TC devlet yetkilileri ve yetkisizleri el ve ağız birliği yaparak artık gerillanın eylem yapamayacağını söyleyip duruyorlar. Ne de olsa gerilla artık bitmiştir, belli kırılmıştır, yapacakları kalmamıştır. Böyle yetkili yetkisiz bol keseden konuşan TC devleti büyüklerine birde koro halinde eklemlenen ihanetçi işbirlikçi çeteler var. Çeteler çoktur. Çeteler de bu yetkili yetkisiz devlet elemanları gibi tehlikeli. Ne de olsa çeteyi: “Ordu birliklerinden olmayan silâhli küçük birlik” olarak öğrenmiştik. Ama gerilla da biz çeteleri birde insan vücuduna yapışıp, kan emmen, emdikçe de insanı çileden çıkaran bitler olarak öğrendik.
Evet, TC devleti daha doğrusu Akepe devleti ile çeteler elbirliği ağızbirliği ederek gerillanın ne kadar etkisizleştiğini, KCK’nin halkı sokaklara dökemediğini, eylem güçlerinin ve kapasitelerinin kalmadığını söyledikçe söylüyorlar, bu Yeşil Türki Faşistlerin kalemşorları da yazdıkça yazıyorlar.
Öyle ki çamur at izi kalır misali diyeceğiz ama çamur at meselesinden çok ileri düzeyde iftiralarla vıcıklıkla bu yapılıyor. Böyle olunca aklımıza Şili’de emperyalistlerin özenle geliştirdikleri “yirmi yalan bir doğru eder” özel savaş yöntemleri geliyor. Tabii buralarda yani Yeşil Türki Faşistlerde bu “bin yalan sadece bir doğru etse bile, yalana devam” a dönüşmüş farkını görerek.
“Bin yalan sadece bir doğru etse bile, yalana devam” korusuna Akepelerin yanında en çok Kürtlere musallat olmuş çeteler katılıyor. Televizyon televizyon gezdirilerek yalanlarına kılıf arıyorlar. PKK’nin ve önderliğinin ne kadar devlet güdümünde olduğunu, -devlet demişken TC devletini kastettiklerini unutmayın-utanmadan, ar perdeleri çatlamadan, kızarmadan, morarmadan söylüyorlar. Söylemeye söylüyorlar “devletin güdümünde” olan PKK ve önderliğine müstahak görülen bombalar hem de kimyasal bombalar ve de insan aklının almayacağı tecrit iken, “devletin güdümünde olmayan” bu çeteler ise televizyon televizyon, gazete gazete, radyo radyo, yayın evi yayın evi dolaştırılarak konuşturtuluyor, yazdırtılıyor, söylettiriliyor ve de kitapları bastırtılıyor.
“devletin güdümünde” olanlar devletçe katlediliyorlar ve yok edilmek için her şey yapılıyor, diğerleri ise “devletin güdümünde olmayanlar” devletçe el üstünde tutuluyorlar. Devlet koruması sağlanıyor. Maddi imkanlarla önleri açılıyor.
Evet, böyle bir ortamda birileri “bin yalanın sadece bir doğru etse bile yalana devam” stratejisine çok içten bir şekilde inandığını görüyoruz. Doğrusu bu naifliğe, hatta ahmaklığa bir sürü yandaş canhıraş aydını, basıncıyı da ikna ettiklerini gördüğümüzde gülmeden edemiyoruz.
Bir bahar geliyor hem de çok sıcak geçecek bir bahar. Baharlar bizim için artık 21 Martla başlamıyor. Baharlar bizim için şubat’ın ilk günlerinde başlayarak Nisan’a, oradan 1 Mayıslara, 1 Haziran’dan 30 Haziranlara ve de 14 Temmuzlara, 15 ağustoslara ve de… kadar uzanır.
“Benim her bahara gerçekten vereceğim anlam, önce kendi baharımdır. Kendi içimde baharı yakalayamazsam, bu dıştaki baharlar benim için fazla anlaşılmaz. Yine, bir halk de için bahar olmazsa, baharın gerçekten diriltici etkisini de duyamaz. Bunu gördük bu arada. Görüyorsunuz, şimdi bahar çok güzel. Hem kişi baharıdır, hem halkın baharıdır; hem siyasi bahardır ve hep yeni yaşam gözenekleri olarak ortaya çıkar. Biz bu baharda gözlerimizi çok özgürce, bağımsızca açıyoruz. Yaşamı yine bütün yönleriyle bağımsızca, özgürce yakalayıp yaşamaya çalışıyoruz. Ama tabii bu bir başlangıçtır. Yani bağımsız, özgür yaşamak; tam bir bağımsızlık ve özgürlük savaşı vermekle mümkündür. Ne kadar düşürülmüşsek, ne kadar baharlarımız kavrulmuşsa, o kadar yüceltme ve kasıp kavrulan baharlarımızı kendimizde, savaşla yeşertmeye ihtiyacımız vardır” diyor Kürt halk Önderliği.
Evet, bu baharı, kasıp kavrulan baharlarımızı kendimizde, inanılmaz ölçüde dirilmiş bir halkın savaşımıyla yeşerterek, Ortadoğu’da ihanetin, işbirlikçiliğe karşı tarihte bir daha kök salmaması üzerine vereceğimizi herkes bilsin. Özelde Yeşil Türki Faşistler ve yine bu Yeşil Türki Faşistlere yamanan, yağdancılık yapan Mangurtlar, ihanetçi ve işbirlikçiler bunu iyi bilsinler. Bu yıl baharımız büyük mücadele baharı olacaktır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Viyan yoldaş, 1981 yılında Süleymaniye’nin Xebat mahallesinde dünyaya gelir. Güneyde aşiret olarak en sert ve feodal yapılanmaya sahip bir aile gerçekliği içinde büyür. Okul çağına geldiğinde Süleymaniye’deki Hewreman İlkokulu ve Peyman ortaokuluna gider. Viyan yoldaş okuldaki başarılarından dolayı her zaman örnek bir öğrenci olarak gösterilir. Başarılarından dolayı okuldaki sene sonu sınavlarına katılmaz. Öğretmenleri ve arkadaşları tarafından sevilen birisidir. Okumayı çok seven Viyan yoldaş, çalışkan ve duyarlı bir arkadaştır. O, okul ve ev arası gidip gelen yaşıtlarından farklı bir duruşa sahiptir.
O yıllarda, çok ağır toplumsal sorunların yaşandığı ve kadına rol biçmeyen bir yapılanma içinde arayışlar olsa da kadının cevap bulması zordur. Şehir yaşamının kendi içerisindeki karmaşası ve yalnızlığı içinde yaşama anlam biçmek de bir o kadar zor olmaktadır. Tüm bunlara karşı Viyan yoldaş, zulüm ve toplumun baskılarını derinden hissetmektedir. Toplumun kadını köleliğe çeken yaklaşımlarına kısa bir süre sonra karşı çıkmış, hiçbir zaman kadına karşı geliştirilen bu yaklaşımları kabul etmemiştir. Küçük yaşta olmasına rağmen yaşadığı bu çelişkiler, kendisinde başarıya kilitlenmeyi de getirmiştir. Soruları cevap buldukça özgürlük arayışı daha da gelişmiştir. On beş yaşında oldukça sakin, oldukça az konuşan, ama anlamlı sorularla yeni ve özgür bir yaşamın derin arayışı içerisine girmiştir. Bu dönemler, Kuzey’de gelişen özgürlük mücadelesinin Güney’i oldukça etkilediği bir süreçtir. Viyan yoldaş, özgürlük mücadelesiyle 97 yılının baharında ilişkilenir. Sorularına cevap buldukça katılma istemi gelişir. Güneydeki aşiretler içerisinde kadına ait olabilecek hiçbir şeyin olmaması, Güney’de kadının adeta tamamıyla silinmiş olması Viyan arkadaşın bu isteğini daha da güçlendirir. Güney’deki kadının bu durumunu çocukluğundan beri sindirememiş, tahakkümü kabullenememiş olan Viyan yoldaş, böylelikle aşiret olgusuna bir tepki olarak ablasıyla birlikte örgüte katılır. Fakat aşiretin yoğun ısrarları üzerine Viyan arkadaş geri gönderilir. Ama Viyan arkadaş geri gönderildiği halde, gerilla saflarına tekrar geri döner.
İçinden geldiği toplumsal sistemi kabullenememekte ve buna karşı mücadele yeteneğini kullanmaktadır. Ancak engellerle dolu olan toplum ve aşiret yapısını aşmak, başlı başına bir mücadeleyi ve kararlılığı gerektirmektedir. Katılımından hemen sonra aşiretinin tepkisini alacağını, çok yönlü bir sınavla karşı karşıya kalacağını bilmektedir. Tüm bunların bilinciyle, ilk geldiği andan itibaren en ufak bir tereddüt geçirmemiş ve büyük bir kararlılık sergilemiştir.
Katılımı Süleymaniye’de çok büyük bir etki yaratır. Aşiret yapısı, Kürdistan için mücadele etmeyi ve yurtseverlik görevlerini yerine getirme bilincini taşımasına rağmen, kadının özgürlük mücadelesine katılımını kabul etmeyerek aşiret kanunlarını öne çıkarırlar. Aşireti, Viyan Yoldaş’la katılımından sonra görüşüp kararından vazgeçirmek ve ikna etmek için her tür yol ve yöntemi denese de, Viyan Yoldaş’ı özgürlük arayışından, yürüyüşünden alıkoyamaz.
Dağlara ve özgürlük mekânlarına doğru yol alırken, toplumun kadına biçtiği değer yargılarına isyan ederek, yeni bir yaşam okuluna kaydını yaptırmıştır artık. Kendi deyimiyle “karanlık gecelerin aydınlığı Başkan APO’nun” felsefesini okur, okudukça aydınlanır. Kürt ve kadın olmanın acılarını derinden hissederek, özgürlüğe olan susamışlığını daha derinde duyarak yaşama anlam biçer. Bu anlamda denilebilir ki, özgür olunmadıkça yaşamın çekilmez olduğunu kısa yaşam kesitinde en derin yaşayanlardan olmayı başardı.
