Güncel siyasal durumun bazı özellikleri ve Ulusal Kurtuluş Mücadelemiz üzerindeki olası etkilerini değerlendirirken, bu temelde savaş taktiklerimizin daha da yetkinleştirilmesi gerektiğini de ortaya koymak gerekiyor.
Türkiye Cumhuriyeti, 12 Eylül faşizmi ile içine girdiği çözülüş sürecinden kurtulma çabalarını günümüzde de sürdürmektedir. Biz, Türkiye Cumhuriyeti olgusunu başından beri giderek derinleşen bir çözümlemeye uğrattık. Bu Cumhuriyet'in, kapitalist sistemin hangi aşamasında ortaya çıktığını ve Türk egemen sınıflarının burjuvalaşma sürecini, onun özelliklerini inceledik. TC'nin, Ulusal Kurtuluş Savaşı aşamasında nasıl evrimleştiğini, Kemalist diktatörlükle vardığı düzeyi, bunun özelliklerini inceledik.
Daha sonraki süreçte, bir yerde yükselmeyi ve gelişmeyi ifade eden, Kemalist dönemle daha da büyüyen bir kapitalizm ve burjuvalaşmanın olgunluk dönemine kendi çapında tekabül edebilen sürecin, 1970'lerden itibaren de ağır bir bunalımın içine girdiğini açıkça gördük. Türk kapitalizminin kendini sürdürmede artık zorlandığını, bir çok çürüme belirtisini ortaya çıkardığını biliyoruz. Aynı zamanda da, bu durum emekçilerin hareketine yol açmış ve buna da 12 Mart darbesiyle karşılık verilmek istendiği görülmüştür. Gelişmeler bu temelde ilerlerken; yani bir yandan düzenin çürümesi, bunalımın derinleşmesi olurken; diğer yandan ise buna tepki olarak gelişen, bunu aşma rolü ile yükümlü olan emekçi halklar seçeneğinin kendini devreye koyması gerçekleşkiştir. Bununla birlikte daha derin ve daha kapsamlı bir müdahale olan 12 Eylül askeri darbesine gidilmiştir.
12 Eylül askeri diktatörlüğünün, esasta çöküş çağındaki Cumhuriyet'i zorla yaşatmak, çok sınırlı olan burjuvaparlâmenterdemokratik, hatta sivil bile diyemeyeceğimiz yöntem yerine, askeri yöntemi bir kez daha, hem de uzun ve kalıcı bir biçimde devreye sokmak olduğunu belirttik.
TC, bir anlamda askeri bir Cumhuriyet'tir.
Eğer bir de burjuva anlamda ve o görüntüde bir demokrasicilik oyunu oynanıyorsa, bu da askerin müsaadesi ölçüsünde bir demokrasiciliktir. Nitekim Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasındaki deneyimler, tamamen ordu hakimiyetindeki bir sivilleşme veya eğer demokrasicilik denilen bir şey varsa, bunlar tamamen ordunun himayesinde bir denemedir. 27 Mayıs'tan sonra da bu böyledir. 12 Mart'tan sonra da bu böyledir. Ve daha kapsamlı olarak da 12 Eylül askeri yönetiminden sonra böyledir. Kurulan çok partili yaşam, sözüm ona burjuvaparlâmenterdemokratik yaşamı tamamen askerlerin koruması altında, icazetiyle, onların gözetimi ve denetimi altında yürütülmektedir. Bu Türkiye gerçeğidir, TC'nin temel bir özelliğidir. Askeri bir cumhuriyet tanımı bu anlamda gerçekçidir. Bu askeri cumhuriyet, zaman zaman bazı parlâmenter maskelerle kendini demokrat gibi gösterirken, bazen de apaçık bu maskeyi atarak, apoletleri ve militarizmi ile sırıtmaktadır. Ama hiçbir zaman ordunun denetimi azalmamıştır, geriletilmemiştir. Bilakis bütün kapitalizmin gelişim süreci boyunca yaygınlık göstermiştir. Ordunun militarizasyonu, yani toplum üzerindeki etkileri, kapitalist gelişmeyle orantılı olarak artmıştır. Bazıları sivil görünüme aldanarak, hatta "demokrasicilik de yapılabilinir" oyununa aldanarak partiler kurmuş, hatta iktidara gelmişlerdir. Ama BayarMenderes olayında görüldüğü gibi, bu yanılgılarının cezasını idam sehpasında çekmişlerdir. Yani asıl güç ve otorite sahibinin ordu olduğunu, onun emrinde olmak gerektiğini, bunu aştıklarında ise başlarına neler geleceğini kestirmediklerinden ötürü bu duruma gelmişlerdir. 12 Mart'ta olsun, 12 Eylül'de olsun, yine kendini bir şey sanan, sözüm ona demokrat, 'ordunun, politikacıların emrinde olması gerektiğini' söyleyen bir Demirel örneği vardır. Onun da hemen bir korkutmayla nasıl şapkasını alıp kaçtığını, koltuğunu nasıl terkettiğini iyi biliyoruz.
Dolayısıyla politik yaşam üzerinde tamamen ağırlıkta olan ordu oluyor. Bu konuda ortaya çıkan yanılsamalar, özellikle bir çok yanlış taktiğe de yol açıyor. Hatta bazı sol gruplaşmalar kendini sadece 'Türkiye'de bir burjuvademokrasisi varmış' gibi gruplaştırmaya çalışıyorlar. Bildiğiniz gibi, legalleşmenin bu temelde ele alınışı, TKP örneğinde de gördüğümüz gibi illegalitenin sakat bir temelde kavranışı, yani Türkiye Cumhuriyeti'nin gerçek özüyle değerlendirilip ona göre bir örgütlemenin, bir mücadele tarzının tutturulamaması, sadece düzen içi değil, düzen dışında olduğunu iddia edenlerin de büyük darbeler yemelerine ve bunu çok ağır ödemelerine yol açıyor. Bu önemlidir. PKK bugün eğer PKK olabilmişse, bunu Türkiye Cumhuriyeti'ni sağlam kavrayışına borçludur. Onu sağlam kavrayış, ona karşı doğru tutum alış, bizi azçok onun karşısında ayakta tutmuştur. Ama bunun doğru olmayan kavrayışı, düzen içi sivil güçleriyle, düzen dışı sözüm ona muhalif güçlerin bunlar sol da olabilir, dinci de olabilir ezilmelerine yol açmıştır. Neden? Çünkü karşılarındaki gerçeği bütün yönleriyle kavrayıp ona göre tedbir, örgüt ve taktik geliştiremediklerinden ötürü bu böyledir.
Bizim başından beri TC üzerine kafa yormamız yerinde bir durumdur. Başta Kemalizm ve Kemalist dönem olmak üzere, kapitalist gelişmenin bütün özelliklerini adım adım takip etmemiz ve bu gelişmenin politika üzerindeki, politik toplum üzerindeki etkilerini ortaya çıkarmamız, ordu ile bağlantısını araştırmamız isabetli olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti, bu anlamda Güney Amerika'daki cumhuriyetlerden daha çok askeridir. Ortadoğu'nun diğer ülkelerindeki rejimlerden daha fazla askeridir, hatta hepsinin öncülüğüdür, prototipidir. Esas itibarıyla toplum üzerinde ordunun hükmü icra edilir. Orduda tutturulan yaşam tarzı ve disiplin toplumu etkiler. Subay ailesi, subay ahlakı giderek toplumun ahlakı, disiplini haline getirilir. Askermillet edebiyatı da buradan ileri geliyor. Türkiye milletini esasta şekillendiren ordudur. Dolayısıyla orduda olup biten, ordunun yaşam felsefesi, yaşam alışkanlıkları, ona hakim olan disiplin, egemen sınıfların lehine emekçilerin aleyhinedir. Bu topluma aşılanır. Sonuçta oldukça boyun eğmeci, militarist, otoriteyi göklere çıkaran bir toplum ortaya çıkar. "Asker her şeydir, bir no'lu kurtarıcıdır" formülünde ifadesini bulan ve zorda kaldıkça "ordumuz gelsin, bizi kurtarsın" tutumunda dile getirilen, ama esasta da sonuna kadar despotizme boyun eğmeyi ifade eden yaklaşımdır. Ve bunun da demokratik tutumla hiçbir alakası yoktur.
Günümüzde sömürü söz konusu olduğunda, muazzam bir sömürü ortamına karşı edilgence bir tavır içinde bulunmaya kadar götüren bir durum ortaya çıkar. Bugün Türkiye'de devrimci hareketin ve daha da ötesi emekçilerin tepkilerinin çok sınırlı olmasının altında bu gerçek yatıyor. Aile ortamının, köle ilişkilerinin üretildiği bir ocak olması bu gerçekle bağlantılıdır. En sıradan bir halk mücadelesinin geliştirilmeyişinin altında bu gerçek vardır. Bu dünyada eşine ender rastlanılan bir gerçektir. Cumhuriyet'in bu karekteri 1970'lerin sonlarında, zorlanma sonuncunda bir kez daha kendini göstermek zorunda kaldı. Rolün asıl sahibi olan ordu, dişlerini göstererek kendi ucubesi olan bu varlığı bir kez daha kurtarma, hatta yeniden kurma sevdasına düştü. Bu anlamda 12 Eylül rejiminin amacı, kendilerinin de belirttiği gibi "Cumhuriyeti kurtarma ve kollama hareketiydi, bunu yaptık" diyorlar. Bir anlamda yeniden kurabilmektir. Çünkü çözümsüzlük içindedirler. Nasıl kurduklarını da iyi biliyoruz.
Bu rejim, kuruluşunun onuncu yılına girdi. Cumhuriyet'in yeniden kuruluşunun onuncu yılı yaşanıyor. Bu çok önemli bir yaşamdır. Büyük bir çıkmazı yaşadıklarını her gün kendileri de itiraf ediyorlar. Darbeler çözüm değildir. Darbeler toplum sorunlarını daha da kötüye götürmekten öteye bir rol oynamıyorlar. Dolayısıyla yeni bir yaklaşıma ihtiyacımız vardır, yeni bir felsefeye ihtiyaç vardır. Bu temelde Türkiye somutunda tam bir kargaşa ve arayış yaşanıyor.
Ordunun da bir seçenek olmaktan çıkması çok önemlidir. Ordunun toplumun sorunlarını ve kördüğümünü çözen bir kılıç olmadığının anlaşılması çok önemlidir. Hareketimizin bunu göstermesi de en önemli başarılardan birisidir. Bir toplum ki, temel ekonomik, sosyal, siyasal gelişim sorunlarını tümüyle zor gücünden bekliyor, ordudan bekliyor, kılıçtan bekliyor. O toplum en kötü konumu yaşayan ve bunu yaşamaya kendini mecbur eden bir konumdadır. Bu konumun ortaya çıkardığı anlam ve yaklaşımın doğru olmadığı, toplumun bu kötü beklentisinin her türlü demokratik, dolayısıyla toplumsal gelişmenin önünde engel teşkil ettiği çok iyi ortaya çıkmıştır. Türk kamuoyu, ordu gerçeğini şimdi daha iyi tartışıyor. Bir tabu olmaktan çıkarılması gerektiğini söylüyor. Gelişme esaslarının ve maddelerinin yeni arayışlarla ortaya çıkarılmasına önem veriyor. Özellikle bir burjuva liberalizmi gelişecekse, gerçeğe bu yönüyle yaklaşmaya çalışmalıdır. Yine bir emekçi seçenek, devrimci seçenek ortaya çıkacaksa, bunu her zamankinden daha fazla kavramaya çalışacaktır.
