1916 yılında İngiliz ve Fransızlar arasında yapılan Sykes-Picot anlaşması ile Ortadoğu coğrafyasında yeniden bir ayrıştırma yapılarak sınırlar tekrardan belirlendi. Bugün Güneybatı Kürdistan şeklinde adlandırılan topraklar Fransa devletinin sınırları içerisine dahil edildi. Çok sonraları Fransızlar tarafından kurulacak olan Suriye devletinin ismi dahi oluşmamıştı. Güneybatı Kürdistan Suriye'nin kuzeyinde uzun bir çizgi gibi yer almaktadır. Bu bölge kültürel, sosyal ve coğrafik olarak Arap kültüründen çok kuzey Kürdistan’a daha yakındır. Hatta günümüze kadar da bir çok Kürt aşireti ve ailesinin yakınları, akrabaları Türkiye sınırları içerisinde bulunmaktadır. Bir köyün bile iki ülkenin sınırları arasında bölünmesi oldukça trajik bir tablodur. 20 Ekim 1921'de Ankara'da yapılan antlaşma ile resmi olarak Güneybatı Kürdistan Kuzey Kürdistan parçasından ayrıştırılmıştır.
Bugüne kadar Suriye'de bulunan şoven, militarist sistem Kürt ve Kürdistan gerçekliğini kabul etmemekte bununla birlikte hiç bir siyasi, hukuksal hak tanımamaktadır. Kürtler, Fransa'nın egemenliği altında oldukları zamanda bile bir takım yasal, ekonomik ve sosyal haklara sahiptiler. Örneğin kültürel çalışmalar, basın yayın vb. konularda Kürtlerin etkinlik alanları bu denli sınırlı değildi. Kürt bölgelerinde yerel yönetim yetkisi Kürt liderleri ve Fransa’nın elinde bulunmaktaydı. Fransa ihtilalinden sonra Suriye’de ilk cumhurbaşkanı başta olmak üzere devletin bir çok üst düzey mercilerinde görev alan kesim Kürtler'den oluşmaktaydı. Bu alanlarda Muhammed Ali Edip, Hüsnü Elzeim, Fawasilo, Edip Çiçekli ve Muhammed Kürt Ali gibi isimler yer almışlardır.
Arap halkı içinde milliyetçiliğin boy vermesiyle Suriye'de Kürtler ve kültürel hakları adına hiç bir yasal güvence bırakılmadı. Bunun en somut göstergesi olarak Suriye yönetimi Kürtler'e vatandaşlık hakkı tanımayarak binlercesini kimliksiz, dolayısıyla hiç bir güvencesi olmadan yaşamını sürdürmeye mahkum etmiştir. Okuma, meslek edinme, gelecek yaratma, devlet sınırları dışında seyahat etme ve daha da sıralanabilecek en basit haklarından bile mahrum bırakılmışlardır. Suriye rejimi bununla da yetinmeyip bir çok Kürt yerleşim merkezini boşaltarak Araplar'ı yerleştirmiştir. Özellikle 1950’lilerden sonra derinleştirilen bu politika egemen sistem tarafından görülmemiş yöntem ve baskı araçlarıyla uygulanmıştır. Zor yöntemiyle herkese devlet ideolojisi kabul ettirilmeye çalışıldı.
Suriye'nin yaklaşık 18 milyonluk nüfusunun yüzde yetmiş beşi Arap değildir. Bölgede dört milyon Kürt yaşamaktadır. Ayrıca Asuri, Ermeni, Türkmen, Durzi, Hristiyan gibi farklı mezhep ve azınlıklar bulunmaktadır. Bu halkların hepsi Suriye'ye sonradan göç edenler değil, o coğrafyada yüzyıllardır yaşayan halklardır. Ama BAAS sisteminin yürüttüğü devlet, tüm halkların varlığını inkar etmekte ve Araplar dışında hiç bir halkı kabul etmemektedir. Değişen Dengeler İçerisinde Kürtler Suriye’nin Kürt politikaları da bu Arap milliyetçiliği temelinde şekilleniyordu. Bu da Arap ulusunu birinci ve hakim halk haline getirme, Kürtleri de ya asimle etme ya da onları siyasal, sosyal, kültürel yaşamda etkisizleştirme biçiminde kendini dışa vuruyordu. Ancak Suriye’de Kürt nüfusunun diğer parçalara göre azlığı nedeniyle Kürt sorunu o günkü koşullarda Suriye açısından önemli sorun yaratacak bir nitelikte değildi. Bu nedenle Hafız Esat yönetimi iç dengelerde hem Sünni kesime hem de diğer muhalif olan kesimlere karşı bir denge oluşturmak açısından Kürtlere biraz daha yumuşak yaklaşım politikası izlemiştir.
Özellikle Hafız Esat’ın ölümü ve Beşar Esat’ın iktidara gelmesinden sonra Türkiye ile ilişkileri geliştirme bir tercih haline geldi.
Özellikle de ABD’nin bölgeye müdahale etme süreciyle birlikte Türkiye’nin Kürt sorunu konusundaki rahatsızlığından yararlanma politikası izledi.
Türkiye’nin zayıf karnının Kürt sorunu olduğunu bildiğinden o da Türkiye’nin desteğini almak için Kürt karşıtı gözükmeyi, Kürt karşıtı olarak bir politika izlemeyi çıkarına gördü. Böylelikle Türkiye’yle ilişkilerin daha iyi düzeleceğini düşündü.
Neden Qamışlo Katliamı?
Kürt sorununu bir iç sorun olarak değil de dış güçlerin kışkırttığı, kışkırtacağı bir sorun olarak değerlendiren İran, Suriye, Türkiye devletleri Kürt sorununun çözülmesi konusunda bazı adımlar atması gerektiği düşüncesi yerine Kürt sorununda kaygı ve kuşkulara dayalı bir politik, pratik tutum içine girdiler. Özellikle ABD’nin müdahalesinden sonra ki süreçte daha bir ağırlık kazanan bu sorun güneyde KDP ve YNK’nin pozisyonlarının daha da güçlenmesiyle Kürt karşıtı bir konseptin oluşmasına neden oldu.
Kürtlerin özgürlük ve demokrasi düşünceleri son otuz yıllık bilinçlenmeyle büyük boyutlara ulaşmıştı. Ama ne var ki bu bilinçlenmeyi ve demokrasi isteğini dış güçlerin tahrik ettiği bir istem gibi değerlendirerek Kürtlere karşı şovenistçe politika ve tepkiler ortaya koydular. Kürtlerin her sözüne, her davranışına karşı böyle bir kuşku ve kaygıyla yaklaşılınca ister istemez Kürtlerin her tepkisini de şiddetle bastırma politikası ve eğilimi ortaya çıktı.
İç istikrarın sağlanmasında dış güçlerin uzantılarına yönelik toplumsal korkular yaratan statükocu güçler uluslararası hukukta dahi yeri olmayan Kürtlerin bu konuda en güçlü potansiyel olduklarının farkındaydılar. Tarihte bir çok sefer olduğu gibi Kürtler üzerinde geliştirilecek bir sindirme hareketiyle toplumsal muhalefetin dindirilebileceği düşüncesi Qamışlo olaylarının temel nedenlerindendi.
Futbol maçı katliama dönüştü
Bundan tam bir sene önce Dêra Zorê ve Cihad takımları arasında yapılacak maç öncesinde milliyetçi Arapların Kürtler aleyhinde attıkları sloganlarla başlayan olaylar kısa sürede çatışmaya dönüşmüştü.
İlk olaylardan sonra askeri güçlerin denetim ve desteğiyle Kürtlerin ev ve iş yerlerine yönelik saldırılar başlamış, topyekün bir saldırıyla karşı karşıya kalan Kürtler günlerce evlerinden çıkamamış, faili meçhul cinayet korkusu günlük yaşamı felç etmişti. Kürtler tarafından gerçekleştirilen kitlesel cenaze törenlerinde askeri güçler tarafından halkın üzerine ateş açılması ise ölü sayısını daha da arttırmıştı.
Irak’taki Saddam rejiminin yıkılmasından sonra bu bölgede yaşayan Saddam yanlısı Araplar aracılığıyla Kürtlere karşı tahrik ve teşhir edici yaklaşımlar kışkırtılıyordu.
Devlet yetkililerinin Kürtlerin olayları başlattığı yönünde yaptıkları açıklamalar, basın mensuplarının Arap kanallarıyla kurdukları bağlantılarda ve devletin merkezi basın organlarında olayları çarpıtarak yansıtmaları, Kürtlerin gösterilerde Amerika bayrakları taşıdığı vb. şeklinde yalan haber yapmaları devletin tüm organlarıyla Kürt aleyhtarı bir politikayı yürürlüğe koyduğunun bir ispatıydı.
Kürtlerin yaşadığı bütün bölgelerde geçmişten beri yoğunlaştırılan askeri güç olaylar gerekçe gösterilerek daha da arttırılmış, tren ve değişik araçlarla binlerce asker, sivil görevli ve askeri teçhizat bölgeye sevk edilmişti.
“Olayların ardından her an patlamaya hazır bir kitle kalmıştı.”
. Qamışlo olayları ve sonrası süreçlerine tanıklık eden Demokratik Birlik Partisi çalışanlarından Rojbin Derik olayların nasıl geliştiğini anlattı:
“Katliamdan birkaç gün önce planladığımız 8 Mart kutlamasında da güvenlik güçlerinin saldırılarına maruz kalmıştık. Yani katliam öncesi süreçlerde de devlet merciilerinin bir takım yönelimleri olmuş, Qamışlo’da bu saldırı ve provakasyonlar zirveleşmişti.
Bundan bir yıl öncesine kadar da halk nezdinde Kürt ve Arap ilişkileri bu denli çelişkili, çatışmalı değildi. Ancak Qamışlo katliamından sonra, sanki yıllardır bu halklar çatışmalı yaşıyorlarmış gibisinden bir hava estirildi. Birden alevlenen şovenizm ortaya çıktı. Mesela Hasekê’de Araplar Kürt ailelerinin yaşadığı mahalleleri talan ettiler. Serhıldanlar bir nebze de olsa yatıştıktan sonra Kürtler ve Araplar arasında hassasiyet gelişti. Önceden toplumsal olarak yaratılmış ilişki ağları yıprandı. Yoldan geçen sıradan bir Kürt’e bile bıçaklarla saldırmaya kadar varan örnekler yaşandı. Böylesi saldırgan, şovenist tutumların yanında Arap halkından “Bu serhıldanların yarattığı güç, sistemi değişmeye zorlayacak” tarzında tepkiler de yansıyordu. Olayların ardından her an patlamaya hazır bir kitle kalmıştı. Hem Arap, hem Kürt cephesinde tedirgin ve güvensiz bir atmosfer yaşanıyordu. Serhıldanların alevlendiği süreçte İsrail Suriye’ye ultimatom gönderdi. Dolayısıyla Suriye devletinin kendisi de tedirginlik yaşıyordu. Provokasyonu körüklemek isteyen kesimler İsrail ve ABD bayrakları açıyorlardı. Devletin olayları sakinleştirmek, Kürt halkını uzlaşmaya çekmek amaçlı “Kürtlere vatandaşlık hakkı tanıyacağız, eğitim imkanlarını güçlendireceğiz” gibisinden açıklamaları oldu. Tabii bunlar sözde kaldı.”
Kürt karşıtı konsept yaşam buluyor
Suriye, İran ve Türkiye’nin üzerinde mutabakata vardıkları anti Kürt kampanyası, Suriye’de dönem itibariyle Qamışlo katliamıyla açığa çıkarken diğer ülkeler de boş durmamışlardı.
Türkiye hem AB, ABD hem de bölgedeki diğer devletlerle özellikle KONGRA-GEL’in terörist ilan edilmesi ve çalışmalarının sınırlandırılması için yoğun çalışmalar içerisine girmişti. Fransa’nın MEDYA TV’yi kapatması, AB’nin KONGRA-GEL’i terörist örgütler listesine alması, Japonya’nın başkenti Tokyo’da bulunan Kürt derneğinin kapatılması, İsveç hükümetinin Kürtleri terörist ilan etmesi, yine ABD’den KONGRA-GEL karşısında tavırsız kalınmayacağı sözlerinin alınması, bu tür çabaların sonuçlarından sadece bir kaçıydı.
Qamışlo katliamına denk gelen süreçlerde Irak’ta yaşayan Ezîdîler’e yönelik gerçekleştirilen, 400 kişinin zehirlenmesine, köy doktoru ve öğretmeninin ölümüne yol açan olaylar da başka bir alandan uygulanmaya konulan Kürt karşıtı konseptin belleklerde kalan izlerindendi.
Dünya geneline yayılmaya çalışılan ‘terörist’ tehtidin yaşadıkları bütün ülkelerde Kürtler için de geçerli kılınmaya çalışılması, Kürt karşıtı saldırı ve sindirme politikalarının da meşru zemini olarak kamuoyuna yansıtılmaya çalışılıyor.
“Doğal ittifak Suriye rejimi tarafından bozuldu”
Yaşanan olayların sadece Suriye devletinin içindeki farklı kesimlerin bir örgütlemesi olmadığını söyleyen Demokratik Birlik Partisi kadrolarından Menal Mardin şunları ifade etti:
“Rastlantı gibi gelen ama planlı olan bir takım siyasi faaliyetler örnek verilebilir. Mesela Türkiye yetkilileri Irak’a müdahale sırasında Suriye’yi ziyaret etti. Sonrasında İran, Mısır, Suudi Arabistan’la devam eden bir ziyaretler zinciri sözkonusu. Esasta Ortadoğu’daki Arap şovenizmini bir araya toplayarak bölgede yaşayan diğer azınlıklara karşı kışkırtmak istediler. Araplar ve Kürtler arasında bir antipati yaratıldı ve Türkiye bu çelişkileri Suriye’ye karşı kullanarak siyasi yarar sağladı.
Katliam sürecinde Türkiye’de “Suriye yıllardır Abdullah Öcalan’ı barındırdı, şimdi ise onların başına bela oluyorlar, bizim çektiklerimizi anlamaya başlıyorlar” şeklinde değerlendirmeler gelişiyordu. Bu provokasyonu planlayan kesimlerin başında Türk devleti gelmektedir. Türkiye bir bakıma 20 yıllık intikamını bu olaylarla almayı hedefliyordu. Yani burada Kürt ve Arap halkı arasında yaşanan çatışmaları, kendi menfaati için kullanan, politik malzeme yapan iktidar merkezleri oldu. Burada halkların bir düşmanlığı sözkonusu olamaz. Kürtler ve Araplar bu topraklarda yüzyıllardır birlikte yaşamış, Fransızlara, İngilizlere karşı birlikte savaşmışlardır.”
Suriye’de Kürt Arap ilişkilerinde Abdullah Öcalan’ın çok önemli bir yerinin olduğunu ve Suriye devletinin kurulan ilişki ağlarını tahrip ettiğini belirten Mardin devamla şunları söyledi;
“Önderlik bizzat kendisi bizlere; “Esat ailesine zarar vermemelisiniz” diyordu. Bu açıklamalara rağmen Kürt ve Araplar arasındaki doğal ittifağa zarar veren ve bu dayanışmayı bozan Esat ailesi oldu. Bir nevi Önderliğin yarattığı güveni suistimal etti. Halklar arasında yaşanan gerginlik ve çelişkiler en başta Suriye’nin başına büyük bir bela oldu. Önderlik “Suriye, Kürtler’den destek almalı ve Kürt sorununu demokratik kıstaslarla çözmeli” diyordu. Beşar kendisi buna fazla ihtiyaç duymadı. Bölge devletleriyle yarattığı diplomatik ilişkileri yeterli buldu. Dolayısıyla Kürtleri gözardı etti. Devletin tutumu Güneybatı Kürdistan’da Suriye’ye karşı tepkileri yoğunlaştırdı. Yüzyıllardır varlığını koruyan doğal ittifak Suriye rejimi tarafından bozuldu.”
“Ortadoğu’daki milliyetçi zihniyete karşı savaşıyoruz”
Suriye devletinin insanı eritme politikası güttüğü için yaptığı bir çok katliam ve insan hak ihlali sahiplenilmedi şeklinde görüş dile getiren Ahmet Derik Suriye devletinin Kürtleri tamamen karşısına aldığını belirtti.
“Qamişlo olayından önce Kürt halkının Suriye devletine karşı bir tepkisi yoktu. Bundan önce de bazı ayaklanmalar oluyordu. Hasekê cezaevinde Kürtler çoğunluktaydı. Hasekê’de bir katliam oldu ama kimse bunu sahiplenmediği için çok duyulmadı. Devlet Kürt halkını karşısına aldı ve Önderliğin düşüncelerine bir darbe vurmak istedi. Önderliğin gençlere, çocuklara, kadınlara verdiği düşünceleri, eğitimi boşa çıkarmak istedi. İşkence yaparak, gözaltına alarak halkın eylemselliklerinin önünü almak, halka gözdağı vermek istedi.”
Ortadoğu’da halkların sürekli kaybediş nedeninin içine sürüklendiği milliyetçi dalga olduğunu söyleyen Derik, komplovari bir tutumun görmezlikten gelinmesinin milliyetçi dalganın daha da gelişmesine neden olabileceği tehlikesine de vurgu yaptı.
“Qamışlo katliamı, Arap milliyetçiliğini diriltip Kürt milliyetçiliğini kışkırtma üzerinden her iki halk arasında gerginlik yaratmayı hedefleyen bir komploydu. Bu, bölgedeki tüm halk ve azınlıklar arasında bir çatışmayı da beraberinde getirecek ve böylelikle komplo tamamlanacaktı. Kamışlo katliamı tüm Kürt halkına karşı planlanan konseptin Güneybatı Kürdistan’a yansıyan boyutuydu.”