Geçmiş yaşamında okulda başarılı olan Viyan Yoldaş, devrim okulunda da başarılı bir öğrenci olmuştu. Güne çok planlı başlar ve bireysel eğitimine önem verirdi. Kitapları ve defterini elinden düşürmediği gibi, sürekli hem okur hem de yazardı. Yaşına göre çok olgun ve çevresini etkileyen bir duruşla, paylaşımcı, yoldaşlarını düşünen konumunu hep korudu. Gözleri ışıl ışıl, ama sakin duruşuyla, çevresine güven veren bir duruşla hep gelecek vaat etti. Öyle sıradan bir yaşam ve katılımı kabul etmezdi. Oldukça mütevazi, gösterişten uzak ama güvenle yürüyen, disiplini esas alan bir tarzda özgürlüğü amaçlamıştı.
Küçük yaşta örgüte katılmasına rağmen çok dinamik ve güçlü bir potansiyele sahipti. Var olan potansiyelini daha güçlü bir şekilde işletebilme temelinde sorumluluklar üstleniyordu. İddiası büyük olduğundan dolayı, güney gençliğine de örnek oluyordu. Kendisini sürekli eğitmeyi esas alıyor, yaşı küçük olmasına rağmen düşüncede büyümeyi yaşıyor, kendisine bir öncülük misyonu veriyordu. Önüne düşen her görevi en layıkıyla yerine getirme mücadelesini yürütüyordu. Sorumluluktan kaçmaktan ziyade, üstleniyor, yerine getirme çabasını veriyordu. Militanlığın esas ilkelerinden birinin hizmet etmek olduğunu biliyor, ona göre bu sorumluluğu üstleniyor, daha iyi hizmet etme temelinde yaklaşım sergiliyordu.
Güney gerçekliği içerisinde gençlerin beyinlerinin yıkanmasına karşı, güney gençliğin kendi özüyle öncülük misyonunu ve sorumluluk misyonunu doğru temelde nasıl sahip çıkması gerektiğini aldığı sorumlulukla ortaya koyuyordu.
Viyan yoldaşın yoldaşlığı samimi ve çıkarsızdı. Yoldaşlık için ne gerekiyorsa yapıyordu. Özellikle yeni arkadaşlar için “hamur gibiler, nasıl şekillendirirsen öyle gelişir ve iradeli olmaları gerekiyor” diyordu. Kendini hep sorumlu görür ve Güneyli katılımlar üzerinde durarak her bir arkadaşla diyalog içinde olurdu. İnkarcı ve kendisi olmayan, güvensiz ve iradesiz duruşlara, bu tür anlayış ve yaklaşımlara karşı özgüven ve irade sahibi olmayı dayatmaktaydı. Arkadaşlarının gönlünde yer edinmek için müthiş bir çaba harcarken, aynı zamanda bölgeciliği aşan bir kişilikti. Viyan yoldaş sıcak sohbetleriyle insanlar arasına hiçbir fark koymadan, ilişki tarzındaki mütevaziliği ve sempatik güler yüzlülüğü ile bir çekim merkeziydi.
Yaşam renginde kendisini tek bir şeye kilitlemiyordu. Yaşamın bütün alanlarına, yani askerliğe, siyasete, sosyaliteye göre bir öz katılımı vardı. Onun cesareti, kendine güvenen serbest, özgür bir duruşu vardı. Yaşama tutku derecesinde bağlılığı, coşkusu, etrafına sürekli umut vermekteydi.
Viyan yoldaş arkadaşlarıyla yaptığı güneye ilişkin diyaloglarından birinde tartıştığı arkadaşlardan birisinin; “Kaldı ki güney gerçekliği çok farklıdır. Bir kuzey gibi değil. Kuzeyde 30 yıllık bir mücadele geleneği var. Türkiye’nin de realitesinden kaynaklı yaşanan çelişki ve çatışmalar daha keskindir” şeklinde bir görüşü belirtmesi üzerine; ‘‘Tamam öyle fakat sanırım güneyde kölelik çok derin’’ der ve ‘‘tabii bunda güneyde öncülüğe soyunan örgütlerin güdümlü ve uşaklık pozisyonları çok belirleyici. Halkın ve kadının bu durumundan, duruşundan onlar sorumlu. Ne zaman hakim güçlerin uşağı olmaktan vazgeçtiler ki? Hiçbir zaman bu realiteyi aşamadılar. Biliyor musun, kendilerini ve halkı kullandırtmaları insanları kendisine çok yabancılaştırdı. Kişiliğini çok parçaladı. Öz güvenlerini ve öz saygılarını çok zedeledi. Doğarken hayallerine ihanet eden bir insan topluluğu özgürlüğe ne kadar aşık olabilir ki?’’ biçiminde Güney’e ilişkin görüşlerini koymuştu. Dış güçlerce dayatılan tecrit ve inkara, içte dar ailesel-aşiretsel çıkarları gereği onların birer piyonu durumuna gelen güçlere öfkelenerek, ulusal birliğin gelişmesinin önemini her zaman dile getirir, parçalanmış bir halk ve ülke gerçekliğini ret ederdi.
Viyan yoldaş, halaya durur gibi atılmıştı yaşam kavgasına. Özgürlük mücadelesinde, bilinçle donanmakta ve insan sevgisiyle dolu dolu yaşamaktaydı. Parçalanan ülke ve halk gerçekliğini yüreğine beynine sığdıramayan Viyan Yoldaş, onlarca yıl açılan mesafeyi kapatmak, halkı bir bütünlük içinde görmek için tüm gücüyle çalışır, didinirdi. Umutluydu ve başaracağımıza inanmaktaydı. Çünkü o’nun inandığı, Başkan Apo’ydu. Onun ideolojisi ve felsefesinin başta Kürt halkı olmak üzere, bölge halklarının kardeşliğini yaratacağına inanırdı. Yine bir gün bir diyalogunda;
“Baksana Önderlik kitabın adını, ‘Özgür Yaşamla Diyaloglar’ koymuş. Bakma bana öyle! Önderliği anlamak istiyorum. Biliyor musun, görmediğim halde çoğu zaman rüyalarıma giriyor Önderlik. Tam dokunmak üzereyken uyanıyorum. Lanet olsun, tam da dokunmak üzereyim. Dokunsam hemen başımı omzuna koyup derin bir nefes alacağım. Neden bu kadar çok istiyorum başımı omzuna koyup derin bir nefes çekmeyi? Tuhaf değil mi? Bana da bazen tuhaf geliyor. Ama nedense bu istem, bende bir tutkuya dönüşmüş. Başımı Önderliğin omzuna koyup derin bir nefes aldığımda, sanki o an yeniden doğacağım. Özgürleşeceğim… ne bileyim işte, sanki gerçek yaşam o an başlayacakmış gibi geliyor bana.’’ ve devam ediyor, “Başkan Apo, 30 yıldır Kürt özgürlük hareketiyle bu duruma müdahale etmiştir ve Kürt halkının mücadele etmeye ulaştırmış, öldürme ve parçalanmayı bir kader olmaktan çıkarmıştır” diyerek Güney Kürdistan’daki sessizliği bozmak istemekte ve toplumsal devrimin bir kadın devrimiyle gelişeceğine olan inançla hep o çağrısını yenilemekteydi.
Eylemi, Kürt halkı arasında birlikteliği yaratma ve yaşanan duyarsızlığı, sessizliği bozmaya yönelik bir çağrıyı da içermekteydi. Ulusal birliğin önemini vurgularken, Güney Kürdistan’da yaşanan trajediyi hep anlatır, ulusal ve siyasal birliği engelleyen zihniyeti sorgular, kişilikte dönüşümün zorunluluğu üzerinde dururdu. Güney Kürdistan toplumsal yapısından kaynaklı kendine güvensizliğin kaynağını irdeler ve bunu tartışır, aşmanın yol yöntemlerini sıralardı. Ne diyordu Viyan? ‘‘Başkanım! Bir tek kişi kalsak bile senin ideolojik çizginin ve felsefenin başarıya ulaşacağına dair iddialı ve inançlıyım. Birçok kişi senin şahsında ideolojik hattı yok edeceklerini düşünüp, söylemektedirler. Ancak ben bunu çok ciddiye almıyor boş bir iddia olarak görüyorum. Çünkü sen artık milyonlarca insanın ve özellikle de kadınların yüreğinde, beyninde ve tüm hücrelerinde yer edinmişsin. Sen tarihe ve topluma mal oldun. Sen her zaman kadının bağlılığını ve dürüst oluşunu bize tanıttın. Bugün tüm yetersizliklerim ve zayıflıklarıma rağmen özeleştirimi vermek, demokratik ve bilimsel sosyalizme ve yeni paradigmaya yönelik kararlılığımı göstermek istiyorum. Azda olsa iç gericilik ve dış saldırılara bir mesaj vermek istiyorum. Çoğu zaman şehit arkadaşlar gibi keşke canımdan daha değerli bir şey olsaydı ve Başkan Apo’nun, halkımın ve ezilen kadınların yoluna feda edebilseydim diyordum.’’
O, özgürlüğe sevdalı, bilinçle donanmış, nerede, ne zaman eylem yapacağını bilendi. Ve son sözlerinde “volkan da nerede, ne zaman ve nasıl patlayıp öfkesini göstereceğini, Ehrimanlar ve vefasız insanların cezasını nasıl vereceğini bilir” dedi. Leyla Qasım”ın adıyla yaşama gözünü açan, Mazlumların, Zekiyelerin ateş hattıyla oluşturdukları özgürlüğe ulaşmanın bedelinin ağır olduğunu iyi bilenlerdendi. On yılı kapsayan mücadele yaşamına çok şey sığdıran ve yoğun yaşayan Viyan yoldaş, sevgi ve sorumluluk duygusuyla dopdoluydu. Bir çocuk saflığındaki yüreği hep çevresine güven-sevgi aşılardı. Hep güzellikleri paylaşan ve pozitif düşünen bir duruştu. Öncülük vasıflarını taşıyan ve bunu üstlendiği görevler kapsamında yerine getirmesini bilendi.
Genç, bir o kadar da olgun olan Viyan yoldaş, özgürlük mücadelesi içinde önemli görevler üstlendi. PJA meclis üyeliği ve PKK yeniden yapılanma çalışmalarında ve en son da HPG komutanlığı görevlerinde yer aldı. En büyük özlemi Önderlikle buluşmak, ona yakın olmaktı. Ki, bunu mücadele yaşamı içerisinde yoldaşlarıyla paylaşarak, görev-sorumluluk anlayışıyla yaşayarak karşıladı. Yine Önder APO‘nun “Güney devrimi kadın devrimidir” belirlemesi üzerinde yoğunlaşıp kadının ideolojik kimliğinde derinleşerek, Güney toplumsal devriminin gerçekleşmesi için çalıştı. PÇDK’nin kuruluşunda büyük bir rol oynayarak, program ve tüzük çalışmalarında yer aldı. Kadınla kaybedilen tarihin yazılması için, Önderliğin kadın kurtuluş ideolojisi ekseninde, Güney’de kadın bakış açısıyla kadın eksenli bir örgütlenmenin gelişmesi için çalıştı. Mücadele yaşamı içinde zamanla yarışır tarzda öğrenmek ve öğretmek, öğrendiğini pratikleştirerek sonuç almak istedi. Güneydeki kazanımlara anlam biçerken, bunun kalıcılaşması için demokratik bir tarzda toplumsal sorunlara cevap olunması ve bu temelde örgütlenmenin gelişmesi gereğini vurgulamakta ve bu inançla çalışmaktaydı.
