavrayamadı. Hrant Dink cinayeti, “derin devletin” eylemi olarak AKP politikalarına darbe vurduğu, Türkiye’yi Avrupa’ya rezil ettiği için mi kötü olmuştu; yoksa faşizmin yeni (belki de eski demeliydik) açılımlarına işaret etmesi, kontr-gerillanın varlığının ortalarda dolaşan bir hayaletten daha fazla “gerçek” olduğunu göstermesi bakımından mı kötü olmuştu? Vurulup yerde yatan bir Ermeni olduğu halde, herkesin “bu kurşun Türkiye’ye, Türk insanına sıkılmıştır” lakırdısını tekrarlayıp durması aynı nedenle kimseyi rahatsız etmedi. Cinayeti kınarken bunu söyleyenlerin cinayetten ciddi olarak rahatsız olamayacakları gerçeği böylece güme gitti.
Faşizmin ne olduğunu anlamadan ve anlatmadan, Ermeni soykırımını tartışmadan, “Türk toplumu yüzlerce yıl tüm azınlıklarla barış-kardeşlik içinde yaşamıştır” yalanını teşhir etmeden, Dersim’i, Ağrı’yı, Koçgiri’yi, Maraş’ı, Çorum’u, 16 Mart İstanbul Üniversitesi Katliamı’nı, Sivas’ı, Şemdinli’yi ve artık burada sayamadığımız binlerce tarihi vakayı anlamadan Hrant Dink cinayeti çözümlenemez. Hrant Dink, Ermeni olduğu için, aydın olduğu için, gazeteci olduğu için öldürülmedi. Türk devletinin bugünkü varlığının temeli olan tarih-siyaset eksenine, Ermeni sorunu tartışmasında uymayacağını, bu konuda ısrarlı olduğunu kanıtladığı için öldürüldü. Dersim isyanında Kürt halkının üzerine bomba yağdıran “dünyanın ilk kadın savaş pilotu”, Mustafa Kemal’in evlatlığı Sabiha Gökçe’nin soykırımda ailesi öldürülmüş bir Ermeni çocuğu olduğunu kanıtladığı için öldürüldü. Burada Mustafa Kemal’in yüce gönüllüğü değil, Ermeni ve Kürt katliamları ortaya saçılıyordu. Diğer tüm konularda İttihat ve Terakki yönetimini mahkum eden, hain ilan eden Kemalizm, konu 1915’teki soykırıma gelince aynı ekibi sonuna kadar sahipleniyor. Milliyetçiliğin doğası bu. Başka milliyetçiliklerle kavga etmeden kendini var edemiyor. Milliyetçilik, Talat, Cemal ve Enver Paşa’lardan daha önemli addediliyor.
A, B’yi anlattığında, B’den çok A’yı anlıyoruz yani…
Cinayete “politik değil, adli olay” diyen İstanbul Emniyet Müdürü Cerrah’ın sözünün dil sürçmesi olduğunu sanarak, Ogün Samast posteri hazırlayan Jandarma’nın hatıra fotoğrafı çektirirken kadraj hatası yaptığını düşünerek, Trabzon Emniyet Müdürü Reşat Altay’ın kişisel tarihini hatırlamadan, 90’lı yılllarda Gladio skandalı nedeniyle Avrupa’daki neredeyse tüm NATO üyesi ülkelerde yargılamalar olduğu halde, Türkiye’de eski hamamda eski tasın kullanılmakta olduğunu bilmeden bu cinayet anlaşılmaz. Olay dönüp dolaşıp Trabzon’daki “zavallı” birkaç faşistin üzerine mi kalacak yani? Ayıp değil mi bu çocuklara?
A ve B meselesinde bir de eski ama nükseden “derin devlet” tartışması var tabii… Aslında tartışmayı birkaç yıl önce Süleyman Demirel, “Derin devlet, devletin kendisidir” diyerek bitirmişti. Şimdiki politikacılar “üstadın” yanında hafif kalıyor haliyle! Ama derin devlet “durumdan vazife çıkarmaya”, “demokrasiye balans ayarı yapmaya” devam ettiği için, tartışma da kapanmıyor. Hrant Dink cinayetinden sonra Mehmet Ağar, “Derin devlet, bir daha toprak kaybetmeme iradesidir” diyerek, “ovada siyaset” sorunuyla yaptığı açının büyük olmadığını derin devlete beyan etti. Tayyip Erdoğan, “Derin devlet vardır; hep var olmuştur. Osmanlı’da da var olmuştur. Kolaysa siz ortaya çıkartın” diyerek meseleye tasavvufi bir yorum getirdi: “Bir ben vardır bende, benden içeri”. Yani hem vardır, hem olmamalıdır; hem iyidir, hem kötüdür; hem mücadele edilmelidir, hem mücadele edilemez. Sözleri siyasi konumuna uygundur. Deniz Baykal, “Derin devlet yok, sahipsiz devlet var” diyerek, halk değil, devlet-Genelkurmay partisi olduğunu bir kez daha teyid etti. Erkan Mumcu, “Derin devlet yok, sığ siyaset var” diyerek, gelmekte olan seçimler için hem derin, hem de görünür devlete güvence verdi. Derin devletin kontr-gerilla, faşizm, Özel Harp Dairesi olduğunu sadece Kürt Özgürlük Hareketi ve Türkiye devrimciler söyledi.