Biz, ordunun böyle bir çözüm gücü olmadığını göstermekle, bunlara en büyük yararı sağlamış oluyoruz. Çok önceleri belirttiğimiz bir söz vardır; "eylemlerimizin en önemli bir sonucu da ordunun bir çözüm gücü olamayacağını kanıtlamaktır" diyorduk. Bu artık çok iyi kanıtlanmıştır. Şimdiye kadar toplum zorda mı kalmış, kriz veya bunalım mı var, bunu burjuva anlamda veya devrimci bir tarzda emekçi sınıfların çözmesi gerekirken, bu en ucuz biçimde geçiştirilmiştir. Ya sağcunta, ya solcunta gelir, kurtarır. Dıştan bir kuvvete, ordu içindeki kuvvete bel bağlamışlardır. Kendi asıl rollerini düşüncede, siyasal bir örgüt geliştirmede ve devrimci bir örgüt kurmada göstermişlerdir. Sürekli "hazır kuvvetler gelsin kurtarsın" mantığı hakim olmuştur. Hazır kuvvetler de aslında çıplak zoru uygulamaktan başka bir şey yapmaz. Ordular hiçbir zaman üretemezler, yaratamazlar. Ordular varolanı ele geçirirler. Varolan eğer egemenlerin ve sömürücülerin hizmetinde ise, onlara peşkeş çekerler. Eğer halkların ordusu varsa, bu ordu halkların hakkını, emeklerinin karşılığını sömürücülerden alır.
Türkiye ordusunun baştan beri, yani Osmanlılar'dan bu yana en kodaman ve sömürücü kesimlerin hizmetinde olduğu bilinmektedir. Eğer emekçiler, hatta orta kesimler değer kazanmışlarsa, bu değerleri bunları elinden tekrar almakta kullanılan bir araç olmaktan öteye rol oynamamışlardır. Nitekim 12 Eylül askeri yönetimi döneminde, orta sınıflardan tutalım işci sınıfına kadar, köylülükten tutalım aydınlara kadar, hepsinin yaşam düzeylerinde yüzde elliden aşağıya bir kayma olmuştur. Bu da şunu gösteriyor ki; ordu toplumda biriken değerlerin çok büyük bir kesimini egemen üst tabakaya aktarmaktan öteye bir rolün sahibi değildir. Bunun için işkence yapmıştır, politika yapmıştır, baskın yapmıştır, her gün otoritesini pekiştirmiştir. Yoksullaşmanın da esas nedeni budur. Toplum bugün bunu biraz daha iyi anlamaya çalışıyor.
Türk toplumunda egemen olan yargı; özellikle ordunun bu rolünü böyle görmek yerine, "geldi, bizi kurtardı" biçiminde bir yargıdır. Halbuki elindekini de aldı, egemen burjuvaziye taşırdı. Bu yargıya ulaşması, bu gerçeği kavraması gerekirken, geleneksel ordu hakimiyeti, halkı dünyanın hiçbir ülkesinde görülmeyen geri bir düşünsel ve hatta siyaset dışı kalma ortamı içinde tutmuştur. Demek ki ordu meselesinin günümüzde anlaşılması, biraz da TC gerçeğinin anlaşılmasıdır. Aynı zamanda TC gerçeğinin anlaşılması da ordunun anlaşılmasıdır. Ve bu konudaki kavrayış, toplumsal sınıfların kendi rollerini daha iyi anlamasını, kendi çıkarlarını daha iyi görmeyi ve giderek politikayı kendi çıkarları temelinde düşünmeyi, örgütleşmeyi, tavır içine girmeyi doğurmaktadır. Günümüzde ortaya çıkan budur ve bu konuda büyük bir kargaşalık ve arayış vardır.
1990'lara doğru giderken, eskiden kopma, bir anlamda ordu denetimi, despotik ve antidemokratik toplumun biçimlenişinden kurtulup herkesin biraz da kendi gerçeğine yönelmesi ve bu temelde bir şeyler olmaya çabalaması anlamlıdır. Neler ayakta kalacaktır, o da ayrı bir meseledir. Herkesin çelişkilerin çözümünü böylesine bir zor güce havale ettiği dönemin geride kalması, herkesin kendi çelişkilerini bizzat görmesi ve bu çelişkilerin çözümünde bilinç sahibi olması, güç sahibi olması gerçeği aslında günümüzde en çok olumlu karşılanacak ve sonuç alabilecek durumdur. Gelinen bu nokta ve ulaşılan sonuçlar bu temelde anlamlı gelişmektedir. Orduya dayalı kafa yapısının bu aydın olsun, profesör olsun, solcu olsun farketmez olumlu hiçbir şey üretemeyeceklerinin açığa çıkması, bu gelişmenin önemli bir parçasıdır. Toplumun artık kendi adına düşünmesi, toplumsal sınıflarının kendi çıkarları adına ve özgüçleri ile düşünmek zorunda bırakılmaları, Türkiye toplumu için ciddi ve tarihsel bir aşamayı teşkil ediyor. Bu anlamda bir olguşlamadan bahsedilebilir. Sağlıklı arayış içinde bulunanların gelişme şansının daha fazla olduğundan da bahsedilebilir. Bu yaklaşım çerçevesinde, günlük olup bitenlere baktığımızda, durumları daha iyi kavramak ve anlamak kolaylaşıyor.
Rêber APO
- Ayrıntılar
Ortadoğu’da üçüncü destansı çalışmam, kadın özgürlüğüne ilişkin olanıdır. Bana göre anayurtların ve emeğin kurtuluş çalışmalarından daha öncelikli olması gereken bu çalışma en zor olanıydı. Kadın, gericiliğin ve köleciliğin ilk ve köklü ezilen sınıfı, ulusu ve cinsiydi. Görünüşte cins farklılığı, eşitsizlik ve baskı için gerekçe yapılır. Tarih derinliğine araştırıldığında anlaşılacaktır ki, kadınlar tamamen sosyal ve siyasal egemenliğin ilk kurbanlarıdır. Kadın insanlığa dayatılan her tür eşitsizliğin ve köleleştirmenin ilk sınıfıdır. Kadın köleleştirildikten, evin uysal ve evcil bir nesnesi (özne değil) haline getirildikten sonra, sıra sınıflı toplumu ve devleti yaratmaya gelmiştir. Zalim ve yalancı erkek kadını düşürdükten sonra, bundan aldığı cesaretle diğer insanları ve kendi cinsini de ezmeye ve tutsak kılmaya yeltenmiş; en büyük yalancı düşünce sistemleri olan mitolojileri ve dinleri yaratmıştır. Tabii halklar için doğruya yaklaştıran mitoloji ve dinler de vardır. Biz egemenler ve sömürücülerin yalancılık ve zorbalık üreten din ve mitolojilerinden bahsediyoruz. Bu din ve mitolojilere bakıldığında, kadın bin bir hile ve zorbalıkla görkemli tanrıça tahtından adım adım düşürülmekte, önemsiz kılınmakta ve en son yok edilmektedir. Özgürlük savaşçısı olup da bunu görmemem mümkün olamazdı. Ana tanrıça dinini yaratmış ve ilk aşk tanrıçalarına mekân olmuş bu toprakların özgürlük çocuğu olarak, ilk büyüklerimizi ve tutku kaynaklarımızı anlamaya çalışacak, araştıracak ve varlık gerekçelerini bulacaktım.
Kadın sorununa yüklenmem bir kişisel onur sorunu olmamın ötesindedir. Basit cinsellik ihtiyaçlarının ise tam karşısındadır. Cinslerin buluşmasını mutlaka hayvani cinsel güdünün üstüne, büyük dostluğun ve yoldaşlığın seviyesine çıkarmak, bana gerçek bir yiğitlik gibi geldi ve kadına uzanmaktan çekinmenin korkaklık olduğunu fark ettim. Korkuyu egemen erkek yaratmıştı. Namus adı altında bu oyunu oynuyordu. ‘Seviyorum’ derken bile, ikinci seferinde bıçaklıyordu. Haksızlığı dehşet vericiydi. Cins olarak kadını hırpalamış, fiziğini, zekâsını ve duygularını mahvetmişti. Kadını inanılmaz derinliklere düşürmüştü. En benim diyen sosyalist erkek ve hatta kadın bile bu oyunun basit figüranları olmaktan kendilerini kurtaramıyordu. Özgürlüğe büyük susamışlığın verdiği güçle soruna yüklendim. Çok sayıda çözümlemeler, diyaloglar, derinlikli konuşmalar yaptım. Bir sahipleri olarak değil de, bir sanatkâr olarak, güzel bir fizik duruştan zekâ kıvılcımı olmalarına ve dillerinin sesiyle hiçbir maddenin veremeyeceği tadı verebilecek düzeye ulaşmalarına kadar her şeylerine müdahale ettim. Yetiştiler, büyük yetiştiler, ama toydular. Lanetli yaşam ve erkek efendileri yanı başlarındaydılar. Onlara karşı ve onlarla birlikte büyük öz cins savaşımını verecek tecrübe ve ustalıktan yoksundular. Bu acıyla kendilerini uçurumlar dan attılar. Ateşlerde yaktılar, bombalarla parçaladılar. Onlar kahramanlık adına her şeyi yaptılar. Ama yalnızdılar. Karşılarındaki erkeklik, kaba yaklaşımından başka tür bir yaklaşımı, eşitlerin büyük dostluğunu ve yoldaşlığını aklına getirmek istemiyordu. Çiçekler gibi solup gidiyorlardı.
Hainleri ve işbirlikçileri çıksa da, bu çabalara candan katılanlarını unutmak asla mümkün değildir. Hele şehitleri, bu toprakların ve halklarımızın en kutsal azizeleri olarak her zaman anılacaklardır. Onlar gerçek birer yiğit tanrıça durumundadırlar. Kalanların birliklerini, partileşmelerini saygıyla karşıladım, yardımcı oldum. Özgür ve güzel yaşamın garantisi olmaları gerektiğini hep söyledim. Bir gün mutlaka gerici, yalancı ve zorba erkeği hizaya getirecek güçlü kadına ulaşacaklarına dair duyduğum inançla çabalarımı sonuna kadar sürdürdüm. İnsan sadece mülkü olan kadınıyla büyümez, erkek olmaz. Ben böyle ne büyümek, ne de erkek olmak istedim; hatta böyle olmayı onur kırıcı buldum.
Kadını zor duruma düşürdüğümü biliyorum. Onları ateşten bir parça haline getirdiğimi de biliyorum. İçlerinden büyük düşmanlık edenlerin ve çok haksızlık yapanların olduğunu da biliyorum. Onları yalnız kıldığımı da biliyorum. Ama bilmelerini istediğim en önemli bir hakikat, onların savaşın da barışın da kaderini belirleyecek kadar güçlü olmaları gerektiğidir. Bu olmadan yaşam haramdır. Bu olmadan aşk olmaz. Bu olmadan hiçbir özlem giderilemez. Yalnızlık ve ayrılık, bu büyüklüklerin elde edilmesi ve egemenlik kazanması için, geçilmesi gereken yol ve ödenmesi gereken borç faturalarıdır. Ana tanrıça ve aşk tanrıçalarının diyarında bin yılların kaybettirdiği özgürlük ve eşitlik gücüyle, kadın merkezli çalışma ve savaşımında güzellik ve zekânın yeniden yaratılacağına, var olanın yeni toplumsal sözleşmeyi hayata geçirecek kadar özgüce kavuşacağına dair umut ve inancımı belirtirim. Tüm sevgi ve saygı dolu kadın yoldaşlığında iddia kadar, çabalarıma bir aşk işçisi olarak son nefesime değin devam edeceğim kesindir. Anlam verecekleri ve ihtiyaç duydukları kadar kadın yoldaşların olduğum ve hep öyle kalacağım kuşkusuzdur.
