Basına ve Kamuoyuna!
20 Mart günü 08.00-09.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap'ın Şikefta Brindara alanına yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Parti Merkez Okulumuz, Mahsum Korkmaz Akademisi’nin değerli öğrencileri, partililer ve tüm ARGK’liler, Newroz’unuz kutlu olsun!
Tüm Partililer, ARGK’liler, Halkımız, Dostlarımız!
Kutsal direniş, diriliş savaşımımız, 25. Newroz’unu da büyük bir başarıyla karşılama gücünü göstermiştir. Büyük tarihi düşüşü belki de Med’lerin yıkılışıyla başlatırsak, -ki bu bir Mezopotamya uygarlığıydı- 2500 yıllık gibi bir düşüşün ardından; belki de onun tam karşılığı olan, yani her bir yılı bir yüzyılı bulan bu 25. yıl gerçekten bir diriliş oluyor ve oldukça da kurtuluşa yakındır. Nerden geldiğimizi, nasıl bir duruma sokulduğumuzu anlayabilir ve nasıl olmamız gerektiğine dair düşünebilir ve neler yapabileceğimizi kararlaştırabilirsek göreceğiz ki, adına yaşam denilen ama ölümden beter bu durumdan, kendi insanlığımıza ve toprakla karışmış özgür kimliğimize ulaşırsak; bunun sınırlı bir nefes alışverişinin bile ne kadar değerli olduğunu mutlaka takdir etmek gerekir.
Büyük bir minnettarlıkla başta büyük Newroz şehitlerimiz Mazlum Doğan’ın, Zekiyeler’in, Rahşan, Ronahi ve Berivanlar’ın o büyük şahadetlerini ve hemen her yıl o kutsal serhıldan isyanlarımızın son ifadesi, ’90’ yıllarındaki Nusaybin, Cizre, Şırnak, Lice, Van ve giderek bütün Kürdistan kent ve köylülerinin o şehitlerini de bu Newroz’un özüne yerleştirirsek göreceğiz ki; yaşamın başka türlü anlaşılması, savaşın da başka türlü verilmesi gerekiyor. Bu yirmi beş yıl üzerinde sürekli durulmalı, dersler çıkarılmalı ve varsa insanlık iddiamız, gerçekten ana topraklarımızda bir yaşamaya güç getirmek, yürekten ve irade ile bunu başarmak istiyorsak; kesinlikle bu yıllar, kendimizi yeniden yapma, yaratma ve hemen hemen kaybedilen her şeyi bulma yıllarıdır. Bu savaşın, bir özlü düşünceden tutalım, özgürce bir nefes alışverişe kadar, esasta bunun en son çabası olduğunu bilerek anlayabilmelisiniz.
Bu anlamda PKK; bir diriliş olayı, yeni gün olayı ve bir Newroz olayıdır. Biz bugüne boşuna PKK’yle başlamadık. Ama aynı zamanda bu, korkunç bitişin ve karanlığın eşiğindeki zayıf insanımızın, kendisine dürüst bir ad vermesidir. Kendine ‘ben dürüst olacağım’ sözünü vermesidir. İnsanımızın hiçbir umut işaretinin olmadığı bir dönemde bile, inandırıcılığı ve hiç bir şansı bile olmasa, ‘ben bu kimlikle ve bu söz için yaşayacağım, gerekirse savaşacağım’, diyebilmesi işin özüdür. Başka türlü olmuyor.
Ben o günü şu an gibi hatırlıyorum. Düşmanın başkentinde silik, iddiasız ve yutulmayla karşı karşıya olan bir gençlik döneminde, hem de sömürgeciliğin bütün çekici imkanlarıyla karşı karşıyken ve sizin hiçbir ilginize değmeyecek kadar geriyken, bitmişken böylesine bir günde bir tercih yaptım. İmhacı sömürgeciliğin oldukça imkan dahiline giren yaşamına hayır dedim. Oldukça umutsuz, olanaksız ve belki de imkansız gibi gözüken bu özgürlük umuduna, herkesin, mensupları da dahil hiç inanmadıkları, belki her şeye anlam verseler de anlam veremeyecekleri bir adıma, biz başlasak ne olur dedim. Belki de bunun tarihte eşi bile yoktur. Biz bu kararı verdik. İki sözcükle olacaksa, ana topraklı ve kimlikli bir yaşam, özgürlükle olsun dedik. Ve gerçekten o büyük umut savaşına giriştik.
Bu tarihi, şüphesiz bir hitapla dile getirmek mümkün değil. Bu yirmi beş yılı mümkünse sürekli incelemeye, değerlendirmeye almak ve gittikçe daha da derinleşen teorisini ortaya çıkarmak kadar, ki başlangıcından itibaren de iradesi vardır. Onun siyasetteki ifadesi nedir? Geliştirmek istediği yaşam ve askerlik dilindeki ifadesi nedir? Neyi gerçekleştiriyor. Gerçekleştirilen; bütün yönleriyle bir değil bin daire çizerek daha derin ve giderek yükselen bir biçimde bu yılları böyle anlayabilmek, bu yıllarla büyüyebilmek, bu yıllarla yeniden yaratılmaktır. Önderlik gerçeği denilen, PKK gerçeği denilen olay bu. İçinde neler yok ki: Silik insandan tutalım en hainine, eşsiz kahramanlarından tutalım en düşkününe, en güzelinden tutalım en çirkinine, en korkağından tutalım en kahramanına, en dirisinden tutalım en ölüsüne kadar her şey var. Bu yıllar, bu çağdaş Kürdistan yılları; PKK dışında her şeyin bittiği, adının bile kalmadığı son bir çare olarak, olacaksa insanlığımız, yaşayacaksa kimliğimiz, mümkün olacaksa kurtuluşumuz, her şeyden önce gelin bunu tartışın deme hareketidir. Daha sonra mümkünse bir karara, ondan da daha ötesi bir iradeye ve bir savaşa yol açabilir miyiz hareketidir.
Bugün büyük öfkelerimizi az da olsa dindirmişiz. Ama asıl büyük kavga için, kurtuluş için bu günleri yaratmanın bir başlangıç olduğunun da bilincindeyiz. Çağdaş partiler için yirmi beş yıl, zafer yıllarıdır. 20. asrın, hemen hemen büyük devrim yapan bütün partileri bu işi, on yıl, on beş yıl bilemedin yirmi yıla sığdırmışlardır. Bazıları da başarısız olmuş, hatta devlet kuranlar bile, devletini de kaybetmişlerdir. Biz ne devlet kurabildik, ne de tam başarısız olduk. İkisinin orta yerindeyiz. Önemli olan burası da değil. Önemli olan ve bizi ilgilendiren; bu büyük tartışmayı, aydınlamayı, iradeleşmeyi ve daha da önemlisi gerçekler ne ise olduğu gibi görmeyi ortaya çıkarmaktır. Kürdistan’daki çok kirli, işgalci ve imhacı gücün savaşı kadar, yine Kürt gerçeğindeki sosyal bir anlamı olmayan, bir eşkıya kavgası kadar değeri kalmayan o çok çirkin, bitik ve hiçbir amacı olmayan kavgacılığı ve bütün bunların Partimizin içine bir daha hesaplaşmak üzere çekilmesi bayıldığımız işlerdendi. Anlamsız kavgalara sınır çekmek istedik, kavga olacaksa bir çizgi temelinde, bir anlamı olan ve tarafları olan bir kavga olsun dedik. Bunu yapmak, sanırım hayırlı bir işti.
Kendi tarihine bu kadar ihanet etmiş, çağdaş insanlık içerisinde sıfırlanmış bir kimlik, bir gerçeklik ne kadar utanç vericidir. Bu parti, bununla hesaplaşmak için gerekliydi. Bu yirmi beş yıl, bunu güzel çerçeveledi, çemberledi. Her şey yeniden, fazla inancı olmasa da, iddiasız ve hatta kendini örtbas ederek de olsa burada tartışıldı. Bu yirmi beş yılın içerisine girmeyen tek bir Kürt insanı, bir Kürdistanlı kalmadı. Tek bir sömürgeci de kalmadı. Hatta emperyalistler de bunun içine çekildi. Bütün dünya çekildi. Gelin Kürdistan’a kavganızı açıkça yapın, hepinizi çekti. Gelin boyunuzun ölçüsünü alın dedik. Ben başarıyı biraz burada görüyorum. Yani kim nedir açığa çıksın. Kavgada önce tarafların açıklığa kavuşması gerekir. Eğer bir ülkede bu yoksa herkes düşmanın istediğinden daha fazla düşmanın ajanıysa, yaşam hainiyse, utanılası ve lanetli bir gerçeğin ifadesiyse, öncelikle yapılması gereken bunu açıklığa kavuşturmaktır. Bu, Partiyle mümkün oldu. Kimisi içinde, kimisi dışındadır ama hemen hepsi ilgilidir. Bu önemli bir gelişme ve kazanımdır. Diriliş bunsuz olmaz, direniş bunsuz olmaz, kurtuluşa daha zaman da olsa önce bu gerekli. Güzel bir tespit. Yerinde ve doğru bir adım.
Bu yıllara o kadar iradeyle bağlandık ki, kavgası o kadar nefes nefese, o kadar çelişkili, hırslı ve o kadar kinli verildi. Ancak bazıları da o kadar silikti ki, gidişleri kadar gelişleri de anlamsızdı. Bütün bunlar öfkeyi müthiş geliştiriyor, ama bir şey olmaz veya öfkenin gelişmesi eğer bir hataya dönüşmezse iyi bir kavga başlatıcısıdır. Bunu, yalnız Parti’nin gerçek mensupları için değil, karşıtları için de söylüyorum. Kavgada anlamlı bir düzey ortaya çıkarmak da bir gelişmedir. Ben ne yapacağım? Siz köleliğinizle zafer bile kazansanız, bana göre bu, hiçbir şeye yaramaz. Ben ne yapacağım ki, düşmanı koynunuzda beslemiş, ama PKK’li geçinmişsiniz. Kurşun patlatmış ve isyan edip, savaşmışsınız, fakat ben, sizleri hiçbir şey sayamam. Benim için bunlar, hiçbir şey ifade etmez. Hatta bazı zaferleriniz olmuş, bunun değeri de yoktur. Çünkü bunlar hangi yaşamla ilgili, sizi hangi temel amaca doğru götürüyor, o kişinin kendisini nasıl yaratıyor, bu daha önemli.
Bu yıllar, aynı zamanda PKK’nin bu anlamdaki yıllarıdır. Sizleri açığa çıkarabilmek önemlidir. Neyin ve kimin kişiliğisiniz? Neyin ve nasıl bir yaşamın peşindesiniz? Bunları açığa çıkarmak, kurtuluştan daha değerli veya kurtuluş için öncelikle gerekli olandır. Diriliş bunun acı sancılarıyla olmuştur. Ben tam doğuş yaptığınıza veya doğmuşsanız da doğru büyüdüğünüze inanamıyorum. Kuşkularım var, ama bunlar iyi kuşkular. Bunun her gün örnekleri açığa çıkıyor. Çeşitli kılık kıyafetlerde, kadında, erkekte, yenide, eskide bunları daha da açığa çıkarmak iyi oluyor. Yani burada insan artık gizli kalmayacak. Dost da, düşman da, yoldaş da hain de ne kadar açığa çıkarsa o kadar iyidir.