Derin devletten bahsederken, böylelikle kimin devletten, kimin devrimden bahsettiğini anladık…
Bir de “Hepimiz Ermeni’yiz” sloganı var tabii. Mazlumla özdeşlik kurmak, katile meydan okumak için söylenmiş bu söz, faşizmi rahatsız etti. Bu sloganın arkasında yürüyenlerin Ermeni’ye dönüşmeyeceğini, böylelikle Türk sayısının eksilmeyeceğinin bildikleri halde rahatsız oldular. BBP, “Hepimiz Türküz, hepimiz Mehmediz” toplantıları düzenledi. Bu tepki, algıladıkları sorunun, bazılarının Ermeni olarak doğmuş olması olmadığını gösterdi. Kürt Memo’yu Mehmetçik yapma iradesinin, Türk faşizmi açısından Hrant’ı da Mehmet yapma şeklinde güncel olarak devam ettiği görüldü. Esat Oktay Yıldıran’ın en karanlık günlerinde Diyarbakır Cezaevi’nde sadece Kürt tutsaklara değil, hasbelkader içeriye düşmüş Arap, Fars, İngiliz tutuklulara da Türk olduklarını söyletmeye çalıştığını unutmadık. Esat Oktay Yıldıran ARGK militanları tarafından cezalandırıldıktan sonra, Genelkurmay’ın “O, yasa ve yönetmeliklerin gereklerini yerine getirdi” açıklamasını da… Bu, faşizmin ve devletin çizgisidir. Ama arsız, ama utangaç… Halkların katili milliyetçilik ideolojisinin çizgisidir. Batı uygarlığı karşısında aşağılık kompleksiyle başını eğer ve bu durumdayken herkesi Türk sayar. Onun için Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, hala büyük bir rahatlıkla “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı herkes Türk’tür” diyebilmektedir. BBP ve MHP’den bir farkı var mı?
Bu çizgi yenilenecektir, bu çizgi kaybedecektir. Sorunumuz, halklarımıza daha fazla kaybettirmeden bunu başarabilmemizdir.
Şüphesiz Spinoza gibi materyalizme katkılarda bulunmuş bir felsefeci bile, soyutlamasının buralara uzanabileceğinin tahmin edemezdi. Peki, faşizm ve “derin devlet” halkların birbirine girmesinin nasıl sonuçları olabileceğini biliyor mu?
Bilip bilmediklerini bilmiyoruz; onlar biliyor…
- Ayrıntılar
Allı yeşilli bir ülke için,
Kanlar damlar son damlasına kadar,
Kan kardeşi olur militanlar
Ve
Kardeş olur halklar
Devrimcilik; halkların binyıllardır süregelen özgürlük çabalarını onura etmenin, nihai zafere-devrime, sosyalizme ulaşmanın duruşudur.
Günümüz Türkiye’sinde Orhan Yılmazkaya Mahirlerin, Denizlerin, Hüseyinlerin, Yusufların, Kadir Mangaların, Ulaşların, İbrahimlerin, Sinanların insanlığın onur savaşçılarının güzel yüzlerini, uğruna savaştıkları çok sevdikleri halklarına tekrardan göstermiştir. Olacaksa insanca yaşam böyle güzel insanlarla, dimdik ayakta direnerek olacak demiştir. Orhan Yılmazkaya Mahirdir, Denizdir, Hüseyindir, Yusuftur, Kadirdir, Xelildir, İbrahimdir, onurlu yaşamın adıdır, bundan sonra bu böyle bilinecektir.
Yine günümüz Türkiye’sinde Orhan Yılmazkaya güzel ülkenin paha biçilmez her karış toprağını emperyalistlere, Siyonistlere peşkeş çeken, bunu gerçekleştirmek için halkları birbirine düşüren işbirlikçilere karşı bir savaşın adıdır, duruştur.
Ve yine günümüz Türkiye’sinde Orhan Yılmazkaya bir aydın namusudur, bir aydın onurudur. Emperyalistlerin, Siyonistlerin ekmeğine yağ süren, çanağını yalayan aydın bozuntularını deşifre etmenin adıdır. Aydınsan neyin aydınısın, kimin aydınısın demenin adıdır. Acı çeken, katledilen halklarımızın öncü aydın militanı olmanın adıdır. Kendine aydınım diyen herkese böylesi bir onurlu mücadeleye katılmaları için açık davetiyedir.
İnsanlık tarihinde Orhan Yılmazkaya; insanlığın özgürlük militanlarından aldığı devrim bayrağını, sosyalizm bayrağını ardılları olacak Orhanlara layıkıyla bırakmıştır.
Hevalê Hamdi, Yoldaş Kadir Xelil, Komutan Orhan Yılmazkaya seni tanımak, yüce direnişine tanık olmak bir onurdur.
Hayri Kızıler
- Ayrıntılar
Bir yerli kabile, medeniyetin işgaline karşı direniş savaşındadır. Direniş yıllar sürer. Boyun eğmek yoktur. Tarihin, yaşamın öğretmiş olduğu doğruları terk etmeyip, doğruları için ölümler her geçen gün efsaneler yaratmaya devam eder. Ama tarih ya da zaman, -her ne kadar savaşçıları olsa da- doğruluğun hakkını alacak gücü örgütü yaratamadıklarından, doğrunun somuttaki yaşamına o mekânda son verir.
En son direnişin öncüsü kalır geriye…
Sağ yakalanır. Bir odun kütlesinin içine uzatılır. Ve o medeniler, direnişin öncüsünden güçlerinin vermiş olduğu iğrenç duruş ve sesle, onların doğrularını kabul etmelerini buyururlar. Eğer onların doğrularını şimdi kabul ederse, yakılmaktan kurtulacağını ve yıllar sonra o medeni doğrularla ölürse, cennete gideceğini buyururlar.
Direniş öncüsü olanca sakinliğiyle:
—Doğrularınızı kabul edersem cennete gideceğim değil mi diye sorar.
Medeniler ‘evet’ derler.
O cennette sizin doğrularınız gibi doğrularla yaşayanlar, sizin gibiler var değil mi? diye sorar. Evet, cevabını alır.
Direniş öncüsü onca sakin ama kararlı sesiyle sorularına cevap verir.
Yakın öyleyse!
Bugün ayrı bir medeniyet merkezinde İstanbul’da, medeniler insanlık özünün, sosyalist değerlerin yılmaz savaşçısının çığlığı ve direnişiyle sarsıldı. Bu çığlık, bu direniş sosyalist mücadele yürüten herkes için; Türkiye devrimcileri Kürt ve Türk halkının gençlerine çok şey anlatıyor.
