Anaya ve analara karşı oldukça mücadele ettim ve anlam vermeye de büyük çaba gösterdim. Çoğunuz anlarınıza saygı ve sevgi dolu yaklaşımlar göstermiş, mektuplar yollamışsınızdır. Ben bunları fazla yapmadım. Hediyeler ise hiç göndermedim. Ama şimdi ana, anavatan gerçeği üzerine tartışıyoruz. Ayrıca PKK gerçeğinde anaların yüreği yanıyor. Onun için üzerinde durmaya özen gösteriyoruz.
Analar çok fazla ağlıyor. Hem karşı taraftan ölen askerlerin anaları, hem de bizim saflarımızda en yiğit ve gencecik yaşta olanların anaları... Bundan dolayı benim üzerimde analar oldukça manevi bir baskı teşkil ediyorlar.
Yaşam ana gerçekliğiyle oldukça bağlantılı. Her şeyden önce fiziksel anlamda yaşama geliş, ana gerçeği demektir. Aslında bunlar o kadar fazla önemli de değil. Benim ilkem biraz daha farklı. Onun için de kamuoyunun dikkatini çekiyor, araştırmalara konu oluyor. Hatta düşman bile anamı sorgulamıştı, "bu neyin nesi oluyor" diye. Öz kavgacılığımızı ana atmosferinde başlattık. Anılarda ne kadar canlı olduğunu, belki de çok tuhafınıza giden bir biçimde anlatmaya çalıştık.
Kavgacılığımıza ne ad verilebilir? Anamın temel bir kaygısı veya bize tamamen hakim kılmak istediği, kendine göre bir namus meselesiydi. Bunu hiçbir zaman terk etmedi. Bundan dolayı da bir kavga anlayışı söz konusuydu. Kavgayı sonuna kadar sürdürdü. Bu durumda ben ne yaptım? Ne kadar namus peşindeyim, ne kadar kavgayı bildim? Beni ne kadar etkiledi veya ben ne kadar gereklerini yürüttüm, nasıl yürüttüm? Adını ne koyabiliriz? Çelişkili miydim, yoksa namus peşinde miydim?
Yaşam hala düşündürtüyor.
Kendimi tanıdığım günden bugüne kadar aynı endişeler sürüp gidiyor. Çok yoğun ve insanı da zorlayacak bir biçimde. Şüphesiz her ana-babanın ve çocuğunun kavgası vardır. Kendine göre bir mantığı, geleneklerine göre sıkı bir eğitim, çabaları vardır. Bunların olmadığı tek bir aile düşünülemez. Fakat bizim ailenin bazı özgün yanları olmalı ki, bu kavgayı bugüne kadar getirebildik. Namus uğruna değişik bir savaşımı veya çok çelişkili bir tarzı buraya kadar getirdik. İlginç bir kavga türü gelişti. Anlamakta büyük yarar var. Sizlerin yetiştiği aile ortamlarından farklı olduğu açık.
Hatırlıyorum:
Köy ortamında anamın bazı düşmanları vardı. Çok yamandı ve mutlaka başarılı olayım diye dayatmaları sözkonusuydu. Daha sonra birkaç kuruşluk eşya, yiyecek, giyecek; aslında bunlar o kadar da önemli değildi. Namus meselesi daha önemliydi. Ben bu namus meselesini bir türlü anlayamadım ve halen çözmeye çalışıyorum.
Namus veya namussuzluk...
Çok ilginç, yaşanmamış olsaydı söylemezdim. Nenemin kızına benim hakkımda "bu namussuz çıktı" demesi bende büyük bir kaygı olarak yer etti. Ve o günden bugüne kadar farklı bir moral değerle yaşamaya çalıştık.
Bir kere oldu diyelim.
İşte bundan sonra ardını getirmek gerekiyor. İş, sadece bu çatışmayla başlamadı. Toplumsal çelişkiler çözümlendi, ulusal sorun görüldü. İdeolojik dünya, siyasi dünya anlaşılmak istenildi. Epey mesafeler de alındı, ama işin başlangıcı hayli önemli. Daha sonraki gelişmeleri anlayabilmek için başlangıç tahlili oldukça önemli. Tabii, bu sizler için daha da önemli. Çünkü ben az çok çözüme gidiyorum. Böyle sıradan veya fazla ipe sapa gelmeyen mi desek veya çok önemli mi desek; dengesiz bir aile ortamındaki çatışmalı bir yaşamdı.
Ne aşiret çatışmasına, ne sınıf çatışmasına, ne ulus çatışmasına benziyor.
Belki de en düşmüş, son sınırına gelip dayanmış insanın, namus anlayışı için savaşımı oluyor. Şüphesiz bunun altında bir haklılık aranabilir. Fazla içeriği, güçlü bir amacı olmasa da sonucu önemlidir. Çünkü hepinizin kavgacılığının altında bu var. Bunun için çözmemiz gerekiyor. Ben kendi kavgacılığımı çözmek için kırk yılımı verdim. Ama sizler üzerinden atlıyorsunuz. Onun için de gelişemiyorsunuz.
Çelişkilerini doğru çözemeyenler güçlü kişilikler olamazlar.
Yaşamınıza büyük oranda mücadelesizlik sızmış. Mücadelesizliğin sızdığı yaşam, düşmanın sızdığı yaşamdır. Kavganın şiddetli olduğu bir yaşama düşman kolay kolay sızmaz.
En çok öfkelendiğim bir durum da, ana-babaların sizleri böyle dünyaya getirip büyütmeleridir. Bir türlü kabullenemiyorum. Çünkü büyük bir suç ve hiç saygı, başarısı olmayan bir yaşam var. Zaten ana çelişkimi bu temelde ele almıştım.
Halka da söylüyorum:
Hazır değilseniz, verecek bir dünyanız yoksa; ne diye çoluk-çocuk, mal-mülk, eş-dost diye kendi kendinizi aldatıyorsunuz? Bir şeylere hazır değilseniz, neden kendi kendinizi adam yerine koyuyorsunuz? Hiçbir şeye gücünüz yetmiyor, başarınız yok.
Analar neden çok ağlar?
Bunun sosyo-psikolojik çözümlemesini yaptık. Hiçbir bilinçleri, dolaylı ve hissi olarak çocuklarına verecek bir dünyaları yok. Çocuk büyüyecek, aç, sefil, bakımsız olacak; bunun için analar çok ağlıyorlar. Bu aynı zamanda büyük çaresizliktir. Çünkü kendilerine hükmedebilecek güçleri de yok. Ana çocuğuna düşkün, karısı kocasına, kocası karısına düşkün ve bu da sınırsız bir teslimiyete götürüyor.
Tepkilerim, ilk sezgilerim bunlara karşıt gelişti. Anama karşıt gelişti. Baba fazla üzerime gelmiyordu, gelseydi ona da tavır koyardık. Ama ana daha fazla hak-hukuk sahibi olduğunu söyleyerek üzerime geliyordu.
Tabii, biz de çocuk savunmasını yaptık.
Bu önemli bir savunmaydı. Şimdi milyonlarca Kürt çocuğu dünyanın en perişan, sahipsiz, başlarına gelecek bütün felaketleri bilmeden yaşamaya terk edilmişler. Bunun sorumlusu kim? Bunu görmemek, görüp de bir şeyler yapmamak hangi insanlıkla bağdaşır?
Bütün anlara-babalara soruyorum: Ne diye bunları hazırlıksız, eğitimsiz benim üzerime atıyorsunuz. Sizlere de sordum. Kim sizi üzerime attı? Ben gönüllü çağrı, davetiye çıkarmadım. Kendinizi yere atar gibi üzerime atıyorsunuz. Ama çok hazırlıksızsınız. Tabii, bundan biraz da analarınız ve babalarınız sorumludur. Yetiştirme, terbiye diye bir şey görmemişsiniz. Benim de öyle terbiye görecek halim yoktu, bana öğretecekleri bir şey de yoktu. Ben kendi kendimi terbiye ettim. Sizlerden temel ve büyük farkım bu. Bu büyüklüğümü kendimi terbiye etmeme borçluyum. Kocamış bebekler gibisiniz, ciddi bir intikamcılığı olan yok. Ancak "zamansız, yersiz gitti" diye, cenazenize bol bol ağlanabilir. Hanginiz adını, ününü amansız konuşturuyor? Hanginiz kendini zavalılıktan, problem olmaktan kurtarıyor? Bütün bunları ilkin analara söyledik.
Anama da söylemiştim:
"Üzerime gelme" dedim ve onu durdurdum, -hem de erken yaşta.
Bana kabul ettirmek istediği değer yargılarını, kavgacılık biçimlerini durdurmak gerektiğini çok erken yaşlarda fark ettim. Sezgilerimle, yaşam tutkularımla böyle olmaması gerektiğini bildim ve tavrımı geliştirdim.
Düşman anamı da konuşturmuştu, "Dizinin dibinde oturamadığım" biçiminde bir değerlendirmesi vardı. Dizinin dibinde oturmak, boyun eğmektir, teslimiyettir. Yine düşman, "kavgacı ortamlarda, sevginin, saygının fazla gelişkin olmadığı ortamlarda büyümekten" bahsediyor. Tabii, bahsettiği ortamı düşmanın kendisi yok etmiştir.
Sahte sevgi ve saygıyla büyümenin anlamlı olmadığını erkenden farkettik. Bize gösterilecek fazla sevginin olmadığı açıktı. Ben ta o zamanlar anamdan en ufak bir sevgi beklemedim. Hayret, beklemediğim gibi, göstermedim de. Bu da oldukça gerçekçi bir tutumdur. Olmayan şeye, neden "olur" diye kendimi aldatarak cevap vereyim veya kabul edeyim ki.
Sahte sevgiler ana kucağında başlar ve en gözükara sevdalara kadar bu sürüp gider.
Hepsi sahtedir; birinin size verecek sevgileri, saygıları yoktur. Sizin de birilerine ne vereceğiniz sevgileriniz, ne de saygılarınız var. Ama kişiliklerde aldanma, öyle gözükme tarzı; hiçbir ulusta görülmemiş derecededir. Elbette biz bu konuda da ikiyüzlülüğe düşmemeyi büyük bir gelişme olarak değerlendiriyoruz. Yoksa ben "neden varım" diyeyim, öyle değilsem neden kendimi öyle sayayım. Bu da en tutarlı bir gerçekliği ve gelişmemizin önemli bir nedenini ifade etmektedir. Olmamış şeyi kendine mal etme ve en kötüsü de kendisine layık görme, beklentiler, talepler, isteme veya istetme, gerçekliğinizin temeli olmaktadır.
Sizler hep "birileri bizi sevmeli, hep bizi kabul etmelidirler" anlayışındasınız. Ama bana göre ne ben, ne birileri; beni ne saymalı, ne sevmeli, ne de birileri beni kabul etmeli. Peki nasıl olmalı? Anlayarak, gerçeğe ulaşarak, mücadele ederek, kendinize saygıyı bularak, sevgi yakalayarak bu olabilir. Belki böyle olur diye çabaladık ve bunun doğru olduğu da ortaya çıktı. Bu da bir maddi zemine, savaş gerçeğine dayanıyor. Görülüyor ki, insanlar şimdi doğru temellerde daha saygılı, sevgili, edepli duruma gelmişler.
Aslında anamdan kalma daha birçok husus var. Babamı beğenmezdim; haklı olabilirdi, ama çaresizdi. Kadın hiçbir zaman kendisine göre erkek nedir bilmemiştir. Tanıdığı erkek cahil, nasıl geldiğini, nasıl gördüğünü bilmiyor. Ona verilmiş, böyle kaba bir güç olarak, kendisini tehdit eden bir güç olarak görmüş. Toplumsal gerçeklik de böyle. O toplumsal koşullarda böyle bir kadını, bir kızı anlayacak, gönlüne göre, sevgisine göre anlayacak herhangi bir durum yok, ortam yok. Hatta iradesi, bir kişiliğinin ne kadar olup olmadığı bile tartışılabilir. Aile çıkarı için veya istemi üzerine "al sana" denilmiştir, o olmazsa diğerine verilecektir. Zaten bundan çıkaracağı sonuç da öyle fazla anlamlı olamaz. Bir de kişilik itibariyle fazla moral bırakılmamış, daha doğrusu kendisine göre kocası diye anılan erkek ve köyde erkek diye bellenenler, kendisine anlamsız veya düşmanca tutumlar içinde bulunmuş. O da "madem onlar bana bu kadar yaptılar, bende kuralsız, hatta fazla utanmaya gelmeyen, sonuna kadar ve çığırından çıkmış bir kavgacılığı dayatırım" demiş.