Kürt halkına dayatılan katliamların devletlerin halkları birbirine düşürme planı olduğunu söyleyen Derik bu oyunların bozulması gerektiğini de sözlerine ekledi.
“12 Mart komplosu Arap ve Kürt milliyetçiliği başta olmak üzere Ortadoğu genelinde milliyetçi akımları diriltmek amacıyla planlanmıştır. Önderliğin ortaya koyduğu projeler ve yeni paradigma ekseninde Ortadoğu’daki milliyetçi zihniyete karşı savaşıyoruz. Milliyetçilik Ortadoğu’da geliştikçe bölgede istikrarın oturması zorlaşmaktadır. Kürtler şahsında başta Ortadoğu’nun kültürel değerlerinin katledilmesi söz konusudur. Buna karşı tavrımız Ortadoğu’da halkların kardeşliğini, kültürel birlikteliğini yaratma mücadelesidir.”
Hüseyin Mazlum
- Ayrıntılar
MED/TV.: Sayın Başkan, …
Öncelikle 8 Mart’ta, Dünya Kadın Hareketlerinin birleşmeleri gereken nokta ne olmalıdır? Aynı zamanda 8 Mart’a Kürdistan kadını açısından siz nasıl bakıyorsunuz? Yarattığınız kadın hereketiyle, 8 Mart arasındaki bağı nasıl kuruyorsunuz? Bunları açıklammanız, izleyicilerimiz açısından önemli olacaktır.
Abdullah ÖCALAN: Herşeyden önce, yalnız bir 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olmasını yadırgıyorum. Bütün günlerin kadınlı, özgür kadınlı olması yaşamın vazgeçilmez bir koşuludur. Ama bu 8 Mart gerçeği bile şunu çok açıkça gösteriyor ki, yaşamda kadın yoktur. Sadece böylesi bir günde anılmaya değer gibi yaklaşılması, kölelik boyutunun derinliğini göstermektedir. Benim için giderek yoğunlaştığım bir çalışma alanıdır. Savaştan bağımsız görmüyorum. Hatta devrimlerin tümünde olduğu gibi, günümüz devrimlerinin ve özellikle Kürdistan Devrimi’nin başarmasi gereken en temel konusu; kadın etrafındaki yaşamı çözme işidir. En gelişkin savaş sorunlarından tutalım, barışa ve onun özgür temeldeki gelişimine kadar işlerin odağında yer almaktadır.
Kadın, etrafındaki örülmüş zihniyet, ideoloji, örgüt, baskı, sömürü gerçekligiyle ele alınmadıkça, çözümü bu temelde derinleştirmedikçe; devrimi dolayisiyla savaşı kadından kopuk olarak ele aldıkça, ne savaşın tam bir özgürlük savaşı olması mümkündür, ne de ardından gelişebilecek barışın gerçek bir barış olabilmesi mümkündür. Bunun temel ve çok köklü bir koşulu, kadın etrafındaki ilişkiler ağının çözülmesidir.
Ai1eden tutalim ahlaka, hatta felseye, dini yaşama ka-dar hepsi bu konuda ne söylüyor? Bundan da öteye ne yapmişlardır, ne yapmayı düşünüyorlar? Bizzat nasıl bir düzen kurulmuştur? Bütün bunların çözümlenmesi hayatidir.
Kürdistan Devrimi üzerinde yoğunlaştıkça, soruna daha fazla ilgi duymamın ve bunda bir çözümü aramamın öyle savaştan kopuk olmadığını belirtmek istiyorum. Hem savaşi geliştirmede, hem de onun doğru anlamı üzerinde mesafe kaydetmede, bu sorunu ciddi olarak ele almaya ihtiyaç duyuyorum. Kald ki "kadınsız devrim olmaz, yaşam olmaz" denilir, bu doğrudur. Fakat günümüzde neredeyse bu haliyle kadınlı yaşam, hele mevcut statüko altında erkekli yaşam, benim halen kabul etmekte zorlandığım bir yaşam biçimidir. Hatta kendi devrimimi, bu yaşam tarzını degiştirmek amacıyla geliştirdiğimi söylesem, belki de bir gerçeği çarpıcı bir şekilde dile getirmiş olacağım.
Alışıla geldiği gibi, "8 Mart, dünya kadınlığı açısından ne anlama gelebilir" diye bir soru sorulduğunda; verilecek cevap; derinleşmiş bir köleliğin hatırlanması-anılması, çok sembolik ve hatta bana göre biraz da gayri-ciddi bir önemin verilmesi anlamina gelir. Neden bir gün kadın günü oluyor? Ya-şamın vazgeçilmez bir öğesi neden bir günde anılmaya değiyor? Ve buna anneler günü gibi bir günde hediye ediliyor.Bunlar bana göre samimiyetsizliğin ifadesidir, bunu aşmak gerekir. Bütün günleri "8 Martlar" gibi geliştirmek,ele almak gerekir.
Kürdistan boyutuyla bizim bugün için söyleyeceğimiz fazla birşey yok. Kadınlı devrimi biz büyük bir çaba halinde sürdürmekteyiz. Hergün 8 Mart’ın klasik anılmasının da çok üstünde geçmektedir. Hatta bizde işler öyle bir hal almış ki, bu konuda aşama yapamayan bir kadın veya erkeğin pek yaşama hakkını bulacağını da sanmıyorum. Sadece Kürdistan halkı için de değil, uluslararası düzeye yönelik tutum belirlemek isteyen güçler, özellikle kadınlar bu süreci anlamak is-tiyorlar. Sanırım bu tartışmalarımızda biraz bunu açıklığa kavuşturacağım.
Umarım önümüzdeki süreçte kadınlı toplantılara daha fazla önem vereceğim. Kendi payıma düşeni yapmayı bir borç olarak görüyorum. Özellikle bizde hep anılmaya ihtiyaç duyulan şehitler var. Gerek kendini "bombalaştırarak patlatanlar" ve böylece de insan soyunun belki ulaşabileceği en ciddi eylemlerin, özgürlük eylemlerinin sahibi olanlar, gerekse kendini yakarak bu biçimiyle de kendisini temizlemek isteyen kadın soyunun, bize yüklediği görevleri bu şehitler şahsında yerine getirmek benim için bir borçtur. Bugün vesilesiyle bunu özellikle belirtmem yerinde olacaktır.
MED/TV.: Sayın Başkan, PKK Önderliğinin, PKK’nin, özellikle kadın sorununa bakış açısı dünyanın dört bir yanındaki kadınların ilgisini çekiyor. Yani şu andaki tartışma düzeyiniz ve yaklaşımlarınızla bir ilgi odağı durumundasınız. Hareketinize Kürt kadınları dışında diğer uluslardan da birçok katılım var. Anlamaya-kavramaya yönelik, yoğun bir istem var. Kadının kendini PKK Önderliğine yakın hissetmesini neye bağlıyorsunuz? Sizce diğer uluslardan gelen kadın niçin kendisini yakın hissediyor?
Abdullah ÖCALAN: Kadın ilgisinin giderek gelişeceği kanaatindeyim. Bunun esas nedeni, erkek egemenlikli bir dünyanın geçerliğini eskiyi de aratmayacak bir biçimde sürdürmekteki ısrarıdır. Hatta erkek egemenlikli ideoloji, onun yaşama yansıtılışı, kadın sorununu daha da ağırlaştırmıştır. Özellikle son dönem 20. yy. devrimlerinde kadın açısından bazı açılımlar olmuşsa da tam çözüme gidilememiştir. Hatta reel sosyalizmin gerçekleştiği, resmileştiği ülkelerde bile bunun kadın devrimine taşırılmadığı, klasik yaşam ölçülerinin en benim diyen sosyalist önder kişiliklerde bile sürdürüldüğü açıkça ortada. Bana gelince, benim bunu biraz daha değişik ele aldığım ve sorunu çok daha derin ve çok genel (evrensel) ele aldığım doğrudur.
Hatta güncel dönemi kurtarmak açısından "nüfusun yarısıdır, onlarsız devrim olmaz" gibi dar bir anlayış içerisinde de değilim. Daha köklü uğraşıyorum. Benim için bir felsefe ve moral çalışmasıdır bu. Kendi sosyalist anlayışımı gerçekleştirmem için, bunu çözmem gerekiyor. Bir erkek kişiliği olarak, halen yaşam arayışı içindeyim. "Kadınlı yaşam nasıl olmalı, genelde yaşam nasıl olmalı" sorusunu sorarken, "kadınlı yaşam nasıl olmalı" sorusu benim için halen üzerinde yoğunlaşılması gereken bir sorudur.
…
Yaşamın her alanını ilgilendiren bu soruna geleneksel düzen yaklaşımlarının çok ötesinde, ideolojik olmaktan tutalım pratik birlikteliklere, evliliğin bile yeniden sorgulanmasına kadar her boyutta yeni yaklaşımlara ihtiyaç olduğu kanısındayım. Bu yönlü yaklaşımlarım dikkat edilirse, çok evrensel bir yaklaşımdır. Salt ulusal kadın kitlesiyle ilgili değildir. Bu yönlü uluslararası alanda da ilgi gelişmektedir. Bu yönlü gelişecek bir sosyalizm anlayışı, şüphesiz kadını çok daha fazla gündemleştirecektir. Kadın sorunu salt cins boyutlarında, -örgüt boyutlarında değil- toplumun tüm alanlarında "nasıl olmalı" biçiminde sorgulanacaktır. Ve cevaplar geliştikçe görülecektir ki esasta savaş ve barış bir kadın sorunudur. Kadın iradesi, kadın kişiliği gündeme girmedikçe, salt erkek egemenlikli anlayışlara dayalı çözümlerin, ne savaşı, ne barışı tek başına halledemeyeceği anlaşılacaktır.
Dolayısıyla önümüzdeki dönem devrimlerinin hatta 21.yy. devrimlerinin savaşların da ve onların ardından gelişecek barış süreçlerinin de sağlıklı kılınabilmesi için kadın devrimini derinleştirmemiz gerekiyor. Sanırım ilginin esas nedeni budur.
MED/TV.: Sayın Başkan, siz kadını ele alırken, kadın hareketini geliştirirken, özgürleşme konusunda belirli bazı noktaları ortaya koyarken, kadında neyi gördünüz? Kadının özgürlüğünde ne var?
Abdullah ÖCALAN: Ben, kadında herşeyden önce tehlikeyi görüyorum. Kendimi tanıdığımdan beri anamla hesaplaşmaktan tutalım, sizin gibi kızlarla uğraşmaya, hesaplaşmaya kadar, derin bir tehlikenin farkında olmak gibi bir özellik benim için etkileyicidir. Karşı cinsler beraber olmadan, tek başlarına olamazlar. Ama genelde öyle bir durum var ki, bu ilişki fazla kazandırmıyor. Bu ilişki doğru çözümlenmediğinde, neredeyse yaşamı bütünüyle tehdit ediyor. Hep bunun endişesi içindeyim ve bu endişe beni çok yoğun bir çözümleme gücüne götürüyor.
Başlangıçta sezgi yoluyla "bu ilişkilerde bir hastalık var, bu ilişkilerin böyle olmaması gerekir" diyordum. Çok iyi bildiğiniz köylerde, başlık parası ile yanıbaşımda en sevdiğim veya birlikte olmak istediğim kızların, birden bire adeta ortadan kaybedilişi, bir yitiklik gibi gelirdi. "Bu işte doğallık yok" diyordum. Ardından tüm düzene baktığımda para gücü olanın, baskı gücü olanın, aslında kadını çoktan aldığını gördüm. Özgürlük ilkesine göre, güzellik ilkesine göre ilişkilerden eser kalmadığını, sadece hayalde bunun mevcut olduğunu farkettim. Şiirde, edebiyatta, resimde, sinemada aslında ne kadar sahne, senaryo düzenlenirse düzenlensin, son tahlilde bunların kitleleri adeta afyonlaştırmada kullanıldığını gördüm. Esas olanın baskı ve sömürünün kadın konusunda en vahşi kanunlanırını uyguladığını ve aşkı öldürdüğünü herşeyden önce gördüm. Bu beni adeta bir intikamcılığa kadar yöneltti.
Aşk kutsal bir kavram. Aşkın katledilişi benim için kolay kolay kabullenilemez bir duygu, bir düşüncedir. Ben bu konuda herkesin yaptığı gibi bir bireyciliğe saplanmadım. Klasik erkek yaklaşımlarıyla kendimi çözmek istemedim. Biraz güç toparlayarak, örneğin bugün adı sanı belli bir güç kişisiyim, buna dayanarak bu sorunu çözmek istemedim. Doğru değil, cins tatminlerini güce dayanarak çözmek istemedim. Bu bana biraz ahlaksızca geldi. Gönüllükten yoksun, özgürlük iradesinden yoksun, güce dayalı bir tehlikeyi kendimde görmeye başladıkça, kendimi kaybetmemeye de büyük özen gösterdim.
Bu aynı zamanda şu tehlikeyi de beraberinde getiriyor; güç geliştikçe, erkekte ilk uygulama alanı, insanlar üzerinde bir statü geliştirmektir. Nedir statüsü? Kendisini ya bir manevi şahsiyet gibi, olağanüstü propagandalarla -çömezleriyle bunu yapar- kabul ettirir, ya da baskı aygıtlarıyla -buna sömürüyü de ilave ederek- insanları zayıflatarak kendine bağlamak ister. Erkekte yoğunlaşan gücün gelişim süreci böyledir. Bu kadında çok daha tehlikeli bir biçimde boyutlanır. Erkek böylece baskı ve sömürü gücünü kendi kişiliğinde yoğunlaştırdıkça, kadına yaklaşımı malesef çok dengesiz, çok tehlikeli bir mal yoğunlaştırması biçimindedir. Getirdiği boyut aslında esef vericidir. Kadını son derece tutsaklıkta bir incelmeye tabi tutar, metalaşmada bir incelmeye tabi tutar. Kendi egoizmini tatmin etmek için, sonuna kadar kadını güçsüzleştirir, iradesizleştirir ve bir kukla haline getirir. Efendisinin bir süs köpeği haline getirir ve bundan da gurur duyar, tatmin olduğu için.
Neredeyse bütün sınıflı toplumların gelişiminde durum böyledir. Sınıflı toplum geliştikçe ağırlıklı olarak erkekte güç yoğunlaşır. Erkekte güç yoğunlaştıkça, kadın gücünde muazzam bir yitiklik meydana gelir. Buna daha da açıklık getirelim. Ortadoğu din geleneklerinde bilindiği üzere, özellikle ilkel klan toplumlardan kurtulup -bunu sanırım tarihte en iyi gerçekleştiren alan Mezopotamya oluyor- kadının toplayıcılıktan üretime geçiş aşamasındaki gücü tartışmasızdır. Ve dinler öncelikle kadın tanrıçaları biçiminde ilk ifadesini bulmuştur. Ve halen çok etkili bir isim olan, Kürtçe'de de "yıldız" anlamına gelen "İştar", -Arapça’da vardır, bütün dillerde vardır- günümüzde "Star, Sterk" kadın tanrıçalığını ifade etmektedir.
Bu tanrıça aslında şöyle bir tarihi role sahiptir; ilk yerleşik toplum yaratıcısıdır. İlk köy topluluklarının kurulmasından tutalım, toplumsallaşma devriminin en önemli aşamasının büyük ölçüde kadın eylemi etrafında geliştiğini kabul etmek gerekiyor. İştar tanrıçasının herhalde tarifi böyle yapılabilinir. Kadın toplumu demek ki, bu ilk kuruluş sürecinde bir büyüklüğü temsil ediyor. Ondan sonraki süreç, sınıflı topluma geçiştir. Ve sınıflı topluma geçiş, esasta bir erkek hakimiyetine geçiştir. Erkek hakimiyetindeki gelişme o kadar sınırsız olmuştur ki, daha sonraki bütün tanrılar erkektir, aslında hiçbir kadın tanrıçası kalmamıştır. Bütün imparatorlar erkektir. Çok az istisnalar dışında kadın olsa da, onlar da erkeksi kadınlardır. Bütün komutanların, bütün bürokratların %99’u erkektir. Bunda tabii çok dengesiz bir hakimiyeti göstermektedir.
Şüphesiz sınıfsallaşmayla ilgisi olmakla birlikte, herhalde insanlığın tek gelişim gerçeğidir, demek abartılı olur. Yani "erkek hakim olmadan yaşam olmaz" demek, başlı başına bir baskıcı ve sömürücü zihniyeti esas almak demektir.
Sosyalizmin bununla ilişkili olması hatta buna karşı olması gerektiğini düşünüyorum. Görüldüğü üzere, düşünce tarzımızda ve bundan kaynaklanan yaşam tarzımızda özgürlük var. Eğer sosyalizmde israr edeceksek, uygarlık tarihi boyunca geliştirilen bu kadın boyutunun güçten düşürülüşünün doğal olmadığını kavramalıyız. Bunun toplumsal gelişmeyle, sınıfsal gelişme türüyle bağlantılı olduğunu ve günümüzde de muazzam bir sorunlar kaynağı haline geldiğini görmekteyiz. Bunları çözdükçe devrimin derinleşebileceği ve bu anlamda da erkeğin fazla erkeksiliğiyle, kadının fazla kadınsılığı arasındaki orantısızlığı kaldırmak gerektiği kanısındayım. Bunun üzerinde çok yoğunlaşıyorum. Erkek nasıl bir erkek ol-malı, sorusu kadar kadın nasıl bir kadın olmalı sorusu benim için yakıcıdır. Çünkü tarih bu soruyu sormamızı gerekli kılıyor.