Özgürlük hareketimizin en zorlu süreçlerinde kararlı ve iradeli duruşuyla en sade, en mütevazi, en özgürlükçü bir militan olmasını bildi. Gençti, heyecan doluydu, yaşama bir coşku seli gibi akardı. Duruşunda Mezopotamyalı bir tanrıçanın duygu yüklü zekâsını, özgürlükçü doğalitesini, bilgeliğini, yaşama saygısını ve anlam yüklü dünyasını taşırdı. Böyle bir eylemi yaşamsallaştırmanın gücünü, bu kahramanca direnişlerin mirasından aldığının bilinciyle hedefinin üzerine yürüdü. Elde edilen tüm kazanımlara ve başarılara rağmen, Kürt halkı ve bölge halklarının kapitalizmin tuzağından kurtulamadığını, yeni Halepçeler korkusunun aşılamadığını ve Önderliğimizin durumuna ilişkin pozitif bir yaklaşım sergilenmediğinin bilinciyle, mücadelesini bunları aşma ve Önderliğe doğru yürüyüşü yükseltmenin gerekçesi haline getirdi. Dolayısıyla böyle bir eylem, Türkiye devleti için de bir uyarı oldu ve devlet sadece kuzey değil, diğer parçalardaki özgürlükçü gençleri de karşısında buldu. Kuzeydeki anaların yüreğindeki ışığı, Güneydeki anaların ve babaların yüreğine göndererek vicdanlarını uyandırmak istedi. Sokaklardaki sloganları ve Kürdistan’ın tüm parçalarındaki direnişi, Güneydeki ilkel milliyetçi ve gerici partizan yaklaşımlara karşı bir kamçı haline getirdi.
‘‘Ya heval Mazlum! Ferhatlar!.. Kemaller!… Katıldığımdan beri bu arkadaşların eylem biçimleri sürekli beynimi meşgul etti!… Benim için hepsi bir gizem. Bu gizemi çözsem sanki asıl gerçeğe ulaşacakmışım gibi bir duygu yaşıyorum. Baksana, hepsi de çok kritik süreçlerde bu sıra dışı çıkışları gerçekleştirdiler. Çıkışları, hep de üzerimize çöken karanlığı yırtan çıkışlar oldu. Dikkat edersen hepsi de gecenin çok uzadığı anda, geceden gündüzü doğurdular. Anlıyor musun, geceye hükmederek gündüzü doğurttular. Ne müthiş bir inanç ve irade değil mi? Her insan yapabilir mi bunu? Sıradan insanlar karanlığın içinde saklı olan gündüzü göremezler. Daha da ötesi yüreğindeki ateşle karanlığı tutuşturup gündüzü ortaya çıkaramazlar. İşte bu güç, bu tutku beni büyülüyor. Aslında hepsinin eylemi de komploya karşı bir başkaldırıdır. Mücadelenin zindandan başlanarak boğdurulmak istendiği bir süreçte Mazlumlar, Ferhatlar, Kemaller o görkemli direnişi geliştirdiler. 1996’da komplocu güçler Önderliği hedefleyerek sonuca gitmek istedikleri zaman Zilan, komplocu sistemin en çok uygulama alanı bulduğu Dersim’de kendisini bomba yapıp komplocuların beyninde ve yüreğinde patlattı. İhanetin eliyle komplocular esaret duvarları arasında kol gezdiğinde, Sema, aşılmaz denilen duvarları aşarak kendisini koca bir ateş topu yaptı. Dikkatli okursak bu yoldaşlar hep de gizlenmek istenen tarihi, direnişe dönüşen bilinçleriyle, iradeleriyle yazdılar. Yazılması istenmeyen tarihin yazıcıları oldular. Gerçek oldular!… gerçek olarak gerçeği haykırdılar! Ve gerçeklere yeni sayfalar eklediler!...’’
Her eylem, öz anlamın veya öz dinamiğin kendini dışa vurumunun ifadesidir. Ateşle bütünleşen eylem ise özdeki özgürlük aşkının, anlamının artık hiçbir şekilde yerinde duramaz, kabına sığamaz biçimde dışa vurumudur. Viyan arkadaş da kabına sığamayan bir özgürlük ateşiydi. Kişiliğiyle, duruşuyla, mücadeleciliğiyle yaşarken zaten bir ateşti, eylemi, bu iç ateşin, Önderliğimiz, örgütümüz ve bunlarla bağlantılı Ortadoğu üzerinde yoğunlaşan tehlike çanlarına karşı bir tavra dönüşmesiydi. Kadın kahramanlığı onda, sürecin tüm tehlikelerini ve hassasiyetlerini büyük bir yürekle hisseden, büyük bir beyinle yorumlayan ve ikisini bütünleştiren cesaret ve kararlılıkta temsilini buldu. Bu, özgürlüğe, Önderliğe, Kürt halkı ve yine tüm Ortadoğu ve dünya halklarına, topraklarına, emeğe, insana, kadınlara, çocuklara duyulan büyük bir aşkın eseri olabilir ancak. Ateşten bir yürek ve ateşten bir beyin, ateşten bir eylemi yaratabilir. İşte Viyan arkadaş egemen tarihin halklar, kadınlar, çocuklar üzerinde yarattığı tahribatın yükünü çok genç yaşta fedakârca omuzladı, bu tarihe karşı duyduğu öfke ve intikamla fedaice savaştı. Yaşarken de, şahadete giderken de fedaice savaştı. Viyan arkadaş genç yaşta büyük sorumluluklar yüklendi, ama kendini adayarak yüklendi. Hiçbir zaman, yüzeysel, geçiştirmeci, hesapçı vb. yaklaşımlar içerisine girmedi. Kendini yürekten adadı, her zaman için beynini çalışmasına ve amacına kilitledi. Belki de bu nedenle hep bir ışıltı vardı gözlerinde, çevresine yaydığı bir parıltı. Güzelliği; zekasında, sadeliğinde, mütevaziliğinde, mücadeleciliğinde, arayışçılığında, Önderliğe, örgüte, halka ve kadına bağlılığında, yürek büyüklüğündeydi. Bu nedenle insan sıcaklığına, yoldaşlığına-dostluğuna, gülüşüne doyum olmazdı. İnsan sevgisi öyle derin ve etkileyiciydi ki, karşıdakinin yürek toprağına bir tohum gibi derinden gömülür ve yeşerirdi. Eylemi de böyle oldu. Hepimizin, gerillanın, halkın, tanıyan-tanımayan herkesin yüreğinde O’nun gibi bir yoldaşı kaybetmenin acısını yaşattı, ama aynı zamanda böyle soylu bir kadın direnişçiliğine saygıyı, sevgiyi, düşmana karşı inadı, direniş azmini çok daha güçlendirdi, biledi. Kürt halkının, özelde de Büyük Güney halkının bu yiğit ve soylu evladı, tarihe ve yüreklerimize ateşten harflerle özgürlük aşkını, Önderlik aşkını, mücadele aşkını silinmezcesine yazdı. Cesaretin tanrıçalaştığı kişiliğinde Viyan arkadaş, yaratılmak istenen karanlığa bir ateş, yok edilmek istenen özgür Kürt, özgür insan kimliğine büyük bir yaşam gücü oldu.
Viyan arkadaş her zaman genel çalışmalarda yer alıyor olmasına rağmen, mücadelesi sürekli Kadın Kurtuluş İdeolojisi temelinde olmaktaydı. Kendi kurtuluşunu da bunda görmekteydi. Genel çalışmalara aktif katıldığı gibi, aynı zamanda kadın kurtuluş mücadelesinde de aktif yer almaktaydı. Sürekli egemen sisteme karşı bir mücadele içerisindeydi. Bu anlamda eylemi de, egemen sistem gerçekliğine olduğu kadar, geleneksel aşiret mantığına ve kadına reva görülen haksızlık ve baskılara da bir darbedir. Güney gerçekliğinde kadını özünden boşaltıp, metalaştıran, şekilde-biçimde özgür; özdeyse, özgürlükle hiçbir bağı olmayan bir gerçeklik söz konusudur ve bununla bağlantılı olarak, Viyan yoldaşın eylemi sınıflı toplumun dondurduğu beyinlere bir darbedir. Aynı zamanda Güney Kürdistan’da yaşanılan sessizliğe bir darbe olup, baskı altında tutulup umutsuzlaştırılan kadına da umut olmuştur.
Ortadoğu’da kadın çektiği acıları, Ortadoğu gerçekliğinden kopuk ele almamakta, “Ortadoğu’da kadının da özgürlük arayışı var”, demekteydi. Keşfedilmemiş bu özgürlük arayışı, ancak Önderliğin kadınlara yönelik perspektifi yaşamsallaşırsa karşılık bulur şeklinde yaklaşıyordu. Viyan yoldaş; “kadının özünde eşitlik, güzellik, insanlık sevgisi var. Bu potansiyeli, özgürlüğe yatkınlığını gösteriyor. Güney kadını ise şekilde özgürlüğü arayanlar var, kendini küçük burjuva gösterip, şekilde açılmayı yeterli görüyor Güney kadını. Tüm parçalara oranla güneyde kadın daha çok hırpalanıyor ve kendini kandırıyor.
