Basına ve Kamuoyuna!
1. 29 Kasım günü sat 13.00’da Şırnak ili sınırları içinde bulunan Gabar dağının Şerefiye tepesinde konumlanan işgalci TC ordusuna ait askerlere yönelik gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. Eylemde 1 düşman askeri öldürülmüş, en az 1 düşman askeri de yaralanmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 29 Kasım günü 02.00-03.00 saatleri arasında Hakkari’nin Yüksekova ilçesi Bezele alanında bulunan Erdewê köyü ve Basya suyu vadisine yönelik işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları tarafından bir bombardıman düzenlenmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 26 Kasım günü Mardin’in Sada alanında işgalci TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır. Operasyon gücünü takip eden gerillalarımız 27 Kasım günü saat 08.30’da düşman askerlerine yönelik bir eylem gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Çokça sarf edilen bir söz vardır: “bağcıyı mı dövmek yoksa üzümü mü yemek” diye.
İnsanoğlu eğer normal ölçülere göre yaşıyor ise yani toplumsal bir varlık olarak refleks gösteriyor ise yapacağı iş üzüm yemek olacaktır. Yani bağcıyı dövmeyi hedef olarak belirlemek toplumsallığımızın dışında bir yaklaşım olmaktadır.
Sözü çok uzatmadan doğrudan meseleye girelim. CHP tamamıyla bekçiyi ve bağcıyı dövmeye dönük endekslenmiş özel bir devlet partisidir. Öyle ki toplumsal ilişkilenmeleri normalleştirecek en küçük adımları bile her zaman bloke eden gerici bir güç olmaktan bir türlü kendisini kurtaramamıştır.
CHP’nin tarihsel köklerini inmeyeceğiz sadece yıllar yılı CHP’nin; basiretsiz, çapsız ve de eskilerde bir yoldaşımızın deyimiyle kabız yani tıkanmış kişiliği olan Deniz Baykal ile ne kadar da çok zaman fuzuli harcandığını hep birlikte yaşadık. En küçük gelişmeye sert refleksler veren, sosyal demokrat olması gereken bir CHP’yi ne kadar MHP’ye yaklaştırdığını ya da yakınlaştırdığını da hep birlikte görmüştük. Adeta bir NSDAP’ye dönüşen CHP bunun için uluslar arası zeminlerde artık sosyal demokrat görülmek yerine milliyetçi hatta ırkçı bir parti olarak algılanmaya başlanmıştı.
Ancak o dönemlerde CHP’nin belki de en negatif durumu sorunlara çözüm üretmekten ziyade sorunları derinleştiren, sorunların çoğalmasına ve büyümesine yol açan ve tahrik eden bir unsur olmasıydı.
CHP el değiştirdi, kimine göre artık bu gerilim siyasetini terk edecekti. Ne de olsa başına hem alevi hem Kürt hem de Dersimli birisi getirilmişti. En azından alevi, Kürt ve Dersim sorununa bir pozitif yaklaşım sergileyecekleri beklendi.
Ne var ki ilginç bir şekilde Dersim katliamı için “eğer literatürde böyle bir özür dileme varsa özür diliyorum” diyen Akepe oldu. Hem de Sünni, muhafazakar dindar ve hem de tekçi bir zihniyete sahip olan bir Akepe’nin başındaki şahıs.
En son Hüseyin Aygün’ün 1930’larda Dersim’de halkın doğal lideri olarak öne çıkan, 7 arkadaşı ile birlikte asılan, üstelikte o dönem TC devlet ile görüşerek sorunu bitirmeye dönük gittiği Erzincan yolunda güya “yakalanarak” daha sonra idam edilen Seyit Rıza’nın itibarının geri iadesine dönük bir öneri sunmuş. Bu öneri CHP’den geçse meclise gelecek. Mecliste ise büyük bir ihtimalle yaşanan gergin ortamın yumuşatılmasını için kabul edilecek ve belki de Kürtlerle TC devletinin yaşadığı sorunlar biraz da olsa gerilim dozajını düşürecek.
Ama CHP toplantısında bu önerinin ret edildiğini öğreniyoruz. Sadece ret edildiğini öğrenmiyoruz aynı zamanda birçok CHP’linin ekranların başına geçerek bu alınan utanılası kararı savundukları ve hatta çok pişkince “CHP yani partiyi de düşünmemiz” gerekir diye tarihte olup biten faşizan uygulamaları harfiyen savunduklarını görüyoruz.
İlginçtir ancak CHP’nin başında yenilikçilik, sorunların çözümü için projeler üreteceğini söyleyerek gelen bir alevi, bir Kürt ve bir Dersim’li var iken bunlar olup bitiyor.
Başka bir durum ise Kürtçe’nin anadilde eğitim dili olmasına dönük CHP’nin gösterdiği yaklaşımdır. CHP’nin başındaki kişi “bunun çok erken olduğunu, alt yapı hazırlıklarının eksik olduğunu” gerekçe göstererek karşı çıkıyor.
Tekçi bir parti olan Akepe oy kapmak içinde olsa en azında 2023 vizyon kitapçığına bu yolu açmış gibi yapmışken sözde sosyal demokrat, sözde yenilikçi ve sözde “bu sorunun çözülmesi için herkes elini taşın altına koysun” diyen bir CHP bunu bile yapmıyor. Bunun çok çok gerisinde tamamen bir nasyonalist çizginin dışına bile çıkmıyor.
Sözü çok uzatmadan artık özelde aleviler ancak genel olarakta Kürtler ve tabii ki Dersimliler bu CHP’yi görmeleri gerekiyor. Kılıçdaroğlu’nun sadece ve sadece bir kılıç artığı olduğunu artık görerek CHP’yi Dersim’de çıkarmaları gerekiyor. Artık CHP Dersim’e girmemelidir.
Hatırlayan bilir hem de geçen yıl sözde alevi, sözde Kürt ve sözde Dersimli olan bir Kamber Genç kendilerinin öz be öz Türk olduklarını söylemişti.
Şimdi işte bu öz be öz Türkler egemen Türklerin işini yapmaya devam ediyorlar; ancak bu kez bir alevi olarak, bu kez bir Kürt olarak, bu kez bir Dersimli olarak bu kirli siyaseti uyguluyorlar.
Artık bu durumun görülmesi ve bu yeni faşizan Kemalist yaklaşımlara karşı tüm Alevilerin, tüm Kürtlerin ve de tüm Dersimlilerin ortak cephe alması gerektiği açıktır.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
PKK resmen kuruluşunun otuz beşinci yılına giriyor. Beş yıl da öncesindeki Önderliksel doğuş süreci var. Bu boyutuyla da Kürdistan Özgürlük Mücadelesinin kırkıncı yılı yaşanıyor. PKK’nin otuz dördüncü kuruluş yıldönümü her alanda coşkuyla kutlanıyor. Kutlamalara yaşanan topyekûn direniş seferberliği damgasını vuruyor. Önderlik direniyor, halk direniyor, tutsaklar direniyor, demokratik siyaset direniyor, gerilla direniyor. “Önder Abdullah Öcalan’a Özgürlük ve Kürdistan’a Statü” direnişinin otuz beşinci parti yılında da seferberlik düzeyinde devam edeceği anlaşılıyor.
