Basına ve Kamuoyuna
24 Nisan günü Amed’in Lice ve Kulp ilçeleri ile Bingöl’ün Genç ilçeleri arasında bulunan Şehit Remzi alanının Mezra, Kawar, Şeytan ve Gem Tepeleriyle Norşin, Karzel, Kafan, Elmiran ve Baltık köylerine yönelik işgalci TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 29 Nisan günü saat 16.00 sularında Ağrı’nın Doğubeyazıd ilçesine bağlı Birnê Ruto mıntıkası yakınlarında Doğubeyazıd Özel İdare Müdürlüğüne ait yol yapımında kullanılan 2 grayder tipi iş makinesi gerillalarımız tarafından yakılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 29 Nisan günü 11.00-12.00 saatleri arasında Şeladizê kasabasının Rêkan alanına bağlı Dirê Köyü ile Avaşin- Avabasya hattına yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Çağdaş dünyamızın 1 Mayıs geleneğini iki bine beş kala yaşamaya, değerlendirmeye ve emekçiler içinde mücadele ve dayanışma günü olarak kutlamaya çalışırken; bunu partimizin sosyalist mücadele gerçeğinde görmek, göstermek güncel anlamda da büyük önem taşıyor. Emekçilerin, ezilenlerin, sömürülenlerin, hiç şüphesiz bir dünyası, bir dünyaya bakış açıları, çıkarları, ona dayalı dayanışma, örgütlenme ve mücadeleleri, tarihin başlangıcından beri sürüp gelmektedir. Sosyalizm mücadele tarihi, insanlık var oldukça, böyle devam edip gidecektir. Oldukça bilimsel bir temele kavuşan bir insan toplumunun yaşamı, günümüzde de büyük çelişkiler içinde çalkalanmaktadır. Ne vahşi hayvanı aratmayan cinsten insanlık içinde ortaya çıkan canavarca yaklaşımlar, ne de cennet ütopyaları amaçlarına ulaşmaktan uzaktırlar. Toplumsal ülküler kadar, toplumun aleyhine çok aşırı bireyci çılgınlıkları, zıtlaşmaları keskinleştirerek sürdürüyorlar.
Toplumsallık, insana özgü, onsuz olunmayacak bir varlık biçimidir.
Zaten kavgada burada başlıyor. Toplumsallık ne kadar birey için geçerlidir? Bireyin toplum içindeki özgürleşmesi, toplum için ne kadar gereklidir? Çelişkinin özü bu. Bunun için çeşitli ideolojileri, çok çeşitli çözümleri sürekli geliştirerek günümüze kadar, işte bilime yakın sosyalist yaklaşımlara kadar gelişebilmişlerdir. Toplumsal çözümleme sadece sosyalizmle olmamış, ama bilimsel ifadeye en yakını sosyalizm oluyor, daha önceleri de hemen hemen bütün dinler, sihirler, hatta bir çok başka tür düşünce, insanın toplumsallaşma gerçeğine olumlu veya olumsuz yönlerde etkide bulunmuşlardır. Gericilik-ilericilik kavgası, karanlık-aydınlık düşüncesi, dostluk-düşmanlık yaklaşımları hep bu çelişkinin ürünüdür. Öyle anlaşılıyor ki, insanlık tarihi boyunca –onun artık ne iradesi dahilinde olur, ne kadar iradesi dışında olur- sonuçlanıncaya kadar sürüp gidecektir.
Bu genel kavramları şunun için belirtiyoruz; özellikle günümüzde haksız, sömürücü konumdaki kişileri, sosyal sınıf veya tabakalarca, bu çıkarlarını örtbas etmek için ısrarla ve gittikçe yoğun olarak bastırdıkları propagandayla, sosyalizmin sonunun geldiği, artık mutlak egemen olanın bu çıkarları dile getiren yaklaşımlar, propagandalar olduğu bir kadermiş gibi, kaçınılmazmış gibi tekrarlanmak isteniliyor. Baş emperyalist güçler, devletler, onların çeşitli düzeylerdeki ideologları fırsatı yakalamış iken, bunu tüm güçleriyle tam zafer için kesinleştirmek istiyorlar. Hele reel-sosyalizm, o yetmiş yıllık çok büyük bir gelişmeyi yaşayan sosyalizmin bir türünün çözülüşü veya aşılması durumu, bu iddiaları daha da güçlendirme biçiminde kullanılmaya çalışılmıştır.
Tarihin her döneminde böylesi süreçler yaşanılır. Çıkarcı, statükocu, daha çok ezen ve sömüren güçler “fırsattan istifade” deyip, kendi çıkarlarının sonsuza dek hakim olması gerekirmiş gibi, bütün hünerlerini konuştururlar. Dikkat edilemezse bayağı da başarılı olabilirler. Bu anlamda sosyal mücadeleler açısından güncel gerçekliği bütün yönleriyle, yine derinlikli kavramak önemlidir. Bütün dünya insanlığı için, ezilen, sömürülen kesimleri için, hiç şüphesiz bir yaşam anlayışları, dünya kavrayışları ve onun uğruna mücadeleleri olacaktır. Kurulan sosyalizm bunun bir aşamasıydı. Hatta önce de Fransız Devrimi’nde de vardı. Fransız Devrimi öncesinde de bütün devrimlerde, hatta İslam Devrimi’nde de vardı. Bütün bu devrimlerin en altta, en ezilenleri, sömürülenleri olduğu gibi, onların radikal dünya görüşleri veya savaşımları da olmuştur. Tarih boyunca hemen her halkta, her tarih kesitinde çok yaygın yaşanmıştır. Tabii bunlar günümüzün daha belirleyici olan gerçeklerini görmemizi engellemez. Ne abartmacı, ne inkarcı yaklaşımlarla gerçeği bütün yönleriyle değerlendirmekten uzak kalmamalıyız.
Şu da söylenebilir; ezilenler, emekçiler her zaman sığ düşünmeye, özellikle politik-felsefi düşünmemeye, bu konuda son derece hakim olan, sömürücü olanın izleyicisi biçiminde bırakılmaya özen gösterilmişlerdir. Kendi bağımsız ideolojik-politik gerçekliklerini görmek ve devrimle değiştirmek için ya zorla alıkonulurlar, ya da çoğunlukla kandırılarak alı konulurlar. Günlük yaşam endişeleri, gittikçe daha da zorlaşacak maddi yaşam koşulları, durumu, her zaman emekçilerin aleyhine kapatıyor. Bu, bugün de çok yaşanıyor. Ufuklu olmamak, güne dayatılması gereken adımı dayatmamak son derece yaygındır. Gerek dünyada, gerek özellikle Türkiye-Kürdistan gerçeğinde bu çok daha somuttur. Ve tarihte ezilenlerin lanetli gerçeği de böyle ortaya çıkmıştır.
Bu anlamda bizim sıkça kullandığımız lanetli halk, lanetli sınıf gerçekliği de budur. Kendi egemenlerinin, kendi ezenlerinin kuyruğunda, onların çıkar ilişkilerini ağından kurtulamama, hatta ona yaltaklanma lanetli bir halk veya sınıf, kişi olma anlamına geliyor. Bu da her türlü düşkünlüğün, aşağılanmanın, hor-hakir görülmenin temel nedenidir. Kendi gerçekliğini özgürce görememek; kendi hakimlerinin, sömürücülerinin, bir anlamda düşmanlarının izinde yürümek, yaltaklanmak, hatta dalkavukluk etmek içine düşürülecek en aşağılık durumdur. Ahlaksızlığın temeli de budur. Her türlü kıt düşünmenin, hatta maddi olarak asgari çıkarlarını bile karşılayamamanın da nedeni kesinlikle budur. Israrla biz de bu noktada “iğrençlik, alçaklık” kelimelerini çok yaygın kullandık ve yerindedir. Bunda son derece ısrarlıyız. Bu anlamda sosyalizm ufkunu büyük bir kararlılıkla savunmak, bunu oldukça özgürce ve savaşarak yapmak önemlidir. Yaparken dogmatik olmamak, saplantılar içinde kalmamak çok önemlidir.
Çünkü toplumu bilimsel anlamda ancak emekçiler daha iyi anlayabilir. Hemen her emek dışı sınıf, yalana, her türlü dogmatizme başvurabilir. Çok çeşitli uydurmaları kalıcı ideolojilermiş gibi, hatta mutlakmış gibi dayatabilir. Ama tarihinin her döneminde olduğu gibi, emeğin sahibi olanlar, onun sonuçlarıyla yakından ilgilenenler ise, yeni devrimci olan ideolojiyi geliştirmekte zorluk çekmezler, bunda kararlıdırlar ve ortaya da çıkarırlar. Günümüz sosyalizm tartışmalarında en çok yetmiş yılı aşkın ve oldukça da dünyanın büyük bir kısmını etkileyen, kurulup da bugün çözülen veya aşılan sosyalizm tartışılıyor. Buna bir kez daha değinmekte yarar olabilir. Biz bu sosyalizmi genel olarak da değerlendirebiliriz. Sosyalizmin her şeyiymiş gibi, bu kurulmuş sosyalizmi değerlendirmek büyük bir darlığı içerir. Zaten Leninizm’in de esas itibarıyla politik-taktik yanı ağır basan yaklaşımları göz önüne getirildiğinde, bunu sosyalizm tarihinde bir taktik aşama olarak değerlendirmek en uygunudur. Nedir bu aşamanın en temel özellikleri?
Kapitalist-emperyalizmin çok açık çelişkileri ve insanlık için gerçekten o iki dünya savaşını dayatması var. Öncesinde de birçok anlamsız savaş, dünyanın halkları aleyhine bölüşülmesi, emekçileri üzerinde yine çok kaba sömürü biçimlerinin sürüp gitmesi, bu arada bilimin, tekniğin çok hızlı gelişmesi, emekçilerin bu temelde hızlı bir uyanışa, yine ulusların, halkların hızlı uyanışı ve uluslaşmaya yönelmeleri çağında Leninizm büyük bir özgürlük hareketinin adı oluyor. Ve gerçekten de çok büyük bir etkinliğe yol açıyor. Denilebilir ki; 20. yüzyıl Leninist yüzyılıdır. Her ne kadar günümüzde “gözden düştü” deniliyorsa da, aslında yüzyılı bütünüyle etkileyen Leninizm’dir. Başlangıcında iyi biliyoruz ki, bilimsel-sosyalizm Marks-Engels’le büyük bir aşama kaydetmiştir. Özellikle dünya görüşü daha bilimselleşmiş ve örgütlenmeye doğru da yol almıştı. Ama politik-taktik anlamda fazla gelişmiş değildi. Özellikle Paris Komünü deneyimin de olsun, buna benzer bazı ayaklanmalarda olsun etkisi çok sınırlıydı. Leninizm, ona bu politik-taktiği usta bir biçimde yerleştirdi ve dünyanın devrimle değiştirilmesine, sosyalist devrimin geliştirilmesine büyük bir ivme kazandırdı. Onun ideolojik-moral yönlerine hiç şüphesiz fazla öncelik tanımadığı gibi, eski sömürücü dünyanın ve en başta da kapitalist-emperyalizmin etkilerini de çok yönlü gözden geçirip, çözümleyecek durumda değildi.
Onun kurtarmak istediği; çok kaba sömürü ve baskı düzenini aşıp, emekçiler, halklar için biraz daha uygun yaşam dünyasını yaratmaktı. Ve bunda da aslında başarılı olunmuştur. Biz, bu anlamda reel-sosyalizmin öyle tümüyle çözüldüğü, başarısız kaldığını söyleyemeyiz. Bu büyük bir yalan olur. Hiç şüphesiz sosyalizmle bağdaşmayan yetersizlikleri, yanlışlıkları oldukça fazla olmakla birlikte, emekçilerin özgürleşmesinde, maddi ve manevi gelişimlerinde çok büyük bir aşamayı ifade eder.
Aynı biçimde halkların uluslaşmasında ve özgür, bağımsız gelişiminde de Leninizm gerçekten tarihin en önemli bir aşamasını ifade eder. Veya sosyalizmin bu aşaması, bu anlamda oldukça büyük başarılarla doludur. “Peki çözülen, aşılan gibi gözüken nedir?” denildiğinde, bu, aslında kendini yenileyememesi, yeniden güncelleştirememesi, yeni sorunları ve çözüm yollarını görememesi biçiminde formüle edilebilir. Yüzyılın başlangıcındaki program aslında az-çok Sovyet deneyiminde uygulandı ve başarıldı. Örneğin asrın son çeyreğinde komünizme bile ulaşmaktan bahsediliyordu. Bunun bir hayal olduğu, abartma olduğunu daha o zaman biz kendimiz görebiliyorduk. Kapitalist-emperyalist dünyanın o kadar güçlü olduğu ve hatta daha önceki köleci toplum biçimlerinin bile yaygın yaşandığı, hele bireyde yaygın yaşandığı bir süreçte komünist iddialardan bahsetmek kendini abartmak, yanıltmaktır.