Aile olgusu da çok hakim, okul dışında kız çocukları aileden kopamaz. Bu da irade gelişmesini önlüyor. Kızlar özgürlüklerini ya da kurtuluşlarını evlilikte görüyor. Kaderci, mantık hakimdir” diyordu. Mevcut örgütleri ise rantçı ve işbirlikçi görmekte, kendilerini “Kürt sorununun merkezine koyup, az olsun benim olsun mantığı ile çözümsüzlüğü derinleştiriyorlar” demekteydi. Viyan yoldaş “Güney’deki öncü kadınlar kendi iradelerine sahip çıkmışlardır, ama koşullar onların yaşamlarına son vermiştir” derdi. Leyla Qasımı çok sever; “Leyla Qasim, Kürt kadının özüdür, Xanzada Miri Soran için; “özünde intikam almak için mücadele etmiştir” derdi. Margiret (Hepsexani Neqip) için ise; “insanlığı sevmenin özüdür, erkek sistemine teslim olmadığı için erkek ona komplo yaptı” diye anlatırdı. Viyan yoldaşın özgürlüğe olan tutkusu, Önderliğin ideolojisi ile bütünleşmesini sağlıyordu. Kürt halkının çektiği acıları hissediyor, toprağa ve insanlığa olan bağlılığı, en temel eylem gerçeklerini oluşturuyordu. Kürdistan parçaları arasında ayrım yapmazdı, bu da sevilmesini ve kabullenmesini de beraberinde getiriyordu. Viyan yoldaş da, bu yoldaşlarını sevdiği için elinden geleni yapıyor ve müthiş bir emek sarf ediyordu. Diğer parçalardaki arkadaşlarla rahat ilişkilenebilme yönünden, Türkçeyi öğrenmek için büyük çaba sarf etmişti.
Özünde Viyan yoldaşın eylemi, hem iç geriliciliğe, hem de dıştaki saldırıların Önderlik şahsında Kürt halkına olan pervasız saldırılara bir yanıttır. Viyan yoldaş eylemi ile güneyi ve kuzeyi birleştirme köprüsü oldu. Önderliksiz dayatılan çözümü, Güney’li bir Kürt kadını olarak kabul etmemiş ve eylemi ile tavrını ortaya koymuştur. Viyan yoldaşın diğer tarihsel eylemlerden farkı, diğer eylemlerin zindanlarda ve kitle içinde gerçekleşmesi, bu eylemin ise dağda gerçekleştirilmiş olmasıdır. Bu eylemin dağda gerçekleşmesi, bir taraftan iç çeteciliğin saldırılarına da cevap olmasının yanı sıra, Önderlikle yapılan yetersiz yoldaşlığa, döneme ve Önderliğe cevap olmamaya, tasarrufçu yaklaşımlara ve yaşanılan büyük gaflete bir darbedir. Bu eylem aynı zamanda dış saldırılara cevap olma, Önderliğin çizgisine layık olma, yine direniş kültürünü koruma, direniş halkasına bir halka daha ekleme anlamına gelmekte ve Kürt halkına karşı gelişen imha saldırılarını, soykırım ve asimilasyonu kabul etmemedir. Mesajında en çok dikkat çeken yönlerden birisi, Önderliğin özgürlüğü ve savunmasını ele almasıydı. Bir de sözün bitip, sıranın eyleme geldiğini söylemesi. En büyük özlemi önderliği görmekti, hep “Önderliği gören arkadaşlar çok şanslılar, keşke birkaç saniyeliğine de olsa Önderliği bir defa görebilseydim” derdi. Viyan Yoldaş’la yaşayan ve onu tanıyan her arkadaş; eyleminin büyüklüğü karşısında saygıyla eğilirken, aramızda erken ayrılışını kabullenmedi. İçinde acıyı derinden duyarak, erken olduğunu söyledi.
Özgürlük yolunu almamız için her zaman bedel gerekiyor mu? Bedelsiz olmaz mıydı? Ama maalesef yaşadığımız çağda insanlık özünden boşaltılmış, başkalaşmış. Sözün anlamı kalmadığı yerde, her kritik süreçte böyle çıkışlar gerekiyor. Evet, Viyan yoldaş, senin kongrelerde parlak, net, özgür düşüncelerini ve halaylarda başı çekmeni belerken, sen gökyüzünün sonsuz maviliğinin geceye büründüğü zamanlarda parlak yıldız olma yolunu tuttun. Şubatın zahmetli karı kışına inat, kardelen çiçeği gibi açtın. Buz tutan yüreklerimizi özgürlüğün ateş dansıyla ısıttın. Ay ışığının sudaki yansıması kadar güzel yoldaşım! Yüzünde çiçek canlılığı, gülüşmeyişini taşıyan yoldaşım… Kadın gelenekselliği, köleliği ve erkek egemenliğine, içimizdeki kaçışlarla aşkı bitiren karasevdalara, kendi bedeninle darbe vurdun. Önderliğin yeni paradigmasını kendi kişiliğine özümsetmiş ve tutkuyla bağlı, bunun verdiği inanç ve güçle bir melek saflığında hizmet anlayışı, temizliğiyle, etrafa pozitif enerjiyi yayan, yansıtandın.
Vicdan ve zihniyet devriminin gerçekleşmesinin diğer adıydın. Köleliği kabullenemeyişin sürekli özgürlüğün peşinden koşmanı getirmişti ve mücadele azmin ve iddian, ilkelerinden taviz vermeyen gerçek bir kadın militanlığının ifadesiydi. Duraksız bir şekilde özgürlük ilkelerine koşandın. Viyan yoldaşın Önderliğe bağlılığı ve özlemi, yazdığı her kelimede anlam bulurken, bir Şubat’ı daha Önderliksiz yaşamanın zor olduğu duygusu kadar, “Önderliksiz-PKK’siz” çözüm konseptinin Kürt halkı için taşıdığı tehlikeleri görerek, eylemine anlam biçti. Ve eylemiyle bu tehlikeye dur demenin çıkışını gerçekleştirdi. Bir yıl önce bunu gören Viyan Yoldaş, derin bir öngörüye sahip olduğunu da ortaya koydu. Başkan APO’nun şahsında Kürt halkına yönelik izlenen politikaları ve konseptleri değerlendirerek, başta kadrolara ve kadın yoldaşlarına olmak üzere, halka çağrı yaparak sorumlu bir devrimcinin duyarlılığıyla hareket etti. Tabii gelinen aşamada çağrısının ve yazdıklarının içeriğini insan daha iyi anlayabiliyor. Dünya’yı ellerinde tutan finans güçleri, küresel bir dünya gerçeğini kendi çıkarları için düzenlemek isterken, her an Kürde biçilen misyon ve izlenen politikalarla, inkar- imha gündeme gelebilir.
İşte Viyan Yoldaş bütün bu tehlikelere dikkat çekerek, eyleminde uyarıcı olduğu gerçeği, bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Bu açıdan Kürt halkı her zamankinden daha fazla günümüz koşullarında bu tehlikeleri görerek, ulusal ve siyasal birliğini yaratarak Viyan Yoldaşın vasiyetini yerine getirmelidir.
E. Rêheval Sozda
- Ayrıntılar
Ölü bedenler üzerinde yürümek günahtır. İnançlarımızın en kutsallığı ve saygıya müteşekkür bir erdemlilik. Küçük yaşlarda birçoğumuzun yol üzerinde uyuyan bir bedenin yattığı mezara, saygıyla dua okumak ve anmanın işlenilen en büyük sevap olduğuna ilişkin nasihat sözler işittik. Şehir ve köy mezarlıklarında yürürken üzerine basılmaması için atılan özverili adımlar. Biraz korkakça, pişmanlık duyguların inceliğin önemsendiği o anlarda öyle bir tedirginlik var ki...
Büyüklerimizin mitolojik-hikayesel anlatımlarında hakikati bugün yaşayacağımızı bilmeden bizlerde büyüdük. Şimdi nasıl anlatayım küçük çocukların büyük yüreklerine. Bir hikaye de bir mezara basmanın, utanç ve pişmanlık tedirginliğini ve günahını. Anlatamıyorum. Çünkü anlatacak bir mezar gerekli. Toplu ve gizliden olmayan. Ülkemin birçok köyünde bulunmaz mermerden süslenmiş bir mezar. Ama bir yer vardır. Köyün girişinde ve yükseklikte. Hiç ayrılığın lafı bile edilmez böylece. Çünkü bilinir; orada olduğu ve öylece derin bir uykuda sadece ayrılmaz ruhun varlığına. Ölüm son olmadığı için ölümden korkulmaz. Yeni bir başlangıç için olur. Kimi uzun yaşar, kimi ise kısa. Bu dile gelmez ve getirilmez. Buna gerek olmadığı için. Doğmak, büyümek ve ölmek. Bir tek acı yaşatır büyümeden, konuşmadan...öldüğünü görmek. Başka acı yaşatmaz. Hiç ayrılmadığı topraklarda süslü bir mermer taşı olmasa da inanç görevleri yapılır. Büyük beden insanı omuzlarda, küçük ise kucakta taşınır. Hatırlanır yaşanılanlar, yine de özlem duyulur yaşanabileceklere. Gözlere bakarak sevdikleriyle yaşamanın anlamı farklı olur diye düşünerek. Her sofrada yıllarca fazladan konulan tabak, kaşık vardır hatıralarda, duvara asılı bir fotoğrafın canlılığına inanarak. Hiç görmeden dünyaya gelen akrabalarının meraklı sorularıyla, cevap bekleyen, dinlemekten bıkıp usanılmayan büyüklerinin anlatımlarında yaşatırlar. İşte o küçük ama yürekleri büyük çocuklar. Ölümü bilmezler ama ölüme inanılır; bir mezar taşı olduğu için. Ama büyüklerinin birgün gelecektir sözüne inanmıştır bir defa.
Ülkemin insanları sevdiklerinden ayrıldığı o mekan ve zaman dilimini hep saklar ve itinayla korur. Bu sefer ne yaşadığına ne de öldüğüne dair bir iz olmadığı sadece umut vardır. Sakladığı ve itinayla koruduğu o mekan ve zamanda geleceğine olan inanç yerini almıştır. Yıllarca bekleyenler oldu. Sevindirici veya acı haberi bilmek istiyorlardı. Kimi bilemedi, acılı haberi bilmek istemeyen hatta acılı habere bile razı olan insanların özlemleri gerçekleşmeden ölenler de oldu. Ölümlerine dek son bir kez görmenin özlemi vardı yine de. Bilmiyorlardı. Çünkü acımasızca adı konulmasına -ölüm yani- izin vermeyen zalimler vardı. Bu zalimler tek bir vatanın ve yüce bir ulus olan dünyaya bedel Türklük adına yaptılar. Kim yaptı? Diye soruluyor hani. Cevabını da tıpkı soru kadar bilenler biliyor. Buna faili meçhul kavramı veren ve bir zamanların onurlu subay, asker ve polisleri. Devletin yasa meşruluğuna sığınan ve ahlaki değerlerden saptırılmış iktidar zalimleri olan siyasetçiler. Bunlara somut bir isim verilse, şahıs olarak bulunsa acaba failli meçhul katliamlar son bulur mu? Toplu katliamların mezarları bulunur mu? En önemlisi devam eden bu inkar ve imha soykırımı durdurulur mu?
