Basına ve Kamuoyuna!
1. 17 Kasım günü saat 22.00 sularında Medya Savunma Alanlarına bağlı Garê’nin Kanî Kontra ile Ergene köyüne yönelik olarak işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları tarafından hava saldırısı gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen eylem sonucunda köylülere ait bağ ve bahçeler zarar görmüştür.
- Ayrıntılar
Birçok insane Kemal Kılıçdaroğlu’nun neden bir türlü CHP’nin Dersim’de yaptığını alenen, açıkça Kabul etmiyerek Dersim halkından özür dilemediğine şaşıyor. Üstelik Kemal Kılıçdaroğlu Dersimli olan biridir. Yine neden Dersimlilere bu kadar çektiren bir CHP varken neden halen CHP’’den Dersim el etek çekmez diye de soruyorlar. Ve doğrusu bu her iki konu ve başka konularda da hayretle ve belki de esefle bakıyorlar.
Hayretle bakmalarına gerek yoktur, esefle karşılamlarını da gerek yoktur. Kılıçdaroğlu, Kamber Genç, Bürkay, Veziroğlu gibilerine aşılanan başka bir virus vardır. Kışla kültürünün imbiğinde geçen bu kişiler özü itibariyle yeniçeri ocaklarında yetişenler misali Mangurtlaşmış kişiliklerdir. Mangurtlaşmayı tc devleti en çokta da Dersim’de üzerinde durarak başarmayı esas almıştır.
Sözü uzatmadan, bugünlerde çokça Dersim tartışılıyor. 1985 yılında Kürt Halk Önderliğinin yayınlanan Kürdsistan’da Kışla Kültürü ve Darağaçları adlı eserden bir parçayı olduğu gibi buraya alıyoruz.
“Kapitalist sosyoekonomik şekillenme ile birlikte, artık kapitalizmi de arkasına alan Türk egemen sınıflarının Kürdistan üzerinde yeni işgal ve istila dönemi başlar. Bu kez, o yüzyılların feodal egemenlik aygıtım da kendisi için temel alan, dışarıda emperyalizmle kader birliği yaparak onunla aynı sistem içinde yer almayı daha başlangıçta benimseyen ve son derece yoksul maddi temeline rağmen, görülmemiş türden baskıcı yöntemlere dayanarak iktidarım sürdürmeyi kafasına koyan Türk burjuvazisinin egemenlik dönemi gündeme gelir. İttihat ve Terakkicilik ile onun en aşın biçimi olan Kemalizm, halkların yeni boğazlayıcıları olarak ortaya çıkarlar. Ermeni, Rum, vb. halklar üzerinde en vahşi soykırımları geliştirmekten çekinmezler. Birçok halkın ortadan kaldırılması yetmiyormuş gibi, Kürdistan üzerinde de görülmemiş türünden bir işgaller ve istilalar dönemi böylece başlatılır. Kürdistan yeni baştan işgal edilir, Kürt halkı yeniden sürgüne tabi tutulur. Bu kez de bütün bunlar genç TC adına yapılır. Yüzyıllardan beri dikilen darağaçları yetmiyormuş gibi, TC yenilerim diktirir. Cumhuriyetin kuruluşunun daha ilk yıllarında, Palu-Genç-Hani isyanı bahane edilerek korkunç katliamlar geliştirilir. Diyarbakır'da kırkı aşkın darağacı kurulur; ak saçlı, ak sakallı yetmişlik ihtiyarlar ipe tespih taneleri dizilir gibi, darağaçlarına çekilir. TC'nin ve ona temel teşkil eden Türk burjuvazisinin o korkunç gözü doymazlığı ve dizginsiz terörü, genç-ihtiyar, kadın-çocuk ayrımı yapmaksızın bir halkın üzerinde en vahşi bir biçimde estirilir. Yüzyılların o önü alınamaz şovenist ve yayılmacı kürekten Kürdistan'da korkunç bir yıkıma neden olur. Tek tek her köy ve her kent yüzbinlerin toplu imhası üzerinde geliştirilen TC uygarlığı ile tanışır. Kürdistan'da TC'nin temsilcileri jandarma, vergi memuru, zalim validir. Artık bu üçlü el ele vererek halkımızı tam bir cendereye alırlar.
1930'ların ortalarına doğru gelindiğinde, Türk burjuvazisi Dersim hariç tüm Kuzey-Batı Kürdistan üzerinde askeri işgalini tamamlamış, siyasal egemenliğim pekiştirmeye başlamıştır. Kürdistan'da hala ayakta duran tek direniş noktası olarak varlığını sürdüren Dersim, TC için "korkunç bir çıban"dır. 1936'da parlamentonun açılışı sırasında verdiği uzun bir söylevde, Mustafa Kemal bu durumu açıkça dile getirir: "içişlerimizde en önemli bir safha varsa o da Dersim sorunudur. İçte bulunan iş bu yarayı, bu korkunç çıbanı ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun, yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için, hükümete tam ve geniş yetkiler verilmelidir" der. Artık sıra Dersim'e gelmiştir. Dersim'in katledilmesine ilişkin yasa tasarısı Mecliste ittifaka yakın bir çoğunlukla kabul edilir. .
Dersim, yüzyıllardan ve hatta binlerce yıldan bu yana Kürt halkının en eski, aşiret ve kabile toplulukları biçiminde özgür olarak yaşadığı ve hiç bir zaman teslim alınamamış olan bir alandır. Hiç bir istilacı gücün elinin ulaşamadığı bu alanda sürekli bağımsız ve özgür yaşamış kabile ve aşiret toplulukları ile emperyalizmin tüm baskı ve sömürü yöntemlerini özümsemiş olan ve o büyük imparatorluğu kaybetmenin öfkesi, içinde tir tir titreyen genç Türk burjuvazisi, 1930'ların sonlarında karşı karşıya gelirler. Bir yanda bağımsızlığı kabile ve aşiret bağımsızlığından öteye tanımamış, görmemiş olan Dersim kabile ve aşiretlerinin temsilcisi yetmişlik Seyit Rıza, öte yanda Türk burjuvazisinin azgın temsilcisi Mustafa Kemal; Birisi çağın çok gerisinde kalmış, ama hep özgür yaşamış bir aşiret önderi; öteki, emperyalizm çağının içinde, tüm derslerini ondan almış despot bir imparatorluğun temsilcisi... Ve savaş acımasızdır; tarafların konumlarıyla, ideolojileri ve politikalarıyla, askeri güçleriyle son derece dengesizdir. Savaşı sonuçta TC kazanır ve Dersim katledilir; hem de tarihte eşine ender rastlanır cinsten bir katliamdan geçirilir. Her köşesinde bir soy tüketimi, bir soykırımı geliştirilir. Dersim artık Dersim'likten, Kürdistan'ın "Gümüş Kapı"sı olmaktan çıkarılır. Kendisini kıran elin tunç kadar ağır olduğunu unutturmamak için de yeni adı; Tunç Eli konur. Muazzam bir güç dengesizliği ve sahipsizlik ortamında kendine özgü koşulları bulmuş olan kemalist faşist diktatörlük, genelde Kürdistan'ı olduğu gibi özelde Dersim'i kuşatır. Ordularıyla dört bir yandan çevirerek dağ dağ, köy köy kapana kıstırır, insanlarım teslim alır. "Sel Harekatı" adına uygun olarak korkunç katliamlara girişir. Derin vadileri, Munzur'un yataklarını ve mağaraları sayısız insan cesetleriyle doldurur. Sağ olarak ele geçirdiği insanlardan bir çoğunu idam sehpasına çıkarır. İnsanlar kendilerini uçurumlardan ölümün kucağına atmayı bir kurtuluş yolu olarak görürler, Kemalizm canavarından kurtuluşu böyle anlarlar. Ve Kemalizm burada böyle başarıya ulaşır.