Tam bir zafer beklemek bizim gibi varlıklar için olabilir de olmaz da; olmadı diye üzülmemek gerekir. Çünkü ardılları vardır. Tüm büyük hareketlerin sıradan bir takipçisi olsa bile, çok iyi sonuçlar alabilir. Bizim harekette de bu böyledir. Ben bu imkânlarla bakıyorum, sıradan herhangi biriniz bu tanımlara bağlı kalırsa, benden daha fazla iş yapar. Bunu da abartmasız söylüyorum. Artık hepiniz benden daha fazla başarabilirsiniz. Biraz bunun gerçeğine bağlı kalarak, özde ve tarzda, hitapta ve yapış usullerinde inatçı olun, ölçüp biçerek yapmaya çalışın. O zaman başarılar gelir. Bu anlamda aslında zafer elde edilmiştir. Gerisi, herkesin bir tuğlayı kullanılacak yere kadar taşımasıdır. Plan yapılıp temel atıldığı gibi, çatıya kadar da yükseltilmiştir. Gerisi ev işlerinin, ev içinin düzenlenmesidir. Bu da hiç zor değildir. Bu anlamda ülkenin temeli atılmış, binası yükseltilmiş, hatta çatısı da kurulmuştur
Bu temelde bu şanlı, zaferli ve PKK'li 25. Newroz'u siz tüm değerli partili militanlarımıza ve halkımıza kutluyorum. Hepinizi selamlıyorum ve sevgilerimi sunuyorum!
21 Mart 1998
Rêber APO
PKK Militanları ve ARGK Savaşçılarına
Merhaba Yoldaşlar!
Newroz Bayramınız Kutlu Olsun!
Mücadelenin ateşi içinde doğan Newroz’u, günümüzde de adeta yeniden ateşle yoğrularak, özgür bir halkı, onun yaşamını hissederek kutluyoruz.
Yaşam odur ki, insanın varoluşunun temel esaslarına, belki de insanlık tarihinde izah edilemeyecek bir tarzda kastetmiş, sadece yaşam dışı bırakmakla kalmamış, ölümden daha betercesine bir yaşamın içine ittirilmiş bir gerçeklikti. Bu gerçeğin parçası olmak, sadece baskı ve sömürüye de izah edilemeyecek yüzkarası bir konumda tutulmaktı. Sanıldığı kadar, yaşanıldığı kadar acı ve zor olmaktan da öteye, son derece kahredici, yaşamın bir suç haline getirildiği, karşılığını veremezsen her gün ölümden daha beterinin yaşatıldığı, ama karşılığını vermenin de muazzam direniş istediği bu gerçekliğimizin ayrılmaz bir parçasıyken, biz, bu Newroz günlerinde yeni bir yaşam seçeneğine adım attık.
Düşmanın ana karargahında, merkezinde, bireysel anlamda uzun bir hazırlık sürecinden sonra, insan olarak, halk gerçeğimizle bağlantıyı inkar etmeden, ama zorlukları da hep göz önüne getirerek, “acaba bir adım atabilir miyiz, umut olabilir miyiz?” diyerek, umutsuz mu umutsuz, iddiasız mı iddiasız, alacakaranlık bir dönemde, ağzımızdan bir-iki söz çıkararak, ülkemizin, halkımızın adını ve özgürlüğünü düşüncemize getirerek ve dilimize söyleterek, böylesi bir Newroz gününde sadece diriliş veya kurtuluş değil, bütünüyle mutlak yaşam hareketi olarak da değerlendirilecek bu partinin, bu hareketin ilk adımını attık.
Bu bahar bu adımın yirmi dördüncü yılına giriyoruz. Dile kolay diyeceğim, ama halen anlatılması bile çok zor bir yirmi üç yıl geride bırakıldı. Onun öncesi de vardır. Belki daha kahırlıdır ama, biz sadece bu hareket adına, korkunç bir şekilde nefes nefese yaşamı başlattık.
Tarih her zamankinden daha fazla bu süreci değerlendirebilir. Nasıl bir halk tarihi haline geldiğini, nasıl bir savaş tarihi olduğunu da daha iyi açıklayabilir. Ama gerçekten bu başlangıcın ne anlama geldiğini, birey olarak bizim nasıl başladığımızı, ne olduğunu ve kelimelerle niteliğini tam anlatabilmek zordur. Zor olduğu içindir ki, sancılar çekiyorsunuz, halk olarak da halen en ağır tehditler altında bulunuyorsunuz.
Bizim her zaman söylediğimiz bir gerçek var; yeni yaşam tarzının bir söylemi var, bir mücadele ifadesi var, kendini günlük olarak dile getiriş ustalığı vardır. Bunlar kazanılmadan tehlike her zaman üzerinizde sürecek ve düşmanın lanetli tarihi sürdürmesi sürüp gidecektir. Her baharı, halkımız için gerçek bir bahar haline getirmek için büyük çabalar harcadık. Özellikle önce parti şahsında ve savaşan güçleri temelinde yeni günleri, yeni bir yaşamı yakalayabilmek için, bu baharlara yüklendikçe yüklendik. Her şeyimizi verdik, bütün coşkumuzu ve direncimizi bu günlerde daha anlamlı, daha yüceltilmiş olarak gösterdik. Ve biz halen daha hızından hiçbir şey kaybetmeden, yine öyle coşkulu, iddialı, bilinçli ve yaşama da mal ederek yürüyoruz.
Karşımızdaki düşmanın da ne kadar inatçı olduğu görülmektedir. Sadece tarih de değil, günümüz de böyledir. Bu sefer bu bayramı, inanılmaz bir ikiyüzlülükle çalarak, daha düne kadar saldırarak, bir halkın şahsında katliamlarla karşılayarak yok etmek istediği bu Newroz’u, kendine mal etmekte ve halkımıza da kahretmektedir. Utanmadan kendisine özgür bit kutlama, bize alabildiğine yasaklama ve kahretme var. Düşman, doğasından gelen bu özelliği sürdükçe böyle yapacaktır. Halkımızın da daha iyi anlayacağına inanıyoruz ki, bu düşman bayram kutlattırmaz. Hele biraz milli ve özgürlük temelinde oldu mu, hiç mi hiç kutlatmaz. Bunu halkımız görmekte ve kendi gerçeğini daha iyi tanımaktadır. Kutlanılan bayramların kendi bayramları olmadığını da artık daha iyi anlamaktadır. Ve biz de oldum olası bu bayramlara ilgi göstermedik. Bizim olması gereken bayramlar ise savaşla, özgür düşünceyle, iradeyle kazanılacak bayramlardır.
Biz bu son yılların bayramlarını, özellikle de Newroz Bayramlarını bu anlamda geliştirirken, düşmanın da uyanışı, saldırışı daha iyi anlaşılmaktadır. İnsan soyunun, bir halkın kendine yapabileceği en büyük kötülük, kendisini yaşam dışı bırakan düşman gerçeğini benimsemesi, onunla düşüp kalması, onunla kendisini özdeşleştirmesi, hatta erimesidir. Bu öyle bir çirkinlik, utancı o kadar büyüktür ki, bizim de gerçekten kişilik yapımızın temelinde bu utanca, bu çirkinliğe bir son vermek vardır. Biz bu hareketin gerekçesini uzun yıllar düşünürken, hazırlarken, hep çirkinlik ve utançtan kurtulmayı esas aldık. birey olarak da bu böyledir. Nasıl söyleyeyim ki, biz gözümüzü kaldırıp kimsenin yüzüne iyi bakamıyorduk. Ben halen bunun izlerini derinliğine taşıyorum. Bir yandan yaşamın bizim de hakkımız olması gerektiğini düşünürken; bir yandan bunun üzerindeki kara iz, düşman hükmü, iradesi ve onun utancı kahrediyor. Bu ikilem, halkımızın da kimliğine, kişiliğine kazınmıştır. Utanır bir halktır; ama bir türlü de yaşamdan umut kesmemektedir. Bazen yılana sarılırcasına yaşamak istemektedir. En inanılmaz yalanlara inanarak da yaşamak istemektedir.
Mantığı duran, iradesi çoktan kaybettirilmiş bir halk, ama buna rağmen garip bir yaşam tarzı var. Çok havada ve temelleri olmayan bir yaşam, çirkin bir yaşam, çok yenilgilerle dolu, savaşı kendisi için olmayan bir yaşam söz konusudur. İşte gel de bu yaşamı çözümle, gel de işin içinden sıyrıl. her düşünen ve bende insanım, bende temel insani özelliklerden vazgeçmeyeceğim diyen bir insan için bu, gerçek bir trajedidir. Utancı ve laneti öyle kolay kolay silkinip atılamaz. kader mahkumu, gerçekten zindandaki prangalardan daha çok prangalara takılmış bir yaşam mahkumudur. Duyamıyorsanız, hissedemiyorsanız, her gün sarsılamıyorsanız, siz biraz da düşmanın silik bir gölgesisiniz de ondan. Şeref onur çoktan yitirilmiş, maskaralık çoktan benimsenmiş ondandır. Ve maalesef insanımız çoktan beri böyledir de ondan.
Ben bu insanların yüzüne baktıkça hiç umutlanamadım. Hep ezikliğin utancını, yaşam dışılığını gördüm. Çarpık, özgür ve cesur olmayan yaşamların sahiplerini gördüm. Sözü çok eğri-büğrü, iradesi ne kadardır belli değil, iddiası belli değildir. Bunu yıllardır sadece toplum gerçeğimizde değil, parti saflarımızda yansıtılışını da gördük. Bunu gerçekleri abartarak söylemiyoruz. Çok açık, günümüzde düşman da “böyle bir kimlik, kişilik yok” diyor. “Bir başkaldırı varsa, savaş tarihinde bile görülmemiş her şey denenecek, oynanacak ve ezilecektir” diyor.
Diğer yandan, sözde direniyoruz. Ben bu direnişi çok eleştirdim. Düşmana göre çok zayıf, başarı için çok zayıf ve yetersiz; ama buna rağmen de, hiç olmamasından daha iyidir dedik. Uzun süredir yaklaşım buydu. Halen tüm gücümüzle gerçek direnişçiyi ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Biz yaşam konusunda hata yapamayız. Hatalar vardır, sıradandır, hiç önemli değildir. Ama hatalar vardır, bütün bir halk için, onun öncü savaşçıları için öldürücüdür. Sizlere bunlar çok basit gelebilir, ama söylemeliyim ki; yaşamın ve savaşın doğru tarzı yakalanmadıkça her şey boştur. Onun için yaşamları ciddiye almıyorum, sizleri de ciddiye almıyorum. Normal bir insani ihtiyacınız var mı, yok mu; bu benim için hiçbir anlam ifade etmez. Çünkü doğru bir yaşam ve savaş tarzı olmadıkça her şey boştur. Bunu göstermeye çalıştık.
Bunu şunu için göstermeye çalışıyoruz. Muhtemelen yaşamı kazanabilirsiniz. Neden hata yapalım, neden bir reformist gibi gerçeklerle oynayalım? Biz de reformizm bu anlamda, düşman için en kolay başarı yoludur. Düşmana bir savaşta bile en rahat başarıyı gösteren yoldur. Onun için direniş, radikal, çok köklü ve eğer varsa, bir ıslah olmayı özümsetebilir kadar güçlü olmalıdır. Bu temelde bütün yaptıklarımız gerçeklerle bağlantılıdır. Kendinize güveniyorsanız, gerçeklerin gücünü göreceksiniz. Gerçeklerin gücünü görmeden, ister düşman gerçeğinin gücü, ister bizim geliştirmek istediğimiz yaşam gücü, ister bizim geliştirmek istediğimiz yaşam gerçeğinin gücünü görmeden, sizler asla ezilmekten kurtulamazsınız. Büyük başarmak şurada kalsın, hiç de sandığınız gibi olmayan kötü bir sonuç gelir sizi götürür. Diğeri büyük duymayı, büyük yaşam isteğini, ama en çok da amansız mücadele tarzını gerektirir. Bunu göstermek tek çaredir. Bütün yaptıklarımız, bunu anlaşılır kılmaktır. Anlaşılmadan zaten yaşama geçemezsiniz.