Mahirlerin, Ulaşların, Beritanların geleneği büyüyerek derinleşerek yayılarak geliyor. Devam ediyor. Bu geleneğe bu kavgaya bu çığlığa sen de ses ol katıl diyor.
Bir çığlık ki binlerce yılın geleneğini milyonlarca insanın kalplerine, beyinlerine işliyor. Binlerce gerilla o çığlıkla o direnişte kendini buluyor. O çığlık, o direniş Çarçelladan Cudiye ağrıya Amansa, Karatenize Amede tüm gerillaları selamlıyor ve şöyle sesleniyor.
İster Odunlar, ister betonlar arasında nerede olursak olalım savaştığımız değerlerden taviz vermeyecek, tereddüt etmeyecek; savaşacağız. Amansız tavizsiz hızlı bir kavgada geri adım atmadan ilerleyeceğiz… yakılmak pahasına…doğrular uğruna.
Selam olsun, and olsun kavganız kavgamız umutlarınız umutlarımızdır.
ŞAHİN CAN
- Ayrıntılar
27 Nisan günü televizyonlarda terörist devletin, faşist emniyetinin, bir devrimciye karşı saldırısını izliyoruz. Onlarca polis, her türden teknik, silah ve de ibretlik olsun diye uyduruk bir basın ordusu.
İnsan düşünen bir varlık, bunun için olup biteni izliyor, değerlendiriyor ve tabi ki yorumluyor. Bir devrimciyi herkesin gözünün önünde katletmekle neler yapılmak isteniyor? Kime ne mesaj verilmek isteniyor. Ne kanıtlanmak isteniliyor?
Bir şehit yoldaşımız “şunu bilmeli; öldürmeyen acı, insanı her zaman güçlendirip çelikleştirir, özgürlüğe yakınlaştırır” diye günlüğüne yazmıştı. Terörist devlet her devrimcinin katledilmesinde yüreklerimizde yarattığı acılarla daha da güçlenerek çelikleştiğimiz bilmelidir. Ve bir devrimcinin toprağa düşen her damla kanıyla yeniden yaratıldığımızı da bilmeli. Ve her katlettiğiniz bir devrimcinin yerine, onlarca yeni devrimcinin alacağını da bilmelidir.
Başkan Apo bir cümlesinde “Ya insanlığımdan, onurumdan vazgeçmeyip direnecektim ya da rengi bile, cinsiyeti bile belli olmayan bir kölelik için yitip, gidecektim “ diyerek, bir devrimcinin asla ama asla teslim olmayacağını, teslim alınamayacağını anlamıyor musunuz?
Ve devamla“Sürekli toplum içinde ve dışında savaşla beslenen bir sistemi ancak özgürlük ütopyalarımıza sarılarak, her yerde olan istismar ve iktidara karşı her yerde anlamlı direniş ve adalet odakları oluşturmakla aşabiliriz” diyerek, devrimcilerin izleyeceği yolu işaret etmektedir. Çünkü faşist ve zincirlerinden boşalmış bir sistemi ancak ve ancak devrimci militanların duruşu dizginleyebilir.
Devrimciler güzeli, iyiyi, doğruyu sevenlerdir. Bir şairin yazdığı gibi; iyiye, güzele, yeniye, doğruya dost, kötüye, çirkine, eskiye, eğriye düşmandım misali. Güzel olan, kendi hazinesi olan, özünü koruyandır. Çirkin ise kılıktan kılığa giren, kişilikten kişiliğe girip kendisine yabancılaşandır.
Terörist devlet hücrelerine kadar kirlenmiştir. Bir insanın üzerine yüzlerce polisiyle saldırmak olsa olsa bir korkaklıktır. Bir sadistliktir. Bir faşistliktir. Ve burada ağzımıza alamadığımız bir sürü insani vasıftan uzaklıktır.
Bu terörist devlet, binlerce gencin inadına inadına dağların doruklarına çıkarak, medeniyet dediğiniz bu tek dişli canavara karşı savaştığını neden anlamaya kalkışmıyor? Neden gençlerin son mermilerine kadar direnerek, boyun eğmediklerini anlamaya çalışmıyor? Ve gençlerin neden o kadar güç dengesizliğine karşı, ölümünü bildiği halde direndiğini anlamaya kalkışmıyor?
Evet; neden, neden, neden?
Öyle görülüyor ki “Türklük ne kendi adına savaşabilir ne de barışabilir.” Türklük para babalarının maşası olarak, ancak ve ancak birilerinin hizmetçisi olabilir. Birilerinin dalkavukçusu ve tırşıkçısı olabilir. Birilerinin güdümünden güdümlenen olabilir. Birilerinin ağzından çıkan sözlerin kölesi olabilir. Ve de IMF’lerin, ABD’lerin, NATO’ların uydusu ve bağımlısı olabilir.
Neden bir devlet bu kadar aymaz olabilir? Neden bir devlet kendi insanlarına karşı bu kadar saldırgan ve vahşi olabilir? Başka ülkelerden çocukları getirterek her türden masrafları yaparak ağırlarken, kendi çocuğunu sokakların ortasında, kameraların önünde kolunu kırabilir, dipçiklerle ölesiye vurabilir, taş atan çocuklara on yıllara varan cezalar verebilir. Ve neden bu kadar güzel gence faşizanca saldırarak katledebilir?
Derler ki “tarih bilincini yaşamsal yorumlara kavuşturamayanlar, günümüzün yorumunu da anlamlı yapamazlar.” Evet, bu terörist devlet ne zaman kendisine gelerek yaşama anlamlı yorumlar getirecektir? Ne zaman olup bitenleri doğru ele alarak, doğru sonuçlar çıkaracaktır?
