HPG

Kurdistan Halk Savunma Güçleri

Murat Karayılan

Türk devleti tarafından Kuzey Kürdistan’da geliştirilen sömürgecilik normal bir sömürge sistemi değildir. Kürdistan’da uygulanan sömürgecilik, esas itibarıyla bir jenosit-soykırım sistemi olarak uygulanmıştır.

Kürt toplumunu bütünüyle ortadan kaldırma ve her şeyiyle yok etmeye dayanan bu sistemin temelinde acımasız bir şiddet anlayışı vardır. Öyle ki Dersim Direnişi sürecinde on binlerce insan toplu bir biçimde katledilirken, kurşuna dizilerek yok edilmekten, vahşi uygulama ve katliamdan korkarak mağaralarda saklanan kadın, çocuk, ihtiyarlara karşı kimyasal silah kullanmaktan geri durmayan bir anlayıştan söz ediyoruz. Dersim’de kimyasalla katledilen insanlarımız, savaşan, eli silah tutan, direnen insanlar değildi. Daha çok kadınlar ve çocuklardı; katliamdan kurtulmak için mağaralara saklanan insanlardı ve o insanlar mağaralar içerisinde kimyasal gazlarla katledildiler.

Yine 1930 Ağrı Direnişi sürecinde de ‘direnişçileri destekliyorlar’ gerekçesiyle Zîlan Deresi’nde silahsız-savunmasız Kürdistan köylülerinin toplu bir katliam ve soykırımdan geçirilmesi söz konusu olmuştur. Sadece 3 gün içerisinde çocuk-yaşlı, kadın-erkek demeden 15 bin kişi katledilmiştir. Hiçbir fert bırakılmamacasına 3 gün içerisinde büyük bir katliam yapılmıştır. Daha sonra aynı bölgede devam eden katliamlarla katledilenlerin toplam sayısının 40 bine ulaştığı da belirtilmektedir.

Kürdistan toplumu katliamlarla teslim olmaya zorlandı

Böylesi acımasız yöntemlerle bir toplumu şiddet yoluyla ortadan kaldırmayı önüne koyan bir soykırımcı egemenlik sistemi Kürdistan’da uygulanmıştır. Kaldı ki öncesinden Ermeni halkına, Rum halkına, Asuri-Süryani halkına karşı uygulanan şiddet de Kürt toplumunun hafızasında canlıydı. Hristiyan kökenli halkların bu tür bir şiddet uygulamasıyla öldürüldüğü ve sürüldüğü, böylece toplumsal varlığının ortadan kaldırıldığı bilinmektedir. Bütün bunlar Kürdistan toplumunun hafızasında canlı olarak yaşanan şeyler haline getirildi ve böylece toplum teslim olmaya zorlandı; bu temelde 1940’lardan sonraki ölüm sessizliğinin Kuzey Kürdistan’da egemen hale getirildiği biliniyor. Dolayısıyla böyle gaddar bir soykırımcı devlet anlayışına karşı siyasal yöntemlerle mücadele yürütmek ve sonuç almak bir yana, varlığını sürdürmek bile mümkün olamazdı. Türk devlet gerçeğinin Kürdistan’daki uygulamaları bu temelde gerçekleşmiştir.

Türk devletinin bu gerçeğini en iyi bilince çıkaran ve ilk kez derinlikli bir biçimde tahlil eden Önder Apo’dur. Önder Apo, daha ilk aşamada ideolojik grup döneminde sömürgecilik tezini geliştirirken bu sömürgeciliği uygulayan devlet karakterini de iyi çözümlemiştir. Onun için grubu çok gizli bir biçimde örgütlemeyi öngördü. Uzun süre hiçbir yazılı belge oluşturmadı; çalışmayı daha çok sözlü propaganda ve ideolojik mücadele biçiminde geliştirmeyi esas aldı. Önderlik Türk sömürgeci-soykırımcı karakterini iyi tahlil etmeseydi ve grup öyle kendisini orta yere seren bir tarzı esas alsaydı, daha ilk çıkışta tasfiye edilirdi. Önder Apo Türk sömürgeci sistemin karakterini hem iyi çözümledi hem de bu sisteme karşı mücadele yürütmenin kolay olmayacağını doğru bir biçimde tespit etti. O yüzden daha başlangıçta kişilik sorunu üzerinde durdu; sağlam, kararlı, karakterli, davaya bağlanmış öncü kadrolara dayanmadan bu sömürgeci-soykırımcı sistem karşısında durulamayacağını derinliğine bilince çıkarmıştı. Bu tespitler temelinde Ankara’da grup faaliyetinin yürütülmesi ve daha başlangıçta Haki Karerlerin, Kemal Pirlerin, Mazlum Doğanların, Hayri Durmuşların, karakter şekillenmesi gelişti. Yoksa bu derinlik ve niteliksel oluşum gelişmemiş olsaydı, ne zindanlarda öyle bir direnme iradesi açığa çıkabilirdi ne de daha sonraki vahşet uygulamaları karşısında silahlı mücadele direnişi gelişebilirdi. Ama Önderliğin daha başlangıçta hem sömürgeci devlet karakterini doğru tahlil etmesi, hem de buna karşı durabilmenin öyle sıradan olmayacağını, nitelikli, kararlı, her türlü zorluğa göğüs gerebilecek cesur kadrolarla bu mücadelenin yürütülebileceği tespiti bu açıdan çok önemlidir.

Daha ideolojik grup döneminde, henüz grubun belirlenmiş resmi bir ismi yokken, sömürgeci işgal güçlerine karşı direniş gelişmeden, direniş güçleri yeterli askeri savunmaya sahip olmadan mücadelenin gelişemeyeceği; Kürt halkının var olma ve özgürlük mücadelesinin ancak halk ordusunun örgütlenmesiyle gelişebileceği; halk ordusunun örgütlenmesiyle kendisini savunabileceği eksenindeki tartışmalar nedeniyle bir dönem gruba UKO (Ulusal Kurtuluş Ordusu)’cular ismini de vermişlerdi. Bu ismi grup kendi kendine vermemişti ama tartışmalarını izleyenler bu biçimde bir tanımlama da yapmışlar. Çünkü Kürdistan’da yaratılan şiddet ortamında Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’ni silahsız düşünmek abesti. Gerçeklerle temas eden, kendini kandırmak istemeyen birilerinin böyle bir yaklaşımı geliştirmesi düşünülemezdi. Zaten bunun zemini de yoktu. ‘Zemini var’ diyen kimi gruplar gizli bir biçimde kurdukları partilerinin adını bile açıklamaya cesaret edemiyorlardı. Yani parti kurmuş, sadece kuran birkaç kişi adını biliyor; onlar dışındaki kimse o grubun parti midir, grup mudur, ne olduğunu bilmiyor. Kısacası adına mücadele yürüttükleri ülkenin ismini dahi telaffuz edemeyecek durumdaydılar. Dolayısıyla kendi kendini kandırmaktan başka bir şey değildi. Yok edilme aşamasındaki bir halkı bu yok oluştan kurtarmanın yolu öyle çok gizli, adını bile telaffuz edemeyecek düzeyde dar bir grup faaliyetiyle o yok oluştan kurtarmak mümkün olamazdı. Bu ancak sağlam bir öncü ve her şeyi göze alan cesur bir halk isyanı-ayaklanması, bir toplumsal direniş ve canlanmayla mümkün olabilirdi. Aksi takdirde hızla gelişen bir yok oluş süreci söz konusuydu ve artık bu halkın gerçekten bir halk veya ulus olarak varlığı tartışma konusu yapılıyordu. Bu açıdan sömürgeci-soykırımcı sistemin Kürdistan’da yarattığı o trajediye ve soykırıma halk adına ‘dur!’ demek ve onun önüne geçebilmek için ancak büyük bir cesaretle ortaya çıkmak ve bunu açıkça topluma yansıtarak bir devrimci mücadele geliştirmek gerekliydi.

Grubu imha etmeyi planlayan devlet, Haki Karer yoldaşı şehit etti

Bu açıdan Önder Apo’nun öncülüğünde giderek şekillenen grup hiçbir şekilde kendisini yanıltmadı. Karşısında durduğu sistemi iyi tanıdı; ona göre kendisini nasıl hazırlaması gerektiğini doğru belirledi. Bu temelde ideolojik formasyonunu ve programsal çerçevesini giderek netleştirme sürecini geliştirdi. Ama bu arada düşman böyle gizli bir grubun bulunduğunu, çeşitli yerlerde ideolojik propaganda faaliyetini geliştirdiğini fark etti ve bilindiği gibi grubun önderliğine yönelmeyi planladı. Önderliği bulamayınca, grup içerisinde Önderliğin yardımcısı konumundaki Haki Karer yoldaşı Antep’te bir kontra grubunun komplosuyla şehit etti. Bu önemli bir işaretti. Özel Harp Dairesi’nin el attığı, grubu imha etmeyi planladığı anlaşıldı. Ondan sonra grup biraz daha derinliğe inmeyi ve gizliliğe dikkat etmeyi esas aldı. Çünkü düşmanın takipte olduğu ve grubu tasfiye etmek istediği görüldü.

Sonrasında Haki yoldaşın şehadet yıldönümünde bilindiği üzere işbirlikçi feodal-komprador kesimler, MİT, polis ve faşist MHP işbirliği temelinde Hilvan’da Halil Çavgun arkadaşın şehit edilme olayı yaşandı. Bu olay da bir çok açıdan önemliydi. Artık sadece Özel Harp Dairesi’nin grubu hedeflemediği, faşistlerin ve polisin yanı sıra Kürt işbirlikçi feodal-kompradorların da devreye konulduğu görüldü. Yine aynı dönemde bir takım sözde sol grupların da şiddete dayalı bazı yönelimleri gerçekleşti. Daha sonraki süreçte ise başta KUK olmak üzere, Kürdistan’da reformist çizgide örgütlenmeye çalışan grupların saldırıları gelişti. Kısacası tümüyle şiddete dayalı soykırımcı sistemin çeşitli versiyonlarının etkili bir biçimde devreye konulduğu bir sürece girildi. Bu süreç karşısında partileşme olmazsa olmaz olarak bir hakikate dönüştü.