Bu yörenin bir yerinde bir şehir merkezi, bir vilayet kurulur. Dersim Mıntıkası Genel Valisi ve Kumandanı olan Türk generali Apdullah Alpdoğan, "burası Kalan’dır. Kalan Türklerin yeridir" der. Munzur suyu ile Pülümür çayının kesiştikleri noktada bulunan Memeki köyünü kastederek, "Burayı vilayet yapıyoruz" diye açıklar. Böylelikle küçücük Memeki köyü emir ile vilayet olur. Burada iki kışla kurulur ve bu kışlalarda Dersim katliamı geliştirilir. Kışlaların etrafında yeni yeni binalar yaptırılır ve bir sömürge kolonisi oluşturulur. Savcıları ve yargıçlarıyla. polis merkezleri ve jandarma karakollarıyla sömürgeci koloninin bir merkezi yaratılır. Hemen bunun ardından okullar inşa edilir, katliamlar esnasında analarını ve babalarını kaybeden bebeler bu okullara alınır. Mustafa Kemal hepsinin gerçek babası olarak belletilir Büyüyen çocuklar gerçek anaları ve babaları yerine kemalistleri karşılarında bulurlar. Artık ruhlarına ve beyinlerine işlenen tek bir gerçeklik vardır, o da Kemalizm gerçekliğidir. Bebeler, atalarının binlerce yıllık tarihinin biriktirip getirdiği her şeyle artık ilişkilerini kesmişlerdir. Nasıl kesmesinler ki? Bebeler Türklük okulunda yeni baştan yoğrulup yetiştirilir. Yeni adıyla Tunceli'de eğitilmiş bebelerden teşekkül etmiş bir küçük Türk ulusu maketi yaratılır. Dersim somutunda insanlık tarihi Hitler faşizmini bile gölgede bırakan korkunç uygulamalarla karşı karşıyadır: O binyılların kadim halkından geriye kalan yetim yavrular, soykırımlar ve katliamların kurbanlarından arta kalan çocuklar, artık bebek halindeki kemalistlerdir; işgalci ve katliamcı güçlerin Dersim'de yarattığı küçük Türk ulusu maketinin temel malzemeleridir. Evet, Kemalizm denilen şey tam da böyle bir aşağılık uygulamanın kendisidir.
Dersim'de yüzbinleri katleden, sakat bırakan, topraklarından vurup çıkaran Kemalizmdir; ama yine de herkes birer Kemal kesilir. Hem de bu, kemalist vahşetin döktüğü kanlarla Munzur suyu kıpkırmızı akarken yapılır. Yeni kuşağın binlerce yılın tarihiyle ve çağla ilişkisi bıçakla kesilir gibi kesilmiştir. Hatta anasıyla göbek bağı yeni kesilen bebe bile, dünün o korkunç soykırımları ve katliamlarını artık bilmeme durumundadır. Bu kadar yakın bir tarihle bile bütün bağlar koparılır. Yeni neslin insanlarına göre Kemalizm kendilerini katletmemiş, tersine kurtarmıştır. Kemalizmin hışmına uğrayarak imha edilenler ve ezilenler ise, vahşilerdir, gericilerdir. Dersim'de uygarlık Kemalizmin şahsında doğmuştur. Artık bunun dersi verilir, okullar bunun için kurulur, kışlalar bunun savunuculuğunu yapar. Bu arada bebeler de büyür delikanlı olurlar. 1940'lardan itibaren Kemalizm Dersim'e akıtılmaya başlandığı zaman, doğan çocukların çoğunun adı Kemal olarak konur. Bu Kemal’ler yedi yaşına ayak bastıklarında ilk okula başlarlar. Okulların sayısı da giderek arttırılır. 1960'lara gelindiğinde delikanlı çağındaki kemalistler artık ortaokul ve liseyi de bitirmişlerdir. Bu kez üniversiteye kapağı atarlar ve 1965’lere doğru üniversiteyi bitirmenin eşiğine gelirler. Ana-babaları kemalizm tarafından katledilenler, Kürdistan’da ilk defa ve üstelik de yaygın bir biçimde sömürgeci metropollerde üniversiteyi bitirmek üzeredirler. Bunu büyük bir içtenlikle, büyük bir Kemalizm tutkusuyla tepeden tırnağa CHP ve Atatürk tutkusuyla tepeden üniversiteyi bitirler. 1970'lerde bu Kemal’ler arasından çıkan en iyi kemalistlerden biri de Kemal Burkay’dır. 1970'de Emek dergisinde yazdıklarıyla gerçekten de Kemal Burkay çok iyi bir kemalist olduğunu kanıtlamıştır. Bay Burkay gibi daha birçok Kemal vardır ve bunların hemen hepsi "solcu"dur, CHP'lidir. Bir Türkçülük furyasıdır başlar; hem de "ilerici" Türkçülük "sol" Kemalizm biçiminde ortaya çıkan Türkçülük. Öyle ki, bu furyaya kendisini kaptırmamış delikanlı yok gibidir. Dersim sahasında yüzlerce ve binlerce bebe İstiklal Marşı'nı ve Türklük Andını çok güzel okurlar. Dilleri mükemmel Türkçe konuşur. Bir Türkten daha çok Türk kültürüne egemendirler, adeta Türk ulusunun gözbebeği olup çıkarlar. Artık Dersim'de Türk ulusçuluğu çiçek açmıştır. Ve öte yandan Dersim katliamından kurtulmuş ender insanlardan biri olarak Nuri DERSIMI vardır. Sürgün edilmiş, sürgün görmüş, ülkesinden kaçmış ve yalnız kalmış; Türk işgalinin vahşetini bütün dünyaya haykırmak, yıkılan ve katledilen Dersim'in adım duyurmak için çırpınıp duran bir Nuri DERSİMİ... Böyle bir gerçeğin yaşandığını haykırmak için gidip Halep'e yerleşir. Burada kırk yıla yakın yaşar, kitap yazar, bantlara konuşur.