PKK’nin otuz dördüncü yıl direnişinin en ilgi çeken yönünün Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın duruşu olduğunu şimdi herkes daha iyi anlıyor. Gerektiğinde geri çekilip adeta kendini kaybettirmek, siyasal mücadelede pek sık görülen bir tarz olmuyor. Bir daha geri dönmeme riskini içinde taşıyor çünkü. Önder Abdullah Öcalan otuz dördüncü yılda işte böyle çok riskli bir siyasal mücadele tarzını uygulamış bulunuyor. Sonuçta kazananın Kürt Halk Önderi olduğunu şimdi herkes kabul ediyor. Otuz dördüncü yılın riskli mücadelesini Önder Abdullah Öcalan kazanmış bulunuyor.
PKK’nin otuz dördüncü yıl mücadelesine gerilla direnişinin damga vurmuş olduğunu herkes açıkça görüyor. Birçok çevrenin aksini düşünmesine ve “Silahlı mücadele dönemi geçti” demesine rağmen, 2012 yılındaki gerilla direnişinin PKK’yi Kürdistan ve Ortadoğu’nun en etkili siyasal aktörü haline getirdiğini şimdi herkes kabul ediyor. Tabi bu sonuç kolay ve bedelsiz elde edilmemiştir. Tüm bu özgürlükçü kazanımların yaratıcısı sayıları yüzleri bulan kahraman şehitlerdir. Kürdistan Özgürlük Hareketi ve halkı en büyük ve zorlu mücadele yıllarından birini yaşamıştır.
PKK’nin otuz dördüncü yıldönümüne damgasını vuran ise zindanlardaki özgürlük tutsaklarının yeni bir ideolojik zafer kazanan açlık grevi direnişleri ve bu direnişlerde Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın oynadığı rol olmaktadır. Şimdi herkes bu büyük sonucu ve ortaya çıkan yeni durumu tartışmakta ve anlamaya çalışmaktadır.
AKP faşizmi tarafından zindanlara doldurulmuş olan Kürt tutsakların 12 Eylül günü başlatıp atmış sekiz gün sürdürdükleri açlık grevi direnişi, kelimenin tam anlamıyla mevcut gidişata etkili bir müdahale olmuştur. Arkasına gerilla ve halk direnişinin yarattığı büyük birikimi alan son zindan direnişi, AKP faşizminin maskesini iyice düşürerek Kürt halkının özgürlük taleplerini dost-düşman herkese duyurmuştur. Son derece haklı ve meşru zeminde geliştiği için de, bir avuç faşist-soykırımcı dışında hiç kimse tarafından reddedilememiştir.
1980’den beri PKK’li tutsakların geliştirdiği üçüncü büyük zindan direniş dalgası olan bu son direniş de, önceki ikisi gibi tam bir zafer kazanmıştır. “Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın ve Kürdistan’ın Özgürlüğü için son nefese kadar direneceği” bir kez daha herkese gösterilmiştir. Kürt direnişinin temel karakteri olan bu irade ve kararlılığın ortaya konabilmesi, zindan direnişinin büyük zaferini ifade etmektedir. Bu temelde “Önder Abdullah Öcalan’ın ve Kürdistan’ın Özgürlüğü” artık garantiye bağlanmış olmaktadır. Gerisi kazanılmış ideolojik zafer temelinde gereken siyasal ve askeri başarıları elde etmek olacaktır.
Zindanlardaki açlık grevi direnişinin sona erdirilmesinde Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın oynadığı rol, herkes için çok önemli bir siyaset dersi olması yanında, Kürt halkının özgürlük iradesinin ortaya konulması bakımından da çok büyük bir anlam ifade etmiştir. Kürt halkının ondört yıldır söylediği “Barışın elçisi İmralı’da” sözünün boş olmadığı bir kez daha görülmüştür. PKK ve Önder Apo üzerine psikolojik savaş güçleri tarafından geliştirilen bütün spekülasyonlar boşa çıkmıştır. Önder Abdullah Öcalan, PKK ve halk olarak Kürt tarafının tam bir birlik ve bütünlük içinde olduğu herkese gösterilmiştir.
Artık hiç kimse Kürtlerin birliği üzerine spekülasyon yapamaz. “Kürtler ne istiyor belli değil”, “Muhatap belli değil” vesaire diyemez. Bu anlamda Kürt tarafı bir kez daha süreci netleştirmiş, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun demokratik siyasi çözümünün imkânlarını yaratmıştır. Ama bunun Türkiye tarafından ne kadar değerlendirileceği pek belli değildir. AKP yönetimi “Silahı bırakıp üçüncü ülkelere gitsinler” gibi bildik ve anlamsız sözleri tekrarlamaktan öteye gidememektedir. Hükümet dışı bir demokratik iradenin sürece el koyması gibi bir gelişmede pek ortada gözükmemektedir.
Dolaysıyla PKK’nin otuz beşinci yılının da çok yönlü ve kapsamlı bir mücadele yılı olacağı daha şimdiden anlaşılmaktadır. Bu nedenle hiç kimse yanlış hesap yapmamalıdır. Özellikle Kürtler psikolojik savaşın yalanlarına aldanmamalı, mücadeleci konumdan geriye asla düşmemelidir. Hatta topyekûn direnişi seferberlik düzeyinde yürütülen bir mücadele haline getirmeyi bilmelidir.
Otuz beşinci PKK yılı, içinde ciddi çözüm imkânları taşımakla birlikte, büyük tehlikeleri de taşımaktadır. Bu tehlike özellikle Türkiye açısından ciddidir. Suriye savaşının derinleşme ve yayılma olasılığı gittikçe güçlenmektedir. Son İsrail-Filistin çatışması bunu göstermektedir. Irak’taki gerginlik buna bağlı gelişmektedir. Eğer Suriye’ye dış müdahale olur ve savaş derinleşirse, bunun Irak, İran ve Türkiye’yi içine alan bir bölgesel savaş haline geleceği tartışmasızdır. Kuşkusuz böyle bir savaşın merkezinde de Kürdistan yer alacaktır.
Bütün bunlar ne anlama geliyor? Birincisi, savaş herkesi yakacak. İkincisi, Kürt sorunuyla herkes daha fazla oynayacak. Peki böyle bir durumda Kürt sorununu çözememiş, Kürtlerle savaşan Türkiye ne yapacak? Belliki başta yönetenler olmak üzere Türkiye’de yaşayan herkesin aklını başına toplaması lazım. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yaptığı gibi, “Sıra bize de gelecek” diye bağırmanın hiçbir faydası olmaz. Elbette değişmeyen, statükocu, diktatöryal güçlere tek tek sıra gelecek ve hepsi de devrilecek.