PKK’nin kuruluşu ulusal direnişi örgütlemek temelinde  gerçekleşti

PKK’nin Birinci Kongresi olarak resmiyet kazanan Lice’nin Fis Köyü’ndeki toplantıda partileşme kararı alınarak mücadelenin yükseltilmesine karar verildi. Zaten artık yol ayrımına gelinmişti. Bu durumda ya esneyecekti, biraz geriye çekilip bir gençlik grubu olarak devam edecekti (deyim yerindeyse reformist bir çizgiyi tercih edecekti); ya da ulusal var olmayı önüne koymuşsa bunun için ne tehlike ve risk varsa bunu göze alıp ulusal direnişi örgütlemek üzere partileşmeye geçecekti. Zaten Önderlik ve grubun kararlılığı da bu temelde ulusal direniş kararının alınması ve bu ulusal direnişi örgütleyecek, yönetecek, yürütecek partileşmenin bir olmazsa olmaz biçimde kendini dayattığı o ortamda partileşme faaliyetinin resmi bir biçimde geliştirilmesiydi. PKK’nin kuruluşu aslında bu temelde ulusal direnişi örgütlemek ve ulusal direniş mücadelesini yükseltmek üzere gerçekleşti. PKK’nin kuruluş süreci bu açıdan çok tarihsel bir dönüm noktasıdır. Ulusal var olmaya karar verme ve bunun direnişini geliştirmeye yönelme durumu sıradan bir şey değildi. Çünkü ölüm döşeğinde neredeyse sancılar içinde olan bir topluma yeniden can verme, ruh verme, onu ayağa kaldırma kararlılığıyla gelişen bir süreçtir. Partileşme süreci bu temelde somutlaşmış ve kararlaşmıştır.

Dikkat edilirse, PKK bir ideolojik hareket olarak şekillendi. İdeolojik-politik bir doğrultuyu netleştirdi. Muhtevası sosyalist bilimin Kürdistan’a uyarlanışı olan ideolojik-politik doğrultusu belirlenmiş devrimci bir ulusal-demokratik yapılanmadır. Kuşkusuz bununla birlikte, Kürdistan’da gerçekleşen insanlık dışı katliama karşı duran insani boyutu, enternasyonal boyutu da vardır. Yurtseverliği kadar enternasyonal özününde derin ve güçlü bir temele  dayanma gerçeği de vardır. Kürdistan’da uygulanan ağır şiddet, baskı ve soykırımcı uygulamalara karşı sosyalist düşünce temelinde gelişecek mücadelenin aynı zamanda bir Türkiye ve Ortadoğu halklar mücadelesi olacağını öngören; Kürdistan devriminin kendisiyle birlikte Ortadoğu devrimine yol açacağı tespiti yapma durumu daha başlangıçta söz konusuydu. Bugün gelişen mücadele ile bu daha berrak bir biçimde göz önüne serilmiş bulunuyor. Kısacası bu temelde gelişen mücadelenin, ancak ve ancak direnişle ve silahlı mücadele ile kendini savunması ile gelişip güçleneceği tespiti en önemli tarihi bir değerlendirme ve tespit olarak partileşmenin temeli haline gelmiştir.

O zamana kadar dünyada gelişen devrimci hareketlerde iki önemli savaş stratejisinin uygulandığı biliniyor: Bunlardan birisi Rusya’da uygulanıp başarıya ulaşan ‘Ayaklanma Stratejisi’yken, diğeri de ayaklanma stratejisinin başarıya ulaşamaması ardından uzun bir direniş temelinde Çin’de şekillenen ‘Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisi’dir. Bunun daha sonra Vietnam ve daha bir çok ülkede uygulandığı bilinmektedir. “Türkiye ve Kürdistan koşullarına en uygun olan mücadele stratejisi nedir?” noktasındaki tartışmalarda çeşitli fikirler olsa da, Kürdistan ve Türkiye somutunda Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisi’nin daha uygun ve doğru olacağı fikri o zamanki sol camia içerisinde daha çok egemen bir görüştü. Daha önce Mahir Çayan’ın, yine İbrahim Kaypakkaya’nın ve Deniz Gezmişlerin aynı perspektifle yola çıktıkları ama Türk devlet sisteminin o şiddet karakterli duvarına çarparak daha ilk adımda ezildikleri bilinen bir husustur. Dolayısıyla Kürdistan’da Önderliğin en çok üzerinde durduğu mücadele stratejisi, tabii ki ‘Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisi’ydi.

Fakat bu, ana hatlarıyla ’81 yılı sonunda Lübnan’dan geri dönüş sürecini başlatan ilk grupla Önderliğin yaptığı toplantıda daha netlik kazandı. Bu toplantıda Mehmet Karasungur, Mahsum Korkmaz, Şahin Kılavuz gibi mücadelenin önemli kadroları da yer alıyordu. Bu toplantıda Önderliğin bir hafta boyunca mücadele stratejisiyle ilgili yaptığı değerlendirmeler, daha sonra Kürdistan’da Zorun Rolü ve Kürdistan Ulusal Kurtuluş Siyaseti adıyla kitaplaştırılarak devrimci mücadelemizin en temel bir belge haline geldi. Bu kitap, PKK’nin askeri bakış açısını ve mücadele stratejisini en geniş ve berrak bir biçimde ortaya koyan bir kitaptır. Dolayısıyla o zaman hazırlanan bu kitap, PKK’nin askeri stratejisinin bu biçimde en geniş bir tarzda açımlandığı bir belge oldu. Orada da ifade edildiği gibi Kürdistan koşullarına en yakın olan deneyim, Vietnam’da ortaya çıkan deneyimdi ve diğer tüm dünya örnekleri incelenmekle birlikte Çin-Vietnam gerilla modelinin Kürdistan’da uygulanması süreci bu biçimde gündeme girdi.

 

Uzun Süreli Halk Savaşı’nın aşamaları

 

Birinci aşamaya, ‘stratejik savunma aşaması’ deniliyor. Bu aşama, daha çok gerilla birimlerinin hareketli olduğu ve hareketlilik ve gizlilikle savunmayı esas aldığı, vur-kaç taktikleriyle hem düşmanı yıpratma hem de giderek gücünü büyüterek ikinci aşamaya geçmeyi hedefleyen bir aşamadır.

 

İkinci aşama, ‘stratejik denge aşamasıdır. Stratejik denge, artık gerillanın belli düzeyde büyüdüğü, coğrafyanın stratejik kimi alanlarını elinde tutabildiği ve savunabildiği, o alanlara egemen olan, devletin kolay kolay giremediği, girse bile büyük savaşın yaşandığı ama gerillanın da ovaya ve şehre giremediği, girse bile ancak gizli yöntemlerle ve eylem biçiminde girebildiği bir denge durumunun oluştuğu bir süreçtir.

 

Üçüncü aşama ise, gerillanın daha fazla büyümesi, eğitim görmesi, giderek bir yarı düzenli ordu haline dönüşmesi, stratejik müttefiklerinden destek alması, halkın şehirlerde ayaklanmaya geçtiği ve gerillanın da kırdan şehre doğru yöneldiği stratejik saldırı dönemidir.

 

Çeşitli ülkelerde Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisi bu biçimde pratikleşmiştir.

 

Kürdistan’da böyle bir sürecin hedeflenmesiyle beraber, esasen başlangıçta Kürdistan’ın hatta PKK’nin tek kalmayacağı, başka güçlerin de sürece dahil olabilecekleri varsayıldı. Bunun için 1981-’82-’83 süreçlerinde Ortadoğu zeminine çekilmiş olan hem Kuzeyli Kürt örgütleriyle kimi toplantılar ve tartışmalar yürütüldü; hem de Türkiyeli sol örgütlerle yapılan tartışmalar söz konusuydu. Kimi Türkiyeli sol örgütlerle Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC) kuruldu. Kürt örgütleriyle yapılan toplantılarda ise maalesef herhangi bir sonuç elde edilemedi. Gerçek şuydu ki 12 Eylül askeri-faşist cuntasının Türkiye ve Kürdistan’da yarattığı o şiddet ortamına, geliştirdiği faşist kurumlaşmaya müdahaleyi göze alan, o kararlılıkta yoğunlaşma yaşayan kimse yoktu. Çünkü FKBDC daha sonra ülkeye geri dönüşü gerçekleştirmedi. Onun içinde yer alan Dev-Yol ülkeye geri dönüşü değil daha çok çeşitli taktiklerle geri dönüşü sabote ederek esasen herkese Avrupa’ya yönelmeyi dayattı.

Özcesi Önderlik hem Türkiye sol hareketleriyle hem de Kürt örgütleriyle ittifak kurmak istiyordu fakat ittifak ülkeye geri dönüş ekseninde olmalıydı. Ne varki, geri dönüş iradesini gösteremeyen güçler böyle bir ittifaka gelmediler. Gelenler ise daha sonra bozdular. Böylece mücadele ve savaş sahnesinde bizler PKK olarak yalnız kaldık.