Sorular ve umut dolu bekleyişle cevap aranıyorsa sanılmasın ülkemin insanları o zalimler gibi kindar olduğu. Yargılamak değil amaç. Amaç; toplu katliamların, açığa çıkmayan mezarlar bulunur mu ve son bulur mu? Diyedir.
Şu nedenledir; ülkemin inançlı insanlarının erdemli yaşamlarında mezarların üzerine basmak günahtır. İnanç görevlerini ve sorumluluklarını getirmemek, omuzda yada kucakta taşımamak olmaz. Çünkü kefensiz yatan sevdiklerini incitmek günahtır. Yoksul halkımın parası yetmez süslü mermerli bir mezara ama kaygımız bu değil; köylerimizde yaşamaktır ölmeyi. Ölülerimizin bedenlerini görmektir. Nerede olduğunu bilip bir mezar taşını koymaktır. Köyün girişinde ve yüksekte. Çünkü mezarların üzerine basmak günahtır.
Zagros Sipan
- Ayrıntılar
Suriye’den çıkış NATO-Gladio operasyonuyla bağlantılıdır. Türk ordusundaki ayrışmayı ve Gladio’yu dikkate almadan, bu operasyonu doğru yorumlayamayız. İ. Hakkı Karadayı ve Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun Genelkurmay Başkanlığı sanıldığı kadar her şeye hâkim değildi. İkisi de Kürt sorununda Eşref Bitlis’in yaklaşımına daha yakın düşünmekteydiler. Savaşın Kürtlerin toptan tasfiyesine yönelmesini hem doğru hem de mümkün görmüyorlardı. Turgut Özal ve Eşref Bitlis’in başlatmak istedikleri barış ve siyasi çözümü hem yurtseverliğin gereği sayıyor, hem de klasik savaş anlayışına daha uygun buluyorlardı. Sakıp Sabancı da bu çizgiyi TÜSİAD içinde savunan kesimi temsil ediyordu. MİT içinde Kontrgerilla Daire Başkanı Mehmet Eymür ile Emniyetten Hanefi Avcı’nın yaklaşımı da aynı çizgi paralelindeydi. Bu ekip Susurluk olayını da değerlendirerek savaş lobisine karşı bir hamle yapmıştı. Karşı ekibi veya Gladiocu kanadı esas olarak Doğan Güreş ve Çevik Bir temsil ediyordu. Sakıp Sabancı ve Hüseyin Kıvrıkoğlu’na yönelik suikast girişimlerini bu ekip yönlendirmişti. Ayrıca daha önceleri başta Turgut Özal ve Eşref Bitlis olmak üzere devlet içinde bazı kişileri tasfiye etmeyi amaçlayan çok sayıda suikastı da aynı ekibin selefleri, daha önceki uzantıları gerçekleştirmişlerdi. 1990’da Genelkurmay Başkanlığı sırası ordu teamüllerine göre Muhittin Fisunoğlu’na gelmişti. Doğan Güreş kuraldışı biçimde Genelkurmay Başkanlığı görevine getirilince, aralarındaki çatlak büyüdü. Diğer ekip ordu içinde iki PKK sempatizanı askerle Doğan Güreş’e zehirli çayla suikast girişiminde bulundu. Bu girişim tam başarıya ulaşmadı. İmralı’da özel askeri savcı bu konudaki kararı kimin verdiğini sorunca, iki askerin PKK sempatizanı olduğunu, olaydan sonra kaçıp gerilla saflarına katıldıklarını ve şehit olduklarını söylemiştim. Asıl kararın ordu içinden verildiğini tahmin ettiğimi belirtmiştim. Bu yöndeki soruşturma böylelikle kapanmıştı.
Ordu içinde bu nitelikteki çelişki 20. yüzyılın başına, hatta daha öncelerine kadar uzanır. Sultan Abdülhamit’in (hatta Sultan Abdülaziz’in) düşürülüşünden Mustafa Kemal’e suikasta, 15 Şubat 1925’te Şeyh Sait’e karşı düzenlenen komployla başlayan ve 18 Kasım 1937’de Seyit Rıza’nın komployla idam edilmesine kadar giden Kürtlere yönelik soykırım uygulamalarına, Serbest Fırka’nın kapatılmasından (1930) İnönü’nün başbakanlıktan düşürülüşüne (1937), 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden 28 Şubat 1997’deki postmodern darbeye ve en son 2000 sonrası darbe hazırlıklarına kadar geçen yaklaşık yüzyıllık süredeki tüm benzer olaylarda aynı çizgi çatışması vardır. Önce Almanya, sonra sırasıyla İngiltere ve ABD hegemonik güçler olarak bu çatışmaları dışarıdan destekleyip kontrol ediyorlardı. Tüm bu komplo ve suikast olayları özünde Ortadoğu halklarına, özellikle Anadolu ve Mezopotamya halklarına karşı yürütülen hegemonya savaşlarının birer yansımasıydı. Bunlardan PKK’nin öncülük ettiği Kürt direnişinin payına düşen ve daha önceki bölümlerde taslak halinde sunduğum dört önemli Gladio savaşı dönemi vardır. Kapitalist güçlerin hegemonik savaşı Beyaz Türk faşizmi kılığına bürünerek sürdürülüyordu. M. Kemal’den beri ordu içinde bundan rahatsız olan bir kesim de her zaman vardı. Bunlar yurtsever ve Anadolucuydu. 27 Mayıs 1960 darbesinden 2000’ler sonrası darbe hazırlıklarına kadar bu yurtsever ve daha barış yanlısı diyebileceğimiz kesimin durumu darbeciler ve komplocularınkinden farklıydı. Darbeciler ve komplocuların arkasında esas olarak NATO-Gladio’su durmaktaydı. Ayrıca sivil toplum içinde de her iki tarafın güçlü uzantıları, odakları mevcuttu. Bunlar aralarında daimi bir ilişki ve çelişkiyi yaşarlar. Dönemlere göre birbirlerine üstünlük kurarlar. Sınıfsal olarak da millici ve işbirlikçi burjuvaları temsil etmek durumundadırlar.
İşte Suriye’den çıkış öncesinde bu iki kesim arasında yine rekabet baş göstermişti. Bizimle diyalogdan yana olanlarla karşı olanlar arasındaki rekabet, İsrail ve ABD’nin de desteğiyle NATO-Gladio’cu kanadın yani savaş ve imha yanlısı kesimin lehine sonuçlanmıştı. Çıkışın az öncesinde İsrail İstihbaratı dolaylı yoldan ısrarla Suriye’den çıkmam gerektiği mesajını vermişti. Ayrılmayı uygun bulmamıştım. Suriye’deki konumumuzun büyük darbe almasından çekinmiştim. Stratejik ve ideolojik olarak da bunu doğru bulmuyordum. Savaş doğal seyrinde yürüyecek, kaderde olan yaşanacaktı. Kaderci çizgide değildim. Ama yaklaşık otuz yıllık ideolojik, politik ve askeri çizgiyi bir anda bir tarafa bırakarak rota değiştirmek de anlamlı bir kadere karşı çıkış tavrı olamazdı. Dürüst olmak gerekiyordu, kendimi kurtarmayı esas alamazdım. Atilla Ateş’in NATO-Gladio’su adına yaptığı son uyarıdan sonra, ancak Suriye ve Rusya’nın kararlı bir biçimde arkamızda durması halinde savaşı bir üst aşamaya tırmandırma şansımız olabilirdi. Fakat bu destek sağlanmadığı gibi, her iki ülkenin şahsi varlığımı kaldırabilecek gücü veya niyetleri bile yoktu. Suriye için bu gerçekten mümkün olamazdı. Kuzeyden Türk, güneyden İsrail ordusu tarafından bir günde işgal edilebilirdi. Panik içine girmeselerdi, benim için daha uygun bir üslenme imkânı yaratabilirlerdi. Bunu da göze alamadılar. Rusya’nın tavrı daha onursuzcaydı. Mavi Akım Projesi ve on milyar Dolarlık IMF kredisine karşılık bizi Moskova’dan zorla çıkardı.
Atina ve Roma macerasına geçmeden önce, çıkış öncesini ve sırasını daha yakından görmek oldukça öğreticidir ve büyük önem taşır.
28 Şubat darbesinin ikilemini doğru kavramadıkça olup biteni tam anlayamayız. Darbecilerin bir kanadı gerçekçi bir barış önerisi ile bize yaklaşmıştı. Sanırım arşivimizde buna ilişkin belgeler vardır. Tıpkı Turgut Özal ve Necmettin Erba-kan’ın yaklaşımında olduğu gibi ciddi olduklarına ve barış istediklerine ikna olmuştum. Darbe içinde darbeye de bu barışçı ve siyasi çözüm yanlısı tutum yol açmıştı. Şimdi gayet iyi açıkça ortaya çıkmıştır ki, o dönemde yani yakalan-mama kadar, İsrail ve ABD kesinlikle barış ve siyasi çözümden yana değillerdi. Düşük yoğunluklu da olsa, savaşın devamını ve Kürt sorununun çözümsüz kalmasını ısrarla istemekteydiler. Ortadoğu’nun, özellikle Irak’ın kontrolü ve düşürülmesi için buna şiddetle ihtiyaçları vardı. Ancak bu yolla Türkiye’yi pasifize edip kendi planlarını uygulayabilir-lerdi. Turgut Özal, Necmettin Erbakan ve Bülent Ecevit bu planlara dikkat etmedikleri, daha Anadolucu, millici ve Kürt sorununda barışçı ve siyasi çözümcü yaklaşım gösterdikleri için düşürülmüşlerdi. Düşürülmelerinin ölümle sonuçlanıp sonuçlanmaması savaş yanlıları için o kadar önemli değildi. Zaten savaşın içindeydiler. Savaşla sonuna kadar devam ederek, önlerine çıkan her engeli devirip amaçlarına ulaşmak istiyorlardı. Buna Kürt gerçekliğinin askeri yoldan tamamen tasfiyesi, yani bir nevi soykırım da dahildi. Hegemonik güçler klasik İttihat ve Terakkici çizginin devamı olan bu anlayışın arkasında durmadıkça asla başarı şansları olamazdı. Onlar da bunu bildikleri için ABD, İngiltere ve İsrail’in desteğine mutlak gereksinim duyuyorlardı. 1998’de Suriye’den çıkışımda bu destek sağlanmıştı.