Elbette, “hiçbir oluşum; koşulları ve izahı olmadan doğmaz.” Elbette, “bireyler diledikleri gibi değil, toplumlarının istediği gibi inşa edilmekten kurtulamazlar.” Peki, bu terörist devlet ne zaman dağların doruklarına çıkan gençleri üreten bir sistemi çözecektir? Ne zaman her gün her gün yeniden insanı isyana teşvik eden, tahrik eden bir düşmüş, kokuşmuş sistemi çözeceklerdir?
Önemli bir husus da toplumsal gerçekliklerin inşa edilmiş karakterde olmalarıdır. Eğer toplumsal gerçekler inşa edilmiş gerçekler ise o zaman gençleri dağlara çıkaran, gençleri şehir meydanlarında zoraki isyana zorlayan inşalara ne zaman son vereceklerdir?
Siz, gençleri, devrimcileri, militanları katledebilirsiniz. Ama unutmayın siz hiçbir zaman bir devrimciyi, militanı teslim alamazsınız. Boyun eğdiremezsiziniz.
Aynen devrimci direnişçi ve devrimci karargâh militanı Orhan Yılmazkaya yoldaşın söylediği gibi “belki ölebiliriz, bizden sonra da bu mücadele devam edecek, binlerce yıldır devam ettiği gibi”
Evet, şehit Bermal yoldaşımızın dilinden söyleyecek olursak;
“Gün dirildi artık, özgürlük arayışının son durağındayız. Zamana ve mekâna sığdıramıyoruz yüreğimizdeki heyecanı, coşkuyu, sevinci. Sıyırıyoruz kendimizi pamuk ipliğiyle birbirine bağlanmış sahte sevgilerden, sahte yüzlerden, sahte hayallerden…” Ve böylelikle çoğalıyoruz dağ başlarında, sokak köşelerinde. İşte böyleyiz biz dirilmiş bir günde yittiğimizi veya eksildiğimizi sanmayın, biz direndikçe çoğalırız ve çoğaldıkça özgürleşeceğiz.
HAYRİ ENGİN
- Ayrıntılar
Bahar genel anlamıyla yeniliği, oluşumu ve doğuşu simgeler. Bir yerde arınma olmaktadır bahar. Havaların güneşe çalması ve etrafımızda bulunan canlıların ötüşleri ve renge bürünmesi bende de bir gerilla olarak baharın coşkusunu nüksettirdi. Her daim aklımda olan gerçeklik bir kez daha beynimin derinliklerinde yankılandı, “eğer gerilla romantik olmazsa, kiralık katilden farkı olmaz” diye. Çok değil daha üç beş gün önce bu düşüncelerimin içinde yazdığım bir yazıda “çocukluk siz büyüklerin anlayamayacağı bir hayat dekondu” şeklinde bir cümle kullanmıştım. Şu anda da yaşanan gelişmelerin doğrultusunda bu cümleyi ve çocuk olabilmenin külfiyatını düşünüyorum.
Başta şunu söyleyeyim size kendini büyük sanan küçükler; yargıladığınız çocukların gözüyle dünyaya bakabilseydiniz, canı gönülden inanıyorum ki, bu gün çok farklı bir dünya da çok farklı çocukluklar yaşanacaktı. Fakat heyhat işte! O siyah cübbelerinin altına ya da kar maskesinin ardına gizlenmeye çalışarak gerçeği ne demir parmaklıklar arkasına atabilirsiniz, ne de dipçikle gerçeğin kafasını ezebilirsiniz. Olsa olsa en fazla rüzgar ekersiniz bu fırtınanın hiç eksik olmadığı ve olmayacağı coğrafyada…
Tabi bunun yanında dikkatimi çeken bir diğer nokta da; belirli çevrelerde Hakkari’de yaşanan olayı daha çok bir özel harekatçının kontrolsüzlüğü olarak lanse etmeye çalışan kesimin varlığı. Riyakarlığın bu kadarına ne denir bilmiyorum ama sistemli bir saldırının amaçları veya çıkış zihniyetini anlamak bu kadar da zor olmasa gerek diye düşünüyorum. Burada gerçekleştirilmek istenenler ve gelişen saldırıların hedefi gayet anlaşılırdır.
Baharın ilk günlerini yaşadığımız bu günlerde gelişen bu saldırıları, öfke olarak zamanı geldiğinde tereddütsüz bir şekilde gösterileceğinden kesinlikle kuşku duyulmamalı. Bunların gelişmesi kime ne kazandırır? Bu soruya en doğru cevap olarak şunu belirtmek gerekir; bu ülkeye kaybettirir. Ve analara, bacılara olmadı bir de çocuklara saldırmak da bir yerde bir bitiştir.
Ben Kürt gençlerinin ne yapacağını iyi bildiğimden dolayı, burada uzun uzun izah etmeyeceğim. Çünkü bugün vücuduna on üç kurşun sıkılan Uğur’u, kolu kırılan Cüneyt’i, bir bahar suyunda boğularak şehit düşen Abdulsamet’i ve insanlıktan nasibini alamamış biri tarafından öldüresiye dayak yiyen Seyfullah’ı yaşatmak için ve onlar gibi milyonların çocukluğunu asker postallarının ve panzer tekerleklerinin gölgesinde yaşamaması için bu dağlardayım ben…
Tabi bunun yanında; bizde çocukluğumuzda sokağı çıkma yasaklarından, bir köşe başında ensesine sıkılan tek kurşunla amcamızın dünyamızdan yok olmasından, coplarla analarımızın caddelerin ortasında sürüklenmesinden, dağlarda ölen büyüklerimizin cesedinin bir panzerinin arkasına takılarak şehirlerde sürüklenmesinden dolayı dağlara çıktık. Eteği tutuşanlar var bu noktada yazıp söylüyorlar, “böyle yapmayın bu onları daha da çoğaltır, bugünün çocuğu yarının PKK’lisi olur” diye. Evet, ben dünün çocuğuydum, bugünün hem çocuğu hem de PKK’lisi… Beni dağlara getiren nedenler vardı, hem de bugünküne benzer nedenler. İşte bugün de dün gibi dayatılacaksa, benim Kürt çocuklarına ve gençlerine söyleyeceğim çok fazla bir şey yok. Çünkü aynı havayı soluyoruz ve aynı coğrafyanın kaderini sırtlıyoruz… Dediğim gibi çocukluk; siz kendini büyük sanan zavallıların anlamayacağı bir hayat dekondu… Siz rüzgar ekmeye devam edin…
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Birkaç gündür tam bir sürek avını izliyoruz. Bir arkadaşımız, “anam derdi ki kuduz itin yarası iyileşemez.” Evet, Türk polisi de yarası iyileşmez bir kuduzu andırıyor.