15 Ağustos 1984 Atılımı böylesi bir atmosferde geliştirildi. 15 Ağustos Atılımı gerçekten çok tarihi bir çıkıştı. 12 Eylül faşist cunta sistemine karşı büyük bir devrimci müdahaleydi ve Kürdistan’da büyük bir yankı yarattı. Kimilerinin beklediği gibi, bu mücadeleyi geliştiren güçler yok olmadı. Oysa onların iddiası böyleydi. “Türk devletine karşı böyle bir girişim yapılamaz. Yapılsa da yok olmayla sonuçlanır” algısını geliştirmek istiyorlardı. Ama Kürdistan’da büyük komutan Mahsum Korkmaz yoldaş öncülüğünde geliştirilen 15 Ağustos Atılımı büyük bir devrimci direniş ortamını yarattı ve peşi sıra her ne kadar sömürgeci Türk devletinin çeşitli müdahaleleri olmuş olsa da, yine gerilla mücadelesini geliştirmesi gereken komutanlıklar içerisinde de çeşitli çizgi dışı yaklaşımlar çıkmış olsa da, bu atılım kendisiyle beraber Kürdistan’da çok büyük bir devrimsel süreci geliştirdi. Türkiye’de faşizmin kalıcı bir biçimde kurumlaşmasının önüne geçti. Dörtlü Çete dediğimiz, çizgi dışı, Önderliğin geliştirmek istediği askeri ve örgütsel çizgiyi tersine çevirmek isteyen tasfiyeci kontra pratiklere rağmen gelişerek 1990’lara geldiğimizde Kürt toplumunda büyük bir canlanmayı ve yeniden dirilişi sağladı. Bu tarihi atılıma ‘Diriliş Devrimi’ denilmesinin nedeni buydu; hiçbir umudu kalmamış bir toplumda yeniden bir canlanma, hareketlenme ve serhildan süreci dediğimiz toplumsallaşma süreci ‘90’larla birlikte bu biçimde gerçekleşmiş oldu.

Bu, Kürdistan’da gerillanın sonuç alabileceğini ortaya koyan tarihsel bir devrimci pratik süreciydi ve bunun peşi sıra yükselişi sürdürmek gerekiyordu. Bu temelde gerillada bir büyüme de yaşandı. Gerillanın sayısal yoğunluğu başlangıçta 100 civarı iken ‘89’da 900 civarına ulaştı, ‘92’ye geldiğimizde artık neredeyse 10 bine dayanıyordu. Dolayısıyla gerillanın artık ikinci aşamaya geçme süreci kendini dayatmıştı.

Erken iktidar hastalığı denge aşamasına geçişi engelledi

İkinci aşama, yani denge aşamasına geçmek için tabii ki salt stratejinin doğruluğu yeterli değildi. Taktik öncülüğün de rol oynaması, pratikte yapması gerekenleri yapması gerekliydi. Tam da bu noktada sorunların yaşandığını biliyoruz. Esasen bu tür sorunlar olmasaydı, ’91-’92 sürecinde denge dönemine geçmenin koşulları vardı. Ama o zamanki taktik öncülük, bir takım başarılı karakol baskın eylemleriyle kendini yanıltarak ‘erken iktidar hastalığı’na düştü. Taktik öncülük ve süreci geliştirme yerine, daha çok ortaya çıkan imkanları kendi yaşamını örgütlemeye yöneltti. Bu da o sürecin doğru değerlendirilememesini beraberinde getirdi. ’93-‘94’te denge süreci bir biçimde pratikleşti fakat ’94 topyekun saldırısı karşısında yeniden hareketli gerillaya dönmek zorunda kalındı. Bu biçimde kendini tekrar etme süreci gündeme girdi. ’97-‘98’de de yine denge süreci bir şekilde pratikleşme safhasına girdi fakat bunun karşısında da Türk devletinin geliştirdiği teknik donanım tekrardan gerillanın hareketli süreç olarak kendisini devam ettirmesini dayattı. O zaman hem NATO’dan hem İsrail’den aldığı destek, Kobra helikopterlerinin etkili kullanılması, uçar birlik taktiğinin uygulanması (ki bu ancak büyük bir masrafla yüzlerce Skorsky’nin alınmasıyla uygulanan bir taktik aşamaydı) temelindeki yönelim, birinci aşamaya dönüşün kapısını aralamış oldu. Zaten Uluslararası Komplo da buna dayanarak gerçekleşme zemini buldu. Kısacası, eğer o dönemde taktik öncülük stratejik dengeyi kalıcı kılabilseydi ve Türk ordusunun kapsamlı saldırıları karşısında alan savunmasını kapsamlı hareketli gerilla savaşıyla gerçekleştirebilseydi, süreç farklı olabilirdi.

‘90’larla birlikte Türkiye devrim hareketinin beklenildiği gibi gelişmeyeceği netleşti. Dolayısıyla artık ara bir çözümün gelişmesi perspektifi açığa çıkmış oldu. Bunun için de denge dönemi önemliydi. Yani stratejik saldırıya geçme değil de denge dönemi kendisiyle birlikte siyasal bir çözümü de mümkün hale getirebilirdi. Zaten ‘93’te (Turgut Özal döneminde) yaşanan süreç biraz buna tekabül ediyor. Ancak devlet içindeki derin şoven-soykırımcı kesimlerin kendi sistemine de müdahale ederek Özal’ı, Eşref Bitlis’i vb kesimleri tasfiye edip ’94 sürecini başlatması durumu vardır. Kısaca denge dönemini kalıcılaştıramayan gerilla, çözümü olmazsa olmaz bir biçimde dayatamadığı gibi, uluslararası komplonun gerçekleşmesinin önüne de geçemedi. Aslında Önder Apo’nun ‘yetersiz yoldaşlık’ diye eleştirdiği duruş budur. Yani taktik öncülüğün o süreci yeterli düzeyde karşılayamaması ve yaşadığı yetersizlikler, dönüm noktası denilebilecek önemli süreçlerin gelişmesine de neden olmuştur. Gerillada gerekli taktik zenginliği, yine uzmanlığı ve yetkinliği geliştirmek taktik öncülüğün işiydi. Aslında taktik öncülük bu görevini yapmadığı için çoğu zaman Önderlik üstlenmek zorunda kaldı. Bu da Önderliği tek bıraktı ve daha fazla hedef haline getiriyordu. Bu, ciddi bir özeleştiri konusudur ve bu özeleştiri süreci hala devam ediyor. Bu biçimde gelişen sürecin uluslararası komployla yeni bir döneme girdiğini bilmekteyiz.

Uluslararası komplo, Önderliğimizin esir alınmasıyla beraber tamamen yeni bir süreci başlatmış oldu. Uluslararası komplo süreci, bizim için, tüm hareketimiz için, özellikle de Önder Apo için çok ağır bir süreçtir. Ama ona rağmen o ağır koşullarda Önder Apo geliştirdiği yeni paradigma ile hem uluslararası komployu boşa çıkardı; hem de kadın özgürlüğüne dayalı Demokratik Ekolojik Toplum Paradigması ile hareketin nefes almasını ve yenilenerek genişleyip büyümesinin önünü açtı.

Yeni paradigma ile birlikte gerilla  kendisini ideolojik askeri çerçevede  yeniledi

Yeni paradigma çerçevesinde mücadele anlayışı da yeniden şekillendirildi. Özellikle silahlı mücadele ve zor olayına yaklaşım gözden geçirildi. Yeni-demokratik anlayışa uygun bir çerçeveye ulaşıldı. Şiddetin daha çok meşru savunma çerçevesinde kullanılması, bunun dışındaki kullanım biçimlerinin şiddet eksenli devletçi anlayışlara has bir tutum olduğundan hareketle, devrimci yaklaşımın şiddeti sadece ve sadece meşru savunmada kullanmayı öngören bir yaklaşımı demokratik uygarlığın olmazsa olmaz bir ilkesi olarak belirledi.

Bu çerçevede gerilla da kendisini yeniledi. HPG ismiyle gerçekleşen Birinci Konferans’ta yeniden yapılanma kararı temelinde sadece ideolojik olarak değil, aynı zamanda askeri olarak da bir yenilenme sürecini önüne koydu. Bu temelde demokratik çözümü dayatan bir mücadelenin gelişmesi, aktif savunma yaklaşımı çerçevesinde gerillanın yeniden devreye girmesi süreci bilindiği gibi gelişti. İşte bu noktada Devrimci Halk Savaşı olgusunu yeniden değerlendirme ve somutlaştırma durumu yaşandı.

Esasen yeni paradigmasal yaklaşımla eskisi gibi her şeyin şiddetle ya da gerillaya endeksli ele alınıp örgütlenmesiyle değil, devrimi iki temel ayak (gerilla ve serhildan) üzerinde ele alma ve bu ayaklar üzerinde bir güç haline getirme; toplumsal irade olmayı esas alan ve toplumsal şiddete daha fazla yer veren yeni bir bakış açısı gelişti. Daha önceki Uzun Süreli Halk Savaşı’nda her şey gerillanın, yani Kızıl Ordu’nun büyümesi, güçlenmesi ve savaşı kazanması için yapılırdı. Orada da halk ayaklanmaları vardır; halkın kuşkusuz yeri etkili konulmuştur ama her şey biraz da aslında ordunun güçlenmesine göre dizayn edilmiştir. Yani ordu eksenli bir devrimsel hedefleme durumu vardır.

Fakat Demokratik Ekolojik Toplum Paradigması’nın bakış açısına göre toplumsal ayak ile birlikte gerillanın ele alınması durumu vardır. Yani toplumsal şiddetin daha fazla önemsenmesi, toplumun örgütlenmesi, iradeleşmesi, gerillayla toplumun karşılıklı yapacaklarını yapması temelinde devrimsel bir kuvvetin ve gücün ortaya çıkarılması fikriyatı temelinde yeni mücadele anlayışı şekillenmiştir. Bu 2010’a kadar sürekli demokratik çözümü dayatan, bunun için mücadele yürüten, çeşitli açılımlar yapan ve ateşkesler ilan eden bir süreç eşliğinde yürütülen bir mücadele dönemiydi.

