Bundan on üç yıl önce bütün dünyayı bir karabasana sürükleyecek olan, buz kesmiş vicdanların daha da katılaşmasının sonucu olarak lanetli bir gün yazıldı tarihe. İnsanlık tarihinde maalesef lanetli, adı ağza alınmak istenmeyen bir gün daha yaşanmıştı. Kana susamış, insanlıktan nasibini almamış, vicdandan merhametten yoksun, kıskanç efendilerin büyük bir komplosu sonucu yaşandı bu acı gün. Halkların, ezilenlerin, kadınların, çocukların sistemin sebep olduğu trajedisine yeni ve çok büyük bir trajedi eklemişti bu kara gün. Evet o gün 15 Şubat’tı. Şubat ayının ortasından bir sonraki gün. Bundan on dört yıl öncesine kadar da normal, sıradan, alelade, birçoğumuzun farkında bile olmadığımız, günlük hayatımızın kendi sınırlarında devam ettiği bir gündü 15 Şubat. Bildiğimiz 365 gün içerisinde bir gündü işte. Ama tarihler 1999 15 Şubatına geldiğinde sanki her şey değişmişti bizler için, Kürtler için. Öncesinden sıradan bir gün olan 15 Şubat artık bir daha hafızalarımızdan çıkmayacak derecede aklımıza kazınmıştı. Çünkü o gün lanetlenmişti, o gün hiç doğmamış gibiydi, her taraf kapkaraydı, siyahlara bürünmüştü her taraf. Yüreklerde öfke fırtınaları yaratan, intikam intikam diye bize yemin ettiren bir gündü. Güneşimizin, özgürlüğümüzün, onurumuzun, insanlığımızın bizden çalınmak istendiği bir gündü. Dirilen Kürt halkının, savaşan Kürt kadının paramparça edilip, özünden çıkartılmak istendiği gündü. Yüreklere kelepçe vurularak, bir sağırlar, dilsizler ordusunun yaratılmak istendiği gündü…
Bilge İnsana yapılan 15 Şubat 1999 komplosu ile bütün insanlık uçurumun eşiğine getirilmişti. Kürt halkı şahsında bütün Ortadoğu kana bulanmak isteniyordu. Zalimler, komplocular üşüşmüştü dağların ülkesine. O dağlar ülkesinin güzel kız ve oğullarına dünyayı dar etmeyi kafalarına koymuşlardı. Kana susamış vampirler gibi kıymak istiyorlardı canlara. Sanki dünyanın kaderi kendi ellerindeymiş yalanına inandırmışlardı kendilerini. Sanki kimse onları yenemezmiş gibi. Bütün bunlarla beraber özgürlük uğruna, bin yılların kölelik uykusundan uyanıp, gözlerini yaşama yeniden açan Kürt kadının yine kafesine kapatmak, kör kuyularda boğmak istiyorlardı. Önder APO şahsında Kürdün yüreğine, Kürt kadının yüreğine bir hançer saplamaya çalışıyorlardı.
Ama Önder APO bu hançerin ucunu ters yöne çevirdi, kendi zehirli hançerini düşmanın kalbinin ortasına sapladı. Özgürlük savaşını kat be kat yükseltti, dağların zirvelerinde daha güçlü özgürlük ateşleri yanmaya başladı. Direnen, savaşan Kürt özgürlüğe gün geçtikçe daha çok yakınlaşıyordu. Özellikle de Kürt kadını Kürdistan’ının masmavi semalarında özgürce kanat çırpışlarını tüm dünyaya gösterdi. Tüm dünya gördü bunu, anladı, kölelikten dirilen Kürt kadının ne kadar amansız bir özgürlük savaşçısı olduğunu, nasıl bir fedai militan olduğunu kabul etti. Komplocular, hainler, işbirlikçiler neye uğradıklarını şaşırmışlardı çünkü bu beklenmedik bir sonuçtu. Onlar bunu tahmin edememişlerdi. Her şeyin bittiğini sanmışlardı, kendilerin kandırmışlardı zavallılar. Bilmiyorlardı ki Önder APO’nun özgürlük sevdasını, halkının, gerillasının ona çelikleşmiş, ateşleşmiş bağlılığını. Bu gerçekliklerin nelere kadir geleceğini. Aslında bir kez daha insanlık onuru gün yüzüne çıkmış, beni ayaklar altına alıp çiğneyemezsiniz demişti. Bir tokat gibi inmişti komplocuların yüzlerine.
Komplo ile Kürt kadının, aslında bütün dünya kadınlarının umutları da, hayalleri de, aşkları da, gelecekleri de karartılmak istendi. Çünkü Kürt kadınına kendini tanıtan, onu karanlık kuytu köşelerden, unutulmaya yüz tutmuş insanlığından elini tutup çıkaran, ona bir insan olduğunu hatırlatan, değer veren, onu seven, bağrına basan, onunla yoldaş olan Reber APO’ydu. Onu gerilla yaparak ülkesinin yüce dağlarına çıkaran, düşmanına karşı savaşması için eline silah veren, düşünce gücünü geliştiren, sokaklarda, meclislerde irade olmasını sağlayan, bir fedai militan olup halkının gönlünde taht kurmasına yol açan O’ydu. O kadına kadın olduğu için değer verendi, kadını başının tacı yapandı. Bundan daha büyük, kutsal ne olabilirdi ki kadın için? Kadın nasıl sarılmazdı bu kadar güzelliğe dört elle, nasıl koşmazdı var gücüyle özgür yaşama? Kim yıkabilirdi bu dostluğu, kim girebilirdi Önderlik ile kadın arasına, kimin gücü yeterdi buna? İşte insanlık düşmanları korktular bu gerçekten, çünkü bu gerçek onları bitirecek gerçekti. Çünkü insanlığın doğduğu topraklarda, yeniden bir insanlık doğuşu gerçekleşiyordu. Çoraklaşmış Mezepotamya yeniden yaşam suyu ile can buluyordu.
Kara gün ile emellerine ulaşabileceklerini sandılar ama nafile, boşuna çabalardı bunlar, boğulup gideceklerdi onurlu insanların yaşadığı diyarlarda. Özgürlük savaşçısı olan Kürt kadınları onlara aman vermeyecekti. Çünkü yeminliydi bir kere, asla vazgeçmeyecekti bu savaştan. Nasıl vazgeçsindi, o kadar bedel vermişti. O kadar taze kanlar sulamıştı bu toprakları, o kadar gencecik fidanlar daha hayatının baharında düşmüşlerdi kara toprağın kucağına, kolay mıydı bunları unutmak? Bir kere özgürlüğün tadına varılmıştı. Toplumun yaratıcı tanrıçası, bilge kadını, kutsal annesi eski gücüne, özüne dönmeye karar vermişti. Bunun için her şeye hazırdı. Kararından bir adım geri atmayacaktı. Önder APO yarım kalmış projem dediği kadın özgürlük mücadelesini daha fazla geliştirdi her zaman. Bu konuda perspektifleri, değerlendirmeleri, eleştirileri ile her zaman kadına öncü oldu. Fiziki olarak kadının yanında olamasa da o ruhta, düşüncede, duyguda her zaman kadını hissetti, kadının zorlanmalarını anladı, mücadelesine değer kattı. Elbette ki kadın da yüreğinde aynı duyguları, kafasında aynı düşünceleri yaşadı. Belki yetersizdi, eksikti ama kendisi en iyi anlayanın, en çok hissedenin Önder APO olduğunu biliyordu. O yüzden önderine bağlı kalmaya, onun için savaşmaya ant içti. Elbette ki kadın yüreği yaralı, acılı, özlemle dolu çünkü önderi, yoldaşı, aşkı, yaşam sevinci hala dört duvar arasında, hala zalimlerin elinde. Bir insanın bir gün bile dayanamayacağı insanüstü koşullarda on üçüncü yılın geride bırakıyor. Büyük bir irade savaşı ile tanrısal yalnızlığın kutsallığında kendini tüm insanlığın ışığı, yol göstericisi yaptı. İnsan iradesinin, neler yapabileceğini, özgürleşmenin ne demek olduğunu Önder APO’dan başka kim gösterebildi? Dört duvar arasında nasıl bir yaşam yaratılacağını, bu yaşamın ne kadar güzel olduğunu, nasıl milyonların yüreklerine hitap ettiğini göstermedi mi bizlere? Kim artık bu gerçekleri inkar edebilir?
Yüreği körleşmiş, sağırlaşmış, dillerine kilit vurulmuş olanlar anlayamaz bunu tabi. Çünkü onlar kapitalist modernitenin demirden çarklarına, insan öğütme makinelerine çok bırakmışlar kendilerini. Hayattan umudu kalmayan, yaşamı sevmeyen, cam yürekli insanlar ancak böyle olabilir. Şimdi bunlar tecrit- izolasyonlarla, baskıyla Bilge İnsanı yenebileceklerini zannediyorlar. Onu susturabileceklerini zannediyorlar. Ama şunu biliyorlar mı acaba, O’nun sesi zaten milyonların yüreğinde atıyor. Milyonların beyninde yankılanıyor, oradan dudaklara ulaşıp özgürlük nidaları olarak yükseliyor dünyanın semalarına, bunu bütün dünya biliyor artık. Bu gün Kürt kadınları mücadelenin olduğu her yerde, dağlarda, şehirlerde, kıtalar arası özgürlük için savaşıyorlar. Fedaileşmenin, militanlaşmanın zirveleşmesinin yaşıyorlar. İşte bu Önder APO’nun zaferidir. Kürt halkının zaferidir, Kürt kadının, gençlerinin zaferidir.
Şimdi bunu bütün dünya görüyor, kabul ediyor ama bu sağırlar ve körler hala anlamamışlar. Kendi zavallılıklarında anlamak istemiyorlar. O yüzden baskı ve inkar ile Önderliğimize uygulanan tecrit politikaları ile sonuç alacaklarını zannederek aslında kendilerini kandırıyorlar. Bunu kendileri de biliyorlar ama gerçeği itiraf etmek zor derler. Ama onlar kendilerini kandırmaya devam etsinler. Kendi kendilerinin sonunu getirsinler. Önder APO, özgürlük güneşimiz her geçen gün Amed Surlarında halkıyla, Kürt kadınları ile Kürt çocukları ile buluşmaya daha çok yakınlaşıyor. Bunun en kısa zaman dilimi içerisinde gerçekleşmesi için Kürt kadınları Viyanların, Zilanların, Beritanların, Çiçeklerin, Berwarların yolunda ilerlemeye devam ediyor. Önder APO’nun özgürlüğü Kürt Kadının özgürlüğü bilinciyle her zamankinden daha fazla mücadeleye sarılıyor.
Sema Ronahi
- Ayrıntılar
Özgürlük dağlarına gelen insanlar bireysel hiç bir hesabı kitabı olmayan insanlardır. Dervişler için belirtilen “bir lokma bir hırka” felsefesine göre yaşamayı kendilerine esas alan insanlardır.
Dağlara ilk çıkarken her gelenin bu dağlara çıkış nedenleri farklı olabilir. Çıkış koşulları da farklı olabilir. Özgürlük mücadelesine bilinçli geleni vardır.
Yaşayarak, görerek, okuyarak, araştırarak ve birde vicdani olarak işgalcilerin bu kadar amansız saldırılarına karşı kendilerini sorumlu hissederek gelenler vardır.
Çok ciddi bir bilinçli katılımı olmasa da işgalcilerin uygulamalarını gören, bizatihi insanlık dışı dayatmalarını yaşayan, her türlü onursuzluğa karşı tepki duyarak gelip dağlarda gerillaya katılanlarda vardır.
Özgürlük mücadelesi geliştikçe Kürdistan’da olup biteni gören, bundan etkilenen, çevresinde özgürlük mücadelesine katılan, ya da şehit düşen, ya da gerillayı bizatihi bir şekilde görüpte gönül verenler de vardır.
Kürt olduğu için, Kürtlüğe yapılan onca hakarete karşı tepki duyarak, içine sindirmeyerek, ülkesini sevdiği ve halkını sevdiği için dağlarda bu hakaretlere karşı cevap vermek için dağlara gelenler de vardır.
Dağlara bireysel olarak toplumda olup bitenlere karşı rahatsızlık duymuş, bir şekilde yaşadığı bir ya da bazı durumlardan dolayı dağları kendisine sığınak olarak görüp gelen de vardır.
Ve tabii ki ilerici insanlık için ezilenlerin yanında bir sosyalist olarak mücadele etmek isteyipte gelenler de vardır.
Böyle dağlara yani gerillaya katılma biçimlerini daha da sıralamak mümkündür. Bu katılma biçimlerinin pozitif ve negatif yanları vardır. Dağlara gelipte ilk günden katılma biçiminden kaynaklı hemen adapte olupta en ileri düzeyde mücadele edeninden, katılma biçiminden dolayı -ki her yanlış ya da yanılgılı katılım zorlukları beraberinde getirmektedir-zorlananlar da vardır.
PKK başta Kürt halkı olmak üzere tüm insanlığın özgürlük, eşitlik, kardeşlik, adalet, paylaşım ve ortaklaşma sorunlarını gündemine alarak adımını atan bir harekettir. PKK bunu yaparken de çok ileri düzeyde insanlık için kendisini -en küçük hücresine kadar -yatırarak mücadeleyi esas alan bir harekettir. En belirgin özelliği bu bağlamda kendisini feda etmesidir. Bu bağlamda PKK’nin çok güçlü bir fedai ruha sahip olduğunu vicdanlı olan hiç kimse ret edemez.
Bir PKK’li kendi canını Kürt halkı ve tüm insanlık için Feda ederken karşılığında tek bir beklenti içerisine girmez ve girmemiştir. Gelecek aydın yarınlar için her PKK’li kendisini hesapsız feda eder. Öyle ki PKK’nin bu felsefesi Diyarbakır zindanlarında en ileri düzeyde direniş ve güçlü iradi duruş gösteren Mehmet Hayri Durmuş yoldaşımız şahadete doğru giderken bile “mezar taşıma borçlu” yazın demiştir. Enternasyonalizmin seçkin temsilcisi Kemal Pir ise 14 temmuz ölüm orucunda şahadete yaklaşırken; “yaşamı uğruna ölecek kadar seviyoruz” diyerek ölümün üstüne üstüne gelecek aydın yarınlar için gitmişlerdir.
Evet PKK’liler ve PKK kendisini böyle yaratmıştır. İlk günden başlayarak bugünlere kadar da bu ruh olduğu gibi canlı taptaze dimdik ayakta durmaktadır. Dağlara gelen her Kürdistanlı ya da enternasyonalist genç PKK’nin bu ruhuna katılarak gelmektedir.
Evet bir PKK’li böyle yaşadığı için, böyle bir yaşama katıldığı için kendisi için zırnık bir şey bile istememektedir. Öyle ki PKK’nin binlerce şehidinin bugün mezarı yoktur. Naaşının nerede olduğu bilinmemektedir. Şehit düşerken yoldaşları kaldırmış ve daha sonraları da o şehitleri saklayan yoldaşları da şehit düşence yerleri kayıp olmuştur.
Bunun yanında çatışmalarda kahramanca çarpışarak şehit düşerek naaşları işgalcilerin ellerine düşen binlerce yoldaşımızın naaşlarının nerede olduğu bilinmemektedir, bilmemekteyiz. Bugün toplu mezar gerçeği olarak karşımıza çıkan şahadetlerin büyük bir kısmı bu yoldaşlarımızdır. Navala Kasaba buna en iyi örnektir. Yine arazilerde bırakılarak param parça edilen yüzlerce belki de binlerce daha böyle gerilla naaşı…
Gerçekler bu kadar açık ve berrak olarak ortadayken kalkıp Kürdistan gerillasına, onun komutanlarına, onun yöneticilerine, onun önderliğine dil uzatmak tek kelimeyle bir ahlaksızlık ve saygısızlıktır.
Bu halk için, bu topraklar ve ülke için tek gram kan dökmeyen, kandan da öteye bir gram ter dökmeyen, kendi köşelerinde, yurt dışında ya da başka kıyılarda kuytularda gizlice, korkakça, hatta düşkünce sadece kendi bireysel yaşam arayışlarına girenler –ailelerini de bu suça ortak ederek-bugün hesapsız ve kitapsız dağlara gelipte kendi halkı için ilerici insanlık için canını veren bu militanlara ve bu militanların öncüleri olan önderine dil uzatmaları tek kelimeyle dediğimiz gibi büyük bir saygısızlıktır. Düşkünlüktür.
Yeniden söyleyecek olursak; bu dağlara geliş nedenleri ne olursa olsun, düzeyleri ne olursa olsun, nereli, nasıl, hangi halktan, hangi dinden ve mezhepten ve tabii ki hangi cinsten olursa olsunlar biraz PKK’nin ve PKK’li olmanın havasını teneffüs etmişlerse kesinlikle bu halk ve insanlık için beş metre bez bile istemeden canlarını dişlerine takarak feda etmesini bilmişlerdir. Öyle ki meçhul kalmayı göze alarak bunu yapmışlarıdır.
Evet az da olsa vicdanları kalmışsa bu gerçeğe karşı saygılı olmasını bilinmelidir. Bu gerçek karşısında saygılı olmasını bilmeyenler yarın gerçekleşecek özgür Kürdistan’da toplum içerisine çıkamayacaklarını bilerek saygısızlıklarını devam etsinler.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Beyaza bürünmüş bir gelin gibi Zağroslar. Ne zaman baksam bu geline, çiçeklenen baharı görüyorum hep. Kar beyazında bile ışıltılı çiçek bahçesi oluyor dağlar. Şubat, en beyaz halidir dağların. Ama Şubat’ta filizlenmeyi bekleyen tohumlar değil sadece kara gömülü olan, toprağa gömülü pimi çekilmiş bir atom gibi duruyor yüreği bütün dağlıların. Kavga zamanı Newrozlara girmeden önce, Şubat’ta çekiyorlar yüreklerinin pimlerini. Düşürülecek bir tepenin dibinde, pimi çekilmiş bombayı kendinden emin sımsıkı tutan usta birer savaşçı gibi bekliyorlar Newroz’a girmeyi, yürekleri avuçlarında.
Gözlerinde hüzünle kuşanmış bir öfke olarak duruyor Şubat’ın tam orta yeri. Bu Newroz’da bu öfke patlamasını susturacak tek ses, daha bir suskun şimdi. Suskunluk kıyamet öncesi sessizlik gibi duruyor dağlarda. Ne kadar boğulsa sesi onların, sessizliği anlamanın ustası oluyorlar bir o kadar. Ne kadar bir kefen gibi örtünse üzerleri soğuk beyazlarla, bir o kadar patlamaya ısınıyor yürekleri. Ustasılar sessizlikte kıyamet anını beklemenin. Çünkü dilsizlikte boğulmak isteniyor tek sesleri. Dili yasak bir ülkenin çocuklarıdır onlar. Dilsizliğin dilini en iyi onlar bilir. Dilsizliği bile çığlık yapmanın marifetindeler. Çünkü bütün dillerin ana kaynağı olan topraklarda konumlanıyorlar.
Bir kefen gibi örtünmüş Zağroslar. Toprağın altı cehennem bir bahar oysa. Nice kefen yırttı bu dağlar, bu güzel çocuklar. Kefenlerinden beslenmenin ustalığındalar. Böyle zamanlarında, yüreklerine hep Bir Anka Kuşu konuyor. En çok da Anka’nın kül beyazlığındaki yumurtası gibi duruyor şimdi Zağroslar. Ne kadar yansa o kadar dirilecek bu dağlar. Ve Newroz’a doğar bütün çocuklar bu topraklarda. Ateşten bir kıvılcım gibi uçuşacaklar o karartılmış diyârlara. Yangın çıkarma maharetinde Newroz ateşleri yakmaya gidecekler. Çünkü biliyorlar, ışımayan her yer zulüm cehennemidir bu topraklarda.
Ben de kendimi vurmuşum bu karlı dağ yollarına, soğuk bir Şubat ayazında. Geçmiş iyice misafirlik hallerim. Hangi gerilla kampına gitsem, hemencecik yerlisi olup yerleşiyorum oraya. Hüzne bulaşmış tebessümlerde karşılıyorlar beni. Bu, hızla yerleşmelerime takılıyorlar en çok. Sıcak bir çay, közde yakılmış bir ekmek ve yüreklerini koyuyorlar soframa. ‘Tam bir yerlisin sen’ diyorlar. ‘Neye ihtiyacın varsa, söyle hemen’ deyip kurulanmam için sobanın yanındaki taş oturağını gösteriyorlar bana. ‘Ev sahibisin nasıl olsa. Şütiğini aç, ıslak elbiselerini değiştir hemen’ deyip kuru elbiseler getiriyorlar bana. Değiştiriyorum hemen elbiselerimi. Kıtır kıtır ekmekten bir parça kırıp dişlerimin arasında, üzerine bir yudum gerilla çayı da içince, yüreğimden uçan bir kelebek gibi uçup gidiyor bütün bedensel yorgunluğum.
En çok tanışma faslını seviyorum bu yerleşme başlangıcı zamanlarımın. Tanıştırıyorlar yenileri. Bu falankes deyip gösteriyorlar bana en gençlerini. ‘Yeni misin?’ diyorum. Sadece bana gülümsüyor yenileri. İyice yenilenmiş ‘bir eski’ çıkıp, elini vuruyor omzuna genç olanın. Gülümsüyor o da. ‘Yeni de laf mı, son model, gıp gıcır. Doğru düğmesine bassan, saniyeye bin mermi sığdıracak sıfır bir kleş mübarek’ deyip gülümsüyor bana. Soru soran gözle baksam birine; adım Agit, adım Zilan, adım Armanc, adım Asmîn, adım Zekîye, adım Renas, adım Beritan, adım Delav, adım Sema, adım Loran, adım Viyan, adım Şurzan, adım Nuda…
Hemen başlıyorlar anlatmaya kendilerini. Tanıdıkları çok olanlara ha bire selam taşınıyor ya, kendilerine selam gönderecek biriyle tanışmanın sevincinde kimi zaman usulca, kimi zaman paldır küldür girişiyorlar sohbetlere. Keyifle dinlediğimi görünce kendilerini, şaşkınlığa uğruyor kulaklarım. Hangisini dinlemek için çevirsem yüzümü, hemen arkada konuşan kendini tanıştıran diğerinin sesi geliyor kulaklarıma. Bu taramalarda bütün mevzilerimi kaybedince hemen araya giriyor tecrübeli biri, ‘Yaw heval, hele bırakın bir nefes alsın, biraz dinlensin. Sonra merak etmeyin, nasıl olsa hepinizle ahbap çavuş olmanın bir yolunu bulur O. Ama dikkat edin, tam bir yerli bu adam. Yerleşti mi bir kere, vallahi sorularıyla allak bullak eder sizi. Sabahlara kadar bitmez bu yerlinin sohbetleri.’
Gülümsüyorum. Özellikle en gençlerine dikiyorum gözlerimi. Her birisi yurdumun bir parçası gibi duruyorlar karşımda. Son haberlerini getirmişlerdir yurdumun dört bir yanından. Soracağım onlara Horasan’ı, Kobanî’yi, Mersin’i, Hamburg’u, Paris’i, Erîwan’ı ve en çok da Gever’i. Çünkü Geverli en çok şimdi dağlar. Paramparça, darmadağınık sürgünlerdeki yurdum en çok sonbaharda akıyor dağlara. Ve hazırlanıyorlar yepyeni baharlara.
Yerliliğime dokundurunca hep eskileri, genç biri tutamayıp kendini, usta bir merakla, ‘heval Jêhat, sana niye yerli diyorlar?’ diye soruyor ısrarla. O sözü kullanmak istemediğimi, utangaç kesildiğimi görünce biri, genel ve esprili bir cevapla geçiştirmeye çalışıyorum ben de. ‘Bu dağlarda hep yerliyim de ondan’ diyorum. ‘Ha..Anladım’ diyor zekice gülümseyen genç biri. ‘Tabi ya, senin soyadın Bêrtî. Ee dağların en yerlileri değil mi Bêrtîler… Ondan… Yakışır hani’ diyor hemen ahbap çavuşluğa teşne bir tebessümle. Araya girip, ‘çok kuantumik bir tahmin ama tutmadı’ diyor eski biri. Biraz şaşırmış ama çaktırmamaya çalışıyor diğeri. ‘Olasılık çok kuantumda. Ben çıkarırım valla’ diyor. ‘Çok gidip geliyorsun dağlara, onun için değil mi? Ve seviyorsun dağları. Okumuştum yazılarını. ‘Yüreğim dağlı’ diyordun ya. E hep dağda oluyor o zaman, onun için yerli oluyor diğer adı’ Her şeyde olduğu gibi fırsatını bulunca kaçırmıyor espriyi diğeri. Ustaca elini koyup omzuna genç olanın, ‘Allah bilir, matematiğin zayıftı’ diyor. ‘Niye?’ diyor genç olanı biraz kızgın. ‘Heval, sen şehir mekteplerinin matematik olasılığında yapıyorsun hesaplarını. Sonuçları hep yanlış çıkar o şehirli hesapların bu dağlarda. O kadar ipucu verdim oysa, yine de anlamadın ’ diyor. ‘Ne ipucuymuş bu?’ diyor diğeri. ‘Verdim verdim de, sen anlamadın. Ne demiş gerillanın ataları ve anaları, anlayana sivrisinek saz, anlamayana Bisiving (B7) roketi az.’