1990’ların başında ABD ve İngiltere’nin, 1996’da (Türkiye ile İsrail arasında askeri alanda stratejik işbirliği antlaşmala-rı) da İsrail’in mutlak desteği alınmıştı. Sıra işin iç yanını halletmeye, yani gerekli hükümet değişikliklerini ve ordu içi tasfiyeleri yapmaya gelmişti. Onu da 1990’dan itibaren adım adım hayata geçireceklerdi. Genelkurmay Başkanlığı görevini devralan Doğan Güreş’in İngiltere’ye ilk gezisini yapıp geri döndüğünde “PKK’nin tasfiyesi için bize yeşil ışık yakılmıştır” demesi bu gerçeği ifade eder. Daha sonraki süreçte sadece Kürtlere ve PKK’ye yönelik imha saldırılarıyla yetinilmediğini, Cumhurbaşkanını katletmeye, hükümet değişikliklerine, ordu içi tasfiyelere, topluma yönelik pasifikasyon hareketlerine, bir dizi aydın ve işadamı suikastlarına, kitlesel katliamlara ve medyanın teslim alınmasına varana kadar hangi korkunç olaylar ve çatışmaların sahnelendiğini iyi bilmekteyiz. Eksik olan şey, tüm bu olayların zincirleme bağlantılar içinde olduğunu anlamaktır. NATO’ya girişinden 1998’e kadar Türkiye’nin yaşadığı tüm önemli siyasi ve sosyal olayların temelindeki kalın NATO-Gladio’cu çizgiyi görmeden, hiçbir önemli olayı, çatışmayı ve suikastı doğru olarak çözemeyiz. Özde halkların özgürlük, eşitlik ve demokrasi isteklerine karşı bir NATO’cu savaş açılmış ve bu savaşın son halkasına 1998’deki Suriye’den çıkışım eklenmiştir.
Çıkışta önümde iki yol vardı: Bunlardan birincisi dağ, ikincisi Avrupa yoluydu. Dağ yolunu seçmek savaşın şiddetlen-mesi, Avrupa yolunu tercih etmek ise diplomatik-politik çözüm şansını aramak demekti. Dağ yolu hazırlıklarının gün-ler öncesinde yapıldığı bilinmektedir. Kuvvetli ihtimal dağa çıkış yönündeydi. Fakat tam o sırada bir Yunanlı heyetin yanımıza gelişi ve Atina temsilcimiz Ayfer Kaya’nın yoğun telefon görüşmeleri (Ki, görüşülenler üst düzey yetkili sayılmaktadır), rotayı Atina’ya çevirmemize yol açtı. Suriyeli yetkililerin sorunu çok acil çıkış yapmamdı. Fakat Avrupa’ya çıkışımdan pek de rahat görünmüyorlardı. Bu konuda alternatif yaratmamaları kendilerinin ciddi kusurudur. Atina’ya çıkış aslında hesapta yoktu. Bir fırsattı ve oradaki dostların ciddiyetine inanarak bu fırsatı değerlendirmekten kaçınmadım. Eğer karşılaştığım tablodaki gibi olduklarını bilseydim, kesinlikle çıkış yapmazdım. Burada sorulması gereken soru şudur: Yunanistan’da da çok güçlü olduğu bilinen Gladio bölümü mü acaba bu çıkış senaryosunda rol oynadı? Buna kesin yanıt veremiyorum. Bu konunun araştırılması gerekiyor. Türkiye’ye teslim edilmemde ABD’nin Türk yönetimiyle sağladığı uzlaşmada Yunanlılarla olan sorunların çözümünde ilke anlaşmasına varılmış, en azından bu doğrultuda söz alınmış olması ihtimal dahilindedir. Özellikle Ege ve Kıbrıs sorununun çözümünde bu yönde niyet belirtmeleri kuvvetli bir ihtimaldir. Türkiye’nin bu konuda sınırsız tavizkâr tutum içinde olduğu mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır.
Suriyeliler 9 Ekim’de uçağın yönünü ustaca değiştirerek beni Atina’ya indirdiklerinde rahatlamışlardı. Atina’ya indi-ğimde karşıma Kalenderidis çıktı. Kalenderidis uzun süre Türkiye’de de kalmış olan NATO’da görevli bir subaydı. Aynı görevi İsveç’te de sürdürmüştü. Yunan Gladio’sundan olma ihtimali vardı. Oldukça dost görünüyordu. Aramızda ilginç bir kurye de vardı. Bazı NATO belgelerini bana sızdırmıştı. Güven yaratmak için de böyle davranmış olabilir. Kendisi aynı havaalanında beni bir odada bekleyen havacı general ve İstihbarat Şefi Stavrakakis’in yanına götürdü. Stavrakakis, âdeta Nuh der peygamber demez bir tavırla, geçici bile olsa Yunanistan’a giriş yapamayacağımı söyledi. Sözleştiğimiz dostlar ortalıkta yoktu. Akşama kadar didiştik. Tesadüfen devreye Moskova’daki ilişkimiz Numan Uçar girdi. Bir Yunan özel uçağıyla yönümüzü Moskova’ya çevirdik. Liberal Demokrat Parti Başkanı Jirinowski kanalıyla o sırada ekonomik kaos yaşayan Rusya’ya inmeyi, Moskova’ya giriş yapmayı başardık. Fakat bu sefer karşımıza Rus İç İstihbarat Şefi çıktı. O da Nuh der peygamber demez havasındaydı. O koşullarda kalış olamazdı. Yaklaşık otuz üç gün sözde gizli kaldım. Yanında kaldıklarım ve benimle ilgilenenler Yahudi kökenli siyasilerdi. Dürüst olduklarına inanıyordum. Beni gerçekten gizlemek istiyorlardı. Ama bu yöntemi doğru bulamazdım. Bu süre içinde hem İsrail Başbakanı Şaron, hem de ABD Dışişleri Bakanı Allbright Rusya’ya gelmişlerdi. Rusya’nın Başbakanı Pirimakov’du. Hepsi de Yahudi kökenliydi. Ayrıca dönemin Türkiye Başbakanı Mesut Yılmaz da devredeydi. Sonunda Mavi Akım Projesi ve on milyar Dolarlık IMF kredisi üzerinde anlaşarak ayrılmamı sağladılar.
Moskova’yı hemen tercih etmem, “Ne de olsa yetmiş yıllık bir sosyalizm deneyimi yaşadılar; ister çıkarları ister enternasyonalist tutum gereği olsun, beni rahatlıkla kabul ederler” inancından kaynaklanıyordu. Sistemin çöküşüne rağmen, moral açıdan bu kadar düşmüş olabileceklerini beklemiyordum. Liberal kapitalizmden çok daha kötü bir bürokratik kapitalizm çöküntüsüyle karşı karşıyaydık. En az Atina’daki dostlar kadar Moskova’daki dostların tutumundan da hayal kırıklığına uğradık. Daha doğrusu, kurulu dost ilişkilerinin pek güvenilir olmadığı açığa çıkmıştı.
Üçüncü rotamız yine tesadüfen Roma ilişkilerinden yararlanma temelinde oldu. Yeni ilişki kurduğumuz Komünist Parti-Yeniden Yapılanma’dan iki dost Milletvekilinin yardımıyla Roma macerasına başladık. Bu sefer İtalyan İstihbaratının göstermelik senaryosuyla altmış altı gün sürecek Roma günlerimiz başladı. Dönemin Başbakanı Massimo D’Alema’nın tavrı dürüst ama yetersizdi. Siyasi güvenceyi tam verememişti. Durumumuzu yargıya terk etti. Buna öfkelenmiştim. İlk fırsatta İtalya’dan çıkma kararlılığındaydım. D’Alema son haftadaki demecinde, İtalya’da dilediğim kadar kalabileceğimi belirtmişti. Ama bu bana zoraki bir tavır gibi geldi. Bu arada yanılmıyorsam ortak bir Arap girişimi oldu. Açıklamadıkları bir yere götürmek istediklerini söylediler. Resmiyeti ve güvencesi olmadığından kabul etmedim.
Rusya’ya ikinci sefer gidişim hataydı. Ama bu hatada Numan Uçar’ın laçka tavrının rolü vardı. Halen içyüzünü tam bilemediğim bu laçka tavra güvenerek yola çıktım. İçyüzünü bilseydim, kesinlikle Roma’dan çıkış yapmazdım. Yanıl-tılmıştım. D’Alema’nın özel uçağıyla NATO sahasından çıktığımda derin bir oh çektiğimi hatırlıyorum. Fakat bu tutum yağmurdan kurtulayım derken doluya tutulmak gibi bir şeydi. Bu sefer Rus İç İstihbaratı gidişin Ermenistan’a olacağı-na beni ikna ettikten sonra havaalanına götürdü. Sanırım anlaşmaları gereği havaalanında Ermenistan işinin yattığını, istersem bir haftalığına Tacikistan’a gidebileceğimi, bu bir hafta içinde alternatif yaratabileceklerini söylediler. Beni bir nevi aldatarak bir kargo uçağıyla Tacikistan’ın başkentine indirdiler. Bir hafta hiç çıkmadan bir odada bekledik. Moskova’ya tekrar döndük. Mecburen tekrar Yunanlı dostlara başvurduk. İki gün içinde hayli maceralı, karlı soğuk bir Moskova gününden sonra yönümüzü tekrar Atina’ya çevirdik.