TC’nin imha dayatmasına karşı Devrimci Halk Savaşı

Ancak Türk devletinin bütün demokratik çözüm arayışlarını ve ateşkes süreçlerini bir özel savaş taktiği olarak ele alıp devrimci hareketi zayıflatma, esnetme, zaman kazanıp tasfiyeyi dayatma gerçeği var. Defalarca yapılan açılımlara karşı Türk devletinin AKP döneminde de bunu daha farklı yöntemlerle kullandığı ve Kürt halkının iradesini tanımaya yanaşmadığı, devrim güçlerini tasfiye etmekten hiç vazgeçmediği, ateşkesleri bir biçimde kabul etse bile, onu devrimi tasfiye etmek için kullandığının görülmesi üzerine, Önder Apo bizim devrimimizin seçeneksiz olmadığını ve farklı bir seçeneğin daha olduğunu belirtti. Bu bağlamda öncelikli seçeneğimizin demokratik-anayasal çözüm olduğunu, demokratik-anayasal çözümün gelişmesi için tüm çabaların sergilenmesi gerektiği ve sergilediğimizi; bu konuda halk hareketinin yoğunlaşması, mücadele yürütmesi, değişik toplumsal eylemselliklerle gücünün ortaya konulması, yani siyasal mücadelenin yetkinleştirilmesi ve toplumsal mücadelenin yoğunlaştırılması ile demokratik anayasal çözümü dayatma hedefi somut olarak konuldu. Ama bütün çabalara rağmen eğer egemen devlet şiddet kullanmaktan vazgeçmezse ve devrim güçlerini şiddetle ortadan kaldırmaya yönelirse, o vakit devrimci güçlerin de ikinci seçeneği gündeme girmek durumundadır. Bu da Devrimci Halk Savaşı çözümüdür. Yani birinci seçenek (demokratik anayasal çözüm) bizim tercihimizdir ama bütün çabalara rağmen eğer bu gerçekleşmeyip tasfiye dayatılır ve şiddetle bu pratikleştirilmek istenirse, bunun karşısında devrim güçleri de Devrimci Halk Savaşı seçeneğiyle çözümü geliştirmeyi önüne koyar. Dördüncü Stratejik Dönem olarak kendi öz gücüne dayalı, çözümü yaratma ve geliştirme süreci bu biçimde gündeme girmiştir. ‘Karşımızdaki egemen devlet gücü çözüme gelmiyorsa biz kendi çözümümüzü kendimiz öz gücümüze dayalı olarak geliştiririz’ yaklaşımıyla bu yeni stratejik dönem gündemleşmiş oldu.

Devrimci Halk Savaşı ile Uzun Süreli Halk Savaşı birbirinin devamıdır. Fakat aralarında fark da vardır. Önderliğimiz geçmişe dönük değerlendirmelerinde de önemli oranda Devrimci Halk Savaşı kavramını kullanmaktadır. Kuşkusuz hepsi son tahlilde devrimci bir savaştır ama aralarında belli düzeyde bir fark da söz konusudur.

Biz Çin ve Vietnam eksenli Uzun Süreli Halk Savaşı’nı Kürdistan’da ‘84’ten ‘99’a kadar uyguladık. Birebir ‘Uzun Süreli Halk Savaşı’ diyebileceğimiz bir süreçtir. Ondan sonra paradigmasal değişimle birlikte bir ara dönem vardır. Bu süreç, ‘serhildan’ ve ‘gerilla’ süreçleri olarak da tanımlayabileceğimiz, demokratik çözümü dayatan bir mücadele perspektifi ile yoğunlaşan bir süreçtir. Demokratik çözümün önüne engeller konulunca, bu, Devrimci Halk Savaşı biçiminde somutluk kazanmış ve bir perspektif yenilenmesini yaşamıştır. Tabii bunun da geçmişi Uzun Süreli Halk Savaşı’na dayanmaktadır. Peki her iki stratejinin farkı nedir? Kuşkusuz en büyük farkı bakış açısıdır; paradigmasal yaklaşımdır. Uzun Süreli Halk Savaşı devletleşmeyi ve şiddete dayalı bir yaklaşımı öngörürken, Devrimci Halk Savaşı daha çok toplumcu, toplumsal şiddeti öne çıkaran ve devleti değil Demokratik Konfederalizm’i hedefleyen bir mücadele anlayışıdır.

Devrimci Halk Savaşı’nda esas güç halktır

Bunun yanı sıra bir de güç mevzilenmesinde fark vardır. Yeni stratejide her şey gerilla değildir. Doğru; gerilla öncü güçtür ama esas güç halktır, halkın katılımıyla devrimsel gücün şekillenmesi gerekmektedir. İşte bu noktada halkın içinde örgütlenecek olan öz savunma birliklerinin önemi daha fazla öne çıkmaktadır.

Uzun Süreli Halk Savaşı’nda da milis gücünün bir yeri vardır ama milis gücü gerillaya destekçi olan bir güç konumundadır. Devrimci Halk Savaşı perspektifinde ise öz savunma başlı başına bir güçtür. Güç konumlanmasında, halk gücü, öz savunma ve gerilla biçiminde üç ayaklı bir devrim durumu söz konusudur. Devrimci Halk Savaşı’nın dayandığı yenilikler bunlardır. Daha çok toplumcu, daha çok toplumsal devrim yaklaşımını eksen alan, toplumun kendi kendini savunduğu, toplumun savaşa katıldığı bir direniş biçimidir. Özü itibarıyla bir öz savunma savaşıdır.

Esas olarak Uzun Süreli Halk Savaşı da bir öz savunma savaşıdır. Yani bir saldırı savaşı değil, kendisine ve değerlerine saldıran güce karşı kendini savunma savaşıdır. Dışarıdan bir güç ülkeyi işgal etmiş; ülkenin toprağını, suyunu talan ediyor; dilini, kültürünü yasaklıyor; her şeyini hedefliyor; buna karşı toplumun meşru hakkı olan öz savunma savaşı söz konusudur. Dolayısıyla Türk devleti ve çeşitli NATO güçlerinin hareketimizi terörize etme çabası tamamen bir çarpıtmadır. Kürdistan’da terörü uygulayan devlettir; insanları katleden devlettir. İşgal hareketini geliştiren, dili yasaklayan, kültürü başkalaşıma uğratan, fiziki ve beyaz soykırımı uygulayan, insanlığa karşı suç işleyen sömürgeci-soykırımcı Türk devletidir. O zaman buna karşı direnmek en insani bir haktır. Saldırıya uğrayan bir toplumun yaşaması için silah dahil kendisini savunması meşrudur. Bu, Birleşmiş Milletler’in 1948 Beyannamesi’nde de vardır.

Şimdi Kürdistan’da bizim geliştirdiğimiz direniş meşru bir direniştir. Bugün dünyanın herhangi bir yerinde bir işgal devletine karşı oradaki yerleşik halkın direnmesi nasıl meşruysa, aynı şey Kürdistan’da da meşrudur. Bizim Kürdistan’da geliştirdiğimiz Devrimci Halk Savaşı meşru bir savaştır; olmazsa olmazdır. Çünkü her şeyimiz saldırı altındadır. Bu toplum yok edilme konseptiyle, soykırım politikasıyla ortadan kaldırılmak isteniyor. Toplum bunun önüne geçmek, var olabilmek, yaşam hakkını elde etmek için direniyor ve bu direniş kutsaldır. Yaşam hakkı kutsal bir haktır; meşru bir haktır. Kürdistan’da yürütülen direniş de bu çerçevede kutsal ve meşru bir direniştir. Devrimci Halk Savaşı bu biçimde ele alınması gereken bir var olma ve özgürlük mücadelesidir. Kendini savunma ve irade olma iddiasını ortaya koymadır. Bugün Kürdistan’da yürütülen Devrimci Halk Savaşı’nın özü ve esası budur.

Özcesi, Kadın Özgürlüğüne Dayalı Demokratik Ekolojik Toplum Paradigmamızın en temel bir ilkesi de öz savunma ilkesidir. Çünkü kendini öz gücüyle savunamayan hiçbir canlı, daimi varlığını sürdüremez. Her canlının bir öz savunma sistemi vardır ve o sistem ile kendisini diğer canlılara karşı koruyarak yaşayabilmektedir. Bu hayvanlar alemi için de böyledir; insanlar için de böyledir; bitkiler için de böyledir; toplumlar için de böyledir. Bir kültürel varlık kendisini var etmek istiyorsa kendini savunabilmesi gerekmektedir.

Kuşkusuz savunma derken salt silahla yürütülen bir direnişmiş gibi anlamamak gerekiyor. Böyle anlamak çok dar bir yaklaşım olur. Savunma başta ideolojik olmak üzere, siyasi, kültürel, sosyal, ekonomik, vb bir çok açıdan geliştirilmesi gereken bir şey. Bir toplum her anlamda kendi kendine yeterli olmalıdır. Kendi kendini savunabilecek, kendi kendini besleyebilecek, kendi kendini yaşatacak güçte olmalıdır. Özgüce dayanma, kendi kendine yeterli olma yaklaşımı bundan ileri geliyor. İşte Önder Apo’nun paradigmasal yaklaşımının esası budur. Her toplum kendi kendine yeterli olabilmelidir. Özgür-demokratik-ahlaki topluma ancak bu biçimde ulaşılabilir.