Diğeri çaresiz teslim oluyor bu roketlik cevaba. ‘Yaw heval, çatlatmayın insanı, bir espri var bu işte, öğrenmesem hemen patlayacağım valla’ diyor zafer kazanmış gözlerle bakıyor diğeri. ‘E yerli. Çünkü bir Aborjin O’ diyor. Bir kahkaha patlıyor eskilerin dudaklarında. Genç olanı mahcup, ‘Tüh… Nasıl da unutmuşum.Okumuştum oysa bir yazısında’ diyerek geç kalmış mahcup kahkahasında.
Çoğu zaman en sevindiğim zamanlar oluyor bunlar. Hele bir de yazılarımı okuduklarını öğrenince, gururlanmadan edemiyorum. İşte asıl o zaman dağlarda olmanın keyfine daha bir varıyorum. Dağa yürüyen tek birisinin ayağının bastığı sudaki bir taş bile olmuşsa bütün yazdıklarım, yetiyor bu bana. Bunu, Şubat öfkesindeki dağların, her şeyi hüzne boğan gelinliklere gömülü gerilla kamplarında gördüğümde, daha bir hüzne kesiliyorum, daha bir pimi çekiliyor yüreğimin. Çünkü en çok dağlara yol olan, kırk yıllık dağ hayallerinde yaşayan o çocuk, dağlarından koparılmış, denizin ortasında, bir adadaki hücrede daha bir susturulmak isteniyor işkencelerde.
Şubat hüznünü dağıtmak için, yara yara yürüyorum dağlarda gömülü gerilla kamplarına. Dostlukta şen, Newroz hazırlığında öfkeli, Şubat hüznünde suskun kesiliyor dağlar. Bir suskunluk, ürkütücü bir suskunluk var bu Şubat’ta. Araya serpiştirilen dost sohbetleri, bahar hazırlığının heyecanları ve Newroz’larda akacak isyan sellerinin ve Newroz ateşlerinin umutlu ışıltıları olmasa, en çok Şubat’ta bir atom gibi parçalayacak gibi duruyor dağlar. Şubat’a dair hangisine sorsam düşüncelerini, cehennem çığlığında bir suskunlukla cevap veriyorlar.
Daha bir suskun bu Şubat dağlar. Dudakları daha bir kenetlenmiş öfkelerde. Dokunsan, cehennem fışkıracak gibi bakıyor gözleri. Daha bir sabırsızlıkla bekliyorlar bu baharı. Eylem öncesi sessizliğin kıyamet sessizliğinde daha bir ıssız dağlar. Onsuz kalınca, büs bütün susup ıssızlaşıyor dağlar. En gür sesi dağların susunca, daha bir büyüyor kıyamet sessizliği. Seslerini getireceğim size Şubat dağlarının. Ama kelimelere sığmıyor bu Şubat dağlar. Ve daha bir suskun, daha bir öfkeli, daha bir kenetli, sözden bıkmış dudaklar.
Son sözü hep yaşlılar söyler bu kadim topraklarda. Oysa, en çok da onlar suskunluktalar. Sanki bu Şubat bütün karlar onların saçlarına yağmış, sanki kar’a gömmüşler yüreklerini. Buz kadar suskunlar. Oysa biraz bilirim bu dağları, üşütmez onları hiçbir kar’ın soğukluğu, susturamaz hiçbir zulüm onların seslerini. Söze inanırlar en çok. Şimdi sessizce baharla sözleşiyorlar. Sözlerinin eridir onlar, komazlar sözlerini yerde. Ve en büyük sözlerini, en öfkeli sözlerini, en kıyamet sözlerini cehennem bir suskunlukta veriyorlar şimdi.
Gençler, suskunlukta acemi kalıyorlar bazen. Öfkeleri parçalayıp kenetli dudaklarını, bir kıvılcım gibi çıkıyor ağızlarından. Dağa gelmenin sevincini Şubat’ın öfkesine gömüyorlar. Dostluklarında şen olan bu çocuklar, Şubat’ta mahşer kuşanıyorlar. En çok da bir kelebek gibi bedenlerini ateşlerde meşale yapanlar, o güzel çocuklar, o ateş çocuklar, o güneş çocukları kuşanıyorlar yüreklerinin raxt’ında.
En çok Şubat’ta dağları dolaşmak zorluyor beni. Kar’ın kucağında tenimi üşütmüyor hiçbir soğuk. Yakmıyor hiçbir kar tenimin tek hücresini. Ama Şubat hüznündeki dağlıların suskunlukları cehennemlere çeviriyor yüreğimi. Oysa hasretimi gideremedim daha dağlarla. Şubat, kursağımda bir köz gibi dağlıyor bütün kelimelerimi. Şen çocukların gülüşlerini serpmesem üzerine, her şeyi ve her yeri tutuşturacak bu cehennem. Yakıcılığını bilirim ateşlerin.
Yabancısı ve korkak değil bedenim ama bir korku sarmış işte, yüreğimi. Bu Şubat’ta harlanan ateş, bu kadim toprakların en kadim kardeşliklerini bile yakacak gibi duruyor. Kızgınlıktaki çocuklar tanımazlar hiç kimseyi. Öfke tek çocuğudur zulmün. Kardeşi yoktur öfkenin. Öfkelerde cehennem olan yüreklerin, bütün kardeşlik köprülerini yıkmasından korkuyorum bu bahar. Çünkü katlanılmaz olmuş bazı kardeşlikler. Zulümde doğan bütün çocuklar, öfke dışında hiçbir kardeş tanımıyorlar yüreklerine.
Şubat’ta bir kıyamet demleniyor. Anaların gözyaşlarını döküyorlar bazıları bu ateşin üstüne. Söndüremez okyanuslar ötesinden gelen hiçbir tehdit okyanusu bu ateşi. Bir benzin gibi dökülecek anaların gözyaşları bu ateşe. Bütün okyanusları tutuşturup okyanus ötelerine uzanacak bu yangın. Tehditlere ve yalanlara, ‘görecekler’ kıvılcımlarında parçalanıyor genç dudaklar.
Bu ateşi söndürecek tek nefesin, uzadıkça uzayan suskunluğu korkutuyor en çok beni. Biliyorum, susarsa O nefes, hiçbir kelime tanımlayamayacak bu kıyameti. Mahşeri bile olmayacak bu kıyametin. Adalet terazisi kırılacak yüreklerin çünkü, en yanlış hallerinde yanlış tartıyor bu terazi. Sönecek bütün ışıklar bu Newroz’da. Şubat ateşleri yanacak Newroz meydanlarında. Ve dağlardan Şubat akacak her yere.
Herkese bahar olması beklenen bu bahar, Şubat yangınlarında demleniyor dağlarda. Yanlış tartan bütün terazileri yakacak bu yangın. Adaleti umursamıyor artık kimse. Sadece öfke ve intikam ateşleri demleniyor dağ yüreklerde. Çünkü adaletsiz buluyorlar en çok Şubat’ı. Bitmişse adalet, bitmiştir her şey.
Şubat’tayız. Ve Şubat’ta kırılmış adalet terazisi en çok. Baharın erdemi umurunda değil dağların. Newroz yangınının kıvılcımları çakıyor Şubat’ta demlenen dağ yüreklerde. Erdemini yitirmişse kardeşlikler ve kırılmışsa terazisi kardeşlik adaletinin, anlamı yok hiçbir erdemin. Hiçbir mahşer soramaz hesabını bu kıyametin. Adaletin öldüğü yerde biter bütün erdemler. O zaman adil olan tek şey girer devreye, ateş. Çünkü arındırıcıdır ateş. Temizleyicidir. Ateşe düşen bütün kirler pis bir duman olarak savrulur gökyüzüne. Demirden yürekler ise ateşte çelikleşir en çok. Dayanıksızdır kirler. Yok olur giderler ateşlerde. Kirletilmişse kardeşlik bile, onu da ateş temizler artık. En erdemini yitirmiş kardeşlik ise, adaletsizlikle kirlenmiş olandır. Kirlenmişse her şey, yangın açınılmazdır, ateş kutsaldır o zaman. Tek erdem ateştir o zaman. Bunu çok iyi bilir ateşin oğulları ve kızları. Oysa en çok adalet kirlenmiş bu zulüm zamanlarında. Bitmişse adalet, bitmiştir bütün erdemler. Çünkü ‘bütün erdemler adalette özetlenir…’
Jêhat Nûda Yayla
- Ayrıntılar
Kendimizi tamamlamak.
Doğanın insan ve topluma ait değerlerin, Sümer Rahip devleti tarafından mitolojilerle manipüle edilerek çarpıtılmasıyla, kendini toplumun değerleri üzerinde yükselterek kurumlaştıran yeni sınıfın ahlaki-vicdani çöküntüsüne karşı, insanlığından ve onun doğasal yaşama biçiminden vazgeçmeyen, bunu dayatılan tüm zihni, ruhi ve fiziki zorluklara göğüs gererek günümüze taşıyan büyük direniş gerçekliği, İmralı’da Önderliğimiz, şehitlerimiz ve halkımızın kutsal direnişiyle güçlendirilerek devam ettirilmiştir. Bu duruşla komplocu güçler amaçlarına ulaşamamış, boşa çıkarılmışlardır. Önderliğin, şehitler ve halkımız şahsında kazanan insanlık olmuştur.
Güneşimiz Reber Apo’nun iç etmen olarak yetersiz yoldaşlıktan da kaynaklı uluslar arası küresel-kapitalist güçler tarafından kahpece bir komplo ile İmralı’da esaret altına sekizinci yılı dolarken, bu sekiz yıl boyunca Reber Apo her gün, her saat, her dakika, her saniye halkı ve insanlık için tek kişilik tutuk cezaevinde ruhen-zihnen zindeliğini kaybetmeden, Eyüb sabrını aşan bir sabırla, yalnızlığını kutsal bir inziva süreci olarak değerlendirmiş, insanlığı tarihle aydınlatan ‘Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru’ , ‘Özgür İnsan Savunması’ ve ‘ Bir Halkı Savunmak’ adlı yapıtlarıyla Kürt, Türk ve Orta doğu halkları için; komployu kaybettirerek, barışlarının güvencesi olmuştur.
Kardeşini öldüren Kabil’i devam ettiren kanlı gelenek, bu günde kaybettikçe azgınlaşarak saldırılarına devam etmektedir. Kaybettikçe bukalemun gibi renk değiştirerek kendini Önderliğimiz şahsında insanlığa dayatmaktadır.
Reber Apo komploya karşı hiç kaybetmediği enerjisiyle büyük direnişi sergilerken bizde de; Önderliği zamanında anlayamama ve uygulayamama, yetersiz yoldaşlığın ifadesi olup komplonun çeşitli renklerde devam ettirilmesine de cesaret vermektedir. Emekle ortaya çıkan gelişmeleri inkar etmiyoruz ama yeterli olmadığı da aşikardır. Zaten yetersiz yoldaşlıkta bundan kaynaklanmaktadır.
Önderlik, 21. Yy çağ gerçekliğinde en üst bilinç düzeyi ile bütünleştirdiği ve anlamlı kıldığı militanları tarafından tarihte eşine ender rastlanan bir sahiplenişi yaratmıştır. Tüm komplo süreçlerinde bedenleriyle Önderlik etrafında ‘ateşten bir çember’ oluşturarak sahiplenmiş halk ve önderleşen yoldaşlık gerçekliği, bizim de Önderliği 24 saat yaşayarak, emekle nasıl sahipleneceğimizin cevabını vermektedir. Bu özgürselliğini, anlamsallığını, sezgiselliğini ve bilgiselliğini azami seviyede işlevselleştiren bir çağdaş müminler ordusudur. 21.yy’ın yedinci yılında mücadeleyi Önderlik etrafında zafere taşıyan Apocu militan gerçekliğidir. Bu geleneğin son halkaları Serdar ve Viyan’larda ifadesini bulan bu ahlaki, vicdani tutum, bizde de yakıcı bir şekilde doğru sahiplenişin emrini vermekte ve sorumluluğumuzu artık üslenmemiz gerektiğini ifade etmektedir.
Viyan Soran yoldaş Reber Apo’ya hücre cezasının verildiği tarih olan 15 Ocak 2006’ da şunu yazmaktadır; ‘ yoldaşlar, dostlar ve acı çeken kadınlar... sizler içinde bir kaç değerlendirme yapmak istiyorum. Üzülmeyin, halay çekin! Biliyorsunuz ki ben halay çekmeyi çok seviyorum. Halay çektiğim zaman kanatlanıp uçtuğumu hissediyorum.
Ben doğanın bir çocuğu ve evrenin küçük bir parçası olarak söylüyorum ki, kutsal bir yaşamın kanun ve ölçülerini yerine getirmek, yaşamıma anlam vermek istiyorum. Ben de bir meyve ağacı gibi, acı çeken halkıma ürün verme zamanımın geldiğine inanıyorum. Elleri havada kalmış çocuklara ve boğulmuş hayallere bir umut olmak istiyorum. Az da olsa, acı çeken kadınların özgürlük molekülünü geliştirmek için bir atom olmak istiyorum. En önemlisi de İmralı adası etrafındaki mumlar içinde bir mum olmak istiyorum. Size şunu belirtmek istiyorum ki, artık egemen devlete, yalancı ve zalim erkeğe cevap vermenin zamanı gelmiştir. Bunun için 15 şubat gecesini içimdeki kin ve nefreti bir volkan gibi patlatarak, bunların cezalandırılacağı bir geceye dönüştürmek istiyorum. 15 Şubat gecesi Mazlum Doğan, Zekiye Alkan, Berivan Ronahi, Sema, Fikri Baygeldi ve zincirin son halkası olan Serdar Arı’nın bedenindeki ateşi yüreğimde hissedeceğim. ‘ ya özgür bir yaşam ya da onurlu bir ölüm’ ‘ bı ji Reber Apo’ slaganları kulaklarımda çınlıyor, beynimde üst üste yankılanan ses, dünyaya sesleniyor. Bu ses amaca kilitlenişimin sesi olup, eylemdeki amacımın başarısını yüzde yüz garantiliyor. İçimdeki Sema ve Serdar’ın alevleri gürleşirken, hiç bir zaman Başkan Apo’nun etrafındaki ateşin soğumasına izin vermeyeceğim. Çok zorlu geçen bir kış içinden, bedenimdeki ateşin acısıyla mesaj vermek ve çağrıda bulunmak istiyorum. Bu mesajım özgürlük mesajıdır. Hepinizi Başkan Apo’yu korumaya, başarıya ulaşmak için eylem ve mücadeleyi yükseltmeye çağırıyorum.’
İşte bu çağrıyı duymak ve anlamak ve onun pratik ifadesine kavuşmak yetersiz yoldaşlığımıza son verecektir. Yetersiz yoldaşlık konumundan çıkmak ve komployu boşa çıkarma mücadelesi içinde olmak, beynimizi zaptederek, ruhumuza sinmiş küresel-kapitalist sistem ve onun yaşam kültüründen kopuşu sağlamak, en önemlisi de Önderlik paradigmasına girmekle olur. Partilileşen kadrosal duruşla, bu mücadelede komploya karşı durmanın ahlaki bir tutum olduğu bilinmelidir.
Önderlik ve şehitler gerçeğiyle kendimizi yeniden tanımlamak, onun bilinçli, ahlaki- vicdani varoluş tarzını özümseyerek yaşama eylemine dönüştürmek, komplonun yeni bir yılına girerken çağ gerçekliğinden de kaynaklı her zamankinden daha fazla tamamlanması gereken bir görev ve emir olarak aciliyetini korumakta, dayatmaktadır.
Burada önemle anlaşılması gereken, komployu tüm hücrelerimizde ne kadar hissettiğimize ilişkin olmalıdır. Çünkü komploya neden olan, dış etkenlerden çok iç etkenlerdir. Her birey içten, yani kendinde komployu sorgulamalı ve ona hizmet eden tüm geri yanlarından kendini kurtarmanın savaşımı içinde olmalı. Varsa eğer Önderlikle bir yaşam iddiamız, o zaman bu çabayı en yüksek kararlılıkla bütünleştirmeliyiz. Bu, içten komployu zayıflatarak, komplocu güçler karşısında daha güçlü, özgür bir duruşu sağlayacaktır. Özgürlük sanıldığı gibi bireysel değildir, toplumsaldır. Toplumsal özgürlük oranında birey özgürlüğü anlamlıdır. Özgürlük ise Önderlikle yaşamda mevcuttur. Önderliksiz hiç bir özgürlük olamaz ve bu mümkün de değildir. Yaşadığımız tüm köleliklerin Önderlikle kırıldığı ve özgür yaşama Önderlikle açıldığımızı bilmeyi, yüzeysel anlamanın ötesinde iliklerimize kadar anlamlandıramazsak gaflet, vicdansızlık ve ahlaki çöküntü içerisinde her gün kaybederek tükeneceğimizi bilmeliyiz. Önderlik özgürleşmeden hiç bir zaman özgürlük beklenmemelidir. Özgürlük, Viyan yoldaşın yaptığı gibi Önderlikle yaşamımızı anlamlandırarak mümkün olur.
Serdar Arı arkadaş ‘söz bitti, sıra eylemde’ derken, Viyan yoldaşın ardından gittiği eyleminde ‘PKK’de en büyük eylem, sözüne sahip çıkmaktır. Bilin ki bir yerlerde söz anlamını yitiriyorsa, orada gaflet, vicdansızlık ve ahlaki çöküntü vardır. Böyle bir durumun sonucu da ihanettir.’dedi. Buna cevaben eyleme dönüşmesi gereken birçok sözümüzün olduğunu hatırlamalıyız. Söz eylemle anlamlıdır. Ötesi Viyan yoldaşın da belirttiği gibi gaflet, vicdansızlık ve ahlaki çöküntüye gidiş ve ihanettir. Bu durumu yaşamamak için verdiğimiz sözlerin eyleme ne kadar dönüştüğünü, dünden bu güne bakarak sorgulamalı ve nerede durduğumuzu netleştirmeliyiz. Çok açık bir perspektifle, Viyan yoldaş dönemim eyleminin çok yönlü olduğunu, uygulamamız için önümüze koydu. Bu, yaşamda silik, parçalı ve tıkanmışlığa karşı kişilik bütünlüğünü ifade ediyor. Ayrıca bu bir emirdir.
Bu temelde Serdarların, Viyanların emrettiği yaşamın neresindeyim, onlar Önderlikle yaşamın doruğundayken ben bunu ne kadar hissedebiliyorum? Yaşamım ne kadar anlamlı, kim olduğumu, ne istediğimi, nerede yaşadığımı ve nasıl yaşamam gerektiğini biliyor muyum? Ne kadar hayal, ne kadar eylemim? Eylemim bu mirası ne kadar koruyor, yüceltebiliyor? Önderlikle 24 saatin kaçını yaşıyorum? Yoldaşlarımı ne kadar yaşıyor ve yaşatabiliyorum? Tüm bu sorular ve nicelerinin cevabı ne uzağımızda ne de sırdır. Çok açık önümüzde duruyor. Yapılması gereken sadece körlüğümüze bir son verip görmektir. Ve görmeyi süreklileştirerek eyleme dönüştürmektir.
Kendimizi Önderlik çizgisinde tamamlamanın çabasında, izlenecek yol olarak Önderlik gerçeğini sahiplenme için doğru anlamak her zamankinden fazla kendini dayatmaktadır. Önderliği sahiplenebilecek, komployu bu şekilde boşa çıkartabilecek ilkeli bir kadrosal duruşu yakalamamız gerektiği ortadadır. Önderliği idealize eden zihniyet ve bu zihniyete bağlı ruh halimiz, Önderliği doğru anlamamıza fırsat vermemektedir. Bu yüzden Önderliği sahiplenebilecek aktif yaşamsal bir örgüt olgunluğunun gerisinde kalıyoruz. Önderlik, büyüklüğünü emekle yaratmış, yaşayan bir gerçektir. Önderliğe bilimsel, felsefik yaklaşım, bir o kadar da kendimizi onunla yaratma anlamına gelir. Kendini Önderlik tarzı emekle, felsefeyle, bilimle tanımlayabilen, zaman ve mekanın dışında kalmadan somut koşulları iyi tahlil edebilen, diyalektiğini kurabilen, eylemini, Önderlik paradigmasını doğru özümsemiş, partilileşen bir kimlikle ifade edilebilen, Önderliğin çağdaş bir militanı olabilir. Bunun dışındaki müritlik ağacın kurduna benzer. Bu da asalakça bir yaşamdır. Asalakça yaşamın kaynağında da bir bütünen yaşamın hiç bir alanında sorumlu bir düzeye, bilince taşımayan, onun gereklerini yerine getirmeyen, günü birlik yaşam tarzı vardır. Başta sorgulanması, kaçınılması gereken bu yaşam tarzıdır.
Diğer bir yandan sorgulanması gereken bir gerçekliğimiz de eylem yerine, niyetlerle kendimizi izah etme tarzımızdır. Bu yüzden soyut ve hayalciliğin önüne geçerek güçlü bir gerçekleşmeyi sağlamada yetersiz kalıyoruz. Sonuç olarak kendini tekrarla; örgüt ve sistem kimliği arasında seçim yapamayan, ağlamaklı- sızlamaklı, sorunlara çözüm gücü olamayan, şikayetvari tarzlarla ortayolculuk derinleşip kronikleşen bir hal alıyor. Oysa niyet bir biçime öz olabildiği oranda değerli ve anlamlıdır. Bunu yapamamamız, komployu kendimizde mahkum edemediğimizi ve ona hizmet eden bir konumda olduğumuzu ifade eder. Verili kişilik, kader değildir. Karamsarlığa, umutsuzluğa, inançsızlığa düşmeden, şehitlerimizden alacağımız moralle aşma kararlılığını göstermeliyiz. Viyan yoldaşın dediği gibi; ‘eğer yerinde ve zamanında yaşamsal ve düşünsel bir emek verirsek, başaramayacağımız ve sonuç alamayacağımız hiç bir şey yoktur. Onun için hiç bir şekilde umutsuzluğa, karamsarlığa, inançsızlığa pirim vermeden, umutla, büyük sarsılmaz bir inançla mücadeleye atılmalıyız. Mücadelede nerede durduğumuzu tespit ederek, yerinde ve zamanında, yaşamsal ve düşünsel emekle her zaman güçlü, doğru çıkışların mimarı olmalıyız. Gelişimin bilinçli çabasını süreklileştirme istikrarlılığında, her türlü küçük burjuva oportünistliğine, geri feodal köylü kurnazlıklarına, örgüt yaşamını aşındıran ilişki tarzlarına karşı net militanca tavırda olmalıyız. Yaşamımız boyunca tüm iç ve dış geriliklere karşı Önderliğimizin, şehitlerimizin ve emektar halkımızın yarattığı değerleri kendimizde mücadeleyi yükselterek korumalı, çoğaltmalı ve yüceltmeliyiz.
Evet, bir 15 şubat gününe daha yaklaşırken, nasıl karşılamamız gerektiğini Serdar’lar, Viyan’lar bizlere gösterdiler. Bunun ahlaki ve vicdani boyutunu zihniyetimizde ve yüreğimizde tüm yakıcılığıyla hissederek bu günü karşılamalıyız. Viyan yoldaşın ‘bu yılki 15 Şubatı ağlama, çaresizlik ve umutsuzluk içerisinde değil, aşkla, coşkuyla ve büyük bir inançla karşılamak istiyorum’ dediği gibi karşılamalıyız. Beynimizi ve ruhumuzu onların ateşiyle aydınlatarak karşılamalıyız. Bir an bile unutmadan, tutkuyla karanlıklarımızdan arınarak Viyanların, Serdarların sevgisine ulaşmanın kutsal emeğiyle karşılamalıyız. Her zamankinden daha fazla var olarak Viyan yoldaş gibi bildiklerimiz ve yaptıklarımız arasında güçlü bir his köprüsünü kurup, onun gibi amaca kilitlenerek karşılamalıyız.
Amaradan yükselen Güneş
Tarihten bir nehir akıtır,
Köküne yaşlı bir ağacın,
Ve yeşertir.
Bir dal uzanır yeşeren ağaçtan Ararat’a
Kırılır betonları zirvesinde Ararat’ın
Ve bir Viyan biter
Sevdalı,
Yüzü güneşe dönük...
Ararat taşır rüzgarlarını Amed’e
Ve dalgalandırır surlarında Amed’in
Kanla, ateşle kutsanmış bayrağı...
Hamza Botan
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
1. 9 Şubat günü Bingöl’ün Ilıcalar Beldesinde operasyona çıkan işgalci TC ordusu ve gerillalarımız arasında kısa bir çatışma yaşanmış, yaşanan çatışmada 9 gerillamızın şahadete ulaştığı ve 2 gerillamızın ise yaralı olarak esir düştüğü bilgisini kamuoyuna duyurmuştuk.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 13 Şubat günü Mardin ile Amed’in Çınar’ın ilçesi arasında gerillalarımız ile düşman askeri arasında bir çatışma yaşanmıştır. Yaşanan çatışma sonucunda - Kazım Hüseyinzade isimli gerillamız şehit düşmüştür. Yunus arkadaşımız 1986 Urmiye doğumlu olup hareketimie 2001 yılında katılmıştır. Zindan Gılord – İsmet Akın arkadaşımız ise yaralı olarak düşmana esir düşmüştür.