Bununla anlaşılması gereken; Leninist taktiğin sonu veya görevini yerine getirerek yeni bir aşamanın eşiğine getirmesidir. İşte daha geçenlerde özellikle Türkiye’yi de ilginç bir biçimde dolaşan bir Gorbaçov var. Bu çözülüş işinde adından en çok bahsedilen kişidir. Anlayarak veya anlamayarak da olsa bu çelişkiyi aslında yaşıyor. Belki de söylemeye çalışıyor. Fazla kanıtlamaya gerek yok ki, halkların özgürlük düzeyi 19. yüzyılla kıyaslanamaz bir biçimde ilerledi. Yine emekçilerin özgürlük düzeyi de hakeza kıyaslanmaz bir biçimde ilerledi. Bunlar tamamen bilimsel-sosyalizmin, onun en önemli Leninist pratik-taktik başarılarının bir sonucudur.
Bunda hiç şüphesiz kurulan partiler vardır. Özellikle bu partilerin mücadele taktikleri vardır. Hepsi de Leninizm de kapsamlı işlenmiştir. Ama günümüze doğru geldiğimizde artık alınması gereken mesafe alınmış, ulaşılması gereken hedeflere az-çok ulaşılmış, yeni hedefler belirlemek gerekiyor. Bu da insanlığın güncel durumunu değerlendirmek, bundan yeni hedef-programları çıkarma, ya eski komünist partileri yenilemek, ya yenilerini kurmak, böylesine yeni bir aşamaya, evreye sosyalizmi ulaştırmaktı. Gerekli olan buydu. Fakat yeterince yapılmayan da buydu. Biraz da yapılması zordu. Çünkü Sovyetlerdeki devletleşme düzeyi buna engeldi. Asıl çelişki burada. Hiç şüphesiz sosyalizmin bu aşaması için devletleşme gerekliydi. Bu inkar edilemez, ama devletleşmenin bu kadar abartılması, büyütülmesi sosyalizmin özüyle çelişirdi.
Öyle anlaşılıyor ki, sosyalist bir devlet, hatta proletârya diktatörlüğü kurmak sosyalist bir toplum kurmak değildir. Sosyalist bir insan yaratmak hele hiç değildir. Yanılgı veya yanlışlık ağırlıklı olarak buradadır. İyi bir devlet kurmanın her şeye yeterli olacağı sanıldı. Ve neredeyse günümüzde devletçilik anlayışı en ultra düzeye kadar gelmiştir. Hemen herkes kutsalmış gibi “devlet, devlet çıkarı” diyor. Ama ilginçtir ki, bugün en çok da aşırı devletçilikten herkes şikayet ediyor. En çok devletçilik yapanlar, devletçilikten en çok çıkarı olanlar bugün devletçiliğe karşı çıkma gereği duyuyorlar. Bu sosyalizmin ne kadar gerekli olduğunu açıkça ve kendiliğinden gösteriyor. Devletleşmeye en çok karşı duran aslında sosyalizmdi. Hatta devletin tükenişi, sönüşünü teorik olarak ifade etmiştir.
Diğer bütün sömürücü ideolojiler devletçiliğe çok kutsal yer verdiler. Sosyalizm yer vermez, ama tuhaftır, bugün de en çok liberal-kapitalizm yanlıları, en çok devletin aleyhine tartışma yürütüyorlar. Türkiye’de işte en çok kapitalist olanlar, özelleştirmeden, devletin küçültülmesinden bahsediyorlar. Aslında sosyalizmin yapması gereken işi, sosyalizm adına hem de yalanla, ikiyüzlüce ve biraz da daha kendini sürdürmek için yapıyorlar. Demek ki, her şeyden önce yeni güncel sosyalizm, bu devletçiliğe karşı, herhangi bir ideolojiden daha fazla çıkmak durumunda. Devletin küçültülmesini, söndürülüşünü, toplum üzerindeki, hatta birey üzerindeki çok tehlikeli, anlamsız ve gerçekten belki de baş çelişki durumunu görerek nasıl aşılacağını göstermesi gerekirdi. Yapılmayan biraz bu oluyor. Hatta Sovyet devlet aygıtı bu anlamda en temel bir engelleyici olarak karşımıza çıkıyor.
Hiç şüphesiz bunda eski sömürücü toplumların izleri var. Kapitalist-emperyalizmin dayatmaları etkili olmuştur; ama sosyalist iradenin bunu aşmaması esas belirleyici nedendir. Ve sorumlu tutulması gereken husustur. Sovyetlerde bile aslında bugün özelleştirmeden, bireyselleştirmeden, liberalizmden bahsedilmesinin nedeni bu. Öyle bir devlet yaratılmış ki, toplum altında nefes alamaz durumda. Bu anlamda aslında yapılan belki tümüyle kapitalizme dönüş değil, zaten kapitalizmin bir biçimi. Onun devletçi biçiminin abartılması buna yol açıyor.
Devlet kapitalizmini sosyalist sanma, bu duruma yol açmıştır. Bundan kurtulma, bireye daha fazla ağırlık verme, daha fazla liberalizm, daha fazla demokrasidir ki, bu, devlet kapitalizminin aşılmasıdır. Yoksa kapitalizmin geliştirilmesi filan değildir. Hiç şüphesiz bireysel kapitalizme de, özel kapitalizme de yol alınacak, ama tümüyle gidişatın bu olduğunu söylemek gerçekleri çarpıtmak demektir. Ama bu tartışma daha bitmemiş, Sovyet deneyimi bu açıdan yoğun tartışılmaya devam ediliyor. Ve onu izleyen modeller de, yeni adımı buluncaya kadar, aynen tartışılmaya, gözden geçirilmeye devam edilecektir. Ve tabii sorun, kurulan sosyalizmin sadece kendini gözden geçirmesi, yenilmesi değildir.
Kapitalist-emperyalist çelişkinin insanlığın başına yığdığı sorunlar hiç de 19. yüzyılın sonlarınkinden, yine 20. yüzyılın başlarınkinden daha az değildir. İnsanlık şimdi her zamankinden daha fazla büyük felaketlerle karşı karşıya bırakılmıştır. Kontrol altına alınamayan toplumsal süreçler söz konusu. Özellikle kapitalist ekonominin çevreyi, doğayı müthiş tahrip etmesi neredeyse dünyanın sonunu getirecek. Yine çok kontrolsüz toplum yapısını dünyaya sağdıramaz duruma getirmesi, bunda rol oynaması söz konusudur. İdeolojik-moral açıdan da insanları büyük bir umutsuzluk içinde bırakması, çok anlamsız biçimlendiği bir durumla yüz yüze getirmesi söz konusu. Bu gün ideologları da değerlendirme geliştiriyor. Bu, şu anlama geliyor; kapitalizm insanlıkta artık idealizm bırakmamıştır. İddia, umut bırakmamıştır.
Tarihin sonu demek; insanda iddianın, umudun tükenmesi demektir. Bu da eşittir kapitalizmdir. Kapitalizm artık ufuk, umut vermiyor. O zaman tam bu noktada ne gerekli? İnsanlığa umut, ufuk verecek ideoloji, o da olsa olsa sosyalizm olacak. Kendi sonunu insanlığın sonuymuş gibi, kendi tarihinin sonunu insanlık tarihinin sonuymuş gibi göstermek, her egemen ideolojinin bir özelliğidir. Kendisinden sonra hiçbir şeyin olmayacağını söylemek, yaşamları açısından gereklidir de. Bu her önemli çağda görülmüştür.
Bir dönemler belki de Roma kendini en yıkılmaz düzen olarak koyuyordu. Feodal imparatorluklar hakeza öyle. Birçok yine kapitalist imparatorluk da –bir ABD- kendini en son insanlık gibi yutturmaya çalışıyor. Ama gelişme doğanın bir yasasıdır. İnsanlığın sonunun gelmesi bu haliyle mümkün değil. Ne evler alt-üst oluyor, ne insan çok ciddi bir iç yıkımla, hastalıkla karşı karşıyadır. Sorunları, ideolojik-politiktir, sosyal-ekonomiktir. Çözümleri de hiç şüphesiz ideolojik-politik; sosyal ve ekonomik; kültürel, moral olacaktır. Burada kendini insanlığın kaderiyle en çok bağlantılı gören, onun kaderiyle ilgilenen, çözmek için kendini görevli hisseden tutumlar, davranışlar etkin olacaksa ki, bunda da toplumsallık, dolayısıyla sosyalizm, en iddialı olması gereken ve oldukça da bilimsel-ideolojik yaklaşımlardır. Bu temelde sosyalizm kendini yeniden formüle edebilir.
Kapitalizmin günümüzde gerçekten verebileceği fazla bir şey yok. Mesela bu serbest piyasa mekanizmalarına baktığımızda da, bütünüyle rant, faize dayalı bir sömürücü kesim oluşturmuştur. Kapitalizmin daha önceki yüzyıllarında üretimle, ticaretle ilgilenirlerdi. Şimdi üretim, ticaret, teknik bir tarafa bırakılmıştır, günlük piyasa, faiz endeks oranlarıyla oturup kalkıyorlar. Bunun üretimle hiçbir ilgisi yok. Kapitalizm bu kadar anlamsız, işlevsiz hale gelmiştir. Ve bütün iri, temel kapitalist ülkelerde bu piyasa, borsa oyunları egemendir. Bu da kapitalizmin tam başardığını değil, bir hiç durumuna geldiğini, anlamsızlaştığını gösterir. Borsa oyunlarıyla nereye varılabilir? Bu kumarın bir biçimidir. Onlar alıyor diğerine veriyor. El değiştiriyor sürekli. Bu da kumarın ta kendisidir.
Demek ki, kapitalizm günümüzde tam bir kumar oyunu durumuna gelmiştir. Kapitalizm için hiç yeni tanımlar yapmaya gerek yok. İyi bir kumarcılık düzeni, günümüzde kapitalizmi en iyi ifade ediyor. O halde tam da bu noktada, hiç şüphesiz bu büyük kumar, insanlık üzerinde oynanıyor. Trilyonlar dönüyor insanlık üzerinde. Ve bu trilyonlar dünya için felaket, insanlık için bir felakettir, bütün olumsuzlukların esas nedenidir. Bunu görmemek, görüp de karşı durmamak, insanlığın –Neron’dan daha tehlikeli bir biçimde- yakılıp seyredilmesine eştir. O halde, eğer insanlıktan umut kesilmiyorsa, insanlığın daha umutlu ve iddialı olmasına inanılıyorsa, hiç şüphesiz onun yaratma eylemine bu kumar düzenini aşmaya da güç getirmesi gerektiği, bundan kaçınmak şurada kalsın, bir tutku halinde, yüksek idealizm ve de mücadeleyle buna yüklenmesi gerektiği açıktır.
Bugün başta hareketimiz olmak üzere devrimci hareketlere yakıştırılan tek ad, –sanki en büyük tehlikeymiş gibi- çok ucube bir biçimde yansıttıkları bir terörizm iddiasıdır. Özellikle ABD ideologları ve politikacıları “terörizm” deyip, oturup kalkıyorlar. Her şeyi bu sözcükle izah etmeye çalışıyorlar. Aslında en çok da kendilerini bu sözcükle değerlendirmek gerekir. En büyük teröristin ABD’nin politik güçleri ve ekonomik güçleri olduğunu söylemek yerindedir. Çünkü insanlığın başına en bela olan, en tehlikeli oyunu oynayan, dolayısıyla işkenceyi en amansız uygulayan bu bir avuç borsa teröristidir, politik teröristtir. Çünkü ellerinde müthiş yıkım silahları var. Her gün tehdit olarak elinde bulunduruyorlar. Zaman zaman da gözlerine kestirdikleri güçlere, halklara karşı kullanarak bu terörizmi müthiş uyguluyorlar. Biraz da Yavuz hırsız misali, yani hem bastırıyor, hem kendini güçlü gösteriyor.