Tanrıça kültüne içten inanacak kadar saygı ve sevgi gücüne ulaştım. Büyük kadın savaşımımı ne kadar gözden düşürmeye çalışsalar da hakkını verdim. Hem bir kadın için en kutsal görevlere ihanet edeceksin ve protestocu yaşayacaksın, hem de soylu kadın yoldaşlığı için üzerine düşeni yapmayacaksın! Bu asla kabul edilemez. Başta PKK olmak üzere, tüm ilgili çevrelere kadın savaşımının basite alınacak bir yönü olmadığını göstermeye çalıştım. En az zorba ve ya-lancı erkek tanrıları kadar, doğrunun ve aşkın gücü olan tanrıça dünyasının da tanınmasını, gerekli saygı ve sevginin içten gösterilmesini ilkelice ve ciddiyetle sonuna kadar göstermeye ve dayatmaya çalıştım.
Bu dağlarda özgür kadın gruplarını hep tanrıça esiniyle selâmlayıp öyle ‘anlamlaşmaya’ çalıştım. Sıkça haberlerde geçen “Kamyon ve traktör kasalarına doldurulmuş bir grup Güneydoğulu kadın filân bölgede ırgatçılığa giderken yol kazasında öldüler” cümlesini duydukça, sözde bu kadınların sahibi erkek, aile, hiyerarşi ve devletine olan öfkemi hiçbir olaya daha göstermediğimi de sıkça hatırlarım. Tanrıça soyundan geriye bu kadar düşüş nasıl olabilir? Aklımın, ruhumun asla kabullenmediği bu düşüşü zihnime asla yedirmedim. Benim için kadın ya tanrıça kutsallığı içinde olacak ya da hiç olmayacaktı. Şu sözün doğruluğunu hep düşünürüm: “Bir toplumun kadınlarının yaşam düzeyi, o toplumun tanımında esas ölçüttür.”
Anam için neolitiğin ‘ana tanrıça kültüründen kalma’ sözünü kullanmıştım. Onlar gibi şişmandı. Modernitenin yapay ana inşası ondaki kutsallığı görmemi engellemişti. Hayatımda büyük acılar yaşamama rağmen, hiçbir olaya ciddi olarak ağlamadım. Fakat modernite kalıplarını yıktıktan sonra, başta anam ve onun şahsında tüm bölge (Ortadoğu) analarını hep içim burkularak ve gözlerim yaşararak hatırlarım, bakarım. Anamın zorbelâ taşıdığı kuyu satılından (bakracından) daha yarı yoldayken yere indirip yudumladığım suyun anlamına, en seçkin ve yürek burkucu hatıralarım öyle bakarım. Herkesin yaşadığı anababa ilişkilerine, moderniteyi tüm zihin kalıplarında yıktıktan sonra bakmalarını tavsiye ederim. Aynı bakış açılarını tüm neolitikten kalma ‘köyün ilişkilerine’ de yansıtmalarını isterim. Modernitenin en büyük zaferi, şüphesiz on beş bin yıllık inşa edilmiş kültür bakışımızı yıkması ve hiçe indirgemeyi başarmasıdır. Bu kadar yıkılmış ve hiçe indirgenmiş birey ve topluluklarından soylu, özgür bir bakış, direniş ve yaşam tutkusu beklenemeyeceği anlaşılırdır.
Kavisin dağ eteklerindeki her bitki ve hayvan canlısı benim için bir tutku nesnesiydi. Onlarda sanki kutsal bir mana varmış gibi bakardım. Onlar benim için, ben onlar için yaratılmış birer arkadaştık. Peşlerinden çok koştum, aşkla. Benim aşkım biraz böyleydi. Halen bu konuda en affetmediğim hareketim, avladığım kuşların başını hiçbir acıma hissi duymadan koparmamdı. Özne nesne anlayışı altındaki derin tehlikeyi bu olaylar kadar hiçbir anlatım bana göstermedi. Ekolojik tercihim çocukluğumun bu tutku ve suçunun itirafıyla yakından bağlantılıdır. Avcılık kültüründen kalma bu büyük ruh tehlikesini birer avcılıktan ibaret olan ‘güçlü sömürgen, buyurgan adamın’ sanatı olan iktidar ve savaşlarının maskesini düşürmekle (maskeli ve maskesiz tanrılarla, örtük ve çıplak krallar) ancak giderebilecektim. Bitki ve hayvanların dilini anlamadıkça ne kendimizi anlayabilecek, ne de ekolojik toplumcu olabilecektik. Beni bırakmayan bitki ve hayvanlarımın anılarına böyle anlam verecektim.
İtiraf etmeliyim ki, bir dönem ben de modernite hastalığına tutularak, ana baba dâhil, her şeyinden kaçmak istedim. Hayatta en büyük yanılgımın bu olduğunu kendime sıkça itiraf ederim, ama Broadway’ın gözleminden tümüyle kopmadığımı biliyorum; o eteklerin çocuğu olarak, dağların başını tanrı ve tanrıçaların kutsal tahtı, eteklerini ise bolca yarattıkları cennetin köşe parçaları olarak görüp hep dolaşmak istedim. Adım daha çocukken ‘dağ delisi’ olarak çık-mıştı. Sonradan öğrendim, bu yaşam daha çok tanrı Dionysos’a aitmiş. Peşinde ve paşında (Kürtçe, önünde ve arkasında) Bakha’lar adlı özgür ve sanatkâr kızlar grubu dolaşırmış. Birlikte yiyip içip eğlenirlermiş. Bu tanrısal yaşamı sevmiştim. Filozof Nietzsche de bu tanrıyı Zeus’a tercih etmiş, hatta birçok özdeyişinin altına ‘Dionysos’un Çömezi’ unvanını atarmış. Köydeyken ve dinin gereklerine pek uymasa da, kızlarla nişan, baş göz oyunlarından çok, birlikte oynamaya çok istekliydim. Doğalı da bana göre böyle olmalıydı. Hâkim kültürün kadını kapatmasına asla hoşgörü göstermedim. Namus dedikleri kanunu tanımadım. Halen kadınla sınırsız özgür tartışmaya, oynamaya, yaşamın diğer tüm kutsallarını paylaşmaya yanıtım ‘evet’, ama birbiriyle adına ne dersek diyelim, gerekçesi ne olursa olsun, güç temelinde ve mülkiyet kokan köleliklere, bağlılıklara ise sonuna kadar ‘Hayır’dır.
Dağların eteklerinden hemen başlayan ovaların bahar açılışından güz kapanışına kadar üretime hazırlanmasını, derlenmesini, harmanlanmasını, tanelerin toplanmasını babamın çiftçiliğinden hatırladıkça, hiçbir romanın vermediği duygu yüklenimlerimi zor tutarım. Büyük hayıflanmam var. Neden o tanrı yolcularını tam anlayıp arkadaş olamadık? Gerçi tüm ilişkilerim arkadaşlık içindeydi. Ama o korkunç modernite ilişkileri yüzünden, ölümünün bile büyük yasını tutamamayı halen affedemiyorum. Belki de babaların en güçsüz, ama saf, temiz tanrı kullarından biriydi. Fakat bana göre çiftçi babalar en değerlisidir yine.
Toplumsal gerçeklikten kaçmak zannedildiğinden daha zordur. Özellikle bireyi olunan soy toplumu için bu böyledir. Yedi yaş civarında anayla girilen toplumsal yarış süreci, halk tabiriyle yetmişine kadar öyle gider. Ananın toplumsallaşmanın esas gücü olduğu bilimsel olarak da tespit edilen bir doğrudur. Kişiliğim açısından ilk suçum, ananın bu hakkını kuşkulu bulmam ve kendi toplumsallığıma en erkenden kendimin karar vermesidir. Evrenimiz hakkında son bilimsel tespitlere göre en azından yirmi milyar yıllık bir zamanın çok özgün bir yaratımı olan insan toplumunu anasız ve efendisi olarak yalnız yaşamaya cüret etmem başlı başına incelenmesi gereken bir konudur. Anamın büyük uyarılarını, boğma denemelerini ciddiye alsaydım, yaşadığım trajedilerin yolu açılmayabilirdi, ama annem bin yılların tanrıça kültünün belki de tükenmekte olan en çözümsüz son kalıntı simgesiydi. Çocuk halimle bu simgeden korkmamak kadar sevgi ihtiyacını da pek duymamakta kendimi özgür hissetmekten çekinmedim. Fakat yaşamamın tek şartının onun namus ve onuru olduğunu, bunu korumamdan geçtiğini de bir an için de olsa unutmadım. Onurunu koruyacaktım, ama kendimce doğru bulduğum biçimde. Bu dersten sonra anam benim için artık yoktu. O tanrıça artığı ilgimden silinirken, benim için ne duyduğunu hiç sorgulama gereğini duymadım. Zalimce bir ayrılış, ama bu bir gerçekti. Kehanetleri mi, bedduaları mı desem, söyledikleri ağırlaşan trajik anlarda hep hatırlanır oldu. En değme bilgenin tespit edemeyeceği doğrulardı bunlar. Bir büyük doğrusu, “Arkadaşlarına çok güveniyorsun, ama çok yalnız kalacaksın” biçimindeydi. Fakat benim doğrum da arkadaşlarımla toplumsallığı ben kuracaktım.
Yaşam öykümün kuruluşu böyle başlar. İsteseydi de anamın bana vereceği bir toplumu yoktu. Çoktan dağıtılmıştı. Onun yapmak istediği bir yaşam tutamağıydı.
AmanoslardanZagroslara kadar bu silsileler altında yaşamış ve halen yaşayan halkları, dağların zirvesindeki tahtlarında oturan tanrı ve tanrıçaların kutsal yolcuları olarak değerlendiririm. Moderniteye göre ‘geri’lik suçlamasının artık kesinlikle tersinin doğru olduğuna inanıyorum. İlerilik gerilik bir ideolojik yargı olup, sadece geri değil, insanlık düşmanı olan kapitalist modernite zihniyetini iyi çözmek, gerçek insanî temellere inmek olduğundan özgürlüğe büyük dönüş sağladığıma inanıyorum. KÂRCILIK, ENDÜSTRİYALİZM ve ULUS DEVLETÇİLİK’ ten ibaret modernite cehenneminden kurtulmakla her şey daha iyi anlaşılıyor ve yaşamın anlam zenginliğine yol açıyor.
Şunu demeye çalışıyorum: Kapitalist yaşam tarzı bana göre değil. Ara sıra özenmediğimi söyleyemem. Ama hiç başarı yeteneğimin olmadığının tamamen farkındayım. Ondan önceki ve birlikte özümsendikleri halleriyle bir ‘koca erkek’ olamayacağımın da farkındayım. Sistem açısından gülünç kalındığım söylenebilir. Ama ben sistemi korkunç kanlı, baskılı ve sömürülü görüyorum. Bu olguların varoluşçuluğunda yaşamın tam bir iğrençlik, tiksinti olduğu filozofik yaşamımın karşı parametresi veya paradigmasıdır. Kendimi hiç abartmayacağımdan eminim. Ama bir insan olarak kendimi savunmam hem en temel bir yaşam belirtisi, hem de toplumsallıkta yaşam iddiası olanlara karşı temel ahlaki görevimdir. Eğer iktidarlarca çizilen anlamına katılmadığım, fakat yine de ciddiye alınması gereken anlamlı bir yurttaşlıktan bahsedeceksek, ona karşı da görevli yaşamayı bilmek bu ahlakın gereğidir. Sorun yaşayıp yaşamamak değil, doğru yaşamayı bilmektir. Her ne kadar doğru yaşamayı çok başarmasak da, daha önemlisi onun arayışından vazgeçmemek, o yolun yolcusu olmaktır.