- Ayrıntılar
Hiçbir zaman böyle bir karanlık içerisine girmemiştik ve ihanetin korkunçluğunu hissetmemiştik. Yaşam ve ölüm arasına hiçbir zaman bu denli bir ince çizgi çekilmedi. Hakikatin perdeleri böylesine bir karanlıkla hiçbir zaman örtülmedi.
Tarihin karanlık örtülerinde insanlığa vaat edilen neydi ki? Hiçliği, nesnelliği yaşamak mıydı? Tanrıların gölgesinde ölü gibi yaşamak mıydı? Efendilerin sadık hizmetçileri olmak mıydı? Tarih sadece bunları yaşamaktan mı ibaret olacaktı?
Güllerin dikenlerine kim dokundu ve hissetti? Sessizliğe kim ses oldu? Tarihin güzelliklerinde ihanet nasıl var oldu? İnsanlığın özgürlük kıvılcımlarında, umutlarında nasıl kendini yaydı? Ve anlam gücünü insanlıkta yeşerten insana ihanet nasıl bulaştı? Yüzyılların birikmiş ihaneti miydi gerçekleşen? Yoksa karanlık çağlara gömülmek miydi? Bilenmez ki, tarihte verilen bedellerin ihanete uğrayışlarını görürüz. İnsanlıkta hiç sönmeyen özgürlük kıvılcımlarının isyanla haykırdığı bir tarih var. İdam sehpalarına kadar götüren ihanetin acımasızlığını unutabilir miyiz? Hiç unutulur mu özgürlük peşinde koşan Demirci Kawalar, Şeyh Saitler, Seyit Rızalar… İhanetin ve zulmün zehri bu çağa akıtıldı. İhanet gün geçtikçe bir ur gibi büyüdü. Dünyayı sarıp sarmalayan bir karanlığa dönüştü, ama hakikati hiçbir zaman yok edemeyeceğini bilmiyordu.
Ve bir gün Amara’dan bir ışık belirdi. İnsanlığın özüyle buluşup dünyayı, evreni gizemiyle, ışınlarıyla aydınlatan bir güneş doğdu. İlk ağrıyla başlayan özgürlük adımı, bütün insanlık alemine umudu yaydı, zulüm karşısında direniş duygularını uyandırdı. Umut ve direniş savaşımında büyük bir cesaret gösterildi. Bu direnişin tohumları onurlu halkların doğan bütün çocuklarının yüreğine ekildi ve herkes tohumu filizlendirmek için hep yol aldı. Coğrafyamızın esmer tenli çocukları ışığa doğru umutla hep koştu. Hakikatin kendisi olan öz kaynağa doğru aktı. Işığın etrafında büyüyen, çoğalan umutlu ve inançlı topluluk karşısında egemenlikli sistem korktu. İnsanlıktan payını almayan egemenlikli sistemin gerçek yüzünü çözümleyenler, öfke ve nefreti büyüttü içlerinde. İhanet ve komplonun gerçekliği hiçbir zaman hazmedilmedi. Bu gerçekliğe karşı “Güneşimizi Karartamazsınız” şiarıyla cezaevinde yükselen kıvılcımlar ilk Halit Oral’la başlayıp 70 yaşındaki Hatice Falay’dan 12 yaşındaki küçük Zehra’ya, dağların Binevş’i, Rojbin’i, Felat’ı, Xelat’ı, Şaristan’ıyla alevlenen, Viyan’ın çığlığında meşale olan, en son Müslüm, Mustafa, Evrim’i içine alan bu ateş topu ihanetin çemberini yardı ve yaktı. Direniş çığlıklarında ihanet ve komplo gerçekliği boğuldu.
Bu büyük özgürlük yürüyüşünde ihanet bir gölge gibi güneşin peşini bırakmadı. Tarihte kazanacaklarını düşündükleri gibi tüm iğrençliğiyle bir dost gibi görünüp ama karanlık güçlerin el birliğiyle ön plana çıkan komplo gerçekliği Önderliğimizi tutsak aldı. Neredeyse bu komplonun başarılı olması için bütün dünya birleşti, ama yine de kazanamadılar. Çok iyi bilinir ki erdemli insanlar, yürek savaşçıları samimi, çıkarsız dostluğa, yoldaşlığa büyük değer verirler. İhanet de bunun farkındaydı. Tüm çirkinliğiyle zehrini akıtacak, burada da kendisini dostluk yüzüyle gösterecekti.
Dostluğun ihanetiyle birleşen yetersiz yoldaşlıktan dolayı İmralı gerçekliğini yaşamak zorunda kaldık. Cellatlar İmralı’da özgürlüğü nefessiz bırakmayı hayal ederken, kendi hayallerinin karanlığında kayboldular. Nefessiz ve çözümsüz kalanlar onlar oldu. Tüm oyun ve lanetli gerçekliğe rağmen Önderliğimiz kara çalıların hepsini yaktı, İmralı adasından dünyaya ışık olmaya devam etti, hem de ışık huzmelerini daha da arttırarak. İhanetin çemberini yediden yetmişe kadar tüm halkımız direnişiyle yaktı ve ortadan kaldırdı. İhanet gerçekliği karşısında kendimizi sorguladık, Önderliğimizi yalnızlaştırdığımız zamanların bedelini çok ağır ödedik. Şimdi ise onu özgürleştirmenin yeminini içtik. İmralı adasında inkarcı, asimilasyonist ve imhacı güçler kaybolup gidecektir. Güneşimiz Amed surlarındaki hayalini yaşayacak ve halkıyla, kadınlarla buluşacak. Varoluşumuzun tek gerekçesi olan Önderliğimizi bir daha asla yalnızlaştırmamaya yemin içtik ve onsuz bir yaşamın yaşanılmayacağını bilerek yaşıyoruz. Umudun inancın büyük irade buluşuyla, bu lanetli şubatı bir daha yaşamamak, yetersiz yoldaşlığı yeterli yoldaşlığa dönüştürmek için ihaneti söküp yaşanan acıları dindirebilir, yaraları sarabiliriz. Özgürlük davamızı hakikatin ışığında insanların beklediği özgür yaşama kavuşturabiliriz.
Jiyan Zeryan
- Ayrıntılar
Faşist devletin faşist ve dibe vuran medyası ulu orta, doğru yanlış, yalan dolan, asılsız birçok veriyi bir araya getirerek kendilerince haber yapıyorlar. Dünyanın hiçbir yerinde Yeşil Türki Faşist basın kadar olayları manipüle eden bir basın göremezsiniz. Bu kadar ahlaki olarak dibe vurmuş bir basın bulamazsınız. Eskilerde Hitler’in propagandacılarından çokça bahsedilirdi. Ancak Hitler’in Goebbels’i bu Yeşil Türki Faşist basının eline yalan, mesnetsiz, sahtekar, düzmece, manipüle haber ve ajitasyonda yaraşamazdı.
Çokça dile getirdiğimiz bir cümle vardır: ‘Bin yalan sadece bir doğru etse bile yalan söyle’ stratejisine göre çalışan bu sahtekar ve ahlaksız basın gün yüzü gibi çıplak olan olayları çarpıtmak için her şeyi ama her şeyi deniyorlar. Hani Nasreddin Hoca’mızın ‘ya tutarsa’ misali dönüp dolaşıp yalan söylüyorlar, yalanlarında ötesinde ahlaksızca, alçakça olayları ters yüz etmek için uğraştıkça uğraşıyorlar.
Yeşil Türki Faşist siyaset gibi Yeşil Türki Faşist basında kendilerini çok akılı, başkalarını da hafıza balıklı biliyorlar. Öyle ki yıllar önce alenen söylenmiş, belgelere geçmiş, herkesin okuduğu, bildiğini sanki yeni bir buluşmuş gibi piyasaya sürmeleri bir marifet biliyorlar. Dediğimiz gibi onlarca böyle resmi belgeyi, kayıt altına alınmış olayı, kamuoyuna mal olmuş bilgileri kerameti kendinden menkul kişiler gibi sanki gün yüzüne kendileri çıkarmış, yeni bir şey ifşa ederek, bu topluma, bu devlete hayırlı işler yapmış gibi bir havaya toplumu sokuyorlar.
En son olarak Kürtlerin asırlık çınarı olan Ape Musa’mıza el attılar. 1992 yılında alçakça devlet güçlerince katledilen Ape Musa’mızın Pkk’nin nasıl tehdit ettiğini çarşaf çarşaf basına vererek sözde PKK’yi karalayacaklar. Bunu yaparken de 1989 yılında Ape Musa’mıza o dönem yazılan bir mektubu işliyorlar. Ama bilmedikleri bir şey vardır ki o da bu söylenen yazıya ilk el koyan, bu yazıyı Ape Musa’mıza yazan o dönem Mardin alanında sorumlu arkadaşımızı soruşturmaya tabii tutan, uzun süre bu durumu araştırarak gerekli olan yaptırım neyse yapan bizatihi Başkan Apo’dur. O yıllarda Başkan Apo Ape Musa’ya yazılan bu notta haberdar olur olmaz bu olaya müdahale etmiş, Ape Musa’dan özür dilenmiş, bu yapılanın parti çizgimizle, partiyle bir ilişkisinin bulunmadığını söylemiş ardından da dediğimiz gibi o arkadaşı görevden alarak soruşturmaya tabii tutmuştur. Soruşturmaya alınan bu arkadaşımız halen yaşıyor. Halen PKK özgürlük hareketi içerisinde çalışmalarda bulunuyor. Gerekirse o da kendi cephesinde olup biteni anlatır.
Ama dediğimiz gibi bu olaya ilk müdahale eden ise Başkan Apo’dur, Botan eyaletimizdir. Çünkü Ape Musa gibi bir amcamıza partimizin herhangi bir yaptırımı ya da ters yaklaşımı olamaz. Görüşleri farklı da olsa ona kimse dokunamaz. ‘Ona kimse dokunamaz’ sözleri çınarlık Ape Musa’mız için önderliğimiz tarafından sarf edilen sözlerdir.
‘Oğlum hasan sen PKK'nin bir generaliysen bende Kürt halkının bir mareşaliyim’ cümlesi Ape Musa’nın kendi sözleridir. Şimdi tam tarihini hatırlamıyorum, Ape Musa bu başlık altında geniş bir yazı mıydı, mülakat mıydı vermişti. Yukarıdaki cümle ‘Yeğenim Hasan’da olabilir, çünkü bu yazıyı Ape Musa’ya yazan Ape Musa’nın bir yeğeni olan Hasan yazmıştı. Bunun üzerine Ape Musa’da çok sonraları böyle bir yazı kaleme almıştı. Yani ‘Oğlum Hasan sen PKK'nin bir generaliysen bende Kürt halkının bir mareşaliyim’ demişti. Ve doğru olan da zaten buydu. Ape Musa görüşleri farklı da olsa bir Kürt mareşaliydi. Ve bizim yüreğimizde o zaten hep öyleydi. O yıllarda da Ape Musa bizim mareşalimizdi. Ve sadece Ape Musa değil, onun gibi öyle onlarca çınar halen bizim mareşalimizdir. Biz ilkesel olarak Kürdistan özgürlük mücadelesine katkısını olan her insana saygı duyarız ve bunun içinde onlara karşı saygıdan kusur eylemiyiz. Bu bizim ilkelerimiz.
Bilenler bilir ki Kürt halk önderliği 1920 yıllarının ortalarında Adıyaman’da Kürt direnişlerinde yerini alan Osman Sabri’nin hasta yatağındayken elini öpmüştür. Yine değerli direnişçi, asırlık çınarımız Osman Sabri’ye ‘başkanım’ sözünü Kürtçe ‘serokê min’ demiştir. Osman Sabri ise ‘na Serokê min tuyî’ yani ‘başkanım sensin’ dese de, önderliğimiz ‘büyük başkan sensin’ diyerek cevap vermiştir.
Yukarıdaki bir iki örnek bile Kürt özgürlük hareketinin Kürtlüğe ve insanlığa değer katmış insanlara nasıl yaklaştığını göstermektedir. Bu yaklaşımımız dediğimiz gibi sadece değerli Kürt şahsiyetler için gösterilmemiştir bu yaklaşım Türkiye devriminde önemli roller üstlenmiş birçok değerli şahsiyete gösterilmiştir. Bunlara iyi bir örnek Mihri Belli, Vedat Türkali’dir.
Tekrar Ape Musa’ya sözü getirecek olursak Ape Musa o dönemin özgür gündem gazetesini yukarıda dile getirdiğimiz yazıyı yazarken olup biteni gayet iyi bilmektedir. Bundandır ki Ape Musa şahadetine kadar da özgürlük hareketinin yanında en ileri düzeyde bir PKK’li olarak yaşamasını bilmiştir.
Kürt Halk Önderliği Ape Musa şehit edildiğinde onun anısına yaptığı konuşmanın bir bölümünü buraya alarak Kürt özgürlük hareketinin Ape Musa’ya yaklaşımını ortaya koyarak Yeşil Türki Faşistlerin alçakça saldırılarına cevap vermek istiyoruz:
‘Evet. Musa Anter bu türün bilinen, en heyecanlı örneğidir. Musa Anter, uzun yıllar şiir, roman, tiyatro yazdı. Hep yasaklandı, bir türlü gün yüzüne çıkarılamadı. En son bizimle bir aydınlanma bularak, hayalindekilerin nasıl bir kitleyle, öncüyle hayata geçirildiğini gördü ve bir delikanlı gibi canlandı.
Bir çocuk gibi, mutlu mutlu ölümün üstüne gitti.
İntikamı mutlaka alınacaktır.
İsmail Beşikçi'den okudum. Bir değerlendirmesi var. PKK öncesinde de Kürt mücadelesinin olduğunu söylüyor. Gelişme var. Fakat PKK'ye kadar ancak sıfıra kadar gelişmiş.
"Sıfırın altında eksilerden sıfıra getirilen bir mücadeledir" diyor. Demek, gerçeği anlamış. Kendini tanımlayarak, "ben sıfıra kadar getirdim" demek istiyor. Gerçektir ve benim söylediğimin kanıtlanması oluyor.
Şimdi ortaya çıkan durum şudur; bazı ulusların birkaç yüzyılda ve birçok akımla, eğilimle ve ardı sıra böyle dönem dönem geliştirdikleri yeteneklerin hepsini biz iç içe, birdenbire ve patlamalı bir biçimde gerçekleştirmek zorundaydık. Bunun nedeni mevcut baskıları ve yüzyılların olumsuz tarih birikiminin bizi buna mecbur etmiş olmasıdır. Benim kişiliğim bir yerde bunun somut ifadesidir.
İşte, Musa Anter de, en eski yurtseverlerden biri. 1950'lerden itibaren edebi yanı ağır basan bir çaba içine giriyor. Tabii ki, daha sonraki sert yönelimler karşısında susturuluyor, yerine oturtuluyor. Sağlam politik bir çizgiye, çalışmaya yönelmiyor, ama Kürtlük bilincini koruyor. Çoklarının içine düştüğü ihaneti tam içine oturtamıyor, fırsat buldukça canlanıyor.
Ben 1970'lerde kendisini görmüştüm. Dört-beş arkadaştık, DDKO'dan çıkıyorduk. Dev-Genç'in eylemleri vardı. "Çocuklar" diyordu, "bunlar birbirlerine girdiler, biz kendimizi bu fırtınadan iyi koruyalım." Öyle bir değerlendirmesi vardı. Canlanmak istiyordu, fakat DDKO ve daha sonraki Kürt hareketleri fazla bir gelişme şansına sahip değillerdi. Yine bilinen yerine oturtulma (ki arada bir MİT, onu sorguya çekiyordu ve 'yerine otur' deniliyordu). O da çarnaçar benimsemese de, gerçekler karşısında biraz geri çekiliyor, yerine oturuyordu. Ama kalbinde, hep Kürtlük vardı. Fırsat buldukça da her türlü adımı atabiliyordu.
PKK'nin büyük direniş hamlesini gördü ve ona soysuzca yaklaşmadı. Onu adeta 77 yaşında bir delikanlı durumuna getirdi, canlandı. Hatta bana bir mektubu vardı; yeğeni üzerine.
"Oğlum, sen karşımda bir er bile olamazsın, ben halkımın hizmetinde bir generalim" diyordu.
Evet, böyle bir değerlendirmesi vardı. Tabii biraz radikal yaklaşım istiyorlar. O da bunu gösteremeyince, üzerine biraz böyle gidilince, böyle bir değerlendirmesi vardı. Tabii biz, "saygı ölçüleri dikkate alınarak yaklaşılmalı" dedik. Daha sonra, iyi bir dost oldu. Gerçekçi yazılar yayınladı. Yeni Ülke'nin Welat'ın, Özgür Gündem'in en üretken muhabiri, yazarı oldu.
HEP Kongresi'ne de katılmıştı. Basına yansıyan, bizim ana ile birlikte bir gösterisi de olmuştu. Böyle yürekli veya anı değeri yüksek olan tutumlar aldı.
Gerillaya yüksek değer biçiyordu. Kesinlikle soysuzca yaklaşmadı. Din üzerine gerçekçi değerlendirmeler yapıyordu ve cesur tavırlar geliştiriyordu. Kemalizm üzerine, politikacılar üzerine oldukça cesur tavırlar geliştiriyordu.
Ve kısaca; ömrünün sonuna doğru, tam bir militan söylemine ulaştı. Hiçbir endişe taşımadan, devrimci tarzda yaklaştı. Ve sanıyorum son Diyarbakır'a gelişi de militanca tarzın bir devamıdır. "Ölsem de ülkemde, korkusuzca..." dercesine bir geliştir. Ve sanıyorum en layık bir sonuçtur. Madem kırk yılı aşkın bir süre ülke için yazıp çiziyorsun, bunun düşmanları olacaktır ve onlara karşı direnmeyi de her zaman göz önüne getireceksin. Böyle yazacaksın, gerekirse böyle ölümüne direneceksin.
Hizbulkontra mı vurmuş, polis mi vurmuş pek o kadar önemli değildir, aynı devletin çerçevesindedir. Diyarbakır'da devlet yarı hizbullahtır, yarı-polis, askerdir. Yani yarı-gizlidir, yarı-açıktır; iç içedirler. O açıdan devlet dışında görmemek gerekir…
Biz, bu değerli yazarımız için "gafil avlandı" diyemeyiz. Tam tersine hak ettiği, layık olduğu yurtseverliğin tam gereklerine uygun şehidi diyoruz.
Şahadeti hak edendir.
Musa amcanın değişik tarzda olsa da, partiye bağlılığı kesindir.
Demek ki, her cephedeki savaş şehitlerimize vereceğimiz en iyi karşılık ortama çok gerçekçi yaklaşmak, ortama tam devrimci tarzda cevap vermek ve mutlaka hem anılarını yüksek bir devrimci gelişmeyle yerine getirmek, hem de varsa bir zayıflıkları, herhangi bir nedenle erken kayıpları, onun önüne yeterli bir devrimcilikle çıkış vermek ve böylece başarıyı kesinleştirmek mümkündür.’
Lafın kısası tüm alçakça çabalarınız boşunadır. Beyhudedir. Çamur atmalarınız sadece ve sadece sizi kirletecektir. Tarih sayfalarını, yazılmış olanları, tarihe mal olmuş olanları da bugün yaptığınız gibi değiştirme, tahrif etme, çarpıtma gücünüz de yok ya!
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
12 Şubat günü 13.00-14.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap’ın Bêtkarê, Zevkê, Sarkê ve Sipîndarok köyleri ile Rubar Tepesi yamaçları ve Çiyareş alanına yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Abdullah Öcalan komplosunun içyüzünü çözümlemek, dört taraftan kuşatılmış ve içte haini bol olan bir halkın trajedisini anlamak açısından hayli öğreticidir. Sorumluluğu sadece dostların basitliğine ve yoldaşların zayıflığına yıkmak dar yaklaşmak olacaktır. Emperyalizmin en üsten müdahalesiyle izah edip rahatlama da doyurucu bir anlatım olmayacaktır.
Konu üzerinde çok yoğunlaşmam beklenirdi. Öyle yaptım. Böyle yaptıkça da tarihin büyük canlanışını ve dalga dalga üzerime gelişini gördüm. Temel gerekçeler canlanıyordu. Dışarıda bin yıl yaşasam da anlayamayacağım varlıklar bir bir anlam kazanıyorlardı. Sadece toplumun anadilini ve mantığını değil, tüm doğanın dilini de daha rahatlıkla çözümleyebiliyordum. Efsane denilenin gerçek, günlük gerçek denilenin kör olduğunu da anlıyordum. İlk insan yürüyüşünün nasılını, ilk anlam damlasını, bir kelimenin mucizevi türeyişini, ekini ilk ekmenin büyük coşkusunun bayram anlamına geldiğini, hayvan dostluğunun verdiği güveni, doğal kuvvetlerin tanrılaşmasını, toplumun ilk kendini tanımlamasının her tür tanrısallığın kaynağı olduğunu, ana tanrıçanın erdemini, onun etrafında dokumalı, kerpiç ve taş evli, el değirmenli ve çapalı yaşamın büyük devrimini anladıkça, bana komployu hazırlayan 20. yüzyılın son yılının kahrından biraz kurtuluyordum. Anlam işini daha da geliştiriyorum. Doğduğum toprakların üzerinde dolap beygiri gibi avare avare dönüşümün anlamını da çözümlemeye başlamıştım. Ahırdan bir atın kaçması gibi dağa fırlamamın nedenini, anamın beni tutup üçer kez yarı-idam edişindeki değerini de anlıyordum. Cahil dediğim anamın aslında beni en iyi anlayan olduğunu, “Böyle çalışmana kimse katılmayacak, herkes senden yaralanacak ve yalnız kalacaksın” sözünden anlayacaktım. Daha yaşım ondu. Arkama dönüp bakmadan anama, “Olsun, yalnız yürümekte kararlıyım” biçimindeki duruşumu da hatırlayacaktım. Kendimi böyle anlarken, doğduğum toprakları çözümlüyordum. 20. yüzyıl, ötesinde berisinde olanca ağırlığıyla üzerime gelirken, neden intikam aldığını öğrenecektim. Sümerli rahibin yarattığı devletle yüklendiği ana tanrıçanın bereketli topraklarına saldırısına benzer bir saldırıyla karşı karşıya olduğumu anladıkça, kendimin bile kendimden kaçtığını, geriye birkaç anlam damlasından başka bir şey kalmadığını görecektim. Gılgamış gibi ölümsüz yaşamın peşinde olduğumu, ama onun döneminden milyon kere daha çok ve büyük ölüm kuvvetleri karşısında bulunduğumu, dört yanımda küre merkezindeki gibi her taraftan aynı merkeze saldırırcasına çoktan hazırlanmış ve yaşamını buna bağlamış olduklarını fark edecektim. Uygarlık denilen canavar büyüdükçe insanın nasıl en tehlikeli hayvan olduğunu anlayacaktım. Rahip mitolojilerindeki tanrıların nasıl iğrenç köleci düzen sahipleri olduğunu heyecanla fark edecektim. Ceddimiz İbrahimi peygamberlerin bu tanrıları biraz göğün ötesine atmakla vicdan-din yarattıklarını kavrayacaktım. Ama İlah, Ellah, Allah denilenin aynı Sümer-Babil imalatı, köleci düzenin yaratıcıları olduklarına dair inancımı sevinçle daha da kesinleştirecektim. Yaratılan bu korku tanrılarının beni daha on yaşlarında tutsak etmeye çalışan kuvvetler ve anlam bozuklukları olduklarını anladıkça, kendime ilk defa saygıyı bu anlayışla kazanacaktım. Sümer rahip tapınaklarına merakım arttıkça artıyordu. Bu tapınaklar hakkında şu kesin hükme varacaktım: Köleci düzen sahiplerinin tanrılaştırılıp göklere çıkarıldığını ve yüceltildiğini, kul insanların zebani hizmetçiler olarak yerin diplerinde her tür zahmetli işe koşturulduklarını, toplumun sınıflaşması dedikleri olgunun orta yerinde bunun sembolü gibi devleti yaratıp diktiklerini, tapınakların bu işin döl yatağı ve ana rahmi olduğunu kavrayacaktım. Yaptıkları işin ne kadar müthiş olduğunu, tüm tarihi, günümüzü ve beni bile halen kontrollerinde tutan en büyük icadı yarattıklarını görecektim. Tanrısal iş dediklerinin bu olduğundan artık kuşku duymayacaktım. Tanrılarımın kim olduğunu anlamış olmakla rahatlamıştım. Ciddiyetle inanıp ibadet etmediğim için kendime hak verecek ve saygı duyacaktım.
Adım Abdullah, yani Allah’ın Kulu; ama kul olmayı tam yüreğime oturtmamakla kendimi saygılı olmanın, dolayısıyla o tanrısal güçler ne kadar üzerime gelirlerse gelsinler, özgür insanı savunmanın büyük erdem olduğuna kendimi inandırmıştım. Yeniden daha güçlü doğuyordum. Beğenmediğim anamın doğuruşuyla, ciddiyetine hiç inanmadığın modernitenin doğurma çabalarına karşı, tüm öldürmelerden sonra kendi kendimi üçüncü kez doğuruşumu çok ciddiye alıyor ve hoşlanıyordum. Yaşamışların arkadaşlıklarına yine ihtiyaç duymuyordum. Tüm arkadaşlarımı efsanelerde bulmaya başlamıştım. Komplocu Zeus’un Promete’ye ve Hektor’a yaptıklarıyla onun günümüzdeki Atinalı çocuklarının yaptıklarının aynı olduğunu gördükçe, arkadaşlarımı daha iyi tanıyordum. Promete ve Hektor’la arkadaşlık çok onurlu oluyordu. Bunu hak etmiş olmam bana gurur veriyordu.