Hem insanlığın evini soyuyor, hem de insanlığın sahiplerini suçlu gösteriyor. Özellikle PKK’ye son günlerde ısrarla dayatılan “dünyanın en tehlikeli terörist örgütü” suçlaması ile bunu şimdi daha iyi anlıyoruz. İnsanlık ailesi içinde insanlığa bağlı olarak en büyük özeni gösteren partimize, ABD’nin böyle “baş terörist” demesi, bir gerçeği ifade ediyor. Yavuz hırsız misali kendi suçunu bize yıkıp kendini gizlemek istiyor. Bu, tarihin her döneminde başvurulan bir taktiktir.
Roma’yı hatırlarsak, o dönemin ilk Hıristiyanları gerçekten ezilenleri, mazlumları temsil ediyorlardı. Neron ise bir çılgındı. Roma’yı yaktı, o fukara Hıristiyanların başına yıktı ve hepsini aslanlara parçalattı. Bu örneği günümüzde ABD’nin imparatoruna ve onun yardakçılarına uygularsak; evet, yalnız bir Roma’yı değil, bütün dünyayı ve bu arada ülkemizi, Türkiye’yi, bir çok ülkeyi yakıyorlar. Kim yaptı? “PKK teröristleri”. Bir de böyle kendilerince büyük basın-yayın gücüne dayanarak “teröristler şurayı yaktı, şurayı yıktı” diyebiliyorlar. Çok abartmaları ve çarpıtarak eylemleri de kullanabiliyorlar. Evet, Neron bir defa Roma için; Hıristiyanları suçladı, fakat bunlar her gün, her yerde bütün insanları, insanlığı suçlayarak kendi büyük yıkma hareketlerini örtbas etmeye ve bu temelde ömürlerini uzatmaya çalışıyorlar. Burası çok önemli. Bu temelde büyük bir ideolojiyle saldırıya girişme gereği var. Az-çok partimizin bunu biraz yapabileceği ortaya çıkıyor. ABD’nin ideologları, istihbarat şebekeleri, politik güçleri bu anlamda akıllıdırlar, tespit ederler.
Reel-sosyalizmin büyük hataları, kusurları içinde aşama yapamaması ve bunda en kararlı örgütlerin başında bizim yer alışımız, PKK’nin kontrole alınmamış, iddialı olmakla da kendi eylemini yaratıcılıkla sürdürmesi, bunun en azında Ortadoğu için geliştirmek istediği düzene engel teşkil etmesi, kudurmasına yetiyor. Yani çok tuhaftır! İsa’nın çıkışı da bu topraklardaydı. Roma o zaman bütünüyle dünyaya egemendi. İsa, iki elin parmak sayısını aşmayacak bir küçük havari grubuyla birlikte Kudüs’te ve çevresinde söz eylemiyle bu büyük zulmü açığa vuruyordu. Tabii bunun karşısında Roma’nın büyük cezalandırma hareketini biliyoruz. (Çarmıha gerilme, daha sonraki ardıllarının da arenalarda aslanlara yem yapılması.) Yani çok güçlü olan Roma’nın buna ihtiyacı var mıydı? Evet. Ufak bir gediğin bile açılması, Roma’yı böyle hunharca hareket etmek zorunda bırakıyordu.
Günümüzün de buna benzer yanları var. Biz ABD için niye bu kadar büyük tehlike olalım ki? Ama emperyalizm “gedikler meselesini” çok iyi bilir. Nitekim Leninizm’inde döneminde emperyalizmin en zayıf halkasından bir gedik açma hareketi olduğu biliniyordu. Günümüzde de deniliyor ki; “PKK emperyalizmin en zayıf halkasından gediği adam akıllı açıyor ve bu gedikten tehlikeli bir dünya görüşü ve yaşam tarzı fışkırabilir”. Bunun için tarihten aldığı tecrübeyle yüklendikçe yükleniyor. Hatta Türkiye gibi tarihin tanıdığı en barbar ve günümüzde de çok faşist bir rejimi, onun saldırı ve imha seferlerini yeterli görmüyor. Hatta “niye erkenden bitiremedin?” diye kızıyor. Diğer irili-ufaklı emperyalist ülkelerde alabildiğine destekleyin “niye bu terörizmi önlemiyorsun?” diyor. Karşı çıkışları başarısızlıklarındandır.
Gizliden, on yılı aşkındır bütün güçleriyle desteklediklerini biliyoruz. Son saldırı operasyonlarına da tüm yönleriyle destek verdiklerini biliyoruz. Ama artık mızrak çuvala sığmıyor. Tüm dünya halkları gördü ki, bu bir işgal-istiladır. Nereye bunlar saldırıyor ve kimin desteği var? Biraz daha halklara karşı çok güç durama düşmemek için, görünüşte de olsa “karşıyız” diyorlar. Ama kendini en güçlü hisseden Amerika, halen utanmadan çok açıkça “destekliyoruz” diyebiliyor. Utangaçta olsa işte “yeter, operasyonları geriye al filan” diyor. Bunu söylemesinin nedeni ise; başarısızlıktır ve gittikçe kendileri açığa çıkıyor, tehlike büyüyor. Tıpkı Roma döneminde olduğu gibi Hıristiyanlık giderek kökleşiyor, kendileri ise tüm o görkemliliklerine rağmen daraldıkça daralıyorlar, kudurdukça kuduruyorlar.
Neron’un bütün Roma’ya hükmetmesi, imparator olması, hiç de Neron’un güçlü olduğunu göstermez ve nasıl bir sonuca gittiğini biliyoruz. Şu anda baş emperyalist gücün de durumu böyledir. Onun en önemli yardakçısı, Ortadoğu’daki işte Kudüs valisi gibi Anadolu’daki valisi de zor durumda. Ne kadar çıldırırsa çıldırsın fazla ilerleyemiyor. Dolayısıyla işte PKK’ye en büyük terörist örgüt diyebiliyor. “Tek bir dünya devleti veya insanı yardımcı olmamalıdır” demesi, bu tarihi özellikten ötürüdür.
Böylesine engin bir tarihi açıdan bakıldığında ABD’nin bu iddiası anlaşılır. Tabii Anadolu’daki valisi, kıt-dar düşünür, belki çok tahrip etmek ister, ama yarattığı olumsuz sonuçları görmeyebilir. Avrupa’nın da eleştirileri bu temeldedir. Anlaşılıyor ki; bu kadar dünyanın baş köşesine oturmamız, aslında salt bir ulusal kurtuluş hareketi özelliğinden ötürü değil, yine mahalli bir şiddet örgütü, hatta sosyalist örgütü olmadan da değildir. Mevcut emperyalist sistemi en tehlikeli yerinden deldiği ve kendilerine göre çok kötü bir örnek olma durumunu sezdikleri içindir.
Tabii hareketimizin gelişimi de biraz buna uygun. PKK’nin bir insanlık hareketi olduğu tartışma götürmez. Sosyalist ideallere daha başlangıcından itibaren oldukça bağlı, iddialı ve onun bilimsel anlamına bütün yönleriyle dikkat ediyor. Bu anlamda, tam böyle bir emek hareketi olmanın özelliklerine sahip olmaya çalışıyor. Yirmi yılı aşkındır, özellikle asrın son çeyreğinin çözülen, aşama yapamayan reel-sosyalizmine karşı aşama yapan, en önde gelen parti hareketi oluyor. Bu önemli. Ayrıcalığı burada, farkı burada. Gerçekten aşama yapamayan reel-sosyalizm, PKK’nin baştan itibaren eleştiriye tabii tuttuğu sosyalizmdi. Aşırı devletleşmesini, bütün dünyanın sosyalist-komünist partilerinin dış politikasının, devletinin bir eklentisi haline getirmesini kabul edilemez bir yaklaşım olarak görüyordu ve bu konuda da olumsuzlukları gördü. Özellikle TKP gerçeğinde ve Türk Sol gereğinde –ki hepsi de bu reel-sosyalizmden etkilenmişlerdir- oldukça yüklendiler. Kendisi de çok yoğun bir mücadele yürüttü. 1970-‘80 arası, bir anlamda reel-sosyalizmin olumsuz etkilerine karşı, devletçi sola karşı mücadeleydi. Ki Türkiye’de bu eşittir Kemalizm’in solu biçiminde kendisini göstermiştir.
Sol, Türkiye’de Kemalizm’dir.
Ve halen de bu özelliğini aşmış değildir. Bu da çok somut olarak; bir sosyal-şovenizm, Türkiye’de aşırı devletçilik ve ulusalcılık, Kürt gerçeğinin imhasına dek inkar edilmesi, yok edilmeye rıza gösterilmesidir. Ve bunun da yüzde yüz sosyalizmin inkarı olduğu açık. Yine baştan beri bunun, kuruluş aşamasındaki Kemalizm’le bağlantısı kadar, çözülüş sürecinde de Kemalizm’in en büyük destekçisi olması, evrensel etkileri olan bir gerçeklik idi. İşte biz bu gerçekliğe yüklendik. Kurulan sosyalizmin bu en temel yanlışı süreçle gelişti. Ki, 1925’lerde bu görülmeye çalışıldı.
Komünist enternasyonal içinde Kemalizm’e TKP türü yaklaşmanın sosyal-şovenizm olduğu, sosyalizmin özüyle bağdaşmadığı, ama Leninistlerin o zaman buna bir taktik olarak bakılması gerektiği, ancak daha sonra bunun bir taktik değil, nerede ise tamamıyla bağlı kalınan bir politik tutum olduğu ortaya çıkınca genelleşti, evrenselleşti ve sonuçta, sosyalizmin çözülüşünün en baş nedenlerinden birisi oldu.
Kemalizm’in kendisi de bu anlamda en çok reel-sosyalizmden yararlanan rejimin adıdır. Onun solu da, en sosyal-şoven soldur. Dolayısıyla Türkiye’deki emekçi halka hiçbir şey veremeyen sol, bu nedenle verememiştir. Kemalizm özünde ne kadar halk karşıtıysa da, solun da sosyal-şoven niteliği gereği o kadar karşıt olacağı açıktır. Bu açıklık günümüzde o kadar açığa çıkmıştır ki, emekçileri din ideolojileri dahil, en bayatlamış liberal veya milliyetçi ideolojiler bile etkileyebiliyor, umut olabiliyor. Sözüm ona en radikal solum diyenler zırnık kadar emekçiler dünyasında etkili olamıyorlar. Bunu değerlendirememeleri, nedenlerini ortaya çıkaramamaları hayli düşündürücüdür.
Biz tabii anlamakta güçlük çekmedik. Anlamak kadar da etkili bir mücadeleyle yüklendik ve PKK’yi PKK yaptık, PKK’nin ideolojik anlamda belki de söylenebilecek en olumlu ve güçlü yanı; genelde reel-sosyalizmin ve bu Kemalizm’e yönelik yaklaşımlarındaki hatalarına düşmemek, onu hem ilkede, hem pratikte kıyasıya eleştirip aşmak olmuştur. 1970-‘80 arasında bunu çok güçlü yaptığımız için, daha sonrasını getirme özünü koruyabildik. Eğer diğer sol gruplar gibi olunsaydı, hiç şüphesiz, 1980 sonrası atılım gösterilemeyecekti. Diğer gruplar zayıf oldukları için değil, ideolojik olarak sol-Kemalist konumu aşamadıkları için gelişme sağlayamadıklar ve emekçilerle birleşemediler. Bugün emekçiler belki de evcil hayvanlardan daha kötü durumdadırlar.
Dünyanın hiçbir emekçi halkı, Türkiye’deki emekçi halk kadar düşürülmüş düzeyde değildir. Ne Afrika’nın halkları, ne Asya’nın, ne Latin Amerikan halkları, emekçilerinin hiç birisi Türkiye halkı kadar onursuz bir durumu yaşamıyor veya yaşatılmamıştır. Özellikle Türkiye halkı adına düşünmek durumunda olanların, bu onursuz durumu bütün yönleriyle kavramaları, mümkünse bir çözüm göstermeleri gerekiyor. Hiçbir yerde emekçi halkın bu duruma düşürülmesi görülmemiştir. Neden düşürüldü? O zaman bunu TC gerçeğinde, hatta Türk egemen sömürücü gerçeğinde yerli yerine oturtmak gerekir. Bu oturtulmadan bugün dayanılmaz boyutlardaki baskı, sömürü ortadan kalkmaz. Dünyada –kendileri söylüyor- en kolay yönetilen emekçiler Türkiye’dedir. En kolay sömürülenler Türkiye’dedir. Bir emekçi halk onursuz kılınır, lanetli kılınır da bu kadar kılınmaz.