Derlemeler
Reber APO
- Ayrıntılar
Devrimci hareketimizin, PKK adıyla kendini açıkça ilan ederek yürüttüğü savaşımda; tarihsel, eşine rastlanmayan, halkımızın bağımsızlık ve özgürlük tarihinde bir o kadar eşi görülmemiş, halk ve ülke, ulusal ve toplumsal kimliğinden ne koparılıp alınabiliyorsa alınmış, baskı ve sömürün de ötesinde varlığını yitirmiş bir halde devralınan gerçekliğini, savaşarak yeniden kazandırmanın, büyük gelişme ve derslerle dolu on dört yılını geride bırakırken, on beşinci yılı, artan zafer umudu kadar somut olanaklarla karşılamaktadır.
Çok yönlü kazanımlarıyla, hep başkaları için en kötü tarzda kullanılan bir hammadde, bir malzeme olmaktan çıkıp her şeyiyle kendisi için, özgürlüğü ve bağımsızlığı için, insanlığın tutkulu, iradeli, bilinçli savaşımına büyük değer veriyor, kazanmaktan başka hiçbir seçenek tanımıyor.
Bir anlamda zafer sadece bir zaman meselesi olarak değerlendiriliyor. Bu anlamıyla parti tarihimiz sadece siyasi bir tarih olmuyor; ilkel kominal dönemin içinden insanın çıkış özellikleri kadar, günümüzün en inceltilmiş emperyalist sömürgeci imha ve asimilasyonundan da çıkışın, böylesine en çelişkili gerçeğin devrimci tarzda aşılması oluyor. Bir çok yakınçağ devriminin olumlu özelliklerini içeriğe katması ve yine insan olmanın temel özelliklerini, ona hükmeden ilkelerini benimserken; günümüzün insanlığının önündeki en büyük tehlikeleri, onun dayandığı kapitalist sistemi de karşılayan ve bir nevi kapitalizm anlamına gelen reel-sosyalizmin olumsuzluklarına karşı sosyalist tutumu değiştirerek, gerçekleşen bir öncülük kurumu ve bu temelde bir halkın dirilişine imkan verme olayı oluyor.
Halen baş çelişki olarak savaşılan ve günümüzün en gerici ve hatta sadece bölgesel değil, uluslararası alanda da bu yönüyle merkezi bir yer işgal eden TC egemenliğine karşı geliştirilen çözümlemeleri devrimci pratikle tamamlama süreci buna dayanıyor, uluslararası devrimin yeni aşamasına cevap olmayı da içeriyor.
PKK'nin 1992 yılındaki, savaşım mücadelesine dayatılan, açık ve resmi olarak TC önderliğindeki karşı-devrimci savaşıma, neredeyse bütün dünya resmi, gayri resmi egemen güçlerinin destek vermesi, başarısı için elden ne geliyorsa sunmaları, bunun oldukça açığa çıkması ve yine Kürdistan tarihinin en çarpıcı gerçeği olan iç ihanetin, en gelişmiş işbirlikçilik örneğini sunan Güney Kürdistan'daki savaşla, bu yılı da kendi lehlerine tamamlamaya çalışmaları, mevcut savaşımın bir Ulusal Kurtuluş Savaşımından çok, bölgesel, siyasal gerçeklerle kaynaşan, etkileyen, etkilenen bir oluşumdan öteye, evrensel bir anlama bürünmeye yatkın bir düzeyde olduğunu, çarpıcı bir biçimde pratikte gösterdi.
Bazı dönemlerin evrensel özellikleri olan devrimleri gibi ki, Fransız Devrimi, Bolşevik Devrimi böyle devrimlerdir, bir devrimci odaklanmayla karşı karşıya olduğumuzu, daha önceleri teoride, fakat geçen 1991 yılında da pratikte, artık herkesin görebileceği bir açıklıkla ortaya koyduk.
Hiç şüphesiz, bu savaşımın en başta kendisi için verildiğini bilen Kürdistan halkı bunu iliklerine kadar duymuştur. Bu savaşımın ulusal gerçeği için ne anlama geldiğini, onun için birliğin, örgütlenmenin, bilinçlenmenin ne olduğunu, ne kadar ihtiyaç haline geldiğini, tarihinde belki de ilk defa böylesine anlamış ve kazanmış bulunuyor. Daha da ötesi, bir türlü, temel insan hakları, ulus hakları, özgürlük için isyan haklarına layık görülmeyen, yaşama şansı var mı yok mu, olsa da hangi sınırlar dahilin de olmalı biçiminde anlamsız bir tartışmanın muhatabı durumundaki Kürt halkı, kimlik sorununa hiçbir dönemle kıyaslanmayacak bir biçimde karşılık vermeye çalışıyor. Kimliğe sahiplenme gereği duyuyor ve gün geçtikçe bunun savaşla bağlantısı, onun siyasetiyle ve siyasetinin de her düzeydeki örgütlenişiyle ilgili çarpıcı sorunları kadar, çözüm yollarına çaba ve bilinç kazandırmaya çalışıyor.
Sadece dünya’nın kendisini kabul etmeye hazır olmama talihsizliğini değil, vahşi bir düşmanın, her türlü yöntemle imhasını, zoraki örgütlenmesini de değil, bir o denli kendinden kopuşun, kendinden vazgeçmenin her türlü alçaltıcı, aşağılaştırıcı sonuçlarını görerek, onunla savaşmanın ne kadar vazgeçilmez olduğunu bilinç haline getiriyor ve bütün bunlar sıcak bir savaşım ortamı içinde gerçekleşiyor.
Derinden bütün bunlar oluşur ve yaşanırken, daha da yüzeye baktığımızda, özellikle düşman cephesinde akıl almaz bir özel savaşım her cephede tırmandırılıyor. İç ve dış alanda azami olarak ne yapılması gerekiyorsa, sonuca doğru götürülüyor. Özellikle onun psikolojik boyutu, bellekleri, ruhları daha da anlamsız kılmak, saptırmak, yabancılaştırmak için ne lazımsa, özellikle de basın-yayın tekniğini de çok iyi kullanarak, bir de bu yönüyle eşi görülmemiş bir boyuta tırmandırılıyor.
Öyle bir PKK umacısı yaratılıyor ki, düzen açısından, bütün sorunların kaynağında PKK yatıyormuş gibi hayal yaratıldığı kadar, eğer üzerine yürürlerse, ezerlerse bütün sorunlardan kurtulacaklarmış gibi, topluma sahte umutlar yayılıyor ve bu temelde birçok çarpıtmalar yapılıyor. "PKK kimdir, APO kimdir? Türklükle nasıl oynuyorlar" gibi, her türlü akıl almaz, özünün çok tersi değerlendirmelere gidiyorlar. Terörün de en dehşetli biçimleri uygulanarak, insanlar paramparça ediliyor, iplere bağlanarak helikopterlerden sarkıtılıyor, panzerlerle sürükleniyor, ceset teşhirleri günlük vakalardan oluşuyor. Bir anlamda Türklük, son bir savaşı kazanmak için her şeyi ortaya koyuyor.
Dünyanın da normal ölçülerle anlamak istemediği, hatta kendi çağdaş, ulusal, sınıfsal ölçüleriyle yaklaşmamaya kadar, kendi temel ahlaki, hukuki, siyasi ilkelerini yadsıyarak bu gerçeğe uygulamamaktadır. Yeni olan nedir? Bu gerçekle kendisine yönelen nedir? Biraz da bunun verdiği korkuyla yaklaşıyorlar. Bunda bencillik var. Günümüzde burjuvazi, tek bir kişi bile kalsa, bir devrimciden ne kadar korktuğunun da açık bir örneği ile karşımızdadır.
Bütün dünya PKK devrimciliğine, bilerek veya bilmeyerek, veya çoğu da bilmeyerek karşı dururken, aslında burjuvazinin karşı devrimci ruhu bir kez daha şunu fark ediyor ki, bütün dünya, adına "Yeni Düzen" dediği biçimde de gerçekleşse ve "tecrit ettim, her şeyiyle yüklendim, mutlak yenilmelidir" dediği noktada da yüklense, böyle dediğinde bile ne kadar ürktüğünü, telaşlı olduğunu, PKK'nin bu büyük direniş savaşımı bir kere daha gösterdi.
Kocaman imparatorlukları aşan devletler var. Tarihte birçok güçlü imparatorluklardan çok ileri, daha güçlü imparatorluklar var. Yine de korkuyorlar. ABD sözcülerine, İngiliz sözcülerine bakalım ve hatta Rus hükümetine bakalım; hepsi "al sana bu kadar helikopter, destekliyoruz seni" diyorlar. Bölge güçlerine bakalım; "bizi de tehdit edebilir, birleşelim, zirveler yapalım" diyorlar. İç gericiliğe bakalım; "aman imdadımıza gelin" deyip böylesine bir birleşme içine girmeleri, devrimin yetkin bir temsilcisinden, egemenlerin duyduğu korkunun en çarpıcı örneklerinden birisini temsil ettiğini ortaya koyuyor. Bu ancak kapsamlı bir devrimci olguyu yaşamakla mümkündür.
Bir dönemlerin egemen Roma düzenleri vardı. Yine Firavunlar düzeni, doğunun görkemli imparatorlukları vardı. Küçük çıkışlarla giderek sonlarının nasıl geldiğini biliyoruz. Bir anlamda kapitalist imparatorlukların da buna benzer bir çözülüşü söz konusu oluyor. Her şeyi elinde, ama güvensizler. Uluslararası kapitalist gericilik, şu anda "tek dünya nizamıyım" biçiminde kendine anlam vermeye çalışırken bile kuşkulu, hatta en bunalımlı, belirsizliklerle dolu dediği bir durumu yaşıyor. Zirvedeki imparatorlukların yıkılışı, başlangıcındaki gibi bir oluşum bir kez daha yaşanıyor.
Tam da bu noktada, "bu PKK denilen olay da nereden çıkıyor" sorusunu soruyorlar. "Yıkılışımıza bir dinamit olmasın, bir çözücü başlangıç yapmasın" diye kuşkuyla bakıyorlar. Kendi ilkelerinin de önemli kısmını ihanet ederek, temel insan haklarını, ulus haklarını hiçe sayarak ve bir anlamda kendilerini yadsıyan bu yaklaşımlarıyla yenilgi tohumlarını içeren tutum içinde bulunuyorlar.
Bütün bunları PKK bilinçli bir tarzda mı hazırladı? Biraz bilinçli ki, bunun ilk ifadesi PKK'nin devrimci teorisidir. Biraz kendiliğindeni de ortaya çıkaran, onun yürüttüğü politik, pratik savaşımıdır. Tarihte hiç şüphesiz her şey baştan sona planlı, bilinçli gelişmez. Biraz bilinç kadar kendiliğindenlik de önemli rol oynar. Ama gelinen nokta, PKK'yi artık böyle bir gerçeklikle yüz yüze bırakmıştır.
Bütün etkenler, salt ulusal sınırla yetinilemeyeceğini, ulusal kurtuluş çuluk ve hatta demokratik bir toplumla işin içinden kendini sıyıramayacağını, giderek bölgeselleşen, evrenselleşen ve bunun için daha derinlikli bir noktada sosyalizm içeriği, mevcut sosyalizm deneyimlerini aşan, yaşanılabilir bir sosyalizme ulaşma ihtiyacı duyulan, onun siyasal ifadesi, ulusal düzeyi kadar, uluslararası düzeyin de yeni ifadesi olmaya zorluyor. Birey hakkı kadar, toplumun kolektif hakkını da bu muhteva içinde sağlam ele almaya, değerlendirmeye götürüyor. Ya böyle gelişir, başarır, ya da ele alamaz, başarısızlığa uğrama noktasına dayanır.