Kadın özgürlüğü ekseninde gelişecek toplumsal bir yenilenme ve yeniden inşa süreciyle kendini var etmeyi bir bütünsellik içinde ele alma yaklaşımı önemlidir. Özgür-demokratik toplum ancak Kadın Devrimi’nin gerçekleşmesiyle mümkün olabilir. Kadın Devrimi gerçekleşmeden, erkek egemenlikli yaklaşımın kendini devam ettirdiği bir yerde toplumsal özgürlükten söz edilemez. İnsanların doğayı hoyratça kullandığı bir yerde ekolojik yaşam söz konusu olamaz. Dolayısıyla Kadın Devrimi ve ekolojik devrim temelindeki ahlaki-politik toplumsal gerçekliğe biz ancak öz savunma sistemi ile ulaşabilir ve ancak öz savunma sistemi ile onu koruyabiliriz.

Ahlaki-politik toplumun ya da özgür toplumun olmazsa olmaz bir ilkesi, öz savunma ilkesidir. Bu yüzden Önder Apo’nun yeni-demokratik-özgür toplumu inşa perspektifinde ortaya koyduğu dokuz boyuttan birisi de öz savunma boyutudur. Bilindiği gibi dokuz boyut temelinde kendisini inşa eden bir toplum, demokratik-özgür bir toplum olarak kendini savunabilir; varlığını devam ettirerek Demokratik Konfederalizm anlayışıyla devrimsel bakışını yayabilir; böylece Demokratik Ulus perspektifi temelinde bölge çapında bir devrimsel çıkışın kaynağı haline dönüşebilir. Aksi takdirde öz savunması olmayan bir gücün böyle bir öncülük misyonunu ve böyle bir rolü oynaması söz konusu olamaz. Çünkü etrafta kapitalist modernite anlayışına dayalı, şoven, ırkçı, faşist ve şiddete dayalı bir sürü devlet gücü vardır. İşte bunlara karşı kendini koruyabilmek için öz savunmasının güçlü olması gerekmektedir.

Öz savunma derken, sadece halkın sıradan bir örgütlenmesi ve yarı sivil-yarı askeri bir yapılanma ile yetinmesi kast edilmiyor. Günümüzde her türlü silahla donanmış bütün vahşi-saldırgan güçlere karşı kendini savunma gücünde olabilen bir öz savunma, gerçekçi bir öz savunma olabilir. Demek ki öz savunma öyle amatör, sıradan bir askeri bakış açısıyla geliştirilemez. Böyle bir anlayışla geliştirilen herhangi bir öz savunma yaklaşımı başarılı olamaz. Başarılı olabilmesi için süreci doğru anlaması, doğru kavraması, doğru okuması ve sürecin gelişen savaş teknolojisine göre kendisini dizayn etmesi, örgütlemesi ve öz savunma savaşında profesyonel bir performansa sahip olması gerekmektedir.

İşte Kürdistan Özgürlük Gerillası, bu kapsamda çok önemli bir yenilenme sürecini yaşayarak bugüne gelebilmiştir. Öncelikle Önder Apo’nun bilim ve teknik devrimi değerlendirmesinden hareketle gelişen paradigmasal dönüşümün yenilenmesinin askeri alana yansıması ve bunun ne anlama geldiğinin tartışılarak belli düzeyde özümsenmesi temelinde HPG’de gelişen yeniden yapılanma projeleriyle gerillada güçlü bir değişim-dönüşüm yaşanmıştır. Bu köklü yenilenme yaşanmadan, Çin-Vietnam modeli olarak bilinen gerilla modeline göre örgütlenmiş klasik bir gerillanın günümüzdeki egemen devletlerin elinde bulunan modern silahlara ve teknoloji ile güçlendirilmiş istihbarat gücüne karşı kendini savunması ve var etmesi mümkün değildir.

HPG’nin yeniden yapılanması, gerillanın  bugünkü güçlü direnişini sağladı

Bu noktada HPG’nin Önder Apo’nun yeni paradigması çerçevesinde süreci doğru okumaya çalışması ve bu temelde taktik öncülük olarak gerillanın başarılı olabilmesi için nasıl bir formasyona kavuşması gerektiği noktasında geliştirilen yoğunlaşmalar, bu temelde özellikle 2001 yılından 2018’e kadar çeşitli aralıklarla gündemleştirilen yeniden yapılanma projeleri çok önemliydi. Özellikle de 2013’te başlatılıp 2018’de yeni bir aşamaya taşırılan yeniden yapılanma projesi olmasaydı, gerilla bugünkü direnişi bu düzeyde geliştiremeyeceği gibi, varlığını bile devam ettiremezdi. Çünkü gelişen bilimin savaş araçlarına yansımasının bir sonucu olarak, özellikle uzay biliminin devasa bir gelişim kat etmesi; Küresel Konumlanma Sistemi’nin (GPS) daha nitelikli bir biçimde kullanılabilir olması; bununla paralel olarak hedeflere güdümlü bir biçimde kilitlenebilen akıllı füze sisteminin geliştirilmesi; lazer ışınlarının bu konuda çok yönlü olarak değerlendirilmesi; yine termal sisteminin geliştirilmesi; insansız hava araçlarına taktik nitelik kazandırılması; uydu sisteminin tüm dünyayı adeta avucunun içine alacak şekilde gözetleyebilir düzeye gelmiş olması ve bunların hepsinin koordineli bir biçimde bir bütün olarak savaş alanında kullanılması durumu, beraberinde bütün klasik savaş strateji ve taktiklerini köklü bir biçimde değişime uğratmıştır. Bu sadece gerilla için değil tüm dünya güçleri için geçerli olan bir durumdur. Bunu doğru okuyamayan, doğru anlayamayan ve zamana göre kendisini yenilemeyen ordular yeni dönemde savaşı kazanamaz.

Buna en çarpıcı örnek olarak Ermenistan ordusunu verebiliriz. Ermenistan ordusu niteliksel olarak savaş cesareti ve kararlılığı bakımından Azeri ordusundan daha güçlüydü. Mesela ‘90’ların başında bu gücünü ortaya koydu ve Azeri ordusunu yendi ve kazandı. Ama geçen zaman içerisinde kendisini taktik ve teknik olarak yenilemedi ve yerinde durdu. Azeri ordusu ise Türkiye’nin ve başka bazı devletlerin desteğiyle belli bir yenilenmeyi yaşadı ve bu sefer Ermenistan ordusu yenildi.

Bugün bütün dünyada tüm ordular için en önemli sorun, çağın gelişen teknolojisine ayak uydurma sorunudur. Bu yüzden de bütün ordularda yeniden yapılanma projeleri hep gündemdedir. İşte Kürdistan Özgürlük Gerillası da Önder Apo’nun perspektifleri temelinde bunu zamanında okumuş ve bu temelde yeniden yapılanma projelerini sürekli canlı tutarak kendini hep yenilemiştir. Yani bugünkü gerilla beş yıl öncesinin gerillası olmadığı gibi, dünkü gerilla bile değildir.

Günümüz savaşlarının kaderlerinin tayin edilmesinde en önemli faktörlerden birisi de istihbarattır. Bugün savaşlarda istihbaratın gittikçe daha da artan bir rolü vardır. Esasında teknik, istihbarattan sonra gelmektedir. Ancak istihbaratı da tekniği de kullanan insandır. Dolayısıyla günümüzde esas olarak bir savaşın kazanılmasında en temel faktör insan yeteneği ve insan kalitesidir. Yani en geniş ve en derin savaş yeteneğine sahip komutan, savaşçı ve askerleri olan güçler savaşları kazanabilir. Evet; her dönemde ve savaşta en gerekli olan şey cesaret, inanç ve ideolojik duruştur; bunlar olmadan bir savaş kazanılamaz. Bugün Kürdistan’da yürütülen savaşta Önder Apo’nun felsefesi ve ideolojisi temelinde kararlılığa ulaşmış, fedaileşmiş gerilla gerçeğini biliyoruz. Bu gerçeklik, aynı zamanda savaşımızın temelidir. Ancak bununla birlikte savaş taktiğinde zengin yöntemleri kullanabilen, tekniği taktiğin hizmetine sokabilen, teknik hakimiyeti ve uzmanlığı bulunan bir güç ancak savaş pratiğinde başarılı olabilir. Kısacası savaşlarda en olmazsa olmaz olan şey, savaşan insanın ideolojik duruşu ve ruhsal kararlılığıdır. Tabii ki bunun yanı sıra bir de taktik akıl, yaratıcılık ve derinliğin olması şarttır. İşte bunların ardı sıra üçüncü önemli bir faktör olarak günümüzün tekniğini doğru karşılayabilme, karşı tekniği boşa çıkarma ve elindeki tekniği doğru kullanma gelmektedir. Ancak böylesi bir uzmanlığa sahip profesyonel asker savaşları kazanabilir.

Biz profesyonelliği 3 ayak üzerinde ele alıyoruz: Birincisi, ideolojik kararlılık; ikincisi, taktik yetkinlik ve askeri yaşam, disiplin; üçüncüsü ise savaş tekniğinde uzmanlık ve buna dayalı olarak branşlaşmanın gelişmesidir. Profesyonel asker, bu üç ayağın bir araya gelmesiyle şekillenebilecektir.

Kürdistan Özgürlük Gerillası özellikle 2018’den bu yana derinleştirdiği yeniden yapılanma süreci içerisinde bu üç halka üzerinde, yani profesyonel asker olma üzerine yoğunlaşmaktadır. Bu temelde bugün Zap, Avaşîn ve Metîna direnişi geliştirilmekte; Dersim’de, Amed’de, Serhat’ta, Botan’da havadan ve karadan geliştirilen her türlü saldırıya karşı büyük bir irade, cesaret ve taktik yetenekle duruş sergileyebilmektedir.

