Malımıza tak ettiler.
Dilimize tak ettiler.
Tarihimize tak ettiler.
Hepsinden de daha önce, güneşin ülkesi, ülkemize tak ettiler.
İşgal u talan ettiler. Önce üstünden girdiler, akabinde altından girdiler.
Hafifinden başladılar. Aşar aldılar. Ağırlaştırdılar.
Emdiler, alın terimizle ürettiklerimizi. Adına vergi dediler.
İşgal ettikleri Rumeli diyarları bir bir ellerinden çıkınca, devşirme ordusu yeniçeri ocağının kaynağı tükendi.
Vaziyet böyle olunca, merkezileşme dediler. Ve Kürdistan’a askere alma seferlerini başlattılar.
Zulme ve işgale direnen annelerimiz, genç kızlarımız Türk askerlerine esir düşmektense, önce 1836 yılında Garzan’da kendilerini uçurumlardan attılar, kendilerini Botan nehrini attılar. Bu bir direniş geleneğine dönüşünce, daha sonra genç kızlarımız ve annelerimiz kendilerini, Munzurların yalçın kayalıklarından attılar.
Kendilerini Munzur nehrine attılar.
Türk askerleri esir düşürdüğü genç delikanlılarımızı zincirlediler. İhtiyar delikanlılarımızı da zincirlediler.
Doldurdular garnizonlara babalarımızın ve annelerimizin grup grup perperişan dedelerini. Bizim dedelerimizi. Zamanın delikanlılarını.
Katlede katlede alıştırdılar askere.
Katlede katlede alıştırdılar ve dediler ki, bu kanundur.
Dediler ki, devlet malıdır.
Zivimizi, kromumuzu, kütük kütük dalyan cevimizi, davarımızı, keçimizi ve kanımızı , canımızı aldılar götürdüler. Silo silo buğdayımızı, arpamızı, sütümüzü ve peynirimizi, suyumuzu ve elektiriğimizi, petrolümüzü aldılar ve götürdüler.
Stranımızı aldılar götürdüler. Adına türkü dediler.
Çirokumuzu ve destanımızı aldılar ve götürdüler. Adına hikaye dediler.
Adına Keşan’lı Ali Destanı dediler. Robe Cotyar stranını kirlettiler adına Beyaz Gül, Kırmızı Gül dediler.
Maddi ve manevi neye gücü yettilerse gaspettiler, çaldılar.
Yattılar üzerine. Sermayeye dönüştürdüler.
Fabrikaya dönüştürdüler.
Onlar oldular zengin.
Biz olduk fakir u fukara.
Bu bizim hikayemiz midir, bizim hakikatimiz midir?
Bilen bilir, anlayan anlar.
Ama bilen ve anlayanlar bilir ve anlarlar ki, PKK bu hikayeye dur dedi.
Bizim olmayan bu hakikate dur dedi.
Gerçeğin dili ve eylemini başlattı.
Grup kurdu, parti kurdu, gerilla ordusunu kurdu.
Savaştı, direndi.
Betonu yardı. Çatlattı. Yeni nesil dağ çiçekleri açtı, çatlayan beton yarıklarından.
Yenilmez gerilla ordusundan, yenilmez demokrasi ordusuna yol açtı.
Artık yolu açıktır Kürt halkının.
Ama ve lakin tehlikelerde mevcuttur.
Çünkü burası Ortadoğu.
Kurtar, sofra kurmuş bu coğrafyaya.
Kurtlar, sofra kurmuş Kürdistan’a.
Havalar da ayaz ufkunda zelal değil ki.
Sis var, duman var.
Kim bu havayı sever biliniyor.
Çatışmazlık süreci olabilir.
Kaldı ki, KCK’nin verdiği sürede tükeniyor.
Kala kala on gün kaldı.
Yine de Türk demogogların demogogluğu almış başını gidiyor.
En aydın geçinen M. Ali Birand’ta işi laçkalaştırıyor.
Diyor ki, “PKK silahı omzunda dolaşmasın.
O zaman, asker ve polis de üzerlerine gitmez”.
Bu ovalar bizim, bu dağlar bizim.
Bu köyler bizim, bu kasabalar bizim.
Bu kentler bizim, bu ülke bizim sayın çok akıllı Birandlar.
Burada omzunda silah taşıma hakkı da herhalde bizimdir.
Burada omzunda silah taşıma hakkı olmayan da, Türk askeri ve polisidir.
Bu savaşın nedeni, ülkemizin işgal altında olmasındadır.
Bu savaşın nedeni, Türk askeri ve polisinin omzunda silah ülkemizde dolaşmasıdır.
Asker ve polis terk eylesin ülkemizi, ne tek bir asker, ne de tek bir polis ölür.
Ve tek bir gerilla da şehit düşmez.
Hal böyle olunca, ne savaş, ne de barış söz konusu olur.
Ne de ateşkes veyahut çatışmasızlık söz konusu olur.
O zaman, Kürdistan da Özgür olur.
Türk halkı isterse ve direnirse Türkiye’de demokratik bir ülke olur.
ÖZGÜR BİLGE
- Ayrıntılar
Bir cumhurbaşkanının bölge ülkelerine yönelik geliştirdiği her türlü ziyaret, her daim önemli olmuştur. Fakat yapılan ziyaretlerde gerçekleşen açıklamalarda, o ziyaret edilen ülkenin de taraf olması göz önünde bulundurulması gerekilen bir durum olmaktadır. İran devleti son yıllarda geliştirdiği saldırı politikalarıyla, başta Türkiye devletine yönelik ikiyüzlü bir komşuluk ilişkisi içerisine girmiş ve bunun yanında kürt halkının da mazlum mücadelesinde, savaş konseptinde geliştirdiği yaklaşımıyla, tarihten getirdiği mirasını yani kirli devlet politikalarının çıkarı doğrultusunda her türlü yaklaşımı gösterme politikalarını çok çıplak bir şekilde sergilemekten geri durmamıştır.
İlk söylenen kelime üzerinden kabul etmek gerekir ki, türkiye kamuoyunda çok ciddi bir gündem oluşmadı. Seçimlerin öncesine denk gelen bu kelimeler türkiye’de çok ciddi bir etki yaratmadığı gibi seçim sonrası türkiye’sinde, DTP’ye yönelik geliştirilen saldırılarla, seçimin mağlubiyetini bu şekilde hafifletebileceğine ya da siyaseten üstün olamadığı DTP’yi, sözüm ona Hukuk maskesiyle alt etmeyi planlayan ve bunu pratikleştirmeye çalışan bir devlet politikası gündemi oluşturdu türkiye’de.