Hatırladığım kadarıyla bu sefer tam anlamıyla Olympos tanrılarının oyunlarına geldiğimi kendi kendime fısıldar oldum. Tam da bu tanrı hayaletlerinin arasında bulunuyordum. Özellikle Hades aklıma düşmüştü. Havaalanının VIP salonundan giriş yaptım. Giriş yapmamla Cehennem Tanrısı Hades’in amansız takibinin başlaması bir oldu. Dostum Nagzakis’in eski çağın büyücü kadınlarına benzeyen kaynanasının epey dağınık evinde bir gece kalabildim. Kadına “Pangalos ne yapar?” diye sormuştum. “Seçimlerde kullanır” derken, çağın gerçeklerinden ne denli kopuk olduğunu anlatır gibiydi. Bana biraz da eski soylu ama çok güçsüz bırakılmış Yunan halk gerçeğini anımsattı. O geceden sonra bir nevi ölüm kampına doğru gidiş başladı. Tümüyle Hades devredeydi. Söylenen ve yapılan her şey sahteydi. Dürüst unsurlar yok muydu? Vardı, fakat hepsi modernite canavarı karşısında çaresizdi. Afrika’ya doğru yola çıkışta bu sefer Mandela figürü etkili oldu: Moskova’ya doğru yola çıkışta Lenin figürünün etkili olması gibi. Güya Güney Afrika’ya gidecek, hem sağlam diplomatik ilişki kuracak hem de resmi geçerli pasaport alacaktım. Yunan devlet sahtekârlığı bu oyunda da başarılı olmuştu. Aslında tarih boyunca Yunan halkının demokrasisinin bu sahtekâr tarafından hep aldatıldığını ve büyük trajedilere duçar edildiğini bilerek yaklaşmalıydım. Dostluklara çocuk saflığıyla inanmam bu tavrımda etkili oldu. Yunanistan’dan çıkış sırasında her iki havaalanına gidişte içinde olduğum arabanın şoförleri ayıkıp kendime gelmem ve gitmemem için yoğun çaba harcadılar. Büyük bir komplonun yürürlükte olduğunu belirtmek için ellerinden geleni yapma dürüstlüğünü gösterdiler. Muhtemelen onlar da alt düzey istihbarat memurlarıydı. Birincisi arabayı uçağa çarptırarak gidişi engelledi. İkincisi ise arabayı gizli olması gereken havaalanına yakın yerde yedi sefer dakikalarca bozulmuş süsü vererek durdurdu. Verilen sözlere o kadar güvenmiştik ki, hiç ayıkmadım. Tersine, bir an önce kaderde ne varsa görmek için acele gitmek istiyordum. Uçak Gladio’nun gizli operasyonlarda kullandığı bir araçtı.
Yalnız ondan önce bir de Minsk seferimiz vardı. Nairobi’den önce Minsk üzerinden Hollanda’ya geçiş yapacaktım. Yine özel uçakla Minsk’in dondurucu soğuğu altında iki saatten fazla bekledim. Beklenen uçak gelmedi. Beyaz Rusya havaalanı polisleri uçağı dakikalarca kontrol ettiler. Bir ihtimal ve belki de son fırsat olarak beni Minsk Havaalanına bırakacaklardı. Gerisi Beyaz Rusya yönetiminin insafına kalmıştı. İlginç olan odur ki, o sırada Türk Milli Savunma Bakanı İsmet Sezgin de Minsk’e bir ziyarette bulunmuştu. Beklenen uçak gelmeyince, güya son fırsat da kaçmış oldu. Geriye dönüş bir nevi ‘beyaz ölümdü’. Gladio uçağı Akdeniz üzerinden süzülürken, bu gidişi sonraki yorumumla Yahudi soykırımında kullanılan tren seferine benzetmiştim. Şahsımda bir halka uygulanan soykırım rejiminin en kritik dönemine girilmişti. NATO’nun gizli ve gerçek yüzünü bu seferler sırasında gördüm. Minsk’ten dönerken, uçağın herhangi bir Avrupa havaalanına inmemesi için yirmi dört saatlik alarm verilmişti. Anlaşılıyor ki, o dönemde tek isyankâr devlet olan Beyaz Rusya’nın Minsk Havaalanı dışında inişi kabul edecek tek bir havaalanı bırakılmamıştı. Nairobi’deki cehennemde önüme üç yol konulmuştu: Birincisi, uzun süre emre itaatsizlikten çatışma süsü verilmiş bir ölüm; ikincisi, CIA’nin bir dediğini iki etmeden emrine girmem ve teslim olmam; üçüncüsü, çoktan hazırlanmış Türk özel savaş timlerine teslim edilmem.
Nairobi’de yanımda bulunan bir arkadaş düşüncelerini tam açıklasaydı ve sivil toplum örgütlerini harekete geçirebil-seydi, belki de komplo kısmen bozulabilir veya boşa çıkarılabilirdi. Kendisinin bir tabancayla kendimizi savunmayı önermesini yadırgamıştım. Bu, bizim ve benim için intihar demekti. İntihara niyetim yoktu. Israrla silahı üzerimde taşımam için son ana kadar fır dönüyordu. Silah üzerimde olsaydı ve çekmeye çalışsaydım, bu tavır kesinlikle ölüm demek olacaktı. Daha sonra sorgulama sırasında, silah kullanmam halinde vur emri olduğu söylenmişti. Elçilikten çıkmamın da ölüm demek olduğunu söylediler. En akıllı tavrı aldığımı belirttiler. Ne kadar doğruyu söylediler, bilemeyiz. On beş günlük Nairobi sürecinde Büyükelçi Kostulas’ın tavrı anlaşılmaya değerdir. Acaba kullanılmış mıydı? Yoksa çok önceden planın bir parçası olarak mı hazırlanmıştı? Kendim bunu çözemedim. Teslim edilmemden önce kendi ikametgâhı olan eve hiç gelmedi. Elçilikten bir nevi zorla çıkarılmak istenmem yüzünden Nairobi zebani-sine biraz sert çıkıştı. Ama bu tavrı sahtekârca da olabilir. Bu sefer de güya Hollanda’ya gidiş için Pangalos izin çıkarmıştı. Buna pek inanmamıştım. Çünkü Yunan özel timleri evden çıkmamam halinde zorla saldırıp çıkarmak için pusuda bekliyorlardı. Kenya polisi de aynı şeyi yapmaya hazırlanmıştı. Tabii Güney Afrika Cumhuriyeti’ne gidiş çoktan bir aldatılış öyküsü olarak kalmıştı. Kiliseye, BM’ye sığınma gibi senaryolar hep kuşkuluydu. Çıkmamakta diretmiştim.
9 Ekim 1998’den 15 Şubat 1999’a kadarki dört aylık süreç müthiş geçmişti. Dünya hegemonu ABD dışında hiçbir güç bu süreçte bu dört aylık operasyonu düzenleyemezdi. Türk özel savaş güçlerinin (Bu güçlerin başkanı General Engin Alan’mış) bu süreçteki rolü sadece beni uçakla İmralı’ya, o da kontrollü olarak taşımaktı. Süreç kesinlikle NATO tarihinin en önemli operasyonunun gerçekleştirildiği bir süreçti. Bu o kadar açıktı ki, gidilen hiçbir yer aykırı bir tavır sergileyemiyordu. Sergileyenler anında etkisizleştiriliyordu. Büyük Rusya bile çok açık bir biçimde etkisizleştirilmişti. Yunanlıların tavrı zaten her şeyi açıklamaya yetiyordu… Tutsaklığa özgü olağanüstü tedbirler almışlardı. Dışarıya adım bile attırmadılar. Özel güvenlik timleri odamın kapısına kadar her yeri yirmi dört saat kontrol altında tutuyorlardı. D’Alema Hükümeti sol demokrat bir hükümetti. D’Alema tecrübesizdi, kendisi yalnız başına karar alamadı. Tüm Avrupa’yı dolaştı. İngiltere ona kendi öz kararını alması gerektiğini belirtti. Pek dayanışma göstermedi. Brüksel’in tavrı net değildi. Sonuçta yargıya havale edildik. Bu tavırda Gladio’nun etkisini görmemek mümkün değildi. Zaten İtalya Gladio’nun en güçlü olduğu ülkelerden biriydi. Berlusconi tüm gücünü harekete geçirmişti. Kendisi Gladio’nun adamıydı. İtalya’nın beni kaldıramayacağını bildiğim için ayrılmak zorunda kalmıştım. Tabii Türkiye bunun karşılığında ABD ve İsrail’in en güvenilir ama en uydu ülkesi haline getirilmişti. Çılgınca küreselleşiyor denilen süreç, aslında Türkiye’nin küresel finans kapitalizmine peşkeş çekilmesi öyküsünden başka bir şey değildi.
Irak’ın işgal senaryosu da benim teslim edilmemle sıkı sıkıya bağlantılıdır. İşgal aslında bana yönelik operasyonla başlatılmıştır. Aynı husus Afganistan’ın işgali için de geçerlidir. Daha doğrusu, Büyük Ortadoğu Projesinin hayata geçirilişinin kilit adımlarından biri ve ilki bana yönelik olan operasyondu. Ecevit’in “Öcalan’ın niçin teslim edildiğini bir türlü anlamadım” demesi boşuna değildi. Birinci Dünya Savaşı nasıl Avusturya Veliahdının bir Sırp milliyetçisi tarafından vurulmasıyla başlatıldıysa, bir nevi ‘Üçüncü Dünya Savaşı’ da bana yönelik operasyonla başlatılmıştı. Operasyondan sonraki süreci anlamak için operasyon öncesinde ve sırasında olup bitenleri iyice anlamak gerekir. ABD Başkanı Clinton Suriye’den çıkarılmam sorununu görüşmek için Başkan Hafız Esad’la biri Şam’da, diğeri İsviçre’de dört saatten fazla süren iki toplantı yaptı. Hafız Esad o görüşmelerde konumumun önemini fark etti. Sürece yaymayı kendisi açısından daha uygun gördü. Geçici bile olsa, Suriye’den çıkmam konusunda bir talepte bulunmadı. Türkiye’ye karşı iyi bir dengeleyici unsur olarak sonuna kadar değerlendirmek istiyordu. Ben ise Suriye’yi stratejik tavır almaya zorladım. Ama gücüm veya durumum bunu başarmaya elvermiyordu. İran’da olsaydım, belki de stratejik bir ittifak geliştirilebilirdi. O konuda da ben İran’a güvenemiyordum; geleneksel tavırlarından (Simko ve Qasimlo cinayetleri ve bunun gibi komplolar, Med Kralı Astiyag’ın Harpagos tarafından düşürülüşüne kadar eskiye giden oyunlar) çekiniyordum. Clinton ve ilişki içinde olduğu Irak Kürt liderleri Suriye’de bulunmamı kendi stratejik amaçları için uygun görmüyorlardı. Çünkü Kürdistan ve Kürtler giderek kontrollerinden çıkıyordu. İsrail de bu durumdan çok rahatsızdı. Kürdistan’daki gelişmelerin seyri ve Kürtlerin kontrolünün ellerinden çıkması onlar için kabul edilemez bir durumdu. Kürdistan’ı kontrolleri altında tutmak, özellikle Irak’la ilgili planları için hayati rol ifade ediyordu. Mutlaka ayrılmam ve bağımsız Kürt kimliği ile özgürlük çizgisine son vermem dayatılıyordu.
