Mustafa Kemal ilk kez Doğu'ya geldiğinde, yanına ilk çağırdığı Hamidiye Alay gelenekli Kürt işbirlikçi çevrelerdir. Çoğu Erzurum'da Sivas'ta ve Ankara'daki heyete ve meclise temsili delegeler olarak girerler. Bunların desteği olmasaydı Mustafa Kemal'in Doğu'ya yönelmesi, orada Kongreler gerçekleştirmesi kesinlikle mümkün olmazdı. Bu kesimler, bu dönemde gelişme halinde olan Dersim, Koçgiri ayaklanmalarını da bastırmada son derece etkili olmuşlardır. Eğer bu beylikler, bu dönemde gelişen Kürt isyanlarına katılmış olsalardı, kesinlikle Türk ulusal kurtuluş savaşı değil, Kürt ulusal kurtuluş savaşı gelişebilirdi. Gezdiği yörelerde, sunniliğe karşı aleviliğe dayanma propagandasını yapıyor. Genelde de bütün İslam halifesini, emperyalizme karşı koruduğunu söylüyor. Aslında ikisine de yabancıdır. İkisinden de İslam çevrelerinin desteğini almak ister. Doğu'da da yüzyıllardan beri baskı altında bulunan alevi halkının desteğini alabilmek için geçici taktikler peşindedir. Bunda kısmen de başarılı olur. Demek ki, bir yandan Hamidiye Alayları'nın artıklarına dayanıyor, diğer yandan da mezhep farklılıklarını esas alıyor. Sonuç olarakta, ilk evreyi başarıyla kapatıyor.
Burada bizim için önemli olan; Mustafa Kemal'in Kürt toplumu içinde mezhep farklılıklarını ve Hamidiye Alayları tipindeki provakatif faaliyeti daha da geliştirmiş olmasıdır. Hatta bazı şeyhlerin elini bile öper ve son derece saygılı davranır. Gavura karşı, Ermeni, Rum zulmüne karşı, müslüman Kürt ve Türk halkını savunduğunu açıkça söyler. Bu arada iki halkın ortak meclisinden bahseder. Fakat demagojiktir, art niyetlidir ve keskin bir şoven milliyetçidir. Mezhep farklılıklarına yaklaşımında da böyledir. Aslında dine değer vermişte değildir. Kesinlikle dini de kullanma durumundadır ve bu anlamda Siyonizmle, Masonlukla da ilişkisi vardır. Masonluğun müslüman halkların birliğini parçalamayı esas aldığı biliniyor. Aynı zamanda Mustafa Kemal'in birinci derecede bir Mason olduğu ve Yahudilikle ilişkisinin olduğu biliniyor. Mustafa Kemal'in İslam dinine, mezheplere düşmanlığı da bu Masonluğu nedeniyledir ve güçlüdür.
Bu dönemde Türk milliyetçiliği yaratılmak isteniliyor. İttihadtı Terakki'nin Selanik kökenliliği biliniyor. Aşırı Türk milliyetçiliği Masonluk temelinde geliştirilir. Bu süreçte Siyonizmin de Filistin'i ele geçirme planları vardır. İşte İttihatı Terakki ve onun bir mümessili olan Mustafa Kemal'de buna hayli hazırlanmış durumdadır. Bu hazırlıklar Mustafa Kemal'e Kürdistan'daki provokasyonların daha da geliştirilmesini sağlar. Mezhepçilikte eski milis güçleri kullanır ve onları teşvik eder. Bu milis güçlerini Parlâmentoya, hükümete alır ve bilindiği gibi Cumhuriyetin kuruluşunu gerçekleştirir. Cumhuriyetin kuruluşuyla ticari ve mali vb. bir çok yetki sıkı bir merkeziyetçilik altına alınır. Osmanlı döneminde otonomiye alışan Kürt beylikleri, aşiretleri ve şeyhleri çıkarları zedelenince nufüs ettikleri çevreyle isyana kalkarlar. Çıkan bu isyanların üzerine çok sert gidilir. Bu süreçte Palu merkez ve çevre yörelerde yirmi beş isyan meydana geldi. Aynı dönemde Dersim merkezde ve hatta Güney'de isyanlar gelişir. Bu isyanlara yaklaşımı gerçekten çok ilginçtir. İsyanların ezilmesi için planlarını önceden yapmıştır. Birliğin oluşmaması için, birçok elçi ve casusu bölgeye yollamış ve eski işbirlikçilerini güçlü bir biçimde devreye koymuştur. Özellikle bu dönemde, Hamidiye Okulları’ndaki liselerde Ziya Gökalp tipindeki Türk milliyetçisi olan bazı aydın kesimler de devrededir. Cumhuriyet neden üstündür? İsyancılar neden gericidir? Bunlar sürekli bu temelde propaganda yaparlar. Kaldı ki o dönemde TKP'lilerin de çok güçlü bir biçimde saldırısı söz konusudur. Bunlar hortlayan irticaya karşı, "biz hükümetin yanındayız" derler. Ve bunları Orak Çekiç dergisinde de çok açıkça yazarlar.
1925 isyanının tecrit edilmesinde sunni ve alevi çelişkisi yoğunca kullanılır. Bu arada kendi işbirlikçilerini de devreye koyarak bu isyanları iyice izole ederler. Bizi en çok ilgilendiren, bu isyanların ezilmesinde aracılık ederek rol oynayanlardır. Özellikle bazılarını ihbar ederek, bazılarını hükümetin yanına çekerek ve özellikle bu konuda çıkar sağlamak için rollerini oynarlar. Bu kesimler, isyanların geliştiği sahayla, hükümetin, garnizonların ve yönetimlerin geliştiği saha arasında yer alan kesimlerden oluşur. Kuzey bu konuda önemli bir merkezdir. Elazığ tamamen Kuzey'deki isyanlara karşı gelişmiştir. Bu dönemde peşi sıra meydana gelen Bingöl, Palu daha sonra da Dersim isyanları söz konusudur.
Bu süreçte isyanların bastırılması için, Elazığ'da günümüzdeki özel valiliğe benzer Genel Müfettişlik oluşturulur. Bu Müfettişlikler çok sayıda Kürt işbirlikçiyi devreye koyar ve bu işbirlikçiler her iki isyanın da parçalanıp, ezilmesinde, işbirlikçi hain oluşturmada önemli rol oynarlar. Bu süreçte Ali Şer'in katledilmesinde bir provokatör kullanılmıştır. Ayrıca teslim alınmalarda da devreye koyulan bir yığın işbirlikçi vardır. Bu işbirlikçilerin tamamı hükümet propagandasını yaparlar. İsyanların ve direnişin gereksiz olduğunu dile getirerek, Cumhuriyetin'de misyonerliğine soyunurlar. Bu hain uşak takımı isyanlar döneminde hayli başarıya da ulaşır. Bu durum yalnız Kuzey Kürdistan için değil, Güney Kürdistan'da da aynıdır. Diyarbakır merkezinde de böyle bir ocak kurulur. Yine Ziya Gökalp kökenli, bunlar aşırı Türk milliyetçisidirler Süleyman Nazif benzer bir aydın tabakada söz konusudur. Bunlar, şair gelenekli ve ozan soyludurlar. Bu aydın tabaka Midyat'da Sason'da, Ağrı'da, Zilan'da vb. bir çok yerlerde ortaya çıkan isyanların bastırılmasında güçlü birer propagandacı olarak yola çıkarılırlar. Bunların her biri elçi yapılarak aşiretlerin bünyesine gönderilir. Kürtçe'yi bilen bu hainler, Cumhuriyetin nasıl iyi bir şey olduğu, isyanlardan neden vazgeçilmesi gerektiği konularında çok iyi dil dökerler. Bu takımın faaliyetleri gerçekten büyük olur. Ve şimdi bile Partimiz'in bünyesine kadar gönderilen böyle ilginç elçilikler söz konusudur.
Bu dönemde direnmelerden, ayaklanmalardan vazgeçirme kurumları örgütleniyor. Bunlar aydın nufüs sahibi, iyi dil bilen kişilerin başkanlığında harekete geçirilen kurumlardır. Ve bildiğimiz gibi, tüm isyanlar boyunca görevlerini başarıyla yerine getirirler. Cumhuriyet daha sonra bunlara ileri düzeyde yetkiler tanımıştır. İsyanlar ezildikten sonra, Kürdistan'da yükseltilen kesimler bunlardır. Bu kesimler Cumhuriyet kültürünün meftunu, temsilcileri, misyonerleri ve temel propaganda, örgütlenme araçlarıdırlar.
Bu kuruluş Cumhuriyet Halk Partisi'dir. Bu kesimler başlangıçta bu parti içerisinde örgütlenirler. Ve hanedanlar aşiretlerin bünyesinde de dar bir aile olarak öne çıkarlar. Öne çıkarılan bu öğeler, tamamen modern yaşamı temsil ederler. Modern yaşam dedikleri burjuva yaşamdır. Diğerleri ise; Ortaçağ karanlıkları içinde kalan halk kesimleridir. Burada yükselmeden bahsetmek gerekir. Yükselme: Cumhuriyete dayalı, Kürdistan gerçeğine karşı bir yükselmedir. Sadece ayaklanmalara karşı olma biçiminde değil, dil, kültür ve yaşama karşıdır. Cumhuriyeti de benimsemeleri sadece siyasal anlamda değil, sosyal, kültürel, ulusal yaşama mutlak anlamda tabi olma, hakim Türk ulusçuluğunu her düzeyde yaşama, azgın bir Türk şovenizmi gibi hareket etme durumlarıdır. Bunlar okumaya son derece yatkındırlar ve okuma imkanları da oldukça geniştir. Büyük kentlere en erkenden giden kesimlerdir. Aydınlanma ve ardından da Kürdistan'a yöneldiklerinde memur, parlâmenter ve diğer önemli bürokratik görevlerde yer almaya yatkın kişiler haline gelirler. Cumhuriyet döneminde bu kesimler kadar, Türk sömürgeciliğini en iyi biçimde icra eden kimseler yoktur.
Batıda yaşayan Türk kökenli memurlar, Kürdistan'ı fazla tercih etmezler ve buna da gerek duymazlar. Çünkü Türkten daha çok Türkçü, kraldan daha çok kralcı, Cumhuriyetçiden daha çok Cumhuriyetçi uydu kişilikler vardır. Bunların Cumhuriyetçilikleri de uyduruktur. Cumhuriyeti fazla anlama durumunları da bile yoktur. Çıkarlarına denk geldiği ve öne çıkarıldıkları için böyle hareket ederler. Yukarda da belirttiğimiz gibi, bu kesimlerin temelleri Osmanlılar döneminde atılır. 19.yy., Yavuz Sultan Selim zamanında meşrutiyet sürecinde geliştirilir. Cumhuriyet döneminde de daha da öne çıkarılır. Bu seferki uydulukları yalnız ekonomik, siyasi, askeri biçimlerle sınırlı kalmaz. Tamamen kültür ve ulusal imhanın sağlanılması için, önemli bir kurum halinde geliştirilir. Bunlara maket aileler, maket çevreler dedik. Bu çevrelerde Cumhuriyet kültürünün, Türk ulusçuluğunun yoğunlaşmasını benimsetmeye çalışan okullar faaliyettedir. Bu okullarda bir kesimin gelişmesi, aydınlanması, geniş imtiyazlara kavuşması söz konusudur. Özellikle memur olma, Kürdistan'ın ekonomik, ticari olanaklarına erkenden sahip çıkma ve böylelikle de palazlanma durumları söz konusudur.
Feodal aşiretler ve bürokratik kesimlerden işbirlikçilik, günümüze kadar da yoğun bir biçimde devam etmektedir. Bunlar Kürdistan gerçeğinden ortaya çıkarlar. Ulusal kimliklerini reddetmelerine rağmen, biçimsel olarak bu kesimlerin reddi mümkün değildir. Çünkü bunlar, Kürdistan tipini yansıtırlar ve tarihi süreçle birlikte şekillenmiş olarak ortaya çıkan tiplerdir. Bunu kolay kolay reddedemezler. Batılılar tarafından, Doğuluk bunlara her zaman bir leke gibi yapıştırılır. Bunların siyasi, ulusal düzeyde yaşadıkları azgın, uşak bir Türk milliyetçiliği veya Türkçülüktür. Ziya Gökalp tipindekiler incelenirse bu durumlar açıkça ortaya çıkar. Ziya Gökalp'ın nasıl elde edildiği, nasıl İttihatı Terakki'ye kaydedildiği ve daha sonra da nasıl temel bir ideolog olarak çalıştırıldığı bilinir. Talat paşa örgütleyicidir, İttihatı Terakki'ye "bize Doğu'dan birisini bulun veya bir Kürt bulun" diyor. İşte böylesine uydu, uşak bir kişiliği bunun şahsında temsil ediyorlar. Bu kişiyi bu okullarda okutuyorlar ve daha sonra öne çıkarıyorlar. "Sen ideolog oldun" diyorlar. Bir ideolog ve Türk milliyetçiliğinin hamisi, koruyucusudur.