Durum Kürtler açısından da pek parlak değil. Kürdistan’ın Kuzey ve Batı parçasında savaş var. Güney parçasında da eli kulağında. Doğu Kürdistan zaten ince bir çizgide duruyor. Yani dört parça da savaş içinde. Hiçbir parça sorunu çözememiş ve gelecek güvencesine sahip değil. Peki bir bölgesel savaşta bu Kürt duruşu ne kadar etkili olabilir? Fazla etkili olamayacağı, hatta tehlikeleri bile bertaraf edemeyeceği açık. Bazı gelişmeler olsa da, parçalarda ve genelde “Kürt demokratik birliği” yaratılabilmiş değil. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ve PKK, Kürdistan Ulusal Kongresinin toplanması için o kadar çaba harcadı. Hepsi de işte bugünleri güçlü karşılamak içindi. Fakat başta Güney Kürdistan Yönetimi olmak üzere bazı çevreler bunu engelledi. Şimdi herkesin bunu görüp engelleri aşar konuma gelmesi gerekiyor.
Halâ zaman tamamen bitmiş değil. Kürdistan Ulusal Kongresi toplanabilir. Kürdistan için ortak bir strateji, her parçaya göre bir tutum belirlenebilir. Kürt silahlı güçlerinin tümü ortak bir komutanlıkta birleştirilebilir. Böylece yaratılan Kürt birliği, Kürtleri sürece güçlü ve etkin katılır hale getirir. Bu da her cephede başarılı olmanın önünü açar ve sonuç yaratır.
Otuz beşinci PKK yılına böyle yaklaşılırsa başarılı olunur ve tehlikeler aşılır. Yoksa tehlike büyük ve ciddidir. Tüm Kürt güçlerini bu bilinçle sürece olumlu yaklaşmaya davet ediyor, özgürlük mücadelesi şehitlerimizin anılarının otuz beşinci yılın tarihi zaferinde yaşanmasını diliyorum!..
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
26 Kasım günü saat 20.45’te Amed-Hani yolu üzerinde askeri bir konvoya yönelik gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. 3 Dağgeyiği araca yönelik gerçekleştirilen eylemde 1 dağgeyiği tipi araç imha edilmiş, eylemdeki ölü ve yaralı asker sayısı ise tespit edilememiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 25 Kasım günü saat 09.00 sularında Hakkari’nin Çukurca ilçesine bağlı Girê Karakolu ile Cigerxwin Tepesi arasında yol güvenliğini tutan işgalci TC ordusuna ait bir birliğe yönelik olarak gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 24 Kasım günü saat 16.00 sularında Batman’ın Gercüş ilçesi yakınlarında bulunan Bêgirman karakoluna ait iki kulubedeki işgalci TC ordusuna ait askerlere yönelik olarak gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen eylem sonucunda düşmanın ölü ve yaralılarının sayısı tarafımızdan netleştirilememiştir.
- Ayrıntılar
Bize en çok gerekli olan, sözüne uyma gücüdür.
Biz söze inandık, değer verdik. Maalesef, en çok bu noktada değer veriyoruz, sözler kandırıcı olmamalıydı. En büyük silahımız söz silahıydı. Onun da işleyebilmesi için, temsil ettiği anlam ne pahasına olursa olsun, yaşama geçirilmeliydi, yaşamsallaştırılmalıydı.
Sözleriyle oynayanlar, diyebilirim ki en büyük tehlikeyi teşkil edenlerdir. Biz mutlaka tutarlı olmak zorundayız. Bu halkın en çok değer verilen bir sözcüsüysem, bu sözcünün sözlerine verdiğiniz sözler temelinde uymanız demek; halka bağlı olmayı başarmak demektir. Başka hiçbir yöntemle, kendimizi kanıtlayamayız ve güçlendiremeyiz. Artık bir yalancılar toplumundan çıkabilmeliyiz. Yalanla yaşamı örülmüş, inanılmaz gaflet, kandırma, sahtekârlıkla kendini yaşatmaya çalışan bir topluluk olmaktan çıkabilmeliyiz. Bu da söze bağlılıkla, söz ve adımları, pratiği veya yaşamın, savaşımın gereklerini birleştirmekle mümkündür.
Yalancılık; sınıflaşmanın ve ona dayalı her türlü kötülüğün en etkili silahıdır. Hâlbuki bir davası olan kişinin, partinin, halkın en üst düzeyde, en basit bir hayat planı olur. Söylenen ve yapılan eğer uyumluysa başarıya gidebilir. İşte biz, burada bunun bir kez daha çelişkisini yaşıyoruz. Kaldı ki, burada kimse kimseyi bilinçli yalancılıkla suçlamıyor. Tam tersine, iyi niyet yalancılığıyla karşı karşıyasınız ve en tehlikelisi de budur. Zayıf, her zaman yalana başvurma ihtiyacı duyar. Başarıyla görevini yapamayanlar mutlaka yalan silahına sarılırlar. Bunu görüyorum. Eğer kendi içlerinde bir gücü yaşasaydılar, gerçek bir güçlenmenin imkânlarını kendilerinde yaratsaydılar, yalan silahına, gaflete, sahtekârlığa düşmez ve başvurmazlardı. Bu bir halkın kaderi olmamalıydı. Partimiz içinde bu tür yalancılığa son verebilmeliyiz.
Yalanlarla beni savunmak istiyorsanız, bu ne kadar hazin bir şey! Hepinizin ister farkında olun, ister olmayın, kendinize yapabileceğiniz en büyük kötülük olur. Siz yaşamı ne sanıyorsunuz? Bu yalanı galiba durduramayacağım. Dediğim gibi en kötüsü de, zayıflığını, güçsüzlüğünü; bu bir devrim ise, devrimin savaş sorunlarını, devrimin parti sorunlarını çözemediğini, gereklerini yerine getiremediğini, girilecek en fırsatçı, en saptırmacı, boşa çıkarıcı tarzda gösterecektir. Dolayısıyla, bunun göstergeleri olan yüzeysellik, ikiyüzlülük, bunalım ve buna benzer bireysellik, tasarrufçuluk, bencillik, bütün bunlar örgüt içindeki en abartılı yalanlar olarak karşımıza çıkıyor.
Şu anda bakıyorum PKK’nin üst düzeyinde neredeyse yüzde doksan yalanla inşa gerçekleştirilmek isteniyor. Her gün bunu yıkmaya çalışmazsan, kocaman yalanlardan ibaret bir binamız olacak ve en ufacık bir sallantıda gümbür gümbür üzerimize yıkılacak. Ne hazin bir şey!
Size güzel konuşmayı, özlü olabilmeyi, tutarlı olabilmeyi öğretemedik mi? O kadar sözler verdiniz. Bir gün bile olsa bağlı olmanın gereğini neden duymadınız? Gereklerini yerine getirerek, bir gün bile kendinizi aşarak geneli yaşamaya niye gelmediniz? Kendi bencilliğinizi bir gün inkâr etseydiniz ne olurdu? Yalancılıklarınızı, bile bile zarar veren yanlarınızı, yönlerinizi unutsaydınız ne olurdu? Bir gün, “ben değil de hepimiz” diyebilseydiniz kıyamet mi kopardı? İliklerinize kadar işlemiş bencillik ve ondan kaynaklanan her türlü kötülük!