Sümerli rahiplerin tanrıça anamı ve aşk kadını İştar’ı tapınağa, oradan kral sarayına, tanrı-kralların yanına götürülüşünü, öldüklerinde onlarla birlikte canlı canlı mezara konuluşunu iliklerime kadar anlamıştım. Tanrı-krallar bile olsalar, ziyafet sofralarında zevklerinin bir parçası kılmalarını hiç kabullenemedim. Ama tanrıça anamı ve aşk kadınını günümüze kadar dirhem dirhem büyük bir incelikle sömürüp yediklerini, posasını iki-başlı evlilik diye kullarının önüne, erkek kölelerine sus payı olarak bıraktıklarını da anlamıştım. Bu hediyelerini erkek olarak yüreğime kabul ettirmemekle, tanrıça anamın ve aşk kadınının iyi bir oğlu olabileceğime inandıkça, daha çok sevinç ve gururla doluyordum. Ana topraklarını böylece ilk defa tarihin derinliklerinde anlamaya başlıyor, binlerce yıllık kördüğümler atılmış çelişkileri çözümlüyor, bu seferki doğuşun anlamlı olduğunu fark ediyordum. Ölümü dayatanlar, tüm 20. yüzyıl, tüm komplocular, kimler olurlarsa olsunlar, hepsine dayanabileceğimi halen bana inanan bazı dostlara mesaj olarak sunmamın değerli olduğunu, onların da bunu hak ettiklerini kabul etmiştim. Dayattıkları Hiroşima’lardan bile tehlikeli paket bomba kılınmamın ve halklarımızın üzerine böyle atılmamın tüm inceliklerini çözebiliyor; pimlerini söküp tüm malzemeyi bombacıların suratına fırlatıp rahatlıyordum. İnsandan yanaydım, zorba tanrılar bir kez daha yenilmişlerdi.
Kürt halkının tarihsel diyalektiği, kuşatılmış bir çember içinden kurtulmaya dayanmaktadır. Sümer uygarlığından günümüz uluslararası sistemine kadar, Kürt olgusu bir kıskaç içinde hep teslim alınmak ve eritilmek istenen, ülkelerinde diledikleri sistemin geçerli kılınmasında gerekli bir kullanım malzemesi durumundadır. Bu statüye azıcık karşı çıktı mı, sistemin sahipleri hemen tezgahı çalıştırıp, vurmalar kırmalardan sonra geriye kalanları tutuklayıp bir kısmını da açlıkla terbiye ederek, diledikleri statükoda tekrar çembere gererler.
Uygarlık tarihini ve Kürtlerin bu tarih içindeki yerlerini bu çembersel tutsaklığı izah etmek için bir genelleme yapmaya çalıştık; tekrarlamayacağım. Özellikle son iki yüzyılın tarihi, gerçekten en rezil komplolar tarihidir. Komploculuk, usta siyasetin ve diplomasinin adı olmuştur. Bir halk olarak gerçekten dostça yaklaşanları yok denecek kadar azdır. Halkı temsil ettiklerini iddia edenlerin ise kendilerine ve halka verdikleri zarar, bilinçli komploculardan daha geride ve az değildir. Sistem iç ve dış dayanaklarıyla komploculuğu bir yaşam tarzı haline getirmiştir. Bulaşıcı bir hastalık gibi yayılma durumundadır.
Daha Ankara’dayken eşitliğin, özgürlüğün ve insan onurunun temsilcisi olması gereken sol hareket, şahsımızda Kürt gençlerini basit taktik araç olarak kullanmaya özen gösteriyordu. Egemen sınıf taktiklerinin inceltilmiş uzantısı olmaktan öteye gidilemiyordu. Bu durum tepkiye yol açtığında, daha geniş komplo ağının içine düşmek, Kürt olgusunun ve ona dayalı sorunun kaderi gibidir. Dürüst bir özgürlük savaşçısının ömrü yıllarla değil, taş çatlasa aylarla sınırlıydı. Daha devletin ağına düşmeden geleneklerin, güncel uzantıların, sözde dostlar ve yoldaşların bilinçli veya gaflet ağları bu işi kısa sürede halletmeye yeterliydi.
Biraz feraset, biraz da şansın yaver gitmesiyle, bir özgürlük savaşçısı iddiasıyla Ortadoğu’ya hicret yapıldığında, girilen ortamdaki komplo sanatının uzmanlık düzeyindeki gerçekleriyle karşılaşılacaktı. Tarihte ticaretin ruh ve organizasyon olarak doğduğu Şam-Beyrut-Halep arasına gelinmişti. Siyaset, ticaretin daha kibar bir biçimiydi. Her şey ticari ve incesi anlamında siyasi olarak kaç paraya gelinebileceğiyle ölçülmek durumundaydı. Tarihi boyunca siyaset ve onun İlk ve Ortaçağlardaki biçimi olarak din de özünde bir tüccar ideolojisiydi. Onun yoğunlaşmış, kutsal bir temaya büründürülmüş ifadesinde, değerin kadar yerin vardır. Değerini daha iyi bilirsen, belki kendini ucuza harcatmazsın. Din kutsallığını bile bu kadar şekillendiren bir egemen zihniyet yapısının temsilcileri melek de olsalar, siyasilerin yücelikle aşmaları, çokça lafı edildiği gibi dostça ve kardeşçe yaklaşmaları beklenemez; çok sınırlı olan bazı insani yaklaşımlar da geçici ve istisnai olmaktan öteye gidemezdi.
Ortadoğu’ya yönelişte ruhum bir saniye bile endişesiz yaşamamıştır. Adeta mayınlı sahada bin bir güçlükle yürümeye koyulmuş gibisin. Genelde Kürt insanı, özel de PKK’liler bu duyguyu yaşamamışlardır. Çünkü açılmış iz üzerinde hareket hep güvence verir. Korkunç bağırıp çağırmama rağmen, tek akıllısı kendisi için çok gerekli olan zamanı, olanakları ve en önemlisi de gerekli olan aklı edinip rolünü oynayamadı. Ortadoğu’da komployu yırtma imkanlarını yaratmak için büyük çaba harcandı, önemli olanaklar ortaya çıkarıldı. Ama lanetlice kişilik yapıları bu olanakları değerlendirmeye bir türlü fırsat tanımıyor, muazzam tekrarlamalarım sonuç vermiyordu. Tüm hamleler sanki duvara çarpıp geri dönüyordu. Bu gerçeği daha iyi anlamak için komploculuğun içyüzünü, yapısını daha yakından tanımlamak gerekir.
Komploculuk, toplumsal olaylarda olağan süreçlerin dışında, sadece aleyhteki güçlerin değil, yanında saydığın yakınlarının bilinçli veya gafletlerinden dolayı birleşerek, hedef aldıkları kişi, grup, parti veya halk gücünü darbeyle düşürme ve yasadışı durma sokma hareketidir.
Tertipçiler peşine düştükleri kişi, grup, parti, halk veya daha üst düzey toplumsal hedefler üzerine sürekli plan geliştirip bütün kritik noktalarda güçlerini hazırlayarak, fırsat bulduklarında hedeflerini avlamayı esas alırlar.
Kürt halkının özgürlük hareketi en ufak adım attığında, her ülkede peşinde yasalara, politik esaslara ve hatta askeri savaş kurallarına göre bir yönelimden ziyade, karanlıkta geliştirilen planlarla bir takip başlatılır. Hiçbir kurala sığmayan yöntemlerle imha, ezme, korkutma, tahrik etme, kaçırtma, teslim alma, işkence, hapsetme, ekonomik iflas, moral değerleriyle oynama, sahte yaşam, zaaflarını kullanma, para, ikbal vb çelişkili tüm yollar denenerek, özgürlük hareketi bertaraf edilir. Dikkat edilirse, normal bir savaş mantığı bile geçerli değildir. Kirli veya özel savaştan da ağır bir uygulamadır komploculuk. Çünkü içinde dost geçinen var, gafil yoldaş var. Kürt halkının özgürlük tarihini bu anlamda aynı zamanda bir komplocular tarihi olarak ele almak abartı sayılmaz; tersine daha çok gerçeklere götürür. Çünkü başka halklara benzer bir tarih yaşamıyoruz.
Komploculuğun daha tehlikeli bir yönü, dost ve yoldaş geçinenlerin gafleti ve zamanında görevlerini karar ve sözlere göre yürütmemeleridir. Ne kadar iyi niyetli ve çaba sahibi olsalar da, bu konumlarıyla komplocuların planlarını başarıya götürmede en kritik zemini oluştururlar. Oynadıkları rol Sezar’a “Sen de mi Brutus” dedirten, İsa’yı Yehuda İskaryot’un ihanetiyle çarmıha gerdiren, halife cinayetleri gibi tarihin seyrine yol açan sayısız olaylardır. Kürt halkı açısından en kahırlısı, tek tek olayların değil, tüm tarihin bu yönlü hareketlerle dolu geçmesidir. Dost diye yanında beklediğin, umulmadık yerde ve biçimde seni darbeler. Sana öncülük eden, bilerek ve bilmeyerek seni uçuruma götürürken, doğru yolda olduğunu sanır ve beklemediğin yerde ve biçimde devrilip gidebilirsin. Hareket ortamın tam bir mayınlı sahadır. Kendine, eşine ve kardeşine bile güvenmekte büyük zorluklarla karşılaşman adeta kaderin gibidir. Hepsinde kasıt arayamazsın. Olmayan kişilik zor koşullarda bütün dengesini yitirmekte ve adına kader denilen uğursuz, insan eliyle yapılmış lanetli tarih hükmünü sürdürmektedir. Önder denilen kişinin başına gelen ise, adeta mitolojideki “kralın kurban edilmesi” sahnesidir. Tüm toplumun laneti ve uğursuzluğu, daha baskıcı ve sömürü kralların oluşmadığı dönemde, tümüyle halkın ve toplumun önderi konumundaki kişinin kurban edilmesiyle giderilmektedir. Kürtlerde eğer önder öldürülmemiş, teslim olmamış ve çıldırmamışsa, hala aklı başındaysa ve onuru yerindeyse, artık kendini bekleyen “ya özgürlük, ya kralın öldürülme töreni”dir. İşin daha da garip yanı, tarih öncesi bu mitolojik olayların Kürtlerde halen sürekli yaşanan gerçeklik olmasıdır. Onun için Kürtlerde efsane ve mitoloji, gerçek olur; var olan gerçek ise kör, dilsiz ve sağır olur.
Böyle bir halktan olmak acıdır; kaçmak ise namertliktir. Kaçmamak ise, komploculuğun acımasız mantığına, hiçbir kuralı olmayan uygulamalarına tahammüldür. Ne kadar dayanabilir ve kurban olursan, boynundaki lanetlilik o kadar temizleniyor. Bu lanetlilik durdukça her şey haramdır. Yüreğin duyuşu bir hayvanındakinden daha değersizdir. Mantığı tümüyle gerçeğe ihanettir. Her tarafı bir cüzamlı gibi cerahat akmaktadır. Herkes senden kaçmaktadır. Bundan kurtulmanın tek yolu, ya özgürlük ya ölümdür. Bunun dışında anana, atana, dostuna ve sevgililerine söyleyebileceğin tek sözün, bir defacık uzatabilecek helalinden bir el atışın yoktur.
Bu toplumsal cüzamlığı daha küçükken fark etmiştim. Çocukken biricik sığınağım olması gereken anamı, “Beni doğurmakla ne kadar acıya yol açtığını biliyor musun?” dercesine suçlamıştım. Her adımı büyük kahırlı olan yaşamı fark etmiştim. Ama yaşama ihanet etmeyecektim. Tüm dünya bir yana ben bir yana, büyük yalnızlık yürüyüşüne dayatılan kaderi parça parça ede ede, tanrıların maskesini düşüre düşüre, bıkmadan yorulmadan sürdürecektim. Büyük acılara yol açtığımı biliyorum. Hele kendilerini benim için cayır cayır yakan bu müthiş kahramanların sınır tanımaz cesaret ve acıları karşısında, yine yaşamaya güç getirecektim. Komplo tarihi, lanetli yaşam benim kişiliğimde korkunç acılar çektiriyordu. Efsanede Hz. İbrahim bir sefer mancınıkla ateşe atılır; o ateş de su olur. Ama çağdaş Nemrutların tüm uluslararası elebaşıları, 20. yüzyılın tüm lanetliliğiyle şahsımda halkımıza çektirdikleri acıları en değme tiyatroları bile geride bırakan oyun düzenleriyle seyretmeyi sınırsız iktidarlarının bir gereği sayacaklardı. El birliğiyle yürüttükleri bir savaşın tanımını bile doğru yapmayacaklar, kurallarını uygulamayacaklardı. Ama tüm suçu şahsıma yükleyip, bir kez daha ‘sen bir hiçsin’ dercesine, zavallı Kürt halkını inkar edip bir tarafa atacaklardı. Karşılarında kocaman dünyalarını tehdit eden bir terörist vardı. Sürekli idam sehpasında tutulmalı, yüreği asılmadan durmalı, beyni çıldırmalıydı. Bu da en son icat ettikleri postmodern işkenceydi. Neron’ların solda sıfır kaldığı çağdaş arenanın son kurbanıydım.
Komplocular tarihinin kurbanı olan Kürt halkına özgürlük ve onuru olsun diye attırılmak istenen adıma karşı 20. yüzyılın son yılında gerçekleştirilen komployla 21. yüzyıla girerken halen yaşamaya çalışacaktım. Milyonların birleştiği avuç içi kadar bir yürek ve birkaç damla anlamla tabutlukta kabul ettiğim yaşamı, dünya efendilerinden uzak tuttuğu için onurla karşılayacaktım.
Tarihsel Komplolar Gelişmeleri Durdurmaz, Hızlandırır
1990 sonrası; dünya, bölge, ülke, PKK ve benim açımdan yeni bir süreçtir. Reel sosyalizm fiili çözülüş süreci resmen de kabul edilmektedir. Sovyet sistemi, iç tıkanmanın, gerekli dönüşümleri zamanında ve yerinde yapamamanın bedelini çözülme ve dağılmayla ödemektedir. Her toplumsal olgu için geçerli olan kural, bir kez daha doğrulanmaktadır. Amaç ve olgulaşma arasındaki çelişki uzun süre zorla sürdürülemez. Ya reform ya da devrim yoluyla ileriye doğru, daha üst bir aşamaya sıçrama kaçınılmaz olur. Bu sağlanamazsa, içten çürüme ve dağılma gerici zorla, çağımızda faşizm olarak adlandırılıp restorasyona tabi tutulur. Restorasyon, aynı binanın yeni malzemeyle eskisinden daha güçlü görünmesini ve kalıcılığı sağlar. Ama toplumsal dinamikler hareketi zorladığı için, bu binalar içinde oturulamayan müzeler konumuna düşer. Devrim ve karşı-devrimin ürünü olan reel sosyalist ve faşist sistemler normalleşme sürecine yanıt olamayınca ve gerekli dönüşümleri yapmamakta direnince, yıkılmaktan kurtulamamışlardır. Dünya İkinci Büyük Savaşın sonunda faşist yıkılışa tanık olurken, savaşın ürünü olan reel sosyalizmin içten çözülüş ve dağılışını da 1990 sonrasında yaşamıştır. İçine girilen süreç, sağın da solun da evrimleşerek ve dönüşümlerden geçerek buluştuğu demokratik uygarlık sisteminin üstünlük kazanmasıdır. Sorunların ağırlıklı çözüm yolu, sistemin hakim kriterleriyle sağlanacaktır. Uluslararası düzen bu temelde ilke ve kurumlarını gözden geçirerek, yeni koşullara yanıt verecek düzenlemeleri gerçekleştirmektedir. Dünya çapındaki dönüşüm bu ana doğrultudadır. 20. yüzyıldan 21. yüzyıla giriş, daha çok bu ana olguya bağlı olarak tanımlanmaktadır. 21. yüzyıl, demokratik uygarlık ve insan hakları çağı olarak adlandırılmak iddiasındadır.
Ortadoğu’da yüzyıl öncesine dayanan ve gericileşen milliyetçilik temelindeki savaş ve barış durumu tam bir tıkanma sürecindedir. Halkların enerjisi gerici milliyetçi uygulamalarla yutulmaktadır. Sorunlar çözülmemekte, bir avuç kriz rantçısıyla bir yaşam tarzı haline getirilmektedir. Süreç aşırı çözümsüzlük sonucu daha gerici ideoloji ve tarikatlaşmaların üremesine yol açmaktadır.
Bölgenin ana ülkelerinden birisi olması nedeniyle, Türkiye tıkanmayı giderek sıkça tekrarlanan krizlerle en yoğun biçimde yaşamaktadır. Ne zihniyet değimine, ne de yapısal dönüşümlere adım atabilmektedir. Genel bir seferberlik haline getirdiği özel savaş, devleti de geleneksel çizgisinden çıkararak, çetelerin türediği hukuk dışı bir uygulama alanına çekmektedir.
PKK’nin de yaşadığı benzer bir durumdur. Dünya çapında yaşanan değişim ve kendi iç bünyesindeki oluşumlar somut olarak değerlendirilememektedir. Eski anlayış ve tutumlar çoktan ideolojik, politik ve örgütsel çizgisinden çıkarak, örgütü çete gruplarına dönüştürmektedir. Böylesi yapılar, birçok alan ve silahlı savaş bölgesinde, kuraldışı yaşam ve eylem tarzlarıyla PKK’yi çok farklı bir gerici biçime zorlamaktadır. Sorumlu olması gereken merkez ve kadrolar adeta akıntıya boşuna kürek sallamaktadır.
Önderlik pozisyonum, bu gerçekler karşısında giderek dar bir sahaya kısılmaktadır. Büyük çabalarla özellikle ülke içinde sağlamaya çalıştığımız çizgiye çekme ve dönüştürme hamleleri, çeteleşme anlayışları tarafından boşa çıkarılmaktadır. Devlette olduğu gibi PKK’de de fiilen çizgi dışı gruplar dönemi yaşanmaktadır. Bu durum en anlamsız eylemlere yol açmakta, trajik kayıp ve acıları çığ gibi büyütmektedir. Durumu aşmak için yoğun tekrarlama, Önderlik kurumunu da işlevsiz bırakmaktadır. Komplo ve tasfiyeler için en uygun ortam böyle gelişmektedir. 1990’ların başlarından 2000’lere doğru yıkılmasına çalıştığım kader komplo, giderek ağlarını her tarafıma dolayacaktır.
1990’ların başından itibaren, iç ve dış komploların artan ayak sesleri adeta ‘ben geliyorum’ diyordu. 25 Ocak 1990’da en eski çocukluk arkadaşım Hasan Bindal’ın sözde kaza kurşunuyla öldürülüşü, aslında içinde birçok gizi saklayan bir olaydır. Bu, kamp yönetimindeki Sarı Baran, Mehmet Şener ve Şahin Baliç’in birlikte planlama ihtimali yüksek bir komploydu. Eğer olayı yutmuş olsaydım, çok kısa bir süre sonra operasyon benim tasfiyemle tamamlanabilirdi. Beni tasfiyeyle görevli iki resmi ajanın, o günlerde Star TV’de kendilerine yönelik suçlamalar karşısında, sanıyorum Cem Ersever’i savunma anlamında, şöyle konuştuklarına bizzat tanık oldum. “Biz başarısız değiliz. İstesek öldürebilirdik; ama sağ yakalanması isteniyor.” Bu tarz sürüp giden bir itiraftı. Doğruluk payı vardı. PKK içinde oldukça mesafe alan çete yoluyla, bu rahatlıkla gerçekleştirilebilirdi. Fakat örgütün kontrolünün de ellerinde kalması için, benim sağ kalmam ve örgütün tümüyle çetenin eline geçmesinden sonra tasfiye edilmem, yaklaşım stratejisinin özüydü. Örgütün tümü ele geçirilmeliydi. Bunun için tehlikeli gördükleri bütün dürüst ve bağlı kadroların kaza süsü verilerek yok edilmesi gerekiyordu. Şemdin, Kör Cemal, Hogir ve Şahin kendi çapında bu süreci Mahsum Korkmaz’ın kuşkulu ölümüyle 1986’dan itibaren başlatmışlardı.
Şimdi anlaşılıyor ki, ya kaza süsü vererek, ya da ‘ajandı’ adı altında cezalandırdıkları yüzlerce dürüst ve değerli kadro ve yurtsever insan bulunmaktadır. Partinin en değerli kadro ve eylemci yapısını temizlemek için, bile bile eylem adı altında ölüme gönderiyorlardı. Bunun için komuta inisiyatifi konusunda korkunç hassas davranıyorlardı. Çünkü ne kadar komuta yetkisi varsa, bu o kadar komplo, cinayet ve güç kazanmak demekti. Tümüyle devlet demeyeceğim ama, Cem Ersever olayında da halen aydınlatılamadığı gibi, bir çevrenin PKK’deki bu çeteleşmeyle direkt veya dolaylı ilişkisi yüksek bir ihtimaldir. Zaten devlet bünyesinde bu dönemde çeteleşmenin kontrol altına alınmasında güçlük çekildiği bilinmektedir. Yine bu dönemde başta KDP olmak üzere, KUK’un bazı bölümleri, birçok aşiret ve özel görevli de yoğun biçimde bu süreç içinde görev yürütmüşlerdir.
Sürecin tam başarıya gidememesinin nedeni, çetenin elebaşılarının farkına varılmasıdır. Şahin Baliç’in ölümle cezalandırılması, Sarı Baran, Mehmet Şener ve Hogır’ın kaçmaları, Kör Cemal’in önceden cezalandırılması ve Şemdin’in kontrol altına alınması, çetenin etkinliğini büyük ölçüde kırdı. Hasan Bindal olayının büyük önemi, çetenin bütün niyetlerini ve olası bağlantılarını ele verir nitelikte olmasıdır. Bu olay çözümlenemeseydi, Önderlik ellerinde kalacak ve diledikleri gibi kullanmaya çalışacaklardı. Tümünün bilinçli ajanlık yaptığını söylemek zordur. Ama bir kısmının özellikle çeteleşen devlet odaklarıyla ilişkisi kesindir. Bu rollerini sicilli ajanlar olarak değil, Kürtlerde çok uygulanan kişi ve aile çıkarları temelinde, zımni uzlaşma biçiminde yürütmüşlerdir. Bunlar örgüt birimlerini ellerine geçirmek için her yöntemi deneyecek tiplerdi. Hizbullah liderinin PKK’ye karşı devleti kullanma tarzına benzemektedir. KDP ve KUK’un bazı grupları, çok sayıda aşiret ve çeşitli adlar altındaki örgütler bu yöntemle çok vurgun yapmış ve cinayet işlemişlerdir. “Apo primi” denen rantçılığın önemli bir kaynağı, bilinçli veya kendiliğinden ta PKK içine kadar uzanmıştı ve hastalık gibi yayılıyordu.
Şahsi kanaatim, Özal’a yapılan suikast ve Özal’ın ölümüyle, Jandarma Genel Komutanlığı yapmış bazı komutanların öldürülmesinde; devlete bulaşmış, sözde komutanları ve Özal’ı başarısız sayan bu tip çetelerin payı vardır veya bu ihtimal küçümsenemez biçimindedir.
1993 yılı, devlet ve PKK tarihinde önemli bir kırılma ve resmi çizgiden sapmanın yaygınlık kazandığı tarihtir. Turgut Özal’ın siyasi diyaloga açık yapısı, kontrol edemediği güçlerin kurbanı olmasına yol açtı. Bu tarihte Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in tartışmalı bir uçak kazasında yaşamını yitirmesi ilginçtir. Ardından çığ gibi artan Hizbullah maskeli cinayetler, binlerce köyün boşaltılması, yoğunlaştırılan operasyonlar bir imha seferi olarak anlaşıldı. PKK’nin pek de akıllı olmayan taktikleri, kayıpları arttırmaktan ve sürecin tıkanmasına yol açmaktan öteye gidemiyor; gerilla doğru bir meşru savunma anlayışı ve uygulanmasına çekilemiyordu. Dönemin askeri ve siyasi yönetimi terörü hukuk çizgisinin çok dışına taşımıştı. Devletin çığırından çıkması hız kazanmıştı.
Bu dönemin en önemli komplo suikastı, 6 Mayıs 1996’da Şam’daki kalabalık evimizin yakınında, yarım ton patlayıcı yüklü bir arabanın patlatılmasıdır. Telefonla dinlendiğim için, o saatte orada olduğum sanılarak araba patlatılıyor. Dönemin hükümet başkanı Tansu Çiller’in örtülü ödenekten 50 milyon Dolarla finanse ettiği komplo oldukça boyutludur. Susurluk çetesi diye tabir edilenlerle Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’ın, Suriyeli bir Kürt aileden bazı kişilerin ve dönemin Viranşehir Belediye Başkanının da bu komplonun içinde olduğu basına yansımıştı. Soruşturmamda askeriye adına hareket edenler, ısrarla bu ekibin sorumsuz olduğunu ve devletle kendilerini temsil etmediğini söylüyorlardı. İstemeleri halinde, kendilerinin bu işi füzelerle daha başarılı yapabileceklerini belirtiyorlardı. Devletin içinde iki farklı yaklaşımın varlığı zaten bilinen bir husustu. Bu olayla birlikte, gönüllülük temelinde kendini bombalarla patlatma eylemleri gelişti. Şiddet sarmalı daha da tırmandı.