Dersimli Nuri'nin Kürdistan Tarihinde Dersim adındaki kitabı iyi okunmalıdır. Dersim bir de oradan, bir de Nuri Dersimi'den öğrenilmelidir. Dersim nedir? Madalyonun öteki yüzü, vahşetin ve katliamın akıl almaz boyutları ve o soylu ulusun bir parçasının nasıl imha edildiği bir de bu kitaptan okunmalıdır. İşte bu namuslu aydın, Dersimin celladı Apdullah Alpdoğan'ı nasıl karşılamış, katliam karşısında nasıl tutum takınmış ve TC'ye karşı nasıl tavır almıştır? Bu insanın, "esaret altında yaşayan, her gün, her an damla damla ölen, milliyeti, dili ve mukaddesatı tahkir edilen köle" bir halkın gerçeği karşısındaki üzüntüleri, açılan ve müthiş yalnızlığı iyi anlaşılmalıdır. Yine kendisinin Kürdistan gençliğine bir hitabesi vardır. (Aynı yıllarda Mustafa Kemal'inde gençliğe bir hitabesi söz konusudur). Bu hitabe de iyi okunmalıdır, olduğu gibi alınmalı ve kavranmalıdır. Ama Mustafa Kemal'in izleyicileri. Dersim gençliği içinden binlercesini alıp eğiterek her birini iyi birer kemalist olarak yetiştirirken, Nuri DERSİMİ Halep'te yalnızdır. Bir tek dostu vardır, o da eşidir. Geride mirasçısı olarak yalnızca onu bırakır, ona hitab eder, ona mektup yazar. Yapayalnız kalmıştır. Ama bu da Dersim'in bir gerçeğidir, etle tırnak gibi birbirine bağlı olan tarihsel bir gerçektir. Bu kadar birbirine bağlı olan iki değişik gerçeklik...
Bir gerçekliği tek bir kişinin temsil etmesi, bu gerçeğin gücünü azaltabilir mi? Asla! Bu Kürdistan gerçekliğinin de ta kendisidir. Buna karşılık onbinlerin kemalist gerçekliği temsil etmesi, onu, Kürdistan'ın gerçekliği yapabilir mi? Asla, bu olamaz! Çünkü, hele günümüz koşullarında insanlık tarihi, bir ulusun en vahşi soykırımlar ve katliamlarla ve ardından manevi imha ile rahatça yok edilerek yerine yenisinin oluşmasına kolay kolay çağdaş gerçeklik adını vermiyor, bunu kabul etmiyor. Bunu faşizm olarak damgalıyor, buna sömürgecilik adını veriyor. Böyle bir durumu lanetliyor ve kendisine karşı direniyor. Bütün bu uygulamaları barbarlık ve yıkıcılık olarak değerlendiriyor. Ne pahasına olursa olsun bu durumu asla kabul etmiyor ve en son ferdine kadar direnme yolunu seçiyor.
Bir zaman Hitler'in de bir gerçekliği vardı. Ama bu gerçeklik ne kadar yaşayabildi ya da yaşatılabildi? Hitler faşizmi yeryüzünde otuz milyon insanı katletti; astı, kesti, öldürttü, imha etti. Ama yaşayan gerçeklik yine de halkların gerçekliğidir. Evet; Hitler faşizminin gerçekliği 1940'larda dünya üzerinde ne kadar bir gerçeklikse, Mustafa Kemal'in de aynı yıllarda Dersim başta olmak üzere Kürdistan üzerindeki gerçekliği de o denli faşist bir gerçekliktir.
O zaman bu faşizmi yenemedik, kemalist faşist diktatörlüğü yıkamadık. Bunun en önemli nedenlerinden biri toplumumuzun geriliği idi; bu toplumun ele başlarının kemalizme işbirlikçilik yapmayı seçmesiydi. Halk olarak zayıftık, gelişmemiştik. Düşmanın koşulları ise son derece elverişliydi. Burada, başka yerde objektif ve sübjektif temelleri çok iyi çözümlenen bu yenilginin nedenlerine inecek değiliz. Ama ezeli gerçekliğimiz olan bu durum, ebedi gerçekliğimiz de olabilir mi? İşte buna inanmıyoruz. Yüzyıllardan beri hep yenildiğimiz, hep ezildiğimiz doğrudur. Ama en az bunun kadar doğru olan bir şey daha vardır ki, o da direnişten asla vazgeçmediğimizdir. Bu direniş Dersim'de de gösterildi. Ardından direniş kırıldı, darağaçları kuruldu, katliamlar yapıldı. Kışla kültürü egemen kılındı ve bu temelde bir de hain bir kuşak yetiştirildi.
Evet. 1940'ların başından itibaren başta Dersim olmak üzere tüm Kürdistan'da kışlalar dikilir. Bu kışlaların çevresinde okullar inşa edilir. Artık bu sefer kalelerin kurulmasına ihtiyaç duyulmamıştır. Diyarbakır örneğinde olduğu gibi kentlerin etrafına surlar dizilmemiştir. Çünkü artık buna gerek kalmamıştır. Bu kez geliştirilen kapitalist sömürgeciliktir, kalesiz ve sursuz da idare etmesini bilir. O, artık uçakları ve toplarıyla duruma egemendir. Bütün bunlar bir yana, öyle okullar kurulur ki surlardan daha tehlikelidir; öyle kışlalar yaptırılır ki kalelerden daha çok tahkim edilmiştir. Kürdistan oradan idare edilir ve bir halkın mezarı oralarda kazılmak istenir. Bu bir kültürel sömürgeciliktir. Şimdi artık sömürgeci kültürün, Türk sömürgecilerinin, o, yüzyıllardan beri Kürdistan'a özelde de Dersim'e hakim kılamadıkları egemen ulusun kültürünün, başta Dersim olmak üzere tüm Kürdistan'a dayatılması mümkündür. Ne de olsa kabile ve aşiret toplulukları, tüm önderleriyle birlikte ezilmişlerdir. Ne de olsa içlerinden ihaneti seçenler, ihanetin en görülmemiş bir biçimini ortaya koyarak Türklüğü kabul etmişlerdir. Çocuklara gelince, onlar kesinlikle eritilmelidir.