İşte ne olduysa bu dönemden sonra oldu. Bir gazeteci, KCK yürütme konseyi başkanıyla yaptığı röportajları bölümler halinde gazetesindeki köşesinde yayınlanmaya başladı. Türkiye gündeminde bu röportaj birinci derecede gündemi oluşturdu ve hatta birçok tartışmayı kendi ekseninde geliştirmeye başladı. Kimileri gerçekten de “ARTIK YETER” söylemini daha yüksek sesle ifade etmeye başladılar, kimileri taban politikasıyla 30 yıllık savaş gerçeğini iç içe görmede ısrar eden at gözlüklerini çıkarmayı hiç düşünmediler.
Yine bu dönemde balkanlarda geziye çıkan Gül, “bu sorunu çözmek zorundayız, devletin bütün kurumları bu noktada daha cesaretli bir şekilde tartışıyor” gibisinden açıklamalarda bulundu. Bunun yanında “fırsat” tan da söz etti. Ondan sonra herkesin diline dolanan bir fırsat kelimesi hayata gözlerini açtığı gibi bu hızlı söylemlerin arkasında ciddi bir açılımın olup olmayacağına dahi bakılmaksızın milliyetçisinin, ulusalcısının, hatta aydınının da ağzına farklı cephelerden gelip yerleşti.
Hükümette buna benzer söylemler geliştirildi. İsimlerin Kürtçe olabileceğinden tutalım da, anayasanın değişmesine yönelik kimin ne önerisi varsa açıklansın gibisinden açıklamalar yapılarak, aslında kürt sorununun türkiye’de sadece bir hükümetin değil, genel anlamda toplumun ve türk devletinin bütün dokularının ortaklaştırdığı akıllarıyla çözümü geliştirebilecekleri bir sorun olduğunu bu söylemlerle çok yakıcı bir şekilde hissettirmiştir.
Sonraki günlerde Gül, bu sefer de Suriye’ye yaptığı ziyarette yine çeşitli kelimeler kullanarak, türkiye’deki gündemler halkasına bir yenisini daha ekledi. “herkesi göreve çağırdı”, “bu konuda inisiyatif aldığını” söyledi. Bir cumhurbaşkanı olarak bunların söylenmesi elbette çok önemlidir. Fakat burada da dikkatten kaçmayan bir nokta var ki, iran’da yapılan söylem de geçerli olan bütün noktalar, Suriye içinde geçerli olmak zorundadır. Özellikle son yıllarda kürt halkına yönelik acımasız saldırılar geliştirilen Suriye devleti bu sorunda taraftır. İran’ın yaptığını Suriye’de neredeyse harfiyen uygulamaktadır. Bunların kürt halkına yürüttükleri temel politika, kürt-türk çatışmalarının derinleştirilmesidir. Eğer cumhurbaşkanı bunların farkında ve bu temelde oralardan bu söylemleri yaparak onlara da mesaj vermeye çalışıyorsa, bu politikayı ve girişimleri sürecin gelişmesine önemli katkılar sağlayacak tutarlı diplomatik adımlar olarak değerlendirmek ve algılamak kaçınılmaz olacaktır. Fakat söylemlerde bunların olması rağmen, bu devletler ile kendi köklü devlet geleneklerinin komplocu siyasetinde yeni bir saldırı konseptini hazırlamak amaç ise, bunun başarı kazanma şansı fil’in İngilizceyi öğrenebilme şansından daha azdır. Bu noktaları özellikle 29 mart’tan sonra gelişen dönemde daha iyi görmeleri gerekmektedir. O temelde şunu net bir şekilde görmek gerekir ki; bu sorunun çözümünde bir noktadan başlanılarak bütün düğümler peşi sıra çözüme kavuşturulmak zorundadır. Kendi dinamikleri içerisinde geliştirilecek çözüm her zaman daha kalıcı olacaktır. Bu temelde şimdiden felaket tellallığı yapmak gibi bir amacımın olmadığını belirtebilirim. Fakat açıklamaların çok olmasına rağmen, adımların biraz rötarlı olması da (en azından iyimserliğimle ben gelişmeyen adımları rötarlı olarak görüyorum) dikkat çekmektedir.
toprak cemgil
- Ayrıntılar
Siz hiç gökyüzünü bilir misiniz? Gece yatmadan önce seyre daldığın milyonlarca yıldızı, daha kaybolmadan sabah vaktinde yerlerinde bulmanın heyecanını tattınız mı? Bir dağın zirvesindeyken, altında kalan bulutlarda her renge bürünen gün ışınlarını hiç hafızanıza kaydedebildiniz mi? Yoksa bunları sadece ünlü ressamların tablolarına mı borçlusunuz?
Siz hiç birbiri arkasına dizilmiş, her biri bir tarafa koşuşan ama bir o kadar da ahenk içinde çalışan karıncalardan emek dersi aldınız mı? Ya da hiç ummadığın yerde karşına çıkan ve bir anda da kaybolan yabani keçilerden hızlı ve gizli olabilmeyi öğrenebildiniz mi? Peki gece gündüz demeden oyun oynamaya doyamayan sincaplardan, tüm dünyayı bir kenara bırakarak çocukluk nasıl yaşanılır anlayabildiniz mi? Kuşların sesindeki, atların gözlerindeki mananın sırrına erebildiniz mi? Yoksa siz tüm bunları La Fontaine’nin fabllarına mı borçlusunuz?
Siz, düşen bir palamudun filiz vererek toprağa ulaşmasını ve ardından kök saldığını görerek bundan yaşam mücadelesinin nasıl verilebileceğini öğrenme başarısını gösterebildiniz mi? En basit bir canlının milyonlarca yıllık bir geçmişe sahip olduğunu doğanın dilinden dinleyebildiniz mi? Peki siz sıradan bir meşenin yaprağındaki desen ile kendi yaşamınızın akışı arasındaki bağı kurabildiniz mi? Yoksa siz tüm bunları ortaokuldaki biyoloji derslerine mi borçlusunuz?
Siz, kendisi aç iken ekmeğini size veren bir arkadaştan yeni bir toplum nasıl oluşturulur öğrenebildiniz mi? Ya da kendisi yaralıyken size gülümsemesini bilen bir yoldaşın yarattığı umuttan haberiniz var mı? Peki ufak bir çakı ile mevzi kazarken tüm insanlığı tasarlayan bir savaşçıdan insanlık bilinci aldınız mı? Tüm bunlara rağmen halkına karşı kendisini borçlu hisseden gerilladan vicdan nasiplenebildiniz mi? Yoksa tüm bunları çocukken okuduğunuz kahramanlık öykülerine ya da izlemeye doyamadığınız Hollywood filmlerine mi borçlusunuz?