Siz adam olmayı ne sanıyorsunuz?
Öyle yöntemler geliştiriyorsunuz ki, bunun adamlıkla ne alakası var? Güzel, etkili bir sözün ve davranışın sahibi olmak sizde hiç mümkün değil mi? Hep böyle yalan rüzgârları mı esecek? Bu beni bile artık yerinde duramaz hale getirmiş. Çok yönlü yalan rüzgârları! Büyük denge gücüm olmasaydı, her gün yerle bir olurdum. Hâlbuki biz ne güzel ve oldukça da gerçekleşebilecek planlar çizmiştik. Tavır, tarzları, tempoları ayarlamıştık ve bütün bunlarda da anlaşmıştık. Hatta adına ideolojik-siyasi birlik demiştik. Hiç umurunuzda mı? Kös kös dinleyin, bildiğinizi daha sonra okuyun; bununla iflah olmazsınız, lanetli gerçeklik asla yakanızı bırakmaz.
O görkemli dağlarda, o en temiz havalarda ve sularda özgürlük nefesi kadar değerli bir şey var mıydı? Siz bunu yok saydınız ve kendi teneffüs edilemez havanızı egemen kıldınız, yaşanmaz bir durum ortaya çıkardınız. Kaldı ki, o tek bir yaşam olanağıydı, tarihimizde belki de yüreğimizin kendini bağlayabileceği biricik ortamdı. Üzerine insanlığımızı çok yönlü gerçekleştirebileceğimiz süreçti. Tabii umurunda mı yaşamı bir sigara dumanından ibaret sayanlar için! Kendi yalanlarına kendini kaptıranlar için bütün bunların hiçbir anlamı yok!
Ne yapacağım bu yalancılara?
Burayı yalnız tartışmıyorum, ülkedeki yalancılar sürekli birbirlerini taklit ediyorlar. Bir halk adına nasıl böyle olunuyor ve davranılıyor? Hayret! İstese yapabilir, artık yapabilecek durumlar ortaya çıkarılmış, tuhaf bir durum! Sanki arkanızda hazineleriniz mi var? Eminim ki, bir Koç veya Sabancı ailesinden birini getirsek, böyle tutuculuk yapmaz, mutlaka olumlu, doğru şeyleri görür ve bir şeyleri doğru yapmak isteyecektir. Kesin bunu belirtebilirim. Ama bizimkilerin sanki her birisi Firavun kadar, Harun kadar zengindir, arkalarında hazineleri var, bırakmamak için büyük tutuculuğu, saptırmacılığı yaşıyorlar! Hayret ediyoruz! Hazinelerinin altını eşelersen, pis kokularından başka hiçbir şeyleri yok! Garip dediğim olay bu! Bir şey yok “ben bir şey değilim olamam” durumunu yaşıyorlar, oynuyorlar daha doğrusu!
Görüyorsunuz ki, kendiniz en dramatik sözleri veriyorsunuz, bu kadar tersinin ustalığını nasıl geliştiriyorsunuz? Hayır, ben demedim bana söz verin diye. Benim aklımın şaşırdığı diğer bir nokta da budur. İnsan bu kadar ikiyüzlü olabilir mi? Bu neden bu kadar gelişmiş, anlam veremiyorum. Yapamayacağınız bir sözü neden bu kadar sevdalı bir tarzda veriyorsunuz. Gittikçe kuşkulanıyorum artık. Bu büyük saldırı ve düşmanlıkla sözü artık tüketiyorsunuz. Hâlbuki her sözümüzün bir kanun biçiminde değer bulması gerekiyor. Çünkü bunlar en hayati sözler. Anladım, çok zayıfsınız, sermayeniz yok, metelik kadar değer ifade edilmiyor. Ama biz emeğe inanmıştık, emeğin yaratabileceğine de inandık ve yaratıyordu da. Siz buna saldırdınız. Kolektif emek yaratacaktı, kaybettiğimiz her şeyi bize geri verecekti, ama siz kolektif emeğe saldırdınız veya saldıranlara göz yumdunuz. Korkunç bir bencilliğe sığınıldığında, her şey onunla işlemez hale getirildiğinde; kolektif emek gitti, binlerin emeği gitti. Bir savaşta ordu gitti, bir parti ortamında yoldaşlık gitti.
Sanki sizleri kandırmışım gibi bir havada görüyorum sizleri. Sizi ben kandırmadım, sizi düşman kandırmıştı, aileleriniz kandırmıştı; dünyaya getirirken, büyütürken ve ölüme gönderirken kandırmıştı. İnceleyebilirsiniz beni, tartışabilirsiniz de. Sizlerin yüzünü gerçeklere döndürmek, yaşama getirmek istiyorum. Bunda varım, işte sonuna kadar meydan açık!
Düşmanın bir iddiası; gençliğinizi elinizden aldığıma dairdir. Provokatörler de bunu söylüyordu. Ve siz buna inanmışsınız, en kötü inançtır bu! Buna inanmasaydınız, bu kadar düşmanlık yapmazdınız. Bizim doğru çizgimize “ne kadar kopardıysam kârdır” mantığıyla bu kadar yüklenmezdiniz. Çünkü birilerine bu felsefe hakim olursa; “bu örgüt, bu Önderlik benim yaşamımı çalmış, elimden alıyor” demişse, onun yapacağı tek şey var, o da ortada. Bir değere amansız saldırmaktır, intikam almaktır ve bunu yaptınız. O kaybettiğiniz sözde yaşamınızı almak istiyorsunuz, var mı öyle bir yaşam? Yok! Kendisinden çalınan bir yaşam var mı? Yok! Ama aldatıyor, düşmanın yalanlarına kendini inandırıyor, provokatörlere ilgiyle bakıyor, “hakikaten öyle, o zaman bu örgütün, bu Önderliğin ben de canını okurum. Benim en güzel günlerimi, gençliğimi benden çaldığına göre, hatta beni çok zorladığına göre” diyor. İşte o yaptığınız bireyciliğin doğru tanımı budur. Siz intikam alıyorsunuz. Ama bu yanlış! İddia ve ispat ediyorum ki, yaşamınızı çalan ben değilim.
PKK’de yoğunlaşma; varsa bir yaşam gücünüz, gençliğiniz, onun çalınması değildir! Bu büyük bir yanılgı! Çalan başka yerde, kandıran başka yerde! Biz tersini yapıyoruz; çalınanı size vermenin yollarını, yöntemlerini veriyoruz. Örgüt bunun içindir, bu çok öfkelendiğiniz, kendinize tezat teşkil ettirdiğiniz örgüt sizden çalınan her şeyinizi, hatta gençliğinizi de iade etmek içindir. Yaşamaya değer gençliğin öğreticisiydi, onun örgütüydü, onun savaşçısıydı, ordusuydu.
