Basına ve Kamuoyuna!
Hakkari’nin Şemdinli, Yüksekova ve Çukurca ilçelerindeki alan hakimiyeti kapsamında gerillalarımız işgalci TC ordusuna ait askeri konvoylara yönelik 2 ayrı eylem gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
12 Ekim günü Hakkari'nin Şemdinli ilçesinde yaşanan şiddetli çatışmalarda düşmana büyük darbe vurulduğu ve bir gerillamızında kahramanca savaşarak şahadete ulaştığı bilgisini duyurmuştuk. Şahadete ulaşan yoldaşımızın sicil bilgiler;
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
14 Ekim günü saat 17.30 sularında Bitlis'e bağlı Şêx Cuma alanında bulunan düşman karakoluna yönelik olarak YJA Star gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen eylem sonucunda 1 düşman askeri gerillalarımız tarafından öldürülmüştür.
- Ayrıntılar
Yalan nedir? Neden insanlar yalan söyleme ihtiyacı his ederler? Kim kime karşı yalan söyler, neden söyler, maddi zemini nedir? Yalanın manevi zemini var mı?
Yalan, doğrunun karşıtı, var olanı, olması gerekeni olduğu gibi değil de saptırarak karşıdakine aktarım olarak ta tanımlanabilir. Diğer bir değişle bir olgunun içeriğini farklı göstermedir de.
Yalanı söyleyen kendinden korkan, karşısındakinden gerçeği gizlerse kendine bir yer edinir veya varsa bir maddi kazanç elde eder. Kendine güveni olmayan yalan söyler, kendini olduğundan farklı göstererek eksik yönünü gizlemeye çalışır. Yiğit değildir yiğit olduğunu söyler, açtır tok olduğunu, bilgisizdir bilgili olduğunu göstermeye çalışır, akıllı değildir akıllılık taslar, demokrat değildir demokrat olduğunu söyler ve Türk değildir Türk olduğunu söyler. Bunlar, sömürülen halklar veya ezilenlerin psikolojisi tanımlamasına girer, birazda zorunlu alıştırılmalar, sömürgen iktidarların pedagojisinden kaynağını alır. Sömürge pedagojisinin Hedefi; Toplumda iradesizlik, kimliksizlik, tanımsızlık yaratarak sömürü, zülüm, soykırım ve kültürel kırımı yaratmayı hedefler.
İktidar hep yalan salgılar, bu yalan söylemenin temeli belki de ilk insanın avcılık sanatına başlamasıyla sürmesi büyük olasılıktır. Çünkü hedeflediği avı yakalamak için tuzak kurmak, yoldan çıkarmak, kandırmak yalancılığı gerektirir. Tolumda bir değim vardır “tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” denir. Yılanı yuvasından çıkarmak için “tatlılık” adına dil yalan söylüyor. Kurnaz adam ne kadar da akıllıdır; yalan sözünü dahi “tatlı” diye sadece hayvana karşı değil toplumlara karşıda kullanmıştır. Hayvanı yakalama da, evcilleştirmede edindiği yalan becerisini, ilk denediği alan Kadın üzerinde oluşmuştur.
Kadında, cins ve tarihsel bilinci mitolojik, teolojik ve bilimcilik boyasını da kullanarak yok hükmünde saymıştır. Kötü olan da bu durumu doğru diye kadına da kabul ettirmiştir. Kadının toplumsal ahlaki, kültür yaratımlarını da kendi zimmetine geçirerek adeta kadını kadın olmasına karşı utanan bir kırılmayı yaratarak buradan tüm topluma yaymıştır. Sömürü, iktidar ağları elinde olanlar, yalan, kurnazlığı bir alttakine uygulamıştır. Evin erkeği kadına, Efendi köleye, Beyaz Siyaha, sermayedar işçiye, şehirli köylüye, sömüren ulus sömürülen ulusa karşı v.b uygulana gelen bir yöntemdir. Tersi durum da ise iktidarlar ayakta kalamazlar.