Biz Kürdistan halkı için de benzer değerlendirmeler yaptık. Bizim ki daha da tarihidir, daha da yoğundur. “Lanetli halk” dememiz yerindedir. Çünkü bu kadar kolay sömürülmeye, bastırılmaya rıza göstermek, en lanetli olma durumunu ifade eder. Biz biraz direndiğimiz için bu lanetliliği yıktık, aştık ve yüz aklı olma durumu sağlanıyor. Ama Türkiye’de bu yok. O açıdan durumları daha kötü. Emekçilerin ufku son derece karartılmıştır, eylemi cılız bile değildir. Eylemsizdir, kişiliksizdir, amaçsız, iddiasızdır, çaresizdir her yönüyle. Kırıntılara bile razıdır, verilmiyor. Her gün kendileri istatistiklerinde gösteriyorlar. Nasıl yaşadıkları biraz mucizedir. Belki de bu anlamda Türk halk gerçeği üzerinde düşünmek, günümüzde çok evrensel bir konum arz ediyor.
Bir emekçi sınıf, bir emekçi halk neden bu duruma düştü, düşürüldü? Ve neden bu durumu böylesine sinesine çekebiliyor, çekemiyorsa neden karşı koyamıyor? Oldukça yalnız. Türkiye’deki aydınların, varsa sosyalistlerin değil evrensel anlamda, herhalde bir çok sosyal bilimcinin, sosyalistin düşüneceği bir gerçektir, konumdadır. Biz bunu az-çok biraz anladığımızı söylüyoruz. Özellikle kendi halk gerçekliğimizi çözmekle, aslında Türk halk gerçekliğini de önemli oranda çözdüğümüzün farkındayız. Zaten bu farkında oluştur ki, devrimimizin enternasyonal yönü bütün yönleriyle ortaya çıkıyor.
İşte “PKK dünyanın en tehlikeli uluslararası terörist örgütüdür!”. Bunun da sadece Kürdistanlı değil, kendileri için çok gerekli olan Türkiye’yi de tehdit ettiği için, bütün irili-ufaklı emperyalist-kapitalist güçler, desteğine koşma gereğini duyuyorlar. Çünkü en anlamsız bir halk gerçekliği var ve bunun –PKK örneğinde olduğu gibi- Kürt halk gerçeğinde aşılması, tehlikenin kat be kat büyümesi anlamına da gelir. Demek ki, baskı ve sömürünün bu kadar anlamsızlaştığı, yoğunlaştığı bir yerde bir halkın özgürleşmeye yönelmesi, bu denli tehlikeli olabilir.
Burada tabii bizim Türkiye Devrimi’ne bakışımız da çok açık ortaya çıkıyor. Kürdistan Devrimi’nin bu kadar Türkiye Devrimi’ni doğurtması; hem uluslararası anlamda, hem de Türkiye halkının gerçeğinin anlaşılmasında büyük bir rol oynuyor. Ve bu anlamda sadece sosyalizmin yeni aşaması konusunda umutlu olmak, ufuklu olmak ve bazı çıkış yolarını göstermek değil, onu hızla Türkiye’ye taşırdığımızda, bir o kadar da bu taşırılma işi Ortadoğu’ya yansıtıldığında, bu mevcut şer, sömürücü, baskıcı güçler için hiç de az bir tehlike değildir. Hem çok güncel, hem de mutlaka hal edilmesi gereken bir baş ağrısı meselesidir.
Bu son Güney operasyonunda dolayısıyla açığa çıkan en önemli bir gerçek de budur. 1992 operasyonunda da bu açığa çıkmıştı, ama bu son operasyon bunu bütün dünyaya gösterdi, PKK’yi de bütün dünyaya tanıttı. Dolayısıyla ABD’nin iki de bir rapor yayınlayıp “en terörist örgüttür” demesi boşuna değildir. Etkisini kırmak, çok çarpık, farklı bir şekilde gösterme ihtiyacından ileri geliyor. Bu kuşku götürmez.
Unutmayalım ki, PKK’nin Güney Kürdistan’a da yayılması, Ortadoğu’nun bir çok ülkeleriyle –ister anlamlı ilişkiler, isterse çatışmalı bir biçimde olsun- yol kat etmesi ciddi bir gelişmedir ve tedbirler alınmazsa pratik anlamda politik sonuç almaya son derece yatkındır. Sadece ufuk olarak, ideolojik olarak değil, örgüt olarak değil, pratik gerçekleşen bir politika olarak da her an bir alanı düşürebilir. Bir alanda kendi politikasını kurabilir. Bu tabii en az Ekim Devrimi kadar ve tarihte bir çok devrim başlangıcında olduğu gibi onlar açısından tehlikeli bir gelişmedir. Kıyamet bundan kopuyor. Türkiye’ye aşırı destek bu nedenledir. Tabii iddialı devrimler de, gerçekten iddialarına denk gelen bir çabayı gösterirlerse, başarılı olmayı da rahatlıkla sağlayabilirler. Bunu yaşıyoruz.
Hiç şüphesiz PKK’nin bu durumu bir başlangıcı ifade ediyor. PKK politik olarak zafere ulaşmış olmaktan uzaktır, yine özündeki çözümlemeleri insana tümüyle özümsemekten uzaktır. Bırak insanlığa, daha halkına bile çok sınırlı olarak yansıtmamıştır. Hatta halkına yansıtmayı bırak, kendi içimizde sözüm ona PKK militanı olduğunu iddia edenlere bile bu çözümlemeleri ne kadar yansıttığımız her gün tartışılıyor. Yüksek bir çözümleme gücünü ortaya çıkardık. Özellikle yeni insanı nasıl ele almak gerektiği, bunun oldukça farklı bir insan şekillenmesi olduğu anlaşılıyor. Ama bunu henüz örgüte hakim kılmak, halka hakim kılmak ve bir sistem olarak insanlığa taşırmak çok sınırlıdır. Burada mühim olan demek ki, ufuk ve ona ulaşmanın çözümleme gücü, yeteneğidir. Bu gösterildi.
Parti henüz bu konuda daha yeni de olsa, oldukça iddialı ve giderek kendini geliştirme iddiasını sürdürüyor. Bu aynı zamanda dezavantajlarını, zayıf yönlerini de ortaya koyuyor. Çünkü başlangıç aşamasında olan her hareket tehlikelerle karşı karşıyadır. Zaten TC sözcülerinin kıyameti koparması da budur. “Bunu bugün önlemezsek” diyor, “hepinizin başına tehlike olur, hatta PKK terörizmi evrensel bir sorundur. Evrensel sorunu çözmek için bütün evrenin şer güçleri bana yardımcı olmak zorunda ve ben tarihi uluslararası bir misyon yüklenmişim” diyor. Bu özel savaşın baş yürütücüleri, işte “böylesine bir başarıya da biz ilk defa sahip olmak istiyoruz” diyorlar. İlginç! Sadece Türkiye’nin bir milli meselesi değil, dünyanın bir terörizm meselesini PKK şahsında çözmek istiyorlar. Dünyaya örnek olacaklar, öncülük edecekler.
Çağrı üstüne çağrı yapıyorlar “işte bütün sistemin çıkarlarına uygun bir savaş yürütüyoruz, sistem kayıtsız-şartsız bizi desteklemelidir” diye. Kendileri bizzat bunu söylüyorlar. Böylece gerçeği farkında olmayarak da dile getiriyorlar. Evet, bu terör kendi terörizmlerini açığa çıkarttığı gibi, halklar için çok gerekli olan ufku, amacı ve direnme imkanını ortaya çıkarmıştır. Ve bu anlamda eğer ısrar edilirse, halkların, özellikle Ortadoğu halklarının içine biraz taşırılırsa –ki biraz da yapılan budur- sonuç gerçekten önemli devrimsel aşama olabilir.
Özellikle sosyalist bir parti olma, dönemin tartışmalarına açıklık getirme, sosyalist tartışmalarına açıklık getirme, sosyalist tartışmalarına cevap verme anlamında iyi bir örnek olabilir. Bu özelliği PKK giderek geliştiriyor. Ayrıca, en politik bir taktik olarak başarıya ulaşabilir. Bu da Ortadoğu’da çelişkilerin ne kadar yoğun olduğunu göz önüne getirsek, çözümde son derece iddialı bir gelişme olabilir. Demek ki, hem sosyalizm için, hem Ortadoğu politik halk demokrasileri için böylesine gelişmelere öncülük etmesi, evrensel değerini kat be kat ortaya çıkarabilir. Bu gerekli midir? Son derece gereklidir. Özellikle günümüzün sosyalist tartışmaları için gereklidir.
Ezilenlerin, sömürülenlerin, özellikle hemen her ülkede zengininde de, fakirinde de kapitalizmin başlangıçta belirtilen büyük tehlikelerine karşı bir ufuk olarak, bir umut olarak böylesine sosyalist bir iddia çok gereklidir. Ortadoğu halkları içinde de politik bir gelişme olarak çok gereklidir. Demokrasiye, özellikle emperyalist işbirlikçilere karşı bu halkların şiddetle kurtuluş ihtiyaçları var. Ona da önemli oranda katkı veriyor. Demek ki, pratik-politik olarak da PKK çok gerekli. Hem o ufuk ve umut olarak insanlık için anlamlı olmaya doğru yüz tutuyor, hem de bölge halklarının şiddetle –belki tüm dünya halklarından daha fazla- ihtiyaç duydukları demokratik kurtuluşları için, işbirlikçilerden kurtulmaları için, yüzyılların, hatta bin yılların tarihi uygarlıklarına yaraşır bir biçimde tekrar tarih sahnesine çıkışları için, PKK oldukça gerekli.
Bu iki amaç nedeniyle PKK üzerinde durmak hem kutsal bir yurtseverlik görevi, hem de bir enternasyonal görev oluyor. PKK, bütün iç-dış yetersizliklere ve dayatmalara rağmen, bu konudaki iddia ve pratik adımları atmaktan alıkonulamamıştır, geriletilememiştir. Tam başarısını sağlamaya çalışıyoruz. Tam başarı için, günümüzde özellikle politik ve askeri taktikler üzerinde yoğunca duruyoruz. Buna gereksinim vardır. Ama unutmamak gerekir ki, PKK esas itibariyle insanlık ufkunu açma ve umudunu güçlendirme hareketidir. Özellikle reel-sosyalizmde ufku kararan, ufuksuz kalan, yine sosyalist iddialardan yoksun kalan bu partilerin düştüğü durumu ki, bu çözülüşün, başarısızlığın veya kendilerini yenileyememelerinin en temel nedenidir. Bu anlamda işte ufuk olmazsa, iddia kesilirse, moral da yok olunca o sistem dünya sistemi de olsa çözülmeye mahkûmdur. Olan da buydu. Dolayısıyla PKK’nin bugün bir çoklarına anlamsız da gelse ufku, umudu sürekli diri tutması, genişletmesi, çok önemli ve devam ediyor. Bunu sonuna dek de böyle götürmek, PKK’nin en temel bir özelliği olsa gerek.
Bazı örnekler verirsek; bugün İran’da bile eğer tüm eleştiriler rağmen öyle sağlam yürüyorsa, orada bir manevi kuvvet vardır. İşte kimi “mollalar” der, kimi “Ayetullah” der. Bu nedir? Bu bir ufuk, bir moral, bir ideal kuvvettir. Bu çok gereklidir ve bir rejim yaşatılmak isteniyorsa her zaman bu moral, manevi kuvveti öncü kılmak zorundadır. Sosyalist ideolojiye de kılavuzluk rolü, öncülük rolü verildi. Bu kesildiği için sistem çözüldü. Dolayısıyla sosyalist ütopyayı, ideali, morali bugün güçlü tutmak başarı için esastır. Bu iddialar içinde bir grup insan yeterli ölçüde nitelik ve nicelikte bu işlerin öncülüğünü yapacaklar, moral için yaşayacaklar, iddia, umut için yaşayacaklar ve bunun gereklerini, düşüncede, ruhta hep hem geliştirecekler, hem yaşayacaklar, yaşatacaklar. Buna biraz da ideolojik önderlik denilir. Moral önderliği, hatta ruhsal önderlik de denilebilir.
Tabii bunun hiç şüphesiz bilimle ilişkisi vardır, hayalle ilişkisi vardı, maneviyatla ilişkisi vardır. Maddiyatla da ilişkisi vardır. Dengeler hepsini. Ve toplumu sağlam, diri götürecek ne gerekliyse onu temsil ederler. Tarihte de böyledir. Eğer sosyalizm kendisini yenilemek istiyorsa böyle bir kurumu mutlaka geliştirmek, oturtmak durumundadır. Bir dönemlerin şeyhleri, dervişleri neyse sosyalizm için de böyle şeyhler, dervişler, pirler gereklidir. Bunu örnek olsun diye söylüyoruz. Fakat bu yetmez tabii. Bir de onun pratik-politikası gerekli. Politikayı, yani taktiği de geliştirmek zorunda.
