Çoğu zaman hayatın kendi pencereleri olduğuna ve her daim de ne kadar çok pencereden bakılırsa hayatın anlamının derinleşeceğine inanmışımdır. Biz dağlardayız yani kimine göre terörist, kimine göre bölücü, kimine göre uslanmayan maceracılarız vs, vs uzayıp giden ve geneli kendinden makul kavramlar içinde lanse edilmeye çalışılırız… Öyle ki son dönem tartışmalarında bizlere yer aramaya başlayan, hatta dağdan inmemizin kendi düşüncelerinin sığlıklarında geliştirecekleri projelerle pek ala mümkün olabileceğine inananların sayısı da gün geçtikçe artmakta. Başta da söylediğim gibi hayatın güzellikleri başka pencerelerden bakabilmekte yatıyor daha da somutlaştırırsak; başkaları için yaşamayı gözünü kırpmayanların işidir hayatın akışına anlam biçmek ve uslanmadan ömür vermek… Ötesi karanlıkta aynaya bakmak olur, onun da çok fazla bir anlamı yoktur.
Çoğu zamanlar TV’yi, köşe yazarlarını takip ettiğimde söylenenlerin, ortada dolaştırılan kurguların saçma yönlerini komik buluyorum. Fakat bunların getirisi ne olur diye düşündüğümde, açık belirtmek gerekirse; böyle devam ettiği halde şafağın çok da aydınlık olduğunu söylemek her halde aşırı iyimserlik olur diye de düşünüyorum. Bundan dolayı da ilk başta dikkatimi çeken noktada kullanılan argümanlar oluyor, mesela bir siyasi görüşmede, taraflardan biri kendi kimliğini absürtlüğün daniskalığında şekillendirmeye çalışıyor, yine bu görüşmeye yönelik muhalefet yapmak isteyenler de görüşmeyi “Kandil’le ya da İmralı ile yapılmış sayıyor”!
Aslında kısa bir hikayenin kıssasıyla meramımı daha iyi anlatabilirim; bir gün ermişi ziyaret edenler sormuşlar ermişe “bize gerçek sevgiyi söyleyenlerle, sevgiyi yaşayanları gösterebilir misin?” diye. Tabi bunun üzerine de ermiş “olur göstereyim” demiş ve bir sofrayı hazırlatmış. Ondan sonra hazırlanan bu sofra için bir grup getirtmiş ve gelen grubun önüne meşhur, uzunluğu bir metre olan derviş kaşıklarını koydurtmuş. Sofranın etrafında oturanlar ellerine aldıkları bir metre uzunluğundaki kaşıklarla, önlerinde bulunan tabaklardaki çorbayı içmeye çalışmışlar. Fakat bunun mümkün olmadığını anlayarak, her biri kurulan bu ermiş sofrasından aç kalkmışlar, bunun üzerine ermiş, yanındakilere “gördüğünüz gibi bunlar sevgiyi söyleyenlerdi” demiş ve ardından diğer bir grubu sofranın başına davet etmiş. Gelen ikinci grupta yer alanların yüzlerinde aydınlık ve göz bebeklerinde çakmak çakmak kıvılcımlar varmış. Bu grup sofranın etrafına kurulduğunda, ellerine aldıkları kaşık ile kendilerini doyuramayacaklarını çok iyi bildikleri için başlamışlar karşısında oturanları doyurmaya. Tabi hal böyle olunca sofranın etrafında oturanların sevgiyi böyle yaşamaları sonucu hepsi sofradan afiyetle kalkmışlar. Bunun üzerine gördüklerine şaşırmış olan ziyaretçilere bizim ermiş, “gördüğünüz gibi bunlarda sevgiyi yaşayanlardı” demiş.
Yaşadığımız bu günlerde, geliştirilen bu tartışmalarda nedense bazıları inatla ellerinde tuttukları derviş kaşıklarıyla çorbadan içmeye çalışıyorlar, ama bırakın çorbadan içmeyi, gün geçtikçe üstlerini ne kadar kirlettiklerini dahi göremiyor ve inatla kaşığı daha çok çorbanın bulunduğu kaseye daldırmaya çalışıyorlar. Böyle olunca da sevginin söylenmesi ve yaşanması arasındaki gerçeklik, içinden geçmekte olduğumuz böylesi hassas bir dönemde daha fazla bir önem kazanıyor.
Daha öncesinde ifade ettiğim gibi biz dağlarda yaşayanlarız, yani dağın çocukları-cumartesi analarının gözyaşıyız… Elimizde tuttuğumuz kaşıklarımızla karşımızdakini doyurmayı erdem bilecek kadar müreffeh bir gönlümüz, döndüğünde ıslık çalacak kadar yürekli olan direnişçilerle dayanışacak kadar güçlü omuzlarımız var. Siz hala terörist, bölücü felsefesine yapışıp, üzerinizdeki kirlerin farkında olmadan, pencerelerinizden ucuz matlıklardaki hülyalarınıza dalıverirseniz tarih denilen ve durmadan büyüyen organizmanın içinde hep karanlık olarak kalacaksınız…
Sözün anlamından ziyade, böylesi bir dönemde taşınabilecek tek kaygı geleceğe neleri bırakacağımızdır. bundan dolayı da geliştirilecek argümanların değişmesi ve dünyalarınızda başkalarını da doyurabilmenin önceliklerinizin arasına girmesi önümüzdeki sürecin inşasında belirleyenler olacaktır. Yani demem o ki; hayatın anlamına ulaşmaya çalışmak, farklı pencerelerin pervazlarına yaslanmak bazen hayatın kendisi olmaktadır.
- Ayrıntılar
Daha küçük bir çocuktum, ortaokula gidiyordum. Biraz da minnacıktım. Tıfıl tıfıldım.
Orta biri bitirmiş, orta ikiye hazırlanıyordum. Ben yeni bir eğitim ve öğretim yılında soykırımcı okula gitmeye hazırlanırken, yıl 1980 yılı idi. Aylardan ise Ağustos ayının sonlarıydı. Daha 12 Eylül askeri darbesi de olmamıştı.
Yeni bir eğitim yılına hazırlanırken köydeydim. Ailem de köydeydi. Daha bir bütünen Amed’e taşınmamıştı. Ben okul hazırlığını yaparken, ailem de bir bütünen Amed’e yerleşmenin hazırlıklarını olanca hızıyla sürdürüyordu. Hazırlıklar sürerken ben de, bol bol ceviz topluyordum. Bir gün yine ceviz toplarken, köy çocukları bir haber getirdiler. Dediler ki, üç cendirme gelmiş. Herkesi çağırıyorlarmış. Tüm köylüleri bir yere topladılar.
Ardından bir köylümüzün ellerini arkadan kelepçelediler. Ayaklarını da bağladılar. Sırt üstü yere yatırdılar. Ayaklarındaki çorapları çıkardılar. Bir cendirme yaşlı köylümüzün göğsüne oturdu. Çavuş olan bir cendirmenin komut vermesiyle birlikte, üçüncü cendirme de falakaya yatırdıkları köylümüzün ayaklarını vurmaya başladı. Vuran cendirme yorulunca, köylümüzün oğlunu çağırdılar. Oğula, babasına falaka işkencesini yaptırdılar. Cendirme vuruyordu, bizim köylü acıyla haykırıyordu. Oğluna vurdurtuyorlardı, babası yine inliyordu, ax u wax çekiyordu. Acıyla haykırıyordu.