Çok bilmişler okur mu bu yazıyı? Pek sanmam…
Çok bilmişler cevaplayabilirler mi bu soruları? Hiç sanmam…
Dağlar zaten bizim. Şehirler de sizin olsun diyeceğim ama kusura bakmasın çok bilmişler; herkese müjdeler olsun ki, yeniden düzenlemek için, şehirleri de alacağız kirli ellerinden.
16. 05.2009
Bışar Andok
- Ayrıntılar
Günlerdir medya gerçekleri yansıtmaktan, aramaktan çok salt olay muhabirliği yapıyor. Hatta gerçeğin anlaşılmaması için bin bir konuyu piyasaya sürüyor. Yapılan tam bir manipülasyon. Hukukta, bu yapılanlara bir tür delil karartması da denebilir. Karartma yapılan haberlerle, sunulan bilgilerle yapılıyor.
Olay ilk olduğunda söylenen şey ya terör ya da töre cinayetiydi. Sanki tüm basın merkezleri böyle bir şey için çoktan hazırlanmıştılar. Birkaç gün önce Genelkurmaylık tüm basını boşuna toplamamıştı. Yıllardır basın devlet ve orduca şuna alıştırılmıştı: Bölgede yapılan her türlü katliamın faili ya PKK ya da töredir. Yani sonuçta suçlu Kürt'tür. Kürt her zaman bir suçlu, Kürtlüğe dair her şey bir suçluluk potansiyelidir. Zaten yıllardır devlet pek çok politikasıyla bunu herkese yansıtıp dayatmıyor mu?
Olayın ne bir töre ne bir PKK saldırısı olmadığı çok nettir. Bunu o köyde sağ kalanlardan biri içişleri bakanına çok net söylüyor.
Bu yazı da değinmek istediğim başlıca iki nokta var.
Birincisi bu katliam devletin silahı ve mermisiyle sekiz “Kürt” tarafından yapılmıştır. Kürt birey ve toplum gerçekliği öyle bir hale koyulmuştur ki gözünü kırpmadan birkaç kuruş para için 44 akrabasını katledebilmektedir. Bu yüzyıllardır Kürt halkına, işbirlikçi Kürt bireyine dayatılan bir politikadır. Başkalarının tetikçisi olmak. Başkaları için yaşamak. Başkalarının kimliğiyle yaşamak.
Bunu destekleyen geri feodal toplumsal kalıplar halen Kürdistan’da mevcut. Ve bu yapıların koruyan güç devlet. Çünkü feodal toplumsal şekillenmelerle toplum bölünüp istendiği gibi yönlendirilebiliyor. Bunu devlet özellikle 12 Eylül süreciyle beraber yoğun bir şekilde yapıyor. En somut örneği Kürdistan’daki AKP milletvekillerinin büyük bir çoğunluğu aşiret reisleri.(örneğin Ağrı AKP milletvekili Yaşar Eryılmaz Hasansori aşiretinin ağasının oğludur. AKP Doğubayazıt belediye başkan adayı Ali Konyar Koti aşiretinin lideridir.) Bu salt AKP’nin değil TC’nin Kürdistan’daki yıllardır uyguladığı politikadır. (Bucak gerçeği en yalın örnektir.)
İkinci nokta da birinci noktayla bağlantılıdır. Hem feodal yapıları koruyacaksın(Kürdistan’ın örgütsüz kalması için, geri kalması için okulsuz, fabrikasız bırakacaksın) feodal egemenleri Kürt halkını ezmek için bir araç olarak kullanacaksın. Sonra da yapmış olduğun katliamları örtmek için bir araç olarak kullanacaksın. Osmanlıda oyun çok! derler. Son olanlar da bir oyun. Kirli bir oyun. Bu oyun deşifre olmuştur.
Şimdiye kadar tüm olanlara sessiz kalanlar ve kullanılan tüm kesimler olayı iyi görüp anlamalı, kendi olmanın savaşımına katılmalıdır.
Orhan Hamdi
- Ayrıntılar
Mardin Mazıdağı Kerte köyünde büyük bir katliam yapıldı.
Basın, devlet olaya töre cinayeti diyor.
Gerçekten öyle mi?
Söylenen katliam töre cinayetiymiş. Ne töresi diye sormak gerekiyor.
Bu töre de neyin nesi?
Olaya ilişkin bir yazısında Mehmet Kamış şöyle diyor:
“Bunun cehaletle, husumetle, terörle açıklanabilmesi mümkün değil. Nedeni ne olursa olsun bu tam bir toplumsal travma halidir. Şiddetin herkesi boğmaya başlaması halidir. Bu, ölümün, kanın, kan dökmenin sıradanlaşmasının neticesidir.”
Bu tanımlama eksik bir tanımlama hatta yanlış bir tanımlamadır. Cesur değildir. Doğruları söylemekten uzaktır.
İşin doğrusu devletin korucuları kullanarak yaptığı bir katliamdır. Bu devlet töresi sonucu yapılmış bir katliamdır. Devletin töresi ne der: “bekaanı korumak için ne gerekirse yapacaksın!”
Kürt halkının dirilişini direnişini sindiremeyen devlet bu direnişin, bu dirilişin mimarı Kürt özgürlük hareketini karalamayı hedefledi ve aynı zamanda sizi istediğim zaman katliamlardan geçirebilirim dedi. Birkaç korucuya birkaç kuruş para ve bazı farklı vaatler… Sonrası bildiğimiz gibi.
Söylendiği gibi şiddetin herkesi boğmaya başlaması halini dayatan devlettir. Her türlü şiddetle onlarca yıldır yaptığı çeşitli katliamları farklı boyutları, farklı şekilleriyle yapıyor. Son olayın tek farkı yeniçağın gerektirdiği elbiselerin giydirilmiş olmasıdır.
Ancak olayı hem biraz süreçle, hem haberlerde anlatılanlarla birlikte yorumladığımızda devletin bu katliamın tek faili olduğunu göreceğiz.
Öncelikle siyasal sürece bakalım:
Yerel seçimlerde Kürt özgürlük hareketi devletin beklentisinin tersine yükselişe geçti.
KCK eylemsizlik kararı verdi.
Kamuoyunda Kürt sorununun çözümü umutları filizlendi.
Buna karşı TC ordusu yerel seçimlere kadar ara verdiği askeri operasyonlara başladı.
DTP ye karşı büyük bir operasyon başladı.
Kısacası Kürt özgürlük hareketinin barış çabalarına, adımlarına, demokratik siyaseti geliştirme çabalarına karşı devlet Kürt halkının iradesini kırmak için son gücüyle uğraşıyor.