Kürdistan'da ilk ayaklanmanın yüz tuttuğu dönemde, ulusal gerçeklikten, sınıfsal gerçeklikten uzak, gözümüzü Kürdistan'daki Cumhuriyet kurumları içinde açtık. Bizim dönemimizde okullar yaygınlaşmış, kültür daha da hakim kılınmıştır. Bu politikalar bizi hakim ulusa öykünür duruma getirmiştir. Hakim ulus ortamı içinde şekillendik ve ulusal gerçekliğimizden uzaklaştırılmak istendik. Dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen yasaklamalarla dilimizden koparıldık. Bu koparılma gerçekleştiğinde ortaya çıkacak tip, kendini yitirmiş, tarihi temellerden ve gerçeklerden uzak bir tip olacaktır. Siyasal çıkar nerededir? gelişme nasıl sağlanır? vb. sorulardan son derece uzak bir tiptir. Bu tip neyi düşünür? O her zaman; küçük bir memur olmayı, iyi Türkçe konuşmayı, iyi bir sosyal statü elde etmeyi düşünür. Buna, kendisine yakıştırılan kaba Doğululuktan kurtulma da eklenince daha iyi bir Türk olduğunu kanıtlama akımı başlamış demektir. Modernlik, en çok bu akımın sözcülüğünü yapanlara özgü bir iştir. Ve bu konuda muazzam bir yarışçılık yapılır. Yetmişlere doğru gelindiğinde, TC hakimiyetinin Kürdistan'da da bu biçimde olduğu herkes tarafından azçok bilinir.
1998 TEMUZ
Reber APO
- Ayrıntılar
Yakın dönemde bir provakasyonla karşı karşıya kalındı. Bu konuda her ne kadar bir değerlendirme yapıldıysa da, daha güçlü değinmenin gereği vardır. Yalnız bu olaya ilişkin değil, genelde provakasyonlara daha güçlü yaklaşımla karşılık vermek gerekir. Şimdiye kadar bizde yaşanan ve daha da yaşanacak olan, bu tip olaylara karşı Parti'yi daha iyi silahlandırmak için, tarihi, sosyal, kültürel, siyasal temele dayanan bir tahlil yararlı olacaktır. Özellikle provokasyonun yansıma biçimleri üzerinde durmak gerekecektir. Ve bununla bağlantılı olarak objektif provokasyon, ki, bunlar iç içe oluyor hatta sınıf etkilerine de yeniden değinmenin yararları olabilir.
Biz Baştan beri toplumumuzun provoke edilmiş bir toplum olduğu bilinciyle hareket ediyor ve belirtiyorduk. Bu ne anlama gelir? Bizde, yaygın toplum kesimleri kışkırtılmış, sömürgeciliğin geleneksel böl yönet politikası ayrıntılara dek işlenmiş ve toplumun en ücra köşelerine kadar geliştirilen bir politika haline gelmiştir. Kabile aşiret toplulukları hep birbirlerine karşı kışkırtılmışlardır. Bu durum, Osmanlılardan günümüze kadar yaygın bir biçimde işleniyor. TC'nin Kürdistan politikası, nufüsu birbirlerine karşı kullanma politikasıdır. Bunu, bir kesime ayrıcalık vermek, diğer kesimleri de ezdirmek için yapar. Yine bir kesimi öne çıkarırken, diğer kesimleri de buna özendirmek ister. Kaldı ki ortaya çıkardığı bu kesimler, TC'yi her yönüyle temsil eder. Bu kesimler bu politikayı özümseyen, onun değer yargılarının şampiyonluğunu yapan kesimlerdir. Bunların eliyle bir yandan kuvvet biriktirirken, diğer yandan da güçsüz bırakır. Bu durum çatışmayı doğurur ve düşman da her zaman bu çatışmayı kendisini destekleyecek olanın lehinde neticelendirmek için gücünü kullanır. Geçmişte böyle olan politikaları düşman, günümüzde daha da yoğunlaştırarak uygulamaktadır. Bu TC'nin bir icadı da değil, başta İngiliz sömürgeciliği olmak üzere, tüm sömürgeci yönetimlerin egemenliklerini kolay sürdürmek için baş vurdukları bir yöntemdir. Halkı mezhep, kültür, aşiret ve etnik farklılıklar temelinde birbirine vurdurarak amacına ulaşmak ister.
Güney Afrika zencileri arasında çok yaygınca işletilen bir politika olduğu biliniyor. Bütün ulusal kurtuluş hareketlerinde buna benzer gelişmeleri görmek zor değildir. Sınıf baskı ve sömürüsünün olduğu her yerde, ucuz iş gücü ve kolay yönetim için belli bir kesimin aşağılanması gerekir. Yalnız bizde diğerlerinden farklı olarak, daha derin ve daha güçlü tarihsel temelleri vardır. Bu politikalar hemen hemen bütün toplumsal kesimlere, ailelere dek genişletilmiştir. Dayatılan yoksulluk, açaltılma çok derin olduğu için, rekabet ve iç içe geçme şiddetlidir. Nitekim bizdeki kan davaları da bu temelde ortaya çıkmaktadır. Bizde cinayetle sonuçlanan çatışmaların, basit çıkarlar uğruna meydana geldiği açıktır. Toplumsal ve ulusal mücadelenin bastırılması, tamamen stablize* edilmesi, toplumun bunun dışında bırakılması, basit toplumsal sorunların bir biçimde ortaya çıkarılmasından ileri gelmektedir. Asıl sorunlarla uğraşma, mücadele etme yerine, sıradan çıkarlar uğruna en kötü durumlar yaşanmaktadır.
Bunlar tasfiye edildikten sonra geriye ne kalacak? Yaygın sömürü ve maddi koşullardan mahrum yaşama, onları muazzam kin, öfke topluluğu haline getirecektir. Bu da, onları en küçük sorunlar karşısında birbirlerine karşı küfür, dayak, kavga ortamına itecektir. Böylece toplum, içinden çıkılamaz bir duruma gelecektir. Sürekli kendisiyle uğraştırılan, sürekli kışkırtılan, hep birbirlerinin gözünü çıkarmaya çalışan, birbirlerini adam yerine koymayan, birbirbirini küçümseyen, fırsat buldu mu komşusunun aleyhine bir çıkar elde etmek isteyen bir yapı ortaya çıkacaktır. Hatta aile içinde bile birbirleriyle kavgalı, küfürlü yaklaşımlar aile bağlarının soysuzlaştırılmasına, çürütülmesine yol açacaktır. Böylelikle toplumu en ince gözeneklerine kadar düzen, uyum ve temel hayati çıkarlardan uzak tutma gerçekleşir. Bu durum da sömürgeci yönetimin işine yarar ve sömürgeci yönetimde bundan daha uygun bir ortam bulamaz.
Böyle koşulların geçerli olduğu bir toplum, her türlü sömürüye ve baskıya açık hale gelmiş demektir. Zaten TC'nin ulusal hakimiyet politikası, onun tek ulus yaratmak istemesi ve buna sınıf karakterinin de eklenmesi, ki, bu sınıf karakteri çapulcu niteliğinde bir sömürüyü zorunlu kılıyor ulusal imha, zoraki asimilasyon ve yaygın tekelci, çapulcu sömürüyle birleşerek bizde, böylesine toplumsal bir şekillenişi meydana getiriyor. Bu şekillenme zemini üzerinde de sömürgecilik kendisini yürütebiliyor. Bütün tarihi ve güncel gelişmeler incelendiğinde, bu durumun kesinlik kazandığı ortaya çıkacaktır.
Bu ana girişten sonra, provakasyonun böylesine yaygın, tarihi ve toplumsal temeli vardır diyeceğiz. Şimdi buradan kalkarak, TC'nin daha özgün geliştirmek istediği politikalara değineceğiz. Bunun bir parçası olarak, Parti içine kadar yansıyan etkilerini kavramaya çalışacağız. Bu bir anlamda Partimiz'in geliştirmek istediği ideolojik politik kitle faaliyetine TC'nin tepkisi ve onun bir yansıması olarak da ortaya çıkacaktır. Mücadelemizin gelişmesi bu tip toplumsal yapıyı karşısında bulacaktır. Partimiz, bu toplumsal yapının üzerine gittiği zaman, kendisine provakasyonlar dayatılacaktır. Bu, maddi zeminin bir sonucudur. Şimdi konunun kısa tarihi temelini biraz daha açalım.
Günümüz Türk egemenliğini şekillendiren koşullar her ne kadar tarihe dayansa da, bugünkü gelişmeleri daha çok Osmanlı İmparatorluğu'nun Kürdistan'a girişinden ele almalıyız. O dönemi bir başlangıç olarak almalıyız. Çünkü günümüzdeki politikaları şekillendiren daha çok o dönemde temeli atılan gelişme ve politikalardan aranmalıdır.
Yavuz Sultan Selim zamanında, Osmanlı İmparatorluğu'nun Doğu'ya yönelişi kendisine hasım güç olan İran Safavi İmparatorluğu'na karşı genişleme seferi olduğu biliniyor. Bu genişleme seferinde, Kürdistan gerçeği kilit bir rol oynuyor. Kürdistan üzerinde kim denetim sağlarsa ve çok güçlü olan Kürdistan beyliklerini kim yanına çekerse, bu savaşın kaderi onun lehine sonuçlanacaktır. Bu döneme ilişkin somut belgeler vardır. Bu dönemde Kürt Beylikleri'nin yoğun bir hareketliliği söz konusudur. Yavuz Sultan Selim'in yönelişinin öncesinde Kürt Beylikleri'nin çoğu İran saraylarındadır.
İran Şahlığı bu yolla Kürdistan üzerinde çok güçlü bir denetim sağlıyor. Diyarbakır'dan Mardin'e kadar Safaviler' in egemenliği söz konusudur. Hatta Fırat'a kadar İmparatorluğu'nun hakimiyetini sağlamak için yoğun çabası ve savaşımı vardır. Bu konuda bir çok aracıyı devreye koymuştur. Bazen zorla, bazen de iknayla bu beylikleri sarayda misafir ediyor. Bazılarını öne çıkarıyor, bazılarını da büyütüyor. Bu, bağımlılık derecelerine göre yürütülen bir politikadır. Bu arada yirmi üç Kürt beyliğinin İran'da cebelleşme içinde oldukları, kısmen bağlılık, kısmen tepkili bir durumu yaşadıklarını ve bunların başını da Bitlis ailesinin çektiği söyleniyor.
İşte tam da bu dönemde, Osmanlı İmparatorluğu'nun Şahlık üzerine yönelim planları ortaya çıkınca, Şahlığı kendi çıkarları için tehlikeli gören güven beylikleri ve onların temsilcilerinin buraya yönelmeleri söz konusudur. Bu girişimlerin ortaya çıkmasında çok köklü dinsel ve mezhepsel etkiler mevcuttur. Özünde hakimiyet ve paylaşımı amaçlayan bu savaşa, dinsel ve mezhepsel kılıflar biçilmiştir. Çok iyi bildiğimiz gibi, bu dinsel ve mezhepsel kılıflar şimdiye kadar da İran'ın elinde güçlü ideolojik bir araçtır. Şia mezhebine dayalı, dinsel çıkışı, dinsel alışı söz konusudur. Bu noktada Osmanlılar'ın da çok bağnaz bir sunniliği temel aldığını biliyoruz. Osmanlılar'da sınıfların gelişmesi, Osmanlı Türk boylarının ayrışmaya uğramasıyla bu yöneten beylerin sunniliğe doğru kaydığını görüyoruz.
İslamın merkezi olan Şam, daha sonra Konya, İstanbul merkezleri ve hatta, Bağdat merkezinin tüm İslam sultanları, meşru iktidarlarını destekleyecek olan sunni mezhebini geliştirmişlerdir. Bu gelişmelerin temellerini Hz. Muhammed'in ölümünden sonra atmışlardır. Hz. Muhammed'in ölümünden sonra Mukavviye ile Ali arasında başlayan bir kavga söz konusudur. Bu dönemde, Ali taraftarlarının Aleviliği gelişir, fakat Muaviyenin de iktidara hakim olma durumu söz konusudur. Ve bu gelenek Şam, Bağdat, Konya, Kahire ve İstanbul'da da devam eder. İslam feodalizminin merkezleri olan bu bölgeler, kendi feodal iktidarlarını geliştirir ve meşrulaştırırken; buna tepki biçiminde ortaya çıkan, ezilen ve Arap kökenli olmayan halklarda ise, aleviliğin geliştiğini ki, bu dönemde Ali taraftarlarının gelişimi söz konusudur ve bu gelişmelerin büyük bir kısmının da İran'da ortaya çıktığını biliyoruz. İran İslam devleti kendi ulusal renkleri ve özelliklerini de katarak, değişik bir mezhebe büründüğü, İran'daki İslamlığın bu nedenle eski İran İmparatorluğu'nun büyüklüğünü kurmayı amaçlayan, ondan aşağıya düşmeyen bir biçime dönüşmüştür. Şialığın ulusal direnme ideolojisi haline geldiği bu bölgede, kurulmak istenen her iktidar, bu ideolojik araca baş vurarak iktidar olabilmiştir. Böylesine büyük bir iktidar çekişmesinin, daha 10. yy' lara gelmeden yaygın bir biçimde sürdürüldüğünü biliyoruz. Her ezilen kendisini suni merkezli, feodal iktidara karşı böylesine mezhep sapkınlığıyla bayraklandırıyor ve açığa çıkarıyor. Bildiğimiz gibi bu durumlar Ortadoğu ülkelerinde çok yaygın bir biçimde ortaya çıkıyor. Hepsinin arkasında da İran bulunmaktadır. Bu konuda çok güçlü bir direnişçi yapı geliştirmekte ve giderek kendi devletini geliştirmeye kadar götürmektedir.