İşte görüyorsunuz, doğa ne kadar canlanıyor. Gerçekten olağanüstü yeşeriyor, kusursuz denilecek bir biçimde çiçekleniyor. Ama bize bakın, ne kadar çarpığız, ne kadar yaşamdan uzaklaştırılmışız. Doğaya ters düşmüşsüz. Bunu anlamadan kendine saygıyı nereden bulacaksın, nasıl yaşayacaksın. Hatta ölüm bile başına bir beladır. Ölmek bile sana kolay nasip olmaz.
Bütün bunlar bizim aynı zamanda, yeni gün, yeni yaşam sorunlarımızdır. Hiç küçümsemeye kalkışmayın. Sıradan düşüncelerle veya alışılageldik tarzlarınızla sonuç alacağınızı sanmayın. Olmayacaktır. Çok alışılagelmiş, kopya edercesine katlanan günleri hiç tekrarlamaya gerek yoktur, hiç kıymeti de yoktur. Bu zaten yaşama en kötü saygısız yaklaşım olacaktır. Çok açıkça tekrarlamalıyım ki benim bütün yaptığım, yaşamı elden kolay bırakmamaktır. Ucuz yaşamamak kadar, ona saygısız olmamak, yaşamı büyük bir sorun haline getirmektir. Ve bunu biraz başardık. Şu anda yaşam büyük bir sorundur.
Görüyorsunuz, bugün bile halkımızı nasıl bir yaşam sorunuyla karşı karşıya getirdik. Milyonları ağır bir yaşam sorunuyla savaşır duruma getirdik. Bu yaşama saygıdan ötürüdür.
Şunu çok açıkça söylemeliyim ki, çok değerli yoldaşımız Mazlum Doğan, bugünün akşamı bir ölüm kararını verdi. Şahadetinin on beşinci yılına da giriyoruz. Bu karar önemlidir. İnançlı, yaşama karşı bu cesur yoldaşımız, partimizin ideolojik-siyasi esaslarına oldukça bağlı, sonuna kadar kendini adamış bu yoldaşımız, bu yaşam gününü, diriliş gününü; kışın geçtiği, baharın geldiği bu günü, neden kendisi için bir ölüm günü haline getirdi? Vicdansız mıydı, intihar mı etti, yaşama saygısız mıydı? Asla! En bilinçlisiydi. Yaşama oldukça özlü, özgür bağlı birisiydi. PKK militanlığının en tutarlı örneği olarak çok iddialı bir yaşam tutkusunun sahibiydi. Ama buna rağmen ölüm kararını vermiştir. Biz bu kararı değerlendirmeye çalıştık; bulduğumuz sonuç, orada yaşama tek saygı bu ölüm kararını vermektir. Tarihi bir karardır. Tarihi ve yaşama saygı gösterme kararıdır. Hiçbir ölüm bu kadar yerinde ve anlamlı olamaz.
Tarihine biraz saygılı mı olmak istiyorsun, soylu yaşama bir nebze olsun katkı sahibi olmak mı istiyorsun, artık bu karar kaçınılmazdır. Ve bu karar verilmiş ve uygulanmıştır. Bilinir, o zaman direniş zindanda başka bir hal aldı. Arkasından Ferhat Kurtayların şanlı ölüm kararı geldi. O da çok büyük bir kararıdır. O da bir bahar günün de oldu. Mazlumların Newroz ateşini bedenlerinde, Dörtlerin çırası biçiminde tutuşturarak sürdürdüler. O ölüm kararı da çok büyük bir ölüm kararıdır. Zindanı aydınlatma, o dayatılan müthiş zulmü karanlığı boğma eylemiydi. Mazlumunki yaşama iddiasıyken, yaşama saygılı olmada vazgeçmeme iken, kararın temel gerekçesi bu iken; Dörtlerin yanması, bunu daha da pratikleştirmek, daha da kitleselleştirmek, daha da yaşamsal kılmak kararı idi. Çok büyük bir karardı.
Kararın amacı kadar, içeriği ve gerçekleşme biçimi müthiştir. Mutlaka tüm yönleriyle anlamak ve yaşam gerekçemiz, halk gerekçemiz, militan gerekçemiz haline getirmek, her namusluyum diyenin, bağlıyım diyenin temel görevidir. Ve yakılma kararı bir ulus kararıdır, bir yaşama saygı kararıdır, bunun için çok büyük direnme kararıdır. Ulusal kuruluş için alçaltılmış yaşama karşı insanın büyüklüğünü göstermek için verilmiş çok büyük bir direniş kararıdır. Mutlaka tüm insanlarımıza, hatta insanlığa taşırma gücünü göstermeliyiz. Geride kalan biz militanlara bu büyük vasiyet düşmektedir.
Daha sonra büyük ölüm oruçları kararı da vardır. Onlar da bu büyük karar zincirlenin bir halkasıdır. Yine yaşamaya saygı, yaşamanın insansal biçiminden vazgeçmeme, bunun PKK ile başlatılmış ifadesine sahip çıkma, partiden vazgeçmeme, dolayısıyla onurlu yaşamdan vazgeçmeme kararıdır. Güçleri o kadardı. Onlar da bedenini yakarak değil de, kendilerini kemiklerine asarak, dördü yakarak, dördü de kurutarak gerçekten çok büyük bir dokuzu teşkil ederler. Ardı sıra yüzlercesi gelir, ama Dokuzlar, zindanda bitirilmek istenen bir umudun bir parti şahsında ısrarın, vazgeçememenin, o müthiş zulmün, “üstü öyle betonlanmıştır ki asla bir daha dirilemezler” denildiği bir zeminde patlayan bahar çiçekleridirler. Kasıp kavruldular, ama yine de onların böyle bir çiçeklenme olduğu bugün çok açıktır.
Hatırlıyoruz, biz de o günlerde bu büyük karar sahiplerinin anısına bağlılığın bir gereği olarak, ölümün yolu düzlendi dedik. Bu büyük ölüm korkusu aşıldı. Ölüm ile yaşam arasında kurulan köprü oldular, rahatça üzerinden ölümden yaşama, yaşamdan ölüme geçeceğiz; bu köprü öyle bir köprüdür dedik. Bu köprüden onlarca, yüzlerce ve binlerce kişi geçerek şehitler kervanına katıldılar. Bugün bütün halkımız gözünü kırpmadan şehitler kervanından geçmeye hazırdır. Ve ben bugün şunu söylüyorum; başta gerillamız olmak üzere tüm savaşanlarımız, herhangi bir gerilladan da öteye, dağlarda klasik gerillayı oynamaktan da öteye, birer intihar gerillası haline geldiler. Veya kararımız, bugün bir intihar gerillası gibi savaşmaktır.
Nedir intihar gerillası gibi olmak? Önce sınırsız bir fedai gücü haline gelmek, ölümü hiçe saymak ve bu büyük kuvveti arkasına alarak kendini en büyük eylemci haline getirmektir. Dağlarda artık belli bir aşamaya gelen savaşçı, kentlerde de, düşmanın geniş yığınları içinde de büyük bir patlayıcı haline kendimizi getirerek yürütmek demektir. Öyle anlaşılıyor ki, bundan sonra çok sayıda intihar gerillamız, daha bilinçli, daha planlı; ucuz ölmek için değil, dayatılan ölümü yok etmek için, düşmanın bu ölüm seferini yerle bir etmek için, üstün yetenekli savaşçılar olarak yeni savaş alanlarının gücü olacaklar.
PKK gerillası, PKK savaşçısı, militanı, sadece dağdaki gerillası ile değil, sıradan sempatizanı ile artık bu noktaya gelmiştir. Düşman bu noktaya getirmeye zorlamıştır. Her gün sıradan köylüleri alıp kurşuna dizmek, tek bir seçeneği bırakır, intihar gerillası gibi olmak. Böyle haince, zalimce ölümü bekleyeceğine, bin intihar gerillası olarak kendini donatmak ve patlatmak. İşte bu günleri böyle değerlendirmekte ve kararlaştırmaktayız.
Düşman bir kez daha yanıldığını görecektir. Dayattığı savaş tarzının, bizim tarafımızdan daha yaratıcı bir savaş tarzıyla karşılandığını görecektir. Gerekirse tüm bir halkı fedai getirmek de artık işimizdir. O yol açılmıştır, halkımız o yola girmiştir. Nitekim bugün tüm dünya bu cesur halkın tarzından bahsetmektedir. Bir Almanya’ya, Amerika’ya bakın, tırnaklarına kadar silahlanmışlardır. Dünya da emperyalist sömürü tarzlarını en güçlü yürüten güçlerdir. En donanımsız halkımız karşısında, hatta kadınlar karşısında bile dehşete kapılmaktadırlar. “Bunlar gözü kara savaşçılardır” diyebiliyorlar. Bununla anlatılmak istenilen; fedai durumuna gelen bir halk haline gelmiş olmamız, hem yaşamın, hem savaşın sahibi olmamızdır. Bundan korkuyorlar. Yoksa onları tehdit edecek elimizde fazla teknik yok. Çıplak yürekleriyle savaşıyorlar. Ama onun anlamı eğer iyi örgütlendirilirse, iyi yönetilirse bu onların en kahrolacakları bir halk savaşının sahibi olunması anlamına gelmektedir. Bu ona büyük bir görevdir.
Her halk bireyi, hatta sıradan sempatizan, yürüyüşçüsü bile bir intihar gerillası gibi saldırdıktan sonra bu savaşı kazanmamak demek, kendi kendisiyle alay etmek demektir. Hele özellikle öncü gücün derin bir gaflet içinde olması demektir ki, bu da affedilmez bir durumdur.
Halkı böyle cesaretlenmiş ve ölüme yürüyen, bütün militanları böyle fedaileşmiş, ölüme yürüyen, bütün militanları böyle fedaileşmiş, ölümü hiçe sayan bir öncü gücü, yönetim gücü eğer doğru değerlendiremeze tarih ondan en büyük hesabı soracaktır. Bizden soracaktır. Öncü güçlerden, yönetim, komuta güçlerinden soracaktır. Öncü güçlerden, yönetim, komuta güçlerinden soracaktır. Dolayısıyla PKK’de artık komutanlık, halk temelinde savaştırmaktır. Bunu çok iyi görüp, her birisi bir atom bombası haline gelebilecek bu fedaileri bu içerikte, bu yiğitlikte savaştırmaktır. Başka türlü komutanlık, Önderlik olmaz.
Anlamayan, anlamamakta isteyenler varsa onların değil öncü saflarımızda, halkımızın içinde bile yeri olmadığı, birer münafık olmaktan, birer sahtekar olmaktan başka bir değeri olmadığı da görülecektir. Kısaca, halkı bu hale gelen, savaşçıları bu hale gelen bir hareketin komutanları da artık, nasıl olması gerektiğini bileceklerdir. Bu günleri yaşıyoruz.