Köylümüze işkence yaparken, hepimize de seyrettiriyorlardı. Bununla bizi sindirmeye ve korkutmaya çalışıyorlardı.
İşkenceye bir bahane de bulmuşlardı. Güya köylümüz, bir polisin silahını karakoldan çalmışmış. En dikkat çeken yön ise o zaman bu üç cendirme, tam tamamına 60 km uzaktan yaya yürüyerek bizim köye gelmişlerdi. O zaman üç cendirme demek, üç Allah demekti. Onların olduğu yerde Allah yoktu. Onların olduğu yerde Allah onlar, gerisi kul köle... Velhasıl bizim şişko ve yaşlı köylüyü öyle bir hale getirdiler ki, ayak derileri su ile dolu balon vaziyetindeydi. Etle deri arasında toplanan, aslında su rengini alan kandı. Bu durumu gören ben, eski ben olmayacaktım artık.
Amed’de okusam da, ailem oraya taşınmış olsa da, asla köyden de vazgeçmeyecektim. Şehirden ziyade köyde yaşamak arzusundaydım. O zaman bu arzumu ancak 4 yıl sonra yerine getirebilecektim. 4 yıl sonra dediğim 1984 yılıydı.
Hatırladığım kadarıyla da yeniden köye gittiğimde Haziran ayının sonuydu. Köye yetiştiğimden bir saat sonra amcam da ilçeden köye geldi. Zaten evi köydeydi. İhtiyaçlar için ilçeye gitmişti. Daha ilçede işini bitirmeden amcamı ve yakınımızdaki köylerden birkaç köylüyü düşman askerleri ilçe merkezinden toplayarak zorla yakınımızda ki bir köye getiriyor. Yakınımızdaki köyde altı kişilik bir gerilla grubunun olduğuna dair bir istihbarat, bir ajan tarafından düşmana bildiriliyor. Düşman bunun üzerine binlerce askeri, cemse ile panzerlerle HRK gerillalarının bulunduğu yerin yakınına taşıyor. Helikopterlerle de yakın tepelere indiriyor. Amcam ile diğer köylüleri de zorla öncü kobay olarak kullanıyor. Sonuçta çatışma çıkmıştı. Çatışma bitince amcam ile diğer köylüleri düşman serbest bırakıyor. Tabi ki, sonradan amcam köye geldi. Amcamın sıcağı sıcağına anlattığına göre çatışma çıkar çıkmaz, tüm askerler tir tir titremeye başlamışlar. Oruç ayı olduğu için bazıları oruçluyuz demişler. Bazıları hastayım demişler, korkudan hepsi kendisini geri çekmiş. Erzurumlu bir Kürt asker ise hemen öne atılmış ben savaşırım demiş. Nasıl hücuma kalmış, arkadaşlar bunu oracıkta vurmuşlar, yaralanmış ama ölmemiş bizim “alavere dalevere Kürt Mehmet nöbete” desturuyla hareket eden ahmak.
Daha 15 Ağustos’a bir buçuk aylık süre vardı. Köyümüzde gerillanın ilk kurşunları patlamıştı bile. Üçüncü gün yine bir çatışma çıktı ve ikinci kurşunları da patladı. Artık 15 Ağustos adım adım geliyordu. Köyden Amed’e döndükten birkaç gün sonra 15 Ağustos’ta ilk kurşun da atıldı.
Bir geriye dönüp baktığımda eskiden üç cendirme ile Kürdistan’daki koskoca bir ilçe ve doğal kale gibi dağlar zapturapt altına alınırdı. 60 kilometre yürüyerek, her adımını bir işgal adımı olarak atan cendirme yerine ancak 40 ile 50 bin askerle aynı yere girebilen bir Türk ordusunun halini düşünün. Bu hakikati düşünebilenler, ondan sonra 15 Ağustosun nasıl bir hamle olduğunu ve ne tür devrimlerin içe gelişmesine kaynaklık ettiğini daha iyi anlayabilirler.
Derler ya “bazen bir musibet, bin nasihatten daha iyidir.”
Yaşayarak, çatışarak gördüm yazdıklarımı. Bu yazdığım iki olay yaşadıklarımı anlatmak açısından okyanusta damla misalidir. Kumsalda ise bir kum tanesi olmasa da iki kum tanesi misalidir.
Özcesi bu makalede yazdıklarım 15 Ağustos atılımının kazanımları açısından sadece kumsaldaki iki kum tanesi kadardır. Okyanustaki bir damla kadardır.
- Ayrıntılar
Kürdistan ve Türkiye tarihinde ilk defa Türk Medyası, PKK ve Kürtler konusunda birazcık çok çok cuzi de olsa, zilletçi bir dil kullanmamaya dikkat ediyor.
Fakat bir gazete var ki, eskisinden daha beter bir şekilde zilletçe, zalimce bir lugata başvurmakta. Bu gazete Fetul-Münafık’ın Zaman gazetesidir.
Kurulduğu 1948 yılından itibaren, 61 yıl boyunca katı Türk ulusçusu bir çizgide “Türkiye Türklerindir” logosuyla yayın yapan Hürriyet gazetesi, dilini yumuşatırken, Zaman gazetesinin Hürriyet gazetesinin görevini devralmasını hayretle karşılamadık.
Malum gazetenin, malum sahibi Gülen’in nemenem bir Türk ırkçısı -Turancı- olduğunu bizden daha dahiyane bir şekilde hiç kimse tanıyamaz.
Bizden daha dahiyane bir şekilde hiç kimse, Fettullah’ın, İskenderun’da askerlik yaparken gladio elemanı olduğu için büyük telsizin başına getirilerek askeri istihbaratçı olarak görev yaptığını analiz edemez.
Bizden daha dahiyane bir şekilde hiç kimse, malum tescilli CIA ajanının, askerde iken özel bir izinle Erzurum’a gönderilerek, dernek kurulmada görevlendirildiğini bilemez.
Bizden daha dahiyane bir şekilde hiç kimse, sahte çakma hocanın -CIA, MİT, MOSSAD elemanı- askerde camiye gidip vaaz verme hakkının olmadığını çıkaramaz.
Tüm bunlar ortadayken bu malum İslam düşmanı hurafeci celladın, icraatından az da olsa ders çıkarmayanlar ya akıl yoksunudurlar ya da cellat olmayı düşlüyorlardır.
Bizden daha dahiyane bir şekilde hiç kimse, huşu içinde Kürtleri soykırımdan geçirmeye yemin eden malum zatın, katı Kemalistlerin yerini alan yeşil Kemalist olduğunu kavrayamaz.
Yani gitti katı Kemalistler, geldi yeşil Kemalistler.
Yani ABD, İngiltere, AB, İsrail ve MİT tarafından katı Kemalistler yerine görevlendirilen yeşil Kemalistler var artık.
Kürtlerde bir atasözü var kısaca bu durumu anlatır.
Atalarımız demiş ki, “Kutik kutik o, ha sîya ha sûr”.
Türkçesi köpek köpektir, ha siyah ha kırmızı fark etmez.