Çok uysal bir kadın olsa, fazla kavgacı olmasa, kocaya olduğu gibi yaslansa veya bu çaresizliği gösterse, teslim olsa, belki biz de teslim olurduk veya "anam nasıl yapmışsa bütün kadınlar öyle yapsın veya babam ne etmişse, erkek ne yaptıysa öyle kabul edilsin" derdik. Ama bu kavgacılık ortamı mutlaka bir iz bırakmıştır. Bu da herhalde faydalı bir iz olarak düşünülebilir. Benim geliştirdiğim bir kadın mücadelesi var. Bu mücadele bugün ileri boyutlarda seyretmektedir. Temeli olmasaydı bu mücadelenin, bu kadar gelişmesi mümkün olamazdı.
Fakat onunki öyle ilkeli, örgütlü değil; tam tersine ilkesi de, taktiği de hiç olmayan bir mücadeleydi. Ama kendini orta yere at, sonuna kadar fırla, yürü, bağır, çağır, saldır; -mücadele biçimi buydu. Güç dengesi sıfır, hedefi hiç gözönüne getirmez, ama işte ne kadar isyan edebilirsen o kadar isyan et veya isyanda sınır tanıma. Tabii biz bunun böyle olmayacağını daha başta görüyoruz. Kavga olacaksa bile bunun belli bir mantığının olması gerekir.
Mantığın çok aşıldığı bir yerde mantık aramak, erkenden gözönüne getirdiğim bir husustu. Bu da çok aşırıya karşı bir tedbir oluyor. Elbette pratikle yakından bağlantılıdır. İlle kavga edilecekse, -bunu bana erken yaşta öğretti. Etkisi hala var. En önemlisi, tek başına biri de olsa, çok kuralsız da olsa hem aile içinde, hem aile dışındaki bazı erkeklere karşı büyük savaş vereceğini o örnekte görmüş oluyoruz.
Bir gelenek olarak bir çocuk bunu görmezse, anası mışıl mışıl uyumlu, her şeye "evet" diyorsa, sanırım çocukları üzerinde de bunu sürdürür. Sonuna kadar erkeğe, babaya, köylüye, karşısına çıkan herkese bağlı olur. Bu böyle olsaydı, bizim bu biçimde bir kadın mücadelesini fazla ilerletmemiz (en azından bu biçimde geliştirmemiz), bu kadar etkili olamazdı. Veya bu etkinin de bu eski mücadelede bir ön izi olabilir. Çünkü bir kadın bu kadar mücadele etmişse, o da ana ise, herhalde o çocuk da büyüdüğü zaman kendisine şunu soracaktır: "Benim anam gibi bir kadın bunu yaptığına göre, neden başka kadınlar bunu yapmasın ki!" Aristo mantığıyla bile bu sonuca varmak zor değil.
İşte, anaya bağlı olma mı denilir?
Anam sağken onu bu kadar derinliğine incelememiştim. Öyle mektup da göndermedim. "Nasılsın" demedim. Fakat anma denilen olayı bu son yıllarda önemli oranda geliştirdik. Son yıllardaki kadın mücadelesine baktığımızda belirgin bir gelişmenin olduğunu görüyoruz. Herhalde bütün önemli şahadetlere, ödünlere karşı verdiğimiz karşılığın bir benzerini de bu gelişme çerçevesinde yapmışız.
Haki Karer yoldaşın anısına karşılık partiyi ilan ettik. Mazlum'ların anısına verdiğimiz karşılık, daha fazla savaşa, ülkeye yönelmeydi. Agit'lerin anısına bağlılık ise, daha fazla gerillaya, ordulaşmaya yönelmekti. Buna benzer şahadetlerin anlamını gerçekçi bir mücadele ile geliştirmek istedik. Ana olayında da herhalde bu gözüküyor. Böyle bir ödün bizi kadın konusunda daha fazla böyle yapmaya götürmüş olabilir. Bu da bir etkidir diye düşünüyorum.
Kadın savaşımı bu nedenle anamın tam istediği biçimde ve onun yaptığı gibi olmazsa da; şimdi daha bilimsel, daha örgütlü, planlı ve usta taktiklerle yürütülmektedir. Erkeğin haksızlıkları var, bu açık. Bunu kabul ettik. Ama onu çözümlemek oldukça zordu. En önemlisi de anamın yaptığı gibi değil, daha mücadeleci, doğru bir mücadele anlayışı ve yöntemiyle. Tabii bu bir sonuç, onun ortasında gelişme de vardır. Anamın kişiliğine baktığımızda, kadınlardan uzak durmam gerektiğini ilk elde gözönüne getirdim. Anam böyleyken bu kadar beni zorluyorsa, kadın konusuna da kolay kolay girmemem gerekir.
Yaşanan ağır sorunları ve anamın babamla yaşadığı çok kavgalı ve zor yaşanılır aile gerçeğini gördükçe, bu önemli dersi almıştım. Bu tehlikeyi yaşamamak için oldukça temkinli, bilinçli hareket etme gereğini duydum. Babamla-anamın başına gelen neden benim başıma gelsin ki! Dikkat etmeliydim. Bu da kadın-erkek ilişkilerindeki gerçeği etkiledi.
Ana-baba arasındaki ilişki veya çelişki bütün yaşamımı en çok etkileyen özelliktir.
Ama sizler yaşamınızda buna pek dikkat etmediniz. Eğer ana-baba ilişkilerinizin gerçekliğini dikkatli bir şekilde gözden geçirseydiniz, böyle rahat yaşayamazdınız. Ama bu rahat yaşamın pek de rahat olmadığını şimdi benim çelişkili savaşımla, kişiliğimle ödüyorsunuz. Benim şansım veya şanssızlığım bu çelişkili aile gerçeğini en üst düzeyde yaşamış olmamdır.
Çocukken kendimi şanssız görüyordum. Hala hatırlıyorum, "keşke benim de falan arkadaşımın anası-babası gibi anlayışlı bir anam-babam olsa" diyordum. Daha sonraları, "keşke bir Türk aileden olsaydım" diyordum. Zorluğa gelmemek için, çelişkilerin acımasızlığını yaşamamak için bunları düşünüyordum. Ama daha sonra bu çelişkinin mücadeleyi tahrik etmesi nedeniyle, bir şans olduğu ortaya çıktı.
Şanssızlığı şansa dönüştürdüm.
Bunun da büyük bir yürütme eylemi olduğu şimdi daha iyi anlaşılıyor. İşte sizlerin başlangıçta böyle bir şanssızlığınız yok, şanslısınız. Ama sonuçta da büyük şanssızlığınız bu şanslı yaşamınızdan kaynaklanıyor. Bunun diyalektik ifadesini bulmamanız halinde pek iflah olmazsınız veya şansı şanssızlığa, şanssızlığı da şansa dönüştürmeyi gerçekçi temelde, doğru temelde yapamazsınız. Benim ana-baba çelişkilerimin bütün köyün alayına, dalga geçmesine yol açması ve benim üzerimde bunun yarattığı büyük üzüntüler, ayıplamalar büyük bir şanssızlıktı. Ama bunun beni sürekli ezmesi, zorlaması beni yaratıcılığa itti. Bu da gelişmenin ana dinamiğidir.
En önemlisi de ailecilik konusunda hayale kapılmadım, sizin yaşadığınıza benzer kolay ailecilik hayallerini esas almamam çok önemli. Çekinmem, ihtiyatlı olmam, tepki duymam daha sonraki süreçlerde oldukça yararlı olmuştur. Hala kadın-erkek ilişkileri üzerine bu kadar önemle duruyorsam, bu çelişki nedeniyledir. Şimdi çok açık görülüyor ki, eğer bu çelişki çözümlenmese ne sınıfsal, ne ulusal çelişki anlaşılır. Bırakın çözümlenmesi, sizler şu anda bu çelişkinin birer kölesi gibisiniz. Bu çelişkiyi anlamaya ya da kendi üzerinizdeki etkisini sıyırmaya gücünüz yoktur. Daha sonraki tespitlerimizde "aile kördüğümü insanımızın iradesini de, düşüncesini de kör etmiştir" dedik. Bu yüzden yetenekler gelişmiyor. Kavgacılık en ilkel tarzda, anlayışlar oldukça dar, kişilikler oldukça cüce. Neden? Çünkü aile kördüğümü sizi baştan bağlamış. Ama ben yırttım, nitekim köyde, "ipini koran adam, anasını-babasını dinlemeyen adam, yoldan çıkmış adam, vah vah, kimsenin çocuğunun böyle olmaması gerekir" denen bir çocuktum. Ama dediğim gibi, bu şanssızlığı daha sonra şansa dönüştürdük. Sizler ise bağlandınız. Aileler her gün yenilgiyi aşılar, "oğlum adam ol, her gün büyüklerine bağlı ol, al seni çok seviyorum, oğlum al sana en iyisi, büyüklerine saygılı ol." Bütün bunlar yalandır. Olmayan şeylerin olur gibi sunulmasıdır. Onun için ne sevginiz, ne saygınız, ne bir yüksek çözüm gücünüz, ne de kavgacılığınız var.
Çelişkiler çözümlenmez ve uğruna büyük savaşlar verilmezse, kişilik koca bir yalandan ibarettir.
İşte benim şanssızlığımın şansa dönüşmesi de bu yalana düşmemeyi öğrenmek temelinde olmuştur.
Çelişkiler tahrik edilmiş durumda.
Mevcut durumda çelişki yöntemi bende dünya çapında ustalıklı temeldedir. Bana kimin gücü yetebilir ki! Halkın deyişiyle "Adam oğlu olma" bence buna denilebilir. Bunu bir kader olarak görmedim. Ama sizler yaşamla ilişkiyi öyle görmüş ve öyle bellemişsiniz ki, bu kadercilik yüzünden haliniz orta yerde duruyor. Benim ise kollarım zincirlerinden boşalmış, yüreğim de öyle. Serbest hareket ediyorum. Ama sizler hareket edemiyorsunuz. Ne kadar acı, -bütün savaş imkanlarını sizlere vermemize rağmen...
Kimse bana bir şey vermedi, ben kendi kendimi yetiştiren biriyim. Analar sizler için çok ağlayacaklarına, sizin gibileri doğurup, büyütmeseydiler daha iyi ederlerdi. Böyle yeteneksiz, çaresiz, hep ağlanılacak çocukları ne yapayım?
Ağlamayı da erkenden kestim, -bu da ilginçtir.
Hatırlıyorum, çocukken benim kadar ağlayan yoktu. Öyle ağlıyordum ki, köyde duymayan yoktu. Sonra anladım ki, bu da beyhudedir. Ağlamakla hiçbir yere varılamaz. İlk isyanda istediğim kadar ağladım ve ondan sonra durdum. O gün bugündür fazla ağlamaya gelmem. Bu da ana ve aile gerçekliğiyle bağlantılıdır.
Savaşta komutanın en temel özelliği ağlamamasıdır. Ama neredeyse ağlamayanız yok gibidir. Dediğim gibi, olmayan vicdanı, rahatlığı, sevgiyi olur gibi, varmış gibi görmenizin vicdansızlıkla bağlantısı oldukça somut. Saygılı olmayan, sevgili olmayan, duyarlı, hassas duygularınız sizleri büyük bir vicdansızlıkla karşı karşıya bırakıyor. Yanlış yetişme tarzı, geleneklere göre kötü şekillenmeniz, vicdansızlığın en temel kaynağıdır.
Bu vicdana nasıl ulaştım?
Büyük savaşımla.
İlkin ana-babaların bana fazla verecekleri bir sevgi, bir saygı olmadığını görünce, kendim denemeye giriştim. Çevremi oluşturdum. Çevre oluşturmak için de büyük iyilikleri yapman gerekiyor. Bir kuşu bile beş-on parçaya bölüp dağıtmam ilk sevgi, bağlılık ilişkilerine duyduğum ihtiyaçtan dolayıdır.
"Yalnızlığımı gidermek istiyorsam, havadaki kuşu avlayıp etrafıma dağıtmam gerekir" düşüncesine ta o yaşlarda ulaştım.
Bu bir örgütleme tarzıydı.
Şimdi bakıyorum, siz hazır imkanları bile hiç hakkınız olmadığı halde büyük bir vicdansızlıkla (ki, onu da ana-babanızdan öğrenmişsiniz) harcıyorsunuz. Çünkü büyük bir kısmınızın, ya başkaları sizin emeğinizi hırsızlamış; ya da sizler büyüklerinizden öğrendiğiniz gibi hırsızlamışsınız. Sizlere de bunu öğretmişler ve değerlere hep bu gözle bakıyorsunuz. Dağıtıp kötülüyorsunuz, aslında kendinizi dağıtıyorsunuz. Kendinizi bile yok ediyorsunuz. Adeta beleşten satıyorsunuz, ama farkında değilsiniz.
Kazanmasını bilmeyenler, paylaşmasını da bilmezler. Kendi emeğiyle kazanmasını bilmeyenler, hovardaca harcalar. Bunun için değerlerin kıymetini bilmek gerekiyorsa, onun amansız kazanımını bilmek lazım. Ben bunu defalarca söyledim.