O halde, PKK gerçeğinde sadece Ulusal Kurtuluş Savaşımı, ona dayatılan özel savaşla ilgilenemeyiz. Bunda bile başarı için, PKK öncülüğünün içeriğine bakmak gerekiyor. İçeriğini dar, milli sınırlama sığdırılmasının, diğer birçok ulusal kurtuluş örneğinde görüldüğü gibi, günümüz devrimlerinden bir tanesi haline gelmekle bile, onlar kadar başarı sağlayamayacağımızı görüyorum. Dolayısıyla mevcut devrimci hareket, daha fazla sosyalistleşmek veya mevcut sosyalist deneyimlerden çıkarılacak dersler temelinde, özellikle başarısızlığa yol açan nedenleri aşarak yaşanılabilir. Bu, sosyalizmi hem ilkede, hem uygulama düzeyinde gerçekleştirmekle karşı karşıya olduğunu, başta sosyalizme bu yaklaşımın, artık daha açık ilkeli olduğu kadar, uygulamalı örneğini de temsil etmek gerektiği bilincindeyiz. Onun somutlaşanı iyi gösterme iddiası kadar, kararı kadar, bizzat yaşamında gerçekleştiriyor.
Bu geçen kısa tarihi süre içinde bile, "acaba PKK'yi böylesine savaşkan kılan nedir" şeklinde bir soru sorulsa, herhalde sosyalizme iddialı bir giriş olduğu açıktır. Daha o zaman kokusu her tarafa yayılan reel sosyalizme, onun her türlü hastalıklarına geçit vermeyen sosyalizme inanç duymak kadar, bir bilim işi olduğuna hükmeden ve onun bilinciyle donanmayı, bütün görevlerin önüne koyan, bu konuda politik çıkarlara alet olmayan, ilkesel olmayı her türlü taktik gelişmenin önünde ele alan, bunda oldukça tutarlı kalabilen, inanç ve bilincini temiz tutan bir parti olmaya büyük özen gösteriyor ve savaşın ruhu bu tutum oluyor. Halen PKK'nin bu büyük kahramanlığına yol açan nedir denilirse, temelde yatan bu ruhtur, bilinçtir. Aynı zamanda onun az-çok yaşam tarzı haline getirilmesidir cevabı verilebilir. Bundan eminiz.
Bunun dışında PKK olayına açıklık getirmek, en temel özellik de söz konusu olduğunda zordur. Buna şu da ilave edilebilir. İnsan soyunun en yüce, en toplumsal, en devrimci gelişime açık olan bireyin özgürleşmesi kadar, bunun toplumsal ifadesi olmayı, halk ve ulus gerçeği kadar, uluslararası dayanışmanın en eşit özgülüne açık olan ve bu anlamda insani düşüncenin, tutkunun, iradenin en seçkinini esas alan, bunda oldukça da ısrarlı davranan tutumun somut gerçeği oluyor.
PKK gerçekliği ve özellikle çözümlenmeye çalışılırsa görülecektir ki, geriye çeken ne varsa ona karşı, şovenizme, onun her türlü baskı ve sömürüsüne götüren ne varsa kararlılıkla, bilinçli karşılık veren, bunun yanında emeğe dayalı, eşitlikçi, özgürlükçü tutumlara çok açık ve bunun için her şeyini ortaya koyan tutumların ifadesi olma anlamına da geliyor.Öncelikle bu özellikleri bir ulus gerçeğinde, savaşımla nakşetmeye çalışırken, en ufak bir şovenizme düşmemek kadar, dar çıkarcı sınıf, sosyal kesim çıkarlarına düşmemek için özlü davranıyoruz. Şoven ulusçuluk, her şeyin sınıf için olması veya dar sınıfçılık, aslında bir madalyonun iki yüzü oluyor. Bu konuda, insan, milliyetine, cinsiyetine ve gelişim seviyelerine bakılmaksızın esas alınır. Böylece en özgür insan tanımına kendi içinde gerçeklik kazandırmaya çalışıyor.
1992 KASIM
Reber APO
- Ayrıntılar
Ekonomik üretim, siyasi üretim, estetik üretim, hatta düşünce üretiminin kaynağı savaştır. Benim kadar tedbirli kimse yoktur. Bütün tanrıların kitabında yazılan ne varsa, bütün filozofların, bütün bilim adamlarının kitabında ne varsa, onları değerlendirmeden bir adım atmam. Ayrıca kendimi kırk defa ölçüp biçmeden de bir adım atmam! Benim savaş yaklaşımım böyle. Kendinizinkiyle mukayese edin. En gayrı ciddi tavırları, savaş gibi kutsal bir mesleğin içinde utanmadan, sıkılmadan veya oralı olmadan gösteriyorsunuz. Bana inanılmaz gibi geliyor. Nasıl bunu yapıyorsunuz?
Kaldı ki zor-bela elinize geçen bu işi, yani bu savaş işine hem diyeceksiniz tek iştir, en kutsal iştir, hem de karın doyurur, beyin doyurur, ruh doyurur. Bütün ilgilerinizi azim ve iradenizi ona bağlayacaksınız ve bu sonuç alacak. Bu ülkenin bu tek zorunlu işi sonuç alacak. Siz onunla oynadınız, tanınmaz hale getirdiniz. Bunun nemenem bir iş olduğunu anlayacaksınız. Bu yüzeysellikler, komuta kişiliğindeki bütün düşüşler, oynamalar, bu ucuz kayıplar, bu anlayışlardan ileri geliyor. Nasıl yaptınız gerçekten şaşıyorum, nasıl bunları anlayamıyorsunuz? Geçmişinize bakın, sağınıza-solunuza bakın, her şey size şunu söylüyor; bu sanatın kıymetini iyi, eline geçen bu altın fırsatı kolay kaçırma. Ama nerede? Tembel tembel uyuşmuş, üfürsen kaybolacak cinsten bir yaklaşım.
Dünyada herkes savaşsız durabilir, biz duramayız. Çünkü herkesin savaş yolu dışında da bir çalışma esası vardır, çalışma imkanı vardır. Bizim yok! Sen ülkende bırak fabrika kurmayı, özgürce iki keçi besleyebilir misin? Botan’da bizim komutanlarımız, savaşçılarımız özgürlük temelinde iki keçiyi besleyebilirler mi? Hayır! Oda olsa olsa ancak silahların gölgesinde olur. İki keçiyi bile sana namusuzca besletme imkanını vermiyor bu düşman. Bunlar gerçek, ben icat etmiyorum! Kaldı ki, sorun iki keçi beslemek değil, o kaba midemizi doldurmak değil, onu bütün canlı yaratıklar sağlarlar. O kadar aç kaldığında taşları da kemirirsin, midene indirirsin.
İnsan yalnız bir ilkeden ibaret değil. Bu halkın içine bakın, savaş! Çünkü savaşı esas alan, müthiş düşünür, müthiş örgütlenir. Benim bu örgütlenmem nedendir biliyor musunuz? Sadece ve sadece bu savaşı mümkün kılmak içindir! Bütün bu halkı bağlıyorum, bütün bu örgütü tutuyorum. Sadece ve sadece bu savaş içinde biraz güç vermek için, bütün bozma teşebbüslerinize rağmen, bu büyük örgütle, halkın bağlılığını sürdürüyorum.
Savaşa inanıyorum. Çünkü savaşın, kazandıran tek iş olduğuna inanıyorum! İspatlandı da, şu haliyle bile yürüttüğümüz savaş, en az günde elli bin kişiyi besliyor. Çoğu da tembel aslında, bir ekmek bile vermemek lazım. Ama bizden bedava olsun, besliyoruz. Midesini değil, düşünün bu ülkenin en cesaretli, en bilinçli insanlarını da besliyoruz. Beyni beslemek küçümsenmemeli, ruhu beslemek küçümsenmemeli. Kürt insanının gözünü açtım. Ağlamadık tek bir günü yoktu ve bir de çirkindi. Kimse merhaba bile etmezdi. Ama, şimdi sizler, ruhen de, fikren de yetişkinsiniz. Bu da kendiliğinden değil, bizim bu savaş tedbirimizle üretildi. Cesur olmak basit bir şey değil, düşmana karşı korku telkin etmek, dünyada “ben de varım” demek, basit bir üretim değil. İlk defa bizde gerçekleşti. Bunu benim savaş çabalarım ortaya çıkardı, savaşa yakınlaşma tarzım, yönetim tarzım açıktır. Bu durumu yaratmadım mı?
İlk tabancayı elinize vermekten tutalım bugüne kadar savaş felsefesi üzerine, savaşta moral, savaşta yaklaşım esasları üzerine bin dereden su getirmiyor muyum, bu olmasa kim dayanırdı? Milyonlar besleniyor şimdi bu savaş üzerine, hatta karşı-devrim safları da bu çabadan faydalanıyor. Demek ki, savaş müthiş üretici bir olay! Yaptığın bir işi böyle anladın mı, savaş işini böyle anladın mı, çok büyük oynayacaksın. İşe kuralsız, amaçsız, ciddiyetsiz yaklaşım olabilir mi? Yok, çünkü çok önemli, müthiş kazandırıyor.
Tabii bu iş ordu ister. Bir fabrika bile işçi ordusuyla üretime geçer. Ülkemizin tek yaşam işi, maddiyatından maneviyatına kadar bu iş ordu ister, hem de en sıkı ordu. Çünkü bu iş çok ciddi, bunu yapanlar da çok ciddi olacak. Bu iş tüm bir halkın işidir, onu yapanlar da halkın ordusu olacaktır. Bunlar açık, ben öyle teorik kitaplarda yazdığı gibi halk ordusu üzerinde konuşmayacağım.
Savaşı öyle teorik olarak çok anlattım, ciltler dolusu kitap da yazıldı. Onu da bir tarafa bırakın, size diyorum ki, çok fukarasınız, çok açsınız, işsizsiniz, savaş işi tek elimizde kalan iştir. Kanıtlıyorum bunu ve kazanabilmek için ordulaşmayı bileceksin. Çünkü hepimizin ordulaşması bu işin doğası gereği şarttır! Tüm halkın yaşam kaynağı içindir, tüm halkın ancak ordusal tarzı bu işte kazandırabilir. Bunlar net, bununla oynamak olmaz.
Anlam veremediğim olay şu; yıllardır neden bunu anlamadınız? Bu işin çok ciddi olduğunu, bu işin ordu istediği, bu işin kurallarına, esaslarına altın değerinde anlam vermemiz gerektiğini neden anlayamadınız? Nasıl izah edeceksiniz bu yaklaşımlarınızı? Ordu yasalarına göre hepinizin cezası ağırdır. Değer kaybından ötürü veya bu işin ciddiyetiyle mukayese edildiğinde yaptıklarınızdan ötürü ağır cezalandırılırsınız.
Ben konuya fazla giriş yapmayacağım, değerlendirirsiniz aranızda. Bolca tartışın, coğrafya esastır, halkla ilişkiler esastır, bizzat örgütün iç disiplini esastır, yine taktik esaslar var. Hiç anlam verdiniz mi, ciddiyetine inandınız mı, gereklerine ne kadar karşılık oldunuz? Alay mı edelim bu işle, kendimizle? Tarif gereği, tanım gereği başka bir işe yaramayız. Neden yaramayız? İş yok aramaya, yani bu ülkede metelik kadar değeriniz yok. Durumunuzu size gerçekçi anlatmaya çalışıyorum.
Ermeniler vardır sanattan anlıyorlar, Yahudiler vardır ellerinden çok iş gelir, dünyanın her tarafında kendilerini besleyebilirler. Sizin ne hüneriniz, ne sanatınız var, ne diliniz, ne paranız var. Kendinizi satmaya kalkışsanız, Ortaçağ köleleri kadar kimse size değer vermez. Zaten işsizlik var dünyada. Bunlar açık! Başka hiçbir işe ne bizi alırlar, ne de bizim yeteneğimiz var. Tek iştir bu ülkede mücadele işi, benim gibi birisi kendini bu işe böyle katıyorsa, tek iş bellediği için.