Anadolu ajansının geçtiği haberi de okuyacak olursak:
“İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Adalet Bakanı Sadullah Ergin ile Tarım ve Köy işleri Bakanı Mehdi Eker’in köyü ziyaretinde başsağlığı dilediği köylülerden Osman Çelebi, (46) Bakan Atalay ile bir süre sohbet etti.
Çelebi, Bakan Atalay’ın "Bu olayı nasıl açıklıyorsunuz, sorun neydi?" sorusunu, şöyle cevaplandırdı:
"Sayın Bakanım, aramızda bir sorun yoktu. Dünden beri herkes bu konunun peşinde. Ama buradaki herkes biliyor ki aramızda en ufak bir husumet, dargınlık yok. Bunlar öz ablamın çocukları. Onların amacı bizi tamamen silmek ve olayı terör örgütüne mal etmekti.”
Bu kadar net bir durum varken halen farklı yorumlar yapmak doğru değildir.
Yıllar sonra (1990’lara benzer) devlet toplu sivil katliamlarına başlamıştır. Bunu ört pas edilmesine aklıselim namuslu olan herkes karşı çıkmalı, bu sürecin önüne geçilmelidir. Bu katliamın üstündeki perdenin kaldırılmasını başarılamazsa bu katliamın planlayıcıları Türkiye’yi bundan sonra buna benzer katliamlara boğacaktır.
Hoşimin Fırat
- Ayrıntılar
Bu dönemler birçoğunuza tanıdıktır, yani yabancısı değilsinizdir. Hayatımıza isyan ve protestolar girince, ilk elden doğruyu ve güzeli aramaya koyuluruz. Onlara doğru bir yolculuk bütün düşüncelerimizi, hatta ruhumuzu sarmaya başlar. Bunlara da çok fazla karşı koyamayız. Çünkü ancak bu yollarda ilerleyebildikçe güzelin ve doğrunun, ab-ı hayatında kendimizi pak eyleyeceğimize yönelik yürek dolusu bir inancı, yerleştiririz göğüs kafesimizin sol köşesine.
Mücadele eşiğini aşmaya başladığım bu dönemlerde, hayatıma giren ikinci önemli 6 ise Mayıs ayına düşmüştü. Aslında sonraki dönemlerde daha çok direniş ve öfke düşecekti bu Mayıs’a… Fakat benim bilincimde gelişen ve Mayıs’ı sorgulatan, bunun ötesinde sistem denilen o acımasız çarkın tarihini, bugününü ve yarınını, belli fikirlerin istikametinde yorumlamaya çalışmam olmuştu. Sonrasında nereden elime geçtiğini tam hatırlayamadığım bir kitapta Gülünün Solduğu Akşam’ların olduğunu da öğrenmiştim Mayıs’ta… Belki de yiğidin, kardeşliğin ve türkünün adı olmuştu Deniz, Hüseyin ve Yusuf…
Sonrasında isyanın ötesine, yani engin bir denize ulaşmayı hedef belledim. Bu hedefi felsefe edinmiş bir gerilla olarak, şimdi memleketin ahvaline bakıyorum, Mayıs’ın mayasında mıdır? Diye düşünüyorum. Bu kadarını nasıl barındırır kendinde. Feodal örgüler tarafından kalıplandırılan bir toplum nosyonu, batısında yer altına doluşturulan bombalar, doğusunda ise omuz hizasında kollara yapıştırılan bayrağın yanında yazılan “geçici köy korucusu” sisteminde katledilen 44 insan…
Ve basında HC’nin yaptığı röportajlar, yani K. Irak notları. KCK Başkanlığının yaptığı açıklamalar ve çağrılar var. Önemli bir noktada “akil adamlar”a değiniliyor. Aslında çözümün güzergâhı çok net bir şekilde anlatılıyor, ortaya konuluyor. Nedense bazı akilsız adamlar orasından, burasından anlama çabalarında canhıraş bir efor harcamakta ısrar ediyorlar. (İ. Berkant gibileri) herhangi bir olgu da ya da bir sorunda çözümün ortak paydalarda gelişebileceğini hiç mi düşünemiyorlar? Hele hele Kürt sorunu gibi yüzyıllara yayılmış ve bu coğrafyanın kangrenleşmiş sorununa böylesi bir yüzeyselliğin getirisi ne olabilir? Diye fikir üretemiyorlar ya da plaza aydıncılığında menfaat güdüyorlar…
Bu altıncı gününde gündemde bunlar var bu yörelerin ve ben artık Mayıs’ın daha derinliklerinde hissediyorum “halkların kardeşliğinin” bir slogan olmadığını, bunun bu coğrafya’da birlikte yaşamın besmelesi olduğunu da biliyorum. Fakat bunun yol göstericileri ve savaşçıları olmak gerektiğine yönelik sarsılmaz inancımda, bedenimin nabzı olmakta.
Burada ben türkü gibi geceye nakşişleyen yiğitlere ve doğruluk ile güzelliğin ab-ı hayatına adananlara sesleniyorum; zamanı kendini öğüten bir ritüel olarak görmüyorsanız, isyan etmeye başlayın bir yerlerinden altı’ların… otuz sekinci yılındayız ve Zap’a köprü yapanların anılarına sahip çıkabilmek için, bu tepeden tırnağa değin kardeş ve genç bedenlerin kanıyla sulanmış düzene daha güçlü protesto edin. Unutmayın! Biz pir sultan abdal’ların torunlarıyız ve deniz’lerin, İbo’ların, Haki’lerin, Kemal’lerin devranı takipçisiyiz… Böylesi bir tarihi kültürün hâkimiyetinin olduğu bu memlekette “bir olması gereken canlarız” ve ölümün bile ensemizde olduğu zamanlarda “yaşasın halkların kardeşliği” diye haykırmalı ve onu bir yaşam uğraşısı haline getirmeliyiz… Ancak böyle Gülümüz Solmayacak Mayıs’larda…
toprak cemgil
- Ayrıntılar
Bu devlet, devşirmelerin devleti.
Bu alçakların ve devşirmelerin tahtına oturduğu Kürdistan, Anadolu ve Trakya ülkesi ise, bizim ülkemiz.
Gel gör, ne yazık ki,
Bu ülkenin geleceği alçaklara teslim edilmiş.
Gel gör, ne yazık ki,
Bu ülkenin geleceği devşirmelere teslim edilmiş.
Gel gör, ne yazık ki,
Bu ülkenin geleceği soysuzlara teslim edilmiş.
Gel gör, ne yazık ki,
Bu ülkenin geleceği inkarcılara teslim edilmiş.