Düşmanımız Kürdistan Özgürlük Gerillası için hep, ‘bitirdik, bitiriyoruz, bitireceğiz’ diyor ama bir türlü bitiremiyor. Bitirememesinin nedeni gerilladaki kararlı ideolojik, taktiksel ve askeri uzmanlık duruşudur. Kürdistan gerillası kendisinde bunu yaratabildiği için bugün direnebilmekte ve düşmanın modern teknolojiye dayalı bütün saldırılarını bir şekilde boşa çıkarabilmektedir. Kuşkusuz bu, kolay ulaşılabilen bir düzey değildir. Biz bu yolda çok kayıp verdik. Düşme kalkma çok yaşandı ve büyük bir tecrübeden geçilerek bugünkü düzey açığa çıkarılmıştır. Bu, Önder Apo’nun ‘ne eskisi gibi yaşayacağız, ne eskisi gibi savaşacağız’, yine ’24 saat gerillacılık’ perspektifinin pratikteki doğru uygulanması noktasında gerillanın yoğunlaşmasının varmış olduğu bir sonuçtur.

Apocu fedai ruh savaşımızın dayandığı temel kaynaktır

Kürdistan Özgürlük Gerillası’nın bugün ulaşmış olduğu ideolojik fedaileşme düzeyi önemli bir düzeydir. Fedailik gerçeği, hareketimizin ilk çıkışında da kendisini ortaya koymuş, en kader belirleyici anlarda etkisini göstermiş ve bir gelenek halini almış önemli bir gerçekliktir. Hareketimizin ilk fedaisi Önder Apo’dur. Önder Apo, fedai bir çıkışla çalışmalarına başlamış ve gelişen zaman içerisinde binlerce ateş çemberinden geçerek bugünkü ulaşılan düzeyin yakalanmasında en önemli bir rolü oynamıştır. Ardından ise Mazlum Doğanların, Ferhat Kurtayların, 14 Temmuz Direnişçilerinin tutumunun yanı sıra, Egîdlerin, Zîlanların, Bêrîtanların ve Bêrîvanların sergilediği fedai duruş, kendi dönemlerine damgasını vurmuştur. Uluslararası komployla beraber gelişen süreçte ise artık fedaileşme Kürdistan Özgürlük Gerillası içerisinde bir kurumlaşma yaşamış, Hêzên Taybet şahsında yüzlerce fedai eylemcinin tarih sahnesine çıkması, en son Mersin’de Sara Tolhildan ve Rûken Zelal yoldaşların pratiklerinde açığa çıktığı gibi Ölümsüzler Taburu’nun gelişme düzeyine kadar varma durumu yaşanmıştır. Yani ideolojik kararlılık ve Apocu fedai ruh aslında savaşımızın dayandığı temel kaynaktır. Bu, en baştan beri böyledir.

Fakat baştan beri olması gerekip de olmayan kimi hususlar da vardır. Bunların başında ise taktik boyut gelmektedir. Yani taktik öncülüğün ve pratik uygulayıcıların yukarıda belirttiğimiz ideolojik formasyona uygun bir yaratıcılığı geliştirmesi gerekiyordu. Bu yeterince geliştirilemedi. Yine savaş tekniği üzerinde uzmanlaşmanın geliştirilmesi fazla yürütülemedi. Bu hususta, gerillanın ‘90’lı yıllarda, şu anda ulaştığı performansın üçte birine bile ulaşmış olsaydı, sürecin daha o zamanda kazanılacağı belirtilebilinirdi. Hem taktik yaklaşım açısından hem askeri uzmanlık performansı açısından bunu söylemek mümkündür.

Örneğin; ’96 yılında Önderlik önümüze araziye dayalı savaş taktiğini koydu. Biz o zamandan şimdiki tünel sistemine benzer olmasa da yer altı mevziisine belirli düzeyde dayansaydık ve yer altı mevzilenme sistemini geliştirseydik, ’97 ve ‘98’deki düşman saldırılarına karşı yetkin cevap verip geri püskürtebilirdik. Bunun projesi yapıldı, tartışıldı fakat pratikleştirilmedi. Her bir yere yeni atanan komuta kademesi, gittiği alanda önceki planları görmezden gelerek kendi tarzını ve anlayışını uyguladı. Özellikle ‘90’lı yıllarda komuta kademesinin durumu maalesef böyleydi. Her gelenin kendi bildiğini okuduğu, kendine göre bir tarzı esas aldığı ve bunun da zamanla her eyaletin farklı bir tarzının oluşmasına yol açtığı bir eyaletler sistemi oluştu. Her eyalet kendine göre bir PKK’lileşmeyi yaşadı, kendine göre bir savaş tarzını uyguladı. Her gelen komutan kendine göre yeni bir sistem geliştirdi. Örneğin; ’96’da ARGK Ana Karargah’ı yer altı sistemini geliştirmek için Zap alanına 100 kadar milis getirdi; teknik imkan yaratıldı ama sonra bir yönetim değişikliği oldu ve o proje uygulanmadı. Halbuki biz o zamanlar şimdiki gibi bir tünel sistemine geçmiş olsaydık zaten düşmanda o zaman bugünkü teknik yoktu. Oranın semtine bile varamazdı. Bırakalım bugünkü tünel sistemini, belirttiğim gibi üçte birini uygulayıp yer üstünde savaşan bir gerillayı belirli düzeyde yarı yer altına geçirebilseydik durum farklı olabilirdi.

Tabi bunun paralelinde taktik yaklaşımları da zenginleştirmek gerekiyordu. Sadece yer altına geçmekle elbette bir şey olamazdı. Bu değerlendirmeleri taktik zihniyetin gelişimi açısından belirtiyoruz. Önderlik daha ‘96’da araziye dayalı savaş taktiğini önümüze koydu. O zaman gerçekleşen Askeri Konsey Toplantısı’nda bir hafta boyunca Sun Tzu’nun Savaş Sanatı kitabı okundu ve üzerine tartışmalar yapıldı ama herkes eyaletine gidince yine kendisini uyguladı. Dolayısıyla var olan imkanlar değerlendirilemedi. Ancak o zamanki hataların bir sonucu olarak peşi sıra yaşanan gelişmeler -ki bunun en ağırı Önderliğimizin esir düşmesidir-, bugünkü gerillanın gerçekleri görmek zorunda kalmasına; bu temelde kendisine yönelmesine ve kendisinde bir değişim yaratmasına neden oldu.

Bir örnek daha verirsek; bugünkü sabotaj bilimini aslında biz 1981’de Filistinlilerden öğrendik. Yani Lübnan-Filistin eğitimi sürecinde bugünkü sabotaj bilimi bizlere öğretildi. Uzaktan kumandalı bombayı biz o zaman öğrendik ama ancak, 2004’ten sonra uygulayabildik. Yani 33 yıl gecikmeli bir biçimde uyguladığımız bir gerçekliktir. Halbuki ’84 Atılımı’yla birlikte uygulanabilirdi. Ama klasik, düz ve kaba yaklaşımlar ile çetevari tutumlar, ölçünün, derinliğin ve inceliğin önüne geçti. Dolayısıyla tüm gücümüze sirayet etmiş olan kararlılık en üst raddede seyrederken, buna paralel bir şekilde gelişmesi gereken incelik, derinlik ve ölçü olmayınca savaşımız da daha çok yakın mesafede bombayla sonuç almaya dönük bir biçim aldı. Bunun bir sonucu olarak hedefleri uzaktan imha etme ve etkisiz kılma yeteneği çok zayıf kaldı.

Ancak bugün bu eksiklikler belirli düzeyde aşılmıştır. Her ne kadar tamamıyla aşıldığını belirtemezsek de, adım adım kat edilen ilerlemeler mevcut savaş ve direnme düzeyini açığa çıkarmıştır. Yeniden belirtelim; bu kolay olmadı; büyük bir emek ve büyük bir çaba ile bu gerçekleşti. Yani şehitlerin kahramanlığı, emeği ve çabasıyla oldu. Önder Apo’nun önceden koyduğu çerçeve ve emek temelinde gerçekleşen yoğunlaşma, şehitlerimizin yürüttüğü çeşitli pratik uygulamalar ve ‘yeni dönemde savaş nasıl gelişebilir’ konusunda tüm yoldaşların yaptığı tartışma ve sergilediği pratikler bugünkü düzeyi açığa çıkarmıştır.

Bugün Medya Savunma Alanları’nda gelişen pratik ve ortaya çıkan sonuçlar sadece Medya Savunma Alanları için değil başta Rojava ve Şengal gibi kurtarılmış alanlar ve esasen tüm dünya çapında, ellerinde modern savaş tekniği bulunan egemen güçlere karşı ülkesini, toprağını savunmak durumunda olan tüm güçler için önemli bir deney ve tecrübedir. Biz Devrimci Halk Savaşı’nın 3 temel ayağından söz ettik; “gerilla, halk ve öz savunma güçleri” dedik. Dördüncü bir ayak ise ‘yer altı savaşı’dır. Günümüzde Devrimci Halk Savaşı’nda yer altı savaş tarzı temel bir faktördür. Günümüzün gelişen teknolojisine, özellikle de hava saldırı araçlarına karşı yer altına dayanmadan durabilmek çok güçtür. Yer altı sistemi Devrimci Halk Savaşı’nın en önemli bir faktörü ve ilkesi durumundadır. Bu Kürdistan devriminde açığa çıkmış bir durumdur. Aslında Çin’de ve Vietnam’da da belirli düzeyde yer altı sığınak sistemi kullanılmıştır ama oralarda belirli aşamalar için bu yöntem değerlendirilmiştir. Şimdi Kürdistan’da geliştirilen pratikte ise, yer üstü ileri düzeyde profesyonelleşmiş tim gerilla savaşıyla paralel ve eş düzeyde tümüyle yer altı savaşına dayalı bir stratejinin şekillenmesi yaşanmaktadır. Bu önemli bir stratejidir. Bugün sömürgeci-soykırımcı Türk devletinin Rojava’ya saldırma ihtimali karşısında Rojava eğer bu taktik çerçeveyi esas alırsa, örneğin halkın savaşa doğru yaklaşımı ve katılımı; öz savunmanın örgütlenmesi, savaşçı gücün uzmanlığa dayalı savaşı geliştirebilme yeteneği ve yer altına dayanma olursa hangi ordu saldırırsa saldırsın orada tıkanır. Bu anlamda 2 yıldır Zap, Avaşîn ve Metîna’da ortaya konulan pratik, bunun en çarpıcı göstergesidir. Bu açıdan Zap, Avaşîn ve Metîna’daki direniş çok çok değerlidir. Hem Kürdistan halkının bir irade haline gelmesi açısından, hem de uluslararası anlamda sunduğu taktik katkı açısından önemli bir değer ifade etmektedir. Nasıl ki Önder Apo’nun kapitalist moderniteye karşı demokratik modernite paradigmasıyla insanlığa büyük bir hizmet sunmuşsa, aslında bu paradigmadan hareketle Kürdistan’da gelişen demokratik modernite gerillası da geliştirdiği taktik yaklaşımlarıyla insanlığa bir tecrübe sunmakta, bu anlamda bir hizmette bulunmuş olmaktadır.