PKK bu yönüyle de aslında gelişme halindedir. Kendi mensuplarının yüksek ideolojik-moral konumunu sağlam tutmakla ve esas almakla kalmıyor, –ki biz bunu büyük bir mücadeleyle yürüttük- aynı zamanda güncel taktiklere de ne kadar yüklendiğimizi, belki de hiçbir partiye nasip olmayacak tarzda taktikler üzerinde durduğumuzu biliyoruz. İster örgüt taktikleri, ister gösteri taktikleri, ister bizzat savaş taktikleri olsun, bugün en çok yoğunlaştığımız diğer bir çalışmamız bu. Bu çalışmaya biz güncel politik çalışmalar da deriz. Askeri taktikler de son tahlilde politik taktiklerdir, politikanın daha şiddetle sürdürülme biçimleridir. Özel savaş başka türlü politika yapmaya izin vermiyor, acımasız şiddet uyguluyor. Bu nedenle bizim politik taktiklerimizin şiddet yönü, askeri gerilla yönü daha fazla geliştirilmek zorunda. Bunu yapmaya çalışıyoruz. Bu konularda da ölçüyü kaçırmamak, özel savaşla bağlantılı olduğu oranda politik taktikleri şiddetle geliştirmek, başarı için kaçınılmazdır.
Bu konuda da yaşanılan önemli yetmezlikler vardı. Zaten bir çok parti, örgüt bunu yapmadığı için, Türkiye’de aşıldı, işleviz kalındı. Biz taktikleri biraz zamanında geliştirdiğimiz için, özel savaşa karşı bu konuda taktiksiz kalmadığımız için geliştik. Sadece ideolojik-moral üstünlük yeterli değildir. Bir de günlük pratik örgüt çalışması, doğru eylem, askeri eylem faaliyetleri geliştirildiği için bugün PKK iddialı, yenilmezdir. Bu doğru taktiklerde ısrar edildiği için başarıya gitme gerçeği ortaya çıktı
Demek oluyor ki, bir emekçi hareket olarak PKK’nin hem ulusal düzeyde, hem de uluslararası düzeyde bu kadar yankı yapmasının temel nedeni; evrensel çapta reel-sosyalizmin çözülüş, aşınma sürecinin sorunlarına iyi bir cevap teşkil ettiği, bu konuda benzer hastalıkları olmadığı içindir. Kendi yaratıcı gelişmesini sürdürmesi, yine pratik-politikada da kendisini taktiksiz bırakmaması, bunun direnişini hemen her sahada, zindanda, dağda, ülke içinde ve dışında göstermesi, onun böyle emperyalizmin en çok korktuğu ve baş etmekte güçlük çektiği baş hareket haline getirebilmiştir.
Hiç şüphesiz bu anlamda bir emekçi hareketi, partisi olarak önemini korumak durumunda. Bu da başarıyla ancak mümkün olacaktır. Çünkü kendisine karşı yalnız bir özel savaş gücü değil, yalnız Türkiye faşistlerinin en saldırdıkları bir hareket olması değil, arkasında bütün uluslararası gericiliğin saldırısını görmesi gerekiyor. Dolayısıyla kendini hep ufukta, amaçta, moralde çok çok güçlendirmesi, tabii pratikte de yoğun savaşıldığı için taktiklerde çok yoğunlaştırması gerekiyor. Var olan, kendini başarılı kılan gelişmeleri bir sonuç olarak değil, hep bir başlangıç olarak görüp yetkinleştirmesi gerekiyor. Bu anlamda militan çözümleme büyük anlam taşıyor.
Bizlerin son dönemlerde örgüt içinde geliştirdiğimiz çözümlemeler, aslında PKK’nin başarısı için kaçınılmaz oluyor. Şunu çok açıkça ortaya koyduk ki; oldukça düzenden etkilenmiş ve çağlar ötesi kalıntıların çok güçlü olduğu bu birey, başlı başına bir özel savaş öğesidir. Ve şunu yine gösterdik ki; bunun çözümlenmesi, bundan kaynaklanan direkt-dolaylı tehlikelerin aşılması, PKK’yi PKK yapan temel bir özelliktir. İçinde böyle bir mücadeleyi yürütmesi, hastalıklı bireyi tespit edip aşmaya çalışması, aslında başarısının özünü ifade ediyor. Şu çok açıkça ortaya çıktı; ne kadar “ben mücadeleye varım” desin, ne kadar kendini adamış olursa olsun, kapsamlı olarak kendini çözememiş her birey, her militan, hatta her önder tip çok kısa bir süre içinde bir engel olmaktan, hatta kendini bir bela gibi çok tutucu bir öğe olarak dayatmaktan kurtaramamaktadır. Zaten bu reel-sosyalizme öncülük eden partilerin de çözülüşü burada başlıyor.
Bu partilerin politik bürosunda, merkezinde tutuculaşma, bürokratlaşma geliştiğinden, dalga dalga bütün devlete, topluma yayıldı. Ve çözülme, aşamayı yapmama olayı gelişti. PKK’de bu tehlike bin defa daha fazla var. PKK içindeki tip reel-sosyalist ülkelerden kat be kat daha fazla hastalıklı bir tiptir. En köhne, çapul, bir üçüncü elden kapitalizmin etkileri, Kemalist kapitalizmin etkilediği tiptir. Aynı zamanda çok çağ ötesi kölelik biçimlerinin aileciliği, kabileciliğin, bireyciliğin en geri biçimlerinin çarpıttığı bir tiptir. Bu tipin kendi başına on tane devrimi yerle bir etmeye yeter olduğunu biz kendi pratiğimizden iyi biliyoruz. Çözümlemeler bunu çok yüksek seviyede gösterdi.
Partimiz içinde herkes şunu iyi biliyor ki; bu tip eğer aşılmasaydı, değil PKK’yi 1995’lere getirmek, 1985’lere bile getiremezdik. 1975’lerde de ortaya çıkaramazdık. Bu, tabii aynı zamanda sosyalist parti niteliğinde bir gelişmeyi ifade ediyor. Sınıf mücadelesinin sadece kaba, sınıfın veya halkın objektif-fiziki ortamında değil, onun beyni olan örgütü içinde de, beyninde de yürütülmesi gerekiyor. En kılcal damarlarında, akciğerlerinde, kalbinde yürütmek gerekiyor. Eğer sınıf mücadelesinde tam başarıya ulaşılmak isteniliyorsa, bürokratlaşmaya, tutuculaşmaya karşı –kendi kendilerine karşı sürekli karşı çıkılmak isteniyorsa- bu iç mücadeleyi, nefs mücadelesini giderek yoğun bir biçimde sürdürmek gerekiyor. Her ne kadar bazı ustalar sosyalist aşamada da sınıf mücadelesi durmaz deyip, daha da geliştirilmek durumunda kalmışlarsa da, bu çok genel, çok kısa bazı sözcüklerle ancak değerlendirilmiştir.
Bir Lenin de bundan bahseder; “sosyalizm küçük-burjuva, küçük meta üretiminden adeta fışkırır. Bu da sosyalist düzeni sürekli tehdit edecektir” der. Ama söz bu kadardır. Bunun nasıl parti içinde yürütüleceğini ne kendisi görebilmiştir –ömrü buna yetmemiştir-, ne de daha sonra geliştirilmiştir. Stalin’in çok kaba bir sınıf mücadele anlayışı vardır. Bazı ele başları demiştir, abartmalı bir biçimde ve onlar da kendilerini ya gizlemişlerdir, gizlemeyenler de kaba bir biçimde tasfiye olmuştur. Sonuç; bu yaklaşımın büyük başarısızlığı. Mao da buna benzer değerlendirmelerde bulunmuştur. Fakat her ne kadar Çin, halen biraz kendisini sürdürüyorsa da, bunu çok yönlü geliştirmiş olmaktan uzaktır.
Çin’de bir Sovyet deneyimine benzer gelişmeler yoğundur. Ama eğer sınıf mücadelelerini yoğunlaştırırlarsa belki. Onun da Sovyetlerdeki partinin hastalıklarına düşmeden özellikle sosyalist numaralı demokrasi, enternasyonalizm hususlarında ne kadar görevlerini yerine getirdiği tartışılabilir. Ama eğer halen biraz yaşıyorsa, biraz da bu mücadele ilkesine bağlı kalmalarından ötürüdür. Tabii, biz sadece bir devlet kurma döneminde değil, çok erken bir dönemde bunu fark ettik. Ve bu fark ediş sadece parti içinde, işte bazı sağ ve sol sapmalara karşı çıkma biçiminde değil, her ne kadar bunu göz ardı etmediysek de, çok kaba sağ-sol yaklaşımlara, onların temsilcilerine gereken mücadeleyi verdiysek de, bunun yetmediği daha sonra –özellikle günümüze doğru geldiğimizde- çok açık bir biçimde ortaya çıktı.
Sağ ve sol sapmalarla mücadele yetmez. Sağ ve sol sapmaları besleyen daha derin nedenleri var. Ve bir baktık ki, aslında günlük olarak en önder durumunda olan bile mücadeleyi kendi içinde geliştiremezse, en benim diyen militan yapıda günlük moral, eğitim kadar pratik yeterlilik eğitimi yürütülemezse, aslında o parti öncü parti olmaktan çıkacaktır. Ve nitekim PKK’nin bütün dönemsel taktik adımlarına baktığımızda, bir kaç kişinin tıkatması büyük başarısızlıkları ve kayıpları beraberinde getiriyor. Bu büyük mücadeleye rağmen eğer bu böyle oluyorsa, tehlike büyüktür demektir. O zaman çere nedir? Çare; partinin içini hem moral düzeyde, hem de pratik-politik düzeyde yeterli kılabilecek çözümleme gücünü, bunun mücadelesini kesintisiz ve giderek yoğun bir biçimde vermektir.
PKK biraz bunu son yıllarda verdiği için gelişmekten alıkonulamadı. Zaten ABD’nin başta olmak üzere “en terörist örgüt” demesi de bu nedenledir. Diğer bütün örgüt modelleri aşıldığı halde, PKK’nin bu yöntemle aşılmaması, onun özgün yönünü ortaya koyuyor. Yine TC’nin bütün çözdürücü çabalarına rağmen, neredeyse çözmediği tek bir Kürt sol grubu kalmadı. PKK’nin tam tersine bu büyük özel savaşına rağmen varlığını daha da etkili kılması, yine bu çözümleme gücünün yetkinliğinden ileri geliyor. Ve bu anlamda da sosyalist parti deneyiminde, hatta sosyalizmde sınıf mücadelesi, sosyalist partilerde, bunun beyninde sınıf mücadelesi çok ileri düzeyde yürütüldüğü için denilebilir ki, sosyalist partiler tarihine bu anlamda bir ilerleme, bir geliştirme şansı, bir katkı oluyor.
Günümüzde bir parti hem sosyalist niteliğini korumak istiyorsa, hem de sadece pratik-politik başarılarla değil, moral üstünlüğüyle kendini yürütmek istiyorsa, o halde biraz da PKK için olmak zorundadır. İşte PKK’nin evrenselliği olsa olsa böyle tanımlanabilir. Belki de tam istediğimiz gibi formüllendirmiş olmayabiliriz, ama bütün belirtiler PKK’nin bu niteliklerinin bundan sonra başarılı olmak isteyen, genelde her örgütlenme için, özelde sosyalist örgütlenmeler için kaçınılmazdır. İnsanlığın ağır sorunlarına, özellikle çok çaba isteyen, incelemek isteyen politik görevlerine, moral görevlerine başka tür karşılık verilemez. İşte onun için Türkiye’nin bütün siyasi partileri tıkandı, aşındı, yeniliyor. Sağıyla-soluyla bütün dünyada, bugün bir Fransa’da, bir Almanya’da, hatta bir İngiltere’de partilerin hemen hepsinin eskidiği, aşıldığı ve hatta artık ilgi gösterilmediği söyleniyor.