İşte bu alçaklardan dolayıdır ki,
İsyan ediyoruz.
İşte bu soysuzlardan dolayıdır ki,
Dağlara çıkıyoruz.
İşte bu devşirmelerden dolayıdır ki,
“Berxwedan Jiyane” diyoruz.
İşte bu inkarcılardan dolayıdır ki,
Fetul-Münafıkçılar ile Hizbul-Kontracılara “yaşasın cehennem”! diyoruz.
Buna isyan eden, sadece Kürdistan gerillası değildir.
Şimdilerde Türk profesörleri bile, isyan etmeye başladılar.
Cumartesi günü Ankara’da, “Toplumsal Uzlaşı” adıyla sivil toplum örgütlerinin katıldığı bir toplantı yapıldı.
İşte o toplantıda söz alan Prof. Dr. Kadir Cangızbay şöyle diyor.
“Beni inkar eden olursa değil dağa, Ay’a bile çıkarım. Beni inkar etseler isyan ederim. İnsanlar inkar edildiği için isyan ediyor.”
Ve devam ediyor.
“Eğer yerde yatan bir kadının yüzüne tekme atarsan, işte ben bunu yapanlara alçak derim. Buna herkesin karşı çıkması gerekir. Yere düşen bir kadının yüzüne tekme atan polise ben alçak derim, Ve buna alçak demeyen de uzlaşmadan bahsedemez”.
Bunlar havada söylenen sözler değil.
Bunlar Kürdistan’da yaşandığı için bir prof isyan ediyor.
Bunları yapan Türk polisi olduğu için bir prof isyan ediyor.
Batman’da, Wan’da Kürd kadınları yerlerde istif yapıldı.
Yerdeyken Fetul-Münafıkın Türk ırkçı zihniyetiyle eğitilerek robotlaştırılan polislerce yüzleri tekmelendi Kürt kadınlarının.
Cölemerg’de kadavra parçası Türk kafatasçı timi tarafından Seyfi Turan’ın kafatası önce dipçikle çatlatıldı.
Bununla da yetinmedi.
Yerde tekmelendi.
Bunu yapan Fetul-Münafık zihniyetli ırkçıTürk polisi.
Seyfi çocukcağız daha 14 yaşında.
Kan revan içinde.
Yaşayıp yaşamayacağı daha belli değilken.
Nasıl ki, 12 Eylül cuntacıları Erdal Eren’in yaşını 18 çıkarıp idam ettilerse, 12 Eylül cuntacıların iktidara getirdiği zihniyet Fetul-Münafıkçılarda Seyfi’nin yaşını 17 diye basınlarında verdiler.
Yani bizim Seyfi canverseydi, Fetul-Münafıkçı iktidar çocuk öldürdü demesinler diye, hemen bir kalemle yaşını 17’ ye çıkardılar.
İşte bizim isyanımız, bu Türk putçusu ırkçı Fetul-Münafıkçılar ile onların katil başı Gürçü Katil-Qerdoğan’adır.
İşte bizim isyanımız, Yahudi Katil Boşbuğ’a dır.
İşte bizim isyanımız, Yahudi Sabahattin Işık Koşaner’edir.
İşte bizim isyanımız, Yahudi Abdullah Gulfıroş’adır.
İşte bizim isyanımız, Yahudi Babacan’adır.
İşte bizim isyanımız, Arap Atalay’adır.
İşte bizim isyanımız, Yahudi İrgun Saygun’adır.
İşte bizim isyanımız, devşirme ve mason CİA ajanı Fetul-Münafıkadır.-Fetullah Gülen-
İşte bizim isyanımız, Yahudi Atilla Işık’adır.
İşte bizim isyanımız, Türk olmayan bu devşirmeleredir.
İşte bizim isyanımız, Türkten daha Türkçü olan bu soysuzlaradır.
Bu inkarcılaradır.
Türkiye halkına ve ülkeye değildir.
Bizzat bizim isyanımız, Türklerin ve Kürtlerin kendi kendini yönetmesi içindir.
Kürt ve Türk halklarının bu kan içici devşirmelerden özgürleşmesi içindir.
İşte bizim isyanımız, bu devşirmeler güruhunun Kürd kadınları daha yerdeyken yüzlerini tekmelerinedir.
İşte bizim isyanımız, bu devşirmeler güruhunun Seyfi isimli çocuklarımıza dipçikle vuranlaradır.
Yerde tekmeleyenleredir.
İşte bizim isyanımız, Kürdistan, Anadolu ve Trakya halkları ağırlıkta Kürt ve Türk iken ismi geçen devşirmelerin ülkemizi yönetmesinedir.
İşte bizim isyanımız, ismi geçen inkarcılar, soysuzlar,katiller, alçakların Kürtleri ve diğer halkları inkar etmesinedir.
Bu alçaklara, inkarcılara, soysuzlara ve devşirmelere isyan etmeyende ya alçaktır, ya inkarcıdır, ya da soysuzdur.
Bunu eğer bir Türk profesörü söyleyecek düzeye kadar gelmişse, onun söylediği gibi değil dağlara, aya bile çıkarız.
Sırf kimliğimizi ve insanlık onurumuzu korumak için.
Vallahi de, billahi de , tıllahi de dağlara çıkmaktan başka yol yoktur.
Vallahi de, billahi de, tıllahi de er veya geç bunu inkarcılara da öğreteceğiz.
Bunu alçaklara ve devşirmelere de öğreteceğiz.
ÖZGÜR BİLGE
- Ayrıntılar
Şimdi son dönemlerde yaşanan mevcut bir tablo var Türkiye’de, nedir bu tablo diye bir soru zihinlerinize hasıl olursa; sağda-solda kudurmuş bir şekilde kolluk güçlerinin arz-ı endamları, Ergenekon safsatasında H. Özkök’ün tanık olarak ifade vermesi yine 1 Mayıs kutlamaları çerçevesinde Taksim’e yönelik fiks menü yürütülen tartışmalar vb…. tabi tüm bunların yanında geçtiğimiz günlerde Bostancı’da polislerle( canlı yayınlardaki uydu basını da sayarsak) tüm Türkiye’nin temsiliyetini ellerinde bulundurduklarını sananlarla, abide-i görkemlilikte bir direniş gösteren komutan Orhan vardı bu ülkenin gündeminde…
Başta İlker Başbuğ’un incilerine değinmek gerekiyor diye düşünüyorum; bunlardan en önemlisi yüksek perdede kullanılan ses tonu oluyordu. Nedense daha öncesinde de Aktütün saldırısı sonrası böylesi yüksek perdede atıp-tutan, salladığını korkutmaya çalışan çağdaş bir delidumrul misali konuşuyordu. Hatta o zamanlar uydu basının uyduruk gazetecilerinden M. Ali Birand, yazdığı köşe yazısında “gerçekleştirilen Aktütün baskını ülke olarak kimyamızı bozdu” şeklinde bir ibare kullanmıştı. Bugün yine yüksek ses ve bozulan bir kimya söz konusu mu diye soruyorsunuz değil mi?