Aynı zamanda, Kürdistan’da, özellikle düşen erkeğin durumu, beni bu soruna daha da çekmiştir. Kürt halkının genelde -bazilari yanliş aleyhimizde kullanmak istiyorlar- "karılaştırılmış bir halkdır" dedim, bunun anlamı şuydu; tarih boyunca sürekli işgal ve istilalar halkimızın başından eksik olmadığı için, her işgalciye, yani her zorbaya, her despota -ki buda biraz hakim erkeğe benziyor- bağlı kalan bir halk. Bu anlamda "köle kadına benzetilmiştir" dedim, anlamlıdır. "Bunda Kürt erkeğinin rolü nedir" sorusuna geçtiğimde rolünün yürekler acısı durumda olduğunu gördüm. Klasik anlamda da, diğer uluslardan erkeklere pek benzemediği, çok farklı bazı yanlarının olduğunu gördüm.
Baskıcı sistemlerin etkisi altındaki erkek, bunun bütün acısını kadınlardan ve çocuklardan çıkarır. Yine ilginçtir, bütün sevgisinin kaynağınıda buradan görmek ister. Yani hem döver, hem söver, hem gözyaşı döker. Çok çelişkili bir kişilik! Sevmek istiyor, öldürüyor. Sevme tarzında öldürme var. Çocukları için de bu böyledir. Bu erkeği çok çaresiz gördüm. Çaresiz gördükçe bu erkeğin çözümlenmesi, bana nerdeyse en az kadın çözümlenmesi kadar önemli gözüktü. Şimdi, aslında sorunu kadın sorunundan ziyade, bir erkek sorunu olarak da çözüme tabi tutmam, büyük bir önem taşıyor.
Bunlar birçok ideolojide böyle ortaya konulmamıştır. Ideolojilerin çoğunluğu erkek egemenlikli olduğu için erkeği fazla çözmeye tabi tutma gereği duymazlar. Çok derin bir sosyalist kişilik olmazsa, erkek kendi iktidarını tehlikeye sokabilecek düşüncelere fazla yer vermez, kendini fazla eleştiri konusu yapmak istemez. Bu durum erkekte çok içselleşmiş bir yaklaşımdır.
Benim durumum biraz farklı. Klasik erkekle kopuşu ileri düzeyde sağladığım için cesaretle erkeği eleştiriyor ve çözüme tabi tutuyorum. Bu bir özgünlüktür, şüphesiz. Kadını da klasik boyutlarda çoktan erkekten hem koparmış, hem de özgürleştirmede önemli bir mesafe almış olduğum için, bu konuda da yaklaşımlar epey özgürleşmiştir. Çok dinamik bir çerçevede ele almaktayim. Ve bazı yeni kavramlar geliştirmeye çalışıyorum. "Erkekliğin öldürülmesi"nden tutalım, aynı bir biçimde "kadının yeniden yaratılması" ve "kadınsılığın öldürülmesi" gibi kavramlar ilgimi çekiyor. Sadece kavramlar düzeyinde değil, kadın ordulaşması gibi bir çaba içerisindeyiz. Çoğunun şaşırdığı, hatta büyük tepkilere de yolaçan gelişmelerdir.
Şüphesiz bunlar derin bir anlayişin ürünüdür. Ken-diliğinden yerleri olsa da esas itibariyla, bütün bu eleştirileri karşılayacak yeni yaşam tarzının temelini atmak için eşit ve özgürlüge dayalı bir çıkışın zeminini yaratmak zorunludur. Giderek plan-program bu temelde geliştirilmektedir. Dolayısıyla yeni topluma doğru yol alırken herkesın bilmesi gereken, burda da gelişkin bir planın giderek hayata geçirilmek istenildigidir. Özellikle yapimiz bunu bilmek zorundadır.
Bu bana hem çok önemli görünüyor, hem de yapacağımız bir çok işin devrim sonrasında değil, başında haledilmesidir. Bu konuda tarihi bir hatanın yapılmaması gibi bir anlayış da oldukça etkilidir. Eskiden derlerdi; "ulusal sorun sosyalizmden sonra çözülür", değil! Yine "kadın sorunu sosyalizmden sonra çözülür", degil! Anı anına, günlük olarak çözüme tabi tutulmadıkça ne sosyalist devrim olur, ne uluslar kurtulur, ne de cins kurtulur.
MED/TV.: Sayin Başkan, getirdiginiz çözümler aslında oldukça çarpıcı; dünya halklarının da oldukça ilgisini çeken çözümlerdir. Öncelikli olarak, yine erkeğin yaklaşımlarını biraz daha açmak istiyoruz. 8 Mart erkekler için neyi ifade ediyor? Aynı zamanda erkeğin bu 8 Mart’tan anlaması gereken şeyin ne olduğunun biraz daha ortaya konulması daha yararlı olacaktır. Bir de konuşmanızda kadını erkekten kopardığınızı, aslında cinsler arasında bu kopuşun aynı zamanda bir birleşmeyi de getirdiğini söylediniz. Bu birleşmenin içeriğini biraz daha koymak ve "erkeği öldürmek" kavramının çapını biraz daha açıklamak yararlı olur.
Abdullah ÖCALAN: 8 Mart, erkek için fazla birşey ifade etmez. Erkeğin mevcut düzeyiyle 8 Mart olsa olsa, kandırdığı kadına bir hediye almak gibi bir anlama sahiptir. Çoğunun gücü buna da yetmez. Erkeğin 8 Mart konusunda fazla bir sorunu olacağını sanmıyorum. Kendi anlayışımı da vurguladım. Eğer erkek kadına ilgi duyuyorsa -özellikle bizim devrimimizle bağlantılı olarak- şüphesiz böyle bir süreçte daha ciddi olma gereğini bilince çıkarmalıdır. Bu işler pek de benim ailemden, çevremden öğrendiğim gibi yürümez, öyle kadınla olunamaz veya "bende eskisi gibi bir erkek olamam" gibi bir sorgulamayı, bugünlerde daha sıkça kendisine uygulamalıdır. Bunu öneriyorum.
Bazı arkadaşlarımızın canı erken erkek istiyor, kadın istiyor, özellikle erkekler kadın istiyor. Bilinmeli ki bu konularda, bizim hem çözümleme düzeyinde büyük bir savaşımımız var, hem de savaşla bağlantılı, özgür yaşamla bağlantılı planlarımız var. Bunlara çözüm getirmedikçe bir erkeğin gizliden, hele hele klasik yetkilerine dayanarak veya gücüne dayanak, kadın araması boşunadır ve tehlikelidir. Aynı zamanda bazı köle kadınların da kendi cinsini, cinselliğini biraz fırsat bilip ortama dayatması da tehlikelidir. Bu günlerde daha çok bu konular üzerine yoğunlaşılması gerektiği kanısındayım. Ve giderek, sizi zorlayan bir sorunsa geliştirilen çözümler var.
Şimdi kadın savaşı veya bu temelde yaşam savaşı deyip geçmemek gerekiyor. İş ciddi. Doğru yaşam, iki cinsin birlikteliği temelinde olur. Ama nasıl bir birliktelik? Bizim toplumsal gerçekliğimize baktığımızda bu birliktelik, perişan bir birlikteliktir. Gücü kaybettiren bir birliktelik. Nerdeyse daha 15 yaşında kız, başını -adeta bir arı kovanına sokar gibi- bir aileye sokmuştur. Erkekte tüm namus anlayışını, tüm erkekliğini bir kadın üzerindeki hakimiyetinde görme gibi bir ucube duruma gelmiştir, hem de en erken yaşlarda. O yaşlarda artık bizim erkeğin karısından ve dolayısıyla çocuklarından başka düşünecek, ne bir vatanı vardır, ne güzel bir yaşam arayışı. Tam tersine, sırf karın doyurmak için sömürgecinin kapısında kırk takla atar. Hatta bugün bütün köy korucularının ve toplumumuzun, işbirlikçiliğin, en değme hainlerin bile, esasta bu duruma gelmelerinin nedenidir. Yaşam anlayışlarının, aile yaşam anlayışlarının onları getirdiği sonuçtur. Bunları çok iyi görüyorum.
Ben yurtsever bir insanım. Benim için önce ev değil; önce vatan sorusu geçerlidir. Nasıl olursa olsun, bir yaşam olsun anlayışı değil; özgür yaşam benim için esastır. Ve ben namus-onuru da burada görüyorum. Bunlar olmadıkça ne aile benim için ailedir, ne de saraylarım olsa, benim için saraydır. Hiçbir anlam ifade etmez. Böylesine yaman bir çelişki içinde bulunmaktayız. Maalesef erkeğimizin elinden gelen, 13’ünden, 25’ine kadar sırf bir başlık parası için, çeyiz parası için veya bir kadını elde etmek için diyar diyar dolaşmaktır. Kırk takla atar, kendini türlü türlü satar, bir kız buldu mu, ondan sonra da -cahil bir kadındır, erkeğe vereceği hiçbir şeyi yoktur- kaba cinselliğinden ve giderek sorun kaynağı olan bir kaç çoçuktan başka hiçbir şey sunamaz. Ne dili var konuşabilsin, ne yaşam hakkında bir felsefesi var tartışsın, ne bir gücü var herhangi bir soruna çözüm dayatsın. Bunlar yok. Dilsiz ve erkeğine en geriden bağlı olmaktan başka hiçbir özelliği yok. Bu, erkeği de boğar, kendisini de boğar.
Benim vicdanımın bunu kaldırması mümkün değil. Bizimle ilgilenen çevrelerin öncelikle bunu görmesi gerekiyor. Bazıları bizi eleştiriyorlar, birlikte yaşam nasıl, ne zaman olacak? Bu soruyu kendinize soracağınıza, "bu tehlikeli yaşamdan nasıl vazgeçeceğiz" diye sorun. Açık belirtmem gerekiyor ki, en değme arkadaşlarımız da, -saflarımız da dahil buna- "al sana dünya güzeli bir kız, nasıl yaşayacaksın" de-sek, nefes alış-verişini bile düzenleyemez, şaşa kalır. Kişiliği örgütsüzdür, kişiliği plansızdır. Kaba cinsel güdüleri ayaklanabilir. Bana göre, bu da düşük düzeyli bir paylaşımdır. Bir kadınla konuşmayı bile beceremez. Becermesi, kaba yönlü güdülerini tatmin etmeye yöneliktir. Ama bu büyük bir ayıptır.
Neden önce insan olarak anlaşmıyorsunuz? Çok temel sorunlarınız var. Sıkça örnek gösteriyorum; işte birlik kurmak isteyenler için çarpıcıdır. Kuşların yuvalarına bile bakın, insan eli yuvasına, yumurtasına değse, kuş orayı terkeder. Oraya artık "yuvamdır, yumurtamdır" demez, bırakır. Ama gelin görün ki bizim yuvamızın, yani vatanımızın, evlerimizin düşman işgalinin değmediği, sadece elinin değil, çizmesinin altında ezmediği tek bir noktası yoktur. Bu açık! Bir jandarma, bir polis her aileye istediği gibi girer; erkeğin kızına, karısına istediği gibi el atar, her türlü hakareti yapar. Bu açık bir gerçek. Bu durumda bizim erkeğin erkekliği kaç para eder? Kadının kadınlığı kaç para eder? Gerçekleri cesur tartışmaktan, ele almaktan çekinmemeliyiz! Ben bunları gördüm.
Benim için ilişki kutsaldır. Benim için ilişki çok özgün ve çok değerlidir. Ama ikinci gün bir işgalci gelmiş, kaba anlamda işgalciye gerek yok. Sürüm sürüm sürünüyorsunuz. Hiçbir ekonomik gerekçesi yok. Birlikte yaşam kültürü yok, sağlık yok. Başa bela! Bunlar ciddi sorundur. "Nasıl yaşamalı" derken, bu konularda neler yapabiliriz? "Vay başımıza gelen nedir" demeliyiz. Bunun belli bir onur düzeyini yaşadığını sanan bütün kızlarımızdan, erkeklerimizden önemle üzerinde durmalarını istiyorum. Haydi kölelik statüsü altında olanlara benim fazla diyeceğim yok. Ama bizim saflarda ilkesiz, fırsatçı kadın-erkek arayışları olmamalı. Sorunlarımız ağır. Kaldı ki, savaşı da bunu çözmek için gündemleştirmişiz. Bu öncelikle anlaşılmalıdır ve ben fazla açmakta istemiyorum.
Çok çarpıcıdır, hiç kimsenin inkar edemeyeceği bir ger-çekliktir. Herkesin yaşadığı gerçekliktir. Hem de bitirici bir biçimde, tüketici bir biçimde. Tabii ben bunu bir kader olarak görmüyorum. Aşılabileceği kanısındayım. Aşılacak gücü de kendimizde görmekteyim. Devrimi bunun için en önemli araç olarak değerlendiriyorum. Tam bir ustalıkla da gereklerini yerine getiriyorum.
Şunları soruyorum veya çözüm için şunları geliştirmek istiyorum: Düzen temelinde yüzyıllardan beri alışılagelen kadını da, erkeği de öldürmek! Tabii fiziksel anlamda kastetmiyorum. Moral düzeylerini, duygu düzeylerini, ilişki düzeylerini, kanunlara dayalı da olsa, gayrı-meşru ilan etmek! Ne böyle erkek olunur, ne böyle kadın olunur. Bunun, ilk yapmam gereken iş olduğuna inanıyorum. Biraz daha iyi anlaşılması için, kimse de bundan yanlış sonuç çıkarmamalı: Genel bir boşanma hareketi geliştirmek. Nedir genel boşanma ha-reketi? Şunu yine kimse istismar etmesin; varolan evliliklere karşı benim saygım var, kanunlar karşısında olmuş, imam nikahıyla olmuş. Ben bu tip birlikleri "yıkın, dağıtın" demiyorum. Ama yok işkence gibiyse de herkesin bunu dağıtma hakkı vardır. Yani bunu öldürmek gibi tutucu yaklaşımım da yoktur, anlayışta genel bir boşanma hareketinden bahsediyorum. Hatta evli olanların, sözlü olanların önce klasik anlayışlardan kendilerini boşamaları gerekiyor. Gerekirse resmi evlilikleri devam edebilir, resmi ilişkileri diyelim. Ama özde bir değişiklik yaratmak ve bu anlamda genel bir boşanma hareketi gerçekleştirmek bana çok çekici gelmektedir. Herkesin devrimden az-çok nasibini alabilmesi için birincisi bu.
İkincisi; bunun olması demek klasik kadınlığın ve erkekliğin öldürmesi de demektir. Bu ne demektir? Erkeğin özellikle kendini cinsel boyutuyla-cins boyutuyla kendini erkek sandığı ve onun üzerine inşa ettiği hayallerden, ahlaki değer yargılarından hatta düşünce demeyeceğim düşüncesizliğinden kendisini kurtarması gerekiyor. Ölüm budur. Yani bir yerde yeni yaşama başlangıç yapmak için ölmek denir, buna. Kadın için bu daha fazla geçerlidir. Mevcut kadınlıkla bu haliyle hiçbir şey kurtarılamaz. Hatta bana göre kadın mevcut kadınlığı da, mevcut erkekliği de en çok vurması gereken bir kişidir. Çünkü başına bela yağdırmaktan öteye hiçbir değeri yoktur. Herşeyi anlamsız kılıyor, güçsüz kılıyor. Kadınlığı başına bela olmuş, korkunç bir işkence haline dönüşmüş. Erkekliğe sunduğu kadınlık, erkeğe de felaket getirir. Giderek yalnızca tüm topluma, kaba anlamda soy sürdürür.
Toplumsal olarak bizim gerçekliğimizde özellikle, soy söndürüyor-sürdürmüyor bu önemlidir. Ulusal düzeyde soy söndürme var. Vatan düzeyinde vatansızlaştırma var. Özgürlük düzeyinden bahsetmeye bile değmez. Bunlar eğer ger-çekçi olarak görülürse, demek ki yaramız derin ve ağır operasyonlarla parça parça bazı yerlerin koparılmasını gerektiriyor. Diri yanlarımız kalmayacak mı? Bana göre kalır. Diri yanlar, yaratılacak yanlar vardır. Tabii ben bunlar üzerine de epey yoğunlaşıyorum. Herkesin de belli bir yoğunlaşmayı yaşama-sını isterdim. Bu bana göre önemli bir düşünsel boyuttan tu-talım, estetik boyuta kadar, askeri boyutundan tutalım, sportif boyutlarına kadar, komple ele alınması gereken bir yeniden yaratılma eylemidir. Ve bu bana çekici gelmektedir.
Saflardaki kadınları bu temelde ele alıyorum, erkekleri de bu temelde yenileştirmeye çalışıyorum. Kadına çok yönlü olarak müdahale ediyorum, bu hiç ayıp değil. Bana göre fiziğinin şekillendirilmesinden tutalım ruhunun, konuşma tarzının, giderek düşüncesinin nasıl olması gerektiğine kadar. Burada ayıplıktan öteye, çok cesaretli olmak gerekir. Bu vazgeçilmez bir görevin yerine getirilmesi gereği var. Görev de değil bu, yaşamın yaratılması gibi bir durum karşımızda.