Zap, Avaşîn, Metîna’daki direniş, özgür alanların savunulmasında çığır açtı

Günümüzde en gelişmiş teknolojiye karşı da özgür alanların savunulması mümkündür. Özgür alanları savunma, günümüzde bütün dünyada ezilen kesimler açısından temel bir sorundur. Çünkü yukarıda da izah ettiğimiz teknolojinin gelişimi, tüm savaş doktrinlerinin değişmesine neden olmuştur. Ancak Kürdistan Özgürlük Gerillası, özellikle de Zap, Metîna ve Avaşîn’de yürüttüğü savaş ile özgür alanların savunulamayacağı tezini boşa çıkarmıştır. Sömürgeci-soykırımcı Türk devleti bu alanlarda çağın en gelişmiş tekniğini kullanmasına, onunla da kalmayıp uluslararası yasalar tarafından yasaklanmış taktik nükleer, termobarik ve fosfor bombaları ile kimyasal silahları yoğun kullanmasına rağmen bugün Kürdistan Özgürlük Gerillası’nı oralardan söküp atamadı. Evet, kendisi de belli yerlere yerleşti ama aynı alanlarda gerillanın varlığı halen söz konusudur. Mevziler karşı karşıyadır ve 8 ay kesintisiz bir biçimde 2 yıldır aynı mevzilerde direniş sürdürülmektedir. Bu da mevcut taktik yaklaşımın başarı sağlayabileceğine dönük en büyük veriyi sunmaktadır.

 

Gerillanın sisteminde önemli değişimlere gidildi

Bu noktada özellikle gerillanın sisteminde yaşanan değişimden de söz etmek gerekiyor. Elbette bu değişim-dönüşümün birçok boyutu vardır ve bunların hepsini burada izah edemeyiz. Zira bu konu başlı başına bir dizi-kitap olabilecek kadar kapsamlı bir konudur. Ancak kısaca da olsa bu hususa değinmek gerekir:

Günümüzde Kürdistan’daki gerilla sisteminin temelinde tim örgütlenmesi vardır. Tim sistemine dayanmayan bir askeri güç, yüksek teknoloji karşısında büyük zayiatlar verir; dolayısıyla başarılı olamaz. Bize göre bu sadece gerilla için değil, aslında klasik ordular için de geçerli bir durumdur. Bugün Kürdistan’da gücünü küçülten ama kalitesini büyüten bir gerilla gerçekliği yaşanıyor. Bir timlik bir güç, bir tabur kadar savaş yeteneğini açığa çıkartabiliyor. Uzmanlığa dayalı tim savaş tarzı ile aynı uzmanlığa dayalı tünel savaşı bugün Türk ordusunu tıkatmıştır. Uzmanlığa dayalı, ideolojik kararlılığı bulunan, koordineli tim sistemini kendisine esas alan gerilla düzeni yeni bir düzendir.

Eskiden gerillada bölükler, taburlar, alaylar, tugaylar vardı. Tamamıyla aynı biçimde olmasa da, şimdi de tim sisteminin daha üstü olan birlik, tabur veya tugay sistemleri olabilir. Ancak bir güç ne kadar büyük olursa olsun, sayısı değil binleri on binleri de bulsa, yine de bütün bu gücün tim sistemine göre örgütlenmesi ve ona göre savaşması önemlidir. Bunun için ‘Koordineli Gerilla Tim Savaşı’ diyoruz. Yani irili-ufaklı bir biçimde araziye yayılmış, 3 kişiden 5 kişiye kadar oluşan birimlerden meydana gelen tim tarzı, yeni dönem savaş anlayışının ana halkasıdır.

Tim savaş tarzı bugün dünyanın her tarafında geçerli olan bir tarzı ifade etmektedir. Ukrayna’da da yetkin bir biçimde geliştirilirse daha büyük başarılar elde eder. Ama Kürdistan’da gerilla, özellikle araziye yayılarak ve yer altına da dayanarak düşmanın hava üstünlüğünü dengeleme taktik stratejisini yürütmüştür. Türk devleti hava gücüne dayanarak, ola ki ondan sonuç alamaz ise yasaklanmış kimyasal gazlara dayanarak sonuç alabileceğini varsayarak planlamasını yaptı ama gerillanın yer altı tünel sistemini geliştirmesi ve yapımını kimyasal silah ile taktik nükleer silaha karşı da dayanabilecek kıvraklıkta geliştirmesi; bunun yanı sıra bir de yer üstünde de kendisini araziye yaymasıyla düşmana üstünlük sağlayan silahları bir ölçüde dengeledi. Bugünkü savaşlarda da gerillanın kayıplar verdiği doğrudur ama bu kayıplar öyle eskisi gibi yoğun ve çok sayıda olmayıp, bu tarzın bir sonucu olarak daha fazla direnme imkanı da sağlanmıştır.

Bugün Zap, Metîna, Avaşîn pratiğinde yürütülen savaş aslında sadece mücadelemizin başından bu yana izah ettiğimiz tarzdaki denge döneminde düşmana karşı durabilme gücünü ortaya koymamıştır. Tarih boyunca ister Osmanlı döneminde olsun isterse de TC döneminde, şimdiye kadar gelişen hiçbir Kürt direnişlerinde hiçbir zaman kesintisiz bir biçimde 8 ay boyunca aynı mevzide direnişi sürdürme gücü gelişmemiştir.  Ağrı Direnişi 4 yıl sürmüştür ama o savaş aralıklı bir biçimde, yani her seferinde birkaç gün yürütülen çatışmalar biçiminde yaşanmıştır. Bu yazıda belirttiğimiz gibi Zîlan Katliamı ardından artık kapsamlı bir yönelimle direnişçiler geri çekilmek zorunda bırakılmışlar, kalanlar Doğu Kürdistan’a çekilmişlerdir. Kısacası bugünkü gibi 8 ay boyunca kesintisiz aynı mevzide direnme durumu hiçbir dönemde yaşanmamıştır. Bu, Kürdistan’da ilk kez gerçekleşen bir direniş düzeyidir ve Türk soykırımcı devletine karşı halkımızın iradeleşme düzeyini ortaya koymaktadır.

Önder Apo’nun duruşu ve gerillanın sergilediği direniş iradeleşmeyi sağladı

Biz bir iradeyiz. Bu direniş düzeyi ortaya konulduğu için bugün halkımız siyasal planda da bir irade olabilmektedir. Kuşkusuz bunun en önemli ayağı Önder Apo’nun İmralı’daki direnişidir. Önder Apo’nun İmralı’da insanüstü bir biçimde 24 yıl boyunca geliştirilen bütün psikolojik işkence saldırılarına büyük bir sabır ve metanetle göğüs germesi, kararlı bir duruş sergilemesi, çok tarihsel bir direniştir. İşte Önder Apo’nun İmralı’daki direnişi ile gerillanın Zap, Metîna ve Avaşîn’deki bu duruşu Kürt halkının ve bölgedeki demokrasi güçlerinin iradeleşmesini beraberinde getirmektedir. Çünkü bugün Kürdistan’da yürütülen bu savaş, sadece Kürt halkının bir var olma ve özgürlük savaşı değildir. Aynı zamanda başta Türkiye’nin demokrasi ve sosyalist güçleri olmak üzere bölge halklarının demokratik geleceğini de savunan, Türkiye’de ve bölgede tıpkı geçmişte DAİŞ gericiliğini olduğu gibi bugün de AKP-MHP faşist gericiliğini engelleyen tek direnen faktördür. Kürdistan Özgürlük Gerillası’nın duruşu, Önder Apo’nun duruşu bugün Türkiye’de faşizmin kalıcılaşmasının önündeki en büyük engeldir. Dolayısıyla bir demokratik mücadele ve direniş düzeyini ifade etmektedir. Eğer gerillanın bugünkü direnişi olmasaydı, AKP-MHP faşizmi kendi sistemini Türkiye’de kalıcılaştırırdı. Bunun önünde engel olan bugünkü direniştir. Önder Apo’nun duruşu, emeği, ideolojik formasyonu ile gerillanın bugün sergilediği direniş, halkımızın iradeleşmesinin zeminini yaratmıştır. Bugün Kürdistan halkıyla Türkiyeli sol-sosyalist güçlerin ortaklığında gelişen demokratik siyaset alanındaki mücadele de doğal bir biçimde bu zeminden güç almakta, gün geçtikçe daha da güçlenmektedir. Ancak Önderliğimiz ile gerillanın duruşu ve direnişi olmasaydı, o mücadele de bir şekilde faşizmin saldırıları ile dağıtılırdı. Kısacası gelişen mücadelenin çok çeşitli dinamikleri vardır ve bunun en önemli halkası da Kürdistan Gerillası’nın bugün Devrimci Halk Savaşı perspektifi ile sergilediği direniştir.