Ben iddia ediyorum, size böyle intikam alacağınıza gelin benimle tartışın diyorum. Gerçekten ayıp değildir tartışmak. İkna olmadıysanız, en azından uzak durun. Çok iyi biliyorsunuz, zorla köleleştirmek bizde yoktur. İsteyen istediği gibi kaçabiliyor da. Bu düşman yönlendirmesi ne kadar etkili olabiliyor. Bin defa tekrarlıyorum, sizi bağlayamıyorum; düşman uzaktan kumandayla mesaj yolluyor, harfiyen alıyorsunuz ve uyguluyorsunuz, hem de dolaylı bir biçimde.
En önemlisi de, oynanan bir diğer oyun “ben adam olamam” oyunudur. “Zorla mı yaptıracaksınız, ben böyleyim” diyor. Neymiş böyle olmak; en silik, en iddiasız, en örgütsüz, en güdülerine, en hafifliklerine, en fakirliğine, en hiçtenliğine, artık yaşıyor mu yaşamıyor mu belli değil. Buna oynayan kişiliğe müdahale ediyorum, kıyamet koparılıyor. İddia ediyorum ki, bu kişiliğin savunulacak bir yanı yok. Her şeyi ile çürük, fakir, her şeyi ile zavallı, elle tutulur bir yanı yok. Burada ortaya çıkan diğer bir iddianız; “sen bu kişiliği diriltemezsin, bu kişilik yan gelmiş, yan gider, battı balık yan gider” demektir. Bu çok kötü bir iddia! En yüzeysel, en gayri ciddi yaklaşımdır bu! Bizim yapabileceğimiz en büyük iyilik, hızla bu laubali, yalan kişiliği aşabilmektir.
Düşmanın özel savaş politikası; ortamı böyle kişiliklerle doldurmaktır. Bütün toplumumuzu etkiliyor, bütün toplumsal süreçlerimizi bu tip insanlar üreterek dolduruyor, boşa çıkarıyor. “Sınıf savaşı, kişilik savaşı” diyorsunuz, bunun en doğru ifadesi bizim tarzımızda dile gelir. Biz bu ülke insanları için değerli yaşam imkânları ortaya çıkarmak için ne kadar nefes nefese çalıştık. İnanılmazı, mucizeyi başardık ve birileri buna yükleniyor, bas bas bağırıyor; “bu bize yakışmaz, bize yakışan sidik yarışıdır”. Bu çok kötü bir yarışçılık!
Ben hep hayalimden geçirdim; etkili bir yön veren olmak, etkili bir başaran olmak, düşmanı görüp değerlendiren olabilmek, etkili bir güzel yaşam parçasını yaratabilen olmak istedim ve her şeyi buna göre ayarladık. Tam da bu noktaya vuruluyor. Şeytanın bile bu kadar başarılı olacağını sanmıyorum. Biz de ortaya çıkanlar, adı geçen şeytanlara taş çıkartacak cinstendirler. Nasıl gelişmişler hayret ediyorum! Hz. Muhammet’in bu yönlü kabiliyetine de hayranım. Şeytan dediği, o devrim sürecinde herhalde çok zorlandığı için, bu tür soyluluğu boşa çıkarmak isteyen her şeye şeytan demiş ve yerinde bir deyim! Bu anlamda çok yakınız birbirimize.
Biz, partiyi suçlardan kurtulmak için inşa etmek istiyoruz.
Parti; suç ortamının, suç toplumunun aşılmasıdır.
Ama tersine dayatılan, “bu toplumdan da daha suçlu olacaktır” yaklaşımıdır. Yaklaşımlarınız bunu çarpıcı bir biçimde ortaya koymuştur. Bu kötü bir şey! Lanetli olmaya bu kadar gönüllü olmak en tehlikelisi oluyor. Bütün kutsal planlarımız böylece alt-üst edilmiş oluyor. O kadar çaresizleri oynuyorsunuz ki, bu daha da bitirici! Bu halk adına bir tane akıllı ve yerinde adımlar atanı göremiyoruz. Sizin için önemli olan; en iddiasız, en eften-püften günleri doldurmaktır. İnanmışsınız artık, “yaşamınız üzerinde parti oynuyor” diye düşünüyorsunuz. Bu düşman iddiası! Size söylüyorum; bakın halkınıza, ailelerinize, metelik kadar değeri var mı? Bakın ülkenize, nefes alınacak bir ortamı var mı? Neden gerçeklere gözünüzü kapatıyorsunuz?
Düşmanın etkili olacağını düşünüyordum da, bu kadar etkili olacağını düşünmüyordum. En büyük gücü cephede değil, teknikte değil, sayıda değil; bu zihniyette, bu yaklaşımda en büyük düşmanı yaşıyorsunuz. İçinize, beyninize, ruhunuza öyle işlemiş ki, artık hiçbir hekim çare olamıyor. Bunu kanıtlamak istiyorlar “sen de bir hiçsin, asla bizim üzerimizde etkili olamazsın, biz örgüte gelemeyiz, birliğe gelemeyiz, ancak birbirimizi boşa çıkartırız, bunun en iddialı gücüyüz veya elimizden gelen en gelişkin savaş budur” diyorlar. Bravo! Ne kadar başarılısınız! En hazin olanı, bu topraklara metelik kadar değer vermeyen kişiliğin, sanki bu halkı beş para etmez, hiç yüzüne bakılmaması gereken anlamsız bir yığınmış gibi veya yığın da değil, bir hiçmiş gibi yaklaşması, bunun yerine kendi bencilliğini göstermesidir. Ben bunun bütünüyle yalan olduğunu ispatladım. Onu abartarak, onu derinleştirerek, tam bir hastalık haline getirerek yaşam gerçeği olunabilecekmiş gibi sunmanın, en büyük hilekârlık olduğunu gösterdim.
Soru soruyorum; yaşamak mümkün değil mi?
Bazı doğru sözler temelinde, bağlı kalabileceğiniz bir kaç sözünüz olmaz mı? Evrene savurduğum sözleri toplarsak, belki dünya kadar eder. Halen de anlamıyorlar. Bravo düşmana diyorum! Bayağı etkiliymiş, bayağı başarmış! Bunun için zaten beni tek sayıyor. Kendi malları iyi tanıyor. Çok çarpıcıdır! Kimin düşmanı diyeceğim, acaba düşmanı tanıyor musunuz?
Düşman ben miyim, adına şimdi TC diyoruz veya onun tarihi uzantıları mıdır; bunun da adını doğru kavramamız gerekir. Bu kadar düşmanını unutup düşmanca savaş haline getirmek, sanıyorum karşıdaki düşman adına olmak demektir. Artık ben de kendimi yanıltmamak zorundayım. Bu kadar örgütü işlemez duruma getiren, bu kadar düşmanla savaşacak orduyu işlemez duruma getiren, düşmana çalışıyor demektir. Benim bu kadar söz gücümü kıran demek; çok etkili bir biçimde bana karşı düşmanlık yapıyor demektir. Artık bazı gerçeklerin adını doğru koymamız gerekiyor; sınıf savaşı, bireysel iktidar savaşı, yalan savaşı, adını ne koyarsanız koyun; gerçekten benim bir düşmanım var, ben de düşmanımın düşmanıyım ve orta yerde durma olmaz.