Yine Başbuğ böğürüyor; “farklı bir düşünceye sahip olanların TSK’da yeri olmaz” diye. Aslında bu bir hatırlatma ya da ikaz babında söylenmiş bir cümle değildir. Daha çok zihniyetindeki örümcek ağlarının onun ağzından yerlere serilmesi veya kameraların objektiflerine poz vermesi olabilir. Yani yeni olan bir durum olmadığı gibi bu cümle, yaklaşık 90 yıllık bir devlet geleneğinin ve gerçeğinin bir tezahürünün ötesinde farklı bir anlamı yoktur. Dün Kenan Evren’di, Doğan Güneş’ti, Yaşar Büyükanıt’tı, bugün de İlker Başbuğ aradaki tek değişiklik bu işte. Yani o yere göğe sığdıramadıkları üniformaları gibi tek tip bir zihniyetin çırpınışlarının ötesinde zaman kaybıdır. Demek ki Max Weber’i biraz daha iyi okumak gerekiyor.
Yine bu iletişim ! toplantısında paralı askerliğe değiniliyor. Burada da yüksek perde de bir ses tonuyla cevap vermeye çalışıyor genelkurmay başkanı, “ bir yerlerde ölen, şehit düşen askerler varken, birkaç bin dolarla askerlik olmaz Türkiye’de” devamla ekliyor, “hem var olan askerlerimiz ihtiyacın altındadır” diyor. Şimdi şunu kesin belirtmek gerekiyor, ne orta ne de uzun vadede paralı askerlik tartışmalarına son noktayı koymak, İlker Başbuğ’un boyunu aşıyor. Yine bunun yanında var olan askerlerin sayısının, olması gerektiğinden az olduğunu söylüyor. Şimdi genelkurmay başkanına “yaşam düşünenler için bir komedi, hissedenler için bir trajedidir” sözünü söylemekten kendimi alı koyamıyorum. Gerçi hoş öyle anlayacağına yönelik pek fazla umudum da yok ya… şimşir başa felsefesine girmekten ziyade, şunu kendinize sorun, bu askerleri öldüren nedenler noktasında nerede hata yapıyoruz? Bu ve benzeri sorulara aklı selim bir cevap veremezsiniz, daha çok basına genelkurmay başkanı olarak savaş bilançosu vereceksiniz, ondan sonra da uydu basın birçok haber geçecek; “kara haber ……….. ailenin yüreğine ateş düşürdü” diye…
Şimdi biraz da komutan Orhan’ın direnişine birkaç cümle ile değinebiliriz; özellikle polis telsizinde şehit düşmeden önce yaptığı konuşma da; “teslimci olmayan özel bir devrimci kuşağında yer almak istiyorum”, diyordu. Yani çatışma ve direnmenin, bu şekilde şahadete ulaşmanın aslında bir mücadele biçimi olduğuna vurgu yapıyordu. Yine büyük devrimcilerin ve halk kahramanlarının örneklerine de değiniyordu. Yani o konuşmalarda kullanılan kelimelerde ve halkların kardeşliğine inanmış bir sesin kararlılığı vardı. Bu anlayana gerçekten de protest bir sazdı, anlamayanlara ise belki bu yazı da azdır. Ama bizim işimiz anlamayanlara ve anlamak istemeyenlere anlatmak, gözlerine soka soka anlatmak… bu temelde de zaten komutan Orhan’ın o görkemli direnişi biz yüreği devrim için atanlara bir meşale olmaya başlamıştır bile.
Tabi tüm bunların yanında Türkiye kamuoyunda bir Orhan Yılmazkaya portresi ortaya konulmaya çalışıldı. İşte Soner Yalçın’ın çaylağı olmaya çalışan Cüneyt Özdemir’in programında ön plana çıkarmaya çalıştığı bir kitap konusu vardı, yine bunun ardından bugün de Aziz Üstel’in yazdığı bir yazı vardı “Bostancı savaşının altında neler yatıyor?” başlıklı.
Şimdi her şeyden önce şu aklıma takılmıyor değil hani, toplumlar mücadelesinde ve son yılların en görkemli direnişinde, fikir yürütmek Aziz Üstel’e meyl olduysa, aslında bu durumun ne kadar içler acısı olduğunu göstermektedir. Daha öncesinde televizyonlarda saat 24’lerde talk show yapmayı kendine üç beş kuruş karşılığında amaç edinmiş bu zatı muhterem, bugün kalkmış da arkada yatan nedenlere kelam buyurmaya çalışıyor. Ondan sonra da Şeyh Bedrettin ile Deniz’ler, İbrahim’ler ve Mahir’ler arasında nasıl bir bağlantı olduğunu anlamaya çalışıyor ya da en azından öyle bir görüntü ortaya çıkıyor. Kendini zorlamaya ne hacet! Bu bir beyin işidir, bir fikir mücadelesidir, yani azizim aziz, aç kulağını iyi dinle sende bunlar yok, ondan vazgeç bundan ya da bu aptallığın dışavurumundan.
Yine Avrupa’da köylü direnişlerinin sembolü haline gelmiş Thomas Münzer üzerine de harfi bilgiler veriyor, adam akıllı kendini de bu konular üzerinde ulvi veya bilgili zanneden bir atmosfere de bürünüyor. Halbuki programlarında ya da hayat-ı istikametinde uşakların uşakları olmayı kendine yüce ülkü edinmiş birisinin bu büyük isimleri zikretmesi, olsa olsa ilerici ve özgürlükçü insanlığın bir trajedisidir. Sen bunları yani Şeyh Bedrettin’i de, Thomas Münzer’i de yazında kullanacak kadar sanal ortamların arama motorlarında öğrenebilirsin. Ama inanmış insanlar, hayatın güzelliklerini arama motorlarında öğrenmezler bir öğreti olarak paylaşırlar, savaşırlar zamanı geldiğinde ölüme göz bile kırpmazlar.