Neden erkenden kuş avlamak zorunda kaldım? Yine babamın, hatta bazı böyle kişilerin, ailelerin değerlerini, gittim kopardım. Gücü etrafıma dağıtıp belli bir örgüt gücü oluşturdum, hatta rüşvet almayı da buna bağladım. Zorlu süreçlerde örgütü oluşturmak için başka türlü yapılamazdı. Ama şimdi örgütümüzün başındakiler, değerleri öyle bir çalıyorlar ki... Hatta bazıları hırsızlayıp kaçıyorlar. Vicdan bunun neresinde? Sizlere göre değer savaşımı yoktur. Değer savaşımı üzerine kan dağıtıyorsunuz, ama vicdanınız bile sızlamıyor. O erken yaşımda bir kuşun nasıl avlandığını ben biliyorum. Ayrıca grup oluşturmaya ihtiyacım var, ne ile yapacağım onu? Marifetin olmazsa, senden bir çıkar görmezlerse gelirler mi?
Okuma işi de öyleydi. Birkaç kelime öğrendiğimizde ilk etapta grupa vermek istedik. Başka türlü çocukları etrafımıza nasıl toplayacağız? Bütün hayat süreçleri böyle olmuştur. Sizler bunu da anlayamıyorsunuz. Bundan dolayı ne kendinize, ne de çevrenize yararınız oluyor. Haydan gelen huya, çar gelen naçar gidiyor. Sonuçta vicdan diye bir şey kalmıyor. Ama biz öyle değiliz, büyük bir vicdan oluşturmuşuz ve bu da özgür yaşama duyduğumuz istektendir.
Anam şunu sıkı sıkıya belletirdi:
"Çalışmadan sana tek bir kuru ekmek yok."
Saç üzerindeki bir ekmeği almak benim için büyük bir meseleydi. Hedefimiz o ekmeğe ulaşmaktı. Anam öyle yüksek bir yere koyardı ki, ona ulaşmak oldukça zordu, hatta gizlerdi. Ekmeği bulmak için bayağı mücadele verirdik. Ekmek kavgası ta o zamanlarda başlamış ve hala devam ediyor.
Çocukluk anılarımıza ihanet etmemek bizim için önemli bir ilkedir.
"Çalış kazan" diyorlardı. Bunu da iliklerimize işletinceye kadar dayatıyorlardı. İşte ekmek kavgası böyle başladı. Sanıyorum yetişme tarzından dolayı, ciddi bir ekmek kavgasına girişmeden sizlere hep hazır verildi. Her şeyi hazır Allah'tan bekler gibi beklediniz. Ekmek için kavgayı bilmiyorsunuz. Sizlere göre yemek yemek çok kolay, çocuklar ağladıkları zaman önüne yemek koyarlar. Anaların en büyük hatası sizi ekmek kavgacısı olarak yetiştirmemeleridir. Sizlere çok yumuşak davranmışlar. Varını-yoğunu biriktirip vermişler. Gerçek dışı bir yaklaşımla büyütülmüşsünüz.
Emeğe fazla saygılı olmayan bir nesil.
Sonradan da ana-babaların parası bitmiştir ve serserileşme dönemi başlamıştır. Tıpkı savaştaki gerçeğiniz gibi. Ana-babaların kabahati budur. Ekmek kavgacısı yapamayacaksa, bu çocuğu neden büyütüyor? Savaştırmasını bilmiyorsan, neden bunları çıkardın karşıma? Bu ülkede, bu halkın maddi gerçeğinde ekmek kavgacısı olmak bütün kavgaların başında yer alır. Ama şimdi bakıyorum, yediklerinin yarısını atıyorlar. Bana inanılmaz bir suç, sorumsuzluk gibi geliyor. Adeta bütün attığınız o ekmekleri alıp yemek istiyorum. Bir aralar beni ziyaret eden bir Fransız gazetecisi hayretler içerisinde kaldı: "Nasıl böyle soğan ve ekmekle idare ediyorsunuz" dedi. Elbette, bu benim yaşam ilkem, belki ayıplarsınız, ama kavgacılığımı doğru göstermek zorundayım.
Daha sonraki yaşlarda kontrolden çıktığım için, her ana gibi herhalde o da düşünmüştür: "Bunun sonu nereye gidecek?" Her ana çocuğunu başgöz etmek isteyebilir. O süreçlerde sanıyorum pek umudu yoktu. Beni akıllı bulmuyordu. Geleneklere göre kızlarını veriyordu, oğullarına bilmem kız alıyordu. Ama benim durumum farklıydı. Ne olacağımı pek anlayamamıştı. Kız verme-kız alma meselesinde herhalde yaklaşımı geleneksel etkiyi kırmaktı. Kıramadığı, etkisi altında olduğu açık. Fakat bende etkisi nasıl olabilir? Objektif olarak, konuyu küçümsememek, konuyu ciddi ele almak gerekir. Aileye göre insan yetişmeyince, her şey biraz daha altüst olur. Tam koltuğunun altında, dizinin dibinde olsaydım mutlaka kendilerine göre birisi yaparlardı beni. Ucuzundan bir koca veya bir karı olarak çocuklarını gerçekleştirmek isterlerdi. Tabii bu daha sonraki bütün düşüşlerin, bütün toplumsal gereklerin, yine bizim toplumsal gerçekliğimiz sözkonusu olduğunda tükenişin, başarısızlığın, düşüşün, toplumsal gerçekliğimiz ne kadar kabul ediyorsa o kadar olmasının sonucuna götürecekti. Bu tuzağa düşmemek, bu aile gerçeğiyle biraz bağlantılıdır.
Ama sizler kontrol altındasınız. Objektif olarak üzerinizde geleneklerin ve geleneksel toplumun etkisi büyük. Bu da geliştirememenin, cüce bırakılmanın en büyük nedeni ve hala sizlerle bu temelde uğraşıyoruz. Geleneksel karı-koca olmaya çok yatkınsınız. Zaten bizim ailede bu da fazla gelişmemişti. Ne babam iyi bir kocaydı, ne anam iyi bir karıydı. Hatta bana göre bu konuda en büyük sorunu yaşayan karı-kocaydı. Babamın kendini başarılı bir erkek görmesi mümkün değildi veya "ben şöyle bir kocayım" demesi çok zordu. Anamında "ne güzel bir karıyım" demesi çok zordu. Başarılı, mutlu oldukları, saygılı, anlayışlı oldukları hiç söylenemez.
Bunun üzerimizdeki etkisi ise oldukça ilginç.
Şans mı, şansızlık mı?
Sizin için iyi mi, kötü mü? Yorumu sizlerin. Ama genel Kürdistan ailesini gözönüne getirdiğimizde bunun çok çarpıcı bir şans olduğu ortaya çıkıyor. Kürdistan ailesi her ne kadar geleneklerin ağır etkisi altında terbiye görmüşse de, erkek kadını korkunç derecede namus meselesi yapıyor. Kadın da hiç içeriği, özü olmadığı halde, erkeğin kadını olmak için kendini geleneklere göre olağanüstü zorluyor. Ve geleneklerin güçlülüğü en temel kaybetme nedenidir.
Köleliğin en temel kaynağı, kurumu bu ise, demek ki bizim ailede bir türlü geleneğe göre kurulamayan karı-koca ilişkisi büyük bir çözüm zeminiymiş. Anamın babaya iyi bir karşı koymayı becerememesi veya onu mümkün görmemesi, böyle bir kocayı kabul etmemesi, üzerimde bayağı etkili olmuş. Adam çeşitli nedenlerden dolayı böyle davransa da, yine anamın özgün nedenleri de olsa, bunun böyle gelişmesi daha doğru sonuçlara yol açıyor. Ve Kürdistan ailesi tarihin bu sürecinde en problemli, diğer yandan çelişkiyi gizleyen, çözümsüzlüğü yaşatan en önemli kurumdur. Bunun bizim aile gerçekliğimizde neredeyse tam bir çözülüşü, anlamsızlığı yaşaması, benim de bu ortamı değerlendirmiş olmam, gelişmemizin en önemli bir çıkış nedeni oluyor.
Başlangıçta şanssızlık dediğim, daha sonra büyük bir şansa dönüşüyor.
Eminim ki, iyi bir karı-koca olsaydı bunlar, erken yaşlarda ben de onlara özenirdim. Tabii ananın da kendine göre bulduğu zayıf kocayı karşısına alması, ona karşı sürekli savaşım içinde olması bende iki yönlü düşünce ve duygu geliştirdi. Böyle koca olmamak gerekir. Ama böyle karı da olmaz, olmaması gerekir. Fakat olmuş, nasıl aşacaksın? Böyle koca olunacağına hiç olma. Veya bir kadının böyle zorlaması mı, zorlanması mı? En sağlıksızı, en sakıncalısı daha sonra anlaşıldı.
Bu bir Kürdistan çelişkisidir.
Artık Kürdistan'da maddi ve manevi olarak alt ve üstyapıda aile çözülüyor, klasik ilişkiler bozuluyor. Yenisinin de pek imkanı yok. Eski hiç taşınmıyor. Bu iliklerine kadar herkeste ve her yerde gözüküyor. Ama yenisini kurmak konusunda kimsenin en ufacık bir mecali, gücü yok. Tam da bu noktada olağanüstü bir çözüm gücü olarak bir şansı yakalamış oluyorum veya şanssızlığı şansa dönüştürüyorum. Büyük çaresizliği çareye dönüştürüyorum. Eminim ki, böyle aşırı bir çözülme veya çelişki olmasaydı bu kadar büyük yeniliğe amansız atılmazdık.
Hatırlıyorum, her eve gidişimde, her bu ilişkiye tanık oluşumda gırtlağıma kadar öfkeyle doluyordum. Ve fırlıyordum, metropole, okullara ve orada bu çelişkiyi çözmek için birikim yapıyordum. Her altı ayda bir köye gelişlerim benim için büyük bir devrim sıçraması demekti.
Yetmeyen, tamamen çözülme aşamasına gelmiş, fakat geleneklerin çok ağır olan etkisi nedeniyle de dışa vurmayan namus anlayışı adı altında, karılık-kocalık geleneği vardır. Toplumumuzda güçsüzlüğün ifadesi olarak, belki de hiçbir toplumda görülmemiş ölçüde onlara sarılma güçlüdür. Kocanın hiçbir şeye gücü yetmez; karısı üzerindeki hukukuna, geleneğine de dayanarak bütün gücünü konuşturur. Yine kadın çok çaresizdir. Her şeyiyle kocaya sığınma gereğini duyar. Bu da köleliğin en temel bir nedeni oluyor. Kürdistan çapında en temel bir çelişki oluyor. Çözülme hızlandıkça bu daha da gericileşiyor, tutuculaşıyor.
Kürdistan'ın bu en baş çelişkisi bizim koşullarımızda, felaket halini alıyor.
İşte talih veya talihsizlik.
Tam da bu noktada artık bunu aşmamız gerekiyor. Bırak aile namusunu, bırak ailecilik yapmayı, karılık-kocalık yapmayı; bunları fazla ciddiye alma, kendine ve kendinde yeniyi ara. Bildiğiniz gibi, kendimizi çare olmaya doğru götürme, en tabu konularda bile özgürlüğü esas alma, yaratıcılığı esas alma; bu anlamda çözümü yakalayabilme yönelimimiz devam ediyor. İyi karılar, iyi kocalar olma yerine, iyi savaşçı olmak esas alınıyor. Çözümleyici savaşçı, başarılı savaşçı; ana ocağından çıkardığımız en temel bir sonuçtur. Bana göre iyi savaşçı olamayanların hiçbir yaşam şansları olamaz. Bırak karı-koca olmalarını, insan bile olamazlar.
Bugün dolayısıyla açıklıkla söylemeliyim ki, anamın bana öğrettiği en temel gerçeklik budur. Önce iyi adam ol, iyi savaşçı ol. Biz bu yaşımıza gelmişiz hala iyi savaşçı olma peşindeyiz. Tabii aileler ise iyi savaşçı olmayı önlemek için daha 12-13 yaşlarında "iyi karı ol, iyi koca ol" çağrısını vermiş ve uygulatmışlardır. Bizim ailede bunun fazla geçerli olmaması, benim üzerimde etkisinin fazla gelişmemesi önemli.
Düşünün, bu yaşlarda böyle bir geleneğin etkisine girmek her şeyin bitişidir. Fiilen girmeseniz bile duygu, namus itibariyle girmiş olmak; savaşçılığın hiç gelişmemesinin temel nedenlerinden biridir. Benim kavgacılığımın patlama göstermesi bu geleneği erken yaşlarda yıkmamdan dolayıdır. Aile gerçeğine göre erken yaşlarda bir karılaşma, kocalaşma; işin bitişi demektir. Bakın ben bu çelişkiyi, biraz doğru ele aldım. Sizi bu yönlü iyi karılar, iyi kocalar olmaktan alıkoyduğumuz için gücünüz, enerjiniz, bilinciniz, dolayısıyla savaşçılığınız biraz devam ediyor. Belki geleneklere göre bir yaşam sizi rahatlatabilirdi. Ama bana göre, bunun maddi temeli yoktur. Maddi temeli olmayan bir şeye göre kendinizi yatırmanızın da hiçbir anlam yoktur.
Bu ülkede yaşamak istiyorsanız, bu iyi bir eş, dost, ahbap-çavuş, hemşeri olmaktan geçmez; tam tersine iyi bir toplumsal savaşçı ve ondan sonra ulusal savaşçı olmaktan geçer. Çözümlemeler ortaya koymuştur ki, iyi bir hemşericilik, ahbap-çavuşluk, yarenlik, hele hele iyi bir eş-dostluk, kadın-erkek ilişkisi savaşçılığı bitirir. Bunun yerine biz hangi bağları esas aldık? Hemşericilik bağları yerine, ulusal bağları, ahbap-çavuşluk bağları yerine, sınıfsal, siyasal bağları; ucuz eş-dost, sahte karasevda bağlılıkları yerine, yaman örgütsel ilişkileri, yoldaşlık ilişkilerini esas aldık. Düşünün, ben bu konuda, olağanüstü bir şekilde hem temellerini dikkatli atıyorum, hem pratiğini yürütüyorum. Görüyorsunuz ki, bu dünyanın hayretini çekiyor. Bu kadar geri toplumsal koşullarda nasıl böyle çelikten bağlar oluşmuş diye. Bu mücadele gerçeğiyle bağlantılıdır.
Tam da bu noktada, kadın ordulaşmasının da, erkek ordulaşmasının da ne anlama geldiği şimdi daha iyi anlaşılıyor.
Hiçbir kitapta böyle bir ordulaşma ilkesi yoktur. Ama bana göre bizim toplumsal gerçeğimizin çözümlenmesinde böyle ilkelere ihtiyaç vardır. Hala tam anlamamışsınız, ama toplumsal gerçekliği sağlam çözümleyen birisi bunu yakalayabilir. Kürt erkeğinin durumunu çözmek için, olağanüstü tedbirlere ihtiyaç var. Bunlardan biri de kadın ordulaşmasıdır. Tabii, bunu da yanlış anladılar. Silahı verirsin eline, erkek nasıl yapıyorsa o da öyle yapsın. Bu anlamda bir ordulaşmanın mümkün olmadığını bilmekte fazla zorluk yoktur. Daha değişik bir ordulaşmadır. İşte anamın kavgacılığı, bilmem hiç kurala, kaideye gelmeyen, kadın ordulaşmasına dönüştürülüyor diyelim. Bu çok gerekli. Neden gerekli? Madem anam kocayı beğenmiyorsa, kocayı ortaya çıkarması lazım. Nasıl ortaya çıkaracak? Mücadeleyle; mücadeleyi bilmesi lazım.
Şimdi bütün kızlar, haklı olarak karşılarında anlayışlı bir erkek görmek isterler. Bunun için ne gerekli? Kavga.
Anlayış desen, fazla imkan yok. Kocanın veya erkeğin sana vereceği fazla bir şey yok. Kendisi çaresiz. Kürt erkeği bu anlamda oldukça zavallı. Hem komik, hem trajik bir durumu yaşıyor. Kızlar daha zavallı, daha bilinçsiz ve çaresiz. Peki bu ikisinin kaynaşımı neye yol açar? Trajik-komik bir duruma yol açıyor. İşte buna da fırsat vermemek, devrimciliğimizin en önemli bir yanıdır. Hatta günlük olarak da pratikte ben birçok erkek kadın veya delikanlı-kız çözümlemesini yapıyorum. Gelenlerin büyük bir kısmı, geleneklerine göre aslında evde fazla bulamadıklarını, kolektif bir kaçış pratiğine girerek karşılamak istiyorlar. Saflarımızda her kız neredeyse kendine göre bir erkeğe kaçmış aslında. Ama yanlış, bunu düzeltmek gerekiyor. Çaresizlikten dolayı geliyor. Yanlış. Kavgalı ve bilinçli bir şekilde örgüte gelmesi gerekiyor.
Önderliği tanımak gerekiyor. Kavga temelinde başladı ve şimdi oldukça planlı ve örgütlüdür. Erkek eski erkek, kız da eski kız. Benim açımdan bunların hiçbiri kabul edilmez. Ama diyeceksiniz ki, "biz böyle yetişmişiz, sen öyle yetişmişsin" anlayışı düşmanın egemenliğine götürüyor, toplumsal çözümsüzlüğü derinleştiriyor. Gerçekler böyle söylüyor. Senin nazik yetişmene, anlayışına ben ne diyeyim? Yaşamak istiyorsun; bunun için benim kadar savaşan var mı? Kavgasını vermeden neyi yaşayacaksın? Ben bütün sadakatimle ve açıklığımla şunu size söyledim; isteyen yaşasın bakalım. Parçalamadan, dökmeden kaçırtmadan.
Hayretler içindeyim, arkadaşlarımız bu kadar yaşlanmışlar. Hatta bu kadar kadın-erkek birikmiş saflarımızda. Geliştirilen ilişkilerin hepsi bana göre çok tehlikeli. Her gün raporlar alıyorum. Kadın fırsatı buluyor mutlaka düşürüyor. Erkek buldu mu daha tehlikeli oluyor. Zaaflarını konuşturuyorlar. Çok aşağılık mı desem, bunları kovsam mı diyorum. Bunları nasıl eğitelim? Her gün kafamda binbir türlü evirip çeviriyorum. İşte kadın ordulaşması, savaşçılığı, erkeği hizaya getirme, geliştirme, savaştırma bu derin endişelerle bağlantılı. Gün gibi belli. Savaşçılığı önleme temelinde geliyorlar veya savaştan kaçmak için yaklaşım geliştiriyorlar. Ama bayılıyorlar.
Günlük alan raporlarına bakıyorum; ana karargahtan tutalım herhangi bir bölgeye kadar, en değme militanımızın, erkek ve kızımızın ilişkisine bu basit emelleri yerine gelmezse "intihar ederiz" diyorlar, fırsat buldular mı derhal koalisyon kuruyorlar. Kime karşı, niçin? Basit, belki de varsa bir yaşamları; sevmesini bilseler ben de alkışlardım. Onu da becerdikleri yok. Sırf laf olsun, hayalleri, güdüleri tatmin olsun diye. Büyük aşkı yakalamak veya büyük yiğitliği, savaşçılığı esas almak ödürsen aklına gelmiyor. Tepkiyle ve zoraki bir memur gibi, "biraz PKK'ye çalışırım, ondan sonra kendi ilkelliklerimi, güdülerimi yaşarım" zihniyeti içindeler.
Ama maalesef yaşananlar da bunlardır. Geçen gün bir raporda okudum, bir kız arkadaşımız diyor, "bizim yaptığımız temel hata, toplumsal temelde günde on defa evleniyoruz. Parti Önderliği ise bakireliğini sımsıkı koruyor." İlginç bir değerlendirme. Evet, sizler her gün evleniyorsunuz. Klasik anlamda ve toplumsal temelde bağlılık düzeylerinizi, alışkanlıklarınızı gözönüne getiriniz: Her gün evleniyorsunuz.
Aşkı, ilişkiyi doğru anlamak, hiç kimsenin yanından geçmediği bir durum oluyor. İlle de "ya teslim olur, ya teslim oluruz." Bırak toplumu, saflarımızda tam bir bela durumu. Kabul etmeyeceğimiz açık. Yüksek savaşçılık özelliği göstermeyen kadını da, erkeği de ben adam yerine koymam. "Ya kadınsız, erkeksiz olunur mu?" diyeceksiniz, olunmaz ama her şeyden önce kavgasız da olunmaz. Kavgayı biliyor musunuz? Kavgayı bilmeden yaşamı anlayamazsınız. Yaşamın kıymetini, dolayısıyla çok doğal, çok zorunlu olan kadın-erkek ilişkisini da anlayamazsınız. Anlayamadığınız en temel bir önderliksel savaş özelliğidir.
Eski tarzla ilişki geliştiremezsiniz. Örgüt imkanlarını kullanarak, örgütün özgürlük ortamını yanlış kullanarak, "ya işte bak etki altına alacağım ne kadar kız var, erkek var. Yetkim, kanun gibi kurallarım da var. Fırsat buldukça uygularım." Hayır. Belki toplumda rahattın, ama PKK içinde bunlar çok zor. "Bazıları uyguluyor" diyeceksiniz. Uyguluyorsa açığa çıkıyor. Ben her şeyden önce kendime uyguluyorum, bu yaşa gelmişim, dikkat edin.
Savaşa göre olmayan ilişki, aşk; kaç para eder. Ben bile daha tam cesaret edemiyorum. Herkes beni belki korkak olarak da değerlendirebilir. Ama sen kim oluyorsun? Savaşçılığın yanından geçmiyorsun. Savaşçılığı da kaba anlamayın, "öyle silah sıkıyoruz. Vay birkaç eylem de yaptık. Daha bizden ne isteniyor?" demeyin. Ben bu anlamdaki savaşçılığı yüzde bir bile savaşçılık saymam. Savaşçılık kapsamlıdır. Ruhtan tutalım fiziğe kadar, sıcak savaşımdan ruhsal savaşıma kadar, hepsi savaşçılığın kapsamına girer.
Önderlik ilkesi, her şeyden önce savaş ilkesidir. Ondan sonra yaşam gelir, ekmek gelir, vicdan gelir, sevgi gelir, aşk gelir. Bırak aşkı, siz ilkel güdülere bile anlam veremiyorsunuz. Oysa PKK savaşçılığında bunları muazzam dönüştürme diyalektiği geçerlidir. Bu halinizle bırak size erkek demek, eskiden olsaydı köle diye piyasada satmazlardı veya alıcı bile çıkmazdı. Kızlar için de öyle. Çünkü fazla biçimli olmayan kızları kimse köle, cariye diye satın almazdı. Gerçeklik bu. Sarsılmak için bunları bilmeniz gerekiyor. Yaşamın kolay olmadığını, savaşçılığın boş bir iş olmadığını mutlaka anlamanız gerekiyor.
Neden bu kadar zorladım? Keyfimle mi seçtim bu durumu? Yok. Ezildim ezildim, boğuldum; boğuldum, büzüldüm; büzüldüm, vuruldum; vuruldum ve daha sonra "çıkış" dedim.
Dikkat edin, kendim içim yapmadığım, yaşamadığım ortamları size yaptırıyorum, size yaşatıyorum. Benden daha arkadaş canlısı kimse olamaz. Anamın "senin çalıştığın gibi çalışmazlar" diye bir sözü vardı. Toplum mantığıyla alakası yok. Ama ben bu konuda da isyanı esas aldım. Tabii o bunu fark ediyordu. Anasının istemine göre bir grup oluşturmak tehlikeliydi. Ama biz bunu denedik ve sizler bunun ürünüsünüz. Anama rağmen, grup kurmaya cesaret edişim, sizi siz yapan temel özelliktir. Sizler bunları bilmeden kendinizi adam yerine koyamazsınız.
Belki kendinize göre çok ulaşılmaz veya tehlikeli, anlamsız bulursunuz. Ama ben de söylüyorum; biz bu kavgayı şimdiye kadar böyle yarattık ve şimdi ise kavganın başıyız. Hatta neredeyse ilah kadar başındayız. Kendimi zorla mı dayattım? Hayır. Toplum itiyor, sizler her gün istiyorsunuz. Ben güçlü bir merkez, militan olmanızı isterdim. Fakat her şey bana yıkılıyor. O zaman sizlere düşen bunu öğrenmektir. Buna katılmamak, bunu boşa çıkarmak değil, hiç olmazsa doğru bir öğrenme gücü göstermek. Ondan sonra karar verin, varsanız "evet", yoksanız "hayır, bu deli işidir" deyin. Ya izin isteyerek, ya da isyan ederek kaçın. Biz ikisine de varız. Neden her gün Önderlik yeminleri ediyorsunuz? Gerçeğinizi biraz öğrenmek için değil mi? Herkes "bütün gücümüzü sizden alıyoruz" diyor. Ama bu gücün nasıl bir güç olduğunu, nasıl oluştuğunu kimse anlamak istemiyor. Tersine çarçur ediyor. Basit bir ekmek kavgası, hatta savaşçılık bile, Önderlik gerçeğinde bu biçimdedir. Neden kaçacaksınız? Ben mi anama, "beni dünyaya getir" dedim. Yok. Topluma göre, kendime göre oldum. Ondan sonra kendimi korumaya almam, özgürlüğün ilk adımıydı ve yaptım. Günah mı bu? Sizler için çok mu kötü oldu? Başka nasıl iyi evlat olunur? Şimdi hiç olmazsa nizamınız var. Birliktesiniz, biraz gücünüz var. Hatta bu ülkede en güçlüsü de oluyorsunuz. Bu, savaşçılıkla mümkün olmadı mı? Başkaları mı yaptı? Sizlere bırakılsa, acaba kaç saat ayakta kalırsınız?
Hikaye böyle.
Namus belası mı dersiniz, namus sorunu mu dersiniz, ne derseniz deyin, içine girdik ve buraya kadar getirdik.
Anlayışlı çocuğun namus meselesi, şimdi bir ülke meselesi, bir savaş meselesi, bir parti meselesi, bir kişilik meselesi, bir kadın meselesi, bir erkek meselesi oldu.
Kendisine saygılıydı. Özgürlüğü esas aldı ve bunlar için savaştı, sonuçta buraya kadar geldi. Ağlayacağınıza, sızlayacağınıza anlamaya çalışın. Anlamaya çalışırsanız iyi edersiniz.
Kırk yıldan sonra anaya olan gerçek sevgi şimdi anlaşılıyor.
Anaya layık olmanın büyük bir savaşçılıkla mümkün olduğu bugün ortaya çıkmıştır. Şimdi olsaydı anam, belki anlam vermeye çalışırdı. Aslında düşündüğüm kadar kötü birisi de değildi.
DEP kongresine gittiğinde Musa Anter'le elleri havadaydı.
Musta Anter eski bir yurtsever, diğeri de anaydı.
Fakat elleri buluşmuştu. Yani bir şeylere aklı erişmişti.
Anaya doğru saygı göstermem en temel gelişmelerden biridir. Zaten anaların bu kadar evlatlarını hiçbir gözyaşı dökmeden Önderliğin emrine vermeleri bunu çok açık gösteriyor. Bu büyük bir gelişme.
Anaları gururlandıracak kadar büyük işler yapmışız.
Kürdistan analarına bu hem yaraşır, hem de bu kurtarabilir.
Kadın emeği üzerine, kadın çabası üzerine yatan bir kişi değiliz. Bu ana da olsa, bir kadını ucuz kullanmaya, onu kendimiz için çalıştırmaya tenezzül etmeyiz. Bu anlayıştan yola çıkarak, kişiliğimiz itibariyle daha fazla vermemiz gerektiğini, büyük vermemiz gerektiğini düşünüyoruz. Anamın benden bu kadar talepte bulunması, ısrar etmesi, benim de bunlara büyük bir cevapla karşılık vermiş olmam önemlidir. Basit hediyelerle bunun olmayacağını, analık hakkının böyle çalışarak, işte küçük bir memur, birkaç kuruş para, yiyecek, giyecekle karşılanamayacağını gösterdik.
Bu basit bir hediye, ama en büyük hediyenin böyle bir kadın çalışması olduğunu düşünüyorum. Bu da yapılmıştır. Bu anma, bu anlamda bir gerçekleştirmeyle, gerçek karşılığını vermeyle hesabını gördürmüştür. İlle birisi ana hakkına, bir ana da ille kendi hakkınakarşılık istiyorsa, böyle bir savaşımı kabul etmelidir ve hatta bu savaşımı istemelidir. İşte biz bunu yaptık. Şimdi bütün analar da bunu anlıyorlar ve ana büyüklüğü bu temelde anlam buluyor. Kadınlar içinde bu savaş anlam bulabiliyor. Yiğit oğul böyle olur, bana göre, kadına göre, anaya göre. Ama dediğim gibi bu sadece bir savaştır. Dahası savaşı ustalıkla yürütmeye bağlıdır. Sanırım anam buna bir şey demezdi. Sonuna kadar o da kavga ediyordu. O zaman ben de sizin için sonuna kadar doğru temelde kavga edeceğim. Ne isterseniz bu kavgayla bağlantılı bulabilirsiniz. Başka hiç kimse oğlunu yanlış anlamamalı ve ondan yanlış talepte bulunmamalı.
Anaların yüreğini az çok anladığım söylenebilir.
Anlamayanlar partimiz içinde, erken şahadetlere yol açan kişilerdir. Ben bunların analarına da, yoldaşlarına da pek saygılı olmadıklarını söylüyorum. Yaşam için kavga ne kadar zor olursa olsun, bunu sonuna kadar geliştirmeye varım. Ama en az onun kadar bu kavganın yol yöntemlerine müthiş bir yürekle karşılık vermek gerektiğini açıklıkla gösteriyorum.
Sizler de analara saygılı olmalısınız. Onların gerçekliğine yalnız benim hesap vermem doğru değildir. Sizlerin de vermeniz gereken hesapları var. Kötü savaşıyorsunuz, düşüyorsunuz. Bundan dolayı anaların istemi hep bana düşüyor. Anama doğru dürüst hesap vermiyorum. Hepinizin analarına nasıl hesap vereceğim? Olmadık yerde düşerseniz, savaşmayı doğru-dürüst bilmezseniz, "sizde hiç vicdan yok mu" demek gerekiyor.
Bu kadar ana yüreği nasıl dayanacak?
Biraz vicdanlı olun. Yeter bu kadar vicdansızlık, inkarcılık. Ağlamayı durdurmakla analara büyük iyilik yaptığımızı düşünüyoruz.
Analar şimdi daha az ağlıyor.
Birkaç oğul verenler bile bazen hiç ağlamıyor. Bu büyük bir gelişmedir. Ama ağlayışlarına yol açmamak da, onlara yaraşır oğul ve kızlar olmak da, bize düşer. Bu bizim temel görevimizdir.
4 Nisan 1996
Parti Önderliği
- Ayrıntılar
AGİT'i anmak, O'nun mücadelesini anlatmak; gerçekte ulusal ve toplumsal özgürlük ve demokrasi mücadelemizin önde gelen kahramanlarından birini anmak ve bu destanını anlamaktır. Bir halkın ve yine onun mazlum sınıflarının soylu geçmiş ve geleceğini kişiliğinde birleştirmiş olanların ölümünden ya da yitirilmesinden bahsedilebilir mi?
Büyük insanları, seçkin önderleri, halkların kurtuluş umudu olan yaşamı yaratanları anlatmak çok zor. Yaşamları, bilinen anıları, bugüne ulaşmış söz, belirleme ya da tutum- davranışları düşünülebilir. Onların sıradanlığı aşan yanları, ayırt edici özellikleri bir bir sayılabilir. Ama yetmiyor. Her biri bir roman kahramanı, yaşamlarının her bir anı destan konusu olan bu seçkin insanları anlatmaya yetmiyor. Çünkü onlar sıradanlığı aşıp doğaüstü güçlerle donanmayı başaran, maddi yaşam içindeki duruşlarıyla yıkılmaz değer yaratanlar, kutsallığa erişmiş insanlar oluyor.
Örgütçülüğü, disiplini, dinamik yapısı, ilkeli yaklaşımı, emekçiliği, mütevazi yaşamı, birleştirici yanları ile O, 'bir çizgi militanı olarak Apoculuğun havarisi olarak' işe başladı. Binlerce yıllık Kürdistan tarihinin yarattığı umutsuzluk ortamı karşısında o hep bir umut kaynağı oldu. Ve ayrılıkları değil, birlik yanları öne çıkararak bölücülüğe, parçalanmaya karşı amansız bir savaş verdi. Hepsinden önemlisi O, değer tüketen değil, yaratandı. Yaratılan değerlerin savurganlığı karşısında bir öfke yumağıydı. Hep öğreniyor ve öğrendiklerini paylaşmak için hep öğretiyordu. Yoldaşlarına, dostlarına bu kadar güç, moral veren, karşıtlarına ve ihanetçilere de elbette ki korku salar. Onun için hep karşıtlarınca izlenen ve etkisizleştirilmek için çaba harcanan bir hedefti. Bin yılların tarihini bugünle buluşturup gelecekle köprüsünü kuran bu eşsiz insan, en verimli çağında, yani halkımız/halklarımız için en yararlı çalışmaları üreteceği bir dönemde 28 Mart 1986'da Şırnak'ın Gabar (Küpeli) dağı kırsalında haince bir komplo sonucu ölümsüzler kervanına katılırken; geride bir korku, kaygı değil, korkunç bir kararlılık ve kazanma hırsı bıraktı.
Layık olmak, bizleri tarihle buluşturanları tarihin sonsuzluğu içinde yaşatmak tarihi, kutsal bir görev olarak karşımızda duruyor. Büyük örgütçü, büyük mücadele adamı, 15 Ağustos Atılımı'nın büyük komutanı, büyük insanlık militanı Mahsum KORKMAZ’ı (AGİT) anmak, anısını yaşatmak; ancak sarsılmaz bir inançla geleceği yaratma mücadelesinde, O'na layık bir yaşamla dimdik ayakta durmakla mümkündür.
Çünkü; "Şehitler dünde kalmadı, şehitler sadece geçmiş tarihimiz olmadı, bugünün çelişkilerinin çözümüne öncülük ettikleri gibi geleceğimizi de aydınlatmaya; tarih bilincimiz ve geleceğe yol gösteren öncülerimiz olmaya devam edecekler".
Kahramanlık döneminin sembolü
Agit yoldaş!
Evet, O'nu tanımak ve anlamak gerekir. Agit yoldaş şirin, Agit yoldaş cesur, Agit yoldaş fedakâr insan!
Bu can yoldaşı anmak ve aramak gerekir. Hele hele günümüzde tarihin o utanılası mirasını hala boynunda ve ayağında bir zincir gibi taşıyan halkımızın o katlanılmaz yaşam tablosu gözler önündeyken böylesi bir kişilikle tanışmak, O'nun oluşturduğu akımın içinde yer almak, O'nun yoldaşı olmak ve büyüklüğüne erişmek nefes alıp vermek gibi bir zorunluluktur. Agit yoldaş, başından sonuna kadar tüm şehitler zincirinin beyni ve yüreği olmasını bilmiş, yine tüm halkın yüreğini ve beynini bir kişiye sığdıracak güce ulaşmış büyük bir insandır. Bir kişi eğer onun niteliklerine ulaşabilmişse yücelik ve yiğitlik sıfatlarına layık olabilir. Böylesi bir gerçekliği yaratmış biri için ölümden bahsetmek ne kelime! Yaşamın en soylusu içinde erimiş, onun ta kendisi olmuş biri ölebilir mi?
Eğer yaşam sayısız niceliğin kısa bir zaman aralığında bir araya gelmesi ise bunun belli bir süre sonraki adı da ölümdür denebilir. Ama eğer yaşam, evrenin sonsuz bir kavranışı ve insan soyunun gelişim halkalarının sonsuzluğu olarak ele alınacaksa, yaşamın bu soylu kavranışını kişiliğinde abideleştirmiş birinin ölümünden söz edilemez. Böyle bir kişiliğe ve Öndere sahip olan halkımız da O'nun şahsında gerçekte şanlı bir dirilişe ve ölümsüzlüğe ulaşmıştır. PKK ve halkımız O’nunla gurur duyuyor. O, her zaman ulusal direniş mücadelemizin kahramanlık döneminin sembolü olarak anılacaktır.
- Ayrıntılar
Son zamanlarda geçmişin anti Newrozcuları bugünlerde birden bire Newroz’un akıl verenleri ve hocaları oldular.
Ortak noktaları Newroz’un bir Kürt bayramı olup olması üzerine kurulu olan saldırganlıktır. Güya Newroz farsça “nivroz, nevruz”muş bununda manası yeni gün imiş. Ve güya bu Newroz her yerde farklı kullanılırmış, baharı karşılamaymış, kimi yerde yumurta tokuşturmaymış. Özcesi böyle muş, maş, mış, mişli yazılar bugünlerde ne kadar da yazıldı ve halen de yazılıyor.
Hepsinin ortak noktası faşist bir hükümetin saldırgan, anti toplumcu, anti kültürcü, ant insani, sosyopat davranışlarının üstünü örtmektir. İlginç olan ise bu tip yazılar yazan tiplerin -ki bunların içlerinde kadınlarda vardır- geçmişte bir gün bile Newroz kutlamamış olmalarıdır. Bunların tümü geçmişte Newroz etkinliklerine katılmamış olanlardır. Hatta 1990’larda Newroz’u Kürt özgürlük hareketi kutladığında devletin yanında Newroz’a saldıranlardır. Şimdilerde ise Newroz’un gelişim seyrini güya bize anlatarak yeniden faşist devleti aklamaya çalışıyorlar.
Bu kişiler çok akıllı ve Newrozları bedenlerini ateşe vererek, onlarca can vererek bugünlere getirenler ise hafıza balıklı oldukları için bunları hatırlamayacaklardır. Tabi ki Kürt halkı ve özgürlük savaşçıları Newrozları kutladıklarında onlarca insanını katleden aynı devletin ilk kez 1991 yılanda bir genelge yayınlayarak “Nevruz, Türk Ergenekon Festivali” olarak kutlanma talimatı verdiğini hatırlamayacaklardır. Yine mücadele giderek geliştiğinde ve Newrozlar tümden direnişin ve birliğin ve yeniden direnişin bayramı haline geldikçe bu kez 1995 yılından sonra Diyanet İşleri Başkanlığı camilerde Nevruz Hutbesi okutmaya başladığını da hatırlamayacaklardır. Semra Özal’ın doksanların ortasında Diyarbakır’da 612 çifti toplu olarak evlendirerek tarihte M. Ö. 612 yılında Asurlara karşı geliştirilen direnişi gölgelemek ve hafıza karıştırma amaçlı işini de hatırlayamayacaklardır. Ne de olsa bunlar Kürt’türler. Ne de olsa bunları eskiden beri böyle idare ettik ve bugünlere getirdik. Bundan böyle de böyle olacağı için balık hafızalı olan bu halk ve insanlar hepsini yutacaklardır.
Türklerin, Türk devletinin Newrozlara ne kadar sahip çıktığı o şişko göbekli bakanların, askerlerin o çirkin içten olmayan zoraki gülüşlerinin yanı sıra o insana itici gelen gövdeleriyle yakılan çocuk ateşleri üzerindeki atlayışlarında bellidir. Ve bu devletin Newroz günlerinde ne kadar insan katlettiği ortadayken şimdilerde hem bu faşist devlet hem de barutu tükenmekte olan sözde böyle yazarçizerler Newroz’un bir Kürt bayramı olmadığını söylemeye özen gösteriyorlar.
Beyler, Newroz ister Kürtlerin ulusal bayramı olsun, ister olmasın bugün Kürtler kuzey Kürdistan’da bu bayramı yeniden gün yüzüne adeta kanlarıyla yazarak gün yüzüne çıkardılar.
Beyler çok uzaklara gitmeye gerek yok. Henüz yirmi yıl önce Şırnak’ta onlarca insanımız Newrozlarını kutladıkları için katledilmediler mi?
Beyler ya da hanımlar, Newroz gününde bedenlerini ateşe veren ne kadar özgürlükçü kadın ve erkeğin olduğunu biliyor musunuz?
“En iyi Newroz ateşi insan bedeniyle yanar” sözlerini sarf eden o dünya güzeli Zekiye Alkanları duymuş musunuz? Ya Ronahileri, ya Berivanları, ya Rahşanları ya…
Beyler bir halkın kendi diriliş günü, birlik günü, kardeşlik günü, eşitlik günü, direniş ve özgürlük günü olarak kabul ettiği bir güne bu kadar pervasızca saldırmak olsa olsa ruhlarınızda ki o gizli faşist duygulardan öteye bir şey olamaz.
Şimdide Newroz gününe dönük bir iki şey belirtelim: biz özgürlük savaşçıları olarak hiçbir gün ama hiçbir gün bile Newroz’u sadece ve sadece Kürtlerin bir bayramı olarak kutlamadık. Biz Newroz’u her zaman her yerde Ortadoğu’da yaşayan halkların özgürlük ve direniş bayramı, kardeşlik ve birlik bayramı olarak kutladık. Bundan böyle de bu kutlama tarzımız devam edecektir. Biz özgürlük savaşçılar olarak; Newroz’u sizin ve sizin o faşist devletin yaptığı gibi halkların ne kadar değeri varsa çalan, çırpan, kırpan, kendine mal eden, kültürel yayılma alanı olarak halkların değerlerine el atarak özünden boşaltan halk düşmanı tavırlar sergilemedik. Halkların değerlerine el uzatmadık.
Bunun için Newroz’u kutlarken öncelikli olarak Ortadoğu haklarının bu direniş, diriliş, kardeşlik, birlik ve özgürlük bayramını en içten dileklerimizle kutladık. Bundan böyle de böyle kutlamaya devam edeceğiz. Ancak dün Newroz düşmanlığı yapan bugünün Newroz hocalarına da geçit vermeyeceğiz.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
“Bir tek an olsa, özgür yaşayabilmek adına tüm özgürlüğün nasıl yaşanacağına bedel edişimiz, yaşamın anlamını kendimizden taşırma gayemizdir.
Bu gayemin içinden tam ortasından…
Yaşamın nasılına yoğunlaştıkça sonsuz olmayan ama sonsuzluğun ötesinde olan bir şeylerin varlığını sezdim. Tükenip giden zamanların elinden bir şeyleri koparıp almak gerekiyordu. İnsanın ölüm karşısında çaresiz olmadığını, birilerine ya da bir şeylere göstermek istercesine çok istiyordum hem de. En başta da kendime tabii ki…
Çok olmasa da ömrümce aradım bunun yolunu.
Anı yazmanın ölümün elinden bir şeyler kurtarmak olduğunu fark ettim bir zaman sonra. Hele bu anılar, bedenlerini yaralı bir coğrafyanın kalbinde dağ rüzgârlarına veren ve zamanın ruhunu yakalamış ve ruh sımsıkı tutunmuş olan gerillanın anılarıysa, bu daha çok böyleydi. Bıyıkları terlememişken, yaşıtlarından çok uzakta ve kan-ter içinde, bu coğrafyanın kaderini kendine ortak eden delikanlıların, henüz genç kız olmadan kadın olmanın yürek depremlerini ve hüzün denizlerini, dağ başlarına erken zamanlarında tanıyan ve soluğunu rüzgârlara katan genç kızların anıları…
Yaşanan anıları yazarak ölümün pençesinden bir şeyleri kopartıp alabilirdim.
Bunu sezdikten sonra zaman parçalarına diktim gözümü. Yaşanıp gitmiş denilen ama yüreklerinden gitmemiş olan zaman parçalarına akıttım yüreğimi. Sözler söylenmiş ama çekip gitmişlerdi. Hiçbir zaman da gitmeyeceklerdi. Eğer yıllar öncesinde söylenen bir söz, şimdiki zamanda benimle yaşıyorsa, giriyorsa benim zamanıma ve dağ başlarında benimle birlikte soluk alıp veriyorsa, yüreğimde kızıl izler bırakıp gözpınarlarımda akıyorsa, hiçbir yere gittikleri yoktu. Eylem de zaten hiçbir zaman yok olmayacak olandı. Elimizden çekip çıkaracağı ve geri alabileceği hiçbir eylem yoktu bilimin henüz. Ama insan olduğumuz için ve zaman içinde unutmakla malul olduğumuz için yazarak kendi tedbirlerimizi almaktayız.
Bu sebepten bize ait olan yaşamları yazmak istedim.
Zamanın kimi parçaları, kadın gerillaların saçlarına takılıp kalmıştı. Onları toplayıp birer birer, anlatmak istedim dilim döndüğünce. Kimi parçaları da, kadın gerillaların saçlarına tutunmuş, asılıp kalmıştı patikalar boyunca dizilen ağaç dallarına. Birer birer dokunmak istedim onlara.
Yüreklerimizi kendi topraklarını bilen ve yüreklerimize gömülen zaman parçaları da vardı. Onları çıkarıp toprağın altından, gün ışığına sunmak istedim.
Makineleşmeye karşı duyguları anlatmak istedim. Ve bunları toplayan eskicileri… Yazdığım her satıra o eskicilerin ruhundan bir katre katmak istedim.
Ve başladım…
Ne anı, ne öykü, ne de deneme diyebildim ortaya çıkanlara. Hiçbiri ve hepsi de olabilirdi. Aslında, tanım yapmakta zorlanmak, belirginleşmeyen ve tam uymayan tanımların fazlalaşması getirdiğinden tanımlama çabasına girmemek daha doğru.
Anıların deposu olan belleğimizden taşacak kadar çok yüklü zamanların izdüşümü…
Kurgulara meydan okuyacak kadar olağandışı yaşamları izdüşümleri…
Ve bizim kadar gerçek…
Bizimle soluyan, zamana saplanıp kalmadan bizimle yürüyen, terleyen, bizimle yorulan, acıkan ve susayan ve dile geldikçe kana kana hayat pınarından içen bir tarihin parçaları…
Bizim parçalarımız…
Yaşayanlar, anlatılanlar yürekte ince kızıl izler bırakanlar, duyulduğu andan kulağa asılıp kalanlar ve sonrası binlerce an içinde yankılanıp duranlar yanında, bunlardan binlerce kat fazla olan bilinmeyen, duyulmayanlar…
Hepsinin varlığıdır bu satırları yaratan.
Bir ırmak olup aktı yüreğimden, yüreğimi yıkayarak
Zamana bir iz düşürdü…
Ömrümüzün bir kısacık anına sıkışan ama hiç yaşayamadığımız, biz olan ama bizi tanımlamayan, çok yakınlaştığımız ama yakalayamadığımız, soluğunu duyumsadığımız ama uzağımıza düşen, elimizde olan ama dokunmadığımız hakikatlerin içinden bir harmanlanış olma istemi…
Hiçbir söz dağarcığının, hiçbir kelime hazinesinin gerillanın yürek sarnıcında biriktirdikleri hazinelerden dada değerli olan yaşam parçalarını anlatmaya yetmeyeceğini bile bile yazmak istedim.
Tamamlanmak istenen bir yarım oluşturmak istedim.
Yüreğimizi her zaman ateş hattında tutan ve biz olan gerilimi, bir parçacık yansıtma gayesi…
Kendimi kavramsallaştırmanın bir yolunun da sözcüklerin toprağından geçtiğini sezdim kaç zamandır ve yazmaya başladım.
Büyük aşkları başlatan yolculukları ve yolcukları yazmak istedim.
Yürüdüğüm yolu biraz da sözcüklerle hissetmek ya da…
Beleğimde, hayal ile hakikat arasında yer edinen anılara, arkadaşlarımın ve benim olan anılara dokunmak istedim yüreğimle.
Ölümün elinden kurtaracağımız çok şey olduğunu bilerek bir parçasını tutmak istedim.”
DİLZAR DİLOK
- Ayrıntılar
İnsanoğlunun yaşamına sınırlar girdiğinde, hiç kimse bunun bir sınırlar zincirinin masumane öncüsü olduğunu bilmiyordu. Çok sonraları sınırsız sınırlar, ilk masumane sınıra geçit veren insanları hapsetti. İlk sınıra ‘evet’ diyenler, sınıra alındılar. Giyotine onay verenlerin hepsinin giyotine gitmesi gibi.
İlk sınır nasıl oluştu? İnsanlar neden kendilerini sınırlara aldılar? Bazıları neden diğerlerini sınırlandırdılar?
Öyle olmasaydı, bazıları sefa sürmezdi. Nerede bir sınır varsa orada sömürücüler var demektir.
Küçük sınırlar zamanla gelişti. Her şey sınırlara dâhil edildi. Aile sınırları, aşiret sınırları, beylik sınırları... En son devlet sınırları.
Bu da yetmedi, düşünce sınırları, ifade sınırları; en önemlisi de yürekler sınırlandırıldı. Sınırlar giderek güçlendirildi. Teller, mayınlar ve karakollarla yeryüzü adeta birbirinden koparıldı.
Sonra ‘sen-ben’ meselesi, milliyetçilik, köktendincilik, ırkçılık, savaşlar, sınır sorunları... Yeryüzü zehirlendi. Dünya vatandaşı olmak isteyene, dünya daraltıldı.
Sınırsız bir dünyanın yurttaşı olmak isterdim. Bütün kavgamız da bunun için değil miydi? Tüm mücadele bunun için verilmiyor mu? Bu, yurdunu inkar etmek değildir. ‘Bir insan dünya vatandaşı olabilir ama insan olan, doğduğu topraklarda ölmek isteyecektir.’ Çok beğendiğim bu sözde de ifade edildiği gibi, derin bir yurtseverlik, sınırlarla çevrelenmeyi değil, sınırsız kardeşliği gerekli görür. Milliyetçilik gibi bir zehirden uzaklaşıp, yurtseverliği derinleştirmek, sınırlara karşı verilecek en büyük savaştır.
Sınırlar söz konusu olunca, Kürtlerin durumu daha da önem taşır. Çünkü sınırları, diğer halklarınkinden çok daha fazladır. Ayrıcalıkları da bu noktadadır.
Kendi topraklarının ortasına tel örgüler geçirilmiştir. Kürdistan’ın en Güneyi’ndeki yerleşim yerinden en Kuzeyi’ne gitmek için en az iki sınır geçmek zorundasınız. Doğusu ve Batısı için de öyle. Nereye giderseniz gidin, ikinci adımda bir sınırla karşılaşırsınız.
Yaşamınızda sınırları ne kadar hissederseniz, Kürtlüğünüzü de o kadar yaşamış olursunuz. Eğer sınırlarla hiçbir alakanız yoksa kendi koşullarınızda yaşamıyorsunuz demektir. Bu kez de yeni sınırlarınız vardır. Dil sınırı, kültür sınırı... Bunları da hissetmiyorsanız, dönüp kendinizi sorgulamanız gerekiyor.
Kaçak olarak sınırları deldiniz mi hiç? Bu soruya cevabınız ‘evet’ ise, anlatacaklarımın çoğunu biliyorsunuz. ‘Hayır’ ise cevabınız, Kürtlerin yaşam tarzına yakından bakmanız gerekecektir.
Sınırlarla bölünmüş bir bedenin acısını herkes hissetmeli. Her Kürt, bedenini parçalayan tellerin sebebini bilmeli.
Ya mayınlar!
Kalleştir onlar. Kürtlerin göğsüne yerleştirilmiştir. İki elini kavuşturmak istersen, bir mayın patlar. Ve senden bir parça alır. Parçalanmış bedenin, bir kayıp daha verir. Bir gerilla ölür, bir kaçakçı ölür, tellerin ötesindeki sevgilisini görmeye giden delikanlı ölür.
Cenaze törenleri aslında bir acıya son vermenin törenidir... Bir yandan da ‘sınır’landırılmak istenenler inanmazlar cenazeye. Çünkü hiçbir bedeni sağlam olan, gömülmez, ‘tam’ gömmezler. Hep eksiktir. Bazen bir-iki parça ve bazen de, hiçbir şey. Bu yüzden de ölünmediğine inanılır. Ama bir şey son bulur; ‘bir gün ölecek’ endişesi.
Ölüm mekânları, sınırlar... Azrail’in tarlalarıdır adeta.
Neden Kürtler bu tarlalardan uzak durmadılar? Bu sorunun cevabı, Kürtlüğün özüdür. Çünkü umut mekânlarıdırlar da.
Ölüm ve umut. Kürtlerin sırrı.
Sınırın ötesi; kardeşlik, birlik ve aşk.
Kardeşlik, birlik ve aşk için, sınırları ilk deldiğim günden bu yana, on yılı aşkın bir süre geçti. Aşka cesaretlenmiştim. Bedeli; adına sınır denilen, engeller konularak tehlikeli hale getirilen arazi parçasından geçmekti. Sonraki yıllarda yaşamım sınırları delmekle geçti.
Sınır ihlalcisi oldum. Kaç kez ihlal ettiğimi hatırlamıyorum. Yüzlü rakamlarla ifade edilebilir. Bazı günlerde sınır taşlarına yaslanıp uyuduğum da olmuştur.
İlk kez sınırı deldiğim günü hiç unutamıyorum. Sonrakiler unutuldu veya hafızamda küçük bir yer edindiler. O anıyı hatırlamamda, ilk olmasının ayrıcalığı vardı ama asıl mesele bir başkaldırıydı. Ya da ilk başkaldırımın ilk adımıydı.
O gün kendimde bir sınırı delmiştim aslında. Bunu, sonrasında daha iyi anlayacaktım. İnsan, yaşadığı anı anlayamıyormuş. Mühim olan yaşarken anlayabilmek ve yakalamaktı. Lakin zor olan da buydu. Daha sonra anlayacaktım birçok şeyi.
Her sınırı ihlal ettiğimde yeni bir şey öğrenecektim. Ölüm ve umudun mesken tuttuğu bir okuldu sınırlar. Tüm Kürtlerin anaokulu...
Sınırların ötesinde ne vardı? İşte, ilk merak ve öğrenmeyi kamçılayan soru. Sonra cesaretinizi toparlayıp ilk teşebbüssünüzde bulunursunuz. Korku, heyecan ve umut, iç içedir. Anlamsız bir tehlikenin içinden, ses çıkarma özgürlüğünüzü askıya alarak ilerlersiniz. Ölümü ve umudu aynı anda hissedersiniz. Her an vurulabilir veya mayına basabilirsiniz; aşka da ulaşabilirsiniz. Sonra, yıllarca çektiğiniz bir eziyetten birden kurtulmuş gibi rahatlarsınız. Arazide fazla bir farklılık olmadığını görürsünüz.
Bir yerden bir yere geçilmedi, anlamsız bir engel aşıldı.
Sırtınızı bir kayaya dayayıp sigaranızdan derin bir nefes çektiğinizde, dumanın tadının değiştiğini görürsünüz.
Artık yeni bir kişisiniz. Her şeyden önce kafanızdaki sınırları parçalamaya başlamış durumdasınız. Dar bir ufuk değil, geniş ufuk vardır önünüzde.
Sonra sınırları ihlal etmek bir yaşam tarzı haline geldi. Günlük, rutin bir iş.
Kürt gerillacılığının, yaşamı ve mücadelesinde sınır ihlali, çay içmek gibi rutin bir iştir. Güney’den Kuzey’e, Kuzey’den Doğu’ya, Doğu’dan Güney’e...
Bölünmüşlüğe bir başkaldırı hareketidir gerilla.
Sınırın ötesine her geçtiğinde birlik, kardeşlik ve aşkı yakalamıştır. Bir daha, bir daha... Yaşamının bir parçası olmuş, sınır ihlali. Yaralı bedenin kollarını kavuşturmak istemiş, yüreğe döşenen mayınları ve telleri sökmek için çok bedel ödemiştir. Mayın ve tellere rağmen, birlik ve kardeşliği yakalayabilmiştir.
Kürtler, tüm sınırların ötesindekilerle birlik ve kardeşliği geliştirebilmişti. Bir avuç gerilla, çıplak yüreği ve cesaretiyle bunu gerçekleştirebilmişti. En zor ve en insani olanı...
En çok sınır taşlarına öfkeleniyordum. Birileri gelip bağrımıza taş yerleştirmişti. ‘O taraf, bu taraf’ diye yaşamımıza girmiş. Ama her gerilla için bu sınır taşları, bir tarih okuluna dönüşmüştü. Yanından geçerken öfkeyle bakar.
Mermilerle tahrip edilmiştir tüm sınır taşları. Silaha hakimiyet ve nişan eğitimleri hep bu taşlar hedef alınarak yapılır.
Sıkılan her mermi, yılların öfkesiyle sınır taşlarını parçalar. Gerilla mücadelesinin özüdür bu. Yani tarihi bir haksızlığı ve yanlışlığı düzeltir.
Gerilla, sınır üzerinde de konumlanır. Böyle bir günde binlerce kez sınırı ihlal ettiğimi hatırlıyorum. Kuzey-Güney voltamın iki ucuydu. Her defasında intikam alırcasına sınırın ötesine geçiyordum.
Anlamsız bir sınır, anlamlı bir ihlal.
Başkaları da bu anlamlı görevi üstlenmişlerdi. Kaçakçılar, köylüler, çobanlar...
Sınırlara en çok kaçakçılar hakimdir. Bu, onların yaşamının vazgeçilmez bir koşuludur. Gizli geçitleri, zayıf noktaları çok iyi bilirler. Bir yaşam okuludur onlar için sınırlar. Hepsi de gözüpek, cesur ve merttirler. Çok dikkatli ve titiz hareket ederler. Katır kervanları ya da sırtlarıyla malzemelerini taşırlar. Kimisi kiralıktır. Katır veya atlarıyla kira karşılığında yük taşır. Ya da sırtlarıyla...
Kırk kilo taşırlar. Ona göre de ücret alırlar. Karlı ve yüksek dağları aşarak hedeflerine doğru ilerlerler. Gizli geçitler ve kaçak mallarla bütünleşmişlerdir.
Yolları gizli, taşıdıkları gizli.
Kendileri kaçak. Yaşamları kaçak.
Hayalleri kaçak.
Firari ezgiler mırıldanırlar.
Sınır türkülerini söylerler.
Ve her sınır kuytuluğu, bir kaçak ezgi demlendirir bağrında.
Ve sınır insanı, bu kuytuluklardan geçerken kaçak ezgilerini bir yemin gibi saklı tutar ve korur. Olası bir ayrılıkta ezgiler diğer kaçakçılara miras kalsın diye...
Kiralık insan! Kürdistan sınırlarında buna çok rastlayabilirsiniz. Birisinin malını sırtıyla ölüm ve umut mekanından geçirerek karşılığında ücret alır.
Tek hedefi, evine sağlam dönmek.
Geçimini sağlama sorunu birinci sıradadır.
Harekete hazır hale geldiklerinde, yüz hatlarından Kürt tarihini okuyabilirsiniz.
Çok uzaklara bakarlar. Gergin ve öfkelidirler. Hafızalarında belki de ailelerinin son fotoğrafı vardır. Tarihe küskün bir bakıştır yüzlerindeki. Ufuklara kilitlenmiş bakışlarında umut vardır. Sınırda başlayan ve devam eden yaşamın aynı yerde vurulacağına duydukları inancı, hep kalplerinin üzerinde bir sır gibi saklı tutarlar. Ve belki de bir gün çok uzaklara da gidebileceklerinin, sınırsız bir yolculuğa duracaklarının umudu vardır o bakışlarda.
Koyun sürüleri de geçer bu sınırlardan. Sürüler ticaret amacıyla diğer tarafa geçirilir. Riski yüksektir. Çünkü sınır aşmak, mayın tarlalarından da geçmektir.
Her sınır geçişinde hayvanların bir kısmı telef olur şu ya da bu nedenle. Ama mutlaka zayiat verirler. En kötüsü mayın tarlalarına verdikleri kurbanlardır.
Koyun sürüleri mayın tarlasından nasıl geçirilir?
Bazen, rastgele bir yerden geçirilir. Bu, büyük risk demektir. Zorunlu hallerde başvurulur. Genellikle daha önce tespit edilen ve mayınlardan temizlenmiş bölgelerden geçerler. İnce bir hat mayınlardan kurtarılmıştır. Koyunlar disiplinli yol almazlar.
Çobanlar çok gergin olurlar. Hem kendileri, hem hayvanları için korkarlar. Sürüyü önlerine katarak ilerlemeye çalışırlar. Yani, tetikte yürürler. Buna rağmen mayınlara basan çobanlar olur.
Mayın tarlasından geçen koyun sürüsü gördünüz mü? Bir trajedi, bir başkaldırıdır. Koyunlar çok fazla iç içe yürüdükleri için, varsa tüm mayınlar patlar. Çobanlar diken üstündedirler. Hem can, hem mal tehlikesi vardır.
Koyunların, temizlenmiş bölgenin dışına taşmasına engel olmak için, çobanlar zaman zaman yan tarafları kontrol etmek isterler. Hareketin en korkulan anıdır. Sağa sola yanlışlıkla bir adım atsa, en iyimser durumda sakat kalacak. Ölüme fazla üzülmez. Çünkü acısına ailesinin acısı da eklenmeyecek.
Sonra, koyunların geçiş hattının çevresine yayıldığı görülür. Mayınlıdır, hiçbir canlı girmez. Bu nedenle, bol otludur. Koyunlar için yeterli bir sebeptir. Bazen çobanlar panik halinde müdahale ederler ve toprağa gizlenmiş bir mayınla sınırda vurulurlar. Bu, her zaman olmaz. Ama koyunları engelleyemezsin. Sağ ve sol tarlalara giderek yayılırlar.
Birden topraktan bir şimşek gibi alev fışkırır, sonra patlama sesi duyulur. Yüzeyde olduğu için, ses güçlü olur. Bir iki koyunun havada uçtuğu görülür.
Artık hiçbir güç sürüyü kontrol edemez. Mayın tarlasına dağılırlar. Peşpeşe patlamalar olur. Sesler birbirine karışır. Çok şiddetli bir yakın mesafe savaşı olduğunu sanırsınız.
Çobanlar çaresiz, oldukları yere yıkılır kalırlar. Büyük zarar görmüşlerdir. Dört yanlarında patlamalar olur. Savaşın ortasında kalmış bir çocuk gibidirler. Daha az zayiat için dua etmekten başka yapabilecekleri hiçbir şey yoktur.
Mayın tarlasının bitiş noktasına gidip kurtulan hayvanları toplamak gerekecek. Genellikle sürünün üçte biri telef olur.
Alışkındır... Her şeye rağmen bir dahaki sefer için umudunu canlı tutar.
Ve sıcak güneş altında çürüyen koyun leşleri. Koku tüm bölgeyi sarmıştır. Ama bu bölge mayınlardan da temizlenmiştir.
Ölümden çıkış yapmak, Kürtlerde bir yaşam tarzı haline gelmiştir. Daha büyük malları geçirmek için bu kez de bir sürü koyun harcanacaktır.
Mayınlar nedeniyle daha az kontrol edilen bölgeler, büyük mal geçişleri için tercih edilir. Bunun için hazırlıklar çok önceden başlatılır. Bu kez iş büyüktür. Sınırın ötesinde her şey hazırlanır. Önce koyun sürüsü mayın tarlasına sürülür. Manzara yine aynıdır.
Tek fark, çobanların üzüntüden yıkılmamasıdır. Çünkü amaçları, koyunları telef edip, yolları açmak. Trajedi bittikten sonra katır kervanları harekete geçer. Dört yüz, beş yüz veya daha fazlasından oluşan kervanlar, parçalı olarak yol alırlar. Mayınlı arazi, koyun leşleriyle temizlenmiştir.
Trajik ama başarılı bir sınır ihlalidir.
Yalnız bu da değil, ihlalin binlerce çeşidini keşfedeceklerdir. Çünkü ötesinde umut ve aşk vardır.
Önce beyinlerdeki sınırlar zorlanır. İlk başarı, cesaret kazandırır. Ve peşpeşe ihlaller gelir. Sonra sınır ihlalinin özgürleştirici havası yakalanır.
Hiçbir sınıra sığmayacakmış gibi kendinizi güçlü hissedersiniz. Zincirsiz bir yaşamın tadına o zaman varılabilir.
Araya teller ve mayınlar da yerleştirilmiş olsa, kollarımızı kavuşturabiliyoruz artık. Sınırın ötesi yok, sınırsızlık vardır. Birlik, kardeşlik ve aşk vardır.
Sınırları ihlal ettiren aşk, mayın tarlasından geçiş cesareti veren aşk. Tellerin koparamadığı aşk.
İşte! Kürtlerin kavgasının özü.
Ve bu derinleşip devam eder. Kavga bitse de o artık içlere sinmiş, içi yaralamıştır. Tel örgüler içte sarılır içi kanatır. O iki olur ve iki defa fiil işler. Biri dışta diğeri görünmez olan.
Tel örgüler, dikili taşlar, ekili mayınlar ve adına tutulan nöbetler. Kaçak bir hayatın korkaklığı ve yasak aşkların ürkekliği gibidir sınırlar. Parselli dünyalara çizilir bir yanı, öteki yanı ufukta vedalaşan sesimizde uzar gider. Bilinmezlerin korkulu telaşıdır belki, izsiz bir patika ihlali. Belki de tutsak umutlar yalnızlığıdır sınırlar.
Her sınır bir ayrılık zimmetler bize
Irayan kıyılarında yabanlaşır umutlar
Sınır tellerine takılır düşlerimiz
Ve her sınır nöbetsiz uykularda çiğnenir
Umutlar sınırların ardında
Öyle çok sınırlarla kuşatıldık ki; öyle çok sınırlara dizildik ki! Gelip geçen yolların tek gümrük kapısıydı sınırımız. Her yolcu uzayan kervana katardı yükünü, her katar bir han kapısında vizesiz ölümlerdeydi. Her ölüm bir ganimet istilası ve her istila işgalli sınırlardı artık.
Öyle çok sınır çizdiler ki; her şehir, her sokak ve har kalabalık çiziktirilen korkularla kaçırılıyordu bizden. Öyle çok sınırlar ektiler ki; her patika, her ırmak ve her cıvıltı daha derinlere siniyordu. Her sınır başka bir sınırda tükeniyordu. Ve biz, biz olmaktan çıkıyorduk.
Tenhalara gizlenmiş gülüşler, hıçkırıklara gömülmüş ağlayışlar ve kaçamak suskunluğumuz bile sınırlarda yabanlaşırdı. Yarım kalan gülüşler peşindeydi yüreğimiz. Bazen çocuksu hayaller nöbetindeydik. Bazen de sınırlar aşmış yalnızlık tılsımında soyluyduk.
Baskın yemiş uykular yatağındadır gülüşler, her gülüş bir bilenmiş kin yüreklerde ve sınırlar kan damıtır gülüşlere.
Her sınır içimize işleyen bir hançer gibi zehirliyordu bizi. Her sınır bir yabancılaşma içimizde ve her sınır işgal edilmiş çocukluğumuzdu.
Sınırlarda yitirdik gülüşlerimizi, sürü sürü umutlar kaçakçılığı sınırlar. Belki ağıtlı sevdalar ötesindeydi sınırlar. Ve sevdalar hep sınır tellerine takılı bir serçenin ürperen yüreğinde saklıydı. İşte biz o zaman sınırındaydık sevdanın.
Dizili karakol gölgesindeydi kaçaklığımız. Her gölge sürülü namlular sıcağında eriyordu sanki. Ve biz, siperlenmiş korkuların ötesindeydik.
Bazen başak tutmuş toprağına değerdi telleri. Bir yanı biz, öte yanı bizden olanlardı. Ve sınırında biçiliyordu ekinler. Bazen bir köy çeşmesinde, pınar’ına değerdi sınırlar. Bazen de; gönüller meydanına çiziliyordu. Bir yanı umut, öte yanı yalnız çocuklar. Her sınır bölünmüş kabuslarda çizilir hayatlara ve her sınır çalınmış düşlerimizi pazarlar uzaklara. Ve, ve her sınır yalnızlığımıza çarpar ücretsiz.
Gelip dindiği tek duraktır yalnızlık. Tüm sınırların ve çiziktirilen tüm hayatların yorgun düştüğü bir yalnızlık kıyısıdır. Ve her kıyı ufka açılmış yüreğin dümeninde, umudun yolculuğundadır artık. Ve artık umut sınırlar ötesindedir.
Şimdi bir patika gümrüğünde sınırların seyrindeyiz. Uzayıp giden tellerine dokunuyoruz usulca. Her dokunuş üşüyen yalnızlığımızı sınar. Gözümüz hep berisinde sınırın. Sırtımız ise, suskun taşında. Önce çığlıklaşan sesimiz ihlal ediyor sınırları, sonra yalpalayan mermiler, dili taşlarına düşen yüreğimiz ise en son. Öncesi sonrasına benzemiyor artık, çünkü hep aynı mekan. Ötesinde biz, berisinde yine biz, sesimiz ise bizim olan sınırlardadır.
Patikalar sınır tanımaz. Ne ekili mayın, ne siperli karakol. Kıvrılarak süzülen her patika ihlal edilmiş bir sınır kaçakçısı sanki. Ve sanki her ihlal ötemize açılan bir han kapısı ve her kapı umut kervanına aralanan yalnızlığımızdır.
İşte şimdi ihlal edilmiş, kurşuna dizilmiş sınırların ötesindeyiz. Bizi bizden çalan her sınır şimdi bizi bize taşıyan ırmaklar gibi coşkundur. Ve her başak toprağına sarılır, her çeşme pınarıyla ışıldar.
Şimdi biz ufkun sınırında umudun nöbetindeyiz. Ne tel örgüler ne ekili mayınlar ne de karakollu rüyalar.
Biz şimdi dorukların sınırında doğan güneş seyrindeyiz. Her seyir bir sınırsızlık özleminde, her sınırsızlık biz olan toprağımızda gelecek tohumlar ardıllarına. Ve her gelecek bir avuç özgürlük yaşar.
Ve işte özgürlük, şimdi GÜNEŞ’ e verilmiş SÖZ’ün umudundadır...
NUMAN AMED
- Ayrıntılar
Ağzında kan akıtma dışında söz düşmeyen bir rejimle karşı karşıyayız. Bunu yapmak içinde öyle ki provoke etmekten çekinmeyen, özel provokasyonlar hazırlayarak kitleleri galeyana getirerek kan akıtmanın özel yollarını arayan böylesine bir rejimle yapılması gereken herhalde köprüleri uçurmak olacaktır.
Özgürlük hareketi olarak çok fazla siyasi çözüme endeksli çalışmalar içerisinde olundu. Var olan sorunları tartışarak çözmek için inanılmaz ölçüde çaba sarf edildi. Öyle ki duygu dünyasında Kürt halkını zorlayacak birçok karar bile alındı. Yeter ki var olan bu sorun en az kan dökmekle çözülsün istendi.
Öyle birilerinin söylediği gibi Kürt halkı bu devletle birlikte yaşama taraftarı asla değildi. Her kürdün yüreğinde her zaman geçmişin o vahşice katledilmişlikler unutulmamıştı. Feodal toplumun üyeleri olan biz Kürtler bu kadar faşizanca yönelim ve katliamlara vereceğimiz cevap intikamdı. Nuri Dersimi’nin söylediği gibi:
“İntikam!...
Kürt namusuna sürülen lekeyi temizlemek için.
intikam!..
süngülenen yüz binlerce Kürt yavrularının feryadını dindirmek için.
intikam!...
Girdaplara atılan, ateşlerde yakılan gelin ve kızlarımızın Kürdistan afakında uğuldayan eninlerini teskin için.
intikam!...
Darağaçlarının altında ölümü kahramanca selamlayan, "yaşasın hür ve müstakil Kürdistan!" diye haykırarak şahadet tacını giyen binlerce vatan kurbanlarının gayelerini tahakkuk ettirmek için.
intikam!..
Kürdistan denilen harabezar anayurdun istihlasi için” ve böyle devam eder bu gençliğe olan çağrı.
Evet, biz Kürtler dünyanın tümü de gelseydi bizi intikam almaktan asla ama asla alıkoyamazdı. Bu kadar kan akmışken durup hele gelin birlikte yaşayalım diyemezdi.
Ancak özgürlük hareketi olarak toplumsal sorunların sadece feodal yol yöntemlerle çözülemeyeceğini, çözülmemesi gerektiğini edindiğimiz onca tecrübeden yola çıkardık. Kürdistan’da modern bir hareket olarak doğan özgürlük hareketi bu konularda da yenilikler getirdi. Başka halkların değerlerine dil uzatmadan, onların tüm dini inançlara saygı göstererek, ortakça bu topraklarda yaşamak için ilk günden başlayarak her zaman bir birlikte yaşama projesi ele alındı. Bundandır ki özgürlük hareketinin ilk kurucuları arasında çok sayıda değerli Türk yoldaşta bulunmuştu.
Ancak yinede Kürtlerin Türklerle aynı devlet çatısı altında ortakça yaşanabileceğinin yolunu Önder Apo gösterdi. Yıllarca bunun için Kürt halkı içerisinde ikna çalışmaları yürütüldü. Ve bu ikna çalışmalarını söyleyen ve yürütene bizzat Önder Apo olduğu için Kürt halkı kabul etti. Onca dış saldırıya, onca bugün Akepe’nin yanında özgürlük hareketine saldıranların karşıt dayatma, çalışma ve hakaretlerine rağmen bu yapıldı. Unutulmamalıdır ki özgürlük hareketi gerilla güçlerini güney Kürdistan’a çektiğinde en ileri düzeyde saldıranlar yine bugün Akepe’nin yanında yer alan bu işbirlikçiler olmuştur.
Uzatmadan; ortakça, birlikte bir yaşamanın mümkün olabileceğine inanarak Kürt halkı içerisinde yoğun bir ikna çalışması yürütülmüştür. Ancak tüm bu çabalara, emeklere, uğraşlara rağmen bugün Akepeleşen devlet Kürt halkına ve onun tüm değerlerine her cepheden bir saldırı içerisine girmiştir.
Akepe’ye yakın duran bir yazarın deyimiyle:
“Siyaset "tartışabilmek" demektir; sorunları konuşarak çözmek, kararları müzakere ederek almak demektir. Siyaset "iletişim" demektir... Siyaset bir toplumdaki farklı beklenti, öneri ve taleplerin belirli kurallar ve yasalar çerçevesinde karşı karşıya gelmeleri "birbirlerini etkileyerek, birbirlerinden beslenerek, birbirlerini çürüterek", kararlara zemin oluşturması demektir. Siyaset, farklı kesim ve talepler arasındaki fikir alışverişinin ve ortak payda arayışının tek vasıtası olan "düşünce özgürlüğü" demektir. Tartışmanın, konuşmanın, düşünce özgürlüğünün bittiği yerde siyaset de biter, anlamını yitirir.”
Evet, “tartışmanın, konuşmanın, düşünce özgürlüğünün bittiği yerde siyaset de biter, anlamını yitirir.” Siyasetinin anlamını yitirdiği anlarda ise devreye girecek olan ise tek kelimeyle direniştir. Daha ilerisi savaştır. Daha ilerisi.
Siz bunun adına isterse topyekun direniş deyin isterse topyekün savaş deyin. Biz ise buna Devrimci Halk Savaşı diyoruz.
Artık söz bitmiştir, sıra her yerde her cephede direnişe geçme zamanıdır. Safları sıklaştırmanın zamanıdır. Birlikte ortakça her türlü düşman saldırısına karşı ortak hareket etme zamanıdır.
HAYRİ ENGİN
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1 Nisan günü 04.00-05.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Kandil'in Zergelê köyü çevresine yönelik olarak işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları tarafından hava saldırısı gerçekleştirildiği bilgisini kamuoyuyla paylaşmıştık.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 28 Mart tarihli açıklamamızda 24 Mart günü Bitlis'in Hizan ilçesi Şêx Cuma alanında yaşanan olaya ilişkin bazı arkadaşlarımızın sicil bilgilerini kamuoyuyla paylaşmıştık. Kod ismini verdiğimiz bir arkadaşımızın sicil bilgilerinin ayrıntısını da kamuoyuyla paylaşma gereği duyuyoruz.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 29 Mart günü saat 21.00'dan 30 Mart günü 02.00'ye kadar Medya Savunma Alanlarına bağlı Zagros'un Dola Xanimê ile Dola Konferansê alanlarına yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 28 Mart günü 12.30 sularında Hakkari'nin Çukurca ilçesine bağlı Şikêr karakoluna yönelik olarak gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen eylem sonucunda düşmanın bir askeri gerillalarımız tarafından öldürülmüştür.
- Ayrıntılar