Çocukları egemen ulusun dili ve kültürü içinde eritmek, bu dil ve kültürle yoğurup yetiştirmek zor mudur? Hayır, zor değildir. Çocukların karşısında bir Kemalizm uzmanı olduktan sonra, bu işin zor bir yanı olabilir mi? Hele hele çocuklar bir de Yeniçeri ocağı örneği okullara alınır ve kışla kültürüne tabi tutulursa, bu işin zor bir yanı kalmaz. Ayrıca Türk egemen sınıfları böylesi işlerin yabancısı da değildir. Onlar bu işi sadece Kürdistan'da yapmamışlardır. Mirasını devraldıkları Osmanlılar yüzyıllar boyunca Balkan halklarından çocukları devşirerek kışlalarda eğitmediler mi? Bunları halis muhlis birer Türk ve müslüman olarak yetiştirdikten sonra, kendi öz halklarına, kendi milliyetlerine saldırtmadılar mı? Balkanlar'da bunu az mı yaptılar? Kökeni Hırvat, Sırp, Macar, Bulgar, Leh, Çek vb. olan az mı bu cinsten Türk vardır? Sokullu Mehmet Paşalar ve bunun gibi daha nice Türk devlet adamları Yeniçeri ocağı vb. devşirme uşak takımı içinden çıkmadılar mı? O halde niçin Kürdistan'da 1940'lardan sonra da Dersim bölgesinde böyleleri yaratılmasın? Niçin burada da Mustafa Kemal, tarihi tekerrür ettirmesin? Okullarda yetiştirilen bebeler neden ateşli birer kemalist olmasınlar? Yönetim çarklarını döndürecek en iyi memurlar ve yöneticiler neden buradan çıkmasın? Bir devşirme uşak takımı, Osmanlı imparatorluğunun temellerinin yükseltilmesinde olduğu gibi Türk ulusunun gelişimi ve TC'nin inşasında da neden yeniden görev almasın? Böyleleri Türk ırkının yüceliği için neden savaşmasınlar? Haydar Saltuklar, Aslan Boralar vb. neden çıkmasın? Açıktır ki böyleleri çıkacaktır; hem de en iyi cinsinden...
Ve kışla kültürünün ortaya çıkardığı, dili, kültürü, tarihi ve yaşam tarzıyla Türk olan, ama fiziksel yapısıyla Kürde benzeyen bu türle, çağ arasındaki karmaşık ve çelişkili görüntü, son kırk yılı kötü bir biçimde koşullandırır. Bu olgu sadece Dersim'in merkezinde de yaşanmaz, dalga dalga bütün kasaba ve köylerine yayılır. Okullarda küçük bir kemalist maket oluşturulur. Ardından bir zehir gibi tüm öteki illere, tüm kazalar ve köylere oluk oluk akıtılır: "Türküm, doğruyum, çalışkanım; kahraman ırkım yok olmaz" edebiyatıyla bir tarihsel barbarlık geleneği, Kemalizm bu zehiri ile zihinlere şırınga edilir. Bir halkın öz dili yok edilip yasaklanır. Kısacası, sömürgeciliğin ne siyonizmde ve ne de Hitler'cilikte görülmeyen bir biçimi uygulanır.
Kürt insanı, örgütsüzdür, silahsız ve savunmasızdır. Önderlerinin önemli bir bölümü dağ başlarında can vermiş, kimileri darağacına çekilmiştir; geride kalanlar tutsak edilmiş, insanlar dilsiz bırakılmıştır. Durum böyle olunca elbette kışla kültürü sonuna kadar geliştirilecek ve bu sefer de, Kürdistan'da yeni uygarlık merkezleri şekillenecektir. Diyarbakırlar, Mardinler, Urfalar geliştirilecek, Elazığlar ortaya çıkacaktır. O yüzyılların dağdan inmeyen kavmi Bingöllerde kazığa bağlanacaktır. Bitlislerde İdris-i Bitlisi'ye taş çıkartan en değme uşaklar yeniden yetiştirilecek, yeni sadık bendeler oluşturulacaktır. Bu sefer Kürt toprak ağaları ve aşiret reisleri, TC'nin içerdeki sağlam dayanaktan ve Türk ulusçuluğunun kraldan daha çok kralcı yandaşları olarak gelişmeye başlayacaklardır. Bayar-Menderes kliği döneminde bu gelişme biraz daha hızlandırılacaktır. Artık Kürdistan'da hain ve uşak bir tabaka, bir daha dirilmeyeceğine inandığı halkına ve ülkesine alçakça ihanet etmenin ve görülmemiş bir ulusal inkarcılığın girdabında yüzmektedir. Onlar için artık böyle bir ulus mevcut değildir, ulusal gerçekliğimiz yeryüzünden silinmiştir. "Kahrolsun Kürt dili ve kültürü, her şeyi ile Türk ulusçuluğu yasasın" diye bağırırlar.
Kürt halkı ise güçten düşürülmüştür, cahil ve bilinçsizdir. Çünkü artık uykuya dalmıştır, bir kefene sarılmıştır. Çevresinde olup biten şeyleri seyredebilme gücünden bile yoksundur. Burada gerçeklik artık uykuya yatmış, ölüme terkedilmiştir; gerçeklik mezara konulmuştur. TC, bir daha dirilmemek üzere artık Kürt ulusal sorununu betonladığına inanmaktadır. Direnişlerin ezilmesinin ardından Ağrı dağına, Dersim dağlarına karikatürler yapılır ve altına "Muhayyel Kürdistan Burada Meftundur" , "Aç Gözünü Açarız Gözünü" sözleri yazılır. "Aç Gözünü Açarız Gözünü" ibaresi, Kemalizmin askeri, siyasal ve kültürel alanlardaki zaferinin açık bir ifadesidir. Kürdistan'ın "Gümüş Kapı"sı, Kürdistan'ın ve insanlığın beşiği, Kemalizm adı verilen aşağılık bir cellat tarafından tarihinin en olumsuz bir döneminin içine itilmiştir. Sosyal ve siyasal gelişmesinin en kötü bir evresinde Kemalizm tarafından teslim alınmıştır. Büyük imparatorluğu kaybetmenin verdiği hırçınlıkla. Balkanlardan sürülmenin ve Arabistan'dan kovulmanın kendisinde yarattığı o müthiş öfke ile azgın bir şövenizme sarılan Kemalizm, Türk milliyetçiliğini görülmemiş boyutlarda bir faşist şövenizme dönüştürerek Kürdistan'a saldırır. Sürekli yakıp yıkar. İşte Kürdistan'da Kemalizm eliyle böylesine vahşi bir klasik sömürgecilik uygulatılır.
Bu bizim bir yakıştırmamız değil, bizzat Kemalizmin kendisinin yarattığı, yazdığı, çizdiği gerçekliktir. Bir bütün olarak Kuzey Kürdistan'da artık "Kürdüm" diyene rastlayabilmek bile epeyce zorlaşmıştır. Adı ve soyadı ile herkes Türk oğlu Türk olmuştur. Bir halkın, tarihte belki de bir eşi daha ender görülür bir biçimde bu denli kendi gerçekliğinden uzaklaştırılmasına dünyanın başka bir yerinde tanık olmak zordur. Öyle ki, değiştirilen şey sadece insanların adları ve soyadları değil, dağlarının ve coğrafyasının tüm adlarıdır da. Artık sadece "Misak-i Milli" ("Ulusal Ant") gerçeği, sınırları kesin olarak çizilmiş olan ve bölünmez bir bütünlük arz eden dili, kültürü, siyaseti ve ekonomisi ile Türk ulusu ve Türk devleti vardır. Kürtlük ise büyük ölçüde ezilmiş ve boğdurulmuştur. Buna Kürt egemen sınıflarının en tehlikeli ve en alçakça bir biçimde Kürtlüğe ihaneti de eklenmiştir. Ulusal-inkarcılık en çok bu kesimler arasında geliştirilmiş; teslimiyetin en alçakça biçimlerine bir hiç karşılığında en aşağılık ihanetlere ve sınıfsal anlamda diğer ülkelerdeki teslimiyetçi çevrelerin yaptıkları ile kıyaslanmayacak kadar en çirkince boyun eğişlere bu kesimlerde tanık olunmuştur. Kürdistan halkı ise uyumaktadır. Her türlü çağdışı ideoloji ve politikaların tahripkar etkileri ve ağır baskılar altında nefes dahi alamaz bir duruma getirilmiştir. Bu da bir gerçekliktir.