Bunu layık olamamak, hakkını verememek tarihimizde sıkça görülen arkadan hançerlemenin, oyunlara gelmenin ve kaybetmenin klasik bir tekrarı olur, ki günümüzde bize düşen en önemli bir görev de artık bunu, bir daha dirilmemecesine tarihimizden ve kimlik, kişilik gerçeğimizden söküp atmaktır. Bu günler de gelmiştir. Son yıllar çözümlemesi, bir yandan nasıl yaşamalıya cevap ararken, diğer yandan yaşamın nasıl yönetici gücü olunur sorusuna cevap vermektir. Bunu özellikle siz, önde gelen partili ve ordulu militanlar iyi anlayacaksınız. Çok açıkça söyleyeyim, bu görevinizi böyle belirlerken, ne kadar zorlu olduğunu açıkça ortaya koyarken, şimdiye kadar görüldüğü gibi, belki de kendimize yaptığımız en büyük kötülük olan bu doğru yönetememe, doğru komutanlık edememe, Önderliğe cevap verememe gerçeğini en büyük sorun yaptık ve nasıl aşılması gerektiğini de tüm gücümüzle gösterdik. Son yıllar çabamız esas olarak budur.
Bizim sorunumuz halkımızla ilgili değildir. Halktan yana hiçbir sıkıntımız yoktur. İstediğimiz kadar gereken gücü, temeli vermekte, teşkil etmektedir. Sıradan partiliden de, savaşçıdan da bizim hiçbir sıkıntımız sorunumuz yoktur. O da partinin her türlü emirlerine cevap verecek kadar kendini hazır tutmaktadır. Ama komuta, yönetime gelince burada yakamızı bırakmayan, art niyetten bahsetmiyoruz, ama yeteneği kazanamayan, yaratmayı sağlayamayan, gerçekten önderlerin oynayacağı role kendini hazırlayamama sorunudur, ki çok çeşitli gerekçelerle bunu böyle boşa çıkarmak, hakkını verememek, lanetli tarihimizin, düşman yansımalarının en son ifadesi olmaktadır.
Bu günleri bunu aşmak için olağanüstü değerlendirin. Şu son bir kaç Newroz’dur kadın da, erkek de, zindanda, dağda, yurt içinde, yurt dışında artık yönetebilme gücü olabilmek, bunun için sayıca da olsun, nitelikçe de olsun, gereken kapasiteyi göstermek en önemli sorundur dedik. Ve artık bu da hem çözümlenmiştir hem de gerçekleştirme temelinde kullanmalısınız. Ve bu anlamda yaşama doğru ve çok kapsamlı yaklaşım kadar, onun her koşul altındaki mücadelecisi olmayı kesinleştirmelisiniz. Daha güzel bir şans, gereklerinin sıkı sıkıya yerine getirilmesini emreden yeni kimlik, yeni kişiliğimiz oluyor.
Israrla vurguluyorum; burada yalpalamayın, ikiyüzlülük etmeyin, samimi olmayan, anlamı kadar pratik gerçekleşmesi yeterli olmayan gösterilerde, tutumlarda bulunmayın. Önderlik’de zorlama yoktur. Bu iş büyük gönül işidir, büyük tutku işidir, büyük azim işidir. Bireyin kendisini kurtarmasıyla alakası yoktur. Bu hareketin artık şahlı komutanları olmak, böyle maddi teşviklerle, biraz keyfi yaşam tarzlarıyla ancak prangalanabilir, zincire vurulabilir. Tarihin bütün ünlü komutanlarına bakın; onların temelinde basit teşvikler, ucuz, keyfi yaklaşımlar yoktur. Onlar büyük ihtiraslı büyük iradeli, dur durak bilmeyen, yenmekten başka düşünmek istemeyen kişilikler olarak karşımıza çıkarlar. Şimdi böyle insanlar olmaya çalışıyoruz. Bunu mutlaka anlayabilmelisiniz. Partimizin, ordumuzun önde gelen militan gücü, tarihte rol oynamanın artık böyle bir kişilikten geçtiğini anlamalıdır.
Partiden, halktan beklentilerimiz; en başta elinize ne kadar silah verdiği olmak üzere, diğer savaşım olanaklarını ne kadar emrinize verdiği olmalıdır. Büyük savaşmak isteyenin istemleri olmalıdır. Büyük savaşmak isteyenin istemleri olmalıdır. Yiğitliği bunun için istenilmelidir. Komutanlık tamı tamamına ancak böyle istenilmelidir. Bunu çok bönce, çok geri ya düşmandan, ya yenilmiş toplumsal yapımızdan etkilenerek istemek kendi kendimize yapabileceğimiz en büyük kötülüktür, gaflettir ve sonuçta da bu kişi er geç mahkum olmaya, en ağır cezayla cezalandırılmaya götürür.
Bugünlerde bunu iyi anlamalısınız. Özellikle bu kapsamlı eğitime alınan, komutanlığa alınan bütün önde gelen yoldaşlar iliklerine kadar hissetmeli, başaracak kadar anlayabilmeli ve yürütme iradesini göstermelidirler. Artık dost, düşmanda biliyor ki bu noktaya gelmişiz. Böyle yürütmek zorunda olan bir hareketiz. Ya bizi kötü yenecekler, ya da biz büyük yeneceğiz. Bunun orta yolu yoktur. Ve her şey bunu açıkça gösteriyor. Biz, bu savaşı bile bu hale getirmeyi büyük bir şans olarak görmeniz gerektiğini söylüyoruz.
Ben her zaman söyledim; en geri yaratıklardan daha geri bir yaşamın sahibi olarak sürdürmek en büyük cezadır ve sizi bu cezadan kurtardık. Doğru bir yaşam tarzının umudu, sahibi olmak için, bu size kazandırdıklarımız hiçbir değerle ölçülemeyecek kadar, karşılığı verilemeyecek kadar, eğer verilecekse bir şanlı zaferdir diyebileceğimiz kadar değerlendirin, değerli bir olanaktır.
Siz, değer istemeyi, değer olmayı böyle anlamak durumundasınız. Anlarsanız belki bu şanlı yürüyüşte bir yeriniz olacaktır. Bunun dışında hiçbir yaşam gerekçesine sarılmayalım. Olsa da tenezzül etmeyelim. Ucuz yaşamakmış, başkalarının emeği üzerine konmakmış, başkalarının emeği üzerine konmakmış, bazılarının başarısına dayanmakmış, bilmem daha büyük koşullarda yemek, içmek, yatmakmış bunlar bir savaşçı için sadece engeldir. Buna kendisini biraz veren, eğer bir yönetici, komutan ise kaybetti demektir. Ben açıkça kendimi de söylemeliyim; benim için bu ülkede herhalde istediği gibi yaşayabilmenin imkanlarına en çok kavuşan kişi de denilebilir. Ama bakıyorum ki, böyle yaşayamıyorum. Yaşamı daha fazla intikam duygularının büyüklüğü kadar, günlük olarak sarsan taktikler nasıl olabilir diye düşünerek geçiriyorum. Diğerleri altın da olsa, şeker şerbet de olsa beni fazla bağlamıyor. Veya savaşa çektiği kadar değer veriyorum; örgüte, yıllara çektiği kadar ilgi gösteriyorum.
Bir Önderlik tarzı var ki, bence artık anlaşılabilir. Çünkü kanıtlanmıştır, başarmıştır ve açıklığa kavuşturulmuştur. Bunu kendiniz için büyük bir güç kaynağı olarak, destek olarak görmeli ve kendi gücünüzle birleştirmelisiniz. Özgürce, yaratıcı bir biçimde taklit ederek de değil, hakkını vererek, bir katkı da benden diyerek başarmalısınız. Eğer bir mutluluk aranacaksa, bu da artık böyle bağlanılan bir yaşam tarzı kadar, onun savaşla gerçekleştirilmesine duyulabilir. Başka bir umut kaynağı olamaz. Başka bir mutluluk kaynağı yoktur. Halkımız bütün umutlarında hayal kırıklığına uğramamış mıdır? Bütün mutlulukların arkasında onu kahredici gelişmeler karşılamamış mıdır? O halde artık doğru umudun ve doğru mutluluğun doğru kaynağını bir şans olarak değerlendirmelisiniz. Bunu süreklileştirme, tam zaferle herkesle paylaşmayı, coşkunun bitmeyecek kaynağı kadar; azmin, iradenin de en keskinleştirici dürtüsü olarak değerlendirmelisiniz.
İnsana güvenmek gerekiyor. Ben kendime bu temelde güvendim. Kendimi bir silah haline getirmeme imkanını buldum. En çaresizler, en yaşamın kenarından geçemeyecek olandan, yine en korkaktan, en ürkekten kudretli bir savaşımın sahibi olmaya kadar çare buldum. Büyük bir çaredir. Bütün güçsüz insanlar için bir çare; yine cemaatler için, kültürler için, halklar için de bir çaredir. Ve düşünüyorum, kendimi şöyle kılmakla insanlık için en iyisini yapmışım.
Size sunulabilecek eğer ciddi bir yardımdan bahsedeceksek işte bu çare olma gücünü göstermenizdir. Başka türlü hiçbir şey sizin için ne çare olabilir, ne destek olabilir. Tabii ki bunun da diğer bir anlamı; hep hayal kırıklığı, hep başarısızlık, çaresizlik içinde boğulup gitmedir. Bunu tüm insanların kaderi olarak görmediğiniz gibi halkımız için de sizler için de bir kader olarak görmüyoruz. Çareyiz. Benim bir nevi kendim için söyleyebileceğim en önemli değerlendirme budur.
Ve insan isterse en zor koşullarda yalnız kendisi için değil, tüm takipçileri için, halkı için, insanlık için, iyi bir umut olabilir. Ve hatta onu büyük gerçekleştirebilir de. İşte yeni gün olan, yeni yaşam olan, bahar olan bu Newroz günlerini, gerçek anlamına kavuşturmuş olarak ve bir daha da elimizden kolay alınamayacak bir tarzda bir mücadele, bir savaş gerçeğiyle karşılıyoruz. Bu en zor kazanılan, ama “tutarlıyım, dürüstüm, gereklerine bağlı kalacağım” diyenin; bir o kadar zorlukla, ne pahasına olursa olsun sürdürmesi ve tam zafere kavuşturması gereken bir gün gerçeğidir, bir yeni yaşam gerçeğidir. İçinde istediğimiz kadar özgürlük vardır. Maddi manevi her türlü zenginlik vardır; yeter ki bu yaşamın bu günün ve emrettiği savaşımın gereklerini yerine getiresiniz. Sonuna kadar azimle ve bir o kadar ustalıkla ölçüp biçerek, özellikle yine savaşımda önderler rolünü oynayarak gereklerini yerine getiresiniz. Bu yaşam büyük kazanılmış, siz yaşamı büyük değerlendirmiş ve kendinize mat etmişsinizdir.
Halkımız bu temelde yaşamaya karar vermiştir. Parti öncülüğümüz bu temelde kabul görmüştür. Hiçbir gerekçeyle ne halkımız, ne partimiz artık bu yaşamdan vazgeçmeyecektir. Bu büyük özgürlük tutkuları bir daha içimizden eksik olmayacaktır. Her zaman özgür, tutkulu, yaşama böyle günlerde selama duracağız. Ve bir yıl, onun tüm gereklerini gerektiğinde en şiddetli savaşla kahramanca şahadetlerle karşılık vererek değerlendireceğiz. Ve bu da mutlak başarı oluyor. Bu toprakların bu insanlık beşiğinin, insanlık adına eski bulduğu kadar, yeni dönemin kararmış insan ufkunda da, tek umudu olarak yerini bulacaktır.