Tekrar söylüyorum; ben daha savaşa adım bile atmadım. Ama sırf bunun hazırlıklarını idare etmek için bile, bu büyük çabaları yürütmekten çekinmiyorum. Bakın benim savaş hazırlıklarıma, onun giyeceğinden tutalım parasına, moralinden tutalım gerekçelerini sıralamaya, bizzat insanları her gün katmaya kadar işi ciddiye aldığım için, kendinizi bununla mukayesede edin; işin neresindesiniz?
Bunun için diyorum, ciddi olacaksınız! İşi anlayacaksınız önce. Anlayan adam ciddi olur, ciddi olmak için gereğini yapar, yani savaşın kurallarına anlam verir, ona göre kendini hazır tutar. Bunu öyle ele alan, taktikte öyle büyük hata yapmaz. Adını gerilla koyuyoruz, adını hiç koymaya da gerek yok, sağına-soluna bak, tarzın odur. Şüphesiz bana göre, bir kişiliğe bakın, bir dağ keçisine bakın, savaş kuralını ortaya çıkarırsınız. Bir gün etrafınıza bakın, mükemmel taktik önder olursunuz. Yeter ki bakmasını bilin.
KASIM 1992
- Ayrıntılar
PKK Kişilikleri yedi suyla yıkayarak, gerekirse ateş üstünden geçirerek pisliklerinden temizliyor ve öyle bir insan yaratmaya çalışıyoruz. Dünya gericiliğinin ve onun en berbat Türk sözcüsünün, karşısında yenildiği insan gerçeği budur.
Şu gerçek ortaya çıkıyor; bir insan gerçeğine en insani temelde yaklaşım ne kadar güçlü olursa, karşısında dünya gericiliği birleşmişte olsa ve barbar bir karşı-devrimci, sömürgeci, faşist yönelim ne kadar güçlü de olsa, sonuç alamayacağını, hatta yenileceğini gösteriyor.
Bu PKK tanımı üzerinde daha da durulabilir. Ama biz, PKK tarihini doğru anlamak isteyenlere, temel ipuçlarını vermek kaydıyla bununla yetinelim diyoruz.
Doğru bir PKK kavrayışı, sadece kendi militanları için değil, onu anlamak isteyen dost ve düşman için de büyük önem taşıyor. Düşman bizi iyi tanırsa, savaşım daha kabul edilebilir sınırlar dâhilinde yürütülebilir. Kendisinin de, içinden çıkılamaz duruma getirdiği savaş kanunlarına uymama durumuna son verebilir. Savaşsın, ama savaş kurallarına riayet etsin diyoruz. PKK tanımından, onun da çıkaracağı sonuçlar var.
Dostlara gelince, hiç şüphesiz daralmış dünyalarına PKK'de çıkış bulmak istiyorlar. Onlar da böylesine bir tanımı doğru özümserlerse, ufuklarını daha geniş, bilgilerini daha güçlü, çıkış çabalarını daha yoğun ve sonuç alıcı kılabilirler. Ama daha çok da militanlar, eğer parti tanımına doğru yaklaşım gücü gösterirlerse, sınırsız bir savaş gücü haline gelebilirler.
Herkes Parti Önderliği' ne soruyor; "bu savaşım gücünü nereden alıyorsunuz?" diyorlar. "Bunu PKK tanımından, ona yön veren ilke ve uygulamalardan alıyorum" diyorum. PKK'nin gelişiminde böylesine somutlaşan ilke kadar, biriken emektir, yaşam tarzımızdır, gücümüzdür diye cevap veriyoruz. Eğer militan da her türlü savaşıma güç getirmek istiyorsa, PKK'nin böylesine güce, kapsamlı, önüne çıkabilecek her soruna yaratıcılıkla cevap verebilecek özüne hakim olsun diyoruz. Bunu başarabilen bir PKK militanı, ister siyasi çalışmayla savaşımı, ister askeri çalışmayla savaşımı için kendisine teori kadar pratik çıkış yollarını, plan kadar günlük çaba için ne lazımsa bulabilir.
Militan, çoğunlukla tıkanmış gerçeği devrimle değiştirmek, özellikle ulusal-toplumsal gerçekliği PKK silahıyla çözümleme ve dönüşüme uğratmadan, neredeyse kendi başına bela oluyor. Buna son vermek için, PKK militanının nasıl olması gerektiğine oldukça açıklık getirmeye çalıştık. Ve şunu söyledik; eğer başarı istiyorsanız, PKK'nin militan tanımına dürüstçe olduğu kadar, yeterli inanç düzeyi ve bilinç düzeyiyle karşılık verebilirsiniz ki, bu savaşımda kazanamayacağınız hiçbir mücadele biçimi yoktur. Demek ki, PKK tarihinin ortaya çıkan en önemli bir dersi de budur. Militan düzeydeki tanım böyle oluyor.
Bu tanıma göre, kendisini biçimlendiren, muhtevayı da bu temelde biçime kavuşturan kazandırabilir. Aksi halde, savaşların en zorunu önüne koymuş PKK'de, bir gün yaşamak bile başa bela olur. Bu temel tanımların kaynaklık edebileceği diğer tanımlamalara da ulaşabiliriz.
Nasıl bir parti yaşam tarzı?
Partide gerçekleşen yaşam tarzından yola çıkarak nasıl bir yeniden toplumsal düzenlenişi, ister adına demokratik toplum diyelim, ister bağımsız ulus diyelim, nasıl bir ulusal biçimleniş? Bunlara rahatlıkla doğru karşılıklar verilebilir. Ve şunu her zaman söyledik. Doğru bir ulus anlayışında, PKK çözüme ulaşmıştır. Kendi için de bunu gerçekleştiriyor. Kendi militanlarında bunu kahraman düzeye yükseltiyor.
Bunun dışında, özellikle Kürt gerçeğinde bir çözümlemeye gidemeyeceğini çok iyi biliyor. Tek çıkış bu olduğu kadar, en görkemlisinin de, vazgeçilmesinin de bu olduğuna emindir. O halde, dirilen bir halk gerçeği, dirilişin ulusal biçimi, siyasi biçimi daha iyi anlaşılabilir. Kürt halkı söz konusu olduğunda, bu geçen yıllarda gerçek bir dirilişine, en kabul edilmez ölümcül yaşam biçimlerinden, hem de yüzyılların o baş aşağı gidişinden, artık insanlığın bile dışında kabul edileninden, en dirilişine tanık olmak, hem en özgür, en demokratik biçimlenişine ulaşma söz konusudur. Onun yolu açılmıştır.
Bir halk nasıl dirilir?
Dirilirken de öz, ileri biçimlenişe bağlanır. PKK'nin önderlik ettiği bu diriliş destanında, bunu çok iyi görüp değerlendirmek, artık imkan dahilindedir. Dirilen Kürt halkı, insanlık için de iyi bir örnek olabilir. En derin umutsuzluktan ve karanlıktan, en görkemli umuda ve aydınlığa; en baskıcı köleci tarzdan, en özgür ve demokratik ifadeye kavuşma; sade ve doğal yaklaşım bu halk gerçeğinde yaşanıyor.
En alttakinin, en üste çıkışına benzer, ama en az sömürüye ve eskiye bulaşmış biçimiyle insanlık karşı karşıyadır. Kendi tarihindeki baskı görme ve sömürüyü yaşama durumu, onu bugün baskıya ve sömürüye karşıt bir konumla cevap verdirmeye götürüyor. En baskıcı, çapulcu, talancı bir rejime karşı, insanlığın en soylu bir karşı koyuş hareketi oluyor. Rejim en anti-demokratiktir, en işkencecidir, en çok insan haklarına karşıdır. Buna, insana en bağlı, insana yapılan işkenceye en çok karşı, ona ve her düzeyde saldırısına karşı bir irade savaşımıyla karşılık verir.
PKK, bir insanlık savaşımının öznesi durumundadır.
Bu anlamda gerici tarihle savaşım kadar, onun bütün çağdaş değer ve ölçülerine karşı da savaş veriyor. İç dayanaklar kadar, dış dayanaklarına karşı da tavır alıyor. Bu anlamda bir insanlık başkaldırısı anlamına ulaşıyor. Demek ki, Kürt gerçeği bu kadar uluslararası ve insanidir. Yeni insan da, bu anlamda baskı ve sömürü düzenine bulaşan, kozmo-politik olma kadar, şovenist özelliklere karşı, ulusal olduğu kadar en genel insani özelliklerin somut ifadesi olarak ortaya çıkıyor. Bu, geçen yılların savaşta kazandırdığı PKK gerçeği oluyor.
Dolayısıyla bununla yetinmiyoruz; kuruluş döneminin somut tahlili, 1970'ler Türkiye'si, Kürdistan'ı nedir; objektif sübjektif düzey nedir? Bununla yetinemeyiz. Bu değerlendirmeler kapsamlı yapılmıştır. "Kürdistan Devrimi'nin Yolu"nda, "Kuruluş Bildirgesi" nde, "Parti Programı" nda ve daha yapılan birçok kapsamlı değerlendirmelerde durumlar ortaya konulmuştur ve bu biraz da yüzeysel, sınırlı bir ortaya koyuş tarzıdır.
Daha sonra örgütleniş, eylem üzerine de değerlendirmeler yapıldı. Özellikle 1980 sonrasının değerlendirmeleri anlamlıdır. Nasıl bir örgütlenme? Nasıl bir kadro tipi ve nasıl bir eylem ve savaş tarzı? Bu konular üzerinde çok duruldu. 1970'lere dayalı PKK değerlendirmeleri, daha çok somut durum değerlendirmeleriyle ilgilidir. Sömürgeciliğin, özellikle Türk sömürgeciliğinin özellikleri, tarihi gelişimi, emperyalizm ve onun tarihteki dayanaklarıyla bağlantıları çok genel düzeyde anlatılmak istenmiştir. Yine Kürdistan gerçeği de bununla bağlantılı tanımlanmaya çalışılmıştır. Nasıl bir Kürdistan söz konusudur, onun tarihi nedir? Değerlendirmelere oldukça konu edilmiş, bazı tespitlere gidilmiştir ve daha da ötesi, temel doğrular bir ideolojik eğilim olarak ilgi duyan çevrelere mal edilmeye çalışılmış, bir ideolojik grup dönemi yaratılmaya çalışılmıştır.
Bildiğiniz gibi, bu grubun 1970'lerdeki çıkışı, çabaları onu resmi politikayla karşı karşıya getirmiş ve kendisini özellikle bir ideolojik savaşın, giderek bir politik savaşım içinde bu iş silaha kadar gidebilmiştir.
Bildiğiniz gibi, 12 Eylül rejimi bu savaşımlara bir tepki olarak gelişiyor. Halen de Türk egemenlik sisteminin en baskıcı ve günümüzdeki ifadesiyle faşist bir türü olarak aşılmaya çalışılıyor. Bilindiği üzere, düzen, daha ideolojik grup aşamasındayken üzerimize gelmişti. Komplolar ve dayandığı provokasyon mantığıyla, grubu boğuntuya götürmek istiyordu. Bildiğimiz ilk şahadetler bu temelde oldu. Ve 1970'ler sonrasında, artık işe devlet resmen, açıkça istihbarat örgütlerini de aşan bir biçimde başladı. Düzen değişikliğine doğru gidildi. Buna grubumuzun verdiği karşılık; PKK'yi 1978'de resmen ilan etmek oldu.
Şüphesiz politik savaşımda daha cesaretli bir adım atma kararlılığı kadar, artan sorumluluk, geleceğe daha çok yönlü hazırlık, yeni bir aşamaya geçiş anlamına geliyordu. Düzenin buna verdiği cevap ise; Maraş katliamı, ardından sıkıyönetim ve önlenemez PKK yükselişi karşısında, 12 Eylül faşist askeri darbesiydi. Buna partimizin verdiği karşılık; silahlı savaşımı bir adım daha ilerletmek, yani politik savaşımdan silahlı savaşıma daha yoğunca yer vermek ve hedef sorularını açmak için mücadeleyi dışarıya taşırmak oldu. Düzenin birinci planda hedefi haline gelmek, hele bunu ordu kökenli bir darbeyle çok açıkça karşılanması, olağanüstü düzene ve yeni taktik çabaya kesin ihtiyaç gösterir. Bu dönemin yaşanılan zorluğu da buradadır.