İster katı Kemalistler olsun, isterse yeşil Kemalistler -Fetulmünafıkçılar- olsun tek hedefleri var, o hedef de Kürtleri Türkleştirerek soykırımdan geçirmektir.
Katı Kemalistler deşifre olunca İslami kılıf giydirilmiş Türk-İslam sentezli (neo-Türk ırkçıları) devreye sokuluyor.
Öz itibarıyla değişen bir şey yok ki.
İşte böylesine soykırımcı ve Kürde düşmanlıkta sınırsızlığı bir ilke olarak belleme zihniyetine sahip Fettullahçılar ve önderlerinin gazetesi Zaman gazetesinin yaptığı da faşistlik misyonunu yerine getirmektir.
Hem diplomalı Kürt düşmanı ve hem de Önder Apo’nun esir düşmesinde baş aktörlerden biri olan Yahudi Michael Rubin, Türkiye’ye diyor ki, sakın ola PKK’yi muhatap alma, kankası Zaman gazetesi de benzer tekerlemeyi tekrarlıyor. Anlaşılan o ki, Fetullahçılar, Rubin’den talimat alıyor.
Malum gazetenin yazarlarından Mustafa Ünal ile Mehmet Kamış kendi zihniyetinde ve cemaatinde olan emniyetçilerin zindanlara doldurdukları DTP’lileri, KCK üyeleri diye ilan ederken, Fetul-Münafıkçı derneklerin daha fazla soykırım görevlerini üstlenmelerini öneriyorlar.
Böylece Kürtleri, Türkleştirerek sorunu çözeceklerinin hayalini kuruyorlar.
İş arkadaşları Mümtazer Türköne ise, “PKK silah bırakmalı, bundan taviz verilmemeli” diyerek kurnazca bir şekilde teslimiyeti dillendiriyor.
Gülen’ın gözde şagırtı Salih Yaylacı’da boş durmuyor. Yazıyor da yazıyor. Diyor ki, “Abdullah Öcalan’ı muhatap almak yeni bir çözümsüzlük sürecinin başlamasıdır. Bunu görmemek elde değil.”
Yazarları Kürtlere soykırımı reva görürken, gazetenin bir bütününde de ‘terörist başı’, ‘terör örgütü PKK’nın elebaşı’ gibi zilletçi klişelerde niceliksel artışlar var.
Sonuçta ortaya çıkan şudur:
Kürdistan’daki savaşın sürmesini isteyen, Kürtlerin özgürleşmesini istemeyen bunun üzerinden palazlanmayı bir strateji olarak önüne koyan bir yeşil Kemalist cemaatle -Fettullahçılarla- karşı karşıyayız.
Tabi ki, bu Kürt düşmanı cemaate karşı, Kürtlere de büyük görevler düşüyor. Tüm Kürtlerin, ırkçılıkta Hitler’i bile geride bırakan Fetul-münafıkçılara karşı hemen harekete geçmesi gerekiyor.
Hiçbir Kürt ailesi, evladının bu cemaatle ilişkilenmesine, cemaatin okullarına, derneklerine, yurtlarına gitmesine, gazetelerini okumasına müsaade etmemelidir.
Kürdistan’da tek bir gazetelerinin bile okunmasının meşrutiyeti kalmamıştır.
Tek bir TV ile dergilerinin takip edilmesinin meşrutiyeti kalmamıştır.
Eğer böyle yapılmazsa, 86 yıldır katı Kemalistlerin Kürtlere yaşattıkları zulmü, bu defa 86 yıl yeşil Kemalistlerin - Fetullahçı cemaat- yaşatacakları bilinmelidir.
Sadece Fettulahçı polislerin son üç yılda katlettikleri gençler, çocuklarımıza yaptıkları vahşiyane işkenceler her şeyi anlatmıyor mu, olabilecekleri göstermiyor mu?
- Ayrıntılar
İdeoloji, iradeli düşünce olduğuna göre, bazıları da bu düşüncelerin olmaması için hep kendini parçaladığına göre günümüzde yaşanan bütün çelişki, çatışma ve kavgaların zemininde yatan çok derin ve güçlü bir olgu vardır. O da ideolojilerin savaşmasıdır. Yapılan bütün konuşmaların ve taleplerin ileri bir anlayışla karşılanması için yapılan bütün savaşların ana kaynağını görmekte fayda var.
İktidarcı zihniyeti en çok zorlayan ve hatta çıldırtan bir gerçeklik var ki o da denetimindeki insanların onlardan daha çok bilgiye sahip olmaları ve yaşamın farkında olmalarıdır. Onun için insanların kulaklarını ve gözlerini gerçek anlamda açıp kullanabileceği bir düşünce düzeyine, daha doğrusu beyin faaliyetine geçmelerini engelleyecek her türlü doğa ve kural dışı kontra faaliyetler geliştirilir.
Dünyada küresel olarak da kabul edilip artık doğal hale gelen bazı insani hakların peşinden koşup, sadece onlarla yetinip duracağımızı sananlar şimdiden büyük bir yanılgı içerisinde. Zaten onlar bizim doğal haklarımız olduğu için başkalarından bize vermelerini bekleyecek kadar ne zavallıyız ne de bakar körüz. Bu konuda ne istemimiz, ne de beklentimiz vardır.
Kürt dilini serbest kılma çalışmalarını, tarihten aldıkları büyük kandırmaca ve yutturmaca ustalığıyla tek ve en kritik sorun olarak güncelleştirip, sonra da işte verdik daha ne istiyorsunuz diyerek Kürt insanının büyük emek öncülüğüyle gelişen demokratik özgür insan duruşunu engelleyebileceklerini mi düşünüyorlar? Eğer böyle ise peşinen hata içinde oldukları nettir. Özgürlük hakları çerçevesinde dillendirdiğimiz bazı argümanlarımızı böyle ufak yemler atarak elimizden alıp bizi mücadelesiz bırakma istemini güden bu politikaları gören durumdayız. Çünkü onların sürekli yalan söyleyip, sonra kendi yalanlarına inanarak inkar ettikleri Özgür Kürt, artık iradeleşmiş bir düşünce ile intikam ruhu ve ateş gözleriyle dimdik ayakta onu seyrediyor.
Düşüncesi iradeleşmiş bir insan bilir, bildikçe sorgular, sorguladıktan sonra da yargılar. Dünya nezdinde bin yıllardan beri tarihe acımasız soykırım temelli saldırılarıyla geçen kapitalistler, kendi insanı dahil tüm insanlığa hayvanca yaşamayı, sorgulamamayı emrediyor. İnsanları hayvanlardan ayıran özellikler köreltilerek yaşa deniliyor. Yaptıkları bu uluslararası sistematik ideolojik bombardıman, tekrardan, ikinci doğanın mucizevi varlığı olan insanı hayvanca yaşama durumunda tutma ya da o duruma düşürme ekseninde yapılıyor.
Önceden çalınmış, şimdi ise koklata koklata verilen ve verilirken devlet baba veriyor propagandası yapılan insan hakları, iktidarcı zihniyet sahiplerinin söylemdeki en moda konusu. Artık demodeliği anlaşıldığı için, bu yutturmaca oyununu görenlerden, bu oyuna düşmeyenlerden çok korkuyor. Onun için aldığı tüm tecrübeleri en ince ve kurnaz yöntemlerle sürdürmeye çalışıyor. Nihayetinde ataları olan kurnaz adamın soyundan geliyorlar. Ama bu gidişatlarına taş koyan milyonlarca insan yüreğini de biliyorlar. Zaten bunu bildikleri için korkuyorlar.