Terörist devletin faşist hükümeti Kürt halkını alıştıra alıştıra soykırım politikasını uyguluyor. Ve öyle görülüyor ki 29 Mart seçimleri ile Kürtlerin özgür irade beyanının faturasını kesmek için her şeyi yapacaklar. Amara katliamı, DTP’lilere karşı başlatılan faşizan tutuklama dalgaları ve şimdi de Hakkâri’de ızbandut özel timlerin, faşizanca, bir gencin beynini dağıtırcasına saldırması. Bu arada onlarca anamıza, çoluk-çocuğumuza, gencimize yapılan saldırıları saymıyoruz. Kuduzun yarası iyileşmezmiş dedik. Bunlar faşizan kültürlerini, 24 Nisan 1915’lerde Ermeni halkına karşı soykırım uygulamalarıyla da göstermişlerdi.
Dediğimiz gibi şimdilerde de Kürtleri soykırıma alıştırıyorlar. Günlük olarak işkenceyi kanıksanır hale getiriyorlar. Haşlanmış kurbağa”nın meselesinde anlatıldığı gibi. Kurbağayı kaynar suya atarsanız ani bir refleksle dışarı atar kendini. Aynı kurbağayı soğuk bir suya atarsanız ve suyu yavaş yavaş ısıtırsanız kurbağa ılık suya karşı bir tepki göstermeyecektir. Önce hoşlanacak, başlangıçta ilginç bir rehavete kapılacaktır. Ne de olsa su ılıktır. Sonra suyu ısıtmaya devam ederseniz, kurbağanın dokuları yavaş yavaş öleceği için, kurbağa hiçbir zaman tepki göstermeyi düşünemeyecek ve kaynamaya başlayan suda haşlanıp gidecektir.
Terörist devlet ve onun faşist hükümeti öyle anlaşılıyor ki bize, Kürt halkına karşı bu vahşi işkence senaryosunu sahneye koymuşlardır.
Alıştıra alıştıra, faşist söylemleri söyleye söyleye, kimseye çaktırmadan kendilerince bir soykırım politikasını devreye koymuşlardır. Adeta tüm cepheleri bu plana göre ayarlayarak hazırlıklarını yapmışlardır. Siyasi, yargısal ve de askeri cepheleri el ele vererek bu işi yürütüyorlar.
Hem vuracaksın, hem tutuklayacaksın. Hem ezeceksin, hem mahkemelerinde yargılayacaksın. Hem terörize edeceksin, hem katledeceksin. Gelinen aşamada böylesine kirli bir siyaseti terörist devlet konsept olarak gündeme koymuş bulunuyor.
Bizim söyleyecek çok şeyimiz yoktur. Biz madem bu kadar teröristçe, faşistçe, sadistçe, hunharca gençlerimize saldırılar var, o zaman gençlerimizin de yapması gerekenler olduğunu düşünüyoruz.
Herkes görüyor, günlerdir yüzlerce Legal çalışmada yer alan genç gözaltına alınarak tutuklanıyor. Ve öyle görülüyor ki, yıllara varan cezalar vereceklerdir. Ve öyle görülüyor ki, terörist devletin faşist hükümeti legal çalışmaya, demokratik siyaset çalışmasına izin vermiyor ve vermeyecektir.
O zaman yapılması gereken sadece bir şey kalıyor; özgürce kendimizi ifade edeceğimiz, özgürce siyaset yapacağımız, kimliğimizi haykıracağımız dağlara…
Evet, terörist devletin faşist unsurlarının ne kanları halkımızın kanından daha kırmızı, ne emekleri halkımızın emeğinden daha değerli, ne de akılları halkımızın aklından daha üstündür. Kendimizi kurbanlık koyun olarak sunamayacağımıza göre o zaman yapılması gereken onurluca bir duruşu sergilememizdir.
Derler ki; “Ahlaksız insan ruhunun gerilimini yitirmiş olan insandır. Ahlaksızlık ruhsal gerilimin yitirilmesiyle başlar.” Eğer yapılan faşizan, kafatasçı ve vahşetlere karşı ruhsal gerilimlerimiz yitirilmemiş ise o zaman yapılması gereken bu yitirilmemişliğe uygun olarak gerçeklerin arayışına çıkmamızdır. Gerçekler biraz özgürcü bulunacağına göre o zaman bir an evvel hemen özgürce hareket edilen, düşünülen, yaşanılan yerlere doğru yol alalım. Bunu yapabilmek için ciddi olmak gerekir. Ciddiyet nerde ve nasıl durduğunu bilmektir. Ve buna denk yaşamaktır. Buda duygularını yitirmemiş olmak demektir. Başka bir deyimle hissin yaşattığı insan duyarlı insandır. Duymak ama duyumsamak yani hissetmek anlamından duygulara sahip olmak.
Biz Kürt gençleri olarak İncil'de İsa’nın söylediği “Onlar bakarlar ama görmezler, duyarlar ama işitmezler çünkü onların yüreği nasır bağlamıştır” gibi olamayız. Nietzsche de “güneşe bakacak cesareti olmayanlar gölgelik ararlar” der. Biz çoktan gölgelere sığınmayı bıraktığımıza göre, güneşe bakacak cesaretimiz fazladan vardır. Sahrada umut çiçeği olmak isteyenler, kayadaki gül misali kök salmasını da bilmelidirler.