8 Mart 1857'de New Yorklu binlerce dokuma isçisi kadın, 10 saatlik iş günü, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, eşit iş, eşit ücret gibi talepler için greve gitti. İşveren, işçiler arasındaki dayanışmayı önlemek için fabrikanın kapılarına kilit vurdu. Sonra kuşkulu bir şekilde çıkan yangında 129 kadın işçi yanarak can verdi.
Bu olay büyük tepkiye dönüştü. 1903 yılında ABD'de kadının ekonomik, politik, ve kişisel haklarını savunabilmek için Kadın Sendikaları Koalisyonu kuruldu.
1908'de şubat ayının son pazar günü sosyalist kadınların New York'ta oy hakkı, politik ve ekonomik hak istekleri ile yürüyüşleri ilk kadın günü gösterisi olarak kabul edildi.
Amerikalı kadınların hak arayışları, Manhattan'da 1909'da 2 bin kişinin katıldığı gösteri ile devam etti, bunu 20-30 bin kadın tekstil işçisinin daha iyi ücret ve çalışma şartları için başlattığı genel grev izledi. Kadın Sendikaları Koalisyonu grevdeki kadınların ihtiyaçlarını karşılayıp, bu grev esnasında tutuklanan kadınların kefaletlerini ödedi.
Amerikalı kadınların mücadelesi Avrupalı kadınları da etkiledi. 1910 yılında Kopenhag'da toplanan II. Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansında, dünya kadınlarının isteklerini dile getirebilecekleri uluslarası bir günün kararlaştırılması ile ilgili Clara Zetkin'in önerisi kabul edildi. Kesin bir gün belirlenmeyen bu kararın ardından ilk Dünya Kadınlar günü 19 Mart 1911'de Almanya, Avusturya ve Danimarka'da kutlandı.
Dünya Kadınlar Günü'nün 8 Mart'ta kutlanmasına ise 1972 yılında Sydney'de yapılan Mart Hareketi adlı büyük bir organizasyonla başlandı.
Birleşmiş Milletler'in 1975-1985 yılları arasını; Birleşmiş Milletler Kadınlar On Yılı; ilan etmesinin ardından 16 Aralık 1977'de 8 Mart'ın 'Dünya Kadınlar Günü' olarak kutlanmasına karar verildi. Bunu izleyen yıllarda da Birleşmiş Milletler'e üye ülkeler 8 Mart'ı Dünya Kadınlar Günü olarak kutlamaya devam ettiler.
8 Mart 1998 günü Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan tarafından kamuoyuna ilan edilen kadın kurtuluş ideolojisi bu başarıyı evrenselleştiren bir adım olarak tarihte yerini almıştır. Kadın kurtuluş ideolojisi salt bir kadın-erkek eşitliği yaratma amacıyla ya da salt kadın cinsinin kurtuluşuyla sınırlı olmayıp yeni yaşam bakış açısıyla yoğrulan bir kültür yaratmayı hedefler. Bu anlamda toplumsal düzlemde yaratılacak olan değişimi ve dönüşümün başat öğesi olan kadının, kendi doğasına, ilk toplumsallığına dönüş yapması ve bu ideolojiyle öngörülen dönüşümü kendinde somutlaştırmasını gerektirir.Yaşanan yüzyıl kaosundan en yaratıcı, yenileyici ve dinamik olarak çıkmak, tarihsel gelişim eğrisini özgürlüğe doğru çevirmek ancak kadının kurtuluşunu hedefleyen, toplumsal cinsiyetçiliğin aşılıp kadın yanlı yeni bir yaşam yaratmaya yönelen kadın kurtuluş ideolojisi ile olacaktır.
Abdullah ÖCALAN
I.Yurtseverlik
“Kürdistan söz konusu olacaksa eğer veya ana topraklar diyelim, o ananın da bahsettiği gibi yani o topraklarda yaşamak en güzeli diyorsak, herşeyden önce kadın ideolojisi topraksız olmaz. Hatta toprağın ekine açılması, üretime açılması, biraz da kadın sanatıyla bağlantılıdır. Demek ki kadın ideolojisinin birinci ilkesi, doğduğu topraklarda yaşamaktır.
Kadın kurtuluş ideolojisinin başlangıç ilkesi, yurdunu sevmek, toprağına anlam vermek, toprağının üzerinde yaratılan tüm değerlere saygılı olmak ve onları korumak, bu temel yaklaşımla yeni değerler yaratmakla yaşamsallaştırılabilir. Bu ilkeyle örgütlü kadın gücü, Kürdistan kadını öncülüğünde halkın kendi kültürüyle, kendi değerleriyle, maddi ve manevi tüm tarihsel değerleriyle buluşmanın, onları anlamlandırarak, büyüterek geleceğe taşımanın temel yürütücüsü olur. Kadının, tanrıçalaşmayı yaşadığı Mezopotamya topraklarının mevcut durumda yaşadığı insansızlaştırmaya, Mezopotamya insanının topraktan uzaklaştırılmasına karşı yaklaşımı, kadın kurtuluş ideolojisinin yurtseverlik ilkesi doğrultusunda bir mücadeleyi esas almak olmalıdır. Kürdistan’da değer bilincinin insan, madde ve her türlü üretimle birlikte anlam kazanması toprağın, özgür bireyle ancak özgür bir nefes alma imkânını getirecektir. Bununla birlikte ancak doğru bir yurtseverlik bilincinin sağlanması, ezilen psikolojisinin, ulusal inkârcılığın, köksüzlüğün aşılarak doğru bir yurt sevgisinin oluşturulması, dünya insanlığıyla doğru bir bütünleşmeyi getirecektir. Kadın kurtuluş ideolojisi doğrultusunda yurtseverlik ilkesini yaşamsallaştırabilmek, evrenselleşmenin de önemli bir aşamasını oluşturacaktır.
II. Özgür Düşünce, Özgür İrade İlkesi
En somut bir ifadesi ile kadın istediği gibi yaşar, kararlaştırır. Onun düşüncesine güveneceğiz, onun iradesine saygılı olacağız. Kadın Kurtuluş İdeolojinin vazgeçilmez bir ilkesi de budur.
İnsan türünün maddi gerçeklik içinde kendini farklılaştırarak yeni bir kimlik kazanması, onun düşüncesinin yansımaları olan ve toplumsallaşmaya zemin hazırlayan edimlerle gerçekleşmiştir. Varlığı koşullayan bir boyut da özgür ve iradi düşünme, buna göre yaşamadır. Özgür ve iradi düşünmenin inkârı varsa öz varlığın yaşamasından söz edilemez.
III. Özgürlüğe Dayalı Bir Yaşam Paylaşımı Ve Örgütlülük İlkesi
Özgürlüğe dayalı bir yaşam paylaşımı için örgütlülük gerekir. Örgütsüz insan bir hiçtir. İlk örgütlenme kadınla başlamıştır. En çok örgütlenmeyi esas alması gereken güç kadındır.
İnsanın varoluşuna, toplumsallaşma gerçeğine aykırı olmasına rağmen köleleştirmenin, sınıflı toplum tarihi boyunca varlığını sürdürmesi, kendini örgütlü bir güç olarak somutlaştırmasından kaynağını alır. Sümer tapınağı olan zigguratlar, hiyerarşik devletçi sistemin oluşturulduğu, eril zihniyetin şekillendirilerek kurumlaştırıldığı bir dölyatağı rolünü üstlenmiştir. Burada başlayan örgütlülük toplumun sınıflandırılarak köleleştirildiği, bunun tüm topluma dayatıldığı bir örgütlülüktür. Tahakkümcü sistemin gelişim yılları boyunca sağlamlaştırdığı, insan zihni ve bedeni üzerindeki egemenliğini derinleştirerek arttırdığı örgütlülüğe yönelerek onu aşabilmek ve özgürlüğe dayalı bir yaşam yaratabilmek ancak güçlü bir örgütlenmeyle mümkündür. Mevcut sistemin tüm örgütlenme ve kurumlaşmaları erkek karakterlidir. Bu eril hâkimiyetin örgütlenme diyalektiğindeki cinsiyetçilik, kadın üzerindeki hâkimiyet kadar ezilen sınıf, ulus ve tüm sömürülen kesimlerdeki erkek üzerinde de hâkimiyet kurmakta, onu da hiçleştirmektedir.
IV. Örgütlülükle Birlikte Mücadele İlkesi
İdeolojik-politik esaslar başta olmak üzere, örgütselliğe ilişkin, kültüre ilişkin velhasıl kendisini güçlendirebilecek her alana ilişkin kadının tam bir mücadeleci olması gerekiyor.
Mücadele kavramı varlıkla birlikte varolan ve olmaya devam eden bir olgudur. Çünkü varlıkların doğasında mücadele vardır.
Tahakkümcü sistemden kendini kurtararak, örgütlü bir güç halinde varlığını korumak, eril zihniyete karşı kadın eksenli bir ideoloji yaratmayı amaçlamak, ancak sağlam temelli bir mücadele gücünü kendinde oluşturmakla olanak dâhiline girebilir. Özgürlük mücadelesi saflarındaki kadın, bu durumda tarihsel bir bilinçle özgün örgütlülüğünü ele almalı ve mücadele yürütmelidir. Bu durumda bir kadın militanın her an hatırlaması ve ona göre kendi yürüyüşüne yön vermesi gereken gerçeklik mücadelesizliğin onu sistemle bütünleştireceği, mücadelesiz geçen her anın sistemin bir kazanımı olarak zamanda yer edineceği gerçeğidir. Mücadele ilkesini kendi kişiliğinde süreklileştirebilmek güçlü bir örgütlenmeyi ve özgür iradeyi de açığa çıkaracaktır. Kadına biçilen sessiz, verili olanı kabul eden, kendi iradi duruşu olmayan sıfatlandırmaları ancak bu ilkenin güçlü uygulanarak, kadın cinsinin öziradesini yaratarak, adım adım başarıya yönelerek aşılabilir ve kadın bu yolla kadın kurtuluş ideolojisinin öngördüğü yaşama yakınlaşacaktır.
V.Yaşamın Estetikle, Güzellikle Olan İlişkisi İlkesi
“Güzel yaşamın büyük ve kutsal ilkeleri kadar, onun nakış işlemesi gibi ilmik ilmik dokunması gereği vardır. Gözle, davranışlarla her şeyin estetik yani güzellik sınırlarında yürütülmesi gerekir. Büyük yaşamın özü örgüt ise örgütlülük düzeyi ise bunun elbisesi de güzel nakışlardır. Veya böyle bir dokunmayı gerektirir. Nedir bunlar? Dildir, davranış güzelliğidir.
Eğer özgürleşmek amaç olarak belirleniyorsa başlangıç olarak estetiğin çıkış noktası erkek eksenlilikten, erkeğe göre olmaktan çıkmalıdır. Bununla birlikte düşüncesinden fiziğine, davranışlarından üslubuna, konuşmasından beden diline ve ifade gücüne kadar bir bütün olarak amaçlı, anlamlı ve estetik bakış açısına sahip bir yaklaşımın esas alınması gerekmektedir. Yaşamın kadın kurtuluş ideolojisi ilkeleri doğrultusunda ele alınması, örgüt bütünselliği ve disipliniyle somuta yönelmesi ve estetik bakış açısıyla biçimlendirilmesi kadını başarıya yakınlaştıracaktır.
Ancak bununla kadın doğal toplumdaki gibi yaşamın cazibe dolu bir öğesi olacak, kendi somutunda köleliği değil özgürlüğü derinleştirecek, kendine yakınlaşanı sistemin ağlarından kurtararak özgürlüğe çekecek olan özüne kavuşacaktır.
İnsan her şeyin en güzeline layıktır. Kadın kurtuluş ideolojisini kendilerine temel alan özgürlük arayışçısı kadınların kendi güzellikleriyle yaratacakları yeni özgür yaşam, tüm insanlara güzelliği verebilecek bir dünyanın garantisi olacaktır.
8 Mart 2000 kadınına!
Seninle yaşamak için
Aramızda, Adem ile Hava'dan beri
Ekilen kara çalıların sökülmesi,
Yükseltilen duvarların kaldırılması gerekir!
Bunun için,
İlk sınıf, ilk hakim
Yalancı ve zalim erkekliğin yenilmesi
Ve uygarlığın çaldığı ateşin, alınması gerekir!
Bunun için,
Tüm Prometuslara bedel bir kavgayı göze aldım!
Dünyayı karşımda buldum..
Ve Prometeus'un memleketinde
haince esir düşürüldüm..!
Ey kutsal ana
Ve Sevda kadını!
Reber APO
8 Mart 2000
- Ayrıntılar
MED/TV.: Sayın Başkan, …
Öncelikle 8 Mart’ta, Dünya Kadın Hareketlerinin birleşmeleri gereken nokta ne olmalıdır? Aynı zamanda 8 Mart’a Kürdistan kadını açısından siz nasıl bakıyorsunuz? Yarattığınız kadın hereketiyle, 8 Mart arasındaki bağı nasıl kuruyorsunuz? Bunları açıklammanız, izleyicilerimiz açısından önemli olacaktır.
Abdullah ÖCALAN: Herşeyden önce, yalnız bir 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olmasını yadırgıyorum. Bütün günlerin kadınlı, özgür kadınlı olması yaşamın vazgeçilmez bir koşuludur. Ama bu 8 Mart gerçeği bile şunu çok açıkça gösteriyor ki, yaşamda kadın yoktur. Sadece böylesi bir günde anılmaya değer gibi yaklaşılması, kölelik boyutunun derinliğini göstermektedir. Benim için giderek yoğunlaştığım bir çalışma alanıdır. Savaştan bağımsız görmüyorum. Hatta devrimlerin tümünde olduğu gibi, günümüz devrimlerinin ve özellikle Kürdistan Devrimi’nin başarmasi gereken en temel konusu; kadın etrafındaki yaşamı çözme işidir. En gelişkin savaş sorunlarından tutalım, barışa ve onun özgür temeldeki gelişimine kadar işlerin odağında yer almaktadır.
Kadın, etrafındaki örülmüş zihniyet, ideoloji, örgüt, baskı, sömürü gerçekligiyle ele alınmadıkça, çözümü bu temelde derinleştirmedikçe; devrimi dolayisiyla savaşı kadından kopuk olarak ele aldıkça, ne savaşın tam bir özgürlük savaşı olması mümkündür, ne de ardından gelişebilecek barışın gerçek bir barış olabilmesi mümkündür. Bunun temel ve çok köklü bir koşulu, kadın etrafındaki ilişkiler ağının çözülmesidir.
Ai1eden tutalim ahlaka, hatta felseye, dini yaşama ka-dar hepsi bu konuda ne söylüyor? Bundan da öteye ne yapmişlardır, ne yapmayı düşünüyorlar? Bizzat nasıl bir düzen kurulmuştur? Bütün bunların çözümlenmesi hayatidir.
Kürdistan Devrimi üzerinde yoğunlaştıkça, soruna daha fazla ilgi duymamın ve bunda bir çözümü aramamın öyle savaştan kopuk olmadığını belirtmek istiyorum. Hem savaşi geliştirmede, hem de onun doğru anlamı üzerinde mesafe kaydetmede, bu sorunu ciddi olarak ele almaya ihtiyaç duyuyorum. Kald ki "kadınsız devrim olmaz, yaşam olmaz" denilir, bu doğrudur. Fakat günümüzde neredeyse bu haliyle kadınlı yaşam, hele mevcut statüko altında erkekli yaşam, benim halen kabul etmekte zorlandığım bir yaşam biçimidir. Hatta kendi devrimimi, bu yaşam tarzını degiştirmek amacıyla geliştirdiğimi söylesem, belki de bir gerçeği çarpıcı bir şekilde dile getirmiş olacağım.
Alışıla geldiği gibi, "8 Mart, dünya kadınlığı açısından ne anlama gelebilir" diye bir soru sorulduğunda; verilecek cevap; derinleşmiş bir köleliğin hatırlanması-anılması, çok sembolik ve hatta bana göre biraz da gayri-ciddi bir önemin verilmesi anlamina gelir. Neden bir gün kadın günü oluyor? Ya-şamın vazgeçilmez bir öğesi neden bir günde anılmaya değiyor? Ve buna anneler günü gibi bir günde hediye ediliyor.Bunlar bana göre samimiyetsizliğin ifadesidir, bunu aşmak gerekir. Bütün günleri "8 Martlar" gibi geliştirmek,ele almak gerekir.
Kürdistan boyutuyla bizim bugün için söyleyeceğimiz fazla birşey yok. Kadınlı devrimi biz büyük bir çaba halinde sürdürmekteyiz. Hergün 8 Mart’ın klasik anılmasının da çok üstünde geçmektedir. Hatta bizde işler öyle bir hal almış ki, bu konuda aşama yapamayan bir kadın veya erkeğin pek yaşama hakkını bulacağını da sanmıyorum. Sadece Kürdistan halkı için de değil, uluslararası düzeye yönelik tutum belirlemek isteyen güçler, özellikle kadınlar bu süreci anlamak is-tiyorlar. Sanırım bu tartışmalarımızda biraz bunu açıklığa kavuşturacağım.
Umarım önümüzdeki süreçte kadınlı toplantılara daha fazla önem vereceğim. Kendi payıma düşeni yapmayı bir borç olarak görüyorum. Özellikle bizde hep anılmaya ihtiyaç duyulan şehitler var. Gerek kendini "bombalaştırarak patlatanlar" ve böylece de insan soyunun belki ulaşabileceği en ciddi eylemlerin, özgürlük eylemlerinin sahibi olanlar, gerekse kendini yakarak bu biçimiyle de kendisini temizlemek isteyen kadın soyunun, bize yüklediği görevleri bu şehitler şahsında yerine getirmek benim için bir borçtur. Bugün vesilesiyle bunu özellikle belirtmem yerinde olacaktır.