Sadece bulunduğumuz coğrafyada değil tüm dünyada insanca ve özgürce yaşamanın temel sistemi demokrasi ise ve buna inanan milyonlar var ise, o zaman aynı işçilere ufak bazı zamlar yapıp kandırdığı gibi, sonradan hunharca katlederek yine alacağı bazı ufak haklar vererek mazlum halkları kandıracağını sanan iktidarcı zihniyet sahiplerini zor günler bekliyor.
Yıllardır bizlerden kardeşçe yaşamanın, barışçıl yaşamanın zihniyetini çalan ve manipüle ederek kullanan kapitalistlere barış için neler yapabildiğimizi gösteriyoruz. Barışçıl yaşamayı unutturan zihniyete karşı PKK hareketi onurlu yaşam ve demokrasi uğruna, adalet ve özgürlük uğruna ölümlere koşan militanların mekanı ve merkezi olarak kendini kanıtlamış bir harekettir. Onun için bunu tekrarlamasına gerek yok. Gerekli olan tekrarlılık, yüreği ve beyni dondurulmuş olanlara binlerce kez de olsa anlatmak içindir. Çünkü bilmeyen insanın sorgulamayacağını, sorgulamayanın da yargılamayacağını düşünmekte.
Bu onurlu savaşta anlamlı yaşama doyacak binlerce etkeni bağrında taşıyan bu hareketin nihai hedefinin nerede olursa olsun özgür insanı yaratmak olduğu artık bilinen bir gerçekliktir. Dil ve kültür sorunu, bölge sorunu, gelenek görenek sorunu, savaş sorunu, ekonomi sorunu gibi dillendirilen olguların mücadelemizin düzeyini düşürecek ve kapsamını daraltacak olgular olduğunu unutmayalım. Demokratik komünal toplum gerçekliği içinde özgür düşünce ve pratik sahibi beyinleri yaratma mücadelesinin engin ufkunu daraltmayalım. Bir bütün insanlık sorunu olarak algılanıp, bir bütünsellik içinde ele alınarak çözümlenecek konuları bol bol parçalayıp sorunları karmaşıklaştırarak yürütmeye çalışan zihniyet sahiplerini geriletelim. Onları korkutan, yenilmeyen bu duruştur ve tarihin intikamını almak isteyen bu ruhtur. Onun için hedef büyüktür ve kutsaldır.
- Ayrıntılar
Yine mücadelenin doruğa ulaştığı dönemlerin heyecanındayız...
Bir tarafta yoksul bir halkın, yeni bir dünya yaratma umudu yaratan esaret altındaki Önderliği, diğer tarafta 5000 yıllık bir kültürün son beş yüz yıllık şaşalı tezahürü...
Yine kıyasıya geçen bir sürecin Önderlik inisiyatifinde ilerleyişini izlemenin zevkindeyiz.
Bir tarafta daracık bir odada başlattığı süreci adım adım ilerleten bir Önderlik, diğer tarafta tüm imkanlarıyla sıkışıp daralan bir devlet...
Yine karmaşıklaşan sürecin tüm detaylarını çözümleyebilmenin rahatlığındayız.
Bir tarafta geçmişimizi aydınlatan, günümüzü anlatan, geleceğimizi çizen bir öğreti, diğer tarafta gizleyen, çarpıtan, her gün daha fazla dağılan dogmaların pozitivist versiyonları...
Yine onurlu bir birliktelik için tüm fedakarlıklara rağmen kalleşçe vurulmanın öfkesindeyiz.
Bir tarafta en değerli varlıkları olan evlatlarını toprağa verirken bile “barış” diye haykırabilen, dünyanın en onurlu kadını olan Kürt anaları, diğer tarafta ipini kimin çektiğinden habersiz, arkadan vuranlara alkış çalmaya alıştırılan toplumun medarı iftiharları...
İşte biz, heyecanını, zevkini, rahatlığını, öfkesini yaşadığımız bu günlerin gecesinde, olmuşsa birkaç saatlik gerilla yürüyüşünün ardından, sonraki günün hazırlığı için yine birkaç saatlik dağ uykusunun öncesinde yıldızlarla baş başa kalmaktayız.
Biz ve yıldızlar... gecenin sessiz ve sadık dostları.
Onlar her zamanki gibi, aralarına yeni karışmış Karker, Cihan, Şiyar ve Hogir ile birlikte, en dipsiz karanlıkta yanımızda olacaklarını, en uzaktayken içimizde olmayı başarabileceklerini, hiç umudumuzun kalmadığı yerde bize umut olacaklarını hatırlatmaktalar.
Biz ve yıldızlar... gecenin sessiz ve sadık dostları.
Biz de her zamanki gibi, bu günleri zafere ulaştırana kadar dostluğa leke sürmeyeceğimizin, halkımızın her gün kulaklarımıza fısıldadığı “intikam” sözcüğünü, geçmişte olduğu gibi gelecekte de günü gelince gerçekleştireceğimizin, alnımızın akıyla bir gün ama mutlaka bir gün onların arasına karışacağımızın sözünü yineliyoruz.
- Ayrıntılar
KCK’nin eylemsizlik kararını uzattığı gün ve onun arifesinde.
Fetul-Münafık’ın hurafeci, zilletçi Zaman Gazetesi, kulli alavere dalavere başlıklar atıyordu.
Mehmet Kamış diye bir Fetullah xulamcısı çıkıyor, bir yazı yazıyor.
İlk alavere dalavere zillet atışını O xulamcıka, yani O zatların zatı şahanelerine yaptırdılar.
Arkasından, diğer xulamcıklar başladılar, kulli alavere dalaverelere.
Neymiş de, PKK Erdoğan’a fi tarihlerinde suikast düzenlemeyi planlamış da.
Neymiş de, bilginin kaynağı da Fetul-Münafıkçı kal Vezir Atalaymış da.
Ateşkes kararının açıklandığı günün arefesinde ise Zindanlara doldurdukları DTP’lileri, tekrardan hedef gösterdiler.
Kendilerine bağlı xulam, evd hakim ile savcıların hazırladığı komplo iddianameleri bir yana bırakıp, HSYK’yi, KCK ile ilişkilendirerek, DTP’lileri zindanda tutma niyetlerini aşina ettiler.
Adeta atalarımızı doğru çıkardılar.
Bir atasözümüzde, -Kürtçenin Dımılki lehçesinde- atalarımız şöyle demiş:
“Şahide luye, dıme luye biyayış”.
Türkçesi “Tilkinin şahidi kuyruğudur”.
Atalarımız ne zekiymiş.
Ne ince zekalılarmış.
Söyledikleri tam tamamına Fetul-Münafıkçılara uyuyor.
Zaman gazetesi tilki, kuyruğu da Atalay ile Türk mahkemelerindeki hakim ile savcılar oluyorlar.
Kürtlerin soykırımında, kendi suç ortaklarını şahid olarak gösteriyorlar.
Bunlara bu zihniyeti veren de Fetul-Münafık -Fetullah Gülen-. Efendileri de, tanrıları da
Gülen’dir.