Kürdistan'da açılan okullarda filiz süren yeni kültürün yeni çiçekleri zehir-zıkkım çiçekleridir. Her yana zehir saçarlar. Ulusal dillerine ve ulusal kültürlerine artık tepeden bir horlamayla bakarlar. Kemalist kültürün imbiğinden geçirilen ve sözde modernlik iddiasında olan hiç bir genç, baba ocağını ve ata kültürünü beğenmez; Kürtlüğünden nefret eder, utanç duyar. Böyleleri ülkelerinden kaçarlar, en güzel alanlarda da yaşasalar topraklarım terk ederler. Kendi dillerinden ve kültürlerinden hızla kaçıp uzaklaşmak isterler. Evet, bir zehir çiçeği açmıştır, ve her yanı sarmaktadır. Bu yüzden de gerçekliğimizden hızla uzaklaşırlar.
İşte direnişlerin ezilmesiyle birlikte, bir bütün olarak Kürdistan toplumunun geleceğine damgasını vuran olgu budur. 1940'lardan başlayarak 1970'lere gelinceye kadar, halkımızın sosyal, siyasal ve kültürel durumuna yön veren ve onu biçimlendiren güç, darağaçları ve kışla kültürü temelinde geliştirilen Kemalizmdir. Kendisiyle yan yana başka bir gerçekliğin yaşamasına asla tahammül etmeyen Kemalizm, Kürdistan ve Kürtlük gerçeğini yeryüzünden silmek için akıllara durgunluk veren insanlık dışı çabalar içine girmiştir. Öyle ki, yarım yüzyılı bile geçmeyen bir süre içinde ulusal, sosyal ve kültürel yapımızda açılan derin yaralar, yabancı egemenlik altında geçen binyıllık köle yaşamının getirdiği tahribatlardan daha ağır ve yıkıcı olmuştur. Ulusal gerçekliğimizin üstü betonlanmış ve halkımız açısından bir yok oluş süreci başlamış ve kışla kültürü Kürdistan'da egemenlik kurmuştur.”
REBER APO
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. Şehit Ronahi, Şehit Armanç ve Şehit Harun devrimci harekatı kapsamında gerillalarımız Amed’in Lice ilçesine bağlı Angul karakoluna yönelik fedai eylem gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 14 Kasım günü 15.00-16.00 saatleri arasında Bingöl’ün Genç ilçesine bağlı Hacanê alanından işgalci TC ordusuna bağlı gizli birliklerle gerillalarımız arasında bir çatışma yaşanmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 12 Kasım günü Hatay’ın İskenderun ilçesine bağlı Haymaçınar beldesi yaylalarında operasyon düzenleyen işgalci TC ordu askerleriyle gerillalarımız arasında bir çatışma yaşanmıştır.
- Ayrıntılar
Kürt kadınında yaşanan ilk bilinç uyanmasının öncülerinden olan Bese ANUŞ’u ve ilk kadın şehitlerini anmak, ancak günümüzde yaşanan gelişmelere anlam biçmekle mümkündür. Yoksa ilk özgürlük arayışlarını ve Kürt kadınının yürüyüşünü yazmak kolay değil. Ancak, değerlerimize saldırıların bu denli yoğunlaştığı bir donemde neyin nasıl kazanıldığını birazda olsa dile getirmek bizim için onur borcudur.
O yıllarda adını “küçük Vietnam”, koyduğumuz Pazarcık’ta özgürlük mücadelemize katılan onlarca genç içinde Bese yoldaş da yer alıyordu. Dağla buluşan ilk kadın gerillalardandı. Kürdün ve kadının uyanışı, dağları mekan seçmesi düşmanın korkulu rüyası olmuştu. Amaç ve özlemleri büyük olanların yürüyüşü içinde yer alan Bese ANUŞ amaca kilitlenerek, her tarafın kuşatıldığı, karanlık ve sessizliğin hüküm sürdüğü bir ortamda zor olanı başarmanın adı oluyordu. Bu nedenle Kürdün yasaklı ülkesi Kürdistan’da, hiç bir hak ve hukukun işletilmediği bir ortamda umudun yeşermesini ilk şehitlerimize borçluyuz. Onlar bilincin karartıldığı, gözlerin görmediği bir ülkenin karanlığında aydınlık oldular.
Ve....... yürüyüşe geçtiler. Dersimli Zarife’nin çığlığına, karnındaki bebeleriyle süngülenen kadınların intikamına cevap olmanın kararlılığıyla, düşmanın ordu güçlerine karşı her biri bir ordu gibi savaştı. Dağ ve özgürlük tercihini çok yüreklice yaptılar. Kürt ve kadın olmanın suç sayıldığı, bedelinin de ölüm olduğunu bilerek “nasıl yaşanırın ve özgürce yaşamın” savaşımını verdiler. Umudun ve iradenin kazanıldığı dağlar mekan seçilirken geleceği çizdiler, binlerce özgürlük savaşçısı kadının yürüyüşünü böyle sağladılar.
Yıllarca bedel verilerek kazanılan değerlere anlam biçmek insan olmanın ve yoldaşlığın bir gereğidir. İlk isyan çiçeği Bese ile barış ve demokrasi mücadelesinin öncüsü, özgür kadının yoldaşı Erdal’ın “küçük Vietnam’da” buluşmanın romanı yazılırsa bu daha bir anlamlı kılınır. Çok şey yazıldı, çizildi, çok şey söylendi ama adı konulmadı. Ve yetmiyor... Esas itibariyle tarihi derin olan direnişimizin öyküsü yazılmalı. Her biri bir destana konu olacak direnişlerin beslendiği kaynak, iradeyle nelerin nasıl kazanıldığı görülmeli. Beselerle başlayan yürüyüş kadar yürüyüşü devam ettirenlerin, Şinda’nın Avrupa’nın sahte bireysel özgürlüğünü reddederek Dersim’de Bese’yi selamlamasının da romanı yazılmalı ki, geçmişin inkarına dur denilebilsin. Her ikisi de şimdi “küçük Vietnam”, topraklarında barışın tutkusunu çocuklara öğretmekteler. Analar ağlamasın, özgür Kürdistan’da yaşanılsın diye. Bu, bedeli kan da olsa kazanılan bir halkın iradesi ve kimliğine sahipleniş olayıdır. Herkes bugün gururlanarak ‘bende Kürdüm’ diyebiliyorsa, korku ve kabus ortamı aşılmış, halk olarak varolmanın gücü ve siyasi iradesi ortaya çıkmışsa, bunu şehitlerimize borçluyuz. Yoktan varolmanın adı böyle yazıldı.