İran merkezi devletlerin kuruluşlarını böylesine tarihsel gelişmelere bağlıyoruz. Feodal Sünni merkezli iktidarlara karşı ne kadar muhalefet varsa, başkaldırı varsa hepsi böylesine bir mezhebe yöneliyor. Bunların bazıları ya devlet kuruyor, ya ayaklanıyor, ya da acımasız bir biçimde eziliyorlar. Sonuç olarak bazıları da başarıya ulaşıyor. Şah İsmail önderliğinde kurulan İran Safavi devleti Şia doktrinini uyguladığı bir devlettir.
İşte o dönemde Anadolu'da sınıflaşmaya uğrayan Türk boylarının aşağı kesimleri ve ezilen, sömürülen yığınlar İran'a yöneliyorlar. Sert sınıf karekteri, üst sunni iktidarın yanında yer almaya götürürken, gerek Selçuklularda ve gerekse de Osmanlılarda bu durum böyledir. Bu baskılar, ezilenlerde İran'a yönelik bir akımın başlamasına yol açmıştır. İran iktidarı bu dönemde Anadolu'da çok geniş bir casus ağı oluşturmuş, misyonerler propagandacılar göndermiştir. Bugün bile bu yönlü faaliyetleri var. Ortaya çıkan bu durumlar, bu sanatta ne kadar gelişkin olduklarını gösteriyor. Mevcut iktidardan zarar gören kesimleri yaygınca Doğu'ya yöneltiyor. Bildiğimiz "Şaha gidelim" meselesi de böyle ortaya çıkıyor. Ortaçağ'da; Toroslar'dan, Karadeniz dağlarına kadar isyanlar biçiminde böylesine yaygın bir hareketlilik söz konusudur.
Bu dönemde isyanları ezmek için, kuyucu Murat paşanın kırk bin kişiyi diri diri kuyulara doldurduğu söylenir. İşte tam da bu dönemde, Yavuz Sultan Selim için büyük tehlike oluşturan ve iktidarını Anadolu içlerine kadar tehdit bu isyanlara son vermek için, acımasız bir biçimde katliamlara başvurur Katliamlardan kaçan kesimler bu dağlara kadar gelirler. Bu dağlara sığınmış dürzi ve alevi kesiminden çeşitli halklar, bu dönemin teröründen kaçarak Kürdistan'daki dağlık alanlara ve Toroslar'a yerleşirler. Bütün bunlar böylesine bir terörün kurbanı olmamak için yapılır.
Böylesine yaygın bir isyan katliamının yürütüldüğü bir ortamda, Kürt Beylikleri'nin durumu önem kazanır. Kürt Beylikleri sunni kökenli olmaları nedeniyle, Şia safavi Şahlığı'nın egemenliğini kolay kabul etmek istemezler. Her ne kadar sınıfsal çıkar ön plana çıkıyorsada, mezhepsel kılıfta burada rolünü oynuyor. Yavuz Sultan Selim'in böylesine bir yönelimi söz konusu olduğunda, sunni ideolojisinin köklü ve güçlü bir temsilcisi olan Bitlis Beyliği'nin ideololuğu hatta, Kürt Beylikleri'nin iyi bir ideolojik propaganda temsilcisi diyebileceğimiz İdrisi Bitlis'i Yavuz Sultan Selim için tam bir casusluk faaliyetini yürütür. Tarih bu olayı kaydetmiştir. İdrisi Bitlis'i yükler dolusu altın karşılığında, çok geniş bir ajanlık faaliyetini yürütür. Osmanlılar'ın bir casusu olarak, Beylikler arasında gizli çalıştığını tarihi belgeler göstermektedir. İdrisi Bitlisi'nin bu faaliyeti sayesinde, Kürt Beylikleri'nin büyükbir kesimi Osmanlılar'dan yana tercihlerini kullanırlar. 23 Kürt Beyliği İran'dan koparak Yavuz Sultan Selim'in yanında yer alır. Bu birleşmeden sonra, Çaldıran'da Şah İsmail ile Yavuz Sultan Selim'in birbirlerine karşı giriştikleri savaşta, Kürt Beylikleri'nin büyük askeri kuvvetleriyle Van'ın doğusunda savaşa girerler. Bu savaşta yenilen İran devleti geri çekilir. Yavuz Sultan Selim Tebriz'e kadar gider ve o günden bu güne kadar, Kürdistan'ın bölünmesini de sağlayacak bir sınır saptanır.
Bu sınırın Osmanlılar'dan kalan tarafı, Osmanlılar'dan yana tavır alır. Tabii ki bu, birden bire olmaz. 1639'da Kasrı Şirin Anlaşması'na kadar el değiştirmeler sürekli devam eder. Beylikler kâh o tarafın, kâh bu tarafın yanında yer alırlar. Tabiki burada çıkarlar esas alınır. Hangi taraf çıkarlarına en iyi karşılığı veriyorsa ondan yana tavır alıyorlar. Kürt Beylikleri böyle bir denge politikası içinde hareket ederler ama, bu el değişmeler bu tarihte belli bir dengeliliğe kavuşur. Böylelikle sınırlar gittikçe kesinlik kazanır. İki güçlü İmparatorluk arasındaki çekişmeler 19. yy'la kadar devam eder.
Burada önemli olan, Kürt Beylikleri'nin mezhepsel kökenleri, çıkarlarının Osmanlı İmparatorluğu'ndan yana bir dönüş yapmalarına yol açmasıdır. 1500'lerin ortalarına doğru Kürdistan, Osmanlı İmparatorluğu'nun bir müttefiki ve eyaleti durumundadır. Eyalette diyemeyeceğimiz bir durum söz konusudur. Çünkü burada, bağımsızlığa yakın Kürt Beylikleri vardır. Osmanlılar yalnızca Diyarbakır'da, Erzurum'da ve son olarakta Van'da bir kaç beyler beyini idare etmektedir. Kürdistan'ın genelinde Osmanlı askeri memurları yoktur. Bugün gördüğümüz gibi, hükümet sancakları, kaymakamlıklar, valilikler, garnizonlar söz konusu değildir. Sultanlığı temsil eden bir kaç beyler beyi vardır. Kürt Beylikleri tamamen hükümet halindedirler. Kaldı ki o zaman beş hükümet ve bağımsız sancakların olduğu söylenir. Bağımsızlığa böylesine yakın beylikler, hükümet ve yarı hükümet konumunu yaşarlar. Tarihi süreç içerisinde, giderek Kürt Beylikleri'ni daraltarak ki, buna otonominin daraltılması denilir güçten düşürürler. En son olarakta vergiye ve askerliğe bağlamak isterler. Tüm ekonomik ve siyasi güçlerini önemli oranda yitirdiklerinden dolayı isyanlar patlak vermeye başlar. 19.yy'daki isyanların özü budur.
İmparatorluğun Kürdistan'ı tümüyle kendi topraklarına katması, bağımsız hükümetlere ve mahalli özerkliklere son vermesi ve en son olarakta vergiye bağlama girişimi vardır. Öte yandan İmparatorluk çok sıkışık durumdadır. Eskisi gibi Balkanlar'dan getirdiği Hristiyanlardan Yeniçeri Ordusu'nu derleyememektedir. Çünkü Sultan Mahmut Yeniçeri Ordusu'nu ortadan kaldırmıştır. Müslüman nufüstan askere ve paraya ihtiyaç vardır. Onun için de Kürdistan'a yüklenecektir. İşte bu durum, isyanlara ve isyanların da ezilmesine yol açacaktır. İsyanların ezilmesiyle birlikte, Osmanlı orduları yaygın bir biçimde Kürdistan'a yerleşir. Ardından da sivil yönetimin peşi sıra gelmesi söz konusudur. Bunları anlatmamızın nedeni; Osmanlı birliklerinin Kürdistan'a yerleşmeye başlamasıyla, bu birliklere hizmet amacıyla çevrelerine bazı kentler oluşturmaya başlaması vardır. Bu süreçte kentlerle işbirliği içinde olacak bazı uydu aşiretler ve beylikler ortaya çıkar. Şüphesiz eskiden de beylerbeyi vardı, fakat bu beylerbeyleri hatta, daha düşük düzeyde olanları bile fazla bir şeye ihtiyaç duymazlar. Kaldı ki bu dönemde Osmanlı dili ve kültürü Kürdistan üzerinde etkili değildir. Kürt toplumunun kültürü ve dili tümüyle hakimdir. Bu dönemde Kürdistan üzerinde sömürgeciliğin bu yönü gelişmemiştir. 19. yüzyıla kadar da yalnızca vergi alınıyor. Vergiyi kendileri gelip toplayarak da değil, bizzat beyler tarafından toplanılarak verilir. Asker verme de beylerin izni dahilinde olur. İşte bu statü bozulmak istenir. Merkezi İmparatorluk bu statüyü bozmak için beylikleri devreden çıkararak, vergiyi ve askerleri kendisi toplamak ister. Bu durum ise, yeni bir sürece yol açar ve Kürdistan'a orduların yerleştirilme zeminini ortaya çıkarır.
İşte bu dönemde Kürdistan'da garnizonlar, hükümet sancakları, kaymakamlıklar örgütlendirilir. Bu örgütlenmelerin etrafında da yönetim merkezleri ve beylikler oluşur. Askeri garnizonların oluştuğu yerlerde kadılık, kaymakamlık gibi sivil idareler de kurulur. Birbirlerine sıkı bağlarla bağlı olan bu kurumların, yaygın bir biçimde gelişmeleri söz konusudur. Bu gelişmeler yeni işbirlikçi dönemin de başlangıcıdır. Ortaya çıkan bu gelişmeler bir yandan yaygın isyanları, bir yandan da yeni bir işbirliği ortamının doğmasına neden olur. İşte bazı yerli aşiretlerin, beylerin bu kentlere gitme dönemi başlar. Bunlar Kürdistan'a yerleşen merkezi otoriteyle, isyan halindeki kesimler arasında tampon bir bölge yaratmaya soyunurlar. Nasıl ki, eskiden İranlılarla Osmanlılar arasında böyle bir tampon bölgede rol oynamış işbirlikçi beylikler oluşmuşsa, bu dönemde de Osmanlı devletinin kuruluşlarına karşı isyan halindeki kabilebeylik, aşiret bunlara halk da diyebiliriz vb. kurumlarda ortaya çıkan ayaklanmalar arasında bir uzlaşma noktası bulmak isteyenler işbirlikçilerdir. Dayatılan bu yaklaşımlara boyun eğdirme, ya da yeni casusluk faaliyetleri de diyebiliriz. Bu temelde yeni rollerine soyunan kesimlerdir. Bunlar, kesinlikle isyancılardan yana tavır almazlar. Fakat, merkezi otorite kurumlarıyla ve hükümetle ilişkileri vardır. Ne de olsa yerlidirler. Yeni işbirlikçi kesimin türemesi, dar mahalli koşullarda böyle ortaya çıkıyor. Bu kesimler üstün iktidarın sahibi olarak, Osmanlı kurumlarının işbirlikçileridirler. Bunlar, her bakımdan kabule yatkındırlar. İsyancılar ile devlet arasında uzlaştırıcılık rolü oynarlar. Bu durum bir yandan bunların devlet nezdinde statükolarını arttırırken, diğer yandan da isyancılarla "sizi idamdan kurtarırız, devletle barıştırırız, işolanak veririz" gibi vaadlerle onları da etkileri altına alırlar. Ve böylelikle palazlanan bir işbirlikçi kesim ortaya çıkıyor. Bu durum 19.yy'dan itibaren gelişme gösteren bir işbirlikçi eğilimdir. Bunlar, bu süreçte farklı özellikler edinirler. Sultan Abdulhamit döneminde de bu politikalara daha da ivme kazandırılır ve bunlara daha resmi bir statü biçilir.
Hamidiye Alayları dediğimiz kurum ortaya çıktığında, bu beylikler oldukları bölgede bir yandan Ermeni isyanına, ulusal kurtuluş hareketine yönelik devlet politikası yanında yer alırken, diğer yandan ise Kürt ayaklanmalarına karşı da yer alırlar. Bu beylerin çocukları İstanbul'da sıkı bir aşiret eğitiminden geçirilir ve bu çocukların hepsini de subay yapmak için bu okullara aşiret çocuklarının alındığı okuldur alırlar. Çoğunluğu paşa olarak çıkan bu çocuklar, çok ince bir İstanbul kütürüyle yetiştirilir. Diğer yandan kaba aşiret güçleri ise, Hamidiye Alayları biçiminde teşkilatlandırılır. Kürdistan'ın bir çok bölgelerinde oluşturulan bu alayların, paşalık düzeyinde değeri vardır. Aşiret ve kabile bünyesinde binlere ulaşan silahlı kuvvetler oluşturulur. Bunlar Sultan Hamit'in son derece tehlikeli, provakatif politikalarıdır. Ve gerçekten de çok bilinçli hazırlanmış politikalardır. Günümüzde bile geliştirilen benzer politikalar bu yöntemleri esas almıştır. Bunlar gazetelere de yansımıştır. Bu provakatif faaliyetlerle Ermenilerin hareketi bastırılmıştır. 1880'lerden sonra gittikçe alevlenen bir harekettir. Kürt ayaklanmaları da bu dönemde gündemdedir. İşte bu tip milis alaylarının devreye koyulması tam bir provakasyon karakterindedir. Halk hareketlerine, ulusal kurtuluş hareketlerine karşı bir kıyım makinası gibi çalışılır. Çapul, talan bunlar tarafından gerçekleştirilir. Bu süreçte de ince bir tabaka eğitimle aydın hale getirilir ki, bunlar vali, paşa vb. yönetici yapılırlar. Örneğin Bedirhan ailesinden vali, paşa gibi yöneticiler çıkarırlar. Kaldı ki bunlar daha önce isyan halinde olan bir kesimdir. Ezildikten sonra bu sürece dahil edilirler. 1850'lere doğru bu tip örnekler çoğalır. Her bölgede tampon bir kesim olarak bunlara başvurulur. Cumhuriyet döneminde de bu politika devam ettirilir.