Bu nedenle, yalan, yalan söylemeler egemenlerce daha çocuk yaşta topluma bir eğitimsel yaklaşımla öğretilir. Sanmıyoruz ki, toplumda ki her mahsum görülen yalanın egemen sistemden, onun eğitim sisteminden bağımsız olsun, sistem kendi inşası geleceği açısından bunu şart kılar. Yani yalan söylemenin insan doğasında olan, ona da bir doğal refleksmiş gibi olduğu belirtilemez. Çünkü hiçbir çocuk anadan doğarken yalanı bilemez, birçok şeyi bilmediği gibi. Bilebileceği her şey sonradan edinilir, öğrenilir, inşa edilir.
Bir çocuk ilk yalanı Devletin, iktidarın mikrosu olan aileden öğrenir. Baba zengin değil kendini zengin ve çocuğa istediği her şeyi alabileceğini söyler ama gerçekte çocuk istemine cevap veremez, veremeyince de bir sürü yalana başvurur. Çocuk okula gider başka bir dille karşılaşır, hoca ona ait olmayan bir kimlik verir ve çocuk akşam eve gelir baba- anneye hocanın verdiği kimliği söyler, hocanın dilini anlamadığını vb aktarır. Baba ve anne korku ve sürgün endişesiyle, egemene tabilikle olmayana çocuğu inandırmaya çalışır, yalan söyler.
Her yalan söylemi o bireyde geriye dönülmez kişilik kırılmaları yaratır, kendine karşı tutarsız, ret- kabul ölçülerinde aşınma nerde ne yapacağı beli olmayan, özgür kimlik edinemeyen, kendine ait düşünceleri olmayan, her söylenene inanan bir patolojik kişilik olur.
İnsanlık gelişiminde gelmiş geçmiş tüm bilgeler - peygamberler yalanı, yalan söyleyeni “ toplumsal sapkınlık” olarak tanımlamışlardır. İslamiyet yalan söyleyeni “münafık” Hıristiyanlık “günahkâr” Zerdüştilik “hakikat sapması “ olarak tanımlarlar. Marksistler “oportünizm diye sözü ile eylemi bir olmamak olarak tanımlarlar.
İngiliz özel savaş uzmanlarının “yüz yalan bireyde bir doğruya ulaşır” tanımlaması yapmışlar. Bu doğruysa ki, TC devletinin kuruluşundan sonra 1923’ten bu yana tarih, kültür, toplum tanımlamalarını yalan temeller üzerine oturmuştur. Buna göre ilkokuldan başlayarak tüm eğitim safhalarını, eğitim konularını yalan üzerine bina etmiştir. Politikalarını da bu yalanları yürütmek üzere kendini bir sistem haline getirmiştir. İş böyle olunca İngilizlerin “yüz yalan” tezi buna yetmiyor çünkü TC’nin kendini var etme ve sürdürme sistemi tümden yalan üzerine olduğundan değil yüz yalan toplumsal şekillenmenin tüm argümanları yalan saçıyor. Örneğin “bir Türk dünyaya bedeldir, Türkün Türk’ten başka dostu yok, her Türk asker doğar, Türkiye de herkes Türk’tür” v.b örnekler çoğaltılabilinir ancak sadece bu tanımlamaların yaratığı insana bakın yalan insanı ne hale getiriyor. Recep Tayip Erdoğan aslen Laz’dır, Kemal Kılıçdaroğlu Kürt’tür ikisi de en iyi Türk olduğunu belirtiyor. Bunlar tepedekiler, birde bunun toplumsal zeminini düşünün. Cellâdına sevdalanmayı yaratan bir yalancı sistem ve yalan, Anadolu halklarını hastalaştırmıştır. Değerli yazar Aziz Nesin’in “Türkiye toplumunun yüzde altmışı aptaldır” tezini kendini tanımayan, tarihsel, toplumsal bilinci parçalanmış, tarihsel kültürel belleği parçalanmış bir aptallık demek belki daha doğru olur kanısındayım. Çünkü toplumlar için en büyük felaket- kırım tarihsel-kültürel belleğinden yoksun olmaktır. Bellekten yoksun olmak köksüzlüktür. Köksüzlük, kendini bilmeme, tanımama, nereden gelip- ne olduğunu bilmemek bir hiçlik durumudur. Hiçlik durumu-duygusu ortada kalma, arada kalmayı ifade eder ve her esen rüzgara karşı toplumu ve bireyi savunmasız bırakır. Bunun diğer adı ara toplumdur. Ara toplum kendine güvensizdir, korku ile yaşar, ret kabulü olmayandır, etik değildir; kendine ait yaratımları olmayandır, hep kendi dışındakine öykünür.