Evet, Kürdistan dağları umut çiçeği olmak isteyenlerin tam da yeridir. Kök salmak isteyenler dağların doruklarına kendilerini atmasını bilmelidir. Aksi taktirde hiçbir zaman kök salamayacaklar, geleceğe umut çiçeği olamayacaklar ve terörist devletin terörist muamelesi yürütmesine kendi duruşlarıyla pirim sunmuş olacaklardır.
Halkımızın içine atıldığı bir kuyu, yoluna örülen bir duvardır. Ve bu kuyuda halkımızı çıkaracak olan ve oluşturan duvarları yıkacak olan arayışı yüksek olan gençliktir. Arayışı yüksek olanların duracağı yerde yüksekler olmalıdır. Arayışı yüksek olanlar yükseklerde uçmasını bilmelidirler.
İşte bunun için Kürt gençleri, demokrasi de yana olan Türk gençleri, insanlıkta yana olan dünya gençliği Kürdistan dağlarına akmalıdır.
Yüreklerin soğumayacağı ve soğumadığı mekânlara şimdiden hoş geldiniz
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
23 Nisan Türkiye meclisinin kuruluş yıldönümü. Bu meclisin kurtuluş savaşını kazanan meclis olduğunu hatırlamak önemlidir. Savaş kazanmak ya da bir şeyde başarılı olmanın temelinin kazanacak mantalite ya da anlayışa sahip olmak olduğunu herkes söyler ve bilir.
Anlayışlar üzerine birkaç gözlem…
Bir ülke düşünün bir meclis düşünün dünyanın en büyük emperyalist güçlerine karşı topyekûn bir savaşı kazanıyor. Ve her şeye inat ayakta kalabiliyor. O meclis şimdi dünyada rekor denilebilecek bir işsizliği yaşayan vatandaşların ve ülkenin meclisi. O meclis her beş kişiden birinin işsiz olduğu bir ülkenin meclisi.
Bir meclis, düşünün Türk Kürt halklarının vekillerinden oluşarak kuruldu. Kürsüde Kürdistan vekilleri diye çağrıldılar. Şimdiyse bir vekil bir kelime Kürtçe konuşuyor diye mahkemeler, soruşturmalar, kovuşturmalardan geçiyor. Kendi kimliğini savunanları hazmedemiyor.
Bir meclis düşünün ki emperyalist saldırılara karşı milletten gücünü alan kuvai milliye anlayışıyla seferber olmuş bir meclisken, şimdi ABD politikalarına yamanmak için bin takla atan bir meclis.
Bir meclis düşünün kuruluş yıldönümünü çocuk bayramı diye tanımlıyor. Ve bu günü çocuklara armağan ediyor. Aynı meclisin hükümeti 15 yaş altında yüzlerce çocuğu on yıllarca hapis cezasıyla cezalandırıyor.
Aynı meclis yüzlerce çete mensubuna zırh olurken baklavacıdan bir kilo baklava çalan iki-üç çocuğu çete kurmaktan dolayı cezalandırıyor.
Bunlar sadece basit birkaç örnek.
Kurtuluşta Kürtler tüm varlıklarıyla kendilerini bu kavganın, bu ülkenin bir parçası sayarken şimdi bu ülkenin çocukları, gençleri devleti Molotofları ve taşlarıyla, sloganlarıyla protesto ediyor. Yönlerini dağlara çeviriyor.
Bir savaşa benzer bir politik ve ekonomik süreçten geçen Türkiye ya mantığını değiştirecek ya da 23 Nisan’larda daha çok Molotof ve taş atacak çocuklar…
HOŞİMİN FIRAT
- Ayrıntılar
Ben, burada ülkemde doğmadan önce, annem doğmuştu.
Ceddimin ceddi doğmuştu.
Ben, burada ülkemde yıldızlara bakmadan dedem, atalarım, ceddimin ceddi burada yıldızlara bakardı
Yıldızlara bakarak, ilk bilimi icad eden o atalarımdı
Herkesin yediği o ekmeği, o sebzeyi, barındığı o evi, arabasına sürdğü o tekerleği, yünü ipe çeviren o teşiyi, uygarlığın o ilk yazısını ve sayısını vb insanlık üretiminin o ilk aşklarının hepsini icad eden atalarımdı.
İlk uygarlığı yaratan ve ilk dili icad eden o atalarımdı.
Ceddimin ceddidinden itibaren bu ülke bizim.
Usul usul sızmadık bu topraklara.
Bu toprakların en orjin ve en otantik halkındanız.
Yılan soğukluğunda zehir akıtmadık bu topraklara, barbarca işgal eylemedik.
Bir ceylanın narinliği ve mahsumluğunda mahsum ve narince yaşadık bu topraklarda.
Şiler çiçekleri misali Zağroslara özgündük güzelliğimizle.
Elimizde kılıç, ya bismillah ya Allah diyerek kıymadık canlara.
Elimizde kılıç, ya bismillah ya Allah diyerek kırımdan geçirmedik Rumları, Ermenileri, Suryanileri, kendi ırkımızdan olanları ve din kardeşimiz denilenleri.
Elimizde kılıç, ya bismillah ya Allah diyerek işgal etmedik Anadolu ve Trakyayı.
Beşli, sekizli , onbeşlik çocukların yedi cedini soykırımdan geçirerek onları Endurun okullarında sanal Türklüğe devşirmedik.
Yeniçeri ocağı ve Türk ordusunun katil kellecilerine dönüştürmedik.
Tarihin hiçbir döneminde ne devşirme bir ordu, ne de devşirme bir ulus yarattık.
Çocuktan katiller sürüsünü yaratmayı, ne İslam, ne de Kürtlük adına kendimize reva gördük.
İnsani onurumuzu çiğnetmedik.