Devletin raydan çıkması herkesin endişe ile takip ettiği bir gelişmeydi. “Aydınlık için bir dakika karanlık” eylemliliği bu süreçle bağlantılıydı. Devletin laiklik karakterinde de hızlı aşınmalar yaşanıyordu. Tarihte 28 Şubat denilen süreç daha çok bir restorasyon hareketi olarak gündeme geldi. Dolaylı yoldan normalleşme adına PKK’yi de sorumluluğa davet ediyorlardı. Buna ihtiyatlı bir olumlulukla yaklaştık. En azından suçsuz insanların katledilmesi ve alan boşaltılması durur ve ambargo sınırlanır; savaş sürse de hiç olmazsa kurallarıyla yürütülür anlayışıyla bu tutuma girildi. Türkiye’nin İsrail’le 1996’da stratejik düzeye çıkardığı ittifakları istihbarata epey fırsat sunuyordu. İsrail’in dünya çapında istihbarat ve kontrolü, PKK’nin ‘terörist örgüt’ olarak ilan edilmesi, Önderlik takibini Türkiye açısından kolaylaştırmıştır. Bu tarihte Papandreu sonrası Yunanistan Başbakanı Simitis’le ABD Başkanı Clinton’un 1996’da PKK Önderliğine yasallık tanımama ve fırsat varsa teslim etme konusunda anlayış birliği içine girdikleri daha sonra duyumu alınan diğer bir bilgiydi. PKK etrafındaki hukuk alanının daraltılması daha da artıyordu. Almanya, Fransa ve İngiltere başta olmak üzere, PKK yandaşlarına karşı siyasi amaçlı yoğun bir tutuklama kampanyasını açmışlardı.
Güney Kürdistanlı YNK ve KDP önderlikleri, PKK aleyhtarı kampanyanın en temel dayanakları olarak, 1996’da İsrail ittifakına benzer Ankara, Londra ve Washington merkezli yoğun ilişkiler içine girmişlerdi. PKK ve Önderliğini, Kuzey Irak üzerinden tecrit etmede ve operasyonlara her türlü desteği sunmada anlaşmışlardı. PKK ve Önderliğini tasfiye planının son halkası olarak Suriye kalmıştı. Mısır’ı da yanlarına alarak Suriye üzerinde geliştirilen psikolojik savaş kısa sürede ürün vermişti. Suriye bu baskılara boyun eğmeyi ve PKK konusunda anlaşmayı çıkarlarına daha uygun bulmuştu.
Suriye’den ayrılmadan önce, yaz boyu ordu adına dolaylı yoldan bilgilendirmede bulunan bir kanalın yaklaşımları ilginçti. Anlamlı bir ateşkesle birlikte yeni bir süreç arzulanıyordu. Bu konuya gerçekçi yaklaşımlar söz konusuydu. Örgütün bilgisi dahilinde, 1998 yılının Ağustos ayı sonlarındaki tek taraflı ateşkes deneyimi bu bilgilenmelere dayanıyordu. Fakat bu ateşkesin yarıda kesilmesine pek anlam verilemedi. Meşru savunma hakkımızı kullanmaya dek varan ve olumlu yanı ağır basan bu dolaylı diyalog resmen başlatılsaydı, süreç çok daha olumlu gelişirdi. Bu, sanıyorum 28 Şubat sürecinin geçirdiği aşamalarla ilgili bir durumdu.
Tam bir yol ayrımına gelinmişti. Ortadoğu alanını eski biçimiyle kullanamayacağımız anlaşılmıştı. Yapılması gereken, ya Önderlik olarak dağlık alanı karargah olarak seçip savaşı daha üst boyuta sıçratmak ve şehir eylemlerini tırmandırmak, ya da uzlaşma arayışını Avrupa koşullarında daha güvenceli olarak geliştirmeye çalışmaktı. Savaşın tıkanmış durumu ve bir nevi kör bir noktaya gelip dayanması, dağda olmam halinde her türlü silahın kullanılma olasılığı ve benim durumumun ek bir sürü ağırlık getireceği düşüncesiyle, bunun tercih edilmemesi uygun görülmüştü. Benim etrafımda yoğunlaşacak bir savaş her bakımdan büyük sakıncalar taşımaktaydı. Ahlaki olarak kendimi yük yapmam doğru olmazdı. Ayrıca Kürt işbirlikçi önderlikleri her türlü istismarcılığa açıktılar. Orda bulunmamı çok kötü kullanacakları bilinen bir gerçekti. 17 Eylül 1998 Washington Anlaşması bunun bir göstergesiydi. Avrupa koşulları da çok riskli olmasına rağmen, siyasi, kültürel ve demokratik anlayışla, zımnen de olsa hukuka biraz güven duyuluyordu. Yunanistan’daki hükümetin ise, ilk 9 Ekim 1998 günü bu ülkeye ayak basar basmaz bu denli alçalacağı hiç tahmin edilmemiş ve düşünülmemişti.
20. yüzyılın sonlarında, Kürt halkının özgür iradesine karşı dünya çapında bir komplo ve darbe planı uzun bir hazırlık sürecinden sonra artık adım adım pratikleşiyordu. Filmi bir kez daha geriye çekip baktığımızda, bu planın aslında 90’ların başında Londra kaynaklı olarak uygun görülüp uluslararası düzeyde hayata geçirilmek istendiği anlaşılacaktır. Planın Türkiye boyutları az çok bilinmekle birlikte, Avrupa ve ABD boyutu net olarak anlaşılamamıştır. Uluslararası boyutu görmezsek, değerlendirmelerimiz eksik kalacaktır. Tekrar da olsa özetlemek gerekirse:
1- Palme cinayeti, başka amaçları yanında, 12 Eylül rejimi ve sonrasında Türkiye’yi dışa bağlı tutmak için ve Kürt özgürlük devriminden korumakta bir araç olarak kullanılmıştır. Palme’nin Vietnam ve Güney Afrika gibi ülkelerdeki hareketlerin desteklenmesinde ve hoşgörüyle yaklaşılmasında, Başbakanı olduğu İsveç’i bir merkez haline getirmişti. İsveç, Kürt özgürlük hareketinin de merkezi olabilirdi. Palme, Kürt özgürlük hareketinin terörist olarak damgalanmasına karşıydı. Öldürülmesinde “Kürt izi” teorisi ve PKK’nin terörist ilan edilip yasaklanması çabaları, İsveç’in bu olumlu konumunu ortadan kaldırmakla yakından bağlantılıdır. NATO’nun o dönemde Avrupa’da güçlü ve henüz açığa çıkmamış olan Gladio örgütlenmesinin bu ve benzeri komplolarla ilişkisi bir gün aydınlanacaktı. 15 Ağustos 1984 eylemliliğinin hemen ardından, Almanya’nın da ağırlığını koymasından sonra, Türkiye hükümetiyle uzlaşma sağlanmıştı. Birçok ekonomik çıkarın sunulmasıyla tüm Avrupa’da PKK’ye karşı bir izolasyon süreci başlamıştı. Palme provokasyonu bu sürecin en önemli halkalarından biriydi. PKK’yi bölme, gündemleşen diğer bir gelişmeydi. Başlarında Çetin Güngör’ün bulunduğu bir gruba bu yönlü önderlik yaptırılıyordu. Kesire’nin tahrikleri ürün verir gibiydi. Birçok aydın, Mahmut Baksi, Şivan Perwer gibi insanlar uzaklaştırılmıştı. Bu, tek başına Türkiye’nin çabalarıyla izah edilemez. Aslında Avrupa merkezli bir karar olarak uygulanıyordu. Türk solu bu yolla çoktan iğdiş edilmişti. Dünyanın diğer özgürlük hareketlerine de benzer planlar uygulanıyordu.
Almanya’nın merkezi düzeyde PKK’lileri tutuklaması da bu planın bilinçli bir parçasıdır. Parçalama ve önemli bir bölümü kontrolüne alma amaçlanıyordu. 1990 başlarında Türk Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in Londra’ya yaptığı bir gezide, “planımız onaylandı” biçiminde bir değerlendirmesi basına yansımıştı. Londra’nın da Almanya gibi tasfiyede rol üstleneceği anlaşılmıştı. Yine 1991’de YNK Başkanı Talabani Avusturya’nın Başkenti Viyana’da Türk Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’le PKK’yi terörist ilan etme konusunda gizlice anlaşmıştı. Talabani’nin bu yaklaşımı Almanya, Fransa ve İngiltere’nin tavrıyla iç içe, terörist ilan edilme olayında temel bir rol oynamıştır. Avrupa çapında varılan bu anlayış birliğinde, PKK’siz bir Kürt hareketi amaçlanıyordu. PKK’siz bir Kürt hareketi ellerinde Ortadoğu çapında kullanabilecekleri çok gerekli bir kozdu.
2-1993’ten sonra Özal ile ateşkes deneyiminin başarısız kalmasından sonra, bu sefer gündeme oturan taktik, “PKK’ye evet, Apo’ya hayır” biçimini aldı. Milyonlarca kitlesel tabana kavuşan PKK’yi tümden karşıya almalarının ve parçalama çabalarının sonuç vermemesi, böyle bir taktik yönelişi öne çıkardı. Her devlet kendine göre ‘PKK kadroları’ oluşturmaya başladı. Ortadoğu’dan Rusya ve Avrupa’ya kadar bu yönlü adımlar atıldı.
Şemdin Sakık için ‘ikinci adam’ unvanı icat edildi. Apo’nun tasfiyesi kararlaştırılmıştı, ondan sonrası hesaplanıyordu. Kani Yılmaz’a bu yönlü bir rol oynatmak için anlamsız bir tutuklama sürecine çektiler. Teslim olmak ve olası tasfiyelerden sonra bir PKK önderi gibi kullanmak amaçlanıyordu. Moskova Numan Uçar üzerinde çalışıyordu.
Ortadoğu’da birçok devletin tavrında bu seziliyordu. YNK ve KDP, PKK üzerinde oyunlarını yoğunlaştırmışlardı. HADEP bünyesinde benzer bir operasyon yürütülüyordu. Hatip Dicle, Leyla Zana ve teslim olmayan diğer milletvekilleri tutuklanırken, DEP örgütü kapatılıyordu. HADEP üzerinde ise bir çekişme yaşanıyordu. Kürdistan boşaltılıyor, Hizbullah maskeli dehşetvari yöntemlerle hiçbir örgütsel suçu olmayan binlerce dürüst yurtsever insan katlediliyordu. 6 Mayıs 1996’da Önderlik bombalanmasının gerçekleşmesinin üzerinden yarım saat geçmeden, Londra kaynaklı haberler Abdullah Öcalan’ın öldürüldüğünü veya bombalandığını dünyaya duyuruyordu. Yapılanları önceden biliyorlardı.
3-1996 İsrail-Türkiye ittifakı ile, bu tarihte başlayan Kuzey Irak’taki Kürt ve Türkmen örgütleriyle Türkiye ilişkileri aynı kapsamdadır. 17 Eylül 1998 Washington Kürt Otonomi Antlaşmasında en önemli madde, PKK’ye karşı tavırdı. Tıpkı 1925’de olduğu gibi, Türkiye’nin verdiği uzun tavizler halkası karşılığında, 2000’e doğru geldiğimizde benzer bir uzlaşma gerçekleşmişti. Bu bir bakıma Lozan’ın yenilenmesi demekti. PKK ve Kürt özgürlük hareketi tamamen izole ediliyor, Önderliğinin tutsak edilmesi için her tür taahhütte bulunuluyor, gerilla üzerinde de Kürt işbirlikçileri, İsrail tekniği ve uzman elemanlarıyla birlikte her tür operasyona yeşil ışık yakılıyordu. Bu, topyekün bir tasfiye planıydı.
Kendi içinde çeteler meselesini bile çözememiş, güçlerini yeniden mevzilendirmekte vurdumduymaz ve Önderliğin sırtından ucuz yaşamaya alışmış sahte bir komuta ve yönetim tarzından kurtulamayan yoldaşlarla, başta Suriyeli ve Yunanlı sözde dostların içyüzü daha iyi anlaşılamamış, son derece çıkarcı ve panikçi yaklaşımları karşısında, PKK Önderliğine düşen, meçhule karşı kuşkulu bir yürüyüştü. Büyük bir iç burkulmasıyla 9 Ekim 1998 macerası başlıyordu.
9 Ekim 98 çıkışı değerlendirilirken, Ortadoğu zemininin ne anlam ifade ettiğini çok sağlam ve yürekten çözümlemek gerekir. Bu zeminde yirmi yıla yakın bir pratik geçirdim. Sayısız ilişki ve çalışmalarda bulundum. Tarihi önemde gelişmeler ortaya çıktı. Bu gelişmelerin benimle ilgili hangi sinir ve ruhla gerçekleştirildiği ve nasıl dayanabildiğim de bütün yönleriyle mutlaka anlaşılmalıdır. Başta PKK yapısı olmak üzere birçok çevre, işin hiçbir şey ifade etmeyen resmi görüntüsü dışında, can alıcı özünü anlama gücünü göstermiyor. Sanki normal ilericiler cephesinde anlı şanlı yaşanılmış, çalışılmış ve başarılmış sanılıyor. Böyle bir şey yoktur. Tabii ki ucuz yorumla izah, kendilerine rahatlık sağlıyor. Dogmatik siyaset ve örgüt anlayışlarını tatmin ediyor. Bu tutum yetmeyince, bu sefer geleneksel kutsallık anlayışlarına sığınarak, “olağanüstü” kişilik özelliklerimle izah edip sorumluluktan ucuzca kurtulmak istiyorlar. Bu yüzden kimse yaşadığım pratiği tüm tarihsel mitolojik, felsefi, dini ve bilimsel anlamıyla çözmeye yanaşmadı. Çok kitap yazıldı; ben de yazdım. Yaşadığım gerçekleri halen de yazacak durumda değilim. Bunun için özgürleşme alanlarının gelişmesi gerekir. Ama koşulları çok elverişli olan ve gelişmeleri için neredeyse şart olan anlama işini başaramayan, başta yoldaş geçinen birçok kişi ve kurum, bu tutumla aslında kendilerini gelişmemeye ve başarısızlığa mahkum ediyorlar. Bunlar mümkünse bu yılların çözümünü yapıp insanlık, Kürtler ve Ortadoğu tarihi ve geleceği için ne anlama gelmesi gerektiğini en temel görev edinsinler. Çünkü bu olanak dışında, özgür yaşama giden yolda ne tarihi ve çağı, ne de güncel somut gerçekleri çözüp önlerini aydınlatabilirler. Şimdilik tek yol budur ve büyük emekle anlamayı ve pratikleştirmeyi gerektirir.
Kalın çizgileriyle Ortadoğu’daki yaşamın küçük bir kısmını, siyaset ve diplomasiyle ilgili yönünü değerlendirsem, tanımı şudur:
Sümerlerden beri döşenmiş labirentlerin içinden bu kadar yıl sonra sağlam çıkmak ve halkların özgürlüğüne bazı hediyelerde bulunmak, gerçek anlamıyla peygambersel bir tutum ve kişilikle mümkündür. Bu süreç bana sadece peygamberlik kurumunu kavratmadı; gerçek özüyle nasıl bir pratikle insanlığa sahip çıkılabileceğini de gösterdi. Bu şu demektir: Her peygamber, toplumsal gelişmede bir anlam yükselişidir. Dili ne kadar ilahi olsa da, özü; gelişen toplumun anlam, hafıza, töre, vicdan, özgürlük ve eşitlik başta olmak üzere, birçok temel konuda farklı kültürel bir aşama kaydetmesine yol açmaktadır. Halk bu konuda çok arif, bilen konumdadır. ‘Sizin yaptığınız yeni bir diyanet, (üç büyük dini kastederek) dördüncü bir din çalışması anlamına gelir’ dediklerinde şaşırmıştım. Daha sonra ne demek istediklerini anladım.
Her ne kadar İslamiyet’ten sonra peygamberliğin ve yeni bir dinin yolu kapanmıştır denilse de, bu, her çağın kendini ebedi olarak yorumlaması gibi bir savunmadır. Ortadoğu’da eski dinler kültürünün başta siyasi ve ideolojik alanlar olmak üzere, tüm toplumsal alanlardaki etkisi ve günümüzü adeta tutsak alması gibi sonuçları çözümlenemeden, ne Avrupa uygarlığı anlaşılabilir, ne de anlamlı bir iç ve dış özgürlük savaşımı başarıyla verilebilir. Tarih hükmünü yürütüyor. Yüzeysel laiklikle ne din çözümlenebilir, ne modern toplum yaratılabilir. İki yüz yıllık milliyetçi yenilenme deneyimlerinin sonuçları ortadadır. Bu yolda ısrar ettikçe, Arap-İsrail çıkmazında olduğu gibi daha ne kadar acılar ve yıkımlara yol açacağı da kestirilebilmektedir. Çözüm, tarihin doğasını çözümlemek ve oradan yola çıkarak bir özgürlük imkanını yaratmaktır.
Çağımız için bu harekete ‘dördüncü bir din’ demek pek anlamlı düşmez. Ancak bu hareketi 1500’lerdeki Avrupa Rönesans’ına benzeyen, fakat kendi uygarlık kökleriyle kapitalizm ötesi uygarlık ufkunu sentezleyen bir diyalektik gelişme temelinde Ortadoğu Rönesansı olarak tanımlamak daha anlamlı ve tarihsel ihtiyaca cevap niteliğinde olacaktır. Bunu yarattık demek abartılı olur. Yapılmaya çalışılan, bu toprakların kültürel özüne uygun ve çağın gericiliğine tutsak düşmeden olumlu özlerini benimseyerek, günümüzün orijinal özgürlük hareketine katkıdır. Bunun tarihte anlam bulacağına ve özgürlük hedeflerine sönmeyen bir meşaleyle yürüyen bir çıkışın güçlü ve süreklilik kazanan bir akımı olacağına inancım tamdır. Eksiği ve kiri varsa da, güçlü temsilcilerinin bu akımı daha da arındırarak ve hareket gücüne kavuşturarak, uygun ve gerçekçi hedeflerine adım adım ulaşacaklarına dair umut ve inancım hiç eksik olmamıştır. Tersine, bu coğrafya kendisine ekmek, su ve hava kadar gerekli zihinsel ve ruhsal güce kavuştuğu için, yaşamın anlamı bin yıllardan beri içine girdiği çıkmaz ve karanlıklardan sıyrılarak, daha doğru ve aydınlanmış yolda coşkuyla ilerleyerek hedeflerine varacaktır. Böylesi bir anlamlı yaşamın yaratılması her şeyden daha çok değerlidir ve kıymeti de o denli bilinmek durumundadır. Tarihte eşine rastlanmayan kahramanlıkların, acıların ve fedakarlıkların sahiplerine saygı ve bağlılık, kendimizi bin yılların lanetli kıldığı gerçeklikten kurtarıp kutsamakla özdeştir. İlla buna yeni bir dini anlam biçilecekse, bu noktada görülmelidir. Bir kutsaması vardır, o da aydınlatılmaya çalışılan bu özdür. Bu savunmam, lanetten kurtarılmış ve kutsanmış çağdaş yaşamın ne anlama geldiğini açıklamaktadır.
Şam’dan Avrupa’ya doğru çıkışımı bazı tarihsel örneklerle mukayese etmem yanlış yorumlanmaktadır. Ama tarihle güncellik kutsallığın özünde yürüyorsa, bu benzerlik kaçınılmazdır ve doğrudur. Ancak çarpıtılmış ve inkara dayalı tarihler, kutsal değerlerin benzeşme gerçeğine set çekebilirler. Bu durum bile, olsa olsa bir perdelemedir. Gerçek olan, kutsallıkların zincirleme hareketidir.
Hıristiyanlığın özellikle Avrupa kolunu yaratan Büyük Aziz Paul’den bahsedeceğim. Önce havarilere düşmanlık yapıyordu. Şam yolunda bir mucizeyle havarilere katılışını, tarih değiştiren bir olay olarak anlatır. Tarsus’ta doğan Yahudi bir aileden gelmektedir. Antakya’dan başlayarak birkaç kez Anadolu, Yunanistan ve İtalya’ya sefer yapar. Çok büyük inanmış bir propagandacıdır. O olmasaydı, Hıristiyanlığın Avrupa’ya bu denli taşınması mümkün olamazdı. Roma’da öldürüldü.
Anısına Avrupa’nın her tarafında dikilmiş Saint Paul katedralleri boşuna büyük bir görkemlilik arz etmezler. Çünkü Avrupa ahlakının ve bugünkü aşamaya ulaşmasının temelinde Aziz Paul’un attığı insanlık harcı vardır. Avrupa yarı yarıya Saint Paul demektir. Çok yönden ihanete uğramış olması ve olumsuzlukların da kaynağına alet edilmek istenmesi bu gerçeği değiştirmez. Daha ilginç olanı, Yunan sahasında karşılaştığı iyi dostlar kadar, birçok dönek ve sahte dostların da mevcudiyetidir. Bazı dostların laubaliliğinden de şikayet eder.
9 Ekim 98’de Şam’dan çıkışım bu tarihsel olguyu hatırlatır. Çok sayıda dost vardır. İktidardaki partiden birçok davet yapılmıştır. Parlamento, anayasayı değiştirebilecek bir çoğunlukla beni davet etmiştir. Gitmeden önce bakanlık yapmış ve halen milletvekili olan Kostas Baduvas adlı dostla konuşan tercüman Ayfer Kaya, gelebileceğime dair telefonda on’u aşkın teyit almıştır.
Ulaştığımda, ortada ‘dost Baduvas’ yoktur. Karşılayan, İstihbarat Başkanı Stavrakis ve çağdaş Yehuda İskaryot (İsa’yı ihbar eden havari) rolünü oynayan ve adını da Agit koyan Kalenderis’tir. Tavırları tam 3000 yıl önceki Helenlerin tavrından farksızdır. Helenlerin o günden beri değişmeyen bir tavrı; kendi dışındakileri ve çıkarlarına uygun düşmeyenleri barbar olarak adlandırmak, kendi basit dünyaları dışındakileri yabancı olarak görmektir ve bu, köklü bir duygudur. Fakat bu yaklaşım tüm gerçeği ifade etmez, işin duygusal ve moral yönünü izah edebilir. Siyasi ve diplomatik gerçekler daha farklıdır.
Şu gerçeği görmekte yarar var: Kürt Özgürlük Hareketi, PKK önderliğinde bir nevi çağdaş Bolşevizm gibi görülmektedir. Zaten ‘katı Stalinci’ damgalaması bu görüşü yansıtmaktadır. Çok farklı özellikleri olsa da, yaklaşımlar benzerdir. Resmi siyaset ve devletler düzeni, PKK’yi ve bir bütün olarak Kürt Özgürlük Hareketini legaliteye kabul etmek istememektedir. Birçok ülke ise illegaliteye çekmiştir. Özellikle Almanya bunda başı çekmektedir. ABD daha katıdır. Ortadoğu devletleri de aynı yaklaşım içindedir. Kesinlikle legalite dışı saymaktadırlar. Dost olanları ancak kişisel ve gayri resmi yaklaşım içindedir. En çok koruyucu dost ülke olarak tanıtılan Suriye, hiçbir zaman radikal Arap milliyetçiliği çizgisini aşmamıştır. Kişi olarak Devlet Başkanı Hafız Esat’ın tavrı önem taşıdığından, iki cümleyle değerlendirebiliriz. Hafız Esat, büyük olan otoritesinden ve içinden geçmekte olduğu koşullardan ötürü, bana göre despotik klasik devletle devrimci demokratik devlet arasında bir çizgide duruyordu. İlahi anlamlı devletin bir ayağını halkın içine çekmişti. Sanılanın aksine, otoriter ve kutsal devleti basitçe kısmen halkın hizmetine vermişti. Ama Sümer rahip devlet anlayışını esas olarak koruduğu da bir gerçektir. Yarısı aydınlık, yarısı karanlık bir Ortadoğu kimliğiydi. Kürt özgürlük hareketine düşman değildi. Ama geleneksel ideoloji, devlet anlayışı, milliyetçilik ve çağdaş diplomatik güçler dostluğunu engelliyordu. En büyük yiğitliği, başkaları istiyor diye düşmanlık yapmamasıydı. Fakat son ayrılacağımız günlerde, Firavun torunu Mısır Başkanı Mübarek ile etrafındaki bürokrasiyi aşacak güçte olmadığını ortaya koymuştu. Milliyetçiliği aşırı zorlayacak konumda değildi.