Mücadeleyi ilerletmek durumunda olanları hazırlıksız yakalamışlardı büyük oranda. Daha çok 1970'ler Türkiye'sinde direkt Kürdistan'a yönelmemiş, biraz uykuda bir devletin daha çok sağ-sol kavgasına göre ayarlamış bir emniyet, istihbarat ve yaklaşımı ve ortamından ve onun açıklarından yararlanarak çıkış yapan, gelişme kaydeden PKK'nin rüşeym halidir. Grupsal oluşum dönemidir. Dolayısıyla çok hazırlıklar isteyen bir örgütlenme, bir eylem biçimi de değildi. Ama özünde eğer ısrarla çizgi devam ettirilirse, ya düzenle karşı karşıya gelinecek, ya düzen hızla ezip fazla kendini örselemeden sonuca gidecek, ya da baş edemeyecek çok köklü hazırlık, yani düzen değişikliğine cevap verme duruma gelecekti. Bu başarılacak devrimle, karşı-devrimin kıyasıyla çekişmesi sürüp gidecekti.
Böylesi bir darboğazın, tabii ki öngörüyle zamanında atılması gereken adımların atılmasıyla, tedbirlerin alınmasıyla karşılık verirsen yaşarsın. Aksi halde, tarihin tozlu sayfalarında bir kez daha kendini bulursun. İşte 1980'lere dayanırken, yaşadığımız bu darboğazı iliklerimize kadar duymamız ve buna böylesine bir öngörüyle karşılık vererek çıkış yolları aramamız, bir yandan silahlı mücadele düzeyini geliştirme, diğer yandan bunu dıştan beslemeye çalışma ve 12 Eylül'ün ilk saldırısını boşa çıkarmaya çalışmıştır.
Partinin bu dönemde yapmak istediği çalışmalar I. Konferans'ta açıklığa kavuşturulmaya çalışıldı. I. Konferans'ta yeni bir durum değerlendirmesi, olası gelişmelerin yönü, verilmesi gereken devrimci karşılık, başarılması gereken görevler ve özellikle döneme yetmeyen kişilik, çalışma tarzı, ağır hatalar, yanlışlıklar, eksiklikler bolca tartışıldı. Mahkum edilmesi gereken hususları mahkum etme, ulaşılması gereken sonuçlara da ulaşmak görev olarak belirlerdi. Tabii ki uygulama ayrı bir meseledir.
Buna II. Kongre'yle daha da netlik kazandırmak istedik. Görüldü ki daha geriye çeken yaklaşımlar var. Objektif olarak ajanlık diyebileceğimiz, partiyle yürümeme, partiyi yürümekten vazgeçirme, direnmekten, ülkeye yönelmekten vazgeçirmenin çabaları söz konusu ve giderek daha da açığa çıkan provokasyonlar ve üzerine gittikçe daha da sırıtan, oldukça da inatçı ve "ülkeye yönelemezsiniz, PKK'yi bundan sonra götüremezsiniz" yaklaşımıydı. Ülke dışında, birçok grubumuzun mültecilik durumuna düşürülmesi ve hatta teslim olması dayatılıyordu. Türk sömürgeciliğine teslim olmuyorsan, emperyalizme teslim, Avrupa'ya teslim ol. Bunun için yapılan biraz düşkünce yaşam ve zor dönemin artan zaaflarıyla oynama ve böylece PKK'yi yürüyemez duruma getirmeydi.
12 Eylül faşizmi dış cepheden vururken, iç cephede de böylesine bir arkadan hançerleme, düşürme çabalarına karşı II. Kongre sonrasının bu yönlü savaşımı söz konusudur. Bu dönemde geliştirilen "Gelişme Sorunları ve Görevlerimiz" broşürü ile "Kişilik Problemi ve Devrimci Militanın Özellikleri" değerlendirmesi vardır. Bu değerlendirmeler de bir anlamda zaaflı kişilik üzerinde provokasyonun geliştirmek istediği tasfiyeciliğe karşı, PKK tanımını sağlam tutma, onun militan ifadesini somutlaştırma ve böylece PKK'yi bu zor yıllarda, sadece yaşatma değil, geliştirme çabaları oluyor.
Diğer yönüyle en önemlisi de, partiyi savaş pratiğine çekme, yeterli bir hazırlık veya asgari düzeyde de olsa ülkeye yönelme iradesini tekrar keskinleştirme, onu ortaya çıkarmakla yetinmeme, ülkemizin doruklarına yönlendirme ve böylesine tarihi bir anlamı imkan dahiline sokma çabaları var. 12 Eylül faşizmine, özelikle onun zindana dayattığı, işkence ve katliamına, içteki provokasyon uzantılarına verilecek en iyi cevap bu olabilirdi. Bildiğiniz gibi, 15 Ağustos Atılımı'na bu temel görevlere bağlılıkla karşılık verilmeye çalışıldı ve tarihimizin görünüşte kimsenin pek fark edemediği, ama ısrarla uygulanırsa çok önemli sonuçlara götürecek adımına ulaşıldı.
15 Ağustos Atılımı, bu anlamda 12 Eylül faşizminin açık darbeleri kadar, onun içteki tasfiyeciliğine de kararlıca karşı koyuşla yetinmeme, PKK'ye yeni dönemde savaşabilir bir konuma ve formasyona kavuşturma, militan tarzını yakalama denemesi de oluyor. Ne kadar yetersiz olursa olsun, bu adımın böylesine bir gerçekleştirilmeyle de yakından bağlantısı var.
Her savaş bir insanın, bir halkın, bir ulusun zayıf yanları kadar, güçlü yanlarını da ortaya çıkarır.
Yaşatacak özellikler kadar öldürecek özellikleri de sergiler.
Bir kez daha 15 Ağustos Atılımı sonrasında gelişen savaşım deneyiminde bunları gördük. Özellikle parti içinde ve partiye taşırılmış Kürt halk gerçeğinde yaşayan nedir? Yaşanılabilecek mi? Bunu savaş tayin eder. Ölümcüle götüren nedir? Bunu da görmek bu savaşla mümkün oluyor. Gerçek PKK'lileşme nedir? Bu savaşta ancak denenip açığa çıkarılacaktı ve bilindiği üzere bu savaşımın üzerinden daha bir yıl geçer geçmez, daha kapsamlı değerlendirme yapma ihtiyacı ortaya çıktı.
1985'de yaptığımız Kasım talimat çözümlemesi ve perspektifi vardı ve ardından III. Kongre öncesi değerlendirmeler var. Savaş gerçeğiyle oldukça oynayan, onu sabote eden tutumlar, kişilikler ve onların mikroskop altına alınması gereken yaşam süreçleri, değerlendirmeleri yapılırken, bunlar kimdir, nasıl oluşmuşlar tek tek değerlendirildi. Ana doğmadan tutalım nasıl bir terbiye almışlar ve sonuçta bilerek veya bilmeyerek bir ajan, tasfiyeci, provokatif kişiliğe nasıl ulaşmışlar; bir yandan bunu inceliyoruz, diğer yandan yiğitlik nedir, yiğitlik nasıl oluşuyor, buna cevap veriliyor. Kahramanca, yiğitçe direnişler var, onu değerlendirmeye çalışıyoruz. Daha bu ilk savaşım yılında, partinin Agit örneğinde bazı seçkin örnekleri var. Bunu anlamlandırmaya ve gerilla ordusunun temeli haline getirmeye çalışıyoruz. Bu üst aşamaya savaşı tırmandırmanın gerekçesi haline getiren yaklaşım gerekiyor.
Diğer yandan, örgütü düşman saldırılarına bu kadar açık ve içinden çıkılmaz hale getiren tipler kimdir? PKK adı altında, PKK ile nasıl savaşıyorlar? Buna oldukça çözümleyici bir yaklaşım getirilmeye çalışılıyor ve kimi bir anlamda böyle bir savaşın odağı oluyor. Değerlendirmeler biraz daha kapsamlı ve savaşı yaratılan bu darboğazdan çıkarmayı, üst düzeye ulaştırmayı amaçlıyor.
İyice göz önüne getirelim ki, 15 Ağustos Atılımı'ndan en ileri düzeyde sorumlu tutulması gerekenler, daha bir yıl geçmeden, "12 Eylül'den daha ağır bir durumla karşı karşıyayız, fazla yapılacak bir şey kalmamıştır" diyerek, artık kendilerinin bile inanmadığı iddiasız çabalar, belki de onuru kurtarmak için "kendimizi feda ederiz, ama bu geliştirilecek savaşımın da fazla sonucu yoktur" dercesine, partinin merkezinde birbirlerine en ağır kelimelerle yaklaşım gösteriyorlar. Umutsuzluğu yayıyorlar ve bir yargılama süreci içine alınıyorlar.
Biz tekrar partiyi bu gerçekleri dikkate alan bir çözümlemeye tabi tutuyor, zayıflıkları da, eksiklikleri de, saflıkları da görmeye çalışıyoruz. Güçlenme yolları, yöntemleri ne olabilir, onu da çözümlemeye çalışıyor ve sonuçta bildiğiniz gibi 1987'lerden sonra yeni bir hamle yapıyoruz. Bunun çözümlemelere yansıyan ifadeleri vardır. Kürdistan tarihinin en kapsamlı çözümlemeleri bu yıllardan itibaren yapılmaya çalışıldı ve bu çözümlemeler çok ayrıntılıdır. Kişiye dek indirgenmiştir. Diyaloglarla örneklendirmeye çalışılmıştır.
Yine unutmayalım ki, 1982 Kongre sonrasının değerlendirmeleri biraz daha farklıydı. "Zorun Rolü"nde dile getirdiğimiz savaş teorisi, Kürdistan'da nasıl uygulanır veya evrensel savaş teorisi, Kürdistan Devrimi için ne anlama gelir? Bu soruya olumlu karşılık verir ve uluslararası savaş teorisine göre, "Kürdistan'a ulusal kurtuluş savaşımı gereklidir" der. Tek çıkış yoludur, onun dışında kurtuluş mümkün değildir ve gelişim süreci de biraz böyle başlamıştır. "Örgütlenme Üzerine" değerlendirmesi neyi içeriyor? Parti öncülüğü esastır; devrimci parti esastır, parti örgütlenmesi Kürdistan'da şu şekilde vücut bulur. Bu partinin kısa tarihi budur, örgütsel ilkeleri şöyle hayata geçirilir. Kısa PKK tarihçesi ve bundan sonraki doğru örgütsel görevler başarılma yöntemlerini kapsar, ama militan çözümleme fazla yoktur. Yine "Kürdistan'da Zorun Rolü"nde komutan ve savaşçı çözümlemesi yoktur, taktik hususlar fazla yoktur.
Bu işin temsilcileri iyi örgüt kurarlar, yine savaşı esas alanlar iyi savaş ordusu geliştirirler, iyi savaş pratiği ortaya çıkarırlar denilerek, sağduyulara güveniliyor. Her militan bu konuda sorumludur. Yarat kendini, düşünsel veya pratik çabayla yarat deniliyor. Mutlaka gerekeni gereken yerde ve zamanda, hem de başarıyla yapar inancı vardır. Beklenti budur. Bu anlamda militanlarımız biraz sorumlu olsalardı, biraz sağduyulu, biraz günün anlamı ve önemi nedir, tarihi görev nedir, hakkıyla bu sorulara karşılık verselerdi; aslında 1987 sonrası çözümlemelerine gereksinim bile duyulmayacaktı. Biraz daha geriye gidersek, eğer 1980 öncesi manifestonun bile yüklediği sorumluluklar doğru taşınsaydı, bizim zor ve örgütlenme üzerine geliştirilen değerlendirmelerine ihtiyacımız olmazdı. Sorumlu militanın kendisi manifestodan bu sonuçları çıkarabilirdi.