Temmuz 1988
Reber APO
- Ayrıntılar
Diyabakır zindan direnişçileri yeni dönemi görkemli bir direnişle açmış bulunuyorlar. Tutarlı sorumlu devrimcilik, en zor koşullarda da yaşansa zafer kazanmasını biliyor. Bu direnişin ispatladığı temel hakikatlerden birisi budur.
Cezaevindeki yoldaşlar, tarihin kaydettiği en amansız koşullarda ve en uzun süreli bir direnişi önemli bir başarıyla kilometre taşı döşeyerek dönülmez bir noktaya getirmişlerdir. Bu, kendiliğinden veya bazı hapishane koşullarını düzeltmek için geliştirilen bir direniş değildir. Tam tersine, şanlı halk savaşımımızın önümümüzdeki dönemini güçlü karşılamak, buna kendi şanlı direnişleriyle yaraşır bir katkıda bulunmak için, bilinçli ve planlı bir şekilde geliştirilmiş ve böylelikle en zor koşulların devrimciliğinin nelere kadir olabileceğini ortaya çıkarmışlardır. Bunu çok şanlı bir direniş olarak görmek gerekiyor. Çünkü bu direniş, aynı zamanda bir de ister lehte ve isterse aleyhte olsun, koşullara devrimci iradenin nasıl mücadelede bulunabileceğini bir kez daha en görkemli biçimde ortaya koymuştur. Devrimci olmanın bu temel kıstasının en güçlü karşılığını vermiştir ve aynı zamanda da bu dönemin bir sonucu olmuştur.
Onların gerçekleştirdikleri kısa vadeli son direnişleriyle ulusal kimliği resmi düzeyde düşmana itiraf ettirmeleri en üst düzeyde bizzat faşist askeri rejimin başı Evren ve Özal' ın bunu kabul etmeleri, Milli Savunma Bakanlığı'nın açıklaması ve yine muhalefet Partilerinin de en azından bunları kabul etmeleri, bütün resmi siyasi düzenin adeta başka çaresinin olmadığını bilerek kabul etmek zorunda kalması, ulusal direniş tarihinin önemli bir aşaması, onun bir sonucu ve yeni bir dönemin başlangıcıdır. Bundan öğrenilecek epey ders var. Bu, özellikle insanlığın ulusal kurtuluş için ve her türlü köleliğe karşı direnmede izlenmesi gereken yolu bunda iddialı olanların nasıl yaşaması ve neleri, nasıl yaratmaları gerektiğini ortaya koyuyor. Bu elbette buna yol açan Partinin ideolojik siyasi çizgisi kadar, onu doğru uygulamanın ne demek olduğunu da çok açık ortaya çıkarıyor.
Burada süreklilik denilen bir olay var. Şüphesiz ki onlar sekiz yılı aşkın sürekli bir direnmeyi salt kendi başlarına yürütmüyorlar. Her düzeyde faaliyetlerimizin birleşik etkisi bunda önemli rol oynuyor. Ama her şeye rağmen, yine de onlar kendi mevzilerinden sökülmüyor, o mevzileri sürekli savunuyor ve bunu giderek önemli bir başarı noktasına kadar götürebilmiş bulunuyorlar.
Şüphesiz bu direnişin tarihi uzundur. Onu burada aşama aşama değerlendirecek değiliz, ama düşmanın onlara dayattığı koşullar ve muntazam güç dengesizliği içinde onların insanlık onuru ve düşüncülerini, sadece ve sadece yüreklerine dayanarak savunma gibi bir durumları var ki, daha çok bunun anlamı üzerinde durmak istiyoruz. Onlar bu direnişleriyle tarihin tanıdığı en barbar bir rejime karşı ve Partimizin önderlik ettiği mücadelenin bu aşamasının sağlam bir cephesi olarak, adeta daha sonra sağlanacak bir çok gelişmeyi, daha şimdiden belirlemişlerdir. Düşmanın tavizler politikasının nasıl ortaya çıkabileceğini kanıtlamış ve orada resmen bir taraf olarak kendilerini temsil etmişlerdir. Bunu Partinin direnişçi sloganıyla dünyaya ilan etmişlerdir.
Daha yakın bir süre önce, sömürgecilik yirmi yoldaşa idam cezası verdiğinde, cezaevindeki yoldaşlarımız yeri göğü çınlatan sloganlarıyla sömürgeciliği kahrettiler, Partiyi ve Parti Önderliği'ni yüceltmeyi başardılar. Bunlar çok önemli direnme örnekleridir. Daha o sloganlarının yankısı kulaklardan silinmeden, hemen ardından gelişen bu direnmeler var. Bununla Türkiye ortamını ve düşmanı bir kez daha kendi gerçeklerine eğilmelerine sağladılar. Doğru ve insani olanı, insan hakları ve demokrasinin gereklerine dikkat etmeyi dayattılar. Diyarbakır gibi, sömürgeciliğin en yoğunlaştığı, özel sömürge valisinin karargâhı olan bir alanda, bütün dikkatlerin bir kez daha direniş üzerine çekildiği geniş bir kamuoyunun yaratılması, Partimizin en önemli bir hamlesinin gerçekleştirildiğini ve düşmanın o muazzam provokasyonlarının boşa çıkarıldığını gösteriyor.
Direnişe Diyarbakır'da bizzat yığınların katılımı, hemen hemen bütün kesimleri çekmesi ve hatta iktidarından muhalefetine kadar, bütün düzen Partilerinin bile buna ılımlı yaklaşma gereği duymaları, ne kadar bir etkiye sahip olduğunu ortaya çıkarıyor.
Tabii ki yoldaşlarımızın amacı sadece böylesine basit kazanımlar sağlamak değil, gerilla mücadelemize bir katkı sunmak ve şanlı bir dönemin öncülüğünü yapmaktır. Diğer gelişmeler kesinlikle bunu gösteriyor. Partimizin gelişmeleri sıcağı sıcağına onlara ulaşıyor ve böylelikle onlar bir görevi yerine getiriyorlar. Demek ki, devrimciler koşullar ne kadar zor ve edinilen bilgiler ne ölçüde az olursa olsun, ona gereken karşılığı verebiliyor, iradi gücü dayatabiliyor ve sonuç alabiliyorlar.
Başta Diyarbakır zindan direnişçiliği olmak üzere, bu cephedeki direnişler Partimizi epey beslemiştir. Biz, 1982 ve sonrasında ülkeye henüz fazla yönelmemişken bile, onlar en büyük direnişi gerçekleştirmişlerdir. Onların o dönemdeki direnişleri ,öncülük düzeyinde bir direnme ve çağrıdır. Dolayısıyla bizim daha sonraki atılımımız bunu tamamlar niteliktedir. İkisi de özlü ve birbirini güçlendiren direnmedir. Tüm yönleriyle doğru kavranıp uygulanması gereken bu direniş hareketlerimizi tamamen doğru kavramak ve gereken devrimci sonuçları çıkarmasını iyi bilmek gerekiyor.
Çok iyi biliyoruz ki, onlara da dayatılan provokasyonlar vardı. Bu direnmelerin mirasını tersyüz etmek için bir yandan düşman elinden gelen her şeyi yaptı, diğer yandan içerde de reformizm yönetimle her türlü işbirliğini geliştirerek, onu çarpıtmaya, ulusal kurtuluşu özünden boşaltmaya ve böylelikle etkisini alabildiğine zayıflatmaya çaba gösterdi. Ama sorumlu Parti devrimciliği her şeye rağmen bunlara iyi karşı koydu. Bizler de benzeri gelişmeleri dışarda yaşadık. Unutmayalım ki onların okuyacak bir kitapları, yazacak bir defterleri, seyredecekleri bir televizyon, dinleyecekleri bir radyoları yoktur. Ama o koşullarda doğru tahlilleri ve doğru devrimci görevleri ortaya koyabilirler. Bunun sonuçları ve belgeler elimize ulaşabilmiştir. Görüyoruz ki Partinin yaşadığı gerçek ne ise, orada da aynı muhtevada geliştirilebilmiştir. Bu PKK'nin tarihi çıkışı ve çizgisinin özelliklerine tutarlı bağlılığın bir sonucudur. Burada gerçekler budur.
Daha sonraki 19841985 atılımları vardır. Onların bu atılımımıza da destek oldukları, hem güç alıp, hem de güç verdikleri biliniyor. Bu hamlemize dayatılan provokasyona, işbirlikçilerin oyunlarına, özden boşaltma çabalarına karşı, tutarlı direnişimize, onlar da birliklerini koruyarak leke getirmemiş, en ufacık bir talepte bile bulunmadan başı dik ve en onurlu karşılığı verdiler. Bu noktada onlardan öğreneceğimiz önemli dersler vardır. Bu derslerden en başta geleni ortaya koydukları tutarlı particiliktir. Kesinlikle en ufacık bir talepleri olmadığı gibi, tam tersine yapmak istediğimize büyük bir katkıdır. "Partinin yürüttüğü mücadeleye biz de elimizden geldiğince, böyle bir çabayla karşılık vermek istiyoruz" demeleri, işte bu gerçeğin somut bir örneğidir. İstedikleri tek şey gelişmelerden daha fazla bilgilendirilmeleridir. Nitekim okuduğunuz raporları ve mektupları bu çerçevededir.
Son direniş katkılarını daha da geliştirmiştir. Hatta halk savaşımımızın yönlendirmesi doğrultusunda bir adım olduğu için, stratejik bir düzeye kadar getirmiştir. Nitekim direnişe geniş halk güçlerini katan bir gelişme olmuştur. Tabii ki bir de kısa vadeli bir kazancı vardır. Bu ulusal kimliği resmi düzeyde itiraf ettirmesi, Türkiye içinde demokrasi mücadelesine çok güçlü bir ivme kazandırması, önderinin her türlü feryadına rağmen, bir SHP'yi bile doğru demokratik bir konuma zorlaması, adeta buna mecbur etmesi, hatta ANAP'ta dahil, düzen Partilerinin kendilerine daha anlayışlı davranılması gereğini duyma noktasına getirilmesidir. Bu direnişin büyüklüğünün Türkiye demokrasisi üzerindeki etkileridir.
Direnişe katılanların sayısı iki bin olarak veriliyor. Bu sayı daha da kabarabilir. Altı yüze yakın yoldaşın ölüm orucu gibi bir direnişi göze almaları söz konusudur. Bu onları ürkütüyor. İsteklerinin yerine getirilmesi kararlığıyla altı yüz kişinin ölüm orucuna devam etmesi, Çankaya merkezi de dahil olmak üzere, bütün bir rejimi sarsıyor ve onları çok erkenden böylesine beklenmedik tavizlere zorluyor. Bu kadar kişinin büyük bir çoğunlukla kararlılık içinde ölüm orucunu sürdürmesini TC kaldıramaz. TC açısından burada dünya çapında büyük bir yenilgiye uğrama tehlikesi vardır. İşte onları geri adıma zorlayan da bu gerçektir. Yoksa ılımlı olduklarından, ya da âlicenaplıklarından kaynaklanmamaktadır. Kaldı ki en azgın bir şoven olarak Evren'in son konuşması vardır. Kars'ta, '1988 Kış Askeri Tatbikatı' günlerindeki konuşmasında, Sarıkamış'ı hatırlatarak "cesedimizi çiğneyip geçmeden onlara bu vatanı böldürtmeyiz" demiştir. Bunun anlamı şudur; böyle bir kimliği kabul etmeyeceğiz. Ama o bu gerçeği bizzat itiraf etmek zorunda kalmıştır. Uzun barbarlık tarihinde, şoven karakterine ve faşist rejim belli bir yetkinleşmeye ulaşmış olmasına rağmen, onun böyle bir itirafta bulunması direnişin büyüklüğünü göstermektedir. Burada hayatlarını sonuna kadar ortaya koyan devrimcilerin kararlılıklarını kanıtlamaları vardır. Bu itiraf, bunun üzerinden sağlanmıştır.