MED/TV.: Sayın Başkan, PKK Önderliğinin, PKK’nin, özellikle kadın sorununa bakış açısı dünyanın dört bir yanındaki kadınların ilgisini çekiyor. Yani şu andaki tartışma düzeyiniz ve yaklaşımlarınızla bir ilgi odağı durumundasınız. Hareketinize Kürt kadınları dışında diğer uluslardan da birçok katılım var. Anlamaya-kavramaya yönelik, yoğun bir istem var. Kadının kendini PKK Önderliğine yakın hissetmesini neye bağlıyorsunuz? Sizce diğer uluslardan gelen kadın niçin kendisini yakın hissediyor?
Abdullah ÖCALAN: Kadın ilgisinin giderek gelişeceği kanaatindeyim. Bunun esas nedeni, erkek egemenlikli bir dünyanın geçerliğini eskiyi de aratmayacak bir biçimde sürdürmekteki ısrarıdır. Hatta erkek egemenlikli ideoloji, onun yaşama yansıtılışı, kadın sorununu daha da ağırlaştırmıştır. Özellikle son dönem 20. yy. devrimlerinde kadın açısından bazı açılımlar olmuşsa da tam çözüme gidilememiştir. Hatta reel sosyalizmin gerçekleştiği, resmileştiği ülkelerde bile bunun kadın devrimine taşırılmadığı, klasik yaşam ölçülerinin en benim diyen sosyalist önder kişiliklerde bile sürdürüldüğü açıkça ortada. Bana gelince, benim bunu biraz daha değişik ele aldığım ve sorunu çok daha derin ve çok genel (evrensel) ele aldığım doğrudur.
Hatta güncel dönemi kurtarmak açısından "nüfusun yarısıdır, onlarsız devrim olmaz" gibi dar bir anlayış içerisinde de değilim. Daha köklü uğraşıyorum. Benim için bir felsefe ve moral çalışmasıdır bu. Kendi sosyalist anlayışımı gerçekleştirmem için, bunu çözmem gerekiyor. Bir erkek kişiliği olarak, halen yaşam arayışı içindeyim. "Kadınlı yaşam nasıl olmalı, genelde yaşam nasıl olmalı" sorusunu sorarken, "kadınlı yaşam nasıl olmalı" sorusu benim için halen üzerinde yoğunlaşılması gereken bir sorudur.
…
Yaşamın her alanını ilgilendiren bu soruna geleneksel düzen yaklaşımlarının çok ötesinde, ideolojik olmaktan tutalım pratik birlikteliklere, evliliğin bile yeniden sorgulanmasına kadar her boyutta yeni yaklaşımlara ihtiyaç olduğu kanısındayım. Bu yönlü yaklaşımlarım dikkat edilirse, çok evrensel bir yaklaşımdır. Salt ulusal kadın kitlesiyle ilgili değildir. Bu yönlü uluslararası alanda da ilgi gelişmektedir. Bu yönlü gelişecek bir sosyalizm anlayışı, şüphesiz kadını çok daha fazla gündemleştirecektir. Kadın sorunu salt cins boyutlarında, -örgüt boyutlarında değil- toplumun tüm alanlarında "nasıl olmalı" biçiminde sorgulanacaktır. Ve cevaplar geliştikçe görülecektir ki esasta savaş ve barış bir kadın sorunudur. Kadın iradesi, kadın kişiliği gündeme girmedikçe, salt erkek egemenlikli anlayışlara dayalı çözümlerin, ne savaşı, ne barışı tek başına halledemeyeceği anlaşılacaktır.
Dolayısıyla önümüzdeki dönem devrimlerinin hatta 21.yy. devrimlerinin savaşların da ve onların ardından gelişecek barış süreçlerinin de sağlıklı kılınabilmesi için kadın devrimini derinleştirmemiz gerekiyor. Sanırım ilginin esas nedeni budur.
MED/TV.: Sayın Başkan, siz kadını ele alırken, kadın hareketini geliştirirken, özgürleşme konusunda belirli bazı noktaları ortaya koyarken, kadında neyi gördünüz? Kadının özgürlüğünde ne var?
Abdullah ÖCALAN: Ben, kadında herşeyden önce tehlikeyi görüyorum. Kendimi tanıdığımdan beri anamla hesaplaşmaktan tutalım, sizin gibi kızlarla uğraşmaya, hesaplaşmaya kadar, derin bir tehlikenin farkında olmak gibi bir özellik benim için etkileyicidir. Karşı cinsler beraber olmadan, tek başlarına olamazlar. Ama genelde öyle bir durum var ki, bu ilişki fazla kazandırmıyor. Bu ilişki doğru çözümlenmediğinde, neredeyse yaşamı bütünüyle tehdit ediyor. Hep bunun endişesi içindeyim ve bu endişe beni çok yoğun bir çözümleme gücüne götürüyor.
Başlangıçta sezgi yoluyla "bu ilişkilerde bir hastalık var, bu ilişkilerin böyle olmaması gerekir" diyordum. Çok iyi bildiğiniz köylerde, başlık parası ile yanıbaşımda en sevdiğim veya birlikte olmak istediğim kızların, birden bire adeta ortadan kaybedilişi, bir yitiklik gibi gelirdi. "Bu işte doğallık yok" diyordum. Ardından tüm düzene baktığımda para gücü olanın, baskı gücü olanın, aslında kadını çoktan aldığını gördüm. Özgürlük ilkesine göre, güzellik ilkesine göre ilişkilerden eser kalmadığını, sadece hayalde bunun mevcut olduğunu farkettim. Şiirde, edebiyatta, resimde, sinemada aslında ne kadar sahne, senaryo düzenlenirse düzenlensin, son tahlilde bunların kitleleri adeta afyonlaştırmada kullanıldığını gördüm. Esas olanın baskı ve sömürünün kadın konusunda en vahşi kanunlanırını uyguladığını ve aşkı öldürdüğünü herşeyden önce gördüm. Bu beni adeta bir intikamcılığa kadar yöneltti.
Aşk kutsal bir kavram. Aşkın katledilişi benim için kolay kolay kabullenilemez bir duygu, bir düşüncedir. Ben bu konuda herkesin yaptığı gibi bir bireyciliğe saplanmadım. Klasik erkek yaklaşımlarıyla kendimi çözmek istemedim. Biraz güç toparlayarak, örneğin bugün adı sanı belli bir güç kişisiyim, buna dayanarak bu sorunu çözmek istemedim. Doğru değil, cins tatminlerini güce dayanarak çözmek istemedim. Bu bana biraz ahlaksızca geldi. Gönüllükten yoksun, özgürlük iradesinden yoksun, güce dayalı bir tehlikeyi kendimde görmeye başladıkça, kendimi kaybetmemeye de büyük özen gösterdim.
Bu aynı zamanda şu tehlikeyi de beraberinde getiriyor; güç geliştikçe, erkekte ilk uygulama alanı, insanlar üzerinde bir statü geliştirmektir. Nedir statüsü? Kendisini ya bir manevi şahsiyet gibi, olağanüstü propagandalarla -çömezleriyle bunu yapar- kabul ettirir, ya da baskı aygıtlarıyla -buna sömürüyü de ilave ederek- insanları zayıflatarak kendine bağlamak ister. Erkekte yoğunlaşan gücün gelişim süreci böyledir. Bu kadında çok daha tehlikeli bir biçimde boyutlanır. Erkek böylece baskı ve sömürü gücünü kendi kişiliğinde yoğunlaştırdıkça, kadına yaklaşımı malesef çok dengesiz, çok tehlikeli bir mal yoğunlaştırması biçimindedir. Getirdiği boyut aslında esef vericidir. Kadını son derece tutsaklıkta bir incelmeye tabi tutar, metalaşmada bir incelmeye tabi tutar. Kendi egoizmini tatmin etmek için, sonuna kadar kadını güçsüzleştirir, iradesizleştirir ve bir kukla haline getirir. Efendisinin bir süs köpeği haline getirir ve bundan da gurur duyar, tatmin olduğu için.
Neredeyse bütün sınıflı toplumların gelişiminde durum böyledir. Sınıflı toplum geliştikçe ağırlıklı olarak erkekte güç yoğunlaşır. Erkekte güç yoğunlaştıkça, kadın gücünde muazzam bir yitiklik meydana gelir. Buna daha da açıklık getirelim. Ortadoğu din geleneklerinde bilindiği üzere, özellikle ilkel klan toplumlardan kurtulup -bunu sanırım tarihte en iyi gerçekleştiren alan Mezopotamya oluyor- kadının toplayıcılıktan üretime geçiş aşamasındaki gücü tartışmasızdır. Ve dinler öncelikle kadın tanrıçaları biçiminde ilk ifadesini bulmuştur. Ve halen çok etkili bir isim olan, Kürtçe'de de "yıldız" anlamına gelen "İştar", -Arapça’da vardır, bütün dillerde vardır- günümüzde "Star, Sterk" kadın tanrıçalığını ifade etmektedir.
Bu tanrıça aslında şöyle bir tarihi role sahiptir; ilk yerleşik toplum yaratıcısıdır. İlk köy topluluklarının kurulmasından tutalım, toplumsallaşma devriminin en önemli aşamasının büyük ölçüde kadın eylemi etrafında geliştiğini kabul etmek gerekiyor. İştar tanrıçasının herhalde tarifi böyle yapılabilinir. Kadın toplumu demek ki, bu ilk kuruluş sürecinde bir büyüklüğü temsil ediyor. Ondan sonraki süreç, sınıflı topluma geçiştir. Ve sınıflı topluma geçiş, esasta bir erkek hakimiyetine geçiştir. Erkek hakimiyetindeki gelişme o kadar sınırsız olmuştur ki, daha sonraki bütün tanrılar erkektir, aslında hiçbir kadın tanrıçası kalmamıştır. Bütün imparatorlar erkektir. Çok az istisnalar dışında kadın olsa da, onlar da erkeksi kadınlardır. Bütün komutanların, bütün bürokratların %99’u erkektir. Bunda tabii çok dengesiz bir hakimiyeti göstermektedir.
Şüphesiz sınıfsallaşmayla ilgisi olmakla birlikte, herhalde insanlığın tek gelişim gerçeğidir, demek abartılı olur. Yani "erkek hakim olmadan yaşam olmaz" demek, başlı başına bir baskıcı ve sömürücü zihniyeti esas almak demektir.
Sosyalizmin bununla ilişkili olması hatta buna karşı olması gerektiğini düşünüyorum. Görüldüğü üzere, düşünce tarzımızda ve bundan kaynaklanan yaşam tarzımızda özgürlük var. Eğer sosyalizmde israr edeceksek, uygarlık tarihi boyunca geliştirilen bu kadın boyutunun güçten düşürülüşünün doğal olmadığını kavramalıyız. Bunun toplumsal gelişmeyle, sınıfsal gelişme türüyle bağlantılı olduğunu ve günümüzde de muazzam bir sorunlar kaynağı haline geldiğini görmekteyiz. Bunları çözdükçe devrimin derinleşebileceği ve bu anlamda da erkeğin fazla erkeksiliğiyle, kadının fazla kadınsılığı arasındaki orantısızlığı kaldırmak gerektiği kanısındayım. Bunun üzerinde çok yoğunlaşıyorum. Erkek nasıl bir erkek ol-malı, sorusu kadar kadın nasıl bir kadın olmalı sorusu benim için yakıcıdır. Çünkü tarih bu soruyu sormamızı gerekli kılıyor.
Aynı zamanda, Kürdistan’da, özellikle düşen erkeğin durumu, beni bu soruna daha da çekmiştir. Kürt halkının genelde -bazilari yanliş aleyhimizde kullanmak istiyorlar- "karılaştırılmış bir halkdır" dedim, bunun anlamı şuydu; tarih boyunca sürekli işgal ve istilalar halkimızın başından eksik olmadığı için, her işgalciye, yani her zorbaya, her despota -ki buda biraz hakim erkeğe benziyor- bağlı kalan bir halk. Bu anlamda "köle kadına benzetilmiştir" dedim, anlamlıdır. "Bunda Kürt erkeğinin rolü nedir" sorusuna geçtiğimde rolünün yürekler acısı durumda olduğunu gördüm. Klasik anlamda da, diğer uluslardan erkeklere pek benzemediği, çok farklı bazı yanlarının olduğunu gördüm.
Baskıcı sistemlerin etkisi altındaki erkek, bunun bütün acısını kadınlardan ve çocuklardan çıkarır. Yine ilginçtir, bütün sevgisinin kaynağınıda buradan görmek ister. Yani hem döver, hem söver, hem gözyaşı döker. Çok çelişkili bir kişilik! Sevmek istiyor, öldürüyor. Sevme tarzında öldürme var. Çocukları için de bu böyledir. Bu erkeği çok çaresiz gördüm. Çaresiz gördükçe bu erkeğin çözümlenmesi, bana nerdeyse en az kadın çözümlenmesi kadar önemli gözüktü. Şimdi, aslında sorunu kadın sorunundan ziyade, bir erkek sorunu olarak da çözüme tabi tutmam, büyük bir önem taşıyor.
Bunlar birçok ideolojide böyle ortaya konulmamıştır. Ideolojilerin çoğunluğu erkek egemenlikli olduğu için erkeği fazla çözmeye tabi tutma gereği duymazlar. Çok derin bir sosyalist kişilik olmazsa, erkek kendi iktidarını tehlikeye sokabilecek düşüncelere fazla yer vermez, kendini fazla eleştiri konusu yapmak istemez. Bu durum erkekte çok içselleşmiş bir yaklaşımdır.
Benim durumum biraz farklı. Klasik erkekle kopuşu ileri düzeyde sağladığım için cesaretle erkeği eleştiriyor ve çözüme tabi tutuyorum. Bu bir özgünlüktür, şüphesiz. Kadını da klasik boyutlarda çoktan erkekten hem koparmış, hem de özgürleştirmede önemli bir mesafe almış olduğum için, bu konuda da yaklaşımlar epey özgürleşmiştir. Çok dinamik bir çerçevede ele almaktayim. Ve bazı yeni kavramlar geliştirmeye çalışıyorum. "Erkekliğin öldürülmesi"nden tutalım, aynı bir biçimde "kadının yeniden yaratılması" ve "kadınsılığın öldürülmesi" gibi kavramlar ilgimi çekiyor. Sadece kavramlar düzeyinde değil, kadın ordulaşması gibi bir çaba içerisindeyiz. Çoğunun şaşırdığı, hatta büyük tepkilere de yolaçan gelişmelerdir.
Şüphesiz bunlar derin bir anlayişin ürünüdür. Ken-diliğinden yerleri olsa da esas itibariyla, bütün bu eleştirileri karşılayacak yeni yaşam tarzının temelini atmak için eşit ve özgürlüge dayalı bir çıkışın zeminini yaratmak zorunludur. Giderek plan-program bu temelde geliştirilmektedir. Dolayısıyla yeni topluma doğru yol alırken herkesın bilmesi gereken, burda da gelişkin bir planın giderek hayata geçirilmek istenildigidir. Özellikle yapimiz bunu bilmek zorundadır.
Bu bana hem çok önemli görünüyor, hem de yapacağımız bir çok işin devrim sonrasında değil, başında haledilmesidir. Bu konuda tarihi bir hatanın yapılmaması gibi bir anlayış da oldukça etkilidir. Eskiden derlerdi; "ulusal sorun sosyalizmden sonra çözülür", değil! Yine "kadın sorunu sosyalizmden sonra çözülür", degil! Anı anına, günlük olarak çözüme tabi tutulmadıkça ne sosyalist devrim olur, ne uluslar kurtulur, ne de cins kurtulur.
MED/TV.: Sayin Başkan, getirdiginiz çözümler aslında oldukça çarpıcı; dünya halklarının da oldukça ilgisini çeken çözümlerdir. Öncelikli olarak, yine erkeğin yaklaşımlarını biraz daha açmak istiyoruz. 8 Mart erkekler için neyi ifade ediyor? Aynı zamanda erkeğin bu 8 Mart’tan anlaması gereken şeyin ne olduğunun biraz daha ortaya konulması daha yararlı olacaktır. Bir de konuşmanızda kadını erkekten kopardığınızı, aslında cinsler arasında bu kopuşun aynı zamanda bir birleşmeyi de getirdiğini söylediniz. Bu birleşmenin içeriğini biraz daha koymak ve "erkeği öldürmek" kavramının çapını biraz daha açıklamak yararlı olur.
Abdullah ÖCALAN: 8 Mart, erkek için fazla birşey ifade etmez. Erkeğin mevcut düzeyiyle 8 Mart olsa olsa, kandırdığı kadına bir hediye almak gibi bir anlama sahiptir. Çoğunun gücü buna da yetmez. Erkeğin 8 Mart konusunda fazla bir sorunu olacağını sanmıyorum. Kendi anlayışımı da vurguladım. Eğer erkek kadına ilgi duyuyorsa -özellikle bizim devrimimizle bağlantılı olarak- şüphesiz böyle bir süreçte daha ciddi olma gereğini bilince çıkarmalıdır. Bu işler pek de benim ailemden, çevremden öğrendiğim gibi yürümez, öyle kadınla olunamaz veya "bende eskisi gibi bir erkek olamam" gibi bir sorgulamayı, bugünlerde daha sıkça kendisine uygulamalıdır. Bunu öneriyorum.