Benim açımdan eleştirilmesi gereken Suriye değil, kendi konumumdu. 1990’ların başlarında, hatta 1980’lerin de başlarında Arap sahasından ayrılmamla tarihin seyri başka olabilirdi. Zağroslara yerleşmem en ciddi seçenekti. Fakat İran ve Kürt işbirlikçilerinin yaklaşımlarının neleri doğuracağı bilinmezdi. İkincisi, bu rolü rahatlıkla ve başarıyla oynayabilecek arkadaşlar vardı. Bu hakkı onlar kullansınlar beklentisi hakimdi. Ama öyle basit çıktılar ki, kendilerini bir karışlık derede bile boğduracak cüceler olduklarını gösterdiler. Kendilerine tanıdığım tarihi fırsatı ve hizmeti hiç anlamadılar. Olanaklar üzerine hovardaca ve bir mirasyedici gibi oynadılar. Kendilerini de, çok büyük değer ifade eden emek ve sabrımı da gafilce kullandılar ve çarçur ettiler. En çok eleştirilip özeleştiriye çekilmesi gereken konu budur. Fakat 9 Ekim 1998 çıkışını oraya yapmamanın doğruluğuna hala inanıyorum. Çünkü o zaman savaş kişiselleşir, tam bir intikamcılığa dönüşürdü. Olası bir barış ve kardeşlik fırsatı hepten yitirilirdi. Dağa çıkış 40 yıllık rüyam olduğu halde, üzüntümden çatlamamın tek nedeni, insan yaşamının ve özgürlüğün iğne ucu kadar barışçıl bir imkanı varsa, bunun denenmesinin tercih edilmesinin daha değerli olmasıydı. Mevcut tabutluğumda bile moralli olmamın tek nedeni, onurlu bir barış için yaşamamın soylulaştırıcı bir savaştan daha az değerli olmamasıdır.
Simitis hükümetinin bu tavrının özünü anlamak çok daha önemlidir. ABD ve İngiltere, hatta Almanya’nın da onayı dahilinde bir tutum olma ihtimali bulunmaktadır. Yine Baduvas’ın davetine hiç sahip çıkmaması düşündürücüdür. Gelmememi kesin isteyebilirdi. Bakan olan birisinin bu kadar basit kalması anlaşılır olmaktan uzaktır. Önemli bir ihtimal, ayaklarımın Ortadoğu’dan bilinçli kopartılmasıdır. Bunda İngiltere İstihbaratı temel rol oynamış olabilir. Karışık güçlerin devrede olması ihtimal dışı değildir. Daha sonraki gelişmeler şu gerçeği gösterecektir: Avrupa’ya çekilip kişiliğimi ve onurumu yıktıktan sonra, ellerinde ehil bir araç olarak, başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu denkleminde kullanılmamın tasarlanması en güçlü olasılıktır. Yunanistan’a ilk adımımı atar atmaz; hukuk, insan hakları ve demokratik toplum kurallarının benim için olmadığını, katı siyasi ve ekonomik çıkarlarının esas alındığını anlayacaktım. Yunanistan’la başlayan tavrın Türkiye korkusu olduğunu veya anlaşarak sağlandığını belirtmem pek gerçekçi olmaz. Tersine, en üst düzeyde Batı sistemi olarak, başta Başkan Clinton olmak üzere, Türkiye’nin tavrını çok önceden ve çok dakik olarak inceledikleri kanaatindeyim. PKK ve Öcalan olgusunu kendi çıkarları için Türkiye’nin başına en ideal biçimde patlatmakta ve kullanmakta çok bilinçli olduklarını da belirtmem gerekir. Strateji ve taktik şuydu: Hem PKK’yi ve Kürtleri, hem de Türkiye’yi ve Türkleri kullanmak; gerektiğinde elli yıl sürecek kör bir savaşta tutmak için benden yararlanmak, Türkiye’nin elinde gerçekleştirilecek bir öldürtmeye kadar gitmek, en azından kendilerine bağlı şoven gerici kesimlerle bunu gerçekleştirmek. Böylelikle Türkiye’yi kendilerine daha çok bağlama, Kürtleri de onursuz bir sığınmacılık altında kendine muhtaç kılma stratejinin ana parçaları olarak değerlendirilmektedir. Yaşanan dört aylık Avrupa macerası, bu eğilimi daha çok doğrulayacak niteliktedir.
Dostluk eğilimimi belirtmek durumundayım. Beş yaşındaki bir çocuk da olsa, dost bellediğimde sonuna kadar inanmam benim için bir karakter özelliğidir. Hayatta belki de en büyük zayıf (kendim buna inanmıyorum, dostluğun ve yoldaşlığın güven şartının hiç çiğnenmemesi gerektiğine batıl bir inanç gibi halen inanıyorum) yönüm, bu tür bir güven duygusudur. Dostluk ve yoldaşlık adına bu yönümün korkunç kullanıldığını biliyorum. Ama en temel insani değer olduğundan, vazgeçmemem gerektiğine de eminim. Bana göre, dostluk ve yoldaşlıkla oynamak, anasını ve eşini satmak gibi bir şeydir. Dolayısıyla dostluk ve yoldaşlık bağı 20. yüzyılın şahsında en büyük darbeyi yemiş olduğundan, onun en son ve en trajik kurbanı ben olacaktım. Bu anlamda 20. yüzyılla boğuşmaktan bahsetmem gerekir. Önce Yunanistan’da, sonra olası dostluk adına gittiğim ikinci durak Rusya’da, dostluğun başına neyin gelmiş olduğunu belirtmem hayli öğretici olacaktır.
İki seferin sonunda yoğunlaşmam, Yunan karakterini sınırlı da olsa çözme imkanını verdi. Bahsettiğim, hakim Yunan karakteridir. Mutlaka halkının bazı özgün ve egemenlerden farklı karakteristik özellikleri vardır. Tanrı Dionysos’tan beri Yunan halkının özgünlüğü bir gerçektir. Coşkulu ve dostçadır. Ama dünyanın tüm ülkelerinde görüldüğü gibi, bu karakter yenilmiştir ve ancak elinden ağlamak gelir. Dünyanın tüm halkları dostluklarına sahip çıkamazlar. Ama ardından bol bol ağlarlar. Kendi kendilerine dost ve yoldaş olduklarında da böyle yaparlar. Ayrılıkları, yitirişleri ve birlikleri ağlama ve ucuz sevgiye gömülmüştür. Saygı duyulsa da, bunun fazla değeri yoktur. Dostluğu ve yoldaşlığı koruyamayan bir saygı ve sevgiye, anam da olsa, hep hor baktım. Karşılıklı bir sevgi ve anlayış göstermedim. Sanki kader bana, ‘Çok değer verdiğin dost ve yoldaşların için ağlamaya değmez’ der gibidir. Karşı çıktığım, dostluk ve yoldaşlık değildir. Tersine, ona zafer değerini veremeyen, dost ve yoldaş olmasını bilmeyen, sahte ve zavallılardır.
Yunan egemen sınıf tarihine bakıldığında, MÖ 1600’lerde Mikenlerden beri mitolojik bir biçim kazanmış olan düşünce tarzlarına göre, tanrı Zeus her türlü puştluğu ve kalleşliği yapabilir. Önüne çıkan her kadını baştan çıkarabilir; her tarafından, alnından, kıçından Athena başta olmak üzere birçok küçük tanrı doğurabilir. Yalan ve kandırmaca tanrısal özellikleridir. Troya kahramanı Hektor’u nasıl kandırdığını, ona inanan Homeros bile hayıflanarak dizelerine döker. Yeter ki Helenistlerin çıkarına olsun. Bir nevi İsrail Tanrısı Yehova gibidir. Helenler ve İsrailoğulları seçilmiş kavim oldukları için, diğer insanlık, yani barbarlar aleyhine ne yapsalar haklarıdır ve tanrıları da bunu böyle emretmektedir. Bu mitolojik gerçeklik, daha sonra dinsel ve siyasi gerçekliğe dönüşecektir. Mitoloji deyip geçmemek gerekir. Günümüze kadar dinin ve siyasetin temelinde yatan mitolojik gerçekliklerdir.
Bu mitolojik özellikler, Yunan hakim sınıfının nasıl doğduğunu dile getirmektedir. Ana kaynağı da Sümer mitolojisidir. Anadolu, Fenike ve Mısır üzerinden hem mitolojik, hem de maddi toplum olarak beslendikleri bilinmektedir. O günden beri değişmeyen bu sınıfsal ve ulusal karakter bütün çıplaklığıyla karşımda duracaktır. Hileci, kandırmacı, çıkarları uğruna hiçbir insana değer tanımayan, dışındakileri değersiz ve barbar sayan bir zihniyet ve ahlaktır. Temsil ettiğim insanlık, halk ve tarih gerçekliği, özünde kendisiyle bağdaşmayacak farklı bir tarih, siyasal ve kültürel gerçeklikle karşılaşmıştı. Bu bir anlamda Medler ve Perslerden beri devam eden Doğu-Batı karşılaşmasının küçük bir devamıydı. Batı kapısı, şahsımda temsilini bulan Doğu çıkışına kolay geçit vermeyecekti. Atina’nın başka hesapları da vardı. Tüm yaklaşımları, Türk tehlikesine karşı herkesten ve her yöntemle yararlanmaktı. Benim şahsımda yararlanabileceklerine -tabii dostça bir biçimde- pek göz kestiremiyorlardı. Yararlanmayı, tipik İngiliz politikası gibi “iti ite kırdırma” biçiminde ele alma yanlısıydılar. Dostluklarının bir kandırmacadan ibaret olduğu anlaşılıyordu.
Önceden planlanmamış çıkışım, ortaya çıkan zorunluluk karşısında, denenmesi gereken önceliklerin başında görüldü. Reel sosyalizmden sonra içine düşülen yozlaşma sürecinin krizli bir dönemi yaşanıyordu. Başbakan Primakov ve Başkan Yeltsin, reel sosyalizmin önemli hainleriydiler. Ekonomik ve gizli kirli istihbaratla bağlantılı çıkarlar nedeniyle, konumum ne kadar stratejik de olsa, o dönem için satılmaya çok müsaitti. Koca bir Sovyet sistemini satanların nazarında özgürlük değerlerine saygı beklemek kendini kandırmaktı. IMF, ABD, İsrail ve Türkiye ile yürütülen ilişkiler, bana karşı hukuk dışı bir tavrın alınacağını kesinleştiriyordu. Halbuki Duma benim 298’e karşı 1 oyla siyasal iltica tanınmasına ilişkin bir karar çıkarmıştı. Fakat despotik devlet açısından bunun fazla anlamı yoktu. Beni zorla Türkiye üzerinden Kıbrıs’a indirmek istiyorlardı. Büyük ihtimalle işbirliği halinde, daha o günlerde bir teslim etme gerçekleşebilirdi.
Bu inanarak yaptığım bir tercih değildi. Fakat uğrunda o kadar kan dökülmüş ve acı çekilmiş özgürlük ve eşitlik ideallerinin başına böyle bir yozlaşmış rejimin çöreklenmesi, aslında reel sosyalizmin derin sapmasını göstermekteydi. Bu durum onun geleneksel sömürü ve baskı sisteminden kopmadığını kanıtlıyor, Sümer rahiplerinin tapınak sosyalizminin bile gerisinde olduğunu hatırlatıyordu. Rusya devrimciliğinin kapitalizmin ve feodalizmin ufkunu aşamadığının, devlet kapitalizminin sosyalizmi doğuramayacağının, dolayısıyla çağdaş liberal kapitalizm karşısında tutunamayacağının bir örneğini sergiliyordu. Bunu bizzat görmem, 20. yüzyılın bir yüzünü daha iyi tanımama yol açtı. 20. yüzyıl bir ihanet yüzyılına çok benzemekteydi. Devrimler ve özgürlükler yüzyılı, daha sona gelmeden, hiçbir insanlık değerine kökten bağlı olmayan ve maddi çıkarcılığın her ilkeyi tutsak ettiği bir yüzyıl olarak 2000’e dayanmıştı. O kadar kanlı geçmesi yücelmesine değil, barbarlığına bir kanıttı. Genele hükmeden, ilkel milliyetçilik ve kaba materyalizmdi. İnsanlığın tarih boyunca tüm yüceltici, gerçekten insan hakları ve demokratik içerikli özelliklerine karşı en kapsamlı bir karşı-devrim söz konusuydu.
Devrimin ve karşı-devrimin tanımını yeniden yaptıracak bir sonuçla karşılaşılmıştı. Karşılaştığım tablo insan gerçekliğine daha doğru yaklaşmaya zorluyordu. İlkelerle güne gömülmüş yaşam tarzını kıyaslamamı aydınlattı. Bazı sembolik kalıplara takılmamam, artık tanrı ve insan maskelerini (ki, aynı gerçeği ifade ederler) cesaretle parçalamam gerektiğine dair cesaret ve bilincimi arttırıyordu. 20. yüzyılın putları kırılmalıydı. Bireyin varlığı ve hakları toplumun varlık ve haklarından önce gelmeli veya en azından ikisi arasındaki optimal (verimli ve özgür birlik) nokta esas alınmalıydı. Bireysellik ve ona ilişkin hakların kapitalizmin insafına terk edilmesi vahim bir yanılgıydı. Bireyin varlığını ve özgür gelişimini esas almayan her toplumculuk, aslında Sümer rahip tarzıydı ve egemen sömürücü sınıfları doğurmaya mahkumdu. ‘Her şey toplum için’ sloganı aslında en eski bir sınıflı toplum sloganıydı. ‘Her şey birey için’ ise, çelişkili gibi görünse de, en gelişmiş sınıflı toplumun, kapitalizmin sloganıydı. İki ilkenin sloganlarına yenik düşmeden, bir insanlık, özgürlük ve eşitlik idealine dayanmak esas yoldu. Bilimsel sosyalizm bir olgu olacaksa, kendini dogmatizmden ve tapınak sosyalizminden kurtarmalıydı. Devlet uğruna her mücadele sosyalizme tersti. Onun yerine bir arayış, sosyalizmin özüydü. Bulunan proletarya diktatörlüğü de olsa, yeni bir kölelik aracından başka sonuç vermiyordu. Zor sisteminin aşılmasına dayanan bir siyasal teori ve pratik, bireyi baştan esas alan bir özgürlük ve toplumu kolektif emekle yücelten bir eşitlik ideolojisi, bilimselliğin ve tekniğin yol açtığı imkanlarla egemen sınıf barbarlığını aşabilir ve özlenen toplumsal ütopyanın gerçekçi ifadesini kovuşturabilirdi.
Moskova seferinin bu yönlü ideolojik yoğunlaşmamı hızlandırması, sosyalizm ütopyasına inanmış ve büyük emek çekmiş sahiplerinin anısına verebileceğim en temel karşılıktır. 20. yüzyılın Moskova’sı o kadar basitleşmişti ki, hiçbiri hayali olumsuz da olsa canlandıracak güçte değildi. Rus gerçeği üzerinde en az Yunan gerçeği kadar durmanın gereği açıktı. Burada da bazı putları yıkarak yaklaşmanın gerçeklere ulaşma açısından vazgeçilmez olduğu kendini açıkça ortaya koyuyordu.
Roma’ya 12 Kasım 1998’de yöneliş, Avrupa içinde gidilebilecek tek ülkenin başkenti konumunda olmasındandı. Komünist Partinin ‘Yeniden Yapılanma’ adlı grubundan Milletvekili Ramon Montaviani’nin desteğiyle ulaşıldı. Massimo D’Alema Hükümetinin birkaç aylık dönemine denk gelmişti. Yaklaşımları zikzaklı oldu. Ne siyasi, ne hukuki net bir yaklaşım sergileyemedi. İtalyan büyük sermaye çevrelerinin ağır tahriki, Avrupa ülkelerinin tam destek vermeyişleri, özellikle Almanya’nın kişiliğini sarsma ve kendini dayatma tavrının ağırlığı altında inisiyatifli davranamıyordu. Baştan savmacı tavır gelişiyordu. En iyi eğitilmiş polis gruplarıyla çok yoğun bir psikolojik baskı kuruldu. Odadan ayrılmaya hiç fırsat tanınmadı. Kaçırtma veya kalmakta ısrar edilirse çok sıkı bir denetime razı olma dayatılıyordu. Ağır sorumlulukları olan birisi için, ilk çıkan fırsatta ayrılması gerektiği açıktı. Bir zorla atmadıkları kalmıştı. Birçok ülkeye para verip yer ayarlamaya çalışmaları gerçek niyetlerini gösteriyordu. Demokratik hukuk tavrı sergilenmeyecekti.
Niyetim Kürt sorununu demokratik bir platforma çekmekti. Destek olunsaydı, Türkiye’nin de bu tavra gelmesi zor olmayacaktı. Anlaşılan, Avrupa Kürt sorununun ciddi çözümünden yana değildi. Sorunla Türkiye’nin uğraşması daha çok işlerine geliyordu. Yunanistan’ın tavrından da bu anlaşılıyordu. Avrupa’da siyaset, savaşın sonunu getirebilirdi. Bu ise, ABD de dahil, Batının stratejisine uygun düşmüyordu. Almanya’nın tavrı, bir an önce dağ yolunun açılmasıydı. Uzun vadeli düşündükleri açıktı. Ortadoğu’da Kürtlere dayalı bir kargaşa daha çok işlerine geliyordu. Dolayısıyla benim beklenmedik çıkışım, taktikleri dışında bir durumdu. Bütün hazırlıkları, ehlileştirilmiş işbirlikçi Kürt şahsiyetlerine dayanıyordu. PKK ve özellikle benim varlığım, on yıllarca yürütmüş oldukları ve çok sermaye akıttıkları Kürt kozunu ellerinde işlemez kılıyordu. Ya çok sarstırıp kişiliksiz biri konumuna getirecekler, ya da dışlayacaklardı. Bunda ABD’nin eğilimi de hesaba katılıyordu. Zorlasam kalabilirdim. Roma hukukunun doğduğu merkezden atılmam zordu. Fakat siyasi riskleri ağırdı. Bu kadar zorlayan bir devletin daha tehlikeli yönelimleri de her an hesaba katılmalıydı. İlk doğacak fırsatta ayrılmam zorunluluk arz etmişti.
Avrupa’nın üç tarihi başkentinde geçirdiğim toplam dört ay bazı önemli gerçekleri ortaya çıkarmıştı. Demokrasi ve hukuk, Kürt özgürlük iradesine hakkını vermek niyetinde değildi. Avrupa’nın insani bir Kürt politikası yoktu. Sadece Türkiye’ye yönelik taleplerinde bir argüman olarak kullanılıyordu. Aslında son iki yüz yıllık politikalar sürdürülüyordu. Kürtleri Ortadoğu’da İran, Irak ve Türkiye yöneticilerini kendi politikaları doğrultusunda zorlamak için en uygun araç olarak görüyorlardı. Acil bir çözüm için tavır almamalarının altında bu temel neden yatıyordu. Onlara uzun vadeli sorun yaratan bir Kürt olgusu lazımdı. Çözüm ise, kullanacak malzeme bırakmıyordu.
Bu tutum Kuzey Irak’taki Kürt işbirlikçileri için de geçerliydi. Sorunlu bir Türkiye kendilerine muhtaç olacaktı. Dolayısıyla PKK’nin hep bir sorun olarak kalması, politik çıkar için hepsine çok gerekliydi. Benimle çözümü değil, istedikleri gibi davranıp uzun vadeli politikalarına hizmet edecek birilerini düşünüyorlardı. İki yüz yıllık politik perspektiflerine aykırı bulunuyordum. Özgür karakter ve bağımsız karar inisiyatifi kabul edebilecekleri bir durum değildi. Bunu kabul etmeleri, onlarca yıldır besledikleri birçok işbirlikçi Kürdü kaybetmeleri demek olurdu. İtalya Türkiye’den daha çok yatırım ve ticaret imkanı elde etmek istiyordu. Bunun için en radikal tavrı alabiliyordu. Ama benim durumum, pratikte görüldüğü gibi bu hesabı da bozuyordu. Çıkarları kişiliğimi kaldırmaya uygun düşmüyordu. Anlaşılan, Avrupa hukuku ve demokrasisi Kürt sorunu sınırlarında duruyordu. Ancak işgüçlerinden ucuzca yararlanma ve uzun vadeli Ortadoğu politikalarında bir araç olarak kullanılan Kürt yaklaşımı geçerliydi. Bu yönüyle de olsa, politika yine de tam şekillenmeden uzaktı. Ağır basan yön, genel birçok sorunda -başta Balkanlar - olduğu gibi, Kürt sorununda da Avrupa’nın şekillenmiş bir politikasının olmadığıydı. Her devlet ancak polis ve istihbarat çerçevesinde yaklaşıyor, sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla da sızmaya çalışıyordu.
Roma’dayken ve sanıyorum Moskova’dayken, benimle en yoğun ilgilenen bir güç de MOSSAD’dı. “Kürt meselesinin en esaslı sahibi benim” dercesine, istihbarat ve denetim ağını esasta geliştiren güç olduğu giderek açığa çıkarıyordu.
ABD, İsrail ve İngiltere ayrı bir kanat olarak duruyorlardı. Avrupa henüz dağınıktı. Zaten bu tip önemli sorunlarda ortak bir politikadan yoksundu. İngiltere iki yüz yıldır önderlik ediyordu. Olası Kürt politikası İngiltere olmaksızın düşünülemezdi. İsrail’in doğuşuyla denetim MOSSAD eliyle yürütülüyordu. Barzani ve Talabani’yle birlikte birçok Kürt sisteme bağlanmıştı. Yalnız PKK’nin durumu yaratmış oldukları sistemi bozuyor, yaratılmış dengeyi tehdit ediyordu. Bu nedenle beni sorumlu tutup, sıkı bir teşhir ve tecrit politikasına hapsetmişlerdi. Türkiye’yle 1996 antlaşmaları, operasyonel roller üstlenmelerine de yol açmıştı. Bunu çok iyi hesap edememek bir eksiklikti. Roma’dayken hala ciddiye almamamız, İsrail gücünü hesaplamadaki yetersizlikten kaynaklanıyordu. Daha sonra anlaşılacak ki, Moskova’yı da benimle ilgili olarak avuçları içinde tutan İsrail’di. Benim esas takibimde ve işlemez duruma getirilmemde İsrail’in payı belirleyiciydi. Tabii bunu ABD’nin büyük mali ve diplomatik desteğiyle birlikte yürütüyorlardı. Moskova’da kalmamam için IMF’nin 8 Milyar Dolarlık kredisi kullanılmıştı. Yine Türkiye’den bu amaçla Mavi Akım Projesi koparılmıştı. En alçakça olanı şuydu ki, hiçbir şey vermeden, sıkışık durumumu bol bol kullanarak, birbirlerinden birçok tavizi koparıyorlardı. Türkiye’de “Apo primi” denilen rantçı sistem, uluslararası alanda da daha büyük çaplı uygulama buluyordu. Tüm Avrupa, Rusya, ABD ve en son Kenyalı bürokratlar da nemalarını alacaklardı. Şahsımda bir halkın özgürlük istemlerinin böylesine maddi çıkarlarla pazarlanması çok alçakçaydı.
İtalya’da psikolojik savaş sonuç veriyordu. En ufak bir fırsatta çıkmaya hazırlanıyordum. Moskova temsilcisi Numan Uçar’ın köylü basitliği komplonun derinleşerek sürmesine yardımcı oldu. İtalya temsilcisi Ahmet’in de pasif ve sorumsuz hali, olup biteni tam anlamaktan uzaktı. Hepsi kendi basit dünyalarında çoktan tükenmişlerdi. İtalya’dan çıkışta hem ben, hem Başbakan D’Alema rahatlamıştı. D’Alema kötü bir demokrasi ve insan hakları sınavını vermişti. İtalyan sermayesi karşısında ürkekti. Hukuk ve demokrasinin gür sesi olsaydı, özgürlük tarihine katkısı unutulmaz olurdu.
Tekrar Moskova’ya vardığımda, büyük ihtimalle oyunun son perdesi bilinerek hazırlanmıştı ve oynanıyordu. İtalya’dan çıkartılmam, her iki tarafın karanlık güçleriyle yetersiz PKK temsilcilerinin safdilce yaklaşımlarıyla gerçekleşmişti. Süreç, çarmıh veya tabutun hazırlanması süreciydi. Moskova’dakiler ilk çivileri sıkı vuruyorlardı. İlk defa suratlarında dostluğa hiç yer vermeyen görüntülerle tanışıyordum. Belli ki, karar üst düzeyden ve kesindi. Bilinen akıbette üzerine düşeni yapıyorlardı. Oyun ve zorbalıkla bir kargo uçağına bindirip, sonradan Tacikistan’ın Başkenti Bişkek olduğu anlaşılan köy evi gibi bir yerde bir haftalık bir tutukluluktan sonra, aynı statü içinde Petrograd yoluyla garip dost gibi görünen ve emekli general olduğu söylenen Nagzakis’le Atina temsilcisi Ayfer özel bir uçakla gelip Atina’ya doğru yola çıktık. Uçağın devlet bağlantısı açıktı. Önce Romanya’ya indirilmek istendi. Nagzakis teslim etmenin burada gerçekleşeceğinin Simitis’le kararlaştırıldığını iddia etmektedir. Doğru olabilir. Kabul etmeyince, zorunlu olarak Atina’ya indik. Aynı cehennem zebanileri, Stavrakis ve Kalenderis bekliyorlardı. Yalnız bu bir gün sonra olacaktı. İlk gün geldiğim gibi VIP salonundan geçip bir gün Nagzakis’in kaynanası, halktan ve dost olan kadının evinde kalacaktım. Ona şunu demiştim. “Pangalos ihanet edebilir mi?” Çok kesin ‘hayır, seçim için bundan iyi bir fırsat olamaz’ diyordu.