Ciddi bir dönem yaşanmaktadır. Kürdistan alabildiğine korkular çemberi içine alınmış, provakasyon yöntemleri alabildiğine uygulanmakta, tavizler, satın alma ve bilinen birçok yöntem devrededir. Böyle bir ortamda ve her türlü yozluğun, suiistimalin, toplum dışılığın yaşandığı Diyarbakır gibi bir zeminde gerçekleştirilmiş olması, bu direnişin değerini daha da büyütmektedir. En zor dönemde, en hayati konularda, en çok cesaret ve fedakârlık isteyen bir eylemin gerçekleştirilmesi her türlü değerlendirmenin üstündedir. Ebetteki böyle bir direnişin etkileri de aynı biçimde büyük olacaktır.
Demek ki tutarlı devrimcilik direniyor ve kazanıyor. Bu gelişmelerin altında kesinlikle bu gerçek vardır. Bizim de yoğun bir biçimde üzerinde durduğumuz alanlar, koşullar ve zaman lehimize, ya da aleyhimize nasıl olursa olsun, her zaman gelişme kaydetmek mümkündür. Ulusal Kurtuluş ve devrimci demokrasinin artık yaşamının zorunlu bir aşaması olduğu yerde, bunun gerçeği mutlaka yapılır, sorumlu devrimcilik bunda başarı kaydeder. Eksiklik ve olumsuzlukları mesele yapamaz.
Bugün halen içte ve dışta Partiye dayatılan her türlü tasfiyeci, bozguncu birlikten uzak çabaları hatırlayalım. Savaşa gönülsüz, ikircikli yaklaşma, hatta bunun üzerinde sayısız kişisel yaşam hesapları içinde olma, bireyselliğin bir eğilim haline getirilmesi, bu gelişmelerle tamamen çelişmektedir. Bunların kabul edilemeyeceği çok açıktır. Direnişçilerin neyi nasıl söyleyip, neyi nasıl yapacakları ortadayken, esas alınması gereken ölçüler başka ne olabilir? Öyle adamlar var ki, son derece elverişli alan ve koşullarda bile doğru dürüst bir Parti çalışmasını yürütmüyorlar, kendilerine sevdalanarak rahat koşulların etkisi altında yozlaşıyorlar. Biz buna PKK faaliyeti ve yoldaşlık diyebilir miyiz? Bu örneklerin PKK'deki yoldaşlığın gereklerine son derecede uzak oldukları çok açıktır. Bunlar direnişin gelişim özellikleri ve amaçlarının ne olduğunu bilerek kendilerine çekidüzen vermek zorundadırlar. Ve açık ki bu durumlar teorik izahlarla bazı gerçekler ileri sürülerek geçiştirilemez. Bütün bu gelişmeleri bu tiplere tek bir söz hakkı dahi vermemek için ortaya koyuyoruz.
Bu direnişte bir yoldaşın şehit düştüğü haberini aldığımız M.Emin Yavuz yoldaşı iyi tanırım. Bizim ilk grup faaliyetlerimize ilkokul düzeyindeki bir eğitim seviyesine sahip olduğu halde, ama tam bir emekçi olarak en canlı biçimde katılan biriydi. Hilvan'daki çalışmaların en önünde yer aldı. Taşocaklarında ve diğer en zor işlerde çalışıyordu. Fakat çok canlıydı. Toplantılarımıza gelirken hiçbir şey esirgemezdi. Çok fedakâr ve cesurdu. Ağalığa karşı çok büyük bir kini vardı. Kesinlikle anti feodal, demokratik bir çıkışla mücadeleye gelmişti. Nefret ettiği ağalığa ve faşist güçlere karşı halk kişiliğini dayatmak ve halkın özgürlüğünü temsil etmek için, çok azimli ve kararlıydı. Tüm toplantılara çok yüksek bir ilgiyle katılıyordu. Oysa geniş aile sorunları vardı, bakmakla mükellef olduğu çocukları vardı, yoksuldu. Sürekli feodal baskılarla yüz yüzeydi. Buna rağmen katılımını esirgemezdi.
En az donanımla zindana girdiğinde uzun süre direnebildi. Bu direniş bugün dokuz yılı geride bırakıyor. M. Emin Yavuz yoldaş, PKK’nın ilk kitleselleştiği dönemden başlayarak kavgalı yumruklu direnişlerden silahlı gösterilere kadar ve her türlü zorluk altında bütün direnişlere katılmış en son olarak da TC egemenliğine karşı böylesine bir direnişte sonuna kadar direnebilmiştir. Bu bir gerçeği kanıtlamaktadır ki, o da şudur; baştan itibaren PKK’nın direnişinde bu kişiliklerin imzası vardır.
Bazıları bugün PKK adına çok şey söyleyip kendilerini çok şeye sahip görebilirler, ama bunlar önemli yanılgılarla doludur. Özellikle bu dış zeminlerde bu tip yanılgıları yaşayanlar az değildir. Oysa PKK'yi PKK yapan en baştan günümüze kadar bu tip çalışmalar ve bunların sahipleridirler. Büyük Parti yüreği, Partinin büyük direnişçi, tutkulu kişiliği, bu kahramanların omzunda yükseliyor. Belki çok laf yapmasını bilmemişlerdir, ama bütün önemli direnişlere de vardırlar. Bu kahramanların birleşik etkisi kazanan PKK'dir.
Biz, her zaman yaşayan özü görmek gerektiğinden söz ettik. Esas alacağımız budur. Adeta insanlar yanlarından bile geçemiyor. Tek kelimeyle bunlar terbiyesizlik yapıyorlar. PKK’nın çıkış ve gelişiminin ana esaslarını kavramak ve bağlı olmak gerekir. Tekrar belirtmek gerekirse, bizim direnişçi değerlerimizi her yönüyle anlamak gerekir. Biz, bu insanlara direneceğimize dair söz verdik. Onlar da söz vermiş ve şereflice direnmişlerdir. Birçoğunun çocukları vardı, ekmek bulamayacak kadar yoksullardı, donanımları çok zayıftı, çok vahşi koşullarda yaşıyorlardı, ama bu noktaya kadar gelebildiler.
Demek ki, Emin yoldaşın yaşamı Partimizin şanlı doğuşuna ve direnişçi tarihine denk gelen bir yaşamdır. Baştan sona kadar, Partimizin ana atardamarlarından birisidir. Onun yaşamı ve kişiliği kendi önderlerinin şahsında bir halkın özgürlüğe nasıl kalkışacağının kanıtlanması, halk kişiliğinin nasıl yaşayıp ortaya çıkarılacağının gösterilmesidir. Aynı zamanda bizimle sağlam yoldaşlık içinde kalmak isteyenlerin nasıl bağlı kalmaları gerektiğinin ortaya konulmasıdır.
Onlar donanımsızlardır, ama Partiye bağlılık kesin, direnişe bağlılık kesindir. Madem ki onlar bunu gerçekleştirebilmektedirler, o halde bunca donanım ve en geniş özgür direnme olanaklarında kimse başka dayatmalarda bulunmamalıdır, başka önderlik sevdaları içine girmemelidir. Zindan direnişçilerinin anılarıyla uyumlu yaşamak, her türlü soysuz yaşamı Parti yaşamının yerine koymak mıdır? Yine her türlü mücadele ve gelişme imkanı olmasına rağmen, iki insanla doğrudürüst ilgilenmeme ve birde en popüler önderlik sıfatlarını, kişinin kendisine yakıştırması mıdır? PKK'nin militan kişiliğiyle bunlar arasında hangi bağlardan bahsedilebilir?
Partimizin gerçek militan kişiliğini şahsında temsil eden M.Emin Yavuz yoldaşın, bunu çok güçlü bir direniş içinde şehitlere kadar ulaştırmasıyla Partimiz fiziksel olarak büyük bir evladını kaybetmekle birlikte, tarihi bir halk kişiliğini önderliğini de kazanmış olmaktadır. Rus devriminde tüm dünya halklarının tanıdığı Babuşkin vardı. Bizde bu yoldaşı böyle değerlendirdik. O kendisine verilen böyle bir isme layık olduğunu ortaya koymuştur. Partimiz ve halkımız için de böyle kişilikler vardır ve daha da çıkacaktır. Bu Partimizin şanındandır.
Partiye ve şehitlerin anısına kesin bağlılık, bugün yüzlerce ve binlercesini ortaya çıkarmıştır. Böyle yüzlerce şehit vardır. Adsız bir Parti emekçisi, bir direniş kahramanı olarak gösterişsiz, ama derinden bir katılımla ilk günden son nefes anına kadar Parti ve halkın çıkarlarını esas alan M. Emin Yoldaş, en eski bir yoldaş olması itibarıyla da bu gerçeği en güçlü bir anı olarak bize hatırlatırken, boş yaşamadığını, önemli direnişlerde büyük etkisinin olabileceğini ortaya koyuyor. Onu ve onun şahsında bütün direniş şehitleri ve direniş kahramanlarını bu temelde selamlıyoruz.
Şubat 1988
Reber APO
- Ayrıntılar
Planlama faaliyeti esas olarak mevcut devrim için hazır öğe ve imkanlardan kalkarak, mevcut amaçlarımız doğrultusunda eylem programımızın nelerden ibaret olması ve buna en doğru çalışma tarzıyla, nasıl yaklaşılması gerektiği sorunudur. Planlama faaliyetinin özü, tanımı budur.
Her şeyden önce, dönem itibarıyla harekete geçmeye hazır hangi güçler söz konusudur? Bunların düzeyi, durumu nedir? Çizilen amaçlar, perspektifler hangi eylem programımıza hem gereklilik, hem de olanak tanıyor. Hangi örgüt ve eylemlilikle bunlara ulaşacağız? Buraya kadar ki tüm çalışmalarımız değerlendirilecektir. Partinin örgüt düzeyi, kitlelerin uyanışı, ilgi düzeyi önemlidir ve ele alınacaktır. Diğer objektif etkenler, düşmanın durumu, halkın dayandığı objektif şartlardan yola çıkılacaktır. Partinin amaçları, özellikle de belli bir dönem için amaçları nedir? Hangi zeminde ve daha ayrıntılı dönemler göz önüne getirildiğinde nasıl bir uygulamayla gerçekleştireceğiz? Tüm bunları değerlendirmek gerekecektir.
Her şeyden önce devirmek, bunun için adım adım geriletmek durumunda olduğumuz faşist sömürgeci rejimin güncel durumuna bakmak gerekiyor. Bu Parti edebiyatımızda sıkça üzerinde durulan bir husustur.
Gelişme dönemine daha yetkin tahlillerle karşılık vermekteyiz. Bugün sadece kendi değerlendirmelerimizle yetinmemek gerektiğini biliyoruz. Düzenin en sağ partileri bile "her düzeyde derin bir bunalım yaşanıyor. Bunu sadece bir hükümet bunalımı olarak değil, tüm alt ve üst yapıda değerlerin alçalması, yozlaşmasıyla birlikte, maddi alandan bütün manevi alanlara kadar yansıyan bir bunalım olarak görmek gerekir" diyorlar. Şüphesiz buna temel teşkil eden alt yapıdır.
Rejimin alt yapısı, günümüz için her karşıdevrim hükümetinde ve onun yönlendirdiği rejimlerde olduğu gibi, kitleler üzerinde baskı ve sömürüyü görülmemiş biçimlerde artırılmasında ifadesini buluyor. Ekonomiden, devletin en temel politikalarına kadar yansıyan tutumlarında görülüyor. Ekonominin çözmek durumunda olduğu sorunlar daha çok güncel sorunlardır. Tam bir bunalım ekonomisi haline gelmiştir.
12 Eylül faşist rejimi, esas itibarıyla gündemleştirdiği sorunları çözmek için, daha çok Türkiye tarihinde kapitalist gelişmenin emperyalizme bağımlılığı ile, Ortaçağ kalıntılarını iç içe geçirmiştir. Baştan itibaren tekelci bir avuç kapitalistin tekelleşmesi doğrultusunda yoğun çaba vardır. Bunun için yönlendirilen mali sermayenin bir kaç banka etrafında yoğunlaştırılarak, devletin yoğun desteğiyle dış rekabetten ve içten ise diğer sınıfların taleplerinden koruyarak, para politikalarıyla oynayarak ayakta tutma çabaları vardır. Olup biten her şeyi aslında bir avuç kapitalistin gelişmesi uğruna harcanan çabalardan, politikalardan ibarettir. Başlangıçta ticari ve mali olan sermayenin daha sonra sanayi sermayesine dönüşüm vardır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk kuruluş yılları esas itibarıyla Türk tüccar ve milli sermaye sınıfı ortaya çıkarmak, bu temelde yaratılan sınırlı bir birikimle sanayiye yönelmek, bunu da dışa karşı sert bir korumayla gerçekleştirmek için harcanan çabalarla doludur. Bu anlamda M.Kemal dönemi, bir kapitalist gelişmeye sonuna kadar imkan tanıyan dönemdir. Sermaye palazlanır, devletçilik yoluyla sanayileşmenin yolu atılır. Bu tam bir soygundur.
Şunu belirtelim ki, TC'nin kuruluş yılları işçi sınıfının ve daha çok da köylülüğün amansız sömürüsünün gerçekleştiği yıllardır. Tekeller biçiminde üstte bir yoğunlaşma vardır. Kentte her türlü sendikal çalışma, kırsal alanda ise köylülerin toprak ağalarına karşı toprak istemleri sert baskı yöntemleriyle bastırılıyor. Yeni bir sınıf bir kurmayın eliyle geliştiriliyor. II. Dünya Savaşında bunlar daha da palazlanıyor. Soygun ve el koymalar bu dönemde daha da artmıştır. Sermaye büyümüştür ve büyüyen bir burjuvaziye tanık olunuyor.