Bizim varlık nedenimiz ise, partimiz ve özgürlük çizgisiydi. ABD ve İngiltere 1925’ten beri Türkiye’ye verdikleri sözü (Irak Kürdistan’ına dokunmamak şartıyla Türkiye Kürdistan’ını feda etmek) tutmak durumundaydılar. Türkiye bu temelde NATO’ya girmiş, kendisiyle bu temelde Kürt sorunu üzerinde anlaşmışlardı. Konumumuz ve stratejimiz, geleneksel ve güncel olarak büyük önem arz eden Ortadoğu’daki bu dengeyi ve hegemonyayı tehdit ediyordu. Ya bu hegemonyanın yörüngesine girecektik ya da tasfiye edilecektik. Türkiye Cumhuriyeti 1925’ten beri bu hegemonik güçlerle yaptığı antlaşmaları (1926’da Musul-Kerkük konusunda anlaşma, 1952’de NATO’ya giriş, 1958 ve 1996’da İsrail’le yapılan anlaşmalar) Kürtleri tarihten silme temelinde kullanmak istiyordu. Laik milliyetçi pozitivist ideoloji bu imkânı veriyordu. Cumhuriyet kadrosu buna inandırılmıştı. Bu aslında tarihsel Türk-Kürt ilişkilerinin ruhuna ve ittifakına çok aykırı bir durumdu. Ama İsrail’in kuruluş hesapları nedeniyle sistemin yapamayacağı çılgınlık yok gibiydi. Beyaz Türk gerçeği denilen yapay ideoloji, kadro ve sınıf oluşumu bu temelde inşa edilmişti. Ayrıca PKK bu oluşuma öldürücü darbe vurmuştu. Çünkü Kürt kimliğinin kabulü ve özgürlüğünün tanınması bu oluşumun inkârı anlamına geliyor, en azından bu ölümcül politikaların terk edilmesini gerektiriyordu. İsrail’le yapılan antlaşmalar bu oluşum için hayati anlam ifade eder. Zaten Türk ulus-devleti Proto-İsrail olarak inşa edilmişti.
KDP bağlamında da benzer bir Beyaz Kürt oluşumu inşa edilmeye çalışıldı. Aynı merkez hem Türklerde hem de Kürt-lerde benzer ama aralarında çelişkiler bulunan iki güç yaratmayı varlıkları için (ABD ve İngiltere başta olmak üzere, Batının Ortadoğu’daki hegemonik çıkarları ve İsrail’in güvenliği için) hayati önemde görmekteydiler. Kendilerine bağlı ama aralarında hep problemler olan bu iki güç bağlamında bölgedeki çıkarlarını kollamak son derece akıllı bir politikaydı. PKK’nin çıkışı, tarihsel olduğu kadar güncel geçerliliği de olan bu oyunu bozuyordu. 1993 ve 1998’deki çözüm ve barış imkânının doğması bu oyunun sonu demekti. Onun için bu tarz bir çözüme müsaade edilmedi. Büyük suikastlar ve komplolar düzenlendi. PKK’nin Kürtleri denetim altından çıkarıp, başta Türkler olmak üzere diğer toplumlar ve devletlerle barıştırması, bu güçlerin Ortadoğu’daki hegemonik oyunları ve çıkarlarının devamı açısından stratejik bir darbeydi. Gerekçelerini daha da kapsamlı biçimde sıralayabileceğimiz bu hususlar, 1998 komplosunun neden büyük ve stratejik amaçlı olduğunu yeterince kanıtlamaktadır.
Clinton o dönemde Ortadoğu’daki hegemonik hamleye büyük önem veriyor ve Türkiye’nin rolünün bundaki önemini hep vurguluyordu. Özel Danışmanı General Galtieri, bana yönelik operasyonu Clinton’ın emriyle yönettiklerini bizzat açıklamıştı. ‘Üçüncü Dünya Savaşı’ meselesine gelince, Irak, Afganistan, Lübnan, Pakistan, Türkiye, Yemen, Somali ve Mısır başta olmak üzere belli başlı ülkelerde olup bitenlerin bilançosunun çoktan Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarındaki bilançoları birçok yönden aşmış olması, bu savaşın gerçekliğinin anlaşılması için yeterlidir. Zaten nükleer silahlar nedeniyle ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın parçalı olacağı, uzun bir sürece yayılacağı ve değişik teknolojilerle yürütüleceği anlaşılır bir husustur. NATO’nun son Lizbon Zirvesi, ABD’nin İran etrafındaki ablukayı derinleştirmesi, ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın seyri hakkında gereken bilgiyi vermektedir.
‘Üçüncü Dünya Savaşı’ bir gerçektir ve ağırlık merkezi Ortadoğu coğrafyası ve kültürel ortamıdır. Sadece ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın yoğunluk merkezi olarak Irak’ta yaşananlar bile buradaki savaşın bir ülke ile ilgili olmadığını, dünya hegemonik güçlerinin çıkarları ve varlığı ile ilgili olduğunu gayet iyi açıklamaktadır. Bu savaş ancak İran’ın tamamen etkisizleştirilmesi, Afganistan ve Irak’ın istikrara kavuşturulması, Çin’in ve Latin Amerika’nın tehdit olmaktan çıkarıl-masıyla sonlandırılabilir. Dolayısıyla savaşın daha ortalarındayız. Savaş en az on yıllık (NATO’nun son stratejik planları da on yıllık bir süreyi öngörmektedir) bir süre daha devam edebilir. Kesin böyle olacaktır demek sosyal bilimler açısından doğru değildir, böyle olması yüksek bir olasılıktır. Bazen diplomasi, bazen şiddet yoğunlaşacaktır. Gündeme şiddetli ve kontrollü ekonomik krizlerle müdahale edilecektir. Alanların önceliği değişecek, ama şöyle veya böyle savaş komple olarak birçok alanda cereyan edecektir. Ancak savaşın bu temel doğası göz önüne getirildiğinde, bana yönelik 1998 operasyonunun neden uluslararası çapta yürütüldüğü ve NATO’nun en büyük Gladio operasyonu olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Şüphesiz büyük savaşlarda hep hegemonik güçler kazanmazlar, halklar da çok şey kazanabilirler. Hatta hegemonik güçler sistemsel kaybedebilir, halklar sistemsel kazanabilirler.
…
İmralı sürecinin uluslararası komplo niteliğini göz önünde bulunduran bir savunma anlayışına öncelik tanıdım. Yaşa-dıkları ağır Türklük bilinci, Türklük adına hareket edenlerin gerçekle bağlarını kopartmıştı. Komplonun ardındaki felsefeyi kavramaları doğalarına aykırıydı. Çünkü onlar da en az yüzyıllık bu komplo felsefesinin inşa ettiği yapılanmaların ürünleriydi. Dolayısıyla inşa edilmiş bu yapılanmalarını inkâr etmeleri ve eleştirel yaklaşmaları beklenemezdi. İster yargılanma komedisi sırasında ister hükümlülük sürecinde olsun, kendilerinden herhangi olumlu bir değişim iradesi beklemek anlamsız olurdu. Genelkurmay Başkanlığı temsilcisinin fısıltı halinde söylediklerine uygun davranılacağına inanmak, mevcut koşullarda safdillik olurdu. Zaten sözlerini uygulayabilecek kadar bir karar gücünden yoksundular. Benim için ABD’nin arkasında durduğu ve AB’nin kontrol ettiği bir sistem icat edilmişti. Sistemin kurgulanması İngiltere’ye aitti, icrası da Türklerin payına düşmüştü.
Komplonun ardındaki felsefi ve politik zihniyeti anlamak büyük önem taşır. Sıkça komplonun asırlık bir temeli oldu-ğundan bahsediyor, döne dolaşa bunu açıklıyorum. Her dönemin kilometre taşı olan komplolardan bahsettim. Bun-lardan sadece Kürtlere yönelik olanlarından Hamidiye Alayları komplosu, 1914 Bitlis’teki Melle Selim, 1925 Şeyh Sait, 1930 Ağrı ve 1937 Dersim komploları, 1959’da 49’lar ve 1960’ta 400’ler Davaları, Faik Bucak’ın öldürülmesi ve Sait Kırmızıtoprak’ın KDP tarafından katledilmesi, yine PKK’nin ideolojik aşamasından günümüze kadar aynı zihniyet tarafından organize edilen yüzlerce komplo bir çırpıda sıralanabilir. Komploları düzenleyenler bunu ustaca düzenlenmiş iktidar sanatı saymaktadırlar. Yani komplo iktidar sanatının en önemli aracı ve ruhu durumundadır. Bu sanat Kürtler için kesinlikle komplo temelinde yürütülmek durumundaydı. Komplonun açıktan bir yöntemle uygulanması, çocuğun “Anne bak, kral çıplak” demesine yol açacaktı. Hedefinde soykırıma dek giden uygulamalar bulunan bir iktidar gücünün elinde komplo dışında bir araç ve buna yön veren zihniyet yoktur. Burada önemli olan, komploya dahil olan güçlerin doğru tanınması ve tanımlanmasıdır.
İmralı sürecinde bu konuda zorlandığımı belirtmeliyim. Öyle ki, komplonun içinde birbirleriyle oldukça çelişkili güçle-rin varlığı söz konusudur. ABD’den Rusya Federasyonu’na, AB’den Arap Birliği’ne, Türkiye’den Yunanistan’a, Ken-ya’dan Tacikistan’a kadar birçok devlet komploya dahil olmuştu. Asırlık düşmanlar olan Türkler ve Yunanlıları birleşti-ren neydi? Neden benim sırtımdan bu kadar ilkesiz ittifaklar veya çıkar birlikleri kuruluyordu? Ayrıca hedeflenmeme için için sevinen Türk ve Kürt sol ve ulusal işbirlikçilerin sayısı hesaplanmayacak kadar çoktu. Resmi dünya sanki şah-sımda en tehlikeli rakibini kıstırmış gibiydi. PKK içinde bile kendileri için ikbal günlerinin geldiğine ve diledikleri gibi yaşamaları fırsatının doğduğuna inananların sayısı küçümsenemezdi. Şüphesiz en başta ve en genel bir tanımlama, tüm bu güçlerin kapitalist modernitenin liberal çıkarlar peşinde koşan önde gelen kesimlerinden oluştuğunu ortaya koyuyordu. Ben birçoğunun liberal faşist zihniyetini ve çıkarlarını tehdit etmekteydim.
Örneğin İngiltere bu güçler içinde en tecrübelisidir. Benim Avrupa’da politika