Bazı arkadaşlarımızın canı erken erkek istiyor, kadın istiyor, özellikle erkekler kadın istiyor. Bilinmeli ki bu konularda, bizim hem çözümleme düzeyinde büyük bir savaşımımız var, hem de savaşla bağlantılı, özgür yaşamla bağlantılı planlarımız var. Bunlara çözüm getirmedikçe bir erkeğin gizliden, hele hele klasik yetkilerine dayanarak veya gücüne dayanak, kadın araması boşunadır ve tehlikelidir. Aynı zamanda bazı köle kadınların da kendi cinsini, cinselliğini biraz fırsat bilip ortama dayatması da tehlikelidir. Bu günlerde daha çok bu konular üzerine yoğunlaşılması gerektiği kanısındayım. Ve giderek, sizi zorlayan bir sorunsa geliştirilen çözümler var.
Şimdi kadın savaşı veya bu temelde yaşam savaşı deyip geçmemek gerekiyor. İş ciddi. Doğru yaşam, iki cinsin birlikteliği temelinde olur. Ama nasıl bir birliktelik? Bizim toplumsal gerçekliğimize baktığımızda bu birliktelik, perişan bir birlikteliktir. Gücü kaybettiren bir birliktelik. Nerdeyse daha 15 yaşında kız, başını -adeta bir arı kovanına sokar gibi- bir aileye sokmuştur. Erkekte tüm namus anlayışını, tüm erkekliğini bir kadın üzerindeki hakimiyetinde görme gibi bir ucube duruma gelmiştir, hem de en erken yaşlarda. O yaşlarda artık bizim erkeğin karısından ve dolayısıyla çocuklarından başka düşünecek, ne bir vatanı vardır, ne güzel bir yaşam arayışı. Tam tersine, sırf karın doyurmak için sömürgecinin kapısında kırk takla atar. Hatta bugün bütün köy korucularının ve toplumumuzun, işbirlikçiliğin, en değme hainlerin bile, esasta bu duruma gelmelerinin nedenidir. Yaşam anlayışlarının, aile yaşam anlayışlarının onları getirdiği sonuçtur. Bunları çok iyi görüyorum.
Ben yurtsever bir insanım. Benim için önce ev değil; önce vatan sorusu geçerlidir. Nasıl olursa olsun, bir yaşam olsun anlayışı değil; özgür yaşam benim için esastır. Ve ben namus-onuru da burada görüyorum. Bunlar olmadıkça ne aile benim için ailedir, ne de saraylarım olsa, benim için saraydır. Hiçbir anlam ifade etmez. Böylesine yaman bir çelişki içinde bulunmaktayız. Maalesef erkeğimizin elinden gelen, 13’ünden, 25’ine kadar sırf bir başlık parası için, çeyiz parası için veya bir kadını elde etmek için diyar diyar dolaşmaktır. Kırk takla atar, kendini türlü türlü satar, bir kız buldu mu, ondan sonra da -cahil bir kadındır, erkeğe vereceği hiçbir şeyi yoktur- kaba cinselliğinden ve giderek sorun kaynağı olan bir kaç çoçuktan başka hiçbir şey sunamaz. Ne dili var konuşabilsin, ne yaşam hakkında bir felsefesi var tartışsın, ne bir gücü var herhangi bir soruna çözüm dayatsın. Bunlar yok. Dilsiz ve erkeğine en geriden bağlı olmaktan başka hiçbir özelliği yok. Bu, erkeği de boğar, kendisini de boğar.
Benim vicdanımın bunu kaldırması mümkün değil. Bizimle ilgilenen çevrelerin öncelikle bunu görmesi gerekiyor. Bazıları bizi eleştiriyorlar, birlikte yaşam nasıl, ne zaman olacak? Bu soruyu kendinize soracağınıza, "bu tehlikeli yaşamdan nasıl vazgeçeceğiz" diye sorun. Açık belirtmem gerekiyor ki, en değme arkadaşlarımız da, -saflarımız da dahil buna- "al sana dünya güzeli bir kız, nasıl yaşayacaksın" de-sek, nefes alış-verişini bile düzenleyemez, şaşa kalır. Kişiliği örgütsüzdür, kişiliği plansızdır. Kaba cinsel güdüleri ayaklanabilir. Bana göre, bu da düşük düzeyli bir paylaşımdır. Bir kadınla konuşmayı bile beceremez. Becermesi, kaba yönlü güdülerini tatmin etmeye yöneliktir. Ama bu büyük bir ayıptır.
Neden önce insan olarak anlaşmıyorsunuz? Çok temel sorunlarınız var. Sıkça örnek gösteriyorum; işte birlik kurmak isteyenler için çarpıcıdır. Kuşların yuvalarına bile bakın, insan eli yuvasına, yumurtasına değse, kuş orayı terkeder. Oraya artık "yuvamdır, yumurtamdır" demez, bırakır. Ama gelin görün ki bizim yuvamızın, yani vatanımızın, evlerimizin düşman işgalinin değmediği, sadece elinin değil, çizmesinin altında ezmediği tek bir noktası yoktur. Bu açık! Bir jandarma, bir polis her aileye istediği gibi girer; erkeğin kızına, karısına istediği gibi el atar, her türlü hakareti yapar. Bu açık bir gerçek. Bu durumda bizim erkeğin erkekliği kaç para eder? Kadının kadınlığı kaç para eder? Gerçekleri cesur tartışmaktan, ele almaktan çekinmemeliyiz! Ben bunları gördüm.
Benim için ilişki kutsaldır. Benim için ilişki çok özgün ve çok değerlidir. Ama ikinci gün bir işgalci gelmiş, kaba anlamda işgalciye gerek yok. Sürüm sürüm sürünüyorsunuz. Hiçbir ekonomik gerekçesi yok. Birlikte yaşam kültürü yok, sağlık yok. Başa bela! Bunlar ciddi sorundur. "Nasıl yaşamalı" derken, bu konularda neler yapabiliriz? "Vay başımıza gelen nedir" demeliyiz. Bunun belli bir onur düzeyini yaşadığını sanan bütün kızlarımızdan, erkeklerimizden önemle üzerinde durmalarını istiyorum. Haydi kölelik statüsü altında olanlara benim fazla diyeceğim yok. Ama bizim saflarda ilkesiz, fırsatçı kadın-erkek arayışları olmamalı. Sorunlarımız ağır. Kaldı ki, savaşı da bunu çözmek için gündemleştirmişiz. Bu öncelikle anlaşılmalıdır ve ben fazla açmakta istemiyorum.
Çok çarpıcıdır, hiç kimsenin inkar edemeyeceği bir ger-çekliktir. Herkesin yaşadığı gerçekliktir. Hem de bitirici bir biçimde, tüketici bir biçimde. Tabii ben bunu bir kader olarak görmüyorum. Aşılabileceği kanısındayım. Aşılacak gücü de kendimizde görmekteyim. Devrimi bunun için en önemli araç olarak değerlendiriyorum. Tam bir ustalıkla da gereklerini yerine getiriyorum.
Şunları soruyorum veya çözüm için şunları geliştirmek istiyorum: Düzen temelinde yüzyıllardan beri alışılagelen kadını da, erkeği de öldürmek! Tabii fiziksel anlamda kastetmiyorum. Moral düzeylerini, duygu düzeylerini, ilişki düzeylerini, kanunlara dayalı da olsa, gayrı-meşru ilan etmek! Ne böyle erkek olunur, ne böyle kadın olunur. Bunun, ilk yapmam gereken iş olduğuna inanıyorum. Biraz daha iyi anlaşılması için, kimse de bundan yanlış sonuç çıkarmamalı: Genel bir boşanma hareketi geliştirmek. Nedir genel boşanma ha-reketi? Şunu yine kimse istismar etmesin; varolan evliliklere karşı benim saygım var, kanunlar karşısında olmuş, imam nikahıyla olmuş. Ben bu tip birlikleri "yıkın, dağıtın" demiyorum. Ama yok işkence gibiyse de herkesin bunu dağıtma hakkı vardır. Yani bunu öldürmek gibi tutucu yaklaşımım da yoktur, anlayışta genel bir boşanma hareketinden bahsediyorum. Hatta evli olanların, sözlü olanların önce klasik anlayışlardan kendilerini boşamaları gerekiyor. Gerekirse resmi evlilikleri devam edebilir, resmi ilişkileri diyelim. Ama özde bir değişiklik yaratmak ve bu anlamda genel bir boşanma hareketi gerçekleştirmek bana çok çekici gelmektedir. Herkesin devrimden az-çok nasibini alabilmesi için birincisi bu.
İkincisi; bunun olması demek klasik kadınlığın ve erkekliğin öldürmesi de demektir. Bu ne demektir? Erkeğin özellikle kendini cinsel boyutuyla-cins boyutuyla kendini erkek sandığı ve onun üzerine inşa ettiği hayallerden, ahlaki değer yargılarından hatta düşünce demeyeceğim düşüncesizliğinden kendisini kurtarması gerekiyor. Ölüm budur. Yani bir yerde yeni yaşama başlangıç yapmak için ölmek denir, buna. Kadın için bu daha fazla geçerlidir. Mevcut kadınlıkla bu haliyle hiçbir şey kurtarılamaz. Hatta bana göre kadın mevcut kadınlığı da, mevcut erkekliği de en çok vurması gereken bir kişidir. Çünkü başına bela yağdırmaktan öteye hiçbir değeri yoktur. Herşeyi anlamsız kılıyor, güçsüz kılıyor. Kadınlığı başına bela olmuş, korkunç bir işkence haline dönüşmüş. Erkekliğe sunduğu kadınlık, erkeğe de felaket getirir. Giderek yalnızca tüm topluma, kaba anlamda soy sürdürür.
Toplumsal olarak bizim gerçekliğimizde özellikle, soy söndürüyor-sürdürmüyor bu önemlidir. Ulusal düzeyde soy söndürme var. Vatan düzeyinde vatansızlaştırma var. Özgürlük düzeyinden bahsetmeye bile değmez. Bunlar eğer ger-çekçi olarak görülürse, demek ki yaramız derin ve ağır operasyonlarla parça parça bazı yerlerin koparılmasını gerektiriyor. Diri yanlarımız kalmayacak mı? Bana göre kalır. Diri yanlar, yaratılacak yanlar vardır. Tabii ben bunlar üzerine de epey yoğunlaşıyorum. Herkesin de belli bir yoğunlaşmayı yaşama-sını isterdim. Bu bana göre önemli bir düşünsel boyuttan tu-talım, estetik boyuta kadar, askeri boyutundan tutalım, sportif boyutlarına kadar, komple ele alınması gereken bir yeniden yaratılma eylemidir. Ve bu bana çekici gelmektedir.
Saflardaki kadınları bu temelde ele alıyorum, erkekleri de bu temelde yenileştirmeye çalışıyorum. Kadına çok yönlü olarak müdahale ediyorum, bu hiç ayıp değil. Bana göre fiziğinin şekillendirilmesinden tutalım ruhunun, konuşma tarzının, giderek düşüncesinin nasıl olması gerektiğine kadar. Burada ayıplıktan öteye, çok cesaretli olmak gerekir. Bu vazgeçilmez bir görevin yerine getirilmesi gereği var. Görev de değil bu, yaşamın yaratılması gibi bir durum karşımızda.
8 Mart 1857'de New Yorklu binlerce dokuma isçisi kadın, 10 saatlik iş günü, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, eşit iş, eşit ücret gibi talepler için greve gitti. İşveren, işçiler arasındaki dayanışmayı önlemek için fabrikanın kapılarına kilit vurdu. Sonra kuşkulu bir şekilde çıkan yangında 129 kadın işçi yanarak can verdi.
Bu olay büyük tepkiye dönüştü. 1903 yılında ABD'de kadının ekonomik, politik, ve kişisel haklarını savunabilmek için Kadın Sendikaları Koalisyonu kuruldu.
1908'de şubat ayının son pazar günü sosyalist kadınların New York'ta oy hakkı, politik ve ekonomik hak istekleri ile yürüyüşleri ilk kadın günü gösterisi olarak kabul edildi.
Amerikalı kadınların hak arayışları, Manhattan'da 1909'da 2 bin kişinin katıldığı gösteri ile devam etti, bunu 20-30 bin kadın tekstil işçisinin daha iyi ücret ve çalışma şartları için başlattığı genel grev izledi. Kadın Sendikaları Koalisyonu grevdeki kadınların ihtiyaçlarını karşılayıp, bu grev esnasında tutuklanan kadınların kefaletlerini ödedi.
Amerikalı kadınların mücadelesi Avrupalı kadınları da etkiledi. 1910 yılında Kopenhag'da toplanan II. Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansında, dünya kadınlarının isteklerini dile getirebilecekleri uluslarası bir günün kararlaştırılması ile ilgili Clara Zetkin'in önerisi kabul edildi. Kesin bir gün belirlenmeyen bu kararın ardından ilk Dünya Kadınlar günü 19 Mart 1911'de Almanya, Avusturya ve Danimarka'da kutlandı.
Dünya Kadınlar Günü'nün 8 Mart'ta kutlanmasına ise 1972 yılında Sydney'de yapılan Mart Hareketi adlı büyük bir organizasyonla başlandı.
Birleşmiş Milletler'in 1975-1985 yılları arasını; Birleşmiş Milletler Kadınlar On Yılı; ilan etmesinin ardından 16 Aralık 1977'de 8 Mart'ın 'Dünya Kadınlar Günü' olarak kutlanmasına karar verildi. Bunu izleyen yıllarda da Birleşmiş Milletler'e üye ülkeler 8 Mart'ı Dünya Kadınlar Günü olarak kutlamaya devam ettiler.
8 Mart 1998 günü Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan tarafından kamuoyuna ilan edilen kadın kurtuluş ideolojisi bu başarıyı evrenselleştiren bir adım olarak tarihte yerini almıştır. Kadın kurtuluş ideolojisi salt bir kadın-erkek eşitliği yaratma amacıyla ya da salt kadın cinsinin kurtuluşuyla sınırlı olmayıp yeni yaşam bakış açısıyla yoğrulan bir kültür yaratmayı hedefler. Bu anlamda toplumsal düzlemde yaratılacak olan değişimi ve dönüşümün başat öğesi olan kadının, kendi doğasına, ilk toplumsallığına dönüş yapması ve bu ideolojiyle öngörülen dönüşümü kendinde somutlaştırmasını gerektirir.Yaşanan yüzyıl kaosundan en yaratıcı, yenileyici ve dinamik olarak çıkmak, tarihsel gelişim eğrisini özgürlüğe doğru çevirmek ancak kadının kurtuluşunu hedefleyen, toplumsal cinsiyetçiliğin aşılıp kadın yanlı yeni bir yaşam yaratmaya yönelen kadın kurtuluş ideolojisi ile olacaktır.
Abdullah ÖCALAN
I.Yurtseverlik
“Kürdistan söz konusu olacaksa eğer veya ana topraklar diyelim, o ananın da bahsettiği gibi yani o topraklarda yaşamak en güzeli diyorsak, herşeyden önce kadın ideolojisi topraksız olmaz. Hatta toprağın ekine açılması, üretime açılması, biraz da kadın sanatıyla bağlantılıdır. Demek ki kadın ideolojisinin birinci ilkesi, doğduğu topraklarda yaşamaktır.
Kadın kurtuluş ideolojisinin başlangıç ilkesi, yurdunu sevmek, toprağına anlam vermek, toprağının üzerinde yaratılan tüm değerlere saygılı olmak ve onları korumak, bu temel yaklaşımla yeni değerler yaratmakla yaşamsallaştırılabilir. Bu ilkeyle örgütlü kadın gücü, Kürdistan kadını öncülüğünde halkın kendi kültürüyle, kendi değerleriyle, maddi ve manevi tüm tarihsel değerleriyle buluşmanın, onları anlamlandırarak, büyüterek geleceğe taşımanın temel yürütücüsü olur. Kadının, tanrıçalaşmayı yaşadığı Mezopotamya topraklarının mevcut durumda yaşadığı insansızlaştırmaya, Mezopotamya insanının topraktan uzaklaştırılmasına karşı yaklaşımı, kadın kurtuluş ideolojisinin yurtseverlik ilkesi doğrultusunda bir mücadeleyi esas almak olmalıdır. Kürdistan’da değer bilincinin insan, madde ve her türlü üretimle birlikte anlam kazanması toprağın, özgür bireyle ancak özgür bir nefes alma imkânını getirecektir. Bununla birlikte ancak doğru bir yurtseverlik bilincinin sağlanması, ezilen psikolojisinin, ulusal inkârcılığın, köksüzlüğün aşılarak doğru bir yurt sevgisinin oluşturulması, dünya insanlığıyla doğru bir bütünleşmeyi getirecektir. Kadın kurtuluş ideolojisi doğrultusunda yurtseverlik ilkesini yaşamsallaştırabilmek, evrenselleşmenin de önemli bir aşamasını oluşturacaktır.
II. Özgür Düşünce, Özgür İrade İlkesi
En somut bir ifadesi ile kadın istediği gibi yaşar, kararlaştırır. Onun düşüncesine güveneceğiz, onun iradesine saygılı olacağız. Kadın Kurtuluş İdeolojinin vazgeçilmez bir ilkesi de budur.
İnsan türünün maddi gerçeklik içinde kendini farklılaştırarak yeni bir kimlik kazanması, onun düşüncesinin yansımaları olan ve toplumsallaşmaya zemin hazırlayan edimlerle gerçekleşmiştir. Varlığı koşullayan bir boyut da özgür ve iradi düşünme, buna göre yaşamadır. Özgür ve iradi düşünmenin inkârı varsa öz varlığın yaşamasından söz edilemez.