Evet, artık Kürdistan’da kadınlar çaresiz, ağlayan konumda değilse, başka bir biçimde anılıyor tanınıyorsa, siyaset arenasında halkın temsilcisi, yöneticisi oluyorsa bu, Bese ve Azime DEMİRTAŞ’larla başlayan özgürlük yürüyüşünün bir ürünüdür. Zilan tanrıçalaşarak Dersim semalarında halkı koruyucu kolları arasında korumaya almış gülümsüyorsa, ona nöbet tutan Tekoşinler, Sılav, Ruken ve Şindalar barışın garantisi, güvencesi olarak meşru savunma çizgisinde ve inanç ve kararlılıkla her türlü ihanet ve teslimiyete cevap oluyorsa, bunu Bese ve Azimelerin büyük çaba ve iradesinde aramak gerekir.
Eğer bugün Leyla Zana AP Sakarov Düşünce Özgürlüğü ödülünü alıyorsa; bunu binlerce kadın özgürlük şehidine, savaşçısına, yiğit evlatlarını zılgıtlarla uğurlayan gözü yaşlı ve yine her gün meydanlarda barışı haykıran analara, direnişçi kadınlara borçlu olduğu gerçekliği unutulmamalıdır. Ama ne yazık ki kendisinin olmaktan çıkarılmış, kendisini yitirenlerin bol olduğu Kürdistan’da, Kürt kartının nasıl kullanıldığının bilinci fazla gelişmemiştir. Değerlerin nasıl yaratıldığı unutulabiliyor ve bireyler bir tek kendilerini görebiliyorlar. Ama hesaplar başka da olsa bir Kürt kadını olan Leyla Zana önünde ağaya kalkan, alkışlayan AP parlamenterleri Kürt kadının büyük direnişlerle kazandığı mevzileri artık görüyor. İnkar etmesi artık nafile!
En değerli evlatlarını özgürce, insanca yaşamın bedeli olarak veren bir halkın nasıl kazandığını bilerek gerçekler yazılmalı ve okunmalıdır. Önderliğimiz ilk kadın şehitlerimizden olan Bese ve Azime yoldaşların direnişinin özünü görerek genelde tüm kadınlara özelde ise Kürt kadınına değer biçmiştir. Bu nedenle kadını her konuda donattı ve hazırladı. Kadın özgürlük tercihini bu bilinç ve iradeyle sağladı. Bilinç ve birikimimizin ana kaynağı olan Başkan APO’ya çok şey borçluyuz. Borcumuzun karşılığında özgürlük şehitlerini doğru kavramak, onların bizlere bıraktığı değerleri doğru sahiplenmek dönemin militan görevlerindendir. İhanet ve çirkin olana inat, görev başarısıyla çalışmak kazandıracaktır.
Özellikle “sahte özgürlükçüler” ihanete giderken; Türk gazetelerinde manşetlere konu olarak “nasıl sosyalleştiklerinin” gösterilerini yapmaktalar. Ve şunu unutuyorlar; “yaşamın güzelliklerinin nasıl yaratıldığını?” “Özgürlüğün bedelinin ne kadar yüce olduğunu.” Evet, güzellikleri yaratmak ne kadar zorsa, çirkinlikleri yaratmak da o denli basit. Yoksa bir çırpıda ihanete koşulamaz. Özgürlük; direnişin, geleceğin, aydınlığın adı olurken; ihanet bitişin, kaçışın, karanlığın adı oluyor.
Buna karşı görev, militanca çalışmak olacaktır. Binlerce şehit yoldaşımızın kanı pahasına kazanılan mevzilerin korunması ve savunulması bizlere düşmektedir. Kürt kartını kullanmak isteyenlerin hesapları ne olursa olsun, kendi içinde onlarca devrimi gerçekleştiren özgürlük mücadelemiz, ancak asil sahiplerince anılarak ve korunarak değerlerine sahip çıkılabilir. Ancak bu şekilde Kürdistan halkı, dünya insanlığıyla eşit ve özgür koşullarda yaşayabilir. Diğer tarz bir yaşam arayışının insanlıkla buluşmak zor. Aynı zamanda şehitlere doğru cevap vermek de mümkün değil.
Bunun için Bese ve Azimelere layık olmak, Beritan çizgisinde her türlü teslimiyet ve dayatmayı boşa çıkarmakla mümkündür. Yine “nasıl sosyal olduğumuzu” “dağlarda nasıl yaşadığımızı” “özlem ve duygularımızı” yazıp anlatarak kimseye kendimizi ispatlamamıza da gerek yok. Hele hele bunu “martı seslerini özledim” vb. dar söylemlere sığdırmaya da hiç gerek yok. İlk özlem ve uyanış kadar, kadında ilk bilinç uyanmasının kanla büyüyerek adım adım yarattığı gerçeklik ve değerler unutulmadan direniş sergilemek önemlidir. Bu, Kürde ve gerilladaki kadına yaraşır olanı yaşamak ve yaşatmaktır, yüceltecek olan da budur. Ve yine gerilla kadına, kadının elde ettiği mevzilerde, özgürlük mücadelesini büyük bir irade ve coşkuyla yürütmek yaraşır. Onurumuz ve kimliğimizi bize kazandıran dağlara çok şey borçluyuz. Kutsallıklar ve değerler dağlara dayalı yaratıldı. Halen de halkın umudu ve geleceğimizin garantisi o dağlarda; özgür birey- özgür toplum gerçekliğini yaratmanın sözleşmesi ve kararlılığıyla şehitlerimize layık olmanın gereklerini yerine getirelim. Beselerle başlayan özgürlük yürüyüşünün takipçileri olalım. Geçmişi inkar edenlere inat, özgür geleceğimizi temel değerlerimizden aldığımız güç ve iradeyle yaratalım.
Sakine KARAKOÇAN
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 8 Kasım günü Hakkari’nin Şemdinli ilçesine bağlı Xapuşke alanına yönelik işgalci TC ordusu tarafından binlerce askerin katılımıyla düzenlenen operasyon hakkında daha önce kamuoyu bilgilendirilmişti.
- Ayrıntılar
Sokak serserileri bilinir. Günü birlik yaşarlar. Onları insanlık çokta ilgilendirmez. Onlar için önemli olan yaşadıkları an’dır. O an neyse odur. Bunun için yaptıkların büyük muhakemesini yapmazlar. Anlık çıkar neyi gerektiriyorsa onu yaparlar.
Halbuki biz biliyoruz ki insanlığa büyük miras bırakanlar bize: “3000 yıllık insanlık tarihini ele alıp değerlendirmeyen, yaşamayan günübirliktir” diyor. Yani sadece içinde bulunduğumuz çağı değil bu çağın da çok ötesine geçerek düşünmek, dersler çıkarmak hatta aynı temellerde geleceği de böyle ele alarak değerlendirmek normal insan aklının kabul ettiği hakikattir.
İnsanın normal aklı bize bunu söyler. Toplumsal olaylarda en hassas olması gerekenler elbette siyasetle uğraşan insanlardır. Siyaset insan yaşamını, toplum yaşamını birebir ilgilendiriyor. Birebir etkiliyor. Herhalde birde siyasetçi olarak söz söyleyecek, karar verecek pozisyondaysanız, bizim gibi katılımcı mekanizmaların çok gelişkin olmadığı toplumlarda siyasetçilerin çok daha ileri düzeyde duyarlı olmaları gerektiği açıktır. Goethe’nin belirttiği gibi adeta “3000 yıllık tarihi bilerek” yaşamalıdır.
Ne demiş büyük şair:
“Yüzyıllar üzerine uzun uzun düşünen
Her şeyi öze ait temiz ışıkta inceler… ”
Şimdi Türkiye’de siyasetçiler böyle yüzyılları düşünerek mi konuşuyorlar yoksa gerçekten de sokak serserileri ve kabadayıları gibi bir üslup mu tercih ediyorlar?
Serseriliği eğer bizler :”Belli bir işi ve yeri olmayan başıboş kimse, kabadayı, hayta, holigan. Tutarsız, beğenilmeyen davranışları olan. Belli bir hedefi olmayan, belli bir hedefe atılmamış olan, rastlantıyla gelen” diye ele alacak olur isek, kabadayılığı ise: Korkusuz, iyi dövüşen, kendine özgü namus kurallarının dışına çıkmayan kimse, Babayiğit, koçak” mı diyeceğiz.
Ya da Türkiye’de özelde iktidardaki baş bakanın genelde de Türkiye siyasetini yürütenleri magandalar olarak mı ele alacağız?
Magandayı en yalın haliyle herhalde: “Görgüsüz, kaba, anlayışsız, terbiyesiz ve uyumsuz kimse” diye tanımlamışken.
Gerçekten de Türkiye siyasetçileri giderek süflîleşiyorlar. Türkiye baş bakanını anlatmaya gerek bile yoktur. Yukarıdaki tariflere göre magandaya bire bir uyuyor. Sokak serserisine hiç yabancı durmuyor. Hele bir MHP’nin Vural diye bir sözcüleri var, Recep İvedik tiplemesi bu kişinin yanında sınıfta kalır. İnsan bu kadar da bir kültürsüz, günü birlik, vizyonsuz olabilir mi? Yine bir Kılıçdaroğlu var sanki görevi bir magandaya ya da sokak serserisine ... yarıştırmaktır.
Özcesi Türkiye siyasetsinde giderek bir dil kirliliği, ahlak kirliliği, saygı kirliliği ileri düzeyde yaşanmaktadır.
Bunun içindir ki onca sorun sadece sorun olarak ortada durmaktadır. Sanıyorlar ki “tabakhaneye … yetiştirir misali” birilerine bel altı laf yetiştirmek siyasettir. Sorun çözmektir. Zan ediliyor ki, toplumun duygularına hitap ederek coşturmak sorun çözmektir. Ve zan ediliyor ki, ne kadar büyük konuşulursa o kadar büyük olunuyor. Halbuki bunların hepsi de yanlıştır.
Örneğin en son dün Türkiye’nin baş bakanı “açlık grevi şantajdır, blöftür, şovdur” diyerek yine aklını ekmek peynirle yemiştir.
Bir yazarın belirttiği gibi: “Acaba Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olduğunu mu unutmuş, yoksa Türkiye'nin dünyada olduğunu mu?” diye haklı olarak sormuş.
Evet dediğimiz gibi benzer bir soruyu Kılıçdaroğlu’na da, Vural’a da, Bahçeli’yede sormak gerekir. Siz Türkiye’nin dünyada olduğunu unutunuz mu?
Artık bırakın … yarıştırmayı da var olan kocaman Kürt sorununu çözmeye dönük biraz kafa yorun. Aksi durumda yarın bu ülke bölündüğünde kimse Kürtlerin bu ülkeyi böldüğünü diline alamaz.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
Kemal Burkay nihayet HAK-PAR genel başkanı oldu. Böylece de onbeş aydır oynanan bir oyunun sonuna gelindi. Neden mi? Zaten HAK-PAR’ın esas genel başkanı ve ideoloğu Kemal Burkay’dı. Fakat bir süre açıktan değil, gizliden ve geriden partiyi yönetmeyi tercih etti. Elbet bunun da bir amacı vardı. Bayram Bozyel ise fukara bir emanetçiydi. Emanetçi başkanlar hiçbir yerde partiyi geliştiremediler. Bayram Bozyel de bu akıbeti yaşamaktan kurtulamadı.
İşin ilginç tarafı, bir dönem HAK-PAR içinde dışa vuran Kemal Burkay karşıtlığıydı. Bazı kişi ve çevreler Kemal Burkay’a yönelik söylemedik söz bırakmıyorlardı. Hatta HAK-PAR yönetimi bile Kemal Burkay ile mesafeli görünmeye çalışıyordu. HAK-PAR ile Kemal Burkay’ın hiçbir ilişkisinin olmadığını söylüyorlardı. Özellikle 12 Haziran 2011 seçimi öncesi görüntü böyleydi. Demekki hepsi yalan ve bir oyun gereğiymiş! HAK-PAR’dan ayrılan bazı kişiler dışındakilerin durumu böyleymiş.
Elbette bu oyunun iki boyutu var: Bir AKP boyutu, bir de HAK-PAR boyutu. Bilindiği gibi, Kemal Burkay otuzbir yıl boyunca sözde sürgün yaşadığı Avrupa’dan 2011 yılının Ağustos ayı başında Türkiye’ye döndü. Türkiye’ye girerken İstanbul’da vali karşıladı. Birkaç gün sonra AKP’nin bakan ve milletvekilleri ziyarette bulundu. Dahası AKP yanlısı medya günlerce ve aylarca neredeyse Kemal Burkay özel yayını yaptı. TV kanalları arasında stüdyo stüdyo dolaştırıldı.
Tabi laf gelimi Kemal Burkay’a birçok konu soruluyordu. Fakat can alıcı olan ve işin püf noktasını oluşturan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ve PKK üzerine olanlardı. Kürt Halk Önderi’ni ve PKK’yi yeren yalan yanlış bir cümle koparabilmek için medya her şeyi yapıyordu. Özellikle PKK’den ayrıldığı hususları belirtmesi, PKK için “Terörist” demesi ve “Silahlı mücadelenin zamanının geçtiğini” söylemesi için, deyim yerindeyse kırk dereden su getiriyordu. Kemal Burkay istenenleri yapınca da program amacına ulaşıyor ve programcılar adeta mest oluyorlardı.
Haftalar ve aylar adeta bir Hacivat-Karagöz oyunu gibi böyle geçti. Kuşkusuz AKP bu oyunu boşuna oynatmıyordu. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, “Kürt sorunun demokratik-siyasal çözüm zemini kalmamıştır” diyerek geri çekilmişti. PKK, “Kürt sorununun demokratik özerklik çözümünü devrimci halk savaşıyla gerçekleştireceğim” diyerek yeni bir direniş süreci başlatmıştı. Bunlara karşı AKP, topyekûn özel savaş konseptiyle saldırı yürütüyordu.
İşte bu topyekûn özel savaş saldırısı için AKP’ye yeni yeni figüranlar gerekiyordu. Bunlardan birincisi ve en çok umut bağlananı Kemal Burkay oldu. Nitekim Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’la avukat görüşünün sona erdiği hafta Kemal Burkay Türkiye’ye getirildi. AKP yandaşı medya tarafından “Yeni Kürt Lider” diye Türk ve Kürt kamuoyuna sunuldu. Böylece Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a rakip bir Kürt lider bulunmuştu! Kürt Halk Önderi’ni ve PKK’yi kötüleyerek AKP’nin topyekûn özel savaş değirmenine su taşıyacaktı.
Kemal Burkay’ın bir siyasal parti lideri olarak değil de, bağımsız bir aydın kimliğiyle hareket etmesi, AKP’nin PKK’ye karşı yürüttüğü özel savaş politikalarına daha uygun düşüyordu. Bu kimlikle daha inandırıcı olur, PKK tabanını etkileyebilirdi! Fazla siyasal söylemi öne çıkarmaz, böylece Türk faşist-sömürgeciliğini rahatsız etmezdi. Bütün bunlar da PKK ve Önder Abdullah Öcalan’a karşı “Yeni Kürt Lider” imajına daha uygun düşerdi!
Özetlersek, demekki Kemal Burkay AKP’nin PKK’ye ve Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a karşı yürüttüğü topyekûn özel savaş planının bir parçası olarak Türkiye’ye getirildi. Verilen bu görevde “Daha etkili ve başarılı olabilsin” diye onbeş ay gibi bir süre “Bağımsız Kürt aydını” kimliği içinde tutuldu. Bu süre boyunca AKP’nin yürüttüğü topyekûn özel savaş konseptinin bir parçası oldu ve ona hizmet etti. Bu bir oyundu, AKP’nin özel savaş oyunu.
Şimdi Kemal Burkay’ın HAK-PAR genel başkanı olmasıyla bu oyunun sonuna gelinmiş oldu. Nitekim Kemal Burkay artık bir parti başkanıdır, yani aktif siyasetçidir. Siyasal partileşmede ayrı bir taraftır. Başkanı olduğu parti PKK ve Önder Abdullah Öcalan karşıtıdır. Dolayısıyla artık Kemal Burkay’ın sözü HAK-PAR’ın inandırıcılığı kadardır. O da Kemal Burkay adı ve etkisinin yok olması demektir.
Peki AKP, Kemal Burkay kozunu neden elden bırakmıştır? Kozun bir etkisi ve değeri kalmamıştır da ondan. PKK’nin ve Kürt halkının geliştirdiği özgürlük mücadelesi ve aktif direniş, zaten fazla bir gücü olmayan Kemal Burkay’ı tümden bitirerek adeta posasını çıkartmıştır. Zindanda ve dağda direnişin bu kadar boyutlandığı bir ortamda, Kemal Burkay’ın “Direnmeyin, teslim olun” sözlerini kim dinler? Tam kırk yıldır “Silahlı mücadele zamanı değildir, bırakın silahları” biçimindeki tekerlemesine kim inanır?
Bu nedenledir ki AKP artık yakasını bırakmış, “Ne işin varsa gör” demiştir. Yani artık AKP’ye fayda sağlamaz, özel savaş politikalarına hizmet edemez hale gelmiştir. Her sömürgeci ve emperyalist gibi AKP de işi biteni bir köşeye atmıştır. Kürt direnişi hem AKP’nin özel savaş politikasını, hem de Kemal Burkay’ın kendini farklı kimlikle sunan oyununu boşa çıkartmıştır.
Kemal Burkay oyununun HAK-PAR boyutuna gelince, burada yaşanan da pek farklı değildir. Kemal Burkay’ın HAK-PAR’a genel başkan olması bu oyunu da sona erdirmiştir. Bu sonuç açıkça göstermiştir ki, baştan itibaren HAK-PAR’ın esas başkanı aslında Kemal Burkay’dır. Kemal Burkay’ın Türkiye’ye gelişi, baştan itibaren HAK-PAR’a genel başkan olmaya endekslidir.
Peki madem böyleyse, o halde onbeş aydır neden genel başkan olmamıştır? İşte bir oyun da zaten burada. Baştan itibaren Kemal Burkay HAK-PAR başkanı olsaydı, o zaman etkinliği HAK-PAR’la özdeşleşirdi, ayrı bir etkinliği kalmazdı. Onbeş aydır “Bağımsız aydın” kimliğiyle kalarak sözde kişisel etkinlik oluşturmaya çalıştı.
Oyunun şöyle olduğu anlaşılıyor: Kemal Burkay HAK-PAR ile ilişkili olsa da ayrı duracak ve bu temelde “tanınan bir aydın” olarak farklı birçok çevre üzerinde etkinlik geliştirecek! Özellikle İmralı görüşmelerinin yaptırılmadığı ortamda PKK’nin kitle tabanını ve çevresini etkilemeye çalışacak! Yani Kemal Burkay etrafında bir çevre oluşacak. Benzer biçimde emanet başkanlı HAK-PAR da PKK çevreleriyle ilişkilenerek mümkün olduğu kadar etkinlik geliştirecek! Sonuçta oluşan iki güç birleştirilerek belli gücü olan bir siyasal hareket ortaya çıkartılacak!
İşte bir oyun da bu ve böyle bir oyun temelinde hareket edildiği anlaşılıyor. Hem Kemal Burkay’ın, hem de HAK-PAR’ın son iki yılda tamamen bu temelde hareket ettiği görülüyor. Aslında iki tarafta rolünü oynamak için çok çalışmış bulunuyor. Fakat sonuç tam bir başarısızlıktır. PKK’nin ve Kürt halkının direnişi bu oyunu da bozmuştur. Nitekim Kemal Burkay’ın katılımı HAK-PAR’a hiçbir şey katmamış, eklememiştir.
Bu biçimde artık oyunun sonuna gelinmiştir. Kürt özgürlük mücadelesi yeni bir özel savaş oyununu bu biçimde bozmuştur. Çünkü oyun sırasında başarılı olamayanlar, şimdi maskelerinin düştüğü ortamda özgürlük mücadelesine karşı ciddi hiçbir şey yapamayacaklardır.
Selahattin ERDEM
YENİ ÖZGÜRPOLİTİKA
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 10 Eylül günü düzenlenen bir operasyonla Hakkari’nin Şemdinli ilçesine bağlı Şikêrê Spî tepesinde konumlanan işgalci TC ordusuna bağlı askerler 11Kasım günü sabah saatlerinde bu tepeyi bırakarak alanı terk etmişlerdir.
- Ayrıntılar