Daha şimdiden Kürdistan dağlarının eteklerindeki yaşam sevinci en benim diyen, en zenginim diyen emperyalist dünyanın yaşam sevincinden bin kat daha güçlüdür, yaşam çağrılarıyla doludur. Orada bitmiş tükenmiş bir insanlık durumu varken, bizde her bakımdan gelişen, yeni yaşama göz açan bir insanlık durumu vardır. Orada insanlar enkaz haline gelirken, monotonlaşıp robotlaşırken; bizde insanlar bütün güzellikleriyle yaşama yeniden göz açıyorlar. Duygularıyla, özgürlük tutkularıyla, bilinçleriyle nasıl yaşamalı, nasıl savaşmalı gerçeğinde kendilerini, yaşamını örgütleyenler ve savaşımını verenler olarak toplumsallaştırılmakta, ulusallaştırılmakta, yeni insan haline getirilmektedirler.
Bu büyük umudu, en başta bu kahraman şehitlerimize borçlu olduğumuzu söylemeliyiz. Yine en başta da bizde yaşam kadın adıyla da özdeşleştirilmiştir. Bugünlerde dört tane Kürdistanlı kızın kendini yakması da vardır. Zekiyeler, Rahşanlar, Berivanlar, Ronahiler, “jin”i “jiyan” haline getirmenin de en büyük adıdırlar. Kadın her zamankinden daha fazla yaşamın güçlü bir tarafı olarak bu savaşta yerini bulmaktadırlar. Ve bu kahraman kadın şehitlerimizi, bu büyük Newroz şehitlerini, yaşamın bu güçlü kararlarını selamlamadan yaşamı anlamak, hakkını vermek de mümkün değildir.
İşte bu kadar yaşamın gerçeğine ulaşmış, kararını vermiş, her türlü savaşımını göze alan bir halk olarak sadece kendimiz için değil, bütün insanlık için iddialıyız diyoruz. Yine bu temelde öncülüğe soyunmuş bir parti, yalnız dar bir ulusal kurtuluşun partisi değil, tüm Ortadoğu halklarının önemli umut kaynağı haline gelen bir parti olarak, her zamankinden daha fazla rolünü oynayacaktır. Halkımız da her zamankinden daha fazla bu lanetli tarihe düşmeyecek kadar, o tarihi kat be kat ödettirecek kadar bir özgür yaşam tarihinin içine girecektir. Bu en kapsamlı zafere kadar da bütün insanlığa mal oluncaya kadar da sürüp gidecektir.
Bu temelde tekrar oldukça anlamlı, başarılı kazanılmış ve kesinleşmiş Newroz günleri temelinde siz tüm partilileri, ARGK savaşçılarını selamlıyor; üstün başarıların sahibi haline gelinceye kadar sözünüzün amansız takipçileri olmanızı diliyor, sevgilerimi sunuyorum.
21 Mart 1996
Rêber APO
NOT: Değerlendirmenin tamamı olmayıp, bir kısım olarak düzenlenmiş halleridir.
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
28 Şubat günü Medya Savunma Alanlarında yaşanan bir kaza sonucu Cigerxwîn - Zeki Süleymanoğlu isimli gerillamız şahadete ulaşmıştır.
Basına ve Kamuoyuna!
16 Mart günü 18.00-19.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap'ın Marya, Angola ve Ferhat Tepeleri, Kovi sırtları ile Nêrweh köyüne yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Dünya tarihin de 20. Yüzyılda epey kanlı savaşlar olmuş, atom bombası gibi önemli bir silah Hiroşima ve Nagazaki’de kullanılmıştır. Bu da katliamların gelmiş olduğu düzeyi bize göstermiştir. Tarih sahnesinde insanlığa her türlü vahşet, imha, sömürü dayatılmış ve bu dayatmalar da belli kesimlerin çıkarları uğruna yapılmıştır. Birçok halk da bu siyasetlerin kurbanı olmuşlardı.
Tarihte Kürtler her zaman uluslar arası hegemonik güçlerin siyasetlerinin ve çıkarlarının kurbanı olmuşlardır. Özellikle 20. Yüzyılda yapılan politikalar da İngilizlerin ve bölge devletlerinin oyunları ile yapılmıştır. Halepçe katliamı da bunlardan biridir.
Bilindiği gibi İran-Irak arasındaki savaş döneminde Germiyan bölgesinde bulunan Halepçe kasabasına Saddam’ın cellâtlarından Hasan Ali Mecit Kimyevi’nin emri ile kimyasal gazlar, bombalar atılarak beş bin masum Kürt insanı katledildi. Geride binlerce yaralı ve sakat insan kaldı. Bu katliam geçmişte yapılan Kürtleri tarihten silme katliamlarının bir devamıdır. Kürtler topyekûn yok sayılmak istenmiştir. Dünyanın bu katliama karşı tavrı sessizlik olmuştur. Saddam rejimi sivil Kürt insanlarını katlederek adeta dünyaya meydan okumuştur. Aynı zamanda böylesi bir silahın elinde olduğunun mesajını vermek istemiştir. Bu siyasal boşluğun yaratılmasında ve katliamın gerçekleşmesinde işbirlikçi Kürt örgütlerinin de payı vardır.
Uluslar arası güçlerin desteği ile bu katliamı yapan Saddam, alelacele bir şekilde de aynı güçler tarafından idam edildi. Çünkü Halepçe gibi katliamlar da uluslar arası güçlerin payı ortaya çıkartılmak istenmiyordu.
16 Mart 1988 Enfal'ini gerçekleştiren Hizbil Baas rejiminin geride bıraktıkları da hiçbir zaman unutulamayacak olaylardandır. Binlerce köy boşaltıldı, birçok insan zindanlara atılarak ya idam edildi ya da ölüme terk edildi. Ailece zindanlara atılanlar oluyordu. Yine Saddam’ın kaleleri olarak nitelendirilen ve askerlerin kaldığı bu yerlere binlerce insan getirilip gözetim altında tutuluyordu. Toplu bir şekilde insanlar diri diri toprağın altına atılıyordu-gömülüyordu. Köylerde insanlar toplu şekilde kurşuna diziliyordu. Boşaltılan köylerde toplanan insanlar da özel olarak kooperatif evlerde tutuluyordu. Ortada kalan insanlar da Bahırke kampında toplanıyordu. Görünüşte beş bin insan katledildi. Ancak Enfal’e uğrayan insan sayısı yüz binlercedir. Verilen rakam 182 bindir.
Aradan 21 yıl geçmesine rağmen halen bu katliamın yaraları sarılmış değildir. Dünya bu utancı üzerinden atmış değildir. Halkımız halen bu katliamın acılarını gün be gün yaşıyor. Onun için bu katliamın yaralarını sarmak, sorumlularından hesap sormak en medeni yaklaşımdır. Yoksa kendisine çağdaşım, demokratım diyen, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere birçok güç bu utançla yaşamaya devam edecektir. Güneyli güçler de her yıl bu katliamın duygu sömürüsünü yapacaklarına kendi politikalarını gözden geçirip halkın sorunlarına çözüm olmalılar. Güney’li halkımız da bu katliamın anısına kendisini daha fazla örgütleyip işbirlikçi siyasetlere karşı tavır sahibi olmalılar. Nasıl ki Halepçe katliamından sonra binlerce insan Amed, Muş, Kızıltepe kamplarında Kuzeyli Kürtler tarafından bir ilgi görmüşlerse Güneyli Kürtlerde aynı ruhla yaklaşmalıdırlar.
Mazlum Boran
- Ayrıntılar
Newroz, adım adım yaklaşıyor. Yeni bir mücadele yılının, baharının başlangıcı Newroz, her zamankinden daha fazla Newrozlaşan bedenlerin, özgürlük uğruna ölümsüzleşenlerin Newroz’u olduğunu bir kez daha gösterecek.
Uzun bir direniş tarihine sahip Kürtler açısından Newroz’un sadece bir bayram olmadığı, aynı zamanda zulme ve her türlü egemen, baskıcı, katliamcı, soykırımcı rejim karşısında onurlu duruşun kimliği olduğu biliniyor. Çağdaş Kürt tarihi açısından 1982 Newroz’unda eylemiyle Çağdaş Kawa unvanı alan Mazlum yoldaşın da bu onurlu duruşun en güçlü temsilcisi olduğu tartışma götürmezdir.
Mazlum yoldaşın direnişi, aradan geçen 30 yıla rağmen ilk günkü anlamından bir şey yitirmiş değil. Mazlum yoldaşın eylem ve duruşunun anlam ve önemi şüphesiz uygulanan vahşet ve baskının anlaşılmasından geçer. İnsan olmaktan çıkmanın dayatıldığı bir ortamda insanlıktan ve onun temsil ettiği özgürlük ruhundan taviz vermeden direnen Mazlum yoldaşın amacı ve eyleminin hedefi bugün her zamankinden daha fazla anlaşılmak, etüt edilmek ve temsil ettiği değerlere uygun olarak pratikleştirilmek zorunda.
Mazlum yoldaş en fazla ideolojik mücadelede keskin ve duyarlıydı. İdeoloji ise yaşamın kendisidir. Yani yaşama verilen anlam, ideolojinin kendisi oluyor. Her şeyin başının ideolojik duruş ve mücadeleden geçtiğini Mazlum yoldaş çok iyi biliyordu. Diyarbakır zindanında ne yapılmak istendiğini, kendisine neyin dayatıldığını da herkesten çok anlıyordu. Onun için düşmanın amacını boşa çıkartmak üzere ilk direnme tutumu, mücadeleci tutum ondan geldi.
Faşist cuntanın “PKK’den vazgeçerseniz yaşarsınız, yaşamanız için PKK’den vazgeçmeniz gerekir” dayatmasına karşı Mazlum yoldaş PKK dışında bir yaşamın olamayacağını dayattı. Düşman dayatmasını boşa çıkarttı. Olacaksa bir yaşam Önderlik çizgisinde olur, yoksa yaşam olmaz dedi. 82 Newroz’unda yaptığı eylem, geliştirdiği direnişin temel anlamı odur.
Bu eylem ve direniş tamamıyla ideolojik bir mücadeleydi. Küresel kapitalist modernite sisteminin oluşturduğu inkar ve imha sisteminin temsilcisi olan 12 Eylül rejimiyle, PKK arasında; Önder Apo’nun geliştirdiği ideolojik politik çizgi arasında bir irade savaşı, inanç savaşıydı. Kürdistan’da yaşamı hangi çizginin yaratacağı, yönlendireceği, hakim olacağını belirleme mücadelesiydi. Mazlum yoldaşın başlattığı, Dörtlerin güçlendirdiği direniş ve ardından gelişen büyük ölüm orucu eylemi sonucunda bu mücadeleyi PKK kazandı, Önderlik çizgisi kazandı.