III. Özgürlüğe Dayalı Bir Yaşam Paylaşımı Ve Örgütlülük İlkesi
Özgürlüğe dayalı bir yaşam paylaşımı için örgütlülük gerekir. Örgütsüz insan bir hiçtir. İlk örgütlenme kadınla başlamıştır. En çok örgütlenmeyi esas alması gereken güç kadındır.
İnsanın varoluşuna, toplumsallaşma gerçeğine aykırı olmasına rağmen köleleştirmenin, sınıflı toplum tarihi boyunca varlığını sürdürmesi, kendini örgütlü bir güç olarak somutlaştırmasından kaynağını alır. Sümer tapınağı olan zigguratlar, hiyerarşik devletçi sistemin oluşturulduğu, eril zihniyetin şekillendirilerek kurumlaştırıldığı bir dölyatağı rolünü üstlenmiştir. Burada başlayan örgütlülük toplumun sınıflandırılarak köleleştirildiği, bunun tüm topluma dayatıldığı bir örgütlülüktür. Tahakkümcü sistemin gelişim yılları boyunca sağlamlaştırdığı, insan zihni ve bedeni üzerindeki egemenliğini derinleştirerek arttırdığı örgütlülüğe yönelerek onu aşabilmek ve özgürlüğe dayalı bir yaşam yaratabilmek ancak güçlü bir örgütlenmeyle mümkündür. Mevcut sistemin tüm örgütlenme ve kurumlaşmaları erkek karakterlidir. Bu eril hâkimiyetin örgütlenme diyalektiğindeki cinsiyetçilik, kadın üzerindeki hâkimiyet kadar ezilen sınıf, ulus ve tüm sömürülen kesimlerdeki erkek üzerinde de hâkimiyet kurmakta, onu da hiçleştirmektedir.
IV. Örgütlülükle Birlikte Mücadele İlkesi
İdeolojik-politik esaslar başta olmak üzere, örgütselliğe ilişkin, kültüre ilişkin velhasıl kendisini güçlendirebilecek her alana ilişkin kadının tam bir mücadeleci olması gerekiyor.
Mücadele kavramı varlıkla birlikte varolan ve olmaya devam eden bir olgudur. Çünkü varlıkların doğasında mücadele vardır.
Tahakkümcü sistemden kendini kurtararak, örgütlü bir güç halinde varlığını korumak, eril zihniyete karşı kadın eksenli bir ideoloji yaratmayı amaçlamak, ancak sağlam temelli bir mücadele gücünü kendinde oluşturmakla olanak dâhiline girebilir. Özgürlük mücadelesi saflarındaki kadın, bu durumda tarihsel bir bilinçle özgün örgütlülüğünü ele almalı ve mücadele yürütmelidir. Bu durumda bir kadın militanın her an hatırlaması ve ona göre kendi yürüyüşüne yön vermesi gereken gerçeklik mücadelesizliğin onu sistemle bütünleştireceği, mücadelesiz geçen her anın sistemin bir kazanımı olarak zamanda yer edineceği gerçeğidir. Mücadele ilkesini kendi kişiliğinde süreklileştirebilmek güçlü bir örgütlenmeyi ve özgür iradeyi de açığa çıkaracaktır. Kadına biçilen sessiz, verili olanı kabul eden, kendi iradi duruşu olmayan sıfatlandırmaları ancak bu ilkenin güçlü uygulanarak, kadın cinsinin öziradesini yaratarak, adım adım başarıya yönelerek aşılabilir ve kadın bu yolla kadın kurtuluş ideolojisinin öngördüğü yaşama yakınlaşacaktır.
V.Yaşamın Estetikle, Güzellikle Olan İlişkisi İlkesi
“Güzel yaşamın büyük ve kutsal ilkeleri kadar, onun nakış işlemesi gibi ilmik ilmik dokunması gereği vardır. Gözle, davranışlarla her şeyin estetik yani güzellik sınırlarında yürütülmesi gerekir. Büyük yaşamın özü örgüt ise örgütlülük düzeyi ise bunun elbisesi de güzel nakışlardır. Veya böyle bir dokunmayı gerektirir. Nedir bunlar? Dildir, davranış güzelliğidir.
Eğer özgürleşmek amaç olarak belirleniyorsa başlangıç olarak estetiğin çıkış noktası erkek eksenlilikten, erkeğe göre olmaktan çıkmalıdır. Bununla birlikte düşüncesinden fiziğine, davranışlarından üslubuna, konuşmasından beden diline ve ifade gücüne kadar bir bütün olarak amaçlı, anlamlı ve estetik bakış açısına sahip bir yaklaşımın esas alınması gerekmektedir. Yaşamın kadın kurtuluş ideolojisi ilkeleri doğrultusunda ele alınması, örgüt bütünselliği ve disipliniyle somuta yönelmesi ve estetik bakış açısıyla biçimlendirilmesi kadını başarıya yakınlaştıracaktır.
Ancak bununla kadın doğal toplumdaki gibi yaşamın cazibe dolu bir öğesi olacak, kendi somutunda köleliği değil özgürlüğü derinleştirecek, kendine yakınlaşanı sistemin ağlarından kurtararak özgürlüğe çekecek olan özüne kavuşacaktır.
İnsan her şeyin en güzeline layıktır. Kadın kurtuluş ideolojisini kendilerine temel alan özgürlük arayışçısı kadınların kendi güzellikleriyle yaratacakları yeni özgür yaşam, tüm insanlara güzelliği verebilecek bir dünyanın garantisi olacaktır.
8 Mart 2000 kadınına!
Seninle yaşamak için
Aramızda, Adem ile Hava'dan beri
Ekilen kara çalıların sökülmesi,
Yükseltilen duvarların kaldırılması gerekir!
Bunun için,
İlk sınıf, ilk hakim
Yalancı ve zalim erkekliğin yenilmesi
Ve uygarlığın çaldığı ateşin, alınması gerekir!
Bunun için,
Tüm Prometuslara bedel bir kavgayı göze aldım!
Dünyayı karşımda buldum..
Ve Prometeus'un memleketinde
haince esir düşürüldüm..!
Ey kutsal ana
Ve Sevda kadını!
Reber APO
8 Mart 2000
- Ayrıntılar
Geçmişten geleceğe süre gelen bir heyecanla yeni bir 8 Martı yaşıyoruz. 8 Mart dünya emekçi kadınlar günü, yani emeğin, iradenin, azmin, mücadelenin, inancın sembolü. Kadına dair birçok gerçeği en yalın ve sade, açık, içten ve güzel bir şekilde ifade eden bir gün. Baharın müjdeleyicisi tabi ki, mart ayının bu günlerinde her ne kadar zorlu kış koşullarını her solukta hissetsek de 8 Mart bize neleri ifade etmiyor ki bahara dair. Çünkü bahar da aynı zamanda kadını ifade ediyor. Kadını anlatıyor bir nevi. Kadın olmanın sevincini insan daha çok hissediyor baharın. Kadının güzelliği doğanın güzelliği oluyor, kadın da birer çiçek misali renk veriyor bütün yaşama. İşte 8 Mart biraz da bize bunu anlatıyor.
Şimdilerde her yerde Kürt kadınları büyük bir coşkuyla görkemli bir şekilde eylemler yapıyorlar, serhildan tadında, zılgıtlarla, sloganlarla kutluyorlar 8 Martı. Jin, Jîyan, Azadî yazılı pankartlarla sokakları arşınlıyorlar. Özüne yaraşır bir biçimde, uğruna ne bedeller verildiğini bilerek, kendinden öncekilerin mücadelelerini devam ettirerek, yaşanan acıları hissederek kutluyorlar 8 Martı. Aslında sistemin bütün geriliklerine baş kaldırıyorlar demek belki de daha uygun düşer. Çünkü Kürt kadını direnişle dolu bir tarihin insanı. Çünkü Kürt olmanın kendisi hele de kadın olmanın kendisi direnerek yaşamak oluyor.
Evet bu gün Kürdistan topraklarında Kürt kadınları büyük bir özgürlük mücadelesinin baş aktörleri olma durumundalar. Bu toprakların geçmişine layık bir duruş sergiliyorlar. Çünkü her ne kadar egemen sistem kadın tarihi dışı bırakmaya çalışmış, sanki bütün insanlık tarihi kendi yaratımıymış gibi gösterse de şunu gerçeği iyi bilmeli; bu gün kadın kendinden çalınan tarihi yeniden yazıyor. Mezopotamya topraklarında onun esmer tenli, güleç yüzlü kızları artık tarihte yeni bir sayfayı, tertemiz bir sayfayı aralıyorlar. Önder APO’nun izinde özgürlük yürüyüşünü zirvelere çıkartan Kürt kadını toplumsal cinsiyetçi, basmakalıp yaşam tarzını temelinden sarsıyor aslında. Çünkü 8 Martlar bir direniş günüdür, bu gün kanla, emekle, iradeyle yaratılmıştır. Mücadeleyle, dirhem dirhem çabayla ortaya çıkmıştır. Dönüp tarihe baktığımızda birçok onurlu kadının siması ile karşılaşıyoruz. Roza’ları, Clara’ları, Anna’ları, Leyla’ların gülen gözlerini, kararlı yüzlerini görüyoruz. Onların ardılları olan Zilanları, Beritanları, Viyanları, Yıldızları görüyoruz.
İşte 8 Martlar böyle yaratıldı. Egemen sistemlerin her şeyi kendine mal etme hastalığı dünya emekçi kadınlar gününde kendini gösteriyor. Sanki kadın katliamını, tecavüz kültürünü, dışlanmayı, küçük ve hor görülmeyi kendisi değil de bir başkası yapıyormuş gibi yalan dolanlarla işini yürütebileceğini zanneden erkek egemenlikli zihniyet tabi ki yanılıyor. Çünkü biz kadınlar devletleştiren, sistem içileştirilen 8 Martları değil, kadının öz iradesi ile mücadelesi ile yaratılan 8 Martları kutluyoruz.
Bu anlamıyla kadın özgürlük mücadelesi açısından önemli bir sembol 8 Mart. Elbette ki kadın mücadelesi her zaman oldu. Beş binyıllık erkek egemen sistemin karşısında beş binyıllık bir direniş kültürü vardı. O yüzden egemenler ilk başta kadınları vurun diyorlar, çünkü sistem karşısındaki alternatif, sistem içileşmeyen tek güç kadın. Bunu bildiği için şimdi APK de Kürdistan’da en çok kadını hedef yapıyor kendine. Kürt kadınlarını, genç kızlarını, çocuklarını bastırmaya, sindirmeye çalışıyor. Tecavüz kültürünü, kadın katliamlarını, sözde namus cinayetlerini en çok geliştiren güç AKP bu gün. AKP zihniyeti Türkiye’nin başına geldiğinden bu yana kaç kadın öldürüldü sözde namus çirkinliği yüzünden. Günde kaç kadın tacize, tecavüze, işkenceye, dayağa, tehdide, yani akla gelebilecek her türlü insanlık dışı muameleye maruz kalıyor. Bu bütün Türkiye genelinde yaşanmıyor mu? Cezaevlerinde tecavüze maruz kalan Kürt çocukları için kimin hesap vermesi gerekiyor? Elbette ki bu rezaletin baş sorumlusu AKP zihniyeti.
Sözde kadın koruma planlaması gibi göstermelik birkaç yasa ile mi korunacak kadınlar. İnsanın şunu sorası geliyor AKP kadını kimden koruyor peki? Bu gün bu kadar kadın katliamına sebep olan bu zihniyet mi kadını koruyacak? Zaten Türkiye’de yaşan bütün kadınlarına toplumsal cinsiyetçiliğin en alasını dayatan, en geri geleneksel yaşam şeklini dayatan, fuhuşu hat safhaya çıkartan kendisi değil mi? Şunu açıkça söylemek gerekiyor AKP zihniyeti kadın katliamcısı bir zihniyettir, kadına düşman bir zihniyettir. Erkek egemen düşüncenin, ataerkil sistemin en kurnaz uygulayıcılarından biridir. O yüzden bu gerçekliği iyi bilerek, AKP’nin bu yanını daha iyi bir şekilde ortaya çıkartarak daha güçlü bir mücadele içerisinde olmak gerekiyor.
İşte Kürt kadınları için 8 Mart bu geri zihniyet sahiplerine karşı verilen mücadelenin bir ifadesi oluyor. Kürt kadınları, anaları, genç kızları sadece 8 Martlarda değil yılın diğer geri kalan üç yüz altmış beş gününde de meydanlarda, sokaklarda, yaz kış demeden özgürlük mücadelelerini veriyorlar.
Bu günlerde Kürdistan topraklarında yine rengarenk çiçekler açıyor, yeniden bahar geliyor. Bizim için bir serhildan ayı olan Mart ayının bu ilk günlerinde Kürt kadınları rengarenk ulusal elbiseleri ile ellerinde bayraklarla, yeri göğü inleten haykırışlar ile bir kez daha Özgürlük kazanacak diyorlar. Bizler de onların yoldaşları olarak Kürt kadınları şahsından bütün kadınların 8 Martını kutluyoruz. Sadece yılın bir günün değil, diğer bütün üç yüz altmış dört gününü de kadın günü yapacağımızın sözünü veriyoruz.
Sema Viyan
- Ayrıntılar
Öncelikli olarak yaklaşan 8 Mart dünya kadın emekçiler gününü dünyadaki tüm kadınlara ve bu direniş gününde nasibini almış tüm insanlara kutlu olsun.
Ataerk sistem nedir? Ataerk sistem bin yıllar önce kadının öncülüğünde, anacıl kimliğiyle geliştirdiği ana yanlı toplum özelliklerine el koyarak kadın rengini silmenin adıdır. Çokça söylendiği gibi Ataerk sistem yaklaşık beş bin yıl önce üçlü şeytani ittifak olarak bilinen; şaman yani rahip, askeri şef yani avcı erkek ve anaların yanında ve gölgesinde tecrübe kazanmış ihtiyar erkek yani gerontokratların ortaklaşması ve kadına karşı geliştirdikleri komplolar sonucu ana tanrıçaların geliştirdiği doğa, insan ve toplum endeksli sisteme el konulmasıdır.
Başka bir deyimle insanlığın ilk kez köleleştirilmesinin serüvenidir Ataerk sistem. Kadının köleleştirilmesiyle başlayan süreç esasta insanlığın köleleştirilmesinin de başlangıcıdır. Öyle ki başat olan bir ana tanrıça kültüründen günümüze ulaştığımızda tümden silinmeyle yüz yüze kalmış, zorunda bırakılmış olan bir kültür.
Ataerk sistem kadını katletmekle insanlığı katletmiştir. Öyle ki kadın renginden bir şey bırakmamaya yeminli olan bu sistem en çokta kapitalist sistemle zirve yapmıştır. Kadını belki de en çok değersizleştiren sistemin de adıdır Kapitalizm.
Bunun için kadın rengi aynen eski görkemli günler gibi yaşatılmak isteniyorsa en çokta karşı durulması gereken sistem kapitalist sistemdir. Bu sistemin adı modern de olsa özünde beş bin yıl önce başlayan ve özünde hiçbir şeyi değiştirmeden tam tersine kadını köleleştiren bu Ataerk sistemi her geçen gün daha fazla yaygınlaştıran bu ucube sistemdir. Bunun için kadın duruşu en çokta bu ucube sisteme karşı konacak olan duruşla mümkündür.
Dünyanın her yerinde şöyle ya da böyle kapitalist modernist sisteme karşı bir duruş söz konusudur. Kadın rengi her geçen gün artarak gelişiyor ve gelişecektir de. Ancak bu karşı koyuşlar çok köklü ret ve kabul ölçülerini beraberinde getirmemesi durumunda bu mücadele zayıf kalacaktır.
Ret ve kabuller esasta kapitalist modernist sisteme karşı ret ve kabullerle başlar. Kapitalist modernist sistemin vaat ettiği ne kadar değer varsa bunları kusma temelinde yani ret etme temelindeki bir yaklaşım sergilenmesi durumunda kadın rengi gelişebilecektir.
Kadın rengi ise esasta Ataerk sisteme retle başlar. Yani birilerinin gölgesinde çıkmayı hedefleyen, birilerine bağımlı olmadan, kendi duruşunu sağlayarak yapılabilir. Bu ise kimlikli olmak demektir. Sorun toplumun yarısı olup olmanın çok ötesinde sağlam bir duruşu yakalamakla mümkündür. Yukarıda da belirtildiği gibi gerekirse Ataerk sistemin tümüne yani topuna kafa tutarak yapılabilir.
Dünyanın en geri ve feodal toplumu olarak Kürtler biliniyor. Siz buna tüm İslami değerleri de ekleyin. Ama bugün bu objektif duruma rağmen Kürdistan’da yaşamın, eylemin, siyasetin, düşünmenin, savaşmanın ve tabii ki sosyal etkinliklerin tümünde kadını başat güç olarak görürsünüz. Bugün böyle sözde “geri” kalmış bir toplumun içerisinde on binlerce kadın meydanları dolduruyorsa durup biraz düşünmek gerekir.
Dünyada en güzel 8 Martlar Kürdistan’da kutlanır ve kutlanıyor dersek bazıları alınabilir. Ancak alınmaya hiç gerek yoktur, meydanlara hem nicelik olarak hem de nitelik olarak buna bakmak yeter de artarda. Neredeyse Kürdistan’ın her şehrinde, her kazasında ve köyünde bugün 8 Mart heybetle kutlanıyor. Ve bu kutlamalar sadece 8 Mart günü birkaç kırmızı gül dağıtmakla da sınırlı değildir. Kürdistan’da 8 Mart şubat ayında başlayarak 21 Mart’a kadar uzanan en az 3 haftalık bir etkinlik ve direniş bayramıdır.