Eskiden Türk milli burjuva çıkarlarını koruyan devlet, yavaş yavaş büyük burjuvazinin çıkarlarını korumaya yönelik bir sınıf temeline kavuşuyor. Bildiğimiz CHPDP ayrışması, bunun üst yapıya yansımasıdır. DP iktidarı yılları, TC'nin emperyalizmle ilişkilerinin daha da artması, ABD bağımlılığının gelişmesi, küçük burjuva ve orta kesimlerin payının azalması yıllarıdır. Halkın emekçi kesimlerinin de daha çok geriletilmesi biçiminde bir dönüşümdür. Bu konuda kırsal alanda olsun, ticari, mali ve giderek de sanayi alanında olsun, burjuvazinin palazlanması sürecinin bir adım daha ileri gitmesidir. Bunun sonucunda uluslararası tekellerle işbirlikçilik gelişiyor, toprak kapitalizmi gelişiyor. 1960'larda ortaya çıkan durum böyleydi. Bu dönemde işbirlikçi tekelci kapitalist gelişme sağlanmış ve buna karşı orta ve küçük burjuvazinin eskiden devlet içinde yer almış olan kesimlerin muhalefetine yol açmıştır. Bu muhalefetin ordu içindeki temsili ve CHP'nin buna kolkanat germesi söz konusudur. Bu 27 Mayıs hareketinde ifadesini bulur.
27 Mayıs daha önce devletten pay alan, orta ve küçükburjuva ile bürokrat burjuva kesimlerin gerilemelerine bir tepkidir. Bunlar 27 Mayıs Anayasasıyla tekrar kendilerine, başta ordu olmak üzere bürokrasi içinde bir yer, bir olanak elde ediyorlardı. Bunun için burjuva anlamda bir demokratik açılımdan bahsedilir. Yani tekelci gelişmenin biraz dizginlenmesi söz konusudur. Fakat kısa bir süre sonra, tekrar AP ve CHP koalisyonları, ardından tek başına iktidar olan AP'nin uluslararası sermayeyle, emperyalizmle ilişkileri geliştirmiştir. Sömürü yoğunlaştırılmış, sınıfsal ayrışım daha da hızlandırılmıştır.
Bu dönemde Kürdistan'daki kapitalist gelişme de açılım kaydeder. Mali sanayi sermayesi toprak kapitalizmine göre daha ileri bir duruma geçer, hatta ticaret burjuvazisinin de önüne geçmeye çalışır. Bu da bir rekabeti doğurur. AP hükümetleri döneminde ortaya çıkan bu durum, üstten bir çekişmedir. Yoğunlaşan sömürü emekçilerde de bir kıpırdanmaya yol açar. Orta kesim bu konuda biraz hareketliliğe geçer. Kendi konumlarını sürdürmek açısından emekçilerin hareketine göz kırpar, onlardan destek arar. Bu bildiğimiz radikal gençlik, devrimci gençlik hareketinin de doğuş zeminidir. Bu zeminde belli bir hareketlilik ve devrimci uyanış başlar.
12 Mart daha çok mali ve sanayi burjuva kesimlerin palazlanmasına olanak vermek amacıyla, gelişen devrimci gençlik hareketini bastırmak için geliştirilir. Daha sonraki süreç, 12 Mart'ın çerçevesinde kısmen gelişir, ama zaman zaman bu onu aşar. Özellikle devrimci gelişmelerin mevcut çatlaklarından yararlanarak geliştirilen bir süreçtir. Bunlar, bir yandan CHP, bir yandan AP ve diğer iki küçük parti arasındaki çelişkilerdir. Bu bir koalisyon dönemidir ve daha sonraki süreçte, daha çok 12 Eylül'ün tepki duyduğu bir dönemdir. Bu koalisyonlar siyasal denetimin zayıflamasına yol açar. Bu temelde bir çok grup ortaya çıkar.
Hemen söyleyelim ki bütün bu süreç, TC'nin bünyesinde tüm çelişkilerin açığa çıkması anlamına geldiği gibi, hepside zayıf bir çelişki durumundaydı. Üstten devleti yönetenler önemli oranda yönetemez duruma düşmüşlerdir. Orta kesimler kendi durumundan rahatsızdırlar. Emekçiler rahatsızlıklarını bilinçli örgütlülüğe doğru taşırmaya çalışırlar, ama hepsi de zayıftır. Bu durumda en güçlü, en organize kurum yine ordudur. Türk devletinin temel etkeni olan ordu, bu konuda komünist kollama hareketi için her zaman görev başındadır.
Öyle bir noktaya gelinir ki, normal sivil kurumlarla, parlâmentoyla, partilerle TC'yi yürütmek mümkün değildir. Partiler yetmez duruma düşmüşlerdir. Parlâmento çözüm üretemez durumdadır. Hükümetler hızla kurulup dağılmaktadır. Halk muhalefeti denetimsizdir. Fazla örgütlü olmasa da gelişme göstermektedir. Bu bir dönemin sona erişi anlamına geliyor. Üst yönetimde düşülen zaaf, alt'ın homurtularıyla birleşince bir devrimci durum ortaya çıkıyor, ama bu devrimci durumu değerlendirecek devrimci bir örgüt olmadığı, kırk yamalı bohça gibi olan sol grupların, bırakalım devrimci bir örgütün ihtiyacını giderme, işi daha da çıkmaza sürükledikleri için bir sonuca gidilememiştir.
Sivil kurumlar da bu gelişmeye çare olmadıkları için tek yıpranmamış kuvvet olarak duran ve aynı zamanda güçlü bir siyasi etkisi olan, faşist bir kurumlaşmayı kendi içinde yürüten, disiplinli ve planlı ordu gücü devreye girmiştir. Aynı güç biraz planlı bir çabayla kendini tek alternatif hale getirmiştir. Sivillerin toplumu yönetemez durumda olduklarını kanıtlamak için gelişini biraz geciktirmiştir. Özellikle Demirel başta olmak üzere, sivillerin denetiminde orduyu yıpratmamak için, göz göre göre sivilleri yıpratmaya yönelmişlerdir. 'Ordu yıpranacağına siviller yıpransın, toplum sivillerden nefret etsin' planıyla hareket etmişlerdir. Bunların hepsi işbirliği halindedir.
Sivillerin orduya karşı demokratik bir kurum olma durumu da yoktur. Fakat artık işleri döndüremez hale gelmişlerdir. Toplumun bunlardan kurtulması için veya toplumun orduyu arzu etmesi için, bunların yönetemez, kargaşayı önleyemez bir güç olduğunun kanıtlanması gerekiyordu. Demirel'in çokça yakındığı ve "denetimimiz altında çalışmıyorlar, bizi yıpratmaya çalışıyorlar ki, halk kendilerini kurtarıcı ve müdahale etmesi gereken güç olarak benimsesin" biçimindeki sözleri doğrudur. Sivil kurum, parlâmento kendini üretemez durumda olunca, ordunun bunu daha da körükleyeceği ve onları daha da iş göremez duruma düşüreceği açıktır. Buna bir defa niyetlenmişlerdir ve 78'lerden itibaren programlarında bu vardır.
Buna bir de tabandaki durum ve özellikle de Kürdistan'da gelişme istidacı gösteren Ulusal Kurtuluş Hareketi eklenince, cumhuriyeti yeni temeller üzerinde üretmek, yeni alt ve üst yapı kurumlarına kavuşturmak zaruri bir görev olmuştur. Bunun için, eski sivil kurumlarını önce denetim altına almak, sonra yasaklamak, parlâmentoyu, bütün partileri ve hatta liderliklerini tasfiye etmek, irili ufaklı bütün devrimci gruplar üzerinde amansız bir terör uygulamak ilk yönelimi olmuştur.
Halk kitlelerinin kendi beklenti ve umutlarına cevap vermeyen burjuva yönetimler dışındaki arayışlara düşmemeleri için, söz konusu hareketler üzerinden adeta silindir gibi geçilmiştir. Kitlelerin "biz de kendi kendimizi yönetebiliriz" düşüncesine kapılmamaları için, önce uyarı, daha sonra da ezme yöntemlerini geliştirmişlerdir. Uygulanan baskının yanısıra, muazzam bir ideolojik etkilenme altına alma yöntemiyle kendilerine karşı koyabilecek bir kişi bile bırakmamışlardır. Kitlelerin umutları adeta doğduklarına bin pişman ettirilerek başlarına yıkılmıştır. Tek kurtuluş yolu olarak ordu öncülüğü, Kenan Paşa'nın benimsenmesi politikaları ve uygulamaları söz konusudur. Hatırı sayılır bir desteği, bu baskı ortamında, propaganda ve pasifikasyon yöntemleriyle geliştirilmesi söz konusudur.
12 Eylül'ün gelişi, bastırmacılığı ve kendini yeniden kurumlaştırması durumu vardır. Oluşturulan Anayasa, Partiler Yasası ve demokrasiye dönüş taktiklerinin tümü, 12 Eylül'ün kurumlaştırılmasıdır, bunun sivil maskeyle sürdürülmesidir. Demokrasiye geçiş, özellikle de uluslararası emperyalizmin ve NATO'un da desteğini almak için bir maskedir. Alt yapıda, ekonomide tekelleşme ve holdingleşme, gelişmiş uluslararası tekellerden alınan payları yoğun bir biçimde artırmıştır. Buna karşı içte kemerleri sıkma ve iç tüketimin kısıtlanması, ticaretin geliştirilmesi yöntemiyle, dış tekellerin çıkarları da gözetlenerek, sermayenin bir avuç tekelcinin elinde yoğunlaştırılması için politikalar geliştirilmiştir. Bu, daha insafsız bir sömürüyü getiren ve sömürüyü gerçekten bütün sağ partilerin de söylediği gibi, bir talana kadar götüren politikanın adıdır.
Bu dönemde geliştirilen Özal ekonomi polimacılığı, sonuna kadar uluslararası sömürüye açılmış bir Türkiye demektir. Emekçilerin daha önceki ücret düzeylerinde %35'lere varan düşme, köylülüğün ürünlerine biçilen başfiyattaki düşme, memur maaşlarını dondurma yaşanmıştır. Hatta içte sanayi kesiminin payının bile azaltılması ve tüm bunlardan edinilen payların bir avuç ihracatçı ve mali tekellerin emrine, uluslar ası sermayeye verilmesi durumu vardır. Bu politikayı esas alan ANAP'ın kuruluşu, ANAP'la bu ekonomi politikanın sürdürülmesi ve Milli Güvenlik Konseyi ile ortaklaşa bir iktidarın bunlar tarafından götürülüşü söz konusudur.
Derlemeler
Reber APO
- Ayrıntılar
Günümüz Kürdistan'ın da uzun süreden beri, olası Kürdistan Devrimi'ne karşı, emperyalist ve yerli işbirlikçilerince hazırlık yapılmaktadır. Bu yarım asırdır gerçekleştirilen bir süreçtir. Günümüze dek sinsice yürütülen politikalar, Kürdistan'da ve etrafında yaşanan objektif gelişmeleri ortaya çıkarmaktadır.
Esas itibarıyla Partimiz önderliğinde yükseltilen Ulusal Kurtuluş Mücadelemiz, bu çabaları son aşamaya getirmektedir. Bu aşamada bütün yönleriyle açığa çıkarma, tehlikeli ve tasfiyeci sonuçlarını görme kadar, bunun etkisini yaşama kadar, bunu başarıyla devrim lehine tasfiye etmenin de koşullarının hayli olgunlaştığı bir dönemin içindeyiz. Büyük bir olasılıkla da bu dönemin son aşamasında bulunmaktayız.
Dünya halklarının tarihinde son yarım asırdır ulusal kurtuluş devrimlerinin dev boyutlu adımlarla geliştiği ve küçümsenmeyecek başarılara ulaştığı, bağımsız, demokratik ve hatta sosyalist toplumsal kuruluşların sağlanmasına kadar yürüdüğü bu çağda, Kürdistan halkının çeşitli nedenlerle, başta somut tarihi, sosyal ve siyasal durumu olmak üzere zor bir döneminde, başını ABD emperyalizminin çektiği ve dünya çapında yeni sömürgeciliğe yöneldiği ilk aşamada, Kürdistan'a da bir kement atıp olası devrimci gelişimini engellemek veya saptırmak için, sinsice, fakat çok akıllıca, gizli bir politikacılığı yürüttüğünü iyice görmek gerekiyor.
Kürdistan gerçekliğinin karmaşık durumunu çok parçalanmışlık oluşturmaktadır. Bu, yalnız bölgesel gerici ve sömürgecifaşist güçler tarafından çok farklı politikaların uygulamasıyla oluşmamaktadır. Aynı zamanda gerek uluslararası kapitalist emperyalist, sistemin her türlü tasfiyeye, açık veya gizli her türlü yöntemle yerine getirmek istediği politikalarla ve gerekse de sosyalist sistemin dış politikasına damgasını vuran ve özellikle de son elli yıllık gelişiminde iyice açığa çıkan 'kapitalist olmayan yol' tezi adı altında, yerli burjuva önderliklerin desteklenmesiyle oluşan bir durum söz konusudur. Bunların ezilen halklar üzerindeki her türlü milliyetçi,şoven ve giderek katliama varan politikalarına bile ses çıkarılmama biçiminde özetleyebileceğimiz bir politikası vardır. Son tahlilde sosyal,şoven politikanın, sosyal, emperyalist politikanın yıkıcı etkilerini yaşaması bu karmaşıklığı biraz izah etmektedir.