Şimdi Türkiye toplumsallığına bakın; birçok halk kesimi var (Laz, Kürt, Çerkez, Pomak, Ermeni, Rum, Yahudi, Abhaz, Arap Asuri ve Türkmenler bunlara Azeri, Türkmen, Terekeme dahil edelim). Ve bunların çocukları her sabah “Türküm doğruyum, çalışkanım” diyorlar ama yalan söylüyorlar ve resmi yalandır bu. Düşünün bu çocuk akşam okuldan eve gidiyor evde resmi olmayan aile dili ile karşılaşıyor ve farklılığının ayrımına varıyor ama anne suskun, baba suskun kaçamak cevaplar verirler veya yaşananı olduğu gibi anlatırlar. Anlatırlar: Katliamları, ölümleri, ev yakmalarını, sürgünleri, inkarı, zindanları ve zorla susturulmuşluğu anlatırlar. Anlatırlar, çocuk okulda ezber olan resmiyete katılır ama içinde hiçbir zaman “Türküm” demez öğretmeni kandırır, yanında sırada olan akranını kandırır artık “Türklük” kavramını çağrıştıran her söz, her davranış onun için sorgulanması gereken ve kuşku verendir. Bunun diğer adı ise, bir birine güvenmeyen herkesin herkese kuşkuyla bakan bir patolojik toplum gerçeğidir.
Bu hastalıklı toplumsal durumu her gün devlet tüm kurumları ile Basın, eğitim, spor, din, sanat “sivil kurumlar” ve en önemlisi de siyasal partilerle toplumu kandırmayı daha da derinleştiriyorlar. Yalanları öyle pişkin söylenir ki, söyleyen de kendi yalanına inanır düzeydedir, Yani bir günlük Türk TV’lerini izleyip yukarıda adı geçen kurumların ikinci gün de ise tersini söylemeyi marifet sanırlar. Söylenen yalanı da “millet adına” söyledik diyerek toplumu kandırıp adeta kendilerini aklarlar. Basını da bir önceki söyleneni değil de, son söyleneni manşete alır ve “en doğru budur” sunumu pişkince verirler. Verirler; çünkü TV de geçen bir söz, söylemin zamanı çok kısıtlıdır, izlerken eleştirel olmak, analiz etmek çok zor, unutulmaya el verişli buda toplumu güncele kilitler, ezberci, konjonktürel düşünmeyi yaratır. Daha doğrusu düşünememeyi getirir.
Sonuç olarak ne diyelim? Yalandan kurtulmak için, sistemin yalanından arınmak için ne yapılmalıdır, nereden ve nasıl başlanmalıdır? Kuşkusuz bir reçete yazacak değiliz, yazamayız da ama bildiğimiz son dönemde TC yetkilileri ve tüm sistemin yalan üreten bileşenleri Kürt toplumunu kandırmak için 1924’ ten şimdiye kadar en yalancı, yalan ürettikleri bir dönemden geçtiğimizdir. Günlük dediklerini sıralarsak, günlük yalan üreten kitap yazmak gerekir, o nedenle kimin ne dediği değil de asıl ne demek istediklerini, söz aralarında gizledikleri önemli oluyor. Söz aralarında gizlenen tek bir gerçek vardır, oda Kürt halkına dayatılan toplumsal varlığını ortadan kaldırma politikalarına bütün yönleriyle devrede olduğudur. Batı Kürdistan da Kürt halkının kısmi kazanımlarının kalıcı olmaması için özel savaş tezkeresi alarak ve Kuzey Kürdistan da günlük siyasal soykırım politikaları devam ederken söylenen hiçbir “çözüm” ve “görüşme” sözünün anlamı yok.