Dışişleri Bakanı Pangalos açık bir hileye başvurdu. Resmen görüşmek amacıyla çağırdığı eve en üst düzeyde istihbarat ekibi yollamışlardı. Dostça olmayan tehditkar bir üslupla “Sana sabah saat dörde kadar süre tanıyoruz. Aksi halde bildiğimizi zorla yaparız” dediler. Bu bir düşmanca yaklaşımdı. Geçek suratlarını gösteriyorlardı. Önceden anlaşmış oldukları açıktı. Geriye benim halen devam eden dostça güvenimi kullanıp istedikleri yere çekmekti. Kenya çok önceden CIA ile birlikte hazırlanmıştı. Bunu sonra anlayacaktım. Çok güvendiğim Kalenderis, Yunan devletinin şerefi üzerine söz vererek, tehlikeden uzak bir yer olarak eski Yunanlıların etkili olduğu Kenya’da 15 gün içinde Dışişleri Bakanının hazırladığı Güney Afrika pasaportuyla çözüm bulunduğunu söyledi. Dosta güven esas olduğu için kabul etmemek olmazdı. Yanımda ciddi bir uyarıcı yoktu. Tam anlayamadığım tercüman Melsa, uyuşuk hareket ediyordu. Sahteliklerini çözebilirdi. Ayfer’i alıkoymuşlardı. Aslında tecrit edilmiştim.
Bu süreçte ihaneti dolaylı yoldan anlatmak isteyen birkaç harekete tanık oldum. Şoför binmem gereken uçağa sert bir vuruş yaptı. Bunun bilinçli bir tavır olduğu kanısındayım. Uçak kalkamadı. Fakat daha sonra hemen İsviçre üzerinden olduğunu tahmin ettiğim yerden, çok özel bir uçak Yunanlı olmayan ekiple gizli bir askeri havaalanında beni bekliyordu. CIA veya İngiltere istihbarat uçağı olma ihtimali yüksekti. Binmeden önce taksi şoförü on defadan fazla gidip geldi, uçağa bir türlü varmak istemiyordu. Bundan da bir sonuç çıkarmadım. Dostluğun kitabında böyle ihanetlere yer olmayacağına o kadar inanmıştım ki, birisi o anda bana “kaçırılıyorsun” deseydi, terslerdim. Çünkü insanlığın kitabında buna yer yoktu.
Daha sonra her şeyin planlı olduğu anlaşılacaktı. Kenya Büyükelçisi Kostulas beni rahatlıkla havaalanından aldı. İlk konuşması manidardı. İngilizler ve Almanların biraz şerefi olabileceğini, ama Yunanlıların pek şerefi ve onuru olmadığını hissettirmek istedi. Bu sözlerinden bir anlam çıkarmak imkansızdı. Zorla BM toplantısına bırakmak niyeti vardı. Bundan da bir şey anlayamadım. Daha sonra benimle birlikte yemek yemekten de vazgeçti. Hiç oturmamaya çalışıyordu. Belli ki son günleri geçiriyordu. Atina’dan gelen direktifle mutlaka elçilikten atılmam isteniyordu. Dört goril gönderilmişti. Direneceğimizi belirtince vazgeçtiler. Dışişleri, Kamu, Adalet ve İstihbarat Bakanlıkları sabaha kadar bakan düzeyinde telefonla Elçilikten çıkarılmam gereğini belirtip orta yere atılmamda kararlı görünüyorlardı. Kostulas, Kenya Dışişleri Bakanının İstihbarat Başkanı oğlunun olduğu bir toplantıya gidip, her şeyin bilindiğini, fotoğraflarımın bile çekildiğini, tanınan sürenin 15 Şubat’a kadar olduğunu, çıkmazsak zorla bunu gerçekleştireceklerini karar olarak bana aktardı. 15 Şubat’ta çıkmazsak, öldürme dahil her şey olabilirdi. Dolayısıyla o gün çıkmak kaçınılmazdı. Kalmak; baskın, direnme ve silahlı çatışma süsü verilerek öldürülmek olacaktı.
Kalenderis’in son büyük ihaneti şuydu: “Simitis’le konuştum. Mısır üzerinden Hollanda’ya gidebileceğimize dair güvence verdi” dedi. Olduğu gibi kabullenmekten başka bir seçenek yoktu. Daha önce de Beyaz Rusya’nın Başkenti Minsk üzerinden bir Hollanda seferi düşünülüyordu. Aslında bu da tertipti. Büyük ihtimalle Şam çıkışından beri her şey CIA, İngiltere ve Yunan İstihbaratının halen içyüzü tam bilinemeyen bir planı gereği yönetilmekteydi. Tarihin en büyük provokasyonlarından birisi olarak hazırlanıldığından kuşkum yoktur. Ama gerçek içyüzü konusunda her şeyi bildiğimi söylemem olanaksızdır. Bunu ancak kendileri bilebilir. Yapabileceğimiz, ortaya çıkan gelişmeleri doğru yorumlayabilmektir. Kenyalı polisi Elçiliğin içine kadar almışlardı. Gitmememin baskın anlamına geldiğini açıkça hissettiriyorlardı. Yetkili birkaç cümleyle şunu söylüyordu: “Biz ülkemizde kan dökmek istemiyoruz.” Bu arada ilaç, uyuşturucu kullanma durumları olabilirdi. Mutfakçılar mutlak anlamda Elçiliğe bağlıydı. Durumum bir nevi uyurgezer gibiydi. Dolayısıyla sağlıklı düşünmeden alıkonulmam için gerekli dozajda ilaç kullanmış olmaları bu süreçte yüksek bir ihtimaldi. Çok açık kuşkulu durumları bile çözmememin bir nedeni de uyuşturucu etkisi olabilir.
Bindiğim uçağın etrafında yeşil gözlü ve sarışın, kumral, uzun boylu ve ellerinde otomatik tüfekli adamların tertibat aldığını fark ettim. Bunların CIA ve MOSSAD elemanları olmaları yüksek bir ihtimaldi. Elçilikte fotoğrafları çekenlerin de MOSSAD’dan olmaları daha yüksek bir ihtimaldir. Uçağın içinde Türk Özel Timi üzerime çullanıp beni yere yatırdı. Üzerimdeki her şeyi alıp bantlarla kıskıvrak her tarafımı bağladılar, gözlerime de aynı kalın bantları takıp uçağın arkasına bıraktılar. Uçak Cavit Çağlar’ındı. Doğruyol Hükümetinin niteliğini yansıtan bir olaydı. Uçak iki defa indi. Biri Mısır, diğeri ya İsrail ya Kıbrıs’tı. Gemiyle adaya getirildiğimde, 16 Şubat sabahıydı. Uçakta gözlerimin ilk çözülmesiyle söylemek istediğim mesaj şuydu: “Bu başarı sizin değildir. Size dostluk yaptıklarını söyleyenler, dürüst davranmıyorlar. Bu oyunu her iki tarafa oynamak istiyorlar. Ben hiçbir zaman Türklük düşmanlığını yapmadım. Ana tarafından kan bağlılığı bile vardır. Barış ve kardeşlik tek doğru yoldur. Bundan sonra mücadelemi bu temelde yürüteceğim kesindir.” Aslında ilk tavrım, sonuna kadar konuşmamaktı. Fakat hemen anlaşılıyordu ki, bu tutum komplonun olduğu gibi gizli kalmasına yol açardı. Komployu açıklamak için yaşamak daha doğruydu. Yolda uçaktan indirdiklerinde ve biraz sürüklediklerinde, “Faili meçhule mi götürüyorsunuz?” dediğim zaman, “Bu şansı sana vermeyeceğiz. Ağzını kapat, yoksa biz kapatırız” dediklerini hatırlıyorum.
Beni adada ilk karşılayan, yarbay rütbesinde ve Genelkurmay Başkanlığını temsil ettiğini belirten bir subaydı. Dedikleri özce şöyleydi: “Bu işte çok oyun var. Biz kardeşlikle halletmek istiyoruz. Bu tertiplere fırsat vermeyeceğiz.” Bu, pek beklemediğim bir tavırdı. Güvenirliğini hiçbir zaman ölçecek durumda değildim. Taktik yanıltmayla birlikte, bir politikayı da dile getirmiş olabilirdi. Bekleyip görmekten başka bir seçenek yoktu. On gün koşulları çok ağır bir hücrede kaldım. Emniyet, MİT, Jandarma ve Genelkurmay İstihbaratı dörtlü çapraz halinde bir soruşturma yürüttüler. Kaba bir baskı ve küfür yoktu. Fakat manevi, psikolojik ortam benim için çok ağırdı. Dayanabilmek mucizeydi. On gün boyunca doğru bildiğim ve bulduğum biçimde konuştum. Tavır koydum. Bir kısmı yayınlandı. Bir kısmı yayınlanmadı. Farklı bir devlet yüzüyle karşılaştığım kesindi. Olgun yaklaşıyorlardı. Oynanan oyunların ne kadar içinde veya karşısında olduklarını kestirmem zordu. Esas aldığım tutum, baştan sona halkların onurlu barış ve kardeşçesine yaşama birlikteliğine fırsat veren bir çizgiyi inançla, kararlılıkla ve bilinçle savunmaktı. Bu durum ideolojik ve politik çizgime ters düşmüyordu. Ayrılıkçılığa ve meşru savunmayı aşan şiddete tavır almam ideolojik hattım gereği olduğundan rahatlıkla tavrımı sürdürdüm.
İmralı yargılamasının meşru, evrensel ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin gereği olan bir temeli yoktu. İşin temelinde ağır bir komplo ve kaçırılma vardı. Mahkemenin bu koşullar altında olmaması gerekirdi. Ayrıca AİHS’ne aykırı birçok yönü olduğu AİHM’e de bildirilmiştir. Sembolik olan, genelde hazırlanan senaristleri ve yönetmenleri dışında olan bir tiyatronun kamuoyuna yönelik kısmının oynanması söz konusuydu. Savunmamı bir “demokratik uzlaşıcı ve barış mesajı” olarak vermem bana göre en doğru tutumdu. Kapsamlı bir savunma için ne süre, ne materyal, ne de hazırlık açısından psikolojik olarak uygun bir durum vardı.
İmralı sürecine ilişkin birçok açıklamalarım oldu. Umarım özü olduğu gibi bir kitap ciltleri halinde yayınlanır. Buradaki hususları tekrarlamam fazla anlamlı olmaz. Kaldı ki, bu savunmam tüm avukatlarla diyaloglarımın ideolojik, siyasi ve moral temelini vermektedir ve tamamlayıcı nitelikte görülmelidir. Bazı çevreler içte ve dışta olmak üzere tavrımı tahrip etmek istediler. En sakıncalı durum buydu. Sağlık ve ölümümden bile daha önemli olan bu hususları sürekli açıklığa kavuşturmak istedim. Yaygın olarak yapılan, “Derin devlet ve Genelkurmayla anlaştığım, uzlaştığım veya teslim olduğum” biçiminde bir propagandaydı. Bu propaganda amaçlıydı; hem iç hem de dış taraftarları, bununla gerçek yüzlerini gizlemek istiyorlardı. Bir uzlaşma olsa, durumu ilan etmeyi bir onur bellerdim. Böyle bir durumun olmadığını hep vurguladım. Ateşkes konusu üzerinde ise, 1993’ten beri duruyordum. En son Şam’dayken, tek taraflı olarak ilan ettiğim 1 Eylül 1998 ateşkesine bağlı olarak, 1 Eylül 1999’da koşullar elverdikçe ve makul bir süre kalmak üzere sınırların dışına çekilmeyi, ateşkesi daha gerçekçi kılma kararlılığı temelinde ikinci bir adım olarak attım. Mevcut durum, zorunlu koşullar nedeniyle sınırlı bir gücün içeride, büyük bir kısmının dışarıda meşru bir savunma temelinde üstlendiği, “demokratik uzlaşı ve barış için diyalog” beklentili bir pozisyon biçimindedir.
Siyasetin, hükümet ve parlamentonun çözüm aramamasının sorumluluğunun kendilerine ait olduğu, mevcut durumun her bakımdan riskler taşıdığı bilinen bir husustur. Bu durum olumlu temelde aşılmazsa, daha büyük ve uzun süreli bir şiddet sarmalının ortamı kaplaması tehlikesi göz ardı edilemez. Uzlaşma, “demokratik ve laik cumhuriyet” kavramının özlü olarak hayat bulmasında aranmaktadır. Türklerin tarih boyunca Anadolu’da oluşturdukları tüm siyasi oluşum ve devletlerde Kürtlerin payının olduğu, bunun en son örneğini Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve ondan önce verilen ulusal kurtuluş savaşıyla kanıtlandığı iyi bilinmektedir. İsyanlar nedeniyle inkar edilen ve günümüze kadar değişik biçimlerde süren bu politikadan vazgeçilmesi halinde, çözüm olanağının ortaya çıkacağına inanılmakta ve beklenmektedir. Kürtlerin özgür yurttaşlar ve halk olarak ve evrensel hukuk ölçüleri de göz önüne getirilerek cumhuriyetle bütünleşmesi stratejik bir yaklaşım olarak görülmektedir.
PKK’nin yeni dönem program, strateji ve taktiklerine yansıyan bu tutum, savunmamın ilgili bölümlerinde genişçe açıldığı için tekrarlamayacağım. Politika ve tavır belirlemesi gereken, devletin üst düzeyidir. Bu gerçeklik sadece Türkiye Kürtleri için değil, tüm parçalardaki Kürtler için stratejik bir yaklaşım olarak öngörülmektedir.
Gerçek bu kadar açık olduğu halde, PKK’ye yönelik tavırların önemli bir kısmı, sarsılan ve açığa çıkan çevrelerin çok çirkin ve hain yüzlerini gizlemek için “Apo Kürt meselesini İmralı’ya gömüyor” iftiralarıdır. Bunları çok iyi takip edip hesap sorma büyük önem taşımaktadır.
Özellikle son on yıldır amansız bir ihanet dayatmasıyla, hem Güney Kürdistanlı işbirlikçiler tarafından, hem de Avrupa’ya sığınmış, her bakımdan Avrupa’ya bağlanmış, moral değer tanımayan ve tüm yaşamlarını anti-Apoculuğa bağlamış kesimlerce yürütülen bu iftira ve karalama kampanyası kendilerini kurtaramayacaktır. PKK savaş ve barışçıl tutumuyla ortadadır. Gücü, şehitleri ve halkı da ortadır. Bunlar nerededir? Savaş istiyorlar. Kim engelliyor? PKK’yi kışkırtmakla kime, hangi güce hizmet ediyorlar? Dürüstlerse meydan açıktır. Kürt meselesini dağda, ovada, şehirde, köyde, içte ve dışta temsil etsinler. Sonuna kadar direnerek bir örnek göstersinler ki, sahtekar ve iftiracı olmadıklarını kanıtlamış olsunlar.
Güneyli işbirlikçiler on yıldır PKK’nin sırtında otonomi hayali ile yaşıyorlar. Hem YNK hem de KDP, bağlı ve uydu güçleri ile PKK’ye karşı korkunç tavırlar geliştirdiler. Onlar için iki yol vardı: Ya samimi bir özeleştiriyle demokratik uzlaşı ve barışa gelmek, ya da hak etmedikleri ve PKK’siz gerçekleşmeyecek otonomiden vazgeçmek. Bunların kırk yıldır yürüttükleri siyaset ve diplomasi Kürt halkına dört bin yıllık yabancı tahakkümden daha fazla zarar vermiştir. Hiç olmazsa bundan sonra dürüst olmayı, barış ve demokrasiye gelmeyi bilsinler. Aksi halde dünya da gelse, içinde bulundukları durumdan kurtulamayacaklarını görsünler. Tüm şehitlerin, yoldaşların, halkın ve benim kararlılığımın bu olduğunu unutmasınlar.
Benim İmralı sürecim bu savunmamın ruhuna uygun olarak devam edecektir. Tutumum; yarın olacakmış gibi barış ve demokratik uzlaşıya her an hazır olmak kadar, yarın benden başlayacak bir imha savaşına da sonuna kadar karşı olmak ve her zaman inançla, kararlılık ve hazırlılıkla buna cevap vermektir. Bunun dışında ne yaşam tanıdım, ne de anlarım. Çok büyük yetersizlikleri olsa da, umut ve bağlılıklarını her zaman bana sunanların, bu gerçeğin ne anlama geldiğini tüm yönleriyle anlamaları ve içinde bulundukları koşullara göre gereğini yapmaları, kendileri için de bir yaşam sorunudur. Bağlı olmayı bilmek ve ölçülerine göre hareket etmek son derece önemlidir; yaşamını olası her tür gelişmeye karşı tümüyle örgütlü ve hazırlıklı tutmayı gerektirir.
İnanıyorum ki, bu savunmamla eksik kalan ve soru işareti uyandıran birçok hususa kapsamlı cevabımı vermiş bulunuyorum. Halkımıza ve yoldaşlara, başta Türk halkı olmak üzere tüm komşu halklardan ve dünyadan dostlara, beklentilerine ve en azından çok merak edilen ve halen yaşadığım ağır koşullar altındaki İmralı sürecine ilişkin yanıtları en kapsamlı bir biçimde vererek borcumu ödemiş olmaktayım. Eleştirilerini aynı sorumluluk altında geliştirmeleri ve eleştirilerimin gereklerini yapmaları da benim kendilerimden beklentim ve hakkımdır.
Halkımız üzerinde Sümerlerden beri geliştirilen kolonileştirme çabalarının ayrılmaz bir parçası olan ve esas olarak dost görünümünde işbirlikçi güçlere ve kişilere dayalı komploların en kapsamlısı olarak hayat bulan 9 Ekim-15 Şubat komplosu, istediği ve planladığı sonuca ulaşmaktan uzaktır. 20. yüzyılın tüm hainlerini ve işbirlikçilerini en üst emperyalist irade altında birleştiren bu komployu bir tarihi Anadolu ve Mezopotamya barışına dönüştürmek, görev olarak halklarımızın ve tüm sorumlu güçlerinin önündedir. Bu göreve sahip çıkmak, hem ülkenin güçlü bütünlüğü ve hem de laik ve demokratik cumhuriyetin özlü birliği için tek doğru tutumdur. Bu aynı zamanda tarih boyunca arzulanan onurlu barışın, kardeşliğin, özgürlük ve eşitliğin de yoludur.
15 Şubat Komplosu Halklar İçin Kalıcı Barış ve Demokrasiye Dönüştürülebilir
15 Şubat komplosunu tarihi açıdan yorumladığımızda önemli özellikler ortaya çıkmaktadır:
1- Komplonun genelde Doğu-Batı çatışma çizgisi üzerinde gerçekleştiği görülmektedir. Beni Anadolu'nun, Türkiye'nin zayıflatan noktası olarak değerlendirmektedirler. Batının şımarık çocuğu ve uç noktası olarak Yunan siyaseti beni hep ilkesiz, sadece zarar veren bir pozisyonda görmek istemiştir. Tersine ilişkimin kendilerine zarar vereceğini görür görmez ateşe atmaktan çekinmemiştir. Fakat son komplodaki rolü, esas olarak dostluğu kullanan hain işbirlikçilik biçimindedir. Bizzat planlayan ve uygulayan değil, daha çok taşerondur. Bu taşeronluk karşılığında ilerde Kıbrıs ve Ege konusunda taviz beklediği çok açıktır. Sonraki gelişmelerde bu husus fazlasıyla açıklığa kavuşmuştur. Bizzat teslim etme emrini verenin Başkan Clinton olduğu özel temsilcisi Blinken tarafından basına açıklanmıştır. Bunu terörizme karşı tavırla izah etmek dar bir yaklaşım olur. Bunun arkasında İsrail’in olduğu kesindir. İsrail sağının savaş yanlısı aşırı uç kesiminin Türkiye'ye verdiği sözle bağlantısı güçlüdür. Dönemin İsrail Başbakanı sağcı blok Likud lideri Benyamin Netenyahu'dur. İsrail Ortadoğu'nun stratejik dengesinde Türkiye'yi yanında tutmak için komplonun gerçekleştirilmesinde baş aktör durumundadır; fakat yalnız değildir. Ayrıca İsrail sol demokratlarıyla, Şimon Perez çizgisiyle bağlantısı olacağını tahmin etmiyorum. Unutmamak gerekir ki, İzak Rabin suikastı da sağ uçlarla bağlantılıdır. Clinton, komplonun hazırlıkları yoğunlaştığında Monica şantajıyla etkisiz duruma getirilmiştir ve İsrail lobisinin bir dediğini iki etmeyecek durumdadır. Hem karısı Hillary hem de Monica'nın elinde şantajla birçok Başkanlık kararını çıkarmak imkan dahiline girmiştir. Burada İsrail ve Yunan stratejisi arasında Türkiye konusunda geçici bir işbirliği durumu doğmaktadır. Clinton bunu koordine etmektedir. Koordinasyonun temelleri Londra'da atılmış olup, beni izole ederek Kürtleri ve PKK'yi kendi kontrollerine almanın hesabı çok güçlüdür. Benim önderlik konumum Kürtler üzerinde geleneksel Batı politikasını sarsmaktadır. Olayın özü de bu gerçekliğe dayanmaktadır. Avrupa bu nedenle tasfiye edilmemi çıkarlarına uygun bulmuştur. Çünkü uzun süredir yürüttüğü Kürt politikası yine benim yüzümden boşa çıkmaktadır. Birleştikleri daha genel bir özellik, Doğu kültürünü benim şahsımda çözememiş olmalarıdır.
2- Bu husus teslim edilmemin psikolojik ve kültürel gerekçesini teşkil etmiştir. Batı kültürünün beni eritebilecek bir yapıda olamaması, dışlanması gereken bir kişilik olarak görülmemde etkili olmuştur. Maddi, ekonomik çıkarlar belirleyici olmakla birlikte, kültürel temel de göz ardı edilemez. Güya ikinci bir Lenin veya Humeyni çıkarmak istemeyen havaları etkili olmuştur. Kendi kültürlerinin işbirlikçisi veya taklitçisi olmayan, kendini aşağılayıp onları üstün olarak kabul etmeyen birisine hiç de hoşgörülü yaklaşmadıkları netçe ortaya çıkmıştır. Uygar-barbar çizgiyi bu olayda korumuşlardır. Kişiliğim konusunda uzun süre gözlem yaptıkları belliydi. Kendi mentalitelerine aykırı olduğumu çoktan kararlaştırmış gibi bir atmosferde buldum kendimi. Bu atmosfer bilinçli yaratılmış bir durumdu.
3- Avrupa kapitalizminin son iki yüz yıllık Kürt politikasına özünde bağlı kalınmıştır. Bu politikanın temelinde, başta Türkler olmak üzere İran ve Arapları kendine bağlı kılmakta Kürtleri bir tehdit aracı olarak kullanma yatmaktadır. Ben Kürt sorununda ya savaş ya barışla nihai bir çözümü zorlamaktaydım. Onlar ise bu sorunu hep ellerinde kullanacakları bir koz olarak bulundurmayı esas almaktaydılar. Bu silahın ellerinden alınması hiç de çıkarlarına gelmiyordu. Geleneksel sömürgecilik politikasının en kirli bir kalıntısı olarak değerlendirmekten vazgeçmek istemiyorlardı. Stratejik olarak çözümlenmiş bir Kürt sorunu, onlar için henüz zamanı gelmemiş bir konuydu. İran, Irak ve Türkiye ile hesaplarını tam olarak görünceye kadar Kürt kozunu saklı tutma pozisyonu açıkça görülüyordu. Bu, tıpkı Türkiye’de bazı kesimlerin çıkarlarını sorunun sürüp gitmesine bağlamaları gibi bir tavırdır; Kürtler açısından ‘ne öl ne kal’ politikasıdır. Ölmeyecek kadar sahip çıkma, yaşamayacak kadar uçurumda tutma gibi vahşi bir yaklaşımdır. Biraz destek verselerdi, doğru temelde son derece olumlu koşullar doğabilirdi. Örneğin bugünkü Kosova ve Makedonya’da gösterdikleri yaklaşımı Kürtler için de ısrarla sergileseler, sorunlar çoktan hal yoluna girerdi. Benzer bir durum İsrail ile Araplar ve Rusya ile Çeçenler için de geçerlidir. Çıkarları sorunların uzun vadeli sürmesinde yatmaktadır. Ama Avrupa’nın içini, yakınını ilgilendirdiğinde, hızlı ve yoğun davranabilmekte ve çözüm geliştirebilmektedirler. Benim durumum konjonktürel olarak bu tür çözümü çıkarlarına uygun kılmadığından dışlanmayı olağan kılmaktadır.
4- Teslim edilmemde Kürt özgürlük hareketi ve Önderliğinin tasfiyesi belirgin bir amaçtır. Kürt işbirlikçilerle yıllarca yürütülen ilişkiler bu tasfiyeyle tekrar işlevsel kılınmak istenmiştir. Güya liberal-demokratik Kürt önderliği yaratılacak, her devletin kendisi için hazırladığı Kürt öğeler doğacak boşluktan çeşitli örgütler yaratacaklardı. Bu konuda Almanya başı çekmektedir. Alman yanlısı Türk, Kürt, Arap ve İranlı gruplar yaratmak, eski bir Ortadoğu politikasıdır ve bu politika Enver Paşadan beri işlevsel olmuştur. Iraklı Kürtler bu politikanın kurdu olmuşken, son dönemlerde Türkiye’de de ileri adımlar atılmak istenmiştir. Dış güçlerin himayesi altında palazlanmak bir geçim tarzına dönmüştür.