Devrimci Halk Savaşı’nın halk ve öz savunma ayağı yeterli düzeyde değildir

Peki Devrimci Halk Savaşı yeterli bir biçimde yürütülmekte midir? Tabii ki hayır! Biz Devrimci Halk Savaşı’nın dört ayağından bahsettik. Mevcut durumda Medya Savunma Alanı’nda Kürdistan’da iki ayak üzerinde yürütülmektedir. Yani gerilla vardır ve bir ölçüde bir iradeleşmeyi ortaya koymaktadır. Gerillanın taktik formasyonu belli oranda bir direnişi ortaya koymaktadır. Yine yer altı sistemine dayalı bir halk savaşı anlayışı da söz konusudur. Fakat onun halk ayağı ile öz savunma ayağı hala yeterli düzeye ulaşmış değildir. Evet, öz savunma örgütlenmesi de zaman zaman Türkiye’de, metropolde, Kürdistan’ın çeşitli şehirlerinde eylemler yapıyor ama henüz zayıftır. HBDH’nin aynı paralelde geliştirdiği milis savaşı da vardır. HBDH’nin ve YPS’nin eylemselliği toplu bir biçimde ele alınsa da bugün Zap, Metîna ve Avaşîn’de yürütülen zirvesel direnişe göre yeterli bir düzeyi açığa çıkaramamaktadır.

Halkımızın kararlı duruşu vardır. Son dönemde Avrupa’daki halkımız başta olmak üzere Rojava’da, Şengal’de, Mexmûr’da, Silopi’de, İstanbul’da ortaya konulan bir duruş söz konusudur. Fakat bu, halk savaşı duruşuna denk düşecek bir düzey olarak tanımlanamaz. Bu konuda yetersizliklerimiz vardır. Tabii bu değerlendirmeleri yaparken, biz kadrolar halkı eleştirecek değiliz; kuşkusuz her şeyden önce kendimizi eleştirmeliyiz; eksikliklerimizi görmeliyiz. Eğer bugün toplumsal alanın örgütlenme sorunu varsa, bu, Hareketimizin, kurumlarımızın ve kadroların bir sorunudur. Bu konuda yaşanan yetersizliklerimiz vardır. Aşılması gereken ciddi yetersizlikler söz konusudur. Hem öz savunmanın örgütlenmesi konusunda hem de serhildan hareketinin örgütlenmesi konusunda yetersizlikleri aşmak gerekmektedir.

Bu konuda özellikle Önder Apo’nun 9 boyuta dayalı inşa perspektifi temelinde yaklaştığımızda ne denli ciddi yetersizlikler içinde olduğumuzu da görmüş oluruz. Eğer biz Devrimci Halk Savaşı’nı yeterli hale getirip yeterli düzeyde uygulayabilecek bir düzeyi yakalarsak, zaten sonuç alırız. Devrim işte o zaman gelişir. Kürdistan’ın özgürlüğü, Önder Apo’nun özgürlüğü, Türkiye’nin dönüşmesi ve demokratikleşmesi o zaman gelişir. Bugün Kürt sorunu yalnızca Türkiye’nin bir sorunu değil, aynı zamanda bölgenin bir sorunudur. Kürt sorununun çözülmesi demek, bölgede birçok alanda yaşanan tıkanıklığı aştıracak nefes borularının oluşturulması demektir. Dolayısıyla Hareketimiz ile dostlarımızın yürüttüğü özgürlük ve demokrasi mücadelesini, Demokratik Konfederalizm mücadelesini, demokratik sosyalizm mücadelesini bu eksende ele almak gerekiyor. Biz geleceğin demokratik sosyalist yaşamını ancak topluma dayalı olarak kurabiliriz. O zaman toplumun Devrimci Halk Savaşı perspektifiyle daha yetkin, daha yoğun ve örgütlü bir biçimde sürece dahil olması gerekmektedir. Eğer bu konuda yetersizlikler varsa, kuşkusuz bu yetersizlikler öncelikle bizim yetersizliklerimizdir ve kadronun öncülük etmesi gereken bir durumdan söz etmek gerekiyor. Dolayısıyla doğru öncülük, halkı da doğru örgütleme düzeyine taşırmalıdır. Başta kadın ve gençlik olmak üzere halkın içindeki öncü dinamikler ve onların kadrosal yapıları bu konuda kendilerini sorumlu görmelidir. Yoksa bütün sorumluluğu hareketin en üst yönetimine atmakla da olmaz. Evet, en üst yönetim bundan sorumlu ama bütün kademelerdeki kadroların da kendilerini bundan sorumlu görmeleri gerekmektedir. Her nerede ve hangi faaliyet yürütülürse yürütülsün, herkes kendisini Devrimci Halk Savaşı’na göre düzenler ve çalışmalarının merkezine bunu koyarsa, o zaman bir bütün olarak da çalışmalarda sonuç alınabileceği bir gerçektir.

Kadın Hareketi ve gençlik sürecin ruhuna uygun olarak daha da yetkinleşmelidir

Özgür kadının yükselen fedai duruşu, bugün Doğu Kürdistan’da Jîna Emînî’nin şehadeti ardından gelişen direniş, yine Kuzey Kürdistan’da Saraların, Rûkenlerin, Nagihanların ve Peymanların şahsında yükselen kadın militan duruşun öncülüğü ve fedai ruhu açısından yaklaştığımızda Kadın Hareketi’nin daha fazla güçlü olması gerekmektedir. Gençliğin zaten ciddi örgütlenme sorunları vardır. Bir türlü kendisini özel savaşın uygulamalarından kurtaramama durumu vardır. Özel savaş bütün yönleriyle gençliğe yönelmiş durumdadır. Düşman, gençliği düşürmenin envai türden yöntemlerini uygulamaktadır. Eğitim sisteminden uyuşturucuya, kültür-sanatın içinin boşaltılmasından fuhuşa kadar her türlü düşürme yöntemini gençliğe karşı kullanmaktadır. Çünkü devrimin esas gücü kadın ve erkekten oluşan gençliktir. Düşman da bunu biliyor. Dolayısıyla psikolojik savaşın temel hedefine gençliği alıyor. Gençlik öncülerinin buna karşı çok daha yetkin olmaları gerekmektedir. Bütün o özel-psikolojik savaş taktiklerini boşa çıkaran bir devrimci faaliyet içinde olmak, tüm gençlik öncüleri için elzemdir.

 

Kısacası, biz Devrimci Halk Savaşı’nın yeterli düzeyde uygulandığından söz edemeyiz. Bunu sadece öz savunma örgütlenmesi ve toplumsal örgütlenme boyutlarıyla belirtmiyoruz; gerilla alanı için de hala yaşanan yetersizlikler vardır. Günlük olarak bunlar gündeme gelebilen konulardır. Bizler her konuda ve mücadelenin bütün alanlarında yaşanan yetersizlikleri görme ve bunları doğru Apocu yöntemlerle giderme temelinde Devrimci Halk Savaşı’nı uygulanır hale getirebiliriz. O açıdan sorunlar üzerinde durmak gerekiyor.

Sonuç olarak; bugün Zap, Avaşîn ve Metîna’da, Nuri Yekta, Mizgîn Ronahî, Zamani ve Güven gibi komutanların; Bager, Avzem, Arîn ve Şerzan gibi fedai öncülerin; Helbest ve Baz gibi kahraman militanların emeğiyle yaratılan görkemli direnişin de yetersizliklerini görmek, bugüne kadar ortaya çıkan tecrübelerden ders alıp daha da yetkinleştirmek ve böylece 21’inci yüzyıl gerillasının şekillenen formasyonunu doğru uygulamaya geçirmekle biz gerilla alanında yeterli bir öncülüğü ve uygulama düzeyini açığa çıkarabiliriz. Yine gençlik ile kadın alanında ve tabii ki bir bütünen toplumsal alanda serhildan sürecini belirtilen çerçevede yetkinleştirerek, Devrimci Halk Savaşı’nı gerçek anlamda öncü güçlerinin doğru rol oynamasıyla uygulanır hale getirebiliriz. Bunun koşulları vardır. Hem bölgemizde yaşanan gelişmeler ve hem de ülkemizde yaşanan gelişmeler, bunun mümkün olabileceğini ortaya koymaktadır. Bölgede ve dünyada yaşanan Üçüncü Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı yeni konjonktürel durum da bunun zeminini daha güçlü hale getirmiştir. Bütün bu durumlar, olmazsa olmaz bir biçimde bizlere ve bütün özgürlük ve demokrasi güçlerine başarıyı dayatmaktadır. Bundan hareketle önümüzdeki süreçte, özellikle de PKK’nin 45’inci yılında Devrimci Halk Savaşı perspektifini daha yetkin bir biçimde pratikleştirerek daha önemli sonuçlara ulaşmayı mutlak bir biçimde hedeflemeliyiz.

Bu konuda var olan koşullar devrimci çalışmaların yetkinleştirilmesi için uygundur ve bizim bu hareketin militanları olarak bütün şehitlere, Önderliğimize, halkımıza verdiğimiz sözlerin bir gereği olarak tarihin bu önemli döneminde mutlaka bu hayati görevi başarmamız, Önderliğin, şehitlerimizin, Kürdistanlı anaların beklentilerine cevap olmamız gerekiyor. Tüm Halk Savunma Güçleri, sürece bu sorumlulukla yaklaşmakta ve karşı karşıya bulunduğu bütün kahraman şehitlerimizin ruhunu yaşatarak özgürlük mücadelesini başarılı bir sürece taşıma konusunda oldukça umutlu ve kararlıdır.