Daha da kötüsü, Kürdistan'ın geri yapısı ve asırlarca çok inceltilerek geliştirilen işbirlikçi,aşiretçi feodal artıkların tarihte eşine ender rastlanan uşaklık yöntemleriyle, biraz da kapitalizmin iğrenç yöntemlerini iç içe karıştırarak bu karmaşıklığı daha da içinden çıkılmaz hale getirdikleri bilinmektedir. Bütün bu gelişmeler içinde halkın nefesinin bile duyulamayacağı ortadadır. Bu kaos ve alacakaranlık içinde nelerin olup bittiği, bir halkın özgürlük özlemlerinin daha doğmadan nasıl yok edildiği görülmektedir. Bazı dürüst ve yurtsever çıkışlar olduğunda bile, bunların kısa ve basit, ama aynı zamanda çok alçak ve sinsi, komplolarla boğulduğu bilinmektedir. Böylelikle normal yaşam yerine alçakların yaşamı konulmaktadır.
Ulusal ve uluslararası gericiliğin hiçbir biçimde kabul edilmemesi gereken bu yaklaşımlarının, sanki normal, çağdaş ve insani yaklaşımlarmış gibi sineye oturtulduğu açıktır. Bununla da yetinilmeyerek, bu temelde ortaya çıkan, özümsenmiş, kesinlikle hakim ulusların ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel çıkarlarının imbiğinden geçirilmiş, bu temelde oluşmuş sosyal ajan yapıların sözcülüğüne soyunan bazı sahte aydın taslaklarının meşrulaştırıldığını görmekteyiz. Sözüm ona bu çağ anlayışı hakim kılınmak istenmektedir. Ulusal ve toplumsal konularda bir yandan aşırı ilgisiz, diğer yandan sahte sahipleniş tutumları gösteren bu sosyal ajan yapı, özünde ise vatanseverlikte bile hakim ulusun milliyetçiliğini esas almaktadır. Hakim ulusun dayattığı öz faşizm bile olsa, ona demokratlık ismini yakıştıracak kadar alçalan bir sosyal yapıyı oluşturmaktadırlar.
Kısaca, ulusal gerçeklik ve demokratik çabalar konusunda iliklerine kadar inkarı ve ihaneti yaşayan bu yapı, son derece gelişkin olan demagojik üsluplarıyla her şeyi papağan gibi tekrarlamaktadırlar. Bazen ilkel milliyetçilik biçiminde, bazen utanmazca "ulusal kurtuluş", "sosyalizm" kelimelerini bol bol kullanarak tüm sahteliklerini ve düşkünlüklerini ortaya sermektedirler. "Dilin kemiği yoktur" dercesine alabildiğine konuşturulan, hiçbir sorumluluk duymayan, pratik hiçbir çaba harcamayan, özümsenmiş sosyal ajan yapıya dayanan bu sözcülerin ellerinde gerçeklerin daha da kotarılması, özellikle devrimci çıkışların ortaya çıkması halinde toplu bir koro halinde saldırılması meşru bir olay haline gelmektedir. Özellikle PKK'nin ortaya çıkış ve gelişme koşulları incelenirken, bu konuda akla hayale sığmayacak kadar alçaklıkların, oyunların, komploların varlık nedenlerini ele alırken, bu gerçekleri çok iyi görmek gerekir. İliklerine kadar düşmanı yaşayan bu yapıya baktığımızda, bazen karşımıza yurtsever gibi çıkıyor, hatta sosyalist bile olabiliyor. İçinde bulundukları koşullara göre, insanın bir yerde anlam verebileceği, hatta saygı duyabileceği bir yaşamı, bunların şahsında kabul etmek bile mümkün değildir. İnsanlıkla ilişkisi olmayan, hatta hayvanlara bile yakışmayan bir durum söz konusudur. Hatta bunların daha da aşağısında bir konumu kendi halkına reva görmeleri durumu vardır.
Bütün bunları görmek ve bu durumlara "dur" demek gerekir. Eğer bu halk yaşama gücündeyse, bunun için gereken cesareti göstermek, neye mâlolursa olsun bunun savaşımını sergilemek ve yaşama hakkı varsa yaşatmak önemlidir. Yoksa bin defa adına yaşam denilen şeyden daha şerefli olan ölümü tercih etmek gerekir. Bu çabadan hiçbir gerekçeyle uzak durulamayacağı, bundan en ufak bir ikirciliğe, kararsızlığa düşülemeyeceği ve mutlaka sonuca gitmek gerektiği iyi bilinmelidir. Yaşama hakkı olan halkların yaptığı budur.
Bütün dünyanın basın,yayın organlarına bakarsak, son günlerde Kürt halkının imdadına koşmak isteyenlerin nasıl fazlalaştıklarını görürüz. Biraz emperyalizmin gerçeklerinden habersiz, kendi ülke gerçeklerinden habersiz birinin, bu çabalar karşısında heyecan duymaması imkansızdır. "Bizim de sahiplerimiz varmış", "insanlık vicdanı sızlamaya başladı", "bizi de yalnız bırakmıyorlar", "büyük insansever duyguları kabaran, Türk milletinin şerefli temsilcileri, kimyasal silahlardan kaçan insanlarımıza üç öğün sıcak yemek veriyorlar", "elektrik, su vb. şimdiden barınakları sağlamışlar", "görülmemiş bir hamiyet severlilik", "bütün ulusu harekete geçiren ve ancak kardeşin kardeşe duyabileceği sevgiyle yaklaşma var", "zor günde kardeşin imdadına yetişiyor, el üstünde tutuluyor", "işte yine tarihine yaraşırcasına bir kardeşlik örneği sunuluyor" başlıklarını, söylemlerini görüyoruz. Hemen şu da ekleniyor; "katil PKK'ye ders olsun, bu, onun iddialarına en iyi cevaptır". Daha da kötüsü, sahibinin sesi, yani efendilerinin iyi uşakları olanlar, TC'nin bu âlicenap büyük yardımseverliğini bütün Kürt hareketleri destekliyor diyorlar. Bunlar, sözüm ona Kürt milliyetçi gruplarıdır, sosyalist partilerdir.
Bunlar en alçakça iddialardır. Eğer kafalar duruma tüm yönüyle hakim olamazsa, ona yüksek bir bilinçle anlam biçilmezse, bir oyunun bir çok yönü gizli kalmış olur. Doğru devrimci tutuma da ulaşmak mümkün olmaz. Bu son sığınma dedikleri olay, aslında bir halkın bin yıllık, dört bin yıllık ülkesinin bir bölgesinden diğer bir bölgesine geçişi olmaktan öteye gitmemesi gerekirken ve yine elde silah her zaman şanlı direnme alanları olması gerekirken, böylesine yaklaşımın düşürücü ve teslim alma temelinde olduğunu tespit etmek gerekir. Sığınma ve kurtarma değil, büyük bir teslim alma hareketi gerçekleştiriliyor. Yalnız herhangi bir ilkel milliyetçi örgütün yürüttüğü mücadeleye karşı dayatılan, katliamlardan kaçan bir kitle değil, son elli yıldır için için geliştirilen bir oyundan sonra, Kürdistan halkının en direngen bölümlerinden birisinin teslim alınmasıdır bu olay! Biz bu teslim alma olayını çok ayrıntılı olarak ortaya koymak istiyoruz.
Hemen şu şekilde bir saptamayı yapabiliriz: Proletarya devrimleri, ulusal kurtuluş hareketleri çağında, başta vahşi Türk faşist,sömürgeciliği olmak üzere, emperyalizme bağımlı oluşturulan ve en gerici kapitalizm tarafından yönetilen rejimlerin, halkımıza karşı dayattıkları, Kürdistan'a dayattıkları yok etme girişimlerdir.
Reber APO
- Ayrıntılar
Zilan yoldaşı, tarihsel kutsal eyleminin birinci yıldönümünde saygıyla anıyor ve bir kez daha minnettarlığımızı belirtiyoruz. Şüphesiz bunu bir intihar eylemi değil, büyük bir direniş eylemi olarak değerlendiriyoruz. Gerek insanlık ve gerekse halklar gerçeğinde buna benzer örnekler olmakla birlikte, bizim halk gerçekliğimizde Zeynep Kınacı kişiliği PKK'de örneği çokça görülen büyük bir sembolün ifadesi olmaktadır. Kendisi bize yazdığı mektupta bir vasiyette bulunmuştu. Bu vesileyle üzerime düşeni yapmaya çalışıyorum. “Vasiyetimin gereklerini en iyi sizler anlayabilir ve gereklerini yerine getirebilirsiniz” demiştir. Tabii bu bizi hem etkilemiş, hem de sorumluluğumuza doğru sahip çıkmanın gereğini ortaya koymuştur. Biz çok düşünmek ve mümkünse yaşama bunu dönüştürmek için olağanüstü olmaya çalıştık. Şüphesiz bazı gelişmeler vardır. Bu gelişmeler daha çok bu kişiliğin kendisini anlamaya yöneliktir; aynı zamanda onu bizzat pratikleştirmek ve yaşamsallaştırmak içindir.
Gerek parti içinde gerek halk gerçekliğimizde, aslında yoğunca işlediğimiz savaşımın kendi içinde çok önemli bir özelliğini de böyle karakterize etmek ve bu devrimin, bu halkın yeni yaşamının temel bir özelliği haline getirmek için büyük bir çaba harcadık. Her şeyden önce bilinmesi gerekir ki, Zilan eylemliliği düşmanın sınır tanımayan ve kendini hiçbir kurala bağlı hissetmeyen politikalarına karşı bir cevaptır. Dünyada en çok inkâr edilmiş, hakkında çoktan öldüğü ve bittiği biçiminde bir yargıya ulaşılan, davasına çok az ilgi gösterilen, ilgi gösterildiğinde de pek yaşayacak bir halk olarak değerlendirilmek istenmeyen Kürt adına her ne kadar çok büyük bir direniş ortaya çıkarmış olsak da, bu direnişin fazla başarılı olacağına inanmayan bir uluslararası kamuoyu var; hatta Kürdistan halkının da kendisine dayatılan bu ölümü bir nevi kader olarak algılaması söz konusudur. Düşmanın ’95 yılı için çok kapsamlı gerçekleştirdiği topyekün savaşımı ve ne pahasına olursa olsun bu yılın bir bitiş yılı olarak değerlendirilmesi, özgürlük adına ne varsa onun da bu yılla birlikte tarihe gömülmesi biçiminde oldukça tehlikeli bir biçimde büyük bir güçle hareketimizin, yaşamımızın, şerefimizin ve onurumuzun üzerine gelmesi söz konusudur. Bu, aynı zamanda bir namus, onur, yaşam umudu varsa onun da bitirilmesidir. Geriye kalanların şerefsiz ve onursuz bir yaşamdan başka bir şeyi beklemeyeceğinin açıkça ortada olduğu günlerde şovenizmin alabildiğine körüklenmesi, Türkiye halkının adeta çılgınca bu şoven serilere kendini kaptırması, ‘milli birlik’ adı altında bir halkın asgari insani taleplerinin bile göz önüne getirilmemesi giderek büyüyen bir öfkeye dönüşüyor.
Kendisinin biraz özgürce yaşamak için başından beri dikkat ettiği hususlar, duyarlılığı, kişiliği, özgürlüğün ne anlama geldiğini az çok kavraması, bununla birlikte düşmanın niyetlerini bütün yönleriyle değerlendirmesi, yine düşmanın arkasındaki emperyalist dünyanın sağladığı hiçbir hudut tanımayan desteği, Onun açısından son derece anlaşılır hususlardı. Nasıl geldiğini, ne amaçla geldiğini ve hangi sonuca ulaşmak istediğini iyi göz önüne getiriyor. Bunun yanında PKK’ye kısa bir süre önce katılmasına rağmen, PKK'nin ne anlama geldiğini çok iyi biliyor. PKK tarihinin en iyi tanımını yapabilecek kadar bir gücü ve güçlenmeyi yaşıyor. Bununla birlikte bizim şahsımızı da oldukça iyi değerlendirebiliyor. Ne anlam ifade ettiğimizi, kendi kültür düzeyine uygun olarak, gerek insanlık gerekse tarihimiz içinde ne tür bir önderlik geliştirmek istediğimizi incelemiş; hatta parti saflarımızda en güzel, en geçekçi bir tanımı yapabilmiştir.
Bu arkadaş bizi görmemiştir ve mücadelede fazla bir mazisi de yoktur. Buna rağmen bizi güçlü değerlendirmesini son derece anlamlı buldum. Şehit Ronahi arkadaşın benzer bir yaklaşımını da buna eklemeliyim. Bu tip şehit arkadaşlarımızın, yine şehit Bermal'in de aynen o düzeyde bir anlam derinliği içinde olduğunu belirtmeliyim. Tabii birçok şehidimizdeki anlama derinliği, bu büyük şahadetleri gerçekleştiriyor. Ama Zilan'da bu oldukça bilinçlidir ve kararlılık düzeyine son derece yakındır.