Savaşta çok kızgın iki saf vardır, kim ki üçüncü taraftan, orta yolcu saflardan bahsediyorsa, bu kesinlikle sahtekârdır, yalancıdır! Çünkü savaş çok kızgın, bunu benim ispatlamama gerek yok. Karşımızda bazı örgütler vardı eskiden, onlar bile devreden çıktı, ne adı kaldı, ne sanı. Kim bu orta yolculuktan artık bahsedebilir? Hangi orta yolcu kişilik, hangi orta yolcu cephe? Bunu konuşan, orta yolculuk adına anlaşmış, uzlaşmıştır. Kime karşı? Tek bir düşman sözcüğüne yer yok; bizim partimizin anladığı anlamda merkezileşmeye, birlik oluşumuna, savaş taktiklerimize, yoldaşlık anlayışımıza, yaşam tarzımıza karşı bu konuşturuluyor. Bunun adı en tehlikeli iç düşmanlıktır!
“Zemini varmış, bütün yapı zemin olmuş” diyorlar. Yapının bilinen toplumsal özellikleri, düzenin tamamen fethettiği bu kişiler, elbette ki bu blokla uzlaşacaklar. Zaten gücünü bu anlamda daha ötede düşmandan, daha yakında dolaylı olarak sizin teşkil ettiğiniz zeminden alıyorlar. Halk adına etkili bir ses olsaydı, her yönde tek bir kişi bile olsaydı, mümkün müydü bu uzlaşma, mümkün müydü bu bloğun oluşması? Ama yok maalesef!
Yaptırılmak istenen; “terk et bu meydanı, parti ortada yok, ey baş belası!” diyorsunuz bana. “Ne uydurmuşsun, gençliğimizi, yaşam umutlarımızı yerle bir ediyorsun, defol git!” diyorsunuz bana, bunu söylüyorsunuz. Yüzlerinize baktığımda çıkan sonuç bu. Bu kadar sözüne anlam vermeyenin, değer vermeyenin, kanıtlamak istediği, “sen kim oluyorsun, sen kaç para edersin” demesidir. Orduya gelmeyişinizin, partileşmeye bu kadar karşı duruşunuzun biricik anlamı budur. Ben kişiliklerle fazla savaşmak istemem. Benim savaşımım uzun süre kendimleydi. İdeolojik savaşıyorum, orada çözüme giderim. Bazı çok temel kavramlar üzerinde savaşırım. Hele Kürt tarzı söz konusu olduğunda, o asla içinden çıkılamaz savaşına bir saniyemi vermem.
Çok çarpıcı anlatmıştım: Aile bana tek hedef olarak, “büyü de bizim düşman var, karşı koyacaksın, baş edeceksin” dediğinde, buna karşı koymaktı. Daha sonra bizi “namussuzluk”la da suçladılar. Size söylüyorum; dünyaya gözümü açtığımdan beri hiç yapamayacağımı anladım, bana dayatılan bu savaşıma çocuk halimle “yapamam” dedim. Başka şeylerle uğraştım ondan sonra, halen bunu sürdürüyorum.
Sizin dayattığınız savaşı ben kabul edemem, metelik kadar değer veremem. Nenem, anam, babam yıllarca kuşkulu gözlerle bana baktılar, “bunun namus anlayışından, kişiliğinden kuşku duymak gerekir” dediler. Siz de aynı durumdasınız, sizin savaşımınıza ortak olmayacağım. Sizi o zavallılığınızla, o köhne kötürümlüğünüzle baş başa bırakacağım. Beni bu pis kavganıza bulaştıramazsınız. Büyük tecrübem var bu konuda. Kardeş katili, halkın mutlaka birbirini büyütmesi, birleşerek büyütmesi gerekenlerin katilisiniz. Çok yanlış! Bir savaş tarzının ve ondan kaynaklanan her tür entrikacılığın, komploculuğun ustasısınız. Ben buna gelmem.
Ben en erken yaşlarda, en tehlikeli düşman diye bana dayatılan ailenin çocuğunu kendime en yakın yoldaş seçtim. O yaşlarda çocuk sezgim veya çocuk halim bunun daha doğru olduğunu söyletti. Kalkmışlar, aradan kırk yıl geçmiş, bana bu köhne savaşı dayatacaklar, alet edecekler! Kimin karşısındasınız? Tanrılarınız yok, imanınız çoktan kurumuş, ne söylesem yine bildiğinizi okuyacaksınız ama ben de gerçekleri böyle haykırmak zorundayım.
“Ailecilik” diyorsunuz; biz aileciliği de en erken yaşlarda bu temelde çözmedik mi, en büyük savaşı vermedik mi? Öyle bildiğiniz gibi de savaşmadım, onların tarzına tenezzül etmedim. Kendi büyüklüğümü daha o yaşlarda ortaya koydum ve kim tanıyorsa, daha o dönemden beri benim oldukça değerli bir sempatizanımdır, yetmiş yaşındakiler bile öyledir. Bu nettir, gidin görün!
Hiç tahmin etmezdim! Yirmi beş yıl geçtikten sonra bu çizgide, -işte 18. yılını da resmen dolduruyoruz- bu kadar etkili bir biçimde dayatılacağını düşünmezdim. Açık söyleyeyim; ben bu oyuna gelmem! “Sen çok şeyimizi aldın” diyeceksiniz. Şehitler son nefeslerini bizim için verdiklerini söylediler. Siz yaşıyorsunuz, gün gün hesaplayın, bazılarınıza vereyim. Yaşıyorsunuz, daha çaptan düşmemişsiniz. Varsa bazı özlemleriniz, kesinlikle tatmin edebilirsiniz. Borç listesini hazırlayın benim için. Kalkacaksınız, “yok öyle şeyler” diyeceksiniz. Hayır! Siz kesinlikle bir şeyler istiyorsunuz. Yanlış anlamayın, kuruş kuruş borç isteyecek halimiz yok. O anlamda ciddi bir çalışmanız da yok. Başka anlamlarda, size göre anlayışlarınız varsa, size göre bazı özlemleriniz varsa, onlara fırsat verilmediği için bizi kendinize borçlu sayıyorsunuz ve yöneliyorsunuz.
Kimi ağa gibi yaşamak istemiş, ama meteliği yok, “senin bana ağalık borcun var, ben tam ağa olmak istiyordum aslında, sen bunu önledin, bir ağa için çok imkân, çok değer gerekir, hepsini sen engelledin ve bana bunu vereceksin” diyor. Kimisi “sen küçük-burjuvanın hakkını yedin, hayalleri vardı, rüyaları vardı, onu yaşamak istiyordu, bunlar da çok değerliydi. Sen bunları da engelledin, şimdi sen onların borcunu vereceksin” diyor. Kimisi de köle, hem avare, hem de hamal gibi çalışmış, “şimdi onun karşılığını vereceksin” diyor. Gözleriniz o kadar açılmış ki, hayretler içerisindeyim!