Yani azizim sen bırak bunları, komutan Orhan hakkında kelam buyurmayı, satılık olduğun aşikardı, böylelikle daha da aşağılık olma. Savaşın arkasında yatan gerçekleri arama sen, ama anlamaya çalış ve dürüst olmayı bir erdem olarak kabul et. Aksi takdirde senin işgüzarlığının sınırlarını aşar, komutan Orhan’a kara çalmak ya da insanlığa mal olmuş büyük direnişçileri kendi kıtlığında zikretmek… sonra yiğit gençler hesap sorar sana… yani aziz, sen ortalıkta çok fazla kıvırtma…
toprak cemgil
- Ayrıntılar
Şehit Orhan Yılmazkaya'nın Kendi Yazısı
“Sosyalist Hamdi”
Bir yanlışlık anı…
Fransız felsefeci Guy Debord, modern dünyayı eleştirdiği Gösteri Toplumu adlı eserinde, “Gerçek anlamda altüst edilmiş bir dünyada doğru, bir yanlışlık bir anıdır.” diyor. Kitap 1967 de yazılmıştı; kapitalizmin geniş yığınları yönetmede kullandığı “zor” ve “gönüllülük” yöntemleri hakkında keskin ve gönümüzde de bir çoğu geçerliliğini koruyan gözlemleri dile getiriyordu ama bir bütün olarak karamsardı.
1967’den beri dünya gerçek anlamda daha fazla altüst edildi. Sosyalist sistem çözüldü, “tarihin sonu” ilan edildi, internet icat edildi, AB kuruldu. Batınını değerleri ile ve o değerleri yaratıp yaşatan araçlarla bakarsanız, doğruya bir yanlışlık anı kadar bile yer kalmadı. CNN international hiç yanlış haber vermedi, Hz. Ali’nin “Zalimin meclisinde oturan da zalimdir.” sözünü hatırlatırcasına, zalimin gözlüğü ile bakıp doğruyu görmenin imkanı kalmadı. Murathan Mungan’ın güzel bir şarkı da olan şiirinin metaforu ile konuşursak, çemberin içi ile dışını ayıran çizgi kalınlaştı, çelikleşti. İçindekilerin tasası azaldı, dışındakiler “Zülmün artsın” diye haykırır oldu. Doğal olarak hala, ABD’de 5, Asya’da 50, Afrika’da 500 kişi ölünce ajans haberi oluyor. Gösteri toplumunun niteliğini ifşa eden açıklamalarda gösteri toplumunun parçası oluverdiler. Liberalizm hiçbir zaman batının vicdanı olamamıştı; hala da öyle. Vicdanın gereksizliği cruise füzeleri tarafından keşfedildi. Radikal solcu gazete sayılır, ABD eşitlik ve özgürlük aranışının mantıki, güncel ve mümkün yegane biçimi kabul edilir, postmodernizm galip ilan edilir oldu. “Büyük anlatılar” bitmişti, her şey çok güzel olacaktı, “Kürt halkı vardı ama yanlış işler yapmaktaydı.”
Böyle bir dünyada doğruyu anlamak için, bir yanlışlık anı olarak ortaya yine de çıkabileceği durumlardan fazlasına ihtiyaç vardır. Bir yanlışlık anı olarak, Şemdinli’deki JÎTEM otomobilinin bagajını kaydeden cep telefonu görüntüleri, “Gerçek gerçeğin” anlatımı olarak eksikli kalırdı. 28 Şubat darbesi ile birlikte örgütlenen ışık söndürme eylemleri gibi, Granpeaace’ın çizgisi gibi… Silopi’deki DEHAP yöneticileri bu eylemlerden sonra kaçırılıp katledildi, Uğur Kaymaz da. 28 Şubat’ta bu eylemleri ordu ve büyük sermaye maniple etmişti. Silopi ve Kızıltepe infazlarını da ordu icra etti, sermaye basını görmedi…Peki o zaman, doğruyu “Bir yanlışlık anı” olmadan nasıl algılayacak insanoğlu-kızı? Ya da şöyle soralım, doğrunun yeni doğrular yaratabilen yöntem olmasına “Gösteri toplumu” ne diyecek?..
Gösteriyi sona erdiren gonga vurmadan, gösterinin perdesini indirmeden doğruyu bulamayacağız. Bulsak da 5N 1K programında sansürlü birkaç dakikadır ömrü. Musa Anter anılarında Dersim isyanından hemen sonra Hukuk Fakültesinde okurken adli tıp dersinde karşılaştığı bir olayı naklediyor: Merminin insan vücuduna etkisi konusu işlenirken bir genç, konu hocadan daha canlı anlatıyor. Hoca, bu kadar doğru ayrıntıyı nasıl bildiğini sorduğunda, “Ben Dersim isyanına yedek subay olarak katıldım, orada çok Kürt öldürdük” diyor. Doğru kendisini “Bir yanlışlık anı” olarak ifade ediyor. Ama “Sömürgeciliğin doğrusu” ortadan kaldırılmadan, bu anın ne kadar hükmü var ki?
Egemen gösterinin dili değişmeli bizim için her şeyden önce. “Piyasa”, “uluslararası toplum”, “kamuoyu”, “vatandaşlık bağı”… benzeri kavramlar sorgulandıktan sonra, “infaz” edilmeli. Piyasada tezlerimizi destekleyen krizler olsa da uluslararası toplum “genel insanlık çıkarı” için bir küçük karar olmuş olsa da, kamuoyu bizden bazı seslere “salatanın sirkesi” yer verse de, cebimizde bir TC kimliği olsa da bu kavramların dili reddedilmeli mesela. Hatta bir önceki cümleme bile itiraz edilmeli!... Neden Kürt halkı sorun olsun ki? Sömürgeci zihniyet kaya gibi yerli yerindeyken, coğrafyamız mozaik değil mermerken…. Filistin’de İsrail askerleri “işgalci” olarak tarif etmeyen emperyalist haber ajanlarının ifadeleri bizi rahatsız etmeli. “Kürt yoktur ve sorun yaratmaktadır” biçimindeki eski devlet dilinin, “Kürt vardır ama sorun yaratmaktadır” şekline dönüşmesinin, sadece devlet ricalinin değil, genel geçer Türk basının, “Sivil toplumun”, Türk Akademik sisteminin de fikri olduğu unutulmamalıdır. Pratik kabullerle zihniyet, zihniyet dönüşümü, zihniyet dönüşümü ile onu sağlayacak olan maddi durum değişiklikleri arasındaki neden-sonuç ilişkileri iyi düşünülmeli. Marks’ın çok sık tekrar edilen ama tekrar edildikçe gönümüzü daha fazla açıklayan sözü ile söylersek, “Öz ve biçim aynı olsaydı, tüm bir bilim gereksiz olurdu” sanıyorum şöyle devam etmemizde mümkündür: “Siyaset de…” Şüphesiz siyaset bir “gerçekleri açıklama kampanyasına” indirgenemez. Ama gerçekleri açıklamadan da devrimci siyaset de yapılamaz. Gerçeğin kendisi de devrimcidir ve kimse devriciliğin saf zaferden oluştuğunu söylememiştir. Gerçeği açıklamak için, onun kendi dilini, araçlarını ürütmek durumundayız.