Yapılan, düşman politikaları biz Kürtlere ve Türkiye halklarına karşı uygulanıyor. Biz Kürtler de bir söz var “düjmın loma nabe” yani Düşmana daralma olmaz, o kendi işini yapıyor bize düşende bir halksak, kendi rengimizle bize ait olanı yaratmaya tüm çalışmalarımızı yönlendirmeliyiz, kim ne derse desin. Kendi dilimizi konuşalım, geliştirelim, Kültürel, siyasal, ekonomik özerk kurumlarımızı oluşturalım Faşist rejimin idari, ekonomik, eğitim ve askeri tüm kurumlarını ret edelim, muhatap almayalım, işlevsiz kılalım. Sistemin her söyleminin, adımının tersinin doğru olduğunu bilerek, tümden sistemi reddi esas alalım ki aklımızın sağlığını koruyalım.
Medet Serhat
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. Hakkari’nin Şemdinli, Yüksekova ve Çukurca ilçelerindeki alan hakimiyetine müdahale amacıyla operasyon düzenleyen işgalci TC ordusuna Şemdinli’de kapsamlı bir eylem gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 11 Ekim günü 15.50 sularında Dersim Erzincan yolu Tevneşi yol ayrımında gerillalarımız tarafından bir yol kontrolü gerçekleştirilmiştir. Yol kontrolü esnasında bi minübüsün içinden 4 kişi tarafından araçtan ateş açılmış ve alanda bir süreliğine çatışma yaşanmıştır. Yaşanan çatışma sonucunda düşmanın ölü ve yaralıları tarafımızdan netleştirilemezken Serhed Van arkadaşımız şahadete ulaşmıştır.
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
İşgalci TC ordusu tarafından Cudi alanına yönelik olarak 12-22 Aralık 2011 tarihleri arasında düzenlenen saldırılarda şehit düşen 14 yoldaşımızın kimlik bilgileri netleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 11 Ekim günü saat 11.30 sularında Ağrı'nın Doğubayezıt ilçesine bağlı Ayıbeg karakolunun nizamiyesine yönelik olarak gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen eylem sonucunda düşmanın 1 askeri gerillalarımız tarafından öldürülmüştür.
- Ayrıntılar
Günümüz dünyasında devlet ciddiyetinden uzak, siyasi bilinçten yoksun ülkeler arasında herhangi bir sıralama yapılsa Türkiye kaçıncı sırada yer alır?
Bu soruya verilecek cevap; aslında içinde bulunulan sürece ve var olan tehlikelere karşı da temel yaklaşımın ölçüsü olacaktır.
Böyle bir soruya bugün Türkiye’nin yüzde ellisi, yani yarısından fazlası olumlu cevap vermez!
Son birkaç aydır hem iç siyasette, hem de dış siyasette-diplomasi de ortaya çıkanlara baktığımızda; kelimenin tam anlamıyla bu ülke de ne devlet ciddiyeti kalmıştır, ne de siyasi bilinç hali vardır.
Bunun temel nedenleri üzerine bazı çevrelerden, belirli tespitler geliyor; kimisi kendini kaybetme diyor, kimisi ise sınırsız bir özgüven olarak durumu kotarmaya çalışıyor…
Elbette ortaya çıkan bu Türkiye tablosunun temel sorumlusu; AKP’dir!
Onun yürüttüğü siyaset ve uyguladığı pratik politika sonucunda bugün içte yaşadığı çatışmalara rağmen bölgede de ciddi bir savaşın eşiğine gelmiştir Türkiye!
Ama var olan bu durumu sadece AKP’yle ilintilendirmek, sadece onun basiretsizliği olarak açıklamaya çalışmak elbette yetersiz olacaktır.
Son birkaç gündür; Suriye konusunda yaşananlara baktığımızda bile devlet ciddiyetinin ve siyasi bilincin sadece yönetenle sınırlı olamayacağını anlıyoruz.