Sözde ben hepinize oyun oynamışım! Siz benim oyunumu bozmak istiyorsunuz. Bunu raporlarda açık dile getiriyorlar; “yönetimdekiler özellikle gözlerimizi açtı, ama başvurduğumuz tek mücadele, Önderlikten hesap sorma oldu, birbirimizden ve daha sonra da halktan” diyorlar. Böyle devam ediyor. Güzel öğrenmişsiniz, fakat doğru değil, bunları yanlış öğrenmişsiniz! İddia ve ispat ediyorum ki; bu hayalleriniz koca bir yalandan ibarettir! Ağalığınızla, küçük-burjuvalığınızla, hamallığınızla metelik kadar üretici bir değere sahip değilsiniz. Sadece iddiası var, o kadar!
Çok daha genel bir iddianız, dolayısıyla bizi borçlu görmeniz şu noktada; “sen ne karışıyordun, bizim kendimize göre bir yaşamımız var, sigara dumanı kadar hafif de olsa, bu yaşamımızdı, sen bunu engelledin” diyorlar. Bu çok genel bir talep! Bir yerde ABD’nin, dünya çapında sosyalizme karşı yürüttüğü insan hakları teorisini, en dar, Amerika’dan bile çok daha geri bir biçimde parti içinde yürütüyorsunuz. Başka yerlerde insan hakları gerçekten çiğneniyor, bunun anlaşılır yanları var. Fakat bizim içimizde insan hakları dediğiniz; hiçbir değeri, niteliği olmayan, avare, tamamen iflas etmiş, hiçbir üretici değeri olmayan, boş saatlerin her birisi sanki yüz dolar değerliymiş gibi üst üste koyuyorsunuz. Bazıları “yirmi yıl geçmiş”, bazıları “on yıl geçmiş” diyor. “Say günleri, say saatleri ve hepsini çarp yüz dolarla, bu kadar bilançoyu öde” diyorsunuz. Yaklaşımlarınızın özünde bu var. Yoksa bu kadar öfkeyi, bu kadar inatlaşmayı niye gösteriyorsunuz? Demek ki alacağınız var, onu ödemediğim için!
Malımız nedir? Partimizdir! Varlığımız-canımız nedir? Partide gizlidir! Buna saldırıyorsunuz, bu çok net! “Ya bize borcunu verirsin, ya da parçalarız, parçalara böler yaşarız” diyorsunuz. Bu da doğru değil! Ben de iddia ve ispat ediyorum ki; sizin bütün bu günlerinizi, saatleri üst üste koyalım, bir on kere daha çarpalım, karşımıza çıkacak olan kocaman eksili bir rakamdır. Yani sıfırdan da öteye, bir iflastır! Dene kendini, git düşman kapısında çalıştır! Bazılarınız yaşıyor! Hem de düşman için en gerekli hizmeti yapsın, karşılığında bulacağı yaşamı ölçsün! Artık bunu görün ve ne iseniz öyle olun. Cimri hesabı mı bu, yüz yıllardan beri kalmış tenekeden ibaret bazı sermayeler mi var, onları artık altın diye bize yutturmayın. Böyle bir hazineniz yok!
Emek hareketi başlangıçtaki iddiası şuydu; ideolojik, siyasi, manevi, moral, estetik bakımından yoksunuz, fakat birleşirsek, doğru esaslar temelinde çalışırsak kazanabiliriz. İddia buydu, programın da ilk maddesi budur. Onun felsefesinin de ilk maddesi budur ve herkes böyle başladı işe. Bu PKK’yi başka nasıl tanımlayabilirsiniz? İlk öncülerini düşünün; Hakiler nasıl çalıştı, Kemaller, Agitler çeşitli aşamalarda nasıl emek kattılar. En son bu kahramanlık şehitleri nasıl çalıştılar? Karşılık istediler mi? Tam tersine, hepsi partiye borçlu hissetmediler mi kendilerini?
Siz Hayri’den daha mı yücesiniz?
Onun bütün ahı, mezara borçlu gittiği için değil midir? Sizin gibi hiç birisi özlemini, ihtirasını dayattı mı? Hiç birisi örgüte başkaldırdı mı? Kolektivizmi işlemezsizliğe tabi tuttu mu? Hiç birisi yoldaşlarını zorladı mı? Hiç birisi en ufak hak talebinde bulundu mu? Tam tersine, veremedikleri için üzülmediler mi? Kendilerini yakmadılar mı, kendilerini bir kuru kemik parçasına döndürmediler mi? Hücrelerine kadar kendilerini havaya savurmadılar mı? Eğer “doğru” diyorsanız, o zaman üzerinize düşen görev nedir?
Onların yaşamından öğreneceğiniz bir kaç kelime varsa, o da örgüt, yoldaşlık, amaca bağlılıktır. Bu kadar vahşice öldürüldüler. Onların anısına bir intikam gerekmez mi? Hem de nefes nefese, başka sonuç çıkarılabilir mi? Haydi bunlar sizin için fazla anlamlı değil diyelim. Yaşam çok çekici, kendinizi yaşamak istiyorsunuz, buna da hakkınız var. Bir kuş bile yuva yaparken, yılanın kolay ulaşamayacağı yerde yapar diyoruz veya herhangi bir yaratık kendi cinsini yok edecek bir ortamdan uzaklaşıp biraz varlığını sürecek ortamı arar. Bunlar doğada ilk göze çarpan, hiç de araştırma, incelemeye gerek duyulmadan fark edeceğiniz hususlar değil mi? Yaşamak için yılanlardan uzak durmak gerekmez mi? Yılan yanı başındayken, alacağın ilk tedbir ona bir taş fırlatmak değil midir? Yaşamın ABC’si bunu söyletmiyor mu?
Eğer biz kendimiz için değil, bir halk için, yalnız kendimizle, kendimize dayanarak savaşmak istemiyorsak, en az beş on kişiyle, bir bölükle savaşmak zorunda değil miyiz? Nerede görülmüş tek kişinin savaştığı? Halk savaşında nerede görülmüş? Halkı yadsıyan savaş başarısı nerede görülmüş? En fedai yoldaşlarını bile bir tarafta bırakanın savaşçılığına inanılır mı? En birleşmesi gerekenleri bir tarafa itip “ben bölük komutanıyım” diyene kim inanabilir? Yaşamak için düşmanı görmek gerekir ve onunla savaşacak araca sahip olmak gerekir. Bunun dışında hiçbir yerde yaşam yöntemi tespit edilememiştir. Beni kandıramazsınız! Söylediğiniz her şey sadece yalanı geliştirmektir. Düşmanın da yaptığı, toplumumuzu propaganda ile muazzam bir yalana boğmaktır.