Peki o zaman, gerçekten altüst edilmiş bir dünyada Kürt Ulusal Kurtuluş hareketinin “yanlışlık anı” hangisidir? “Yanlışlık anı”, gerilladır. O kadar “yanlışlık anı”dır ki, Türk devleti 15 Ağustos Atılımı’ndan sonraki birkaç yıl gerillaya eşkıya kelimesinin Osmanlı’daki kullanımı ile “Şaki” demeyi tercih etmiştir. Gerilla ona göre, “artık yeter” deme cesaretini göstermiş bir köylüdür. Koçero’dur, Çakırcalı Memed Efe’dir. Bir jandarma pususunda vurulur, bir kasaba meydanında asılır, belki de önce “düze indirilip halledilir” Aradan geçen 22 yıl, gerillanın şaki olmadığını gösterirken, doğru “bir yanlışlık anı” olmaktan çıkmış, şaki kelimesi Osmanlıca-Türkçe sözlükteki sessiz yerine dönmüş, kar üzerinde “kart-kurt” diye ses çıkaranlar silahlarını bırakma ihtiyacı olmadan düze inmişlerdir. Artık meclis kapısında, büyük kentlerin meydanlarında, Türk siyasetinin caddesinde, edebiyatın, müziğin ruhi alemlerinde dolaşıp, “ka niştiman ka azadî” diye soruyorlar. Nesimi’nin türküsünde ki gibi “hoş olayım, olmayayım / o yar benim kime ne?” diyorlar. Böyle bir Türkiye de Kürt halkı için doğrunun bir yanlışlık anı olmasının hiçbir önemi kalmadı. Artık Kürdistan gerçekliği var. Doğru olan odur. Kürt halkı, gelecek günler için “gökten ayet inmedi bize / onu biz kendimiz vaadettik kendimize” diyen şairin insan tasvirini haklı çıkardı. Kürt halkı için mücadelesi doğrudur ve bu doğru “bir ana” sığmıyacak kadar büyütülmüştür. Ne tecridin karanlık koridorlarında, ne Mehmet Ağar’ın tilki hesaplarında, ne de AB ile ABD’nin diplomasi masalarında harcanabilir. Artık, “körler onları görmese de yıldızlar vardır”
Yeni dünyaların tüm dünyada ayak seslerinin duyulmaya başlandığı bugünler de, “doğru” sadece Kürdistan da, Ortadoğu’da değil, ezilenlerin tüm meydanlarında bir yanlışlık anı olmaktan çıkartılacaktır. Tersine çevrilmiş dünya, tersine çevrilecektir. Felsefe baş aşağı durmaktan kurtulacak, siyaset halklaşacak, gerçeğin sesi büyük bir orkestra misali dünyaya yayılacak, kadın on bin yıllık kölelik zincirini kıracak, halklar kimliklerini saklamak zorunda kalmayacak, emekçiler dünyayı yeniden kuracaktır.
PKK gerillası, bu yeni dünyada Kürt halk gerçekliğinin mücadele ruhudur, özüdür, cevheridir, mayasıdır, özetidir. Artık bir yanlışlık anı değil…
- Ayrıntılar
Şehit Orhan Yılmazkaya'nın Kendi Yazısı
Sosyalist Hamdi
Devrimcileşme çabamızın bir yerinde, bir dağ başında tanışmıştık Dr. Mahir yoldaşla. Şimdi şehit olmuş, yedi yoldaşıyla savaşarak düşmüş.
Bize Kürtlüğünü sonradan nasıl keşfettiğini, ilk başlarda devrimcilere nasıl güven duymadığını, PKK hareketinin kendisinde yarattığı değişimleri samimiyetle anlatmıştı. Orta Anadolu’dan İstanbul’a Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne, oradan Şırnak’a doktorluğa giderken devrimcileşip dağa çıkmasının öyküsüydü Dr. Mahir’inki. Hem öyküsünün ilginçliği, hem de onu anlatışındaki duruluk ilgimizi çekmişti.
Doktorluk sınıf atlama mesleğidir. Alt sınıflardan gelen çok sayıda parlak genç, zekâlarının verdiği olanakla çok para kazanabilir doktor olunca. Ama doktorluk gibi nitelikli eğitim gerektiren bir meslekten yetişen insanların dünyayı anlama ve değiştirme bilinçleri de için de imkânları varken, çoğu para kazanmayı, çok para kazanmayı hayal eder. Yoksullar artık para kazanmanın “aleti, sayısı, vesilesi”, Hipokrat antik Yunan’dan bir masal kahramanı oluverir.
Ama bu mekanizmayı anlayan doktorlar da yetişmiştir dünyanın her yerindeki mücadelelerde. “Tıbbiyeli’nin aptalı hekim, akıllısı ihtilalci olur” sözü hatırlanabilir. Che’nin bir doktor olarak yaptığı motorsiklet yolculuğunun halkını tanımada ve devrimcileşmede nasıl bir rolü olduğu bilinir.
İnsanı anlama ve anlatma çabasındaki entelektüel boyutunu devrimcileşmeyle, gerillacılıkla birleştirme çabasındaydı Dr. Mahir yoldaş. Bu yüzden akıllılık edip ihtilalci olmuştu. Hem ilk yardım çantasını kaldırdı yaşamı boyunca, hem de mermi sandığını. Onunla kanı nasıl durdurabileceğimizi de konuştuk, insanoğlunun özgürlük aranışını da… Eğitim sırasında tereddüde düştüğümüzde yaptığı şakaları hiç unutmayacağız; “birinci savaşçı” konusunda verdiği dersi de… Giderken okuduğumuz Zındıklar ve Mülhidler adlı kitabı da yanında götürmüştü. En büyük “zındık” Şeyh Bedreddin’i tartışmıştık.
Düzene, sömürgeciliğe, kapitalizme, emperyalizme, “zındık” olmadan nasıl yaşayabiliriz? Dr. Mahir yoldaş nasıl yaşardı?
O, “İriş Dede Sultanım iriş” dedi, başka bir şey demedi. Türk devleti için hayli uzun zamandır bir “zındık”, bizim için kardeşliği paylaştığımız bir yoldaşımız… Geç bulduğumuz, erken kaybettiğimiz yoldaşımız…
- Ayrıntılar