Ama ilk özgürlük ve eşitlik değerlerini yaratan Aryen halkının torunları olarak, onur duyduk. İşgallere, talanlara, kırımlara ve nice savaşlara direndik.
Ve kimliğimize sahip çıka çıka bugünlere geldik.
Tarihimizden dolayı, çocuklarımıza bırakacak hiçbir kir, hiçbir leke ve hiçbir utanç duyulacak iz bırakmadık.
Çocukluk hayallerimize ihanet etmedik ve bu hayalleri çocuklarımıza yad edeceğiz.
Ya sizler.
Ya siz bozkırların ve çöllerin çekirgevari katil sürüleri.
Sizlerin yurt edinmeniz uğruna kanımızı verirken, canımızı verirken ya siz ne yaptınız?
İhanet ettiniz, ihanet ettiniz.
Kader birliği dediniz, tarih birliği dediniz, din kardeşliği dediniz Türk putçuluğunu yarattınız.
Kırımdan geçirdiniz, annelerimizin karınlarını deştiniz.
Cayır cayır ateşlerde yaktınız.
Ne canlı, ne de cansız demediniz, yakıp yıktınız.
Çalımız çırpımız dahil, neyimiz var, neyimiz yoksa gücünüz yettiği kadar talan ettiniz, sömürdünüz.
Ya sizler bozkırların ve çöllerin çekirgevari katil sürüleri ve son Kürdistan işgalcileri.
Bizler onbinlerce yıldır atalarımızdan bize yadigar ülkemizden yaşarken, sizler ne yapıyorsunuz?
Kanımızı döke döke.
Obezleştiniz. Obezleştiniz.
Obezleştikçe canavarlaşıyorsunuz.
Aynen Cölemergde’ki obez canavar özel tim gibi canavarlaşıyorsunuz.
Sizler canavarlaştıkça, biz insanlaşıyoruz.
Bir o kadar da dağlaşıyoruz.
Dağları mesken eyliyoruz.
Dağları mesken eyledikçe, bir o kadar da özgürleşiyoruz.
Özgürleştikçe, bir o kadar da güzelleşiyoruz.
Bir şairin dediği gibi “evel Allah bu dağlar kadrimizi de iyi bilir”.
Ama unutmadan şunu da söyleyelim bizde dağlarımızın kadrini biliriz.
Bu dağlar bizim, bizde bu dağlarını halkı olduğumuza göre, ne zaman dağlara çıkması, ne zaman inmesi gerektiğine dair kararı da veririz.
Kaldı ki, zaten dağlıyız.
Dağlar özgürlüğün mekanları, çağdaş zindanlar olan kentler ise kapitalist modernitenin ahlaksız ve çürümüş dehlizleridir.
Bu nedenledir ki, kentler özgürleşmedikçe dağlar gibi vakur duruşumuz ve direnişimiz sürecektir.
Ta ki putçu Türk ırkçı rejimi yıkılana ve obez çekirgevari putçu Türk ırkçı canavarları ülkemizi terk edene kadar direnceğiz, dağlardan da hiç inmeyeceğiz.
Çünkü dağlar zaten ülkemiz ve kutsal stargahlarımızdır.
.Bu böyle biline.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Pır pır özgürleştik.
Şak şak güldük.
Gitti ağıtlar.
Geldi destanlar.
Daha neler neler gördük şu El-Münafıklar ülkesinde.
Bir Boşbuğ çok konuştu, har u har konuştu.
Cahilene konuştu, akademik misale parelendirildi.
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye Halkına, “Türk Milleti” denir dedi.
El etek öpen medya şaklavanları açılım manilerini okudu.
Açıl da susam açıl misali olmuyor.
Yine de bu el etek öpen Türk medya şaklavanları cetveli açar gibi açıyorlar da açıyorlar, şu Boşbuğ’un ırkane argümanlarını.
Örnekleme yaptığı tüm yazarlarda kendisi gibi Yahudi ve ırkçı yazarlardı.
Max Weber, Eliot Cohen, Janawitz, Aron ve Huntington gibi yazarlar ve stratejistlerin hepsi ırkçı ve Mezopotamya uygarlığına düşman yazar ve stratejistlerdir.
Yani bozacının şahidi şıracı olurken, ne demiş ti, şu Sebatayist Boşbuğ?
Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına, “Türk Milleti” denir.
Yani Kürtler, Türkler, Arnavutlar, Boşnaklar, Terekemeler, Suryaniler, Ermeniler, Rumlar, Lazlar, Çerkezler bilcümle Kürdistan ve Anadolu halkları kan verirken, can verirken Türkiye Halkı idiler.
TC kurulduktan sonra hemen bir çırpıda Türk Milleti oldular.
Yani amiyane dille Altı Kürt, Üstü Türk oluyorlar.
Yani amiyane dille Altı Çerkez, Üstü Türk oluyorlar.
Yani amiyane dille Altı Laz, Üstü Türk oluyorlar.
Yani amiyane dille altı elma ağacı, üstü yani meyvesi armut oluyor.
Bir de, biraz da tersi olsun İslam kardeşiyiz ya.
86 yıldır Kürtler, Çerkezler, Lazlar ve diğer halklar Türk oldular.
Biraz da, 86 yıl boyunca Türklerden bazıları Kürt, bazıları Çerkez, bazıları Laz ve geriye kalanları da diğer halklardan olsunlar.
Ha bir de şu Türkiye Cumhuriyeti’ne, Kürdistan Cumhuriyeti desek ne olur acaba?
Kürdistan Cumhuriyeti’ni kuran Kürdistan halkına “Kürt milleti” desek ne olur acaba?
Kürdistan Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkese Kürt denir maddesini de KC anayasasına yerleştirirsek ne olur acaba?
Anayasanın ilk üç maddesine Kürt putunu koysak, dördüncü maddede desek ki, Kürdistan Cumhuriyeti Anayasasının ilk üç maddesinin değiştirilmesi teklif edilemez ne olur acaba?