Yaşamınıza değer veriyoruz, onun imkânlarını iğne ucuyla kazıyarak önünüze sunduk. Siz ise gözü dönmüşlükle -bu konuda bazı özlemleri ağır basanlar için söylüyorum- yüklendiniz. Ben şunu da iddia ettim ki; yaşam umudu görkemlidir, mutlaka yaşayacağız, hem de özgür ve soyluca. Ama kesinlikle onun etle tırnak gibi, hele günümüzde şiddetli bir savaş bağı ile bağlantısı vardır. Onun örgüt bağıyla bağlantısı vardır. Onun inanılmaz bir duygusallıkla, dikkatle, saati değerlendirmekle bağlantısı vardır. Burada ne sizi yerle bir etmek için hitap geliştiriyorum, ne de size yalvarmak için. Burada sizi bir kez daha ciddiyete, tutarlılığa, anlayışa, söze saygılı olmaya çağırıyorum. Beğenmiyorsanız, çekip gideceksiniz. Komploysa birbirinize karşı değil, bana açıkça göstermeye; partiye değil, halka değil, kıza değil, zavallı veya size çok umut bağlamış savaşçıya değil, bana yapacaksınız. Bir ilginiz, bir saygınız veya bir öfkeniz, bir nefesiniz varsa, önce benimle geleceksiniz. Çünkü bu esastır, bunsuz yaşam yürümez. Bunsuz toplumsallıkla, onun siyasal, ulusal ifadesinde bir milim dahi öteye gidilemez.
Kırk yıldır çalışıyorum ve bu halk için inanılmaz bağışları, inanılmaz fedakârlıkları yapıyorum. Hiçbir zaman benim kör nefsim için bu kadarını ayırayım demiyorum. Hepsi sırtımda büyük bir yük, bu halk değerleri bu halkın kendisine tam bırakılsa da, ben kurtulayım diyorum. Gidip tarlada çalışsam da, bu bireysel emeğimle biraz daha kendimi rahat yaşamayı dört gözle bekliyorum. İçtiğim bir tas su, bir pilavı, tarlada çalıştığım dönemleri hatırlıyorum; iş dediğinin hiçbir tadı yok ve kaldı ki ağır bir yük. Çarçur olduğunda koruyamadığım için canım çıkıyor, gerçek budur. Çıkmışlar, “nasıl ele geçirebiliriz?” diyorlar. Ne ele geçirmesi? Size söylüyorum, ağır bir yük! Bu halkın oğul ve kızları sadece başarılı bir savaşçılık istiyorlar. Onu verebilirsen, başında yer alabilirsin. Onu veremezsen, elini bile uzatamazsın, bakamazsın bile. Ancak bu temelde herkes herkese yaklaşım gösterebilir. Aksi halde affedilmez bir suç olur!
Bu suç kişiliğini artık aşacaksınız!
Bütün suçlarınızı benim adıma yapamazsınız. Ben bu kadar suç sorumlusu olamam. Dayanılmaz bir yük haline geliyor, çıldıracağım. Bu kadar suçu nasıl taşıyabilirim. Hepiniz suçlarınızı biriktirin Önderlik adına; Allah bile olsa dayanamaz ve affedici olamaz. En basit bir emekçi insan, sadece insanların birlikte temiz çalışmasından güç alan yaratıcı bir insanım veya böyle emek sahibi olarak yaşamayı oldum olası ilke edinmiş birisiyim. İlk günden günümüze kadar değil suç, en ufak bir çirkinliği kabul etmeyen birisiyim. Nasıl bu kadar çirkinliği bana yığabilirsiniz? Kabul etmiyorum! Bu kadar sağır mısınız veya neden bu kadar saldırgan oluyorsunuz? Kimse sizi zorla yanıma getiriyor mu, ben sizi kandırdım mı? Benim en çok peşinden koştuğum anlayış birliği değil midir, ortak çalışma değil midir, güzel çalışma değil midir? Bunun dışında benim bir ilkem var mı?
Evet, söz tutarlı değil midir? Niye beni tanınmaz hale getiriyorsunuz? Ya çok överek, ya çok dolaylı yerle bir ederek yapıyorsunuz bunu. En basit anlaşılması gereken, doğrulara en yakın insan değil miyim? Öyle değilsem, niye karşıma çıkıp beni sert ithamlarla açığa çıkarmıyorsunuz? Niye bu kadar dolaylı yollarla ben başka türlüymüşüm gibi yaklaşımlar peşindesiniz? İçiniz niye bu kadar rahat değil? Ortada varsa bir rahatsızlığınız, haykırın. Bir fiske bile dokundurduysam, açık duruşma yapalım, açık mahkeme, halk huzurunda yapalım. Korkmayın! Göreceksiniz, hiç böyle durum yok!
Biraz güç birikmiş, onun üzerine tehlikeli hesaplar ve bu hesapları için inanılmaz sözler, davranış türleri geliştirin, bunu bir dolambaçlı yollarla dayatın; kırk yılda uğraşsanız hesabınız başınıza dökülür, altından bile kalkamazsınız. Onun için bir an önce vazgeçin! Her şey sizi yoldaş olmaya zorluyor. Başka hiçbir kaçacak yer yok! İhtiraslarınız ne kadar büyük, iddialarınız, ben merkeziyetçiliğiniz, firavunluğunuz bile olsa, artık o noktadan sonra her şey sizi yoldaşlığa zorluyor. Kararınızı açık, dürüst ve uygulanabilir esaslar dahilinde vereceksiniz. Hiç endişelenmeyin, bizim sorgulamamızda, mahkememizde insanı aşağılayacak tek bir kelime yoktur, ama kandırmaya da yer yoktur!
Neye varsanız, o kadar olun!
Neye olmazsanız onu da açık söyleyin!
Unutmayın ki; burada çözümlenen, yargılanan, sonuca giden bireyin şahsında yeni toplum, ulus esaslarımız kadar, siyasetin, hukukun, hatta ekonominin temelleridir. En önemlisi de anı anına yaşadığınız savaşımın gereklerine bir an önce ulaşmadır, gereklerini yerine getirmedir. Hiç kimse kendiyle sınırlamasın bazı iddiaları ve cevapları. Genel konuşulduğu artık anlaşılmalıdır. Hesaplar halk adına alınmalı, halk adına verilmeli ve onun somut iradeli birliği olarak parti adına olmalıdır.
…
Bu sorgulama süreci, PKK tarihinde 18. yıl gerçeği göz önüne getirildiğinde, büyük çözümsel bir güç haline geliyor. Eğer sonuçlarına bütün partililer dikkat ederse, başta sorgulamayı şu veya bu yönden ister karşınızda, ister başka alanlarda olsun, dürüstçe ve derince yaşarlarsa, bir arkadaşımız şahsında çok iyi dile getirildiği gibi, çoktan ölümcül olan noktaların müthiş bir yaşamsal güce kavuşma anlamına geliyor. Kördüğümlerin İskender kılıcıyla çözülmesi anlamına geliyor. Küçümsemeyelim bu değerlendirmeleri, sonuçlarına titiz bağlı kalınırsa, düşman bu silahla bize ne kadar kaybettirdiyse, biz bunu tersine doğrulttuğumuz için büyük kazanacağız. Onun için yüksek değer biçiyorum ve sonuçları da kesin büyük gelişmelerle, başarılarla dolu geçecektir.
Reber APO
24 Kasım 1996
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
22 Kasım günü saat 20.30 sularında Amed-Bingöl yolu üzerinde bulunan Fis köyü yakınlarında işgalci TC ordusu askerleriyle gerillalarımız arasında bir çatışma yaşanmıştır.
- Ayrıntılar