Burada bu hususları fazla derinlemesine ele alamayacağım. Bilinmesi gereken en temel hususun, gerek uluslararası insanlık durumu hakkında, gerekse Kürdistan halkının gerçeği konusunda, partimiz ve kendi Önderlik sahamız hakkında en kapsamlı bilgilenmeyi ve buna dayalı bir kararlılığı yakalamış olmasıdır. Bununla da yetinmiyor, örgüt yaşamının oldukça farkında olan bir yoldaştır. Kadın gerçekliğini bütün yönleriyle değerlendirebiliyor. Son derece köleleştirici yaşam tarzıyla özgürleştirici yaşam tarzı arasındaki büyük farkı yakalayabiliyor. Buna da büyük bir saygı duyuyorum ve bunun çok az kişide gerçekleştiği kanısındayım. Bunu hem mütevazı hem de çok kararlı biçimde yakalaması, çok değerli bir biçimde kısa ve öz olarak anlatabilmesi beni oldukça etkilemiştir. Çok kısa da olsa, bu konulara açıklık getirmesi açısından, Onun bizzat bazı değerlendirmelerini alma gereği duyuyorum.
Önderlik konusunda söylediği çarpıcı hususlar var. Şöyle belirtiyor: “Her halkın tarihine bakıldığında, özellikle devrim süreçlerinde mücadele veren, başarıya ve kurtuluşa götüren, yaşadıkları döneme damgasını vuran önderlikler vardır. Tarih, öndersiz hiçbir ulusal ve sınıfsal hareketin gerçek anlamda da başarıya gitmediğini doğrulamaktadır. Önder, yaşatılmak istenen yenilik ve gelişmeleri en üst düzeyde temsil eden, yani yeni insan, yeni toplum düşüncesine denk, bütün yaşamını bir halkın yaşamına göre düzenleyen, kendi kaderini halkın kaderinde bulan ve o halkın acılarını, duygu ve taleplerini en derinden yaşayan ve kurtuluş için pratik görevleri en üst düzeyde omuzlayandır.”
Böyle bir önderlik tanımını, en benim diyen bir akademisyenin veya militanın yapabileceğini sanmıyorum. Bu kısa paragrafta bile doğru bir önderlik tanımını bütün yönleriyle ortaya koymuştur. Burada çok güçlü bir bilinç düzeyinin yakalandığı kesindir. Şimdi bu eylemi düşünürken, nasıl bir yaklaşım gücünde olduğunu bilerek değerlendirmek büyük önem taşıyor. Bazıları vardır, çok duygusaldır, acılar içinde kendini patlatırlar, yakarlar; ama bazıları da vardır ki, bunu çok büyük bir bilinç derinliğiyle yaparlar. Bu fark bence çok çarpıcıdır.
Devam ediyor: “Hayati gerçekliği olmayan, her alanda bitirilmiş, hiçbir halkla kıyaslanmayacak kadar kendisine yabancılaştırılmış, ulusal, kültürel, sosyal ve siyasal değerleri sömürülen bir halk gerçekliği karşısında, PKK Önderliği kuşkusuz çok farklı olmak zorundadır. Bu anlamda Parti Önderliği birçok yönüyle daha özgün, daha yeni, daha gelişkin yaşamıyla yaşatan ve kendi yaşamını adeta koskoca bir insanlığın yaşamına adayan durumdadır. Belirleyiciliği, önemi bu noktada kesin ve tartışmasızdır.”
Yine burada büyük bir bilinç derinliği var. Bu hem çok gerçekçi, hem de oldukça kapsamlı bir değerlendirme oluyor. Bizim halkımızın gerçekliğini tüm dünya halklarının gerçekliğiyle kıyaslıyor. Yabancılaştırılmışlık düzeyinin her alanda -ulusal, kültürel, sosyal ve siyasal bitirilmenin de ötesinde tanınmaz hale getirildiğini, yaşamının ölümünden daha beter olduğunu oldukça fark ediyor. Bu farkla Önderliği değerlendirmeye çalışıyor veya bizim ne tür bir gerçeklikle karşı karşıya olduğumuzu çarpıcı bir biçimde ortaya koyabiliyor. Aynı biçimde bunun herhangi genel düz bir önderlik anlayışıyla çözülemeyeceğini, böyle bir halk gerçekliğinin bugünlere ulaşmış devrim düzeyine ulaşamayacağını, bunun başarılabilmesi için çok özgün olmak gerektiğini, kendi yaşamını bir halkın dirilen yaşamına dönüştürmeye kadar götürmek gerektiğini vurguluyor ki, bu gerçekten çok derin bir anlayıştır. “Belirleyiciliği ve önemi bu noktada kesin ve tartışmasızdır” diyor. Bu son derece bizi etkileyen çarpıcı anlatım oluyor.
Yine devam etmekte bir sakınca görmüyorum: “Dünya devrim tarihine baktığımızda, gerek ulusal gerek sınıfsal kurtuluş mücadelesini veren halkların, devrimin gerçekleşme olanağını yaratan tarihi, sosyal, siyasal ve kültürel bir zemini ve birikimi vardır. Ulusal inkâr yoktur. Kişilik sorunları bizdeki kadar derin değildir. Tarihleri bizdeki kadar çarpıtılmamıştır. Kadın cinsi bu kadar sömürülmemiştir. Dini olgular bizdeki kadar kesinlikle kötü tarzda işlenmemiştir. O halkların mevcut konumlarına tepkileri vardır, özgürlük ve eşitlik düzeylerinde bir gelişmeleri vardır. Önderlerinin güç aldıkları az çok aydınları vardır. Kürdistan devriminde ise bu belirtilen hususların tümü bitmiş bir durumdaydı.”
Burada da çok çarpıcı ve gerçekten her aydının üzerinde düşünmesi ve sonuç çıkarması gereken tezler biçiminde değerlendirmeleri vardır. Bu satırları birisi tez biçiminde alıp işlesin, gerçekten her bir paragrafın bir kitap olduğunu anlayacaktır. Son derece duru bir düşünceye sahiptir ve gerçekliği de yakalamıştır. Bu noktada Kürt aydınları için acı duyuyorum. Bu kişi bizim bir kopyamız değildir, üniversite mezunu bir öğrencidir. Kendi kişiliğiyle incelemiş, araştırmış ve sonuçlara ulaşmış aydın bir kişiliktir. Maalesef Kürt aydınlarının veya genelde de kadrolarımızın birçoğunun işin sadece duygusal yanıyla uğraşmaları bize çok yetersiz gelmektedir. Ortada derinleştirilerek sonuca götürecek tezler vardır.
Bütün halklar devrime başladıklarında, arkalarında büyük bir tarih vardır. Sosyal, sınıfsal ve kültürel bir zemin, onun birikimi vardır. Ulusal inkâr bu denli yoktur, kişilik sorunları bizdeki kadar söz konusu değildir. Ama bizim için, tarihimiz için bunların hepsi tersine çevrilmiştir. Ayrıca kadın cinsi bizde başlı başına zaten en tehlikeli bir ajanlık konumunu yaşamaktadır; daha doğrusu o konuma getirilmiştir. Kadın tam bir kapana dönüştürülmüştür. Her şeyi yutan, kendi etrafında bütün değer yargılarının tersine çevrildiği bir konuma itilmiştir. Din de böyledir; burada dinin ulusal ve toplumsal gerçeklikle hiçbir bağı kalmamıştır. Tersine onu kemiriyor, onu her türlü olumlu özelliklerinden koparıyor ve en cahilce bir konuma getirebiliyor.
Hiçbir halkta bahsettiğimiz hususlar bu denli gelişmemiştir. “Diğer halkların konumlarına baktığımızda tepkileri vardır, özgürlük ve eşitlik düzeylerinde bir gelişmeleri vardır. Önderlerinin güç aldıkları çok sayıda aydınları, toplumun tepkileri vardır” diyor. Bütün bunların Kürdistan için hiç söz konusu olmadığını belirtiyor. Kaldı ki, bu doğrudur. Aydınlarımız, hele hele kendisini sosyalist, demokrat veya direnişçi sayan bazı kişilikler, lütfen kendileriyle bu satırları kıyaslasınlar. Hangisi gerçeğe daha yakındır? Biraz vicdanlarını ortaya koysunlar, vicdan muhasebelerini yapsınlar. En gerçek düşünceler bunlar değil midir? Bunlar doğru ve büyük düşüncelerdir. Kaldı ki bu, büyük direnişe yol açmıyor mu? Ulusal vicdan, ulusal yürek varsa, kesinlikle bu aydınlarımızın, hatta sözde birçok örgütün, devrimci partinin ve ilericinin buna biraz saygılı olmayı bilmeleri gerekiyor.
Unutmayalım ki, birçokları herhangi bir devrimciden çok şey öğrenebiliyorlar. Dünyada okumadıkları çok az ulusal kurtuluş devrimi ve onların önderleri vardır. Ama bu da bir kişiliktir. Acı duyuyorum ki, bunlar o kadar -ki, bizzat burada Zilan'ın kendisi dile getiriyor- yabancılaşmışlar. Yani kendini dünya tarihinde rastlanmamış bir sembol düzeyine yükselten bir kadını, bir Kürt kızını bile anlamayacak kadar yürekleri yabancılaşmıştır ve hakkında konuşamayacak durumdadırlar.
Aslında bunun da kendi başına bir olay olduğunu belirtmem gerekiyor. Çünkü düşman tarihinden tutalım, Afrika halkının bile tarihini çok iyi anlatan ve bunun için şiir bile yazabilecek kadar sözüm ona duygulu Kürt aydınları, insanlık tarihinde ender görülen bir Kürt kızı için yüreklerini çalıştırmıyor, bir şey söylemiyor, bir şey yazamıyorlar. Bu klinik bir vaka, bir düşürülmüşlük ve yabancılaşma düzeyidir. Bu tür insandan fazla bir hayır gelmez. Zilan arkadaşın mektubundan alıntı almaya devam ediyorum:
“Parti Önderliği çok zayıf bir gerçeklikten yola çıkmıştır. Din sorununa, kişilik sorununa, kadın ve aile sorununa yaklaşımı oldukça özgün ve bilimseldir. Rus Devriminin önderi Lenin bile kadın sorunun çözümünde oldukça yüzeysel kalmıştır. Kadın ordulaşması, gerçekleşen kadın konferansları ve kadın kongresi dünya devrim tarihinde ilk kez bizde gerçekleştirilmiştir. Parti Önderliği'nin yaşam tarzı; fedakârlık, cesaret, derinlik, duyarlılık, zekâ, öngörü ve yorumlama gücü, bağlılık, bilimsellik, tecrübe ve birikim düzeyi hiçbir önderlikle kıyaslanmayacak boyuttadır. Olayı ele alış tarzı dogmatik değildir. Parti Önderliği Kürdistan gerçeğini, dünya devrimlerini çok iyi tahlil edip sonuç çıkarmış ve Kürdistan Devriminin özgünlüğünü ortaya çıkarmıştır. Taklitçi, kalıpçı ve dogmatik bir tarzda değil, oldukça yaratıcı bir tarzda ele almıştır. Gerçekleşen sosyalizmi çok iyi tahlil etmiş ve kendi halk gerçekliğine uygun bir tarzda uyarlamıştır. PKK, Parti Önderliği'nin şahsında ifadesini bulmuştur.”
Burada da son derece çarpıcı ve oldukça aydınlatıcı tezlerle karşı karşıyayız. Bizim din, kişilik, kadın, aile ve bunun yanında Kürdistan'ın sosyal ve psikolojik düzeyi hakkında geliştirdiğimiz birçok çözümleme var. Zilan kişiliği bunları az çok değerlendiren bir yoldaş oluyor. Ayrıca büyük Rus Devrimiyle kıyaslıyor, Lenin'in bile kadın sorununda yüzeysel kalma durumundan bahsediyor. Kadın için çok özgün çalışmaların yapılmadığını ve ancak bireysel düzeyde bazı kadınlarla ilgilenildiğini vurgulamak istiyor. Bu doğrudur. Bunlar bizim biraz da bu tip kadın şehitlerimizin anısına geliştirmek zorunda hissettiğimiz görevlerimizdir.
Bunun yanında Önderlik yaşam tarzını çok çarpıcı değerlendiriyor. Aslında başta parti militanlarımız olmak üzere ilgili birçok kesim, eğer herhangi yüce bir değere bağlılıktan bahsediyorlarsa, halkımız ve dostlarımız biraz anlamak istiyorlarsa, bu satırların çarpıcılığını anlama ve mümkünse özümseme düzeyinde verecekleri bir karşılıkla kendilerinden bekleneni göstermeleri gerekiyor. Zilan arkadaşımız bunu çok iyi anlamıştır. Sadece anlamış değildir; çok dürüstçe, çok anlayışlıca ve çok cesurca bir karşılıkla Önderlik gerçeğine cevap olmayı görev kabul ediyor. Benim gördüğüm en büyük üstünlük buradadır. Bu tip cümleleri, kelimeleri herkes söyleyebilir; fakat bunun kadar anlayan, çok çarpıcı pratikleştiren ve somutlaştıran bir arkadaş görmek benim için zordur.
1997
Reber APO
- Ayrıntılar