Mevcut direnişle zindanda ideolojik olarak 12 Eylül rejimine ve inkar sistemine öldürücü bir darbe vuruldu. 12 Eylül rejimi, sömürgeci soykırım rejimi kaybetti, başaramadı. Başarılı olamadığını insanlık dışı uygulamalarıyla tarihe kara bir sayfa olarak kaydolan Diyarbakır zindanının yakınlarında bir toplantıda cuntanın başı Kenan Evren bizzat itiraf etti. “Burada öyleleri var ki kafalarını kesseniz inançlarından vazgeçiremezsiniz” dedi. Yani kendi bildikleri dışında öldürsen de, ne versen de başka yaşamı kabul etmezler diyordu. Bu sözler, Önderlik çizgisi, PKK çizgisi karşısında 12 Eylül rejiminin ideolojik yenilgisinin ilanı, itirafı oluyordu.
Onun için zindan direnişi hala etkilidir. 2012 yılının Newroz’uyla bu direnişin otuzuncu yıldönümünü yaşıyoruz. Otuz yıllık kesintisiz, amansız bir mücadele. Fakat bugün gibi taptazedir. Hala bugün gibi özgürlük ruhunu, bilincini, iradesini temsil ediyor. Halka yön veriyor. Hâlâ PKK mücadelesi büyük zindan direnişiyle anılıyor, yürüyor. Onun karşısında inkar ve imha sistemi de hala yeniktir. İdeolojik mücadelede inkar ve imha sistemi herhangi bir başarı elde edebilmiş değildir.
Geçen yıl Tayyip Erdoğan gitti, Kenan Evren gibi ağladı orada. O ağlama aslında yenilginin devam ettiğinin itirafıydı. Bu o durum zindan direnişinin etkisinin ne kadar güçlü olduğunun, hâlâ ne kadar canlı olarak yaşadığını gösteriyordu. Tayyip Erdoğan’ın o tutumu, o sözlerini öyle anlamak lazım.
Bu anlamıyla zindan direnişi ve bu direnişin başlatıcısı Mazlum yoldaşın eylemi öneminden, değerinden, Kürt halkının özgürlüğüne ışık tutma gücünden hiçbir şey kaybetmediği gibi geçen otuz yıllık mücadele içerisinde ortaya çıkan gelişmelerle daha canlı, daha çok yaşayan daha fazla etkide bulunan bir güç haline gelmiş durumda. Bunu görmemiz, anlamamız lazım. Her şeyin başı ideolojik mücadele oluyor, ideolojik gelişme oluyor.
Zindan direnişi bu anlamda bir zafer direnişidir. Yenilgiyi tümden yok etme direnişidir. O direnişçiler sömürgeciliğin bağrına en ağır, çıkartılamayacak bir kazığı çaktıklarını bizzat kendileri söylediler. Dolayısıyla da hala sömürgecilik o direnişin baskısı altında, ondan aldığı yenilginin ağırlığı altında debelenip duruyor. AKP bu yenilgiyi nasıl boşa çıkarırım tersyüz ederim diye o kadar çalıştı, sağa sola saptırmak istedi ama başaramadı. Bu bakımdan zindan direnişinin gücünü gerçeğini iyi anlamamız lazım.
Zindan direnişinin otuzuncu yıldönümü neredeyse aynı önemde yeni bir mücadeleye de tanıklık ediyor. Önder Apo, PKK’nin özgürlük çizgisinin yaratıcısı ve en büyük uygulayıcısı olarak 13 yıldır İmralı işkence sistemine karşı direnişini sürdürüyor. Bu işkence sistemini defalarca yenilgiye uğrattı. En son da 8 aydır normal bir insanın asla tezahür bile edemeyeceği koşullarda bu direnişini taçlandırıyor.
Yine Kürdistan ve Türkiye’nin birçok cezaevinde PKK’nin temsil ettiği özgürlük çizgisindeki ısrar ve onurlu Kürt duruşundan taviz vermeme tutumunun yarattığı direniş devam ediyor. An Azadî, An Azadî sloganıyla Özgür Önderlik, Özgür Kürdistan amacını gerçekleştirmek için zindanlarda 12 Eylül faşist rejimine taş çıkartan uygulamalar karşısında Mazlum yoldaşın direnişine selam duruluyor.
Otuz yıl önce en ağır koşullara, en olumsuz şartlara rağmen direnişiyle zafer kazanan düşüncenin, ideolojinin bugün de yeni direniş hamlesiyle zafer kazanacağı kesindir.
Tabii bu zafer önemli görev ve sorumluluklarla karşı karşıya olunduğunun bilincinde olanların yaratacağı bir zafer olacaktır. Aldatma, hile, uyutma politikalarıyla sonuç alacağını zanneden AKP ikiyüzlülüğünü, onun Kürt insanına dayattığı satılmış, işbirlikçi Kürt kimliğini ancak yeni mücadele yılının, yeni bir direniş Newroz’unun gerekliliklerine göre hareket eden, yaşayan, mücadele eden onurlu, özgür Kürt duruşuyla yerle bir edileceğini unutmamalıyız.
Mazlum yoldaşın 30 yıl önce yaktığı üç kibrit çöpü eğer bugün eylemini gerçekleştirdiği Kürdistan’ın kalbinde yasaklanıyor, temel sloganı olan ya özgür yaşam ya hiç, ya PKK’yle yaşam ya hiç sloganı yasaklanıyorsa, bu, mücadelenin zaferinden duyulan korkunun ürünüdür. Bunu da görerek 2012 Newroz’una yüklenmek, hazırlanmak Mazlum yoldaşın başlattığı direnişi nihai zafere ulaştıracak yegane güç olacaktır.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Hani diyorlar ya:
“Hangi dinden ya da mezhepten olursa olsun hiç kimse şu sorudan yakasını kurtaramaz: kimden yanasın! Zorbalardan, zalimlerden, sömürücülerden mi?”
Aslında her devrimci kendine ilk soruları yukarıdaki soruları sorarak başlar. Nasıl ki Ahmet Kaya “Artık, namuslu olmak yetmiyor. Namusun mihenk taşında vuruşmak gerek…” deyip devrimci sanatını icra etmiş ise devrimcilik de işte zorbalara, zalimlere ve cümle cemaat sömürücülere karşı ortaya koyacağı direnişle başlar.
Biliniyor Kartacaların ünlü ve büyük askeri komutanı Hanibal en dar, sıkışık, çıkmaz, inançsızlığın had safhada olduğu bir ortamda boşuna:”Ya bir yol bulacağım ya da bir yol yapacağım” dememiştir. Önemli olan böyle anlarda ya bir yolu bulmaktır ya da yol yoksa bir yolu yapmaktır. İşte devrimciliğin en güzel özelliklerin başından birisi budur. Herkesin umutsuzluğu yaşadığı bir ortamda herkese umut olacak olan adımı, kendi şahsında atmasını bilmektir. Dedik ya “artık namuslu olmak yetmiyor, namusun mihenk taşında vuruşmak gerek” misali en acımasız ve nefes kesen ortamlarda inadına direnmeyi bilerek gelecek kuşaklara ışık olabilmek gerekiyor. Bu ise özveridir, bu ise kendini feda etmesini-hem de hiç bir şey istemeden-bilmedir.
Hele hele Ataol Behramoğlu’nun dizelerinde dile getirdiği:
“Yıllanmış bir ağaç gibi köklü, gür
Yalan hiç yıkılmayacakmış gibi görünür
Hükmü verilmiştir oysa:
Yıkılacak. Çürümüştür”
Gerçeğini idrakına vararak, er meydanına çıkmak işte bir sıra dışılıktır. Sıra dışılık ise zaten devrimciliğin en yalın tanımı değil midir?
Tarihi hepimizi az çok okuyoruz. Okumaya okuyoruz da aynı sonuçları tarihin o tozlu raflarında çıkarıyor muyuz? “Tarih, ancak doğru okuyanların ders alabildiği bir kitaptır” diyor tarihçi. Önemli olan doğru olanı tarih sayfalarında bulabilmektir. Elbette “gerçeğin bir gün ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır.” Ancak onca kan, onca ölüm, onca zarar görüldükten ve insan yaşamı kaybedildikten sonra gerçek açığa çıkmış kimin yararına, kimin yarasına merhem olabilir ki? Belki doğrunun açığa çıkması vicdanları rahatlatmak açısından yine de önemli olabilir. Ama lakin biz bir halkın günlük olarak katliamı yaşamasını sadece vicdanlarımızı rahatlatmak için gerçeklerin açığa çıkması için uğraşmayız ki? Biz her şeyden önce “Artık, namuslu olmak yetmiyor. Namusun mihenk taşında vuruşmak gerek…” felsefesini benimseyenler olarak yarın tarihin sayfalarına nostalji olsun diye bakma niyetinden olmayanlardanız. Bunun için vuruşma gününü bugün olarak seçiyoruz. Zorluklar da olsa, içerisinde ölümde olsa bugün vuruşmayı yeğliyoruz. Ve de şairin dediği gibi: “Yalan hiç yıkılmayacakmış gibi görünür, Hükmü verilmiştir oysa: Yıkılacak. Çürümüştür” çünkü.
Özcesi: “Bir toplumda namuslular namussuzlar kadar güçlü olmadıkça o toplumda kurtuluş yoktur” misali namusluların namussuzlara galebe çalması için kavganın tam ortasında, hem de kıyısında köşesinde kıyısında değil Xelil Dağ yoldaşımızın dediği gibi “tam göbeğinde yer almak” işte tarihin bize verdiği görev budur, ektiği bilinçte budur.
Özcesi: kıyısında köşesinde durmak değil, tam göbeğinde yer almak için tüm Kürdistan gençlerini ve kadınlarını yaklaşan Newroz’da dağlara çağırıyoruz.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
12 Mart darbesinin özel savaş yönteminde özel bir yeri vardır. 1970'lerin ilk defa düzenle kopuş temelinde ortaya çıkan devrimci dinamiklerine sert bir karşılık olan ve esas itibariyle o dönemlerin geliştirilen ve bunun çok önemli bir parçası olan Kürdistan kurtuluş mücadelesine yönelik de çok önceden, daha tohum halindeyken ezici bir darbe veya tasfiye çabasını ifade eden, devrimci gençlik hareketi gibi iktidara yürüme şansı son derece zayıf olan, fakat yol açtığı değişiklik nedeniyle birçok önemli gelişmeye imkan hazırlayan bu devrimci döneme karşı planlanan bir özel savaş darbesidir. Kaldı ki bizim hareketimizin de bu dönemlerin objektif temeli üzerine yükseldiğini, devrimci gençlik hareketiyle direkt bağlantılarla birlikte ortaya çıktığını ve bu anlamda yeni bir dönemi başlattığını göz önüne getirirsek, aynı zamanda böyle bir darbe bizi yakından ilgilendiren, mücadelemizin ortaya çıkışı kadar, onun gelişmesini belirleyen özelliklere de sahiptir.
Dönemin devrimci gençlik örgütleri ve hızla partileşmeye dönüşmek isteyen anlayışları ancak çok kısa süreli direnebildiler. Bazıları kahramanca direnerek şehit düştüler. Fakat düzenin çok etkili geliştirdiği tedbirler, özel savaşta olsun, pasifikasyonda olsun, özellikle de saptırma biçimindeki geleneğe bağlı yaklaşımlarda olsun, devrimci hareketler bu dayatmaları aşamadılar, önemli oranda yozlaştılar, çarpıklaştılar. Kalanlar da eskilerin veya bağlı olduklarını söyledikleri önderliklerin çok gerisinde gittikçe sağcılaştılar ve devrimci ideolojik-politik temellerden koptular. Böylece düzenin oldukça etkisine giren ve birçok sızmalarla birlikte boğuntuya getirilen bir konuma düştüler. Lafazanlığın çok gelişkin olduğu, fakat doğru-devrimci örgüt ve eylemliliğin bir o kadar zayıf kaldığı bir süreç biçiminde kendilerini götürmek istediler. Sonuçta bilindiği gibi 12 Eylül'le birlikte en ufacık, ciddi bir direnme emaresinin bile gösterilemediği, gösterenlerin de çok hızla kendini tasfiyeden kurtaramadığı göz önüne getirilirse, aslında 12 Mart'ın hayli etkileyici olduğunu belirtmek gerekiyor.