Doğrudur, klasik bütün sağ-sol partiler aslında aşılıyor ve hatta “halkın ilgisizliği çok gelişiyor” deniliyor. Fakat yeni parti arayışına cevap verilmiyor. Sınırlı bir cevap verme halkın desteğini çığ gibi büyütüyor. Türkiye’de bile çok liberal ve işte yaşamak durumunda olan Türk burjuvazisi için bir yeni demokrasi hareketi var. Popüler olmaya çalışıyor ve oluyor da biraz. Neden? Çünkü eski bütün sağ-sol partiler bir yerde tutuculaştığı için bu böyle oluyor. Dünyada da bu böyledir. Bu yeni değişim rüzgarları diye sunmak istedikleri –çok çarpık da olsa- gerçeklik aslında budur. Hatta denilebilir ki, eski model devlet anlayışı artık aşılmak zorunda. Bugün devletçilik çok geliştiriliyor ve bu bir anlamda eski sağ-sol partilerin, reel-sosyalizmiyle ve de liberal kapitalizmiyle devlette ifadesini bulan bütün rejimlerin ve bunların daha da dayandıkları köhnemiş devlet yapılarının, artık insanlık için bir dar gömlek durumunda kalmasından ötürüdür.
Bütün bu devletler artık toplumlar için bir dar gömlektir ve yırtılmak zorundadır. Tabii çözüm bulunamıyor, bulunamadığı için sıkıntılar giderek artıyor. Demek ki, günümüzün en temel bir çelişkisi de, bu insanlığın başına artık gerçekten zırhlı bir gömlek gibi sıkıştırılıp durulan devletleri aşmaktır. Onun sağ ve sol parti dayanaklarını aşmaktır. İnsanlık buna gerçekten ihtiyaç duyuyor. Bir çok belirti kesinlikle bu aşamaya gelindiğini gösteriyor.
Demek ki, 21. yüzyıl bir anlamda bu tip devletlerin aşılmasıdır. Sadece sınıf diktatörlüklerinin aşılmasını demiyoruz, reel-sosyalizmin olsun, liberal kapitalizmiyle veya devlet kapitalizmiyle adı ne olursa olsun, mevcut modeller artık insanlık için ciddi bir engel teşkil ediyor. Tam da bu nokta da sosyalizmin devletin tüketilmesi, söndürülmesi teorisine yeniden bir açıklık kazandırılabilir. Bu anlamda bu tip devletlerin sönmesi gerekiyor, aşılması gerekiyor. Ve sosyalizm bu konuda en iddialı sözlerin sahibi olabilir. Halkları artık mevcut devletleri taşıyamıyorlar. Muazzam bir bürokratik yığın olmuşlar, hiçbir yaratıcı gelişmeye fırsat sunmuyorlar. Sadece rantı toplayıp, çok çalışmayan kesimlere dağıtmakla uğraşıyorlar. Bu dayanılmaz bir durumu ortaya çıkarır, bir felaketi geliştirir. O halde sosyalizmin devlet teorisi yeniden parlak bir biçimde hem ileri sürülebilir, hem de doğrulabilir.
Sosyalizmi kurmak, bir devlet kurmak olmadığı, hatta devletin çok temel bir biçimde aşılma görevi olduğu artık anlaşılmak durumundadır. Sosyalizmin bu ilk aşaması bunu göremedi veya gördüyse de gereklerini yerine getiremedi. Bu yeni aşaması kesinlikle devletlerin bu aşılma durumunu hem görmek, hem göstermek, hem de bizzat değiştirmek durumundadır. Bunu sağladığında sosyalizmin en iddialı ideolojik-moral ve politik bir güç olacağı açıktır. Tabii bunun somut yansımaları, işte toplumun kendi içinde yeterli bir nüfus, yeterli beslenme, sağlık, eğitim ona indirgenecektir. Yine çevreye özellikle yansımaları olacaktır. Sosyalizmin bu sorunlar üzerinde yoğunlaşması kaçınılmazdır. Ama politik devrim olarak da bu devletleri az-çok aşmak zorunda olduğu, bunlar yerine getirilmeden hiçbir reformun kendi başına yeterli olmayacağı görülüyor.
İşte yeni bir çok parti doğuyor, reformist yeşil partiler. Bu partiler, bu devlet sistemlerini aşmadıkça, hiçbir zaman amaçladıkları sağlıklı bir çevreye, doğanın tahribatının önlenmesinin önüne geçemeyeceklerdir. Yine toplum içindeki moralin tüketilişinin, yaşam umutlarının sönmesinin önüne geçemeyeceklerdir. Bu anlamda günümüzdeki reformizm deneyleri fazla başarılı olamazlar. Sosyalist teorinin bu kadar kapsamlı olması, bu dev gibi sorunların çözülmesi açısından gereklidir, kaçınılmazdır.
Her ne kadar “reformlar”, işte “kaçınılmazdır”, işte “başka türlü bu sistemi aşmak mümkün değil” denilirse de, –tıpkı 19. yüzyılın sonlarındaki reform ile sosyalist ideolojiye dayatılan reformist partiler gibi- bu sadece kapitalizmi daha tehlikeli bir biçimde büyütmeye, yaşamını sürdürmeye, yine tıpkı reel-sosyalizm deneyiminde görüldüğü gibi, kapitalizme yanaşarak onunla uzlaşmaya ve giderek kapitalizmi daha tehlikeli sorunlar biçiminde büyütmeye götürür. O açıdan reformizmi görerek, reformizmi devrimin gelişmesine bağlamak, onunla ne sağ, ne de sol tarzda uzlaşarak veya çelişerek, doğru bir yaklaşımla karşılayarak devrimin hizmetine kullanabilmekte önem taşıyor.
Görülüyor ki, emekçilerin bu 1 Mayıs dayanışma ve mücadele günü her zamankinden daha fazla bir sosyalist ufkun, umudun ve onun programını, pratik-politik olarak da taktiklerinin geliştirilmesi üzerine bizi oldukça düşündürüyor. Partimiz PKK, bu konuda şanslı bir durumu yaşıyor veya oldukça bilinçli, çabalarıyla bugünü anlamlı bir biçimde karşılıyor. Hatta denilebilir ki, en başarılı bir biçimde karşılayan bir parti oluyor. Buna dayanarak önümüzdeki sürece en iddialı, umutlu yaklaşılabilir ve pratikte yürüttüğü, insanlık dışı özel savaşa karşı da insanlığın en soylu, kutsal devrimci savaşımını geliştirebilir. Yaşanılan süreç; hem umutta, iddiada, ruhta bir büyük gelişme, hem de pratik-politikada başarılması gereken devrimdir. Bunun heyecanı, kendi başına militanı canlandırmaya ve büyük oynamaya götürmeye yeterlidir.
Biraz daha da taktik ilkelerine, esaslarına dikkat edilirse, PKK bünyesinde her militanın çok önemli gelişmeleri göstermemesi düşünülemez. Hatta Kürt halkı gibi çok geri bir halkın, PKK’yi izlemesinin yol açtığı gelişmelerin daha büyüğünü, bundan sonra başta Türkiye halkı olmak üzere bölge halklarının göstermesi işten bile değildir. Bu sürecin içine de girilmiştir. Özellikle Türkiye emekçilerinin dayanılmaz yaşam koşullarını, dayatılan son derece lanetli bu durumu aşmaları en ivedi sorunudur. Neredeyse bütün koşullar, Türkiye emekçi halkında bir ayağa kalkma gereğini dayatıyor. Ve PKK’de buna en çok yardımcı olan, onun bizzat ortaya çıkarıcı, destekleyici gücü oluyor Bu da tarihi bir fırsat anlamına geliyor.
Her zaman söylediğimiz gibi, bu temelde görevlerin başarılması bir Ortadoğu’da büyük gelişmenin, yeni bir devrimsel gelişmenin başlangıcı oluyor. Ortadoğu halklarının tarihlerinde, çok şerefli uygarlık dönemlerinde birliktelikleri vardır. Uygarlığa ilk geçiş bu topraklarda olmuştur Görkemli köleci imparatorlukların, uygarlıkların kurulması ve en yaratıcı yönleri de burada ortaya çıkmıştır. Yine feodal uygarlıklar döneminin en görkemli biçimi bu topraklarda ortaya çıkmıştır. Kapitalizmin –ki onun değişik bir biçimde reel-sosyalizmi kendisine benzeştirme anlamında olsun- genel gelişmesi, bugün Batı dediğimiz uygarlık biçiminde karşımıza çıkıyor. Ve bu Ortadoğu halkları aleyhine çok dengesiz, tarihi gelenekleriyle son derece çelişen, çok cüceleşmiş bir insanın, bir insanlık toplumunun adeta kötü bir örneğinin ortaya çıkmasına yol açıyor. Ortadoğu halkları bunun mahkûmu olamazlar. Kendi tarihlerinin, kendi büyük uygarlık gerçeklerinin farkına her geçen gün daha da vararak doğru sahiplenişi başarırlarsa ancak yaşayabileceklerini gün geçtikçe fark edecekler.
Şu son bir kaç yüzyıldır aşılanan kapitalizm müthiş bunalım getirmiştir. Denilebilir ki, insanlığın en yaşanılmaz bazı topluluklarına ve toplum biçimlerine burada yol açmıştır. İnsanın doğduğu beşiğe, insanlığın mezarı gibi olma rolünü biçmiştir. Hiç şüphesiz bunu gördüklerinde daha büyük bir tepkiyle ayağa kalkabileceklerdir. İşte partimizin söylemi bu, yaptıkları da bu. İnsanlığın beşiğini, insanlık mezarına değil çevirme, tekrar bu insanlık için büyük bela olan, tam bir kumar rejimi olmaktan öteye varmayan çapulcu kapitalist-emperyalizme bir cevap vermek, tıpkı uygarlık başlarken olduğu gibi, sınıflı toplumların aşılması ve bu çapul kapitalizmin aşılması biçiminde de bir beşiklik görevi görmek!
Partimizin ilk çıkışında da biz bu değerlendirmeleri yaptık. Şafak vaktinde nasıl bir rol oynadıysa bu topraklar, bu halklar, uygarlığa açılmada, sınıfsız bir topluma, onun uygarlık seçimlerine açılma anlamında da tekrar bir beşiklik görevini görmemesi için hiçbir karşı neden yoktur. Olsa da bu büyük bir tarihi görev için engel olarak görüp boyun eğilmez. Bu kadar ufku büyük düşünüyoruz. En önemlisi de, güncel olarak dayanılmaz yaşam engelleri var. Bu engellere günlük olarak karşı çıkmak bile, bir insanın yaşaması için belki de ekmek-sudan, havadan daha değerli oluyor. PKK’yi zaten günlük olarak yaşatan, insani özelliklere bu kadar şiddetli gereksinimi olmasından ötürüdür. Demek ki, hem bu kadar büyük ufku, uzun vadeyi görebilmek, hem de güncel olarak hiçbir biçimde kabul edilemez yaşam engellerine karşı olmak, bir insanı atom bombasından daha değerli, güçlü kılıyor.
PKK biraz bunu gerçekleştirdi. PKK’deki önder tip bunun az-çok gerçekleşmesinin adı da oluyor. Eğer ısrar edilirse, her militan tip bu tarz bir kişilikleşmeyi yaşarsa ve bunu sürekli kılarsa, gerçekten en büyük umutların bile, en uzun vadeli ütopyaların bile, önemli bir gerçekliğe dönüşmemesi için hiçbir neden yoktur. Zaten PKK’nin bir çoklarına mucizevi gibi gelen pratik başarısı da bunu gösteriyor. Biz bu temelde sosyalist ideallerimize, yine halkların tarihlerine olduğu kadar, güncel çıkarlarına da bağlılığımızı ve bu anlamda emekçilerin dayanışma gününe bağlılığımızı belirtiyoruz. Partimizin oldukça iddialı ve başarılı mücadelesiyle bunu selamlıyoruz, bütün insanlığa ve halkımıza kutluyoruz.
Reber APO
(1 Mayıs 1994 Çözümlemeleri Derlemesi)
- Ayrıntılar
Mayısın biri denilince sadece bir gün gelmez aklımıza elbette, bu bir günden öğrenerek devrimci yaşamımıza sığdırdıklarımızla birlikte, emekle yoğrulan, bir yaşam gelir aklımıza. Emeğin günü, emeğe ihanet etmemenin günü, emeğe sarılmanın, bizi bu günlere getiren alın terlerini bir kere daha vicdanımızla duyumsayıp, anladığımız; aklımızla elediğimiz bir gün. Bize ait olduğu kadar bizi biz eden emeğe saygının, emeği yeniden yeniden fark etmenin günü.
Bir kere daha kendimizi gözden geçirip, verdiğimiz emeği düşünmenin günü olma kadrinde 1 Mayıs. 1 Mayıs denilince emek; emek denilince de bir kadın olarak ÖNDERLİK gelir aklıma. Bir Kürt kadının aklına emek deyince, özgürlük değerleri için, direnişin en onurlusunu yaşayan bu Emek Bilgesi gelir. O’nun verdiği emeğin hakikiliği karşısında hepimizin emeği bir tüy kadar hafif kalır. Bundan dolayıdır ki bu gün emeği anlamak, bu bir günü anlamak; yaşamımızda ki her bir günün bizlere sunulan nasıl bir nimet olduğunu anlamak, hakiki emek sahibinin bir gününü anlamak, hissetmek, aramak, yakınlaşmak günüdür bu gün.
Bu günü bir kurtuluş günü olarak, kendini aşanların bilinçli yaşama felsefesinin bir idraki olarak yaşamak, hesap sormasını bilmek demektir bir diğer yandan da. Emeğe zulmedene başkaldıranlara, insanlık için ölçülmez emek sahibi olanların gerçeğine ermek için kurtuluş gerek bizlere. Emek sahibi olmak demek, özgürleşmek demektir. Emek vermek demek yaşamı güzelleştirmek, estetik değer katmak, aslında yaşamı anlamlılaştırıp, mutluluğu yaratmaktır. Emeğine zulüm edilmesi ise çamurdan bir yaşam öyküsü, çökmüş harabe vicdan, kenelerin kemirdiği katran karanlıklarda kalmış beyinler demektir.
Dönüp hem geçmişe bakmak kadar, ana sahiplenmek kadar, geleceğimizi kendi ellerimizle ilmek ilmek örmek. Çünkü emeğe zulmü en yaman tanıyanlardanız ve emeğimizin özsavunmasını yapıyoruz, öyle ki emeğin öyküsü en iyi bizlerin öyküsüdür. Devrim sofrasında yüreğimize katık olan bir öyküyü de 1 Mayıs 1977 de, belleklerimize Kanlı Mayıs olarak kazınan o günden kaldı. Ama bu öykü tüm emekçilerin emeğinin çalınması, sömürülmesi, kendi emeğinin sırtında ki kambura dönüşmesinin insanlığın belleklerinden silinmeyecek bir katliam ile tarihe kazıyan bir örnek. Bir trajedi, bir insanlık ayıbı…
Emeğin çalınması ne anlama gelir ve yaşamımızda ki toplumsal ilişkilerimizde nasıl kendini ifade eder?
Huzursuzluk; bunalım içine sokulmak ve kişiliklerin felce uğratılması ile başlar. Bundan dolayı emeğimize sahip çıkmak için önce yavaş yavaş sistem bizden kişiliklerimizi çalar usulca. Onun karşısında durmamız için, bizden çaldıklarını fark etmememiz için herhalde en çok bu gereklidir. Kıtlıklar, kısıntılar, hercümerç içinde geçen karın tokluğuna koşturmalar, zam furyası içinde yalpalanmamak için her şeyi unutup biriktirtmek sadece ama sadece kendin için biriktirmek. Tüm bunlar için gerekirse kara kış gibi bastıran göçler. Her göç bir kuşatma, kendi kimliğine karşı uyuşma olarak çoğalır diğer bir taraftan da.
Kimileri bu kadar altüst olurken kimileri de kazanır. Ama hangi yolla, tabi ki emeği sömürerek, emekçilerin ahvalini, acısını, yürek titreşimlerini sömürerek. 1 Mayıs 1977’de de aynısı olmamışımıydı; bir yandan kanlara, ölümlere, korkulara, figanlara bırakılmış kanlı bir Taksim Meydanı varken, diğer yandan da ‘batsın bu dünya ‘ diyerek duygulardan, ömürlerden çalanlara hangi para helaldir. Hangi emekten bahsedilir ki. Bitiren, tüketen, teslimiyet ruhunu besleyen, çözümsüzlüğü derinleştiren hiçbir şey emeğin değil, gudubetliğin yansıması ve çoraklığın kendini vaha sanmasıdır sadece.
Sancılar ama her yerde, her şeye sinen tortulaşmış sancılar. Umut depresyonları, kıtlıkları. Çoğu zaman çocuklarını göç yollarına para-pul için yollayanların medet ettiği, okullara gönderip “büyük adam olması” için gözyaşı döktüğü neydi ki? Birazcık önlerini görecek, ekmek bulup rahatça yiyebilecekleri, sözüm ona “rahat” bir yaşam için değil miydi? Ve daha aklımıza gelebilecek birçok şey. Sıkıntılar, gerginlikler, açlıklar, doğru-dürüst bir yaşam için çırpınmalar. Tüm bunlar emeğe edilen zulmün öyküsü…
Yoksa yere düşen kalkamıyor, güvensizlik, kendi dünyalarına sıkışmış bireyler, dışlanmışlıklar, paniklikler, ne yapacağını şaşırmalar, kargaşa, bile bile sömürülme, göz göre göre tuzaklara alışmışlıklar içinde kıyılan, ince ince doğranan ruhlarımız, kaybolan doğamız. Çalınan bizler, hırsızların eve girmesiyle elimizi başımıza koyup hırsızların işlerini bitirmesini bekler vaziyette duruyoruz. Malum ya, rahatsız etmemek lazım yoksa daha kötüsü olabilir. En iyisi sesini çıkartmadan beklemek. Allahtan umut kesilmez, belki biraz bir şeyler bırakırlar bize. Büzüşmek, sonuna kadar küçülmek, işte tüm küçülmelerimizin öyküsü bir anlamda. Yoksa unuttuk mu?
1 Mayıs 1977’ de Taksim Meydanında Kanlı Mayısta panzer paletlerinin altında kalan o kadını, katliamı ve bu katliam sonrası ezilerek ölenlerin gözlerinin açık gittiğini. O yüzden ölüm sessizliği yakışır bize; çalışan biz, üreten biz ama toplayanlar başkaları olmalı. Bu böyle biline. Yoksa yoksa katliam, dehşet, vahşet; panik, korku, panzerler yine tıklar kapımızı. Yoksa unuttuk mu?
“Şişli Meydanın da üç kız
Biri Çiğdem, biri Nergiz
Vuruldular düpedüz
Sorarlar bir gün, sorarlar bir gün…
Biter bu dertler acılar
Sararlar bir gün sararlar.”
Bu türküyü çocukken de dinlerdik, ölenlerin ne için öldüğünü bilmeden, kalanların da neden bu kadar çaresiz kaldığını bilmeden önce. Bir bakıma neden bir emek savaşı verildiğini bu dağlarda bilmeden önce.
Bu dağlarda Önderlik Gerçeği ve bu gerçeğin öğrettikleriyle tanıştıkça emeğimizi sahiplenmeyi, emeğimizi tanımayı ve korumayı öğrendik. Asıl emek sahiplerine bağladık gönlümüzü ve böyle tanıştık kendimiz olmayla, en büyük emeği kişiliklerimize vermeyi böyle kazandık. Emeksizliğin bin bir türlü hamuruyla yoğrulan, koşuşturmacı, üretemeyen, biçime girmeyen, ruhunu ve beynini arındırmayı erteleyen kişiliklerimiz gerçek emeğin değirmeninde bir kere daha öğütüldü.
Ama asıl olan ermekti emeğin savaşçılığına, yoksa dağlar cennet değildi Allah’ın özene bezene yapıp bize sunduğu türden. Cenneti yüreğimizle görmeyi, alın terimizle işlemeyi, ilmek ilmek emek ile dokumayı yeniden öğrendik. Her bir günü Önderlik Gerçeğinin ve şehitlerin bize bir armağanı olarak görüp, sunulan her bir günü kutsallıkla işlemek, her günü ÖNDER APO ile yaşamak ve her günümüzü böyle anlamlı kılmakla bize verilen emeğe sahip çıkabiliriz. Ve gerçek emek sahipleri olarak ilerleyebiliriz.
Nupelda ENGİN
- Ayrıntılar
1 Mayıs’a İlişkin Bir Kaç Söz
1 Mayıs 1886 günü, hemen tüm sanayi merkezlerinde; New York, Philadephia, Chicago, Louiseville ve Baltimore de 200 bini aşkın işçi genel greve gitti. Ve Chicago da 80 binden fazla işçi yürüyüşe geçti, miting ve gösterilerde 8 saatlik işgününün vurgulandığı konuşmalar yapıldı.
İşçilerin bu topyekûn isyanı işverenlerin ve kapitalistlerin tepkisini çekti. Chicago'da greve çıkan 40 bin işçinin eylemini bastırmak için, saldırılar düzenlendi. İşverenler grev kırmak için sokak çeteleriyle anlaştı. Sokak çeteleri bir taraftan işçilere saldırıyor, bir taraftan da grev kırıcılığı yapıyordu. Grevci işçilerle sokak çeteleri arasında çıkan kavga sırasında polisin işçilerin üzerine ateş açması sonucu 4 işçi yaşamını yitirdi.
Genel grevin ve bu eylemlerin daha da yaygınlaşmasından korkan burjuvazi, silahlı resmi güçlerinin yanı sıra ajan-provokatörler tutarak saldırıya geçti. Ne kadar da bugünlere benziyor! 3 Mayıs günü Mc Cormic fabrikasının önünde toplanan işçiler greve katılmayan diğer işçilere çağrı yaparken, bu silahsız işçilerin üzerine ateş açıldı ve bir işçi öldürüldü. İşçiler bu kanlı saldırıyı protesto etmek için toplandılar ve miting kararı aldılar.4 Mayıs gün işçiler daha güçlü bir gösteri düzenlediler.
Mitingin bitmesine yakın, sayıları birkaç yüzü bulan polis miting alanına girdi. Hemen ardından, nereden geldiği belli olmayan bir bomba polislerin bulunduğu yere düştü. Bize hiçte yabancı gelmeyen olay ve senaryolar! Bomba atıldıktan hemen sonra miting yeri tam bir savaş alanına döndü. İşçiler kurşun yağmuruna tutuldular. 4 işçi, 7 polis öldü ve pek çok işçi de yaralandı. 8 işçi önderi sendikacı ve yüzlerce işçi tutuklandı.
Hükümet ve işverenler, işçi eylemini kolay kolay içlerine sindiremiyordu. 1 Mayıs sonrası işten atmalar, baskılar yoğunlaştı. Olaylara neden oldukları gerekçesiyle 8 işçi hakkında idam istemiyle dava açıldı. İşçiler idam cezasına çarptırıldı. Dördünün cezası infaz edildi. Egemenlerin halen uygulaya geldikleri yöntemleri terk etmediklerini görmek ve emekçiler olarak halen onların kazdığı kuyulara düşmek ne kadar da acınası!
I. Enternasyonal 1889'da Paris'te düzenlediği kongrede Amerikan işçilerinin mücadelesini desteklemek amacıyla dünya çapında gösteriler düzenledi. 1890'dan başlamak üzere 1 Mayıs'ı "Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü" olarak kabul etti.
Ve o gün bugündür 1 Mayıs işçi bayramı dünyanın neredeyse her yerinde devletçi yapılarla devlet dışı yapıların en ileri düzeyde kavgaya tutuldukları gün oldu. Öyle ki kimi yerlerde milyonlar bir anda meydanlara bu gün için inerken kimi yerde bu gün yasaklanmış ve kutlandığında ise devlet güçlerince saldırıların hedefi olmuşlardır. Özcesi 1 Mayıs işçi ve emekçilerin günü her zaman böyle ikili bir karakter taşıyarak gelmiştir.
Ancak 1 Mayıs gününün devletçi güçleri ile devlet dışı güçler arasında yürütülen bir kavganın ta kendisi olduğu her zaman kulak arkası edilmiştir. İlk işçi grevleri kapitalist modernist sömürü çarkına karşı geliştirilmiş olan eylemler olduğu kesindir. İşçilerin bir araya gelerek, dayanışma içerisine girerek haklarını talep ettikleri yapı kapitalist sömürücü düzen ve sistemdir. İnsan emeğini emen, insan emeği üzerinde vurgun yapan bu sisteme karşı başkaldırıdır. Bunun içindir ki 1 Mayıs olaylarında katledilenlerin son sözleri halen bugüne bile ışık tutan sözler olmuştur. Öyle sanıldığı gibi sıradan, ani, tepkisel gelişen tepkiler olmamıştır 1 Mayıs olayları. Sömürüye karşı duranlar sömürüye karşı direnişe geçerken sömürenler ise provokasyonlar yaparak bu direnişi bilinçlice kırmak için özel çalışmışlardır.