1992 KASIM
- Ayrıntılar
Avrupa'nın dünya kadınlarına hitap eden tanınmış bir dergisi, bizimle kadın sorunları üzerine röportaj yapmak üzere burada bulunuyor. Gerekli mesajlar vermeye, bu konudaki gerçeğimizi ve görüşlerimizi yansıtmaya çalışacağız.
Konu yeniden ele almayı gerektiriyor. En çok duyarlı olunması gereken bir saha ve ben buna "mayınlı saha" diyorum. Mayınlı, dikenli ve herkesin kendini batırdığı saha!... Herkesin her şeyini kaybettiği ilişkiler sahası!... Bence siz savaşı bu ilişkiler sahasında kaybediyorsunuz. Bu ilişkiler sahasında kazanmayanlar, savaşı başka yerlerde de kazanamazlar. Bu nedenle üstünde çok duruyoruz. Çözümlemelerin önemli bir kısmı buna hasredilmiştir. Ben, bir şeyler ortaya çıksın diye ayrıca bir ders daha vermeyi düşünüyorum. En yaralı ilişkiler sahası!... En uğraştırıcı ilişkiler sahası!... Bağlılığı da, ihaneti de büyük ilişkiler sahası!... Bu sahayı ele almaya ve dizginlemeye çalışıyoruz. Ne kadar anlaşılır, ne kadar doğruya gelinebilir? Bunun oldukça üzerinde duruyoruz.
Ya özgür kadın, ya da onlar için de yaşamın olmaması!
Ya özgür ilişkiler ve özgür kadın kişiliği, ya da ölüm!
Başka bir şey beklemeyin bu sahadan. Bu sahayı baştan başa yeniden yapılandırmak gerekir. Verili kadın ve erkek ilişkisi demek, büyük bir kölelik ilişkisi demektir. Kendini ölüme terk etmek demektir. Ben de bu konularda veri bazı ilişkilere dayanmak istediğimde, ne kadar gafil olduğumu gördüm. Çokça söylendiği gibi, kadın bir mal olarak görülür ve sunulduğunda karşılığında bir şeyler istenir. Bunun nasıl bir mal olduğunu ve karşılığında ne istendiğini bilmeniz gerekir. Bu malın maddi değeri çok yüksektir ve dikkat etmezseniz, size çok pahalıya ödettirilir. Kusura bakmasınlar, ama kadının mal olarak lanse edilmesinden müthiş korkuyorum. Sakın "tutkularımız, sevgilerimizdir" deyip aldanmayın. Sunmayın, sunulmayın. Bu mayınlı sahanın verileri arkasında bin yılın köhnemişlikler var. En ince meta karşılığında kendine benzeştirme, yani köleleştirme...
Ben, bu alana ilişkin olarak özgün bir savaş biçimini deniyorum. Çelişkiler ve ilişkiler çok kapsamlı. Bu konuda eğitiminizi tam almalısınız. Düzen içinde ve PKK içinde verili ilişkiler tehlikelidir. Ben devrimciliğimi bu konuda biraz ihtiyatlı olmaya borçluyum. Bu konuda sunulan her ilişki karşılığında, düzene bir adım daha yaklaşmayı ve devrimcilikten bir adım daha uzaklaşmayı ister. Yiğitlik ve yücelikten bir adım daha uzaklaşmayı dayatır. Ben verili ilişkiden bahsediyorum. Biz bunun yerine çeliştirerek ve savaştırarak tersi sonuçlara ulaşmak istiyoruz. Yaratmaya çalıştığımız özgürlüğe, savaşa, düzen karşıtlığına, uyuşukluğa ve tembelliğe karşı tahrik eden tam bir savaş ilişkisidir. Büyük bir tartma ve gerginleştirme, böylece bir şeylerden hesap sorma ve hesap verme, ilişkiyi yoklama, tarihi çözme, veri ilişkiyi çözme ve bunun yerine özgür ilişki, eşitliği, tartışmayı ve demokrasiyi koyabilmedir. Bunlar önemli meselelerdir. Oysa siz bu konularda çok zayıfsınız ve bu zayıflığı birbirinizi kolay teslim almayla gidermek istiyorsunuz. Ben halen kadına teslim olmamak için direniyorum. Fakat size ortamı biraz açık tutsak, bu sahadaki teslimiyet savaş niteliğimizi kısa sürede yitirmeye yeter de artar bile.
Dikkat ederseniz, bu konuda PKK iç ortamının düzenlenmesinde teslimiyete karşı bir savaş var. Bu konuda bağlanmış ilişkileri veya tutkuları olanlar kızmasınlar. Savaşı düzenliyoruz. Burada kadınlar da, erkekler de askeri elbise altındadır. Eğer bu elbiseyi gösteriden ibaret görmüyorsanız, asker olmak çok ciddi bir olaydır. PKK'de kadınlara gösteri kabilinde askeri elbise giydiriyorlar diyebilir misiniz? Hayır! Burada eşit yaşatıyoruz. Bunların içeriği çok kapsamlıdır ve ancak bir savaşla kazanılabilir. Bu savaş da var.
Yine de ben şunları söyleyebilirim; kesinlikle dikkatli ve duyarlı olalım ve bu savaşın anlamını, önemini ve kapsamını sürekli düşünelim. Savaştan kopmuş kişinin tutkuları kesinlikle özden kopmuştur, yaklaşmayalım. Bunu başarırsak bilin ki, dünya devrimine en büyük katkılardan birini yapmış olacağız. Şimdiye kadar hiçbir devrim böyle yaklaşmadı.
Hemen hemen yapılan bütün devrimlerde daha çok kadını kendine mâletmeyi görüyoruz. İlk ciddi devrimlerden birisi, kadın üstünlüğüne son veren devrimdir. İlkel komünal toplum düzeninden kölelik düzenine doğru kayışta yapılan ilk ciddi eylem, kadını mal etmedir. Kadınlaşma bu tarihte başladı. İslam peygamberi Hz. Muhammed'in köleliğe karşı devriminde ilk yaptığı işlerden biri de, kadını kurtarmak adına ve kendine göre iyi niyetlice, bir çok kadını evlilik bağı ve cariyelik kurumuyla bağlamadır. Muhammed'in yaşamı çok canlıdır ve kendine göre bir devrimdir. Kadınları kurtarma adına yaptıklarını da inanarak yapıyor. Feodal devrimde daha düşkün kadını, statüsüne göre ileri bir kadın statüsünü böyle yaratıyor. Fransız ve Rus devrimlerinde biraz daha özgürleşme vardır. Fakat yine de kadın, devrimlerin adeta bir süsüdür. Bir takım sesler, simalar çıkar, ama fazla etkili değildirler. Bunlar yine erkek egemenlikli devrimlerdir.
PKK, tarihin bu devrimsel yaklaşımlarını mümkün olduğu ölçüde erkek egemenlikli olmaktan çıkarmak istiyor. Bu önemli! Erkekler belki güçlüdürler ve bu güçlerini tarihten alıyorlar, ama bizim de bir devrim tarzı olarak, bu erkek egemenliğine son vermemiz, erkeğin lehindeki statülere ve yaklaşımlara karşı koymamız bir PKK anlayışıdır ve PKK'nin özgürlük anlayışının büyüklüğüdür. Devrimimiz erkek egemenlikli bir devrim olmasın diyoruz. Devrimimiz, kadınların eşit, özgür, bilinçli, iradeli, kişilikli katıldığı bir devrim olmalıdır. Devrimimizin bu karakterde gelişmesi; yani erkek egemenliğinden çıkıp erkek ve kadının ortak egemenliğine geçiş devrimi denmeye değerdir.
Ortak egemenlik; ortak çaba ve ilişkileri gerektirir.
Bu ise yüzyılların mevcut statüsünü, verili ilişkilerini aşmak demektir. Dünya devrimlerindeki erkek hakimiyeti, yan sonuçlarıyla birlikte kapitalizmde de, reelsosyalizmde de yansımasını bulmaktadır. Feodalizm zaten erkek egemenliklidir, burada müthiş yansır. Devrim eğer tüm bunları aşarsa, gerçekten özgürlükçü yanı çok gelişmiş bir devrim olabilir. İşte buna dikkat edeceksiniz. Devrimimiz erkek egemenlikli bir devrim değil, kadın ve erkeğin ortak egemenliğine dikkat eden, bu konuda hassas olan bir devrimdir. Artık buna güç getirmemiz gerekiyor. Bu kadına da, erkeğe de bir çok yükümlülükler doğurur. Bütün ilişkilerin yeniden düzenlenmesine oldukça ihtiyaç duyar. Formül ortaya konulmuştur, uygulamak size kalıyor. Ben de burada mümkün olduğu ölçüde ortak egemenlik arıyorum. Üzerinde bu kadar çaba harcadığımız, kadın kişiliğiyle ulaşmak istediğimiz sonuç, ortak egemenliktir. Kadını örgütlenmeye, ordulaşmaya ve eğitime ortak ediyoruz. Kaldığımız her yerde yarı yarıya kadınlar olmalı diyoruz. Bu, devrimimizin derin bir özelliğine hayatiyet kazandırma işidir, bunu anlamalısınız.
Anlama önemlidir. Dolayısıyla geleneksel verili ilişkilerle yaklaşmak demek, PKK ile çatışmak demektir. Erkek egemenlikli yüklenimler, kadına egemen, kadın düşkünlüğünü esas alan yaklaşımlar PKK gerçeğiyle çatışır. Buradan oldukça önemli sonuçlar çıkarmalı, yanılmamalı, yanıldığınızda çok tehlikeli durumlara düşebileceğinizi bilmelisiniz. Kadın ve erkekler olarak, bundan böyle karşınızda veri ilişkiler bulamazsınız. Karşınızda ben duruyorum. Devrimi bu konuda yeni ve eşitlik temelinde zengin kılmak, üzerinde hassasiyetle durduğum meseledir. İnanıyorum ve yapmaya çalışıyorum. Başka bir şeyle uğraştığım kanısında değilim.
Gerçekleştirilmesi gereken kadını ortaya çıkaracağız.
Bu, sandığınız ve beklentilerinizdeki kadın olmayacak. Bu konuda savaş var. Belli ki bir çok konuda çatışacaksınız, ya da düzenin verili ilişkilerine yaslanacaksınız. Böyle kızlar ve erkekler çok fazla. Kadın ilişkilerini geliştirmede yeniden yapılanma çok önemlidir. Bu ciddi bir devrimdir. Basite alırsanız yanılırsınız. PKK'de bu yaklaşımları esas almazsanız hayal kırıklığına uğrarsınız ve kesin çatışırsınız. Bu bir sosyal yaşam meselesi değil, bir ilke meselesi, siyasi savaşım meselesidir. İnanıyoruz ki, bu bir sosyal ilişki değil, egemenler lehine kurulmuş bir siyasal ilişkidir. Dolayısıyla, bu temelde siyasal savaşım vereceğiz. PKK gerçeği budur.
Erkeğin güçlü olması, egemen olması demek, PKK'de de böyle olacak demek değildir. Saflarımızda tek bir kadın da olsa, o mutlak özgür ve eşit ilişkiler ortamında olduğuna emin olacaktır. Bu, PKK de esas alınacaktır. Yalnızdır, istediğimizi uygulatabiliriz demek gerçekçi değildir. Aynı biçimde bir bayan da çıkıp bu avantajı iyi kullanmalı, kendimi allayıp pullayarak satmalıyım derse, o da müthiş aldanıyordur.
1991 EKİM
Reber APO
- Ayrıntılar