Tüm Türk çocuklarını anaokullara alsak, YİBO’lara alsak onlara Türkçe’yi yasaklasak ve Kürtçe’yi zorla öğretsek ne olur acaba?
Buna çağdaşlık desek, uygarlık desek ne olur acaba?
Türk Alevilerini laiklik ayağıyla Kürtleştirirsek, Sünni Hanefi mezhebine mensup Türkleri Kürt-İslam sentezi ayağıyla Kürtleştirirsek buna da İslam kardeşliği desek ne olur acaba?
Türk-İslam sentezcisi ırkçı AKP gibi, Kürt -İslam sentezcisi ırkçı bir Kürt partisini kurarak bununla Sünni Türkleri avlasak ne olur acaba?
Benzer tarzda CHP gibi bir parti kurarak, Türk Alevilerini avlarsak ne olur acaba?
Fetul-Münafık gibi birilerini çıkararak Türkleri, Kürtleştirirsek ne olur acaba?
Türkler bu soykırıma karşı, “Türk Özgürlük Hareketini” kurarak bize karşı savaşırsa Türklere terörist desek ne olur acaba?
Türkler DTP gibi bir Türk Partisi kurarak demokratik mücadele verirlerse biz de desek ki, bunlar TC K’nin elemanlarıdır. Bunlar Türkiye İşçi Partisi’ne bağlı teröristlerdir.
Kürt Zaman gazetesi, Kürt Star gazetesi ve Kürt Yeni Şafak gazetesi aracılığıyla Fetul-Münafık zihniyeti misali Türk gençleri, kadınlarını terörize ederek gözaltına alırsak, zindanlara atarsak ne olur acaba?
Şimdi olup bitenler ve Kürtlere reva görülen zulüm ve soykırım nedir acaba?
Yalnızca son bir haftadır DTP’lilere yönelik yapılan Türk Devlet Terörü neye tekabül ediyor acaba?
Hem Kürtler, hem Türkler ve hem de diğer halklar tüm bunlardan sonra düşünsünler Kürtlerin gerilla olma dışında güvencesi, stargahı ve kutsal kıblesi var mıdır?
Musa, İsa, Muhamed, Mazlum ve Zilanlar aşkına söyleyin bana.
Özgürlük aşkına söyleyin bana, Kürtlerin gerilla olma aşkı dışında, başka bir aşkı olabilir mi?
- Ayrıntılar
Mevsimlerden bahar… Belki herkeste bir başka ama bizde hep aynı telaş aynı heyecan.
Birkaç gün önce bir grup arkadaş, her birimiz bir ağaca dayanmış, henüz bir önceki yağmurun ıslaklığını tam üzerinden atmamış yeşil otların içine gömülmüş bir şekilde aynı telaş, aynı heyecandayız: Bu bahar hangimiz hangi eyalete gideceğiz. Hangimiz Botan’ın yüksek yaylalarında olacağız, hangimiz Amed’in surlarına uzaktan, dağlarından bakacağız, hangimiz Seyit Rıza’nın kutsal toprağına yüzümüzü süreceğiz. Ve hangimiz Amanoslarda, Karadeniz’de Türkiye’ye açılacağız.
Biz böyle hayallere dalmış tartışa dururken açık bıraktığımız radyodan dökülüverdi sözcükler: “Irak’taki üçlü koordine PKK’nin sonunu getirecek.” Hep beraber “demek bu koordine çözecekmiş bizim düğümü deyip” güldük; güldük gülmesine ama bir anda kendimizi yeni bir tartışmanın içinde de buluverdik. Her birimiz televizyondan, radyodan, arkadaşlardan duyduklarımızı döktük ortaya.
Kim çözecek bu düğümü…
Her biri kendi memleketlerine hayırsız bu üçlü koordine mi?
Bütün dünyanın başına bela olmuş Amerika ve O’nun çiçeği burnunda Obama’sı?
Dünü bugününü tutmayan, kendini bile pazarlayan AB’mi?
Hangi çağın değerlerini temsil ettiği belli olmayan, yılana bile dost diye sarılan İran ile Suriye’mi?
Bir Amerikalı danışmanın hiç görmediği ve tanımadığı, dünyanın öbür ucundaki halk hakkında yazdığı rapor mu?
Ya da Türkiye’ye “geçerken uğrayan” uzak doğu liderleri, doğu Avrupa başkanları, büyük şirket sahipleri mi?
Hem tartışır hem de eğlenirken, ıslak otların içinde, her birimiz bir ağaca dayanmış bir anda gözlerimizi yummuş, dalıvermişiz. Uykusuzluktan değil de belki de sorunun cevabını içimizde aramamızdan dalıvermişiz…
Bir de bakmışız Amed’de, 35 koğuşta Mazlum’un çaktığı üç kibrit olmuşuz.
Bir de bakmışız Botan’da ARGK’yi halkın kulaklarına fısıldayan Agit olmuşuz.
Bir de bakmışız Lice’de, omzumuzda şehit cenazesi, ayaklanmış halk olmuşuz.
Bir de bakmışız Dersim’de bin yılların tohumunu atan Zilan olmuşuz.
Bir de bakmışız Adana’da, Mersin’de panzer kovalayan küçük generaller olmuşuz.
Bir de bakmışız Amara’da “ölümüne Önderlik” diyen Mustafa ile Mahsum olmuşuz.
Bir de bakmışız Besta’da, tüm egemenliğe karşı silahlanmış gencecik Karker Cudi olmuşuz.
Derken, gerilla sezgisinden olacak, hepimiz ıslak otların içinde, birer ağaca dayanmışken gözlerimizi açık ve omuzlarımıza dayadığımız namlulara bakarken bulduk. Ve sessizce güldük. Kim çözecek bu düğümü… Cevabı, arkasından söz beklemeyen o anlamlı tebessümlerde.
Mevsimlerden bahar…başkalarını bilmem ama bizde hep aynı telaş, hep aynı heyecan.
- Ayrıntılar