Evet, en iyi ve en güzel 8 Martlar Kürdistan’da kutlanır. Nedeni ise Ataerk sisteme karşı en güçlü direnişler ve başkaldırılar Kürdistan’da verildiği için bu böyledir. En büyük Ataerk güç ise devlettir, ordudur ve bu ucubelerin yarattığı ucube erkekliktir.
Bu direnişi kesintisiz sürdürmek için için o zaman ilk elden bu üç ucubeye karşı meydanlara. Meydanlara daha fazla adalet için, daha fazla paylaşımcılık için, daha fazla eşitlik için, daha fazla özgürlük için. Ve tabii ki daha fazla anayanlı bir toplum yaratmak için…
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
9 Mart günü 15.00-17.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap'ın Şikefta Birindara ile Karker Tepesine yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
8 Mart günü 18.30-20.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Metina'nın Kanî Guzê alanına yönelik olarak işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları tarafından hava saldırısı düzenlenmiştir.
- Ayrıntılar
İnsanlık var olduğu günden bu yana hep özgürlüğünü korumak ve geliştirmek için büyük bir çaba, direniş ve mücadele içinde olmuş, bunun için büyük bedeller ödemiştir. En büyük bedeli ise, hiç şüphesiz kadınlar vermiştir. Çünkü özgür yaşama dair ne varsa ilk kadının emeğinde, dilinde, bedeninde, zihninde darbe yemiş ve kadının şahsında bir bütün insanlık yenilgiye uğratılmak istemiştir. Tarih – erkeğin tarihi- bizi ya görmezden gelmiş ya da, bizleri cadı, büyücü, yoldan çıkaran iblis ilân ederek toplum dışı etmek istemiştir. Bizler diri diri yakılmış, sokaklarda dövülmüş, bize ait olamayan namus için toprak altına gömülmüşüzdür. Tanrıların insafına bırakıldığımız an başımıza gelmeyen kalmamıştır. Çünkü bizler tanrıların buyruklarını yerine getirmeyen şeytan olmuş, tanrılarla savaşa tutuşmuşuzdur. Bu savaş binlerce yıldır sürüyor ve ‘’Kadın Eksenli Bir Yaşam’’ yeniden kazanılana kadar da sürecektir.
Bu gün kadınların böylesi bir yaşam gerçekliğine dönük umutları daha da büyümektedir. Kadın her bir adımda daha fazla özgürlüğü, erdemli bir yaşamı yaratmaktadırlar. Kadın mücadelesinde gelinen aşama bunu çok net orta koymaktadır. Özellikle Kürt kadını açısından ele aldığımızda bu her yönüyle kanıtlanmaktadır. Kürt kadını bugün her yerde, her alanda öncü konumunda ve özgür kadın mücadelesinin en ön saflarında yer almaktadır. PKK ile siyasallaşan kadın, Önder APO’nun 8 Mart 1998’de ilân ettiği ‘’Kadın Kurtuluş İdeolojisi’’ ile mücadelesinde bir ivme daha kazanmış, kadının özgün ordulaşması ile bunu taçlandırmıştır. Şimdi Kürt kadının karşısında durabilecek hiçbir güç, hiçbir engel yoktur, yapılması gereken yalnızca mücadeleyi daha fazla -öz-gürleştirmektir. Biz Kürt kadınları şuan tüm dünya kadınlarının umuduyuz, bizler bu savaşta ne kadar başarılı olursak, dünya kadınları ve halkları için demokratik ve âdil bir yaşam o kadar olası olacaktır. Bu mücadele dağlarda, sokaklarda, meydanlarda an be an nefes nefese sürüyor.
Yine bir 8 Mart arifesindeyiz, kadının rengi şimdiden her yerde, coşkusuyla, moraliyle, direnişiyle, tüm engellere, barikatlara rağmen yılar önceki mücadele arkadaşlarının ardılları olmayı bilerek, meydanları yeniden zapt ederek ‘’ Vardık, varız, var olacağız’’ sloganlarını atmaktadır. Âdeta sisteme meydan okuyarak, başkaldırısını devam ettirmektedir. Çünkü bin yılların emeği ve savaşımı ile kazanılan değerlerin çok ucuz olmadığını, bu uğurda kadının ter ve kan döktüğünü unutmamaktadır. Kadın artık şunu da çok iyi bilmekte; bir an, yalnızca bir an bu mücadeleye arkasını dönerse, kaybedecek olan yalnız o olmayacak, kadının şahsında bir bütün insanlık ve ahlâkî politik toplum kaybedecek, yaratılan değerler, gün yüzüne çıkarılan gerçek tarih kaybedecektir. Bundan dolayı özgür, eşit ve âdil bir toplum yaratılana dek, kadın bıkmadan, usanmadan savaş vermeli, mücadele etmelidir. Sadece 8 Martlarda değil, tüm günlerde 8 Mart ruhuyla mücadele etmeli, mücadeleyi geliştirmeli ve tüm kadınları bu soluksuz ‘’ Varlığını Kanıtlama’’ mücadelesine katmalıdır.
Evet, kadın ve onun şahsında toplum her zaman yok edilmek istenmektedir. Sistem kendi gelişimi önünde kadını her zaman bir tehdit olarak gördü, görmeye devam etmektedir. Böyle de olmalıdır, kadın her zaman, her an erkek egemen zihniyet karşısında en etkin güç olmayı korumalı, bu uğurda mücadeleyi büyütmeli ve mücadeleyi büyük zorluklarla bugüne kadar getiren binlerce kadına olan borcunu, onların bıraktıkları mirasa sahip çıkarak ödemelidir. Tarih kadından bunu istemektedir ve kadın bunu gerçekleştirmek zorundadır. Çünkü özgür yarınlar kadının yaratmakta olduğu devrimde gizlidir.
Dersim Uğur Kaymaz
- Ayrıntılar
Her kavga için bir sebep aranır. Ama kavgaya girişmeden önce farkına varmak ve kavga sebebine tepki duymak, o sebebe baş kaldırma duygusuna sahip olmak gerekir. Dünyadaki kadınların yüzde kaçı bugün kendi farkında ya da kavga etmek için bir sebep bulmuş ve o sebebe tepki duymuş bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var, o da tüm dünya kadınlarının bir gün başlatacağı kavganın insanlığın kurtuluşu olacağı…
Biz Kürt kadınları olarak farkımıza vardığımızdan, uyandığımızdan bu yana kavga mekanlarını tuttuk. Karşılaştıklarımız, yaşadıklarımız içimizdeki isyan alevini hep körükledi. Bilincimize, ruhumuza tutulan ışığa doğru gitmekten kendimizi alıkoyamadık. Çünkü o ışık bizi kendimizle buluşturuyordu. Kadın olmanın ne kadar onurlu ve güzel bir şey olduğunu söylüyordu bize. Bir zamanlar söylerken bile utana utana söylediğimiz “kadın-ız-ım” sözcüğü, bugün en çok sarıldığımız ve gururla söylediğimiz bir sözcük, bir gerçeklik. Geçen zamana ve atlanan çağlara rağmen Tanrıçalarımızdan bize miras kalan kadın özü, ruhumuzun bir yerlerinde hep saklı kalmıştı. O ruhu açığa çıkaracak ve bizi kendimizle tanıştıracak bir yol göstericisi, bir pusula gerekiyordu bize. O ışık, o yol gösterici ve o pusula, erkek egemenlikli sistemin gerçekliğini çözmüş, kadın özünün insanlığın gerçek özü olduğuna inan, kadının adalet, eşitlik barındıran özünün kapitalist sistemin ayakları altında ezilen, nefessiz bırakılan insanlığa nefes olabileceğine de inanıyordu. O yüzden başlattığı özgürlük mücadelesinin temel ilke ve ölçülerini, felsefesini kadının özgürleştirmesine dayandırdı ve kadını kendisine en sadık yol arkadaşı olarak seçti. Biz Kürt kadınları şahsında tüm dünya kadınlarının üzerinde örgütlenebileceği, mücadele edebileceği Kadın Kurtuluş İdeolojisinin mimarlığını yaptı. Ve kadınca mücadelemizin yol arkadaşı, önderi oldu. Önder Abdullah Öcalan bizlere hep onurluca direnmeyi ve mücadele etmeyi öğretti. İnsanlığın kurtuluşunun kadının kurtuluşundan geçtiği bilincini oluşturarak, dünyanın neresinde olursa olsun insanlığın yaşadığı acılara kayıtsız kalınamayacağını öğretti. Din, dil, renk ayrımı yapmadan tüm insanları kucaklayabileceğimizi ve özgürlük sorunları için mücadele etmemiz gerektiğini…
Öyle ki özgürlük uğruna canları dahi birçok şeyden vazgeçen kadınlar tanıdık. Beritan, Zilan, Sema ve daha niceleri….
Direniş çizgisinden asla taviz vermeyen, direnerek büyüyen, başarı kazanan Özgürlük hareketimiz bugün de Önderliğimiz öncülüğünde, yediden yetmişe Kürt halkıyla, kadınlarıyla, gençleriyle ve dağlı çocuklarıyla büyük bir direniş ve mücadele içerisinde. Önderliğimizin İmralı’da başlattığı direniş dalga dalga Kürdistan’ın dört parçasına yayılıyor. Bu özgürlük direnişinin öncü gücü olan Kürt kadınları da 1 Martla birlikte 8 Mart dünya emekçi kadınlar gününü direniş ve serhildan havalarıyla karşılayıp kutluyor. Bu direniş dalgasının daha da büyüyüp yayılacağı kuşkusuzdur. Çünkü Kürt halkının ve kadınların özgürlüksüz bir tek gün bile geçirmeye tahammüllerinin kalmadığı tepkilerinden de anlaşılmaktır.
Özgürleşen kadının özgürleşen toplum olacağının bilinciyle örgütlenen Kürt kadınları bu çağın üstüne sinmiş adaletsizliği, eşitsizliği mücadeleleriyle çekip alacaklarını ve insanlığın özgürlüğüne giden yolda öncü güç olmayı sürdüreceklerini meydanlardaki ve mücadele alanlarındaki kararlı duruşlarından da görmekteyiz. Erkek egemenlikli gericiliğin kirlettiği bu dünyanın, kadınların elleriyle temizlenip özgürleşeceği kesindir. Buna inanıyor ve bu temelde kadınca mücadelemize sarılıyoruz. Gelecek günlerin hiç kuşkusuz özgürlüklü günler olacağı umuduyla, inancıyla yaşıyoruz ve mücadele ediyoruz. Kadın Kurtuluş İdeolojisine inan ve Önder Apo’nun ideolojik yaklaşımını benimseyen ve buna inanan tüm kadınların bu umudu taşıdıklarını biliyoruz. İdeolojimizin kapsayıcılığı etrafında birleşiyor, sınırları aşıyor ve mücadele için hep el ele oluyoruz. Kürt kadını öncülüğünde kazanacak olan özgürlüğe ve özgürlüklü günlere inanıyoruz ve bu inançla yaşıyoruz. Özgürlüklü günlerde buluşup kucaklaşıncaya denk tüm günlerin direniş ve mücadele günü olması dileğiyle…
Rojbin Golav
- Ayrıntılar
Kürt direnişçiliğinin yazılmayan tarihinin en temel öznesi nedir diye sorulursa hiç düşünmeden analar derim. İnsanlığın ve toplumsallığın o ilk dönemlerinden itibaren yaşananları hafızasında, duygularında, alışkanlıklarında muhafaza eden Kürt kadınları, anaları.
Çağdaş Kürt direnişi PKK’nin oluşumunda, destanlara konu kahramanlıklarında da anaların rolünü görmek, bilmek lazım. Dağlarda yaşamanın, emek harcamanın, doğayla bütünleşmenin, hoşgörü ve sevginin, paylaşımın değerini bilmenin, haksızlığa karşı çıkmanın derslerini öğrendiğimiz analarımız PKK’yi PKK yapan, gerillayı gerilla yapan etkenlerin başında gelir.
Anaların emeğiyle yoğrulan bir halkın çocukları olarak her bir Kürt anasına kendi anamızdan daha fazla değer verişimiz ondandır. Neredeyse hepimizin tek tek anası gitmememizi, dağa çıkmamamızı istemiştir. Kimi açıktan söylemiş, kimi içine atmış ama mutlaka ima etmiştir. Ne de olsa candan bir parça, canın yarısıdır evlat.
Ama biz, Kürdistan’ın özgürlüğü için yanıp tutuşan çocuklar anamızın gözyaşını tüm anaların gözyaşlarına derman olmak için akıttığımızı biliyorduk. Anaların emeğine ancak savaşarak, mücadele ederek cevap olacağımızı, anaların gözyaşlarını akıtmaktan haz duyan faşist sürüleri ancak bu savaşla defedeceğimizin farkındaydık.
Bu mücadelenin bu anlamıyla analarla bağı güçlüdür. Bu yüzden her bir anayla ayrı bir sözleşme yapılmıştır gönüllerde. Her bir anayla direnişin devam ettirilmesi için sonuna dek mücadele edileceğine dair bir anlaşma yapılmıştır.
Ama sözüm başka şimdi. Sözüm analara, direnişin merkezi, direnişin köprüsü ana kültürüne saldıranların oyunlarına.
Bir zincir gibi birbirine eklenerek ve etkileyerek bugünlere gelen, bugünleri yücelten bu direniş kültürü, direniş geleneği saldırı altındadır. Nasıl ki yarının kuşakları bugünden eritilmek, teslim alınmak, iradesizleştirilmek isteniyorsa bu direniş kültürünün koruyucusu ana kültürü de yok edilmek isteniyor.
Sanıyor musunuz ki Pozantı sadece Pozantı’da var? Sanıyor musunuz ki YİBO’lar sadece Siirt’te öyledir? Sanıyor musunuz ki eğitim diyerek yanıp tutuşanlar genç kızlarımızın geleceği için kaygılanıyor?
Ben, biz, sanmıyoruz. Öyle olmadığını biliyoruz.
Çok açık bir politikadır bu. İğdiş etme. Bir toplumu karılaştırma. Tecavüz kültürünün gölgesinde bir toplum yaratma.
En korkuncu da bunu kanıksatma, buna alıştırma, bir doğallık olarak gösterme çabaları tabii.
Hatırlayalım günümüz iktidarı ve çevresinin sözlerini;
“eylemlere katılacaklarına fuhuş yapsınlar” diyenler,
“Güneydoğudan kadınları kendinize ikinci eş yapın” diyenler,
“benim karım da Siirtli” diyenler,
Siyasi temsilcimize “yaratık” diyenler unutulmadı.
Yarının direniş merkezlerini sokak ortasında kurşunlayan, bombalara tutan, katledenler bunlardı. “Kadın da olsa çocuk da olsa gerekeni yaparız” diyenler yine bunlardı.
Gerekenin ne olduğu iyi anlaşıldı. Siirt’te ve diğer bazı yerlerde genç kızlarımızı tecavüz çetelerinin eline verdiler. Pozantı’da kalbini taş misali elinde taşıyan küçüklerimize ağza alınmayacak hakaretlerde, tacizlerde, tecavüzlerde bulundular.
Böylece yıldıracaklarını düşündüler. Direnişten yüz geri edeceklerini hesap ettiler.
Tablo nedir peki?
Yapabildiler mi? Direnişten vazgeçirebildiler mi? Direniş kültürümüzü yok edebildiler mi?
Tabii ki hayır.
Ama bu, saldırıların durduğu, duracağı anlamına gelmez, gelmiyor. Hedefine ulaşmamış olsa da soykırımda, katliamda kararlı bir siyaset Kürtler etrafında kirli çoraplar örmeye devam ediyor. Direniş geleneğinden uzaklaştırmak için elinden geleni yapıyor.
O zaman durup bir düşünmek lazım gelir. Seni yok etmek isteyen, seni sen yapan değerleri yok etmek isteyen, seni doğuran, direngen kılan, yaşamı öğreten analarımıza katliamı reva gören, varlığını görmezden gelip dilini tanımayan bu sistem içinde daha ne yapacaksın?
Neyi bekliyor, neyin olmasını düşünüyorsun?
Çözüm mü olacak sence? Densizin dediği gibi iklim mi değişecek sanırsın? Birileri gelip özgürlüğünü, refah ve mutluluk dolu bir yaşamı mı sunacak sana? Olmadı, yükselecek mücadeleden, her tarafı saracak savaşın alevlerinden kendini tek başına koruyabileceğini mi düşünüyorsun? Taraf olmamakta, suya sabuna dokunmamakta ısrar mı edeceksin?
Ne dersiniz, kaldı mı bu soruları soracağımız, yönelteceğimiz gafil Kürdistan’da? Var mı böyleleri daha aramızda?
Var ya da yok, o çok önemli değil. Önemli olan sözlerin eyleme dönme zamanının gelip çattığıdır.
Ve herkesin bir şekilde bu eylemde yer alması gerektiği.
Analarımızın, bizi bugünlere getiren direniş kültürünün temsilcilerinin, şehitleri, kahramanları yaratan, büyüten, eğiten, dil ve kültür kazandıran analarımızın en önde olduğu bu kavgada kalkan olmamız gerektiği…
Biz Kürdistan savaşçıları analara söz veriyoruz. O yiğit yoldaşlarımızı, yiğitliklerine neden geleneği koruyacağız. Canımız pahasına da olsa bu baharı özgürlük baharı yapacağız…
Pir Kemal
- Ayrıntılar