1 Mayıs direnişi ile işçiler, emekçiler ve cümle kadınlar daha güzel günlerin geleceğini hayal ederek meydanlara çıkmışlardır. Kapitalizme karşı meydanlara çıkmışlardır. Daha fazla adalet, daha fazla özgürlük, daha fazla sosyalizm için kavgaya tutuşmuşlardır. Ne var ki yıllar geçtikçe 1 Mayıs direnişçilerinin özlem duydukları bu adalet, özgürlük daha fazla sosyalizm ideallerine uzak düşülmüş, bilinçli ya da bilinçsizce kapitalizmin yaratımı olan ulus devletine sarılarak daha fazla sömüren bir konuma kendilerini getirmekten kurtulamamışlardır. Küçültülmek istenen devlete daha fazla sarılarak sökülmeyecek devletler yaratarak işçileri ve emekçileri uğruna kavga ettikleri ütopyalardan ihanet etmişlerdir. Birçok yerde dediğimiz gibi bu bilinçli yapılmamışta olsa sonuç bu olmuştur.
Başkan Apo henüz 1994 yılında 1 Mayıs gününe ilişkin yaptığı değerlendirmelerde tüm bunları değerlendirerek şunları belirtmiştir:
“Öyle anlaşılıyor ki, sosyalist bir devlet, hatta proletarya diktatörlüğü kurmak sosyalist bir toplum kurmak değildir. Sosyalist bir insan yaratmak hele hiç değildir. Yanılgı veya yanlışlık ağırlıklı olarak buradadır. İyi bir devlet kurmanın her şeye yeterli olacağı sanıldı. Ve neredeyse günümüzde devletçilik anlayışı en ultra düzeye kadar gelmiştir. Hemen herkes kutsalmış gibi “devlet, devlet çıkarı” diyor. Ama ilginçtir ki, bugün en çok da aşırı devletçilikten herkes şikayet ediyor. En çok devletçilik yapanlar, devletçilikten en çok çıkarı olanlar bugün devletçiliğe karşı çıkma gereği duyuyorlar. Bu sosyalizmin ne kadar gerekli olduğunu açıkça ve kendiliğinden gösteriyor. Devletleşmeye en çok karşı duran aslında sosyalizmdi. Hatta devletin tükenişi, sönüşünü teorik olarak ifade etmiştir...
Diğer bütün sömürücü ideolojiler devletçiliğe çok kutsal yer verdiler. Sosyalizm yer vermez, ama tuhaftır, bugün de en çok liberal-kapitalizm yanlıları, en çok devletin aleyhine tartışma yürütüyorlar. Türkiye’de işte en çok kapitalist olanlar, özelleştirmeden, devletin küçültülmesinden bahsediyorlar. Aslında sosyalizmin yapması gereken işi, sosyalizm adına hem de yalanla, ikiyüzlüce ve biraz da daha kendini sürdürmek için yapıyorlar. Demek ki, her şeyden önce yeni güncel sosyalizm, bu devletçiliğe karşı, herhangi bir ideolojiden daha fazla çıkmak durumunda. Devletin küçültülmesini, söndürülüşünü, toplum üzerindeki, hatta birey üzerindeki çok tehlikeli, anlamsız ve gerçekten belki de baş çelişki durumunu görerek nasıl aşılacağını göstermesi gerekirdi. Yapılmayan biraz bu oluyor. Hatta Sovyet devlet aygıtı bu anlamda en temel bir engelleyici olarak karşımıza çıkıyor…” dedikten sonra ise kapitalizm için:
“Kapitalizmin günümüzde gerçekten verebileceği fazla bir şey yok. Mesela bu serbest piyasa mekanizmalarına baktığımızda da, bütünüyle rant, faize dayalı bir sömürücü kesim oluşturmuştur. Kapitalizmin daha önceki yüzyıllarında üretimle, ticaretle ilgilenirlerdi. Şimdi üretim, ticaret, teknik bir tarafa bırakılmıştır, günlük piyasa, faiz endeks oranlarıyla oturup kalkıyorlar. Bunun üretimle hiçbir ilgisi yok. Kapitalizm bu kadar anlamsız, işlevsiz hale gelmiştir. Ve bütün iri, temel kapitalist ülkelerde bu piyasa, borsa oyunları egemendir. Bu da kapitalizmin tam başardığını değil, bir hiç durumuna geldiğini, anlamsızlaştığını gösterir. Borsa oyunlarıyla nereye varılabilir? Bu kumarın bir biçimidir. Onlar alıyor diğerine veriyor. El değiştiriyor sürekli. Bu da kumarın ta kendisidir.
Demek ki, kapitalizm günümüzde tam bir kumar oyunu durumuna gelmiştir. Kapitalizm için hiç yeni tanımlar yapmaya gerek yok. İyi bir kumarcılık düzeni, günümüzde kapitalizmi en iyi ifade ediyor. O halde tam da bu noktada, hiç şüphesiz bu büyük kumar, insanlık üzerinde oynanıyor. Trilyonlar dönüyor insanlık üzerinde. Ve bu trilyonlar dünya için felaket, insanlık için bir felakettir, bütün olumsuzlukların esas nedenidir. Bunu görmemek, görüp de karşı durmamak, insanlığın –Neron’dan daha tehlikeli bir biçimde- yakılıp seyredilmesine eştir. O halde, eğer insanlıktan umut kesilmiyorsa, insanlığın daha umutlu ve iddialı olmasına inanılıyorsa, hiç şüphesiz onun yaratma eylemine bu kumar düzenini aşmaya da güç getirmesi gerektiği, bundan kaçınmak şurada kalsın, bir tutku halinde, yüksek idealizm ve de mücadeleyle buna yüklenmesi gerektiği açıktır.
Evet, Başkan Apo yukarıda dile getirilenleri 1 Mayıs 1994 yılında söylemiştir. 1 Mayıs direnişçilerinin böyle sosyalist bir dünya hayal ettiklerini, inadına kapitalist devletçi yapılara karşı direnerek yaşamlarına son verdiklerini onların idam sehpalarına götürülürlerken sarf ettikleri son sözlerinden rahatlıkla görebiliriz.
Devletçi kapitalist yapılar 1 Mayıs direnişlerini vesile ederek idam ettikleri dört işçi ve emekçi liderlerin isimleri: August Spies, Adolph Fischer, George Engel, Albert R Persons’tur. Bunlardan August Spies ve R. Parsons’un bize bıraktıkları son sözlerini alıntılayarak ne söylemek istediğimizi daha iyi anlaşılacaktır.
August Spies ki aslen Almanya doğumlu olan ve 1872’lerde Amerika’ya göç etmiş olan bu sosyalist asılırken son sözleri olarak bizlere bıraktıkları:
“Eğer bizi asarak... Tahakküm altındaki milyonların, sefalet içinde çalışan ve kurtuluşu arzulayan, (kurtuluşu) bekleyen milyonların bu hareketini, işçi hareketini ezebileceğinizi umuyorsanız -eğer düşünceniz buysa, o zaman asın bizi! Burada bir kıvılcımı ezeceksiniz, ama şurada, burada veya orada, arkanızda -ve önünüzde ve her yerde alevler yükseliyor. Bu gizli bir ateş. Bunu asla söndüremezsiniz. Öyle bir zaman gelecek ki; bizim suskunluğumuz, sizin bugün ipe çektiğiniz, seslerden daha güçlü olacaktır” oluyor.
Albert R Persons ise idam sehpasına doğru giderken:
“…Ne ben ne de arkadaşlarım Amerikan halkının herhangi bir yasal hakkını ihlal etmedik. Konuşma özgürlüğüne, basın özgürlüğüne toplanma özgürlüğüne tecavüz edilmeyeceği hakkını savunuyoruz. Anayasanın tanıdığı öz savunma hakkını savunuyoruz ve Amerikan halkının çok pahalıya kazandığı bu haklarının elinden alınmasına karşı çıkıyoruz" derken bile ne söylemek istediğini kısa öz ifade etmiş oluyor.
Çocuklarına ise yazdığı dokunaklı mektupta: "Bu kelimeleri yazarken adlarınızın üstüne gözyaşlarım damlıyor... Bir daha hiç karşılaşmayacağız… Sevdiklerimiz için yaşamakla gösteririz sevgimizi ve gerektiğinde sevdiklerimiz için ölmekle de gösterebiliriz sevgimizi. Babanız özgürlük ve mutluluk uğruna gönüllü olarak canını vermiş bir kurbandır. Size miras olarak şerefli bir ad ve tamamlanacak bir görev bırakıyorum... Onu koruyun, bu yolda yürüyün. Kendinize karşı doğru olun, o vakit başkalarına karşı sahte olamazsınız. Yaratıcı, uyanık ve neşeli olun... Çocuklarım, değerli varlıklarım; bu mektubu yalnız sizin için değil, daha doğmamış çocukları için ölen birçok kişinin ölüm yıldönümlerinde de okumanızı istiyorum” diyerek çocuklarından ve bizlerden vedalaşıyor. Vedalaşırken ise bize gelecek yıllarda adalet ve doğruluk uğruna mücadele etmemizi telkin ediyor. Doğru olunmasını, haksızlıklara karşı başkaldırmamızı istiyor. Ve tabii ki birde bir milim bile kendisini düşünmeyerek komünal toplumun değerlerinin yaşatılması için nasıl mücadele edilmesi gerektiğini de bir bayrak olarak bize bırakıyor.
Che Guevera’nın Küba’dan ayrılırken çocuklarına bıraktığı:
“…Devrimin önemli olduğunu ve bizlerin yalnız başımıza hiçbir değerimizin olmadığı hatırda tutun. Her şeyden önce de dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir kişiye karşı yapılan herhangi bir haksızlığı daima yüreğinizin en derin yerinde hissedebilin. Bu, bir devrimcinin en güzel niteliğidir“ mısralara ne kadar da benziyor Parsons’un söyledikleri ve yazdıklarına. Bu mısralarda adalete, insanlığa olan inanç var. Sosyalizme inanç var. Özgürlüğe inanç var. Ortakçı yaşama inanç var. Bireyin onurunu en yüksekte tutmak için toplumsal değerlerin yüceltilmesine inanç var. Özcesi dediğimiz gibi sosyalizme inanç var.
Ve birde bu söylenenler ne kadar da benziyor bizim söylediklerimize. Kadir Usta’mızın:
“Buralarda ölmek bile başkadır… Boşuna dememiş kızıl derililer “hiçbir şey uzun yaşamaz toprak ve dağlardan başka, atalarımız gibi biz topraklarımızda özgür yaşamak istiyoruz. Onlar topraklarında özgür yaşamak için yüzyıllar boyu savaştılar” sözlerine
Yine ne kadar da benziyor; “Ne dersin özgürleşmek, evcilleşmemek olsa gerek” mi diye sorarken bile tutsaklaştıran yapılara, kurumlara ve aygıtlara karşı duruşun sosyalizmin özü olduğunu yalın bir dille bizim için dile getirmiş olan Kadir Usta’mızın sözlerine
Evet, yeni bir 1 Mayıs’ı yaşarken bu kez sadece işçilerin ve emekçilerin bayramı olarak değil, aynı zamanda tüm uygarlık karşıtı güçler için, onların hayalleri için, komünal değerlerin inadına bu Leviathan denen canavardan korumak için tüm devlet dışı kalmak isteyen insanlık için 1 Mayıs’ı daha gür haykıralım. Ve bu günde canlarını katık ederek bize bıraktıkları bu bayrağı daha güçlü dalgalandırmak için inadına “ya sosyalizm, ya sosyalizm” şiarıyla, “Sosyalizmde ısrar insanlık olmakta ısrardır” diyerek mücadelemizi gürleştirelim.
Tolhıldan Aras
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
28 Nisan günü 18.30-19.30 saatleri arasında Hakkari'nin Şemdinli ilçesi sınır hattında bulunan Siro Tepesine yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmışıtır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 27 Nisan günü sabah saatlerinde Dersim Merkeze bağlı Xarçik vadisi ile Uzuntarla alanlarına yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır. Alandaki operasyon halen devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 25 Nisan günü Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde bulunan şantiyeye yapılan uyarı eyleminden sonra işgalci TC ordusu alana yönelik olarak bir operasyon başlatılmıştır. 26 Nisan günü saat 06.00 sularında Gırana Köyü yakınlarında operasyona çıkan düşman askerine yönelik olarak gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 24 Nisan günü saat 09.00 satlerinde Mardin'in Mazıdağı ilçesinde Mardin - Diyarbakır yolu üzerinde Avgewrê karakolundan gelen askerlere yönelik olarak gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen eylem sonucunda düşmanın ölü ve yaralılarının sayısı tarafımızdan netleştirilememiştir.
- Ayrıntılar