O dönemin direnen gençliği ve önderlerinin tutarlı bir demokratik ve sosyalist inanca, ideolojiye bağlı olduklarını ve bu konuda gözünü kırpmadan kendini feda etmeye kadar gittiklerini biliyoruz. Dolayısıyla çok radikal bir düzen karşıtlıkları vardır. Bir adım sonra, sosyalizmin kılavuzluğunda baktıkları, çok etkili olan kemalizme karşıt bir temelde bir ideolojik bağımsızlığa kadar gitmek istediklerini biliyoruz. Yine Kürt hareketindeki ilkel milliyetçiliğin, bütün o devrimci ideolojiye, yani sosyalizmin ulusal soruna uygulanmasına karşıtlığına rağmen, ulusal soruna da ilk defa bağımsız bir ideolojik, yani sosyalist bir yaklaşımla baktıkları, el attıkları, darbenin aslında bu gelişmeleri tohumlama halindeyken önlemeyi amaçladığı, ama buna rağmen ne kadar ezici de olsa, ne kadar ağır bir güç dengesizliği ortamında da boy verse, kahramanca atılan adımlar ve yaşanan şahadetler çok etkisiz kaldı denilemez.
Bizim de hareketimizin o dönemlerde ortaya çıktığını, bu darbenin günümüze kadarki tarihine dayattığımız büyük ideolojik-politik-askeri savaşımı göz önüne getirirsek, bir anlamda 1970'li yılların, devrimciliğin hem çok sağlam bir mirasçısıyız, hem de dökülen kanların boşa gitmediğini kanıtlayan hareketiyiz. Diğer yandan bu dönemin ideolojik-politik devrimci çizgi bağımsızlığını daha da derinleştirerek, sosyalizmin yaratıcılığında gerçek bir ulusal kurtuluş ve demokrasiye yol açmayı gündemleştirerek, çabaların boşa gitmesi, dökülen kanların unutulması şurada kalsın, bunu neredeyse bir iktidarın eşiğine kadar getirdiğimize bakarak, adeta yalnız Kürdistan'ın değil, Türkiye'nin de devrimci partisi gibi çalışarak kesintisiz bir devrim tarihini kendi hareketimizin somutunda böyle önemli bir gelişmenin içine çekerek ve iktidara yönelterek, o dönemin önderliklerinin ardılı geçinenlerin bütün olumsuzluklarına rağmen bunu böyle sağlayarak hak edilen yere ulaşılmıştır, dökülen kanlara layık olunmuştur, dayatılan her türlü tasfiyeye, işkenceye karşı direnilmiştir ve sonuçta buraya kadar gelinebilmiştir. Biz, Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesine (bu anlamda) aynı zamanda Türkiye'nin demokratik kurtuluş mücadelesi de diyebiliriz ve kesinlikle de öyledir. Biçimde Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi ve PKK, özünde Türkiye'nin demokratik kurtuluş hareketi ve Türkiye'nin devrimci partisi anlamındadır; bu işlevi de görüyor.
Buna karşılık Türkiye solunun kendini örgütleyememesi, devrimci çizgi temelinde partileştirememesi, eyleme-gerillaya kavuşturamaması, birçok nedeniyle ortaya konulduğu gibi, henüz çok sayıda olan grupların sorumsuzluğundan, devrimci değerlere yabancılığından, çarpıtmalarından, özellikle önderlik sorununu halletmemelerinden kaynaklanır. Bu ağırlıklı olarak Türkiye devrimcilerinin bir göreviydi, ama bütün çabalarımıza, desteğimize rağmen başaramayışları, özellikle düzen kişiliğinin, kemalizmin etkisinin ne kadar güçlü olduğunu, düzenin kendini Türkiye'de ne kadar kurumlaştırdığını, hakim kıldığını da gösterir. Ama 12 Mart darbesine büyük bir kararlılıkla karşı koyan adımlara bağlı kalınamaması, bunun derinleştirilememesi, ortaya çıkan sorunlara çözüm bulunamaması ve bir yerde önderlikteki cüceleşme, saptırma ve çarpıtma esas belirleyici etkenler olarak mevcut durumdan sorumludur. En isabetli davranışı bizim gösterdiğimiz şimdi daha iyi anlaşılıyor.
O dönemin gerek THKP-C, gerek TİKKO, gerekse THKO önderlikleri tutarlı anti-emperyalist ve demokratik önderliklerdir. Ulusal soruna, Kürt sorununa cesaretle yaklaşım gösteriyorlardı. Cesaretle ilk defa tabuları kırarak böyle bir sorunun olduğunu ve devrimci tarzda çözümün gerektiğini vurguluyorlardı. Biz de bu değerlendirmelerden sınırlı olarak etkilenmiştik. Hiç şüphesiz bizi de devrimci harekete çeken önemli bir çıkıştı, hakkını vermek gerekir. Daha sonraki derinleştirme ve somuta uygulama kuşkusuz bizim görevimiz olmuştur ve gerekleri yerine getirilmeye çalışılmıştır. Demek ki o günden bugüne bu şehitlerin de anısına bağlı olarak, ama ortaya çıkan bütün sorunlara kendi bağımsız ideolojik-politik hattımızda cevaplar vererek yürümeyi bildik. Örgüt tarihimiz, parti tarihimiz biliniyor ve gerçekten buna bir de böylesi bir çıkışın etkisini eklemek gerekir. Kendi kökenleri sorununa daha doğru yaklaşım göstermek gerekir.
Hiç şüphesiz olumsuz etkilenmeler de vardır, ama olumlu yönlerini de oldukça değerlendirmek büyük önem taşır. 12 Mart darbesinin silindir gibi ezici olduğunu ve 12 Eylül'ün aslında bunun daha derinleştirilmiş bir biçimi olduğunu ve yine öyle sadece bir günle veya birkaç ayla sınırlı olmadığını, bütün bir süreci (geçen 20-25 yıllık zamanı) etkilediğini, esasta politikanın da, ekonominin de, her türlü yaşamın da bu darbelerin hazırlıkları ve gerçeklikleri tarafından belirlendiğini göz önüne getirdiğimizde, göreceğiz ki bizim de bir anlamda ortaya çıkışımız, gelişmemiz bu askeri rejime veya (ki buna 1920'leri de eklemek gerekir) TC'nin bu askeri niteliğine karşıdır, başka türlü değerlendirilemez. Aslında dayatılan bir askeri cumhuriyettir, bir anti-demokratizmdir, bir faşizmdir. Ona karşı da ortaya çıkan her şey bir demokratizmdir, bir ulusal kurtuluşçuluktur, bir sosyalizmdir. 1970'lerden günümüze kadar devam eden aslında budur.
Bunu iyi görmek gerekiyor. TC, herhangi bir cumhuriyet değil, askeri faşist yanı ağır basan ve halkların demokratik ulusal taleplerini başından itibaren kanla bastıran ve bu yönüyle bütün gelişmelerde rol oynayan kişilikleri de etkileyen gelişmenin adıdır. Tüm isyanların, komünist hareketin ezilmesi bu cumhuriyetle, bu cumhuriyetin kökleşmesiyle yakından bağlantılıdır. Anadolu halklarının kültürlerinin bütünüyle tahrip edilmesi ve çarpıklaştırılması bu cumhuriyet rejiminin diğer bir sonucudur. Binlerce yıllık halk kültürleri muazzam bir cenderenin içine alındı ve sıkıştırılarak eritildi. Sonuçta çok sahte bir ucube kemalist ajanlık, çok zengin olan bu halklar mozayiğini bozdu. Bozmakla da kalmadı, asimile etti ve en şoven bir yaklaşımla hastalıklı bir Türk ulusçuluğunu halkların başına bela etti. Belki de denilebilir ki, bu, Hitler'i (ki o yalnızca bir Alman için ulusçudur), yine tanıdık birçok diktatörü bile geride bırakan amansız bir diktatörlük anlayışıyla yapıldı. Nitekim Türk halkının da oldukça çarpıklaştırılmasında, kendi demokrasisini bulamamasında en önemli sebep teşkil eden bu cumhuriyet, bu askeri dikta aslında her zaman vardı. Özellikle devrimci hareketler, isyanlar biraz boy verdiğinde, bütün acımasızlığıyla halkların başına bela kesildi.
12 Mart da bunun bir aşamasıdır; 12 Eylül ise bunun daha derinleştirilmiş kapsamlı bir aşamasıdır. Kaldı ki ondan şimdiye kadar yaşanan tümüyle bir ordu rejiminin geliştirebileceği özel savaşın her türlü biçimidir.
Hiç şüphesiz bunun arkasında bir Osmanlı tarihi de vardır. Osmanlı despotizmi ve ona bağlı çok sayıda feodal-aşiret beylikleri ve bir yığın gerici, baskıcı, boğucu kurumlaşmalar vardır. Bunlar birkaç yüzyıldan beri egemenliklerini üzerinde sürdürdükleri halkları son derece güçsüz bıraktılar ve tabii bazılarını tarihten sildiler. Çok sayıda halkın tarihten silinmesinin yanısıra en gelişkin kültürlere sahip olan halkların; Helen kültürünün, Ermeni kültürünün, hatta ne kadar yayılmacı temelde de olsa bir Arap kültürünün, hatta İran kültürünün geriletilmesi (ki hepsi geri bir temelde oluşmuştur), bunun yerine birkaç yüzyıldan beri emperyalizmin ajanlığına soyunularak, özellikle Tanzimat'tan beri daha da geliştirilerek, kemalizmle birlikte neredeyse en yabancılaşmış bir rejimi, bir kişiliği, toplumsallık kadar bireyselliği de dayatarak, işte yaşamımızı böyle işin içinden çıkılmaz hale getiren bir tarihi dayatarak, çok acılı ve işkenceli, çok sömürülü ve baskılı bir halde kılarak, yaşamı yaşanmaz hale getirerek bu rejim ömrünü doldurmaya çalışmaktadır.
Bizim mücadelemiz, kısaca değerlendirdiğimiz böyle bir diktatörlüğe veya insanlıkla pek az bağlantısı kalmış bir rejime karşı verilen bir mücadeledir; bunu iyi görmek gerekiyor. "Biraz demokratikleşmek, biraz özgürleşmek istiyorum" diyen herkesin dikkatle değerlendirmesi gereken bir mücadeledir. "Biraz tarihe anlam vermek istiyorum, biraz tarihte yitirilenleri bulmak istiyorum, intikamımı almak istiyorum" diyen herkesin, halkın adına dikkatle değerlendirmesi gereken bir mücadeledir. Kendini yeniden var etmek isteyenlerin büyük değer biçecekleri bir mücadeledir. Yüzyıllardır kaybettiklerini her düzeyde bulmak isteyenlerin kendini ifade edecekleri, özlem olarak, pratik olarak bulacakları bir mücadeledir. Yani her ne kadar ideolojik, politik ve pratik gerçekleşmemiz tarihin derinliklerine uzanmamışsa da, bu konuda kişilikler özellikle çok çarpık olsa da, nasıl bir hareketin elemanı olduklarını, nasıl bir yaşamı temsil etmek istediklerini bilmiyorlarsa da, gerçek böyledir.