Türk Özel Harp Dairesi, Gladio ile CIA’nın kadim elemanı Gülen değil midir ki, Said-i Kurd-i’inin risalelerini tahrif eden.
Gülen değil midir ki, 12 Eylül askeri darbesinden önce 1980 Şubatı’nda fetva vererek, “Anarşistleri devletin asker ve polislerine bildirmeyenleri Allahın katında sorumlu olduklarını belirtiriz” diyebilecek kadar zulümkar olabiliyor. Ve toplumun birbirini Türk faşist rejimine gambazlaması ile ajanlaşmasına İslami kılıf bile getirebilecek kadar Yezitleşebiliyor ve münafıklaşabiliyordu.
Askeri darbe olunca da, askeri cunta ile zulmün, vahşetin tüm kapıları kendisine açılıyordu.
Kapılar açıldıkça O da, Erdal Eren gibi çocukların katili cunta başı Kenan Evren’e “evliya” diyebilecek kadar alçaklaşabiliyordu.
Devamında şöyle diyebiliyordu. “Asker tam zamanında yetişmese, bütün millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı”.
Böylece askeri darbenin zulmünü, işkencesini, katliamını meşrulaştırabiliyordu.
Kendisine “Nurcu” diyebilecek kadar hayasızca göz yaşı döken, bu hurafeci münafık nasıl olurda Saidi Kürd-i’in mirasçısıyım diyebilir?
Said-i Kurd-i’inin yaşamı zindanlarda geçerken, O ise sırça saraylarda yaşadı, yaşıyor.
Said-i Kurd-i her türlü mal, mülk, zekat, hediye, ev, bark ve maaşı reddediyordu.
Ama bakın ki, Fetul-Münafık 25 milyar dolarlık sermaye okyanusu üzerinde yüzüyor.
Amerika’da CIA’nın kendisine kurduğu karargahtan, fetva verebilecek kadar sahte Müslüman olabiliyor.
Oysa biliyoruz ki, Said-i Kurd-i militarizme karşı vicdani redçiydi.
Devamlı Kürtlerin özgürlüğü için içli içli konuşuyordu.
Ve diyordu ki, “Övünmek gibi olmasın, biz ki Kürdüz, aldanırız fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz.
Ey ulemaların ve şeyhlerin kaynağı olan Kürt milleti!...
Kendinize ayrı bir pınar yapınız.
Ey Kürtler!
Görüyorum ki bizde pınar yoktur”.
Said-i Kurd-i’nin özlemle beklediği pınar, bugün var. Tüm Kürtler, o pınardan kana kana su içiyor. İşte tüm Kürtlerin kana kana su içtiği, beslendiği kaynak, o pınar PKK’dir.
Fetul-Münafık gibilerini ise Said-i Kurd-i şöyle tarif ediyordu:
“Benden sonra düşman nur postuna girecektir”.
Nur postuna giren düşman, bugün Fetullah Gülen’dir. Ona bağlı xulam abiler ile ablalardır.
Bu tip münafıkları en iyi hiciv eden şairlerden biri, Kürt şair Nefi’den sonra, Figani’dir.
Figani, Kanuni 1526’daki Mohaç seferinden dönerken Sadrazam İbrahim Paşa Budin’den beraberinde getirdiği Apollon, Herkül ve Diana’nın tunçtan heykellerini Atmeydanı’ndaki (Sultanahmet) sarayının önüne dikmesine kızar. İbrahim Paşayı hiciv eder.
Figani bir beytinde sadrazamı şöyle yerer:
“Dû Îbrahîm amed bû, dîyarî cîhan.
Yekî bût şîkan şûd, yekî bût nîşan”.
Türkçe tercümesi,
“Bu cihana iki İbrahim geldi.
Biri put yıktı, biri put dikti”.
Figani bu beytiyle Hz İbrahim peygamberin özgür ahlak devrimini överken, devşirme İbrahim Paşa’nın zulümkarlığını ve putçu zihniyetini eleştiriyordu.
Bu hiciv Figani’nin canına mal olacaktı. Sadrazam Figani’yi idam ettirecekti.
Şimdi bu beyti Fetul-Münafıkçılar için şöyle uyarlayalım:
“Dû nurcî amed bu dîyarî cîhan.
Yekî bût şîkan şûd, yekî bût nîşan”
Türkçesi,”Bu cihana iki nurcu geldi. Biri put yıktı, biri put dikti”. Açılımı da şöyledir.
Saîd-î Kurd-î Kemalîzm putunu yıktı.
Fetul-Münafık ise Yeşil-Kemalizm “Türk-İslamo Irkçılığı” putunu dikti.
Üstelik nur postuna bürünerek.
Bu putçu zihniyetten dolayıdır ki, Fetul-Münafık’ın tüm medyası bu devri alemde, benzeri olmayan yalan dolanlara Kürtlere düşmanlık yapmakta sınır tanımamakta.
KCK eylemsizlik kararını alırken, malum hurafeci zihniyet ise aslı astarı olmayan haberler yapmakta.
Türk ordusunda daha fazla orducu kesilmekte. Türk ordusundan daha fazla savaş naraları atmakta.
Ancak öyle korkakça gidip, Burdur’da 25 gün bedelli askerlik yapmakla yiğit olunmaz.
Erdoğan’ın oğlu Bilal’in yaptığı gibi.
Birazcık da olsa ahlaklı olun, erdemli olun.
Irkçılık yaparak, fakir Anadolu evlatlarını Kürdistan’a sürmeyin.
Atalarımızın dediği gibi, “E ne di şerda be, şêre”. Türkçesi “kavgada olmayan aslan kesilir”.
Sizin zihniyetiniz ve insanlığınız tıpa tıp bu sözdeki gibidir.
Maskeniz düştü Fetul-Münafıkçılar.
Başka maske takmayın, o da düşer.
Osmanlının kanlı zihniyetini bırakın. Neo-Osmanlıcılık yapmayın. Buna Sadrazam İbrahim Paşa zihniyeti diyorlar. Ama şunu da unutmayın: Kürdistan’ın yenilmez gerilla ordusu HPG’nin her gerillası birer şair Figani’dir.
Hem de sizin gibi Yezitlere karşı da birer Hz. Ali’dir.
- Ayrıntılar
Vatanımın ormanları sessiz, üzgün ve mahmur bir şekilde zebanilerin potinleri altında ezilip top, havan ve kurşunlarla inliyorlar. Yüreğimizi yakıyorlar. Her yer sessiz. Vadilerimiz, koyaklarımız, boraklarımız, patikalarımız ve ormanlarımız sessiz. Hem de ne sessizlik! Her şey bu sessizliğin içinde boğuluyor.
Artık gecelerimiz karanlık değiller ve kurşunların parlama ve ışıldamalarıyla yıldızlarla beraber
parıldıyorlar. Yeni yeni bahar bizden hatır istedi, daha yeni yeni yaza selam verdik, güz ise çok uzaktan bizi seyrediyor ve kış ise çok ırak... Kar ve fırtına da yok ki Kürdistan coğrafyasının imdadına yetişsin. Cudi yanıyor, Besta yanıyor, Bagok yanıyor, Zap yanıyor, Abdulkovi ve Siro yanıyor. Ülkem yanıyor, halkım yanıyor... Tabi bu halen başlangıç, bir gün değil iki gün değil, bu kışa kadar böyle sürecek.
Türk Devleti hiç bir zaman mertçe bir savaş yürütmeyip hep alçakça ve kirli bir savaş yürüttü. Yine her yıl yaptığı gibi, Türk Devleti bilinçli bir şekilde ormanları yakarak, “Ekolojik Katliam” yapıyor. Türk Devleti Kürdistan Özgürlük Gerillalarına karşı her sıkıştığında, hıncını almak için Kürdistan’ın doğasına saldırıyor. Buna karşı herkes sessiz. Nerede çevreciler, nerede hümanist çevreler... Türk Devleti şunu demeye getiriyor; “Bana yar olmayanı, size de yar etmem” ve Kürdistan’ın en güzide ve en güzel dağlarını ve arazilerini yakıyor. Her yakma ile milyonlarca canlı varlık ve hayvan da yok oluyor. Buna karşı demokratik ve yaptırım gücü olan eylemler geliştirilip, buna karşı sessiz kalan dünyadaki tüm çevrecileri duyarlı kılma gerekiyor.
Kullandıkları kurşunlar yakan türden, cigerleri küf tutmuş ve yürekleri örümcek ağıyla kaplanmış. Ancak ve ancak bunların güçleri ağaçları ve kuşların yuvalarını yakmaya yeter, ancak ve ancak bunların güçleri güzelim keklik ve bülbüllerin sesini kesmeye yeter.
Ne de olsa yüzsüz ve utanmazların çağındayız. Bunlara karşı gönlümüz özgürlüğün ve barışın susuzluğunda savaşa mecbur bırakılmış. Geleceğin viran ve harabe olması için ellerinden geleni yapıyorlar. Bir ülkeyi boğup, geleceğini karartmaya çalışıyorlar. Artık ağaçların yanmaması için, çocukların ölmemesi için, annelerin ağlamaması için özgürlük dağlarında birer fidan olma zamanı.
Savaş debelenirken, misafirimiz oluyor ve ruhundaki iltihap ve kin ile duygularımızı süzüyor. Bu ölüme karşı barışı haykıranların dillerini mahçup... Susun! diyorlar. Fakat gün bu sessizliği yıkma günüdür ve bu sessizliği yıkacağız da.
Bu insanlık korkakları, güçlerini bombaların gümbürtüsü ve demir kuşlarından alırlar. Her şey kanunlara göre işler ve yaşanır. Ve onlar için bütün öldürülmeler meşrudur... Buna karşı ülkemin çocukları ne yapacak? Bir günde büyümeye mecbur bırakılıp ve bir günde de “terörist” oluyorlar.
Artık kulaklarımız sağır ve dillerimiz lal. Artık konuşma, anlatma ve anlama noktası tükenmiş. Tam silahların sesi bu noktada en güzel bir biçimde kendini yetiştiriyor. Bütün çabaları, ölümleri rüyalarımızdan ve gülüşlerimizden gözyaşlarını eksik etmemek. Yapılacak bir şey yok mu, bu teneke yürekli zebanilere karşı sessiz mi kalacağız!
Hayır! Hiç bir zaman!
Öyle bir süreçten geçiyoruz ki, barış ve savaş, ölüm ve yaşam, yenilgi ve zafer döngüleri birbiri ile yarış halindeyken, Türk Devletinin bu uygulamalarına karşı sessiz Kürt gençleri, demokratik çevreler ve çevreciler sessiz kalmamalıdır.
- Ayrıntılar
Türk ordusunun iki yüzü var:
Bir yüzü qer u qir.
Bir yüzü de qer u qir üzerine vurulan bir ciladan ibarettir.
Cilalı suratıyla ordugahların salonlarında vals yapar, tango yapar.
Qer u qir yüzüyle ise Kürdistan’da halay çekenleri katleder.
Katletmezse halay çekmeyi yasaklar.
Basar dilanları, basar nişanları.
Şirnex’in Elke ilçesinde basılan düğün bunun canlı örneğidir.
Cilalı suratıyla umumi alanlarda ağaç diker.
Olur çevreci.
Qer u qir yüzüyle ise Kürdistan’daki ormanları yakar.
Olur Kürdistan Neron’u.
Cilalı suratıyla Anadolu’da müze kurar, tarihi eserleri toplar.
Olur sanatsever.
Qir u Qer yüzüyle Kürdistani tarihi eserleri tahrip eder, harabeye çevirir tarihi abideleri.
Yıkamazsa yapar bir baraj, gömer sulara kadim köyleri, kentleri.
Olur hunerkujer.
Cilalı suratiyla Anadolu ile Trakya’da kurtarıcı gözükür.
Olur kurtarıcı.
Qer u Qir yüzüyle ise Kürdistan’ı yakıp yıkar.
Otundan merasına, bağından bahçesine, köyünden ilçesine kadar yakıp yıkar.
Olur çekirge sürüsü.
Cilalı suratıyla Anadolu ile Trakya’da katı laikçidir.
Karşısında durana mürteci, gerici, irticacı şucu bucu der.
Qer u Qir yüzleriyle ise ülkemizde şeriatçı kesilir.
Ayet_el kürsü okur.
Ya Allah ya bismillah Allahu Ekber nidalarıyla böğürür.
Teşkilatı Mahsusi’nin mirasını sürdürür.
Kurar sahte İslamcı bir teşkilat olan Hizbul-Kontra Teşkilatını -Türk Özel Harp Dairesi’nin Kürdistan’daki MHP versiyonu- Kürdistan’da olur Fetul-Münafikçı.
Subaylarının neredeyse hepsi NATO karargahlarında yetişir.
Tüm emir ve talimatlarını ABD, İsrail ile İngiltere’den alır.
Tankını, topunu, uçağını, uçaksavarını, helikopterini, roketini yine alır bu malum efendilerinden.
Kendisi ile malum efendilerine karşı kutsal direnişte olan PKK’ye dış güçler yardım ediyor der.
Haşmetli efendileri olmazsa PKK karşısında sırtı yerden kalkmaz, ayakları havadan yere basmaz.
Yine boş kabadayı gibi afradan tafradan kesilir.
Eğer böyle değilse bu Türk ordusu.
O zaman derim ki, tüm dünyanın gözü önünde buyursun.
ABD, İsrail, İngiltere ile AB ülkelerinden destek ile silah almayı bıraksın.
Ülkemizde Hizbul-Kontra ile Fetul-Münafikçıları örgütlemesin, ekonomi ile silah bakımından beslemesin.
Akabinde Kürdistan’da HPG ile Türk ordusunda baş başa kalsın.
Kim yiğit kim ödlektir dünya alem görür.
Kim anlı şanlıdır, kim savaşçıdır, kim savaş kaçkınıdır halkımızda yaşayarak görür.
Kim dış güçlerden destek alıyor, kim kendi öz be öz gücüyle direniyor aşina olur.
Bundandır ki, Türk ordusu Kürdistan’daki ormanları yakarken, HPG yapılanın alçakça ve ikiyüzlüce bir vaziyet olduğunu açıklamaktadır.
Irkçı Türk ordusu ülkemizin ormanlarını yakarken ve her tarafı ateşin alevleri ile toz duman içindeyken, yapılanlara iki yüzlülük ve alçaklık demeyeceksek daha ne diyeceğiz.
Çünkü yakıyorlar ormanlarımızı, yanıyor ülkemiz.
Yanıyor ciğerimiz, yanıyor geleceğimiz.
Ölüyor ormandaki böceğimiz, tavşanımız, yavrucuk kuşlarımız, yanıyor kuş yuvaları ve daha kuş yavrusu bile olamayan yumurtaları.
Yanıyor tüm canlılar bunu anlayabiliyor musunuz, algılayabiliyor musunuz?
Ormanlardan yanık et kokusu geliyor.
Dağılıyor her tarafta ağaç işleri.
Gökyüzü kömür karası bir tabaka ile kaplı.
Buna refleks vermemek insanı nereye götürür?
- Ayrıntılar
Dört başı mamur bir gündem almış başını gidiyor. Sabah-akşam bir Çiçek tartışması neredeyse hayatın her yerine oturmuş ta, bunun dışında konuşulacak konu ya da ilgilenmesi gerekilen sorun kalmamış gibi memlekette… Hâlbuki işin özüne indiğimizde veya biraz dokunduğumuzda kendisinin hepi topu basit bir siyasi piyon olduğunu anlamak ve üzerinde yürütülen tartışmaların aslında en ucuzundan aba altından sopayı göstermek olduğunu anlamak, Cambridge mezunu olmayı gerektirmiyor. Yani yaşanılan gelişmelerin hepsi merkezin dışında yürütülen, uzun ve orta vade planların yavaş yavaş toplumsal alana angaje edilmesi olmaktadır. Her ne kadar Genelkurmay bu gelişmelerden ciddi rahatsızlıklar duysa da, elinden gelenin hepsini ortaya dökse de, yani bir anlamda restini çekse de, beklemeye kalmış durumda. Fakat karşısındakilerin ellerinin sağlam olduğunu anlamayacak kadar da avanak bir durumda. Ne diyelim ya akıl başa-söze, ya da kuzgun leşe!!!
Aslında son zamanlarda Y. Küçük’ün çıkardığı bir kitapta, yaşadığımız bu olgunun anlaşılmasında hayli öğretici noktalar satırların arasına gizlenmiş durumda. Yalçın Küçük’ün “Epilepsi ile Orgazm” kitabında değindiği nokta; Erdoğan’ın sara hastalığı üzerinden aslında ne kadar narsist bir kişiliğe sahip olduğuna yönelik belirli ayrıntılara değinmiştir. Bu konuda çok yetkin bir kaynak olmasa da bu çalışma, bazı ipuçlarını okuyucularına veriyor. Buradan yola çıkarak, günümüzde yaşanmakta olunan Çiçek veya böcek tartışmasına geldiğimizde; aslında AKP’nin Tayyip’i, askere yönelik rahatsızlıklarını ve nevi şahsına yönelik her türlü icraata ne kadar agresif olduğunu, maskesiz tanrı gerçekliğinde her yönüyle arzı endam etmektedir. Tabi Tayyip bunu yapınca şak-şakçıları uslu dururlar mı? Durum böyle olunca, işte bir devlet krizi! Ortaya çıkıyor ve tartışmalar, akıl yürütmeler de böyle gerçeklerin üzerine cila rolündeyken, Sivas yangının üzerinden o kadar zaman geçmesine rağmen, sorumluları yargılamak-cezalandırmak bir yana, otelin ve aydınların külleri üzerinde halen de ekmek arası döner satılmakta ya da acısı umarından ziyade Adana kebapları, yürek dağlayan közlerin üzerinde pişirilmekte.
Peki, niyedir bu restleşmeler, gece yarılarına kadar süren toplantıların ve zirvelerin nedenleri? Durum son derece basittir; ABD’de yer alan G. Soros ve ekipmanları, Ortadoğu rezaletinde tam destek vermeyen, Genelkurmay’ı gözden çıkarmış durumda. Bunun farkına varan ve out olmak istemeyen İlkesizliğin Başbuğu, sağda-solda ortalığı velveleye vererek, durumun farkındalığından duyduğu endişeyi izanı beyan etmektedir. Bunun yanında boş atıp dolu tutmak isteyerek de, işte bir belge ve Çiçek gerçekliği ajanslara servis edildi. Ondan sonrasında da Narsistliğin ve biraz da batı endeksli Nakşîciliğin AKP’si ile Tayyip’i, bundan son derece rahatsızlık duydular. Olayın üzerine gitme iradesini göstererek! Gece yarısı düzenlemeler, mahkemeye atanan üye ve sonrasında tutuklanan on sekiz albayın delil yetersizliğinden salıverilmesi ile Genelkurmay’ı ve avanaklığın başbuğunu tüm cümle âlem önünde terbiye etmeye çalıştı. Açıkçası bu durumdan son derece de kendi pragmatist politikalarının doğrultusunda sonuç da aldı. Fakat şunun anlaşılması gerekiyor ki, AKP’nin ve Tayyip’in bu külhanbeyliğinin arkasında kesinlikle CFR, Trileatral gibi oluşumlarda kararlaştırılmış planlar vardır. Yani Tayyip’in ve hükümetinin kendi yağında atacağı adımlar değildir bunlar.
O zaman şöyle bir soru çıkıyor ortaya: Daha geçtiğimiz günlere ülkenin temel gündemi olan Kürt sorunu karşısında yaşanacak açılımlara ne oldu? Neden gündem bu kadar tepkimeli bir şekilde değişmekte? Bunun cevabını da kısaca izah etmek gerekirse; PKK’nin ve onun Önderliğinin yürüttüğü politik-siyasi mücadele de, devletin bu konu hakkında ne kadar samimiyetsiz olduğunu gösterdiği gibi yine bilinen sermayedar kuruluşlar, sorunun çözümü noktasında sabit bir plana sahip olmadıklarından dolayı siyasi boşluğa düşmüşlerdir. Tabi bunların gelişmesi, onların ya da karga olan kılavuzlarının pek de hesaba katmadığı bir durumdu. Bundan dolayı da ortaya çıkan gelişmeler, aslında dönemi kurtarmaya yönelik geliştirilen operasyonların dışında herhangi bir anlama sahip değildir.
Bunlardan dolayı da memleketin sorunlarında bu külhanbeyliklerinin geleceğe yönelik ciddi anlamda bir mealinin olması söz konusu olamayacağı gibi asker-sivil çatışması da, aslında yabancısı olmadığımız bir senaryo olmaktadır. Soros’un 2003’te Sabancı Üniversitesinde söylediği gibi “Türkiye’nin ihraç edeceği tek şey ASKER’dir”. Geriye kalansa gerçeklere cila sürmek değil, gerçeklerin savaşçılığını, siyasetini ve önemlisi de adamlığını yapmak oluyor. Bugün meydanlarda denildiği gibi “ASIM-burada, HASRET-burada, MUHLİS-burada” demek değil de, “HASRET-katilleri orada, ASIM-katilleri orada, MUHLİS-katilleri orada” diye haykırmak ve mücadelesini yürütmek, bir nebze de olsa memleketteki döner-kebap tarihini değiştirilebilir. Gerisi ise laf-ı güzaf olmaktadır.
- Ayrıntılar
Son zamanlarda elimin altında olan, göz attığım ama daha okuyamadım bir kitap vardı; “Iskalanmış Barış” diye üzerinde kalın puntolardan oluşmuş bir yazı, kapak tasarımında ise Kürdistan haritası üzerinde doğu vilayetlerinde daha öncesinde yaşamış olan azınlıklardan çeşitli fotoğraf kareleri dikkatimi çekiyordu. Basel’li bir genç daha tez çalışmaları yaptığı dönemde yürüttüğü on yıllık çalışmayı bir kitap olarak hazırladığını söylüyor ve kitabının önsözünde “Anadolu’da kendisinden başkasını dışlayan milliyetçiliğe değil, insana tüm insanlığa aittir” diye de, iddialı ve sunturlu bir cümleyi de serpiştirmiştir. Şimdi yaşamakta olduğumuz dönemde beynimin bir köşesinde yer ediniyor bu cümle kendine hemencecik. Ne de olsa barışın düşük volümde de olsa, bazı açıklamalarda ve telaffuzlarda genze dokunması gibi bir dönemi çok sık yaşamıyor bu coğrafya. Barışın olmasına yönelik ve sorunların çözümünde diyalog arayışlarının geliştirilmek istenmesi beraberinde, insana dair hilkatlara ve düşüncelere gark eyliyor kendilerini, sözüm ona tüm insanlığın ilerici lafatörlerini… ama bu dönem kesik kesik ilerliyor ve nedense açıklamalar bahar zamanında bir gecede gelişen kültür mantarlarıyla aynı anlamın dışına taşıramıyor kendisini.
Ortalıkta dolaşan bir belge tartışması, bununla birlikte peşin sıra açıklamalar ve ültimatomlar boy veriyor ortalıkta. Neredeyse herkesin eli kabzasında ve mafyavari bir gündem koşuşturması almış başını… bunun “ıskalanmış barış” kitabıyla çok yakından bir bağlantısı yok. Ama barış veya Kürt sorunu tartışmalarıyla çok yakından bağlantıları olduğu da tartışılmayacak kadar gerçeklik arz etmektedir.
Yaşamakta olduğumuz dönem itibariyle şunu belirtmek; “Dolmabahçe İttifakı Bozuluyor” demek, sanırım perde arkasında ve belge, fotokopi arasında yürütülen müsvedde bir savaşın şifreleri oluyor. Neydi Dolmabahçe ittifakının gerçek yüzü? Yani oradaki görüşmede en azından bildiğimiz kadarıyla Fenerbahçe’nin transfer listesi tartışılmadı ya da hafta sonunda gerçekleştirilecek at yarışı hakkında birbirlerinden tüyo alış verişinde bulunmadıkları kesindir, TC başbakanı R. Tayip ile (o dönemin) TC Genelkurmay Başkanı Y. Büyükanıt’ın. Her nedense bu zatı muhteremler “bu görüşmenin içeriği benimle mezara gidecek” diye sözüm ona mükremin çıtır’lık yapsalar da, görüşmenin “iktidar” palazlanmasını sahiplenme tevessülü ile çıkarcı “KÜRT PAZARLIĞI” olduğunu anlamakta gecikmiyoruz. Bu pazarlık ve siyasetin geliştirdiği dönemde Kürtlerin önderliğine ve özgürlük hareketine yönelik şiddet politikasının tavan yapmış hali yürütülmüştü. Peki, bu temelde yürütülmüş pazarlık neden son günlerde tekrardan eskisi gibi ahenkli ve kol kola ilerlemiyor.
Çok basit olan bir cevap duruyor karşımızda, burada ABD’nin yeniden keşfi kesinlikle söz konusu değil. Sadece şunu söylemek düşüyor birçoğuna, “KRAL ÇIPLAK!”. Yani devletin birçok kurumunda halkların boğazlaşmasını, yaşanacak çatışmaların ve savaşların yürütülmesinin dışında bir Anadolu hayal edemeyenlerin ve siyasetlerinin, tekellerinin dışına çıkamayanların gardını almış olması da aslında kralın çıplaklığını örtemiyor, gizleyemiyor. Bundan dolayı da kürdün imhası ve özgürlük mücadelesinin bastırılması temelinde oluşturulmuş bir ittifak, günümüzde geliştirilmek istenen diyalog ve demokratik uzlaşı sürecinde anlamını yitiriyor. Bundan dolayı da başta İ. Başbuğ gibileri ve böylesi bir zihniyetin kuşakları başta, -öz kışlası olan ABD’den, sonrasında da karargahından, kükremeye başladılar. Tabi o kükremeye çalışırken, İzmir’de bir subayın intihar haberi de ajanslara düşüyor. Yani bu subayın da Rus ruleti oynamamışsa, intiharın nedeni de oldukça önemli bir konu olmakta. Kürt sorununa hükümet ve ordunun yaklaşımlarındaki farklılık, onların Kürt siyasetlerinde oluşturdukları ittifakın çatlamasını ve simetrik veya asimetrik bir savaşa girişmelerini de beraberinde getirdi.
Öyle ki, i. Başbuğ yaptığı açıklamaya anayasa kitapçığını da getirecek kadar bir simetrik hesaplar ve düellolar içerisindeyiz. Ne de olsa AKP ve CHP dün anayasanın değiştirilmesi ve 12 Eylül cuntacılarının yargılanması için görüş alışverişinde bulunmuşlardı. Yine öyle ki; dün TC başbakanı t. Erdoğan açıklama yapıyor, askeri savcılık karar vermiştir, bundan sonra süreç sivil yargıya intikal etmiştir deyiveriyor ve bugün savcılar, subayı ve subayları şüpheli olarak ifadelerini vermek için önümüzdeki haftaya adliyeye davet-benim bildiğim kadarıyla savcı ve adliye davet etmez, tebliğ ederler, ediliyorlar. Burada eminim ki, bazıları yine hukukun üstünlüğü, sosyal hukuk devleti safsatalarına kalkışacak ama savcının verdiği tarihe baktığımızda, aynı gün MGK toplantısının yapılacağının da bir tesadüf olması da son derece iyi hesaplanmış bir simetrik hamle olmaktadır. Devletin hükümeti ve ordusu arasında yaşanan bu durum elbette, Kürt özgürlük hareketi tarafından geliştirilen eylemsizlik süreci ve Kürt sorununda yaşanan son gelişmelerle yakından bağlantılı olmaktadır. Bundan dolayı da hükümet, ordunun sesini yükseltmesine ve siyasete bu kadar aktif katılmasına daha fazla katlanacak bir durumda olmadığını gösteriyor. Ordu da başta darbeci generaller olmak üzere sözüm ona Kürt politikasında yaşanacak en ufak bir değişiklik karşısında elini masaya vurmaya devam ediyor. Bu çatışmalar ve savaşların içinde önümüzdeki yıllarda başka gençler tez çalışması için “Iskalanmış Barış” konusunu seçmemeleri için de, toplumun bütünlüklü olarak Kral çıplak olduğunu ya da Anadolu’nun, kendisinden başkasını dışlayan milliyetçiliğe değil, insan’a-insanlığa ait olduğunu bütün meydanlarda, sokaklarda söylemesi gerekiyor.
- Ayrıntılar