Akçakale denilen muamma olayın ardından bu ülke her haliyle ve tüm kesimleriyle akıl tutulması yaşamıştır.
Bu dönemi iyi götürmeye ve kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirmeye çalışan ise AKP olmuştur. Bu haliyle AKP’yi eleştirmek ve onu yermek tek başına yetersizdir.
Çünkü memleket her haliyle demokratik kanalları kullanamadığı gibi pratik politikanın gereklerine göre refleks göstermekten de oldukça uzak bir pozisyonda kalmıştır.
Mesela Suriye konusunda atış yapıldığı iddia ediliyor ve daha aydınlatılmadan bu olay; mecliste savaş kararı alınıyor!
Ondan sonra da deniliyor ki; “biz savaşmak istemiyoruz, sadece caydırmak için bu kararı aldık”…
-Oldu biz de yedik, derler adama…
Mozambik’te bile böyle bir şey olsa; böyle bir siyasi süreç başlatılmaz!
Daha derli toplu ve daha oturaklı bir devlet ve toplum yaklaşımı ortaya çıkar. Yani böyle başına buyruk ve belli bir zümrenin dışında kalanların dumurda olduğu bir tablo kesinlikle yaşanmaz.
Her şeyden önce şu gerçek var ortada; boru değil, havan topu bu… Gerçi her ne kadar benzeri tepkiyi F4 meselesinde göstermemiş olsa da Türkiye, şimdi bir karar aldı.
Bu kararın gereği nedir; savaş!
Bunun üzerine toplum ayıklama başladığında ve haklı olarak da, “nereden çıktı bu savaş rüzgarları” diye sorulmaya başlandığında;
Ya işte biz savaşmak istemiyoruz, onları korkutmak ve caydırmak için bu kararı aldık denilir mi hiç?
Böyle denilse bile buna hiç iltimas gösterilir mi?
Belirli çevreler bu durumun üzerine daha güçlü gitmedikçe ve savaşın çığırtkanlığına soyundukça, yarın öbür gün gerçekten de savaşın içine girse Türkiye bunlar ne yapacak?
Devlet ciddiyetinde ve siyasi bilincinde bir karar alınmadan önce muhakkak yukarıdaki sorulara ve onların onlarca türevine cevaplar aranır.
Hele hele konu savaş olduğunda!
Dengelere bakılır, ihtilaflara bakılır, koşulların tüm faktörleri göz önünde bulundurulur, kimin dost, kimin tost(!) olduğuna bakılır…
Ama gerçekten de konu savaş olursa.
Yoksa böyle ciddiyetsiz bir şekilde önce kararını alıp, ardından da “biz onları korkutmak, caydırmak için böyle bir karar aldık” denilirse, bu kararın ve çıkartılan tezkerenin bir devletin kararı ve tepkisi olarak algılanmasını kimse beklememeli.
Hatta böyle algılanmasını bir yana bırakın, böyle bir yaklaşımın sonucunda o devletin bağlayıcılığı ve siyasi baskısı bile oluşmaz. Bu söylemlerin sahibine ve böyle oturaksız bir siyasete insanlar sadece kıçıyla güler…
Mesele boru değil; havan topu ve savaş! Bu konuda inandırıcı ve korkutucu olabilmek için her şeyden önce evin içini temizlemek ve toparlamak gerekiyor.
Her gün askerinin ve polisinin tabutu başında histerik nöbetler geçirenlerin, bölge güçlerini kapsayacak bir savaşa adım atmasını ya da bu yönde aldığı kararı açıklamasını kim ciddiye alır ki?
Jan Ararat
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 9 Ekim günü saat 12.00 sularında Ağrı’nın Doğubayezıt ilçesine bağlı Serêkanî karakoluna ait 2 nöbet kulubesine yönelik olarak gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen eylem sonucunda düşmanın iki askeri öldürülürken eylem ardında işgalci TC ordusu tarafından eylem alanı çevresi rastgele taranmıştır.
- Ayrıntılar