Kürt özgürlük hareketinin tasfiye edilmemesi, bir kez daha tasfiye ve parçalama çabalarına ağırlık vermeye yol açacak ya da dağılıp gideceklerdir. Ayrıca sınırlı da olsa gelişen barış koşullarını istismar etmeye çalışacaklar; özgürlük hareketinin özgür sivil toplumu yaratamaması istismar çabalarını arttıracaktır. Dolayısıyla gerek eski tarikat tarzı gerici örgütlenmelere, gerekse işbirlikçi sahte sivil toplum kuruluşlarına dikkat etmek, halkı aldatmalarına fırsat vermemek büyük önem taşır.
5- İmralı sürecini Anadolu ve Mezopotamya’nın kardeş kültürlerindeki barışın dirilmesine vermek savaştan daha zor, sonuçları ise daha devrimci ve üretkendir. Kültürel varlıkların özgür kullanımına dayalı bir barış, Anadolu ve Mezopotamya Rönesansı ile Türkiye Cumhuriyeti’nin devrimci özüne de en doğru yanıt olacaktır. Her savaşın bir barışı olduğu ilkesini gözeterek, halkların çıkarına en uygun barış çabaları son derece gerekli ve önemlidir. Savaşlarının barışını getiremeyenler başka güçlerce hem de kendileri aleyhine kullanılmaktan kurtulamazlar.
Barışı araştırmak ve sınırlı da olsa geliştirmek, kayıp veya boş işlerle vakit kaybetmek anlamına asla gelmez. Savaşlarının gerçekçi barış yollarını geliştiremeyenler, askeri olarak kazansalar bile sonunda boşa çıkarılmaktan kurtulamazlar. Barış konusunda yanlış bir hesap en önemli askeri kazanımları bile anlamsızlaştırır. Halkına ve askerine karşı sorumlu önderler barış sorunlarını en az askeri sorunlar kadar incelemeyi ve gerçekçi çözümler bulmayı amaç edinen kişiliklerdir. Bunu beceremeyen önder ve komutanlar kaybetmekten kurtulamazlar.
İmralı sürecindeki barış çabalarına yönelik tutumların kimlerden kaynaklandığına bakıldığında, sürekli yozluk, marjinallik, hizipçilik ve düşmanlığı bir sanat haline getirenlerin bunda rol oynadığı görülecektir. Çünkü anlamlı ve ciddi olan bir barış; sahte, topluma hizmet etmeyen ve bireyi yüceltmeyen kaosu ortadan kaldırır, yasadışı durumları önler, düzenin meşru geçim ve yaşam tarzını egemen kılar. Yeteneği ve yaşam tarzı buna göre denk olmayanlar ve zamanında dönüşmeyenler, barışı ne anlar ne de isterler. Bunlar savaşın acılarını ve zorluklarını da bilmezler. Buna rağmen sürecin ciddiyeti görülmelidir. Tam başarıya gitse de gitmese de, bu süreç önemlidir. Bunun ardından gelişecek bir savaş bile eskisinden farklı olacaktır. Türkiye Cumhuriyetinin yaşadığı tarihinin en uzun süreli krizi, geçmiş savaşın sonucudur. Bu doğru itiraf edilmeden ve adil bir barışa dönüştürülmeden kriz ortadan kalkmaz. Çünkü nedeni doğru teşhis edilmek istenmiyor. O halde tedavi de doğru olmayacaktır. Türkiye 2000’li yıllarda bu çelişkiyi yaşamaktadır. Kriz ya yeni, ya daha kanlı bir savaşla, ya da adil ve onurlu bir barışla ortadan kaldırılabilir. Aksi halde günlük olarak yaşanan toplumsal kâbustan kurtulamaz.
6- İmralı süreci Kürt halkı için ve kurumsal olarak benim açımdan üçüncü doğuş dönemidir. Birinci dönem, tarımcıl köy toplumunun 20. yüzyılla çelişen koşullarındaki anadan doğuş ve resmi model topluma kadar geçen süreyi kapsar. Bu dönem arada 15 bin yıllık tarih bulunan bir kopuş sürecinin büyük anlam ve yetersizlikleri içinde geçti. 15 bin yıl öncesi, sonrası yaşam ağı çözümlenememektedir. Bu çözümsüzlük, aile içi ve köy sosyal savaşımına yol açtı. Bir köy isyancısıydım. Bu isyan resmi topluma geçişe kadar devam etti. Daha sonra bu sürece ilkokulla başlayan ve çeşitli aşamalardan geçerek oligarşik cumhuriyete karşı başkaldırıya kadar devam eden ikinci yaratılış süreci eklendi. Don Kişot’un yel değirmenine saldırısına benzeyen bu dönem, sorunların açığa çıkmasına ve daha da ağırlaşmasına yol açtı. Neolitik ve feodal toplumun çelişkilerine kapitalist özellikler de katıldı. Devrimci tarz olmadığı için, bir kargaşa ortamı egemen oldu. Başvurulan isyan kendi içindeki gericiliği bile çözümleyemedi. Yirmi yıl kadar süren bu isyan aşaması, bölge ve dünya çapında etkilemelere yol açtıktan sonra, önüne çıkan çıkmazların sonucu olarak İmralı sürecine dönüştü.
İmralı koşulları yalnız kişi olarak değil, cumhuriyet ve halk olarak üçüncü bir doğuş anlamına gelmektedir. İkinci doğuş şiddet ve savaşla doğmayı, temizlenmeyi ifade ediyordu. Doğada ve toplumda her olguda geçerli zıtlıkların varlığı ve birliği yasası gereğince şiddet temelinde yeterince uzun süren oligarşik cumhuriyete karşıtlık dönemi, yerini demokratikleşmeyle gerçekleşecek olan laik ve demokratik cumhuriyete bırakacaktır. Çelişkisiz gelişme sağlanamayacağı gibi, çözümsüz kalan anlamsız çelişkilerle sürekli boğuşmakla gelişmenin sağlanması şurada kalsın, ancak tahribat, yıkım ve krizler gelişebilir. Türkiye çelişkilerini yeterince anlamakta ve zamanında çözmekte geciktiği için doğal olarak kriz sürecine girmiştir ve bir türlü çıkamamaktadır.
Süreç tüm güçler açısından yeniden bir doğuşu ve şekillenmeyi zorlamaktadır. Devletten ekonomiye, siyasetten hukuka, ahlaktan sanata kadar her alan sarsılmakta, bunalmakta ve krizle birlikte çözümü aramaktadır. Benim İmralı sürecim bu gerçeği tetikleme anlamına da gelmektedir. Nasıl ki daha önceki süreç ‘ben ve savaş’ olgusu olarak anlam bulmuşsa, bu yeni süreç de ‘ben ve barış’ olgusu anlamına gelmektedir. Kurumsal olarak varlığımın temel bir parçası, Kürt özgürlük bilinci ve iradesidir. Savaşla deneyimden geçen bu bilinç ve irade şimdi barış sürecinden geçmektedir. Savaş süreci anti-feodal ve anti-oligarşik cumhuriyet olarak kendini formüle ederken, barış süreci ‘demokratik ve laik cumhuriyet’ olarak özde ve biçimde kendini yenilemek biçiminde ifade etmektedir. Ayrılık ve şiddet istenmiyor ve sistemden tümüyle dışlanmak isteniyorsa, Kürtlerin emekleriyle tarih boyunca Türklerle yaşadıkları devletleşme ve uluslaşma sürecinden zorla, inkar edilerek dışlanmaması gerekmektedir. Barış, siyasetin ve hukukun Kürtlerin kültürel varlıklarını diledikleri gibi özgürce yaşayarak cumhuriyetle bütünleşmelerine yer vermesini şart kılmaktadır. Özgür Kürt iradesinin inkarına dayalı cumhuriyet oligarşiktir ve bunun şiddeti ve ayrılığı doğurması kaçınılmazdır. Özgür birliğe, yani demokratik uzlaşıya açık olması, barış ve birlik içinde yaşamak demektir. Bunun uygulanmaması, oligarşik cumhuriyetle demokratik cumhuriyet arasındaki mücadelenin henüz sonuçlanmamasından ötürüdür. Bu açıdan sembolik olarak İmralı süreci tarihi bir evreyi işaret etmektedir. Bu süreç ya barışı doğuracaktır; ya da eğer bunda başarılı olunmaz ve oligarşik cumhuriyetin inkar ve imha politikaları devam ederse, o zaman bunu daha yoğun ve kapsamlı bir şiddetle birlikte ayrımın derinleştiği bir süreç izleyecektir.
Türkiye’nin tarihinde ilk defa en derinliğine yaşadığı krizin altında bu temel gerçeklik yatmaktadır. Çözümleyici saha olan siyaset olgusunun Meclis ve Hükümet olarak konuyu gerçekçi ve zamanında ele alıp üstüne düşeni yapmaması, sorunların üstünü örtüp çürümeye ve çözümsüzlüğe terk etmesi, basında da yoğun işlendiği gibi krizin kaynağının siyaset olduğunu göstermektedir. Siyaset idam kararını üzerimde Demokles’in kılıcı gibi sallayarak sonuç alacağını sanmakta ve en büyük yanlışı burada yapmaktadır. Bu yaklaşım Türkiye’yi dıştan ve içten dayatılan ve özünde rantçılık ve yolsuzluk çetesine dayanan bir sisteme, dolayısıyla krize mahkum etmekte; her yıl, hatta her ay milyarlarca Dolar maddi kayıp verdirmekte, manevi olarak da derin acılara ve sıkıntılara boğmaktadır. Madem on beş yıllık savaş, toplam bilanço olarak 40 bin kişinin ölümü ve yüzlerce milyara varan maddi kayıp söz konusudur; o halde yapılması gereken bu olguyu bütün tarihsel, toplumsal ve uluslararası koşullar içinde ele alarak doğru bir tanımlamaya ve çözüme gitmektir. Bu yapılmadıkça, krizin çok boyutlu olarak daha da tırmanması kaçınılmazdır.
Kişi ve önderliksel kurum olarak İmralı sürecim, bu çerçeve altında sorunu değerlendirmeyi gerektirmektedir. Faydacı ve ucuz kullanmacı zihniyetlerle bu gerçekleşmeyince, ister resmi devlet çevresinden, ister işbirlikçi Kürt çevrelerinden gelsin, geliştirilen inkar, iftira ve imhacı yaklaşımlar ucu yine çıkmaza dayalı bir savaş dönemini dayatmaktadır. Bu oyuna düşmemek için çok duyarlı ve anlayışlı davranmakla birlikte, İmralı’da maddi ve manevi imhama dayalı bir gelişmenin tüm Türk ve Kürt özgür irade güçlerinin imhaları anlamına geleceğini bilerek, özgürlük savaşımının halklarımızın lehine sonuçlanması için, meşru savunma savaşının tüm stratejik ve taktik hazırlıklarının yarın savaş başlayacakmış gibi sağlam yürütülmesi, bu sürecin başarısının en temel koşullarından birisidir. İmralı’nın devlet, toplum, halkımız, PKK ve benim açımdan tarihi anlamı budur.
7- 15 Şubat komplosunun Avrupa, ABD ve AİHS açısından da doğru tanımlanması gereken bir anlamı vardır. Kürt özgürlük iradesine karşı girişilen ve kesinlikle hukuk dışı ve AİHS’ne aykırı olan gözaltı ve tutuklanma durumum, Türkiye Cumhuriyeti’nden ziyade, ABD ve AB kurumlarını hem hukuki hem siyasi olarak sorumlu kılmaktadır. Çünkü savunmamda kapsamlı olarak açıkladığım gibi, söz konusu güçler ve kurumlar sömürgeci bir siyasi anlayışla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini çiğneyen, hukuka aykırı bir tutum sonucu bu durumu yaratmışlardır. Dolayısıyla AİHM’ne giderken, sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin AİHS’ne aykırı durumunu değil, esas olarak AB ve ABD’nin şahsımda Kürt özgürlük iradesine karşı işledikleri hukuk ve ahlak dışı sorumluluklarını yargılamada göz önünde bulundurmak birincil öncelik taşımaktadır.
Avrupa’nın üç önemli başkentinde gerileceğim veya içine konulacağım çarmıh (Kürtçe kelime: dört çiviyle çakılmak) veya tabutluğuma çivi çakılmıştır. Sonra ince bir kapitalist oyunla Afrika yamyamlarının elinden Türk uçağına atılmışım.
Çarmıha ilk gerildiğim yer, başkent Atina’dır. Atina, ister şaşkınlığından ister kör intikamcılığından esinlenen gerici bir kültür ve korkak bir ruhla, Anadolu üzerindeki üç bin yıllık egemenliğini kaybetmesinin acısını çıkarmak istemiş; benden Anadolu Türklüğüne karşı ucuz ve ilkesiz bir zafer beklemiştir. Bunun pek mümkün olmayacağına anlayınca, sanki benim sahibim kendileriymiş gibi, Kıbrıs ve Ege’de bazı tavizler karşılığında bir hediye paketi veya bir kurbanlık koyun gibi Türk Hükümetine sunma ihanetinin tarihte eşi görülmemiş alçaklığını ve dostluk kitabından hiç yeri olmayan şerefsizliğini göstermiş; AB üyesi olarak, AİHS’ne karşı hukuk suçunu işlemiştir. Hiçbir karşı bahane ileri sürülmeden, bu olaydaki büyük ahlaksızlığı ve hukuk karşısındaki suçu nettir. Gerekirse bu çok sayıda tanık ve açıklamayla kanıtlanabilir.
Yunanlı yazar Kazancakis, ‘İsa’nın Yeniden Çarmıha Gerilmesi’ romanını çoktan yazmıştır. Ama benim konumum bireysel değildir. Önderliğine ölümüne bağlı milyonlarca özgür iradeli Kürde de çarmıha gerilme eylemi uygulanmıştır. Yunanlılar kendilerini tanrı Zeus’tan beri çok kurnaz sayabilirler. Zeus’un alnından yarattığı kızı tanrıça Athenna, hileyle Troyalı Hektor’u, kardeşi Deiphobos’un kılığına girerek savaşın ateşine atıp tasfiye edebilir. Böylece Anadolu’nun kapısını açabilir. Bu gerçeklik mitolojide geçer. Ama ben 2000’e bir kala, 20. yüzyılda yaşarken bu tuzağa düşürüldüm. Kendileri beni öldürseydi, bir komployla da olsa kaza süsü vererek bunu gerçekleştirseydi gam yemezdim. Kültürleri gereği olup biterdi. Ama hiçbir insanlık kitabında ve hiçbir ahlaki ilke içinde yeri olmayan paketleme usulü bir hediye halinde, 30 bine yakın şehidin acıları ve analarının gözyaşları arasında, hiç de hazır olmadığım ve hala benden bir şeyler umut ettikleri en kritik bir anda, Türk özel savaş timlerine teslim etmeye nasıl cesaret edebilir? Arkalarında ABD Başkanı Clinton varmış, o emretmiş. (Özel Danışmanı Blinken bunu resmen basına açıkladı.) Yunan Hükümeti de dostlukla oynayarak bunu uygulamış.
Clinton o dönemde Senatonun Monica Skandalini yargılama kıskacı altındadır. Karısı Hillary ve sevgilisi Monica, ikisi de çok önceden hazırlanıp Beyaz Saray’ın içine sokulmuş iki Yahudi kökenli kadın ajandır. Yahudiler bu sanatı kendilerine Allah’ın verdiğini söylerler. İncil’de İbraniler bahsinde geçtiği gibi, ilk kadın ajan olarak fahişe Rahav’dan övgüyle bahsedilirken, Clinton Kızılderilileri avlayan beyaz adamın kovboy kültürlü haddini bilmez son temsilcisidir. Sırf yaşadığı Monica Skandalinden ucuz kurtulmak için, MOSSAD’ın şart kıldığı beni teslim etme iradesinin uygulanması, Yunan Hükümetinin görevi olamazdı. Büyük ABD Başkanının desteği için her şey yapıldı. Yoksa başka türlü bu komplonun ahlaksızlığı ve hukuk dışılığı göze alınamazdı.
İsrail, Türkiye üzerinden stratejik bir denge kurmak için beni kurban etme hakkına sahip olamazdı. Ortak atamız Hz. İbrahim bile insan kurban etmeyi ilk dinden kaldıran peygamberdir. Onun anısına, dinine saygı gereği, MOSSAD’ın bu kurbanlık eylemine girmemesi gerekirdi. Üstünlük için bir ahlaki sınır olmalıdır. Hiç olmazsa Yunan Hükümeti bu kirli oyuna alet olmamalıydı. Türkiye üzerinde böylesine ince oyunlarla aralarında anlaşıp hiç de akıllı olabileceğine inanmadıkları ben Kürdü bir canlı atom bombası gibi kullanmamalıydılar. Bir gün Kürdün de aklının başına geleceği ve intikamını örgütleyebileceği hesaplanmalıydı. Binde bir de olsa bu ihtimal de hesapta tutulmalıydı. Ortodoks Hıristiyanlığının merkezinde her bakımdan İsa Mesih’in ruhunu yeniden çarmıha geren bu suç böylesine ucuz işlenmemeliydi. Yahuda İskaryotluğun çağdaş türevi olunmamalıydı. Daha da kötüsü, sahtekarca açıklamalarla bu vahim ahlaksızlıkla suçluluk örtbas edilmemeliydi. Fazla uzatmayacağım. Atina’da hazırlanan çarmıhın veya tabutuma ilk çivinin çakılmasının tarihi ve insani anlamı bu çerçevededir. Eğer dürüst davranmak esas olacaksa, bunun hem siyasi hem de hukuki yönlerinin kesinlikli göz önüne alınması gerekir.
İkinci çivi Moskova’da çakılmıştır. Buna hiç şaşırmadım ve kızmadım. Şikayet etmeyi de pek anlamlı bulmuyorum. En soylu değerlerine bile en aşağılık biçimlerde vurdumduymaz kalan Rusların ve Hükümetinin herhangi bir insani ve ahlaki kaygı taşıdığına ihtimal vermedim. Ruslar para için feda etmeyecekleri bir değerin olmadığını bu dönemde fazlasıyla kanıtlamışlardır. Avrupa Konseyi üyesi olarak Rusya, Avrupa İnsan Hakları sözleşmesine bağlıdır. Dolayısıyla parlamento durumunda olan Duma’nın bire karşı 298 oyla kabul ettiği siyasi iltica istemimi göz ardı edip, beni zorla Rusya’dan atması hukuk dışıdır. Bu da AB ve AİHM’ni ilgilendirir.
Avrupa’nın mukaddes başkenti Roma’da çakılan üçüncü çivi Papanın gözü önünde olmuştur. Her ne kadar başta büyük insan Aziz Paul da Roma’da ilk öldürülen Hıristiyan olmuşsa da, benim için ölümden beter bir süreç dayatılmamalıydı. Avrupa ve Roma çağdaş uygarlığı temsil ettiği iddiasındadır. Roma 2000’e bir yıl kala Saint Paul’a yapılan bir uygulamayı ikinci kez denememeliydi. Aynen onun gibi ben de Şam’dan geliyordum. Uygarlık üzerine bazı gerçekleri dilimin döndüğü kadarıyla anlatacaktım. Neden bu kadar kabul etmez duruma geldiler? 66 gün demirden bir kafes içinde tutar gibi, her tarafıma çelik gibi polisler yerleştirerek davrandılar. Ben henüz adını bile kabul ettirememiş, hiçbir insani hak tanınmayan, tarihin en eski bir halkının varlığını ve özgürlük istemlerini de dillendirecektim. Bunun Avrupa siyasi ve hukuki değerlerine göre bir hak ve demokratik talebi olduğu açıktır. Bu hakka hiç saygı gösterilmedi. Kaçırtılmam için her şey yapıldı. Çarmıha gerilmenin bütün psikolojik işlevleri yerine getirildi ve postalandım. AİHM gerçekliğin bu yönü üzerinde durup, AB’ne biçim ve ruh vermiş olan başkent Roma’da neden böyle bir durum gelişti diye hesap sormalı ve gereğini göz önüne getirmelidir.
Kenya’nın başkentine kaçırılmam tamamıyla Avrupa ve ABD’nin ortak iradesiyle gerçekleşmiştir. En aşağılık rolü de şımarık çocukları Yunan Hükümetine oynatmışlardır. Bunun hikayesi uzundur. Kısmen bahsettim. Bu kaçırılma ve Kenya Elçiliklerinde teslim etme gerçeğini gerekirse sözlü olarak da AİHM’ne uzun uzun ve kanıtlamalı olarak anlatırım. İpe çekme, paketi, tabutluğu veya çarmıhı taşıtma görevinin çok iyi terbiye ettikleri Afrika’nın Kenyalı yamyamlarının elleriyle gerçekleştirilmesi komplonun en kirli işlerinden birisidir. Güya Avrupa tertemiz oldu, suçu Kenya işledi. Açık ki, Avrupa halkları kırdırtmada epey tecrübe kazanmıştır. Burada da basit bir siyasi cellat rolü oynatmıştır. Kamuoyundan ve yasalardan çekindikleri için, biraz da bu taktiği devreye sokmuşlardır. Yani Avrupa’da asla kirli iş olmaz; olsa olsa yamyamlar arasında olur!
Kenya’da ABD’nin rolü açıktır. Zaten ABD Başkanı kendi rolüne, yani teslim etme emrine sahip çıkmıştır. Bence Yunan İstihbaratıyla CIA’nın bu dolabı Türk aşkına çevirmedikleri kesindir. Ölümümün Türklerin elinde gerçekleşmesini stratejik bir amaç olarak benimsediklerinden kuşku duymuyorum. İngilizlerin yaklaşımının da bu olduğuna inanıyorum. Bana göre kısmen benim kaba bir direnişçi gibi Türk düşmanlığı yapmamam, kısmen de Türk Genelkurmaylığının ihtiyatlı yaklaşımı, bu oyundan bekledikleri bombanın hem de benim şahsımda on binlerin canına mal olabilecek biçimde patlamasını önlemiştir. 21. yüzyılın bir Kürt-Türk çatışma yüzyılı haline gelmesi önlenmiştir. Fakat her iki tarafa da, hem Türklere hem de Kürtlere dostluk maskesi altında oynanan bu oyunun tarihte eşine hiç rastlanmayan, Bizans oyunlarından da beter en alçakça ve şerefsizce bir komplo olduğu açıktır. Hem Türklerin hem de Kürtlerin komplonun bu yönünü mutlaka görmeleri gerektiği inancındayım.
İsrail, benim dünya çapında tecrit ve teslim edilmemde belirleyici rol oynamıştır. Benim Ortadoğu’ya çıkışımı ve Kürt hareketinde yeni bir çizgi geliştirmemi stratejik açıdan kendine rakip ve tehlikeli bulmuştur. Geleneksel olarak Kürt hareketi denilince Irak Kürt işbirlikçi güçlerini esas almakta, çok yönlü ilişkilerle onlar vasıtasıyla tüm Kürtleri stratejik bir ağ içine almaya çalışmaktadır. Bu ağı parçalamam ve oldukça bağımsız hareket etmem, ayrıca işbirlikçilerin hareket sahalarını sürekli daraltmam ve Arap sahasında çok kalmam, hakkımda dünya çapında strateji geliştirmelerine yol açtı. İsrail için sanırım Arafat’tan çok daha fazla istenmez bir durum arz ediyorum. Türkiye’yle benim hakkımda stratejik ittifaka girmelerinde bu etkenler temel rol oynar. Bu stratejinin İsrail sağına ait olduğundan kuşkum olmamakla birlikte, solu temsil eden Şimon Perez çizgisince ne kadar benimsenip benimsenmediği açığa çıkmış değildir.
İsrail 9 Ekim 1998’den önce bana el atmıştır. 6 Mayıs 1996 bombalamasından haberi ve desteği vardır. Yunanistan’ın ne kadar taşeron olarak kullanıldığı incelenmeye değer bir konudur. Başbakan Primakov’un beni Moskova’dan sürmesi kesinlikle İsrail ve Yahudi lobisiyle bağlantılıdır. Bizzat son seferinde Ariel Şaron’un geldiğini hatırlıyorum. İtalya’yı ABD üzerinden sıkıştıran da İsrail’dir. Londra’da, Avrupa’da istenmeyen adam olarak tavır çizilmesinin arkasındaki gücün de MOSSAD olduğu güçlü bir olasılıktır. ABD’yi aleyhimde teslim etme emrini vermeye zorlayan da Yahudi gerçeğidir. Ben İsrail’in bu tavrını hep Çıkış’ta Musa’nın başına getirdikleri ve belki de öldürdükleri tavra benzetirim. Demokratik bir Ortadoğu’da Yahudi halkının da yerinin olmasını hep isterim. Yine Yahudi bilim, sanat ve felsefe gücüne hayranlık ve saygı duydum. Bana karşı yaptıklarıyla kendilerine çok zarar verdiklerini her geçen gün daha iyi anlayacaklar. Kürtler bu yönlü gerçeği gördükçe daha çok uyanacaklar, güçlerine kavuşacaklar ve adaleti gerçekleştirebileceklerini kanıtlayacaklardır.
Reber APO
- Ayrıntılar