Hiç şüphesiz hareketimizin içindeki öğelerin böyle kapsamlı olarak tarihten haberdar oldukları veya bu tarihi anı anına yaşadıkları söylenemez; fakat hareketin objektifliğinin de böyle olduğu tartışılamaz. Ortadoğu halklarının çok muhtaç olduğu halklaşmayı, demokratikleşmeyi temsil ediyor. Özellikle en temel kördüğüm olan Türk barbar egemenliğini ve onun en son faşizm biçimini hedefleyerek muazzam bir çıkışın temel gücü oluyor. Bu mücadele başarılması halinde bütün Ortadoğu halklarının bir yandan ulusal yönden, diğer yandan enternasyonal, yani kendi aralarındaki kardeşlik yönünden çok önemli bir açılıma sahip olacakları gibi, kendi demokrasilerini, kendi ekonomilerini, kendi kültürlerini kendilerinin belirleyecekleri bir döneme gireceklerine büyük çıkış yaptırıyor, böyle temel bir değer veriyor. Zorlukları da bundandır. Böyle temel özellikleri olan bir harekettir. Ona düşmanlıklarının da o denli temel nitelikte olacakları, sahayı kolay kaptırmak istemeyecekleri, yine böyle bir azılı rejimi tutan, bundan çıkar uman çevrelerin gün geçtikçe bilinçlenecekleri ve bölge çapında bir gericiliği dayatacakları, kendi mücadelemizden iyi bilinmektedir.
Devrimci hareketimizin, eylemimizin bu tarihi özellikleriyle, TC'nin bu son önemli darbesel dönemlerine böyle cevap vermekle kimliğini biraz daha iyi koymaya çabalıyoruz. Verilen savaşın anlam ve önemini, böyle derinliğine bir temelde yakalanmasının önemini vurguluyoruz. Kendi ideolojik-politik çizgisinde yürümek isteyenlerin bu gerçekleri asla göz ardı edemeyeceklerini veya sınırlı bir bilinçle hareket edemeyeceklerini vurguluyoruz. Sadece halk alternatifi bir yaşam değil, yegane bir yaşam biçimini temsil ettiklerini vurgulamaya çalışıyoruz. Dolayısıyla inanıyoruz ki bu rejimlere karşı direnen bütün devrimcilerin de sağlam bir mirasçısıyız, onların özlem ve umutlarının gerçekleştiricisiyiz. Bundan da kuşku duyulmamalı ve her zamankinden daha fazla bu umutların gerçekleştiricisi olmak için her şeyimizi ortaya koymalıyız.
Zaten hareketimizin bölge çapında, hatta uluslararası çapta bu kadar ses getirmesi, ilgiyle değerlendirilmesi ve en çok da düşmanlarının birleşebilmesi salt bir ulusallıkla yetinemeyeceğimizi, sanıldığından daha da fazla enternasyonalist bir karakterde olduğumuzu ortaya koyuyor. Dolayısıyla bu rejimlere-darbelere karşı böyle ayakta kalmak, hele onun 23 yılını canımızda, kanımızda duyarak yaşamak çok büyük bir öneme haizdir. "Gerçek PKK'liyim" iddiasında olanlar, bir anlamda bütün bu devrimci değerlerin mirasçısıyım demeyi, onların amaçlarının gerçekleştiricisi olmayı, böyle kanıtlanmış bir kişilikle görevlerinin sahibi olmayı bilmelidir. PKK'nin özünü bu kadar tartışırken, öncülüğünü değerlendirirken bu gerçekleri göz önüne getiriyoruz ve her zamankinden daha fazla şunu söylüyoruz: Hiç kimse PKK'nin gerçeklerini göz ardı edemez. Bizi yaşayamayanların bizi temsil edemeyecekleri, bunun için PKK'nin büyüklüğüne yaraşır bir militanlığı esas almanın gerekliliği açıktır.
Kimsenin PKK'yi basit bir köylü örgütüne, basit bir aydın-demagog örgütüne götüremeyeceği bu nedenle vurgulanıyor. Bu kadar devrimci bir mirasın temsilcisi olan bir örgütü, bu kadar büyük direnişçilerin umudu olan bir örgütü hiç kimse kendi demagojisiyle, basit köylü kurnazlıklarıyla lekeleyemez, cüceleştiremez, basitleştiremez. PKK, büyük bir devrimci harekettir, çok büyük direnişçilerin anısının temsilcisi bir harekettir. Siz, o devrimcilerin tarihini, nasıl büyük direndiklerini, nasıl büyük acı çektiklerini bilmeyebilirsiniz, ama bir gerçektir. Ben kendi eylemimi bile bu devrimcilerin anısına bağlılığın bir gereği olarak ilerlettim. Bir yandan onların özlem ve umutlarının temsilcisi olmaya çalışırken, diğer yandan anılarına bağlı kalmak, intikamlarını almak için bu eylemi düzenledim. Ve bunlar, aynı zamanda halkların özlemleridir, umutlarıdır, intikamlarıdır. Bunu böyle bileceksiniz.
Burada bir tarih vardır, burada büyük yiğitlikler vardır, onlara layık olmak vardır. Bilmemek de ne kelime, kimin haddine? Bunlar son nefeslerine kadar büyük direnmeyi bilen devrimcilerdir ve PKK tamamen bu temellerde şekillenmiş bir partidir. Bunu görmemek, bu tarihten habersiz olmaktır. Kaldı ki bizim hareketimizin ocağında yüzde yüz çok büyük direnişçilikler vardır, onları saymıyorum bile. 12 Mart faşizmine karşı direnen devrimcilerin de büyüklüğünü hatırlatmak istiyorum. Birçokları belki onların anısına (yoldaşları adına) ihanet ettiler, ama biz onların anılarının sağlam temsilcileriyiz. Aynı dönemin generallerinin her birisi, şimdi bize karşı özel savaş generalidir veya o dönemin subayları, o dönemin özel savaş kadroları şu anda generaldirler ve Kürdistan'da savaşı yürütüyorlar. O dönemin devrimcilerini dağda zapt edenler, gerçekten şimdi Kürdistan'daki özel savaşımın kurmaylarıdırlar.
Bunları bileceksiniz ve özellikle 12 Eylül pisliklerini, ortaçağ geriliklerinin pisliklerini taşıyanlar, PKK'nin büyüklüğünü anlamak durumundadırlar. Biz, ilkel milliyetçiliğin de pislikleriyle az boğuşmadık, onların da işbirlikçiliklerini, ajanlıklarını az ortaya çıkarmadık. Bütün bunlar sizin bilinçlenmenizi tayin eder. Türk faşizmiyle de az boğuşmadık; onların düzenlerini, pisliklerini az ortaya çıkarmadık. Bunları bileceksiniz.
PKK'lileşmeyi böyle anlayacaksınız. Hareketimizi, tıpkı 12 Mart direnişçilerinin anılarına bağlı olduğunu iddia edenler gibi cüceleştirmek, küçük-burjuvalaştırmak kimin haddine? Açık söyleyeyim; ben, ne yaptığımın bilincindeyim, kendimi yitirmedim. Devrimcilerin (Türkiyeli devrimciler de dahil) anılarına bağlılığın nasıl yürütüleceğini, Kürdistan'da büyük devrimci eylemin nasıl yaratıldığını da biliyorum. Hepsini 23 yıldır anı anına, iliklerimde duyarak yaşıyorum. Lafazanlık dinlemem, gerilik tanımam. Sabretmeyi ve izlemeyi bilirim, ama asla affetmem. Hele ukalalık etmeyi hiç kabul etmem. Şimdiye kadar neden sabrettim? Karşımızda bir özel savaş var, zorluklar var, sizin büyük anlayışsızlıklarınız var, onun için sabrettim. Yoksa bu, affettiğim anlamına gelmez, öfkelenmediğim anlamına gelmez, çok değerli olduğunuz anlamına gelmez, çok iyi yaptığınız anlamına gelmez. Bu kadar işkence, bu kadar kan, bu kadar haksızlık dayatılacak, siz hala kendi düşkünlüğünüzden bahsedeceksiniz. Bu bir utanmazlıktır, tek kelimeyle düşkünlüktür ve devrimciler bunu asla ağızlarına alamazlar. Uyarıyorum!
Biz, tıpkı ilk çıkışımız gibi şevkliyiz, umutluyuz, canlıyız, yiğidiz. Bununla oynamayacaksınız. Tam tersine böyle olacaksınız. Devrimci ruhu bu kadar düşürmek, devrimci ruhun yiğitliğini, dürüstlüğünü bu kadar bulanıklaştırmak kimin haddine? Karşıma çıkmayın, diyorum, böyle hakaret etmek istemiyorum, ama nasıl olduğumuzu da bilerek bize yaklaşacaksınız. Yumuşak, esnek olduk diye tavizkar olduğumuzu sanmayın. Size büyük saygı-sevgiyle yaklaştık diye bizi çok ılımlı sanmayın. Bu kadar yapılana karşı bizim de yapacaklarımızın olduğuna inanıyorum. Daha iyi vurma günlerini hazırlamak için sabrettik, daha iyi intikam için sabrettik, hazırlandık. Bunu göreceksiniz, görüp de bu savaşa anlam vereceksiniz. Size birisi bir küfür etse, bir dayak atsa, acaba ne kadar tahammül edebilirsiniz? Yüz binlerce insana ve onların geldiği halklara bu kadar işkenceyi, bu kadar yoksulluğu, bu kadar ölümü dayatanlara, eğer biz tutarlı halk devrimcisiysek, nasıl karşılık vermeliyiz? Bunu hiç düşünmeyeceksin, bunu unutacaksın, ondan sonra bireysel bunalım teorileriyle, anlayış ve anlayışsızlıklarıyla partimiz içinde dolanıp duracaksın! Bu, kabul edilmez, bunu aşmanın zamanıdır.
Ben, insanlığın soylu, yiğit direnişçilerinin anısına mı bağlı kalacağım, yoksa bu yaramazlıklara mı bağlı kalacağım? Burada orta yol da yoktur. Ya yiğit insanların sağlam yol arkadaşlıkları olmak, ya defolup gitmek vardır. Ortayolculuğa, kafa karışıklığına, onun her türlü saptırmalarına asla cesaret etmeyelim. Aksi halde o darağaçlarındaki yiğit insanların anısına nasıl karşılık verilir? Her gün hala çok acımasız koşullarda şahadetlere giden yoldaşlarımıza nasıl karşılık verilir?
Artık ciddi olmanın zamanıdır. Bu kadar amansızlıklara karşı elde edilmiş bir silahı, bir örgüt değerini doğru kullanmanın zamanıdır.
Rêber APO
12 Mart 1994
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 1 Mart günü saat 09.00 sularında İstanbul'un Beyoğlu ilçesine bağlı Sütlüce beldesinde çevik kuvvet aracına yönelik olarak gerçekleştirilen eylem, bir birimimiz tarafından gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen eylem sonucunda 15 özel harekat polisi yaralanmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 12 Mart günü 22.00.24.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap'ın Karker Tepesi, Şikefta Birindara alanı ile Saca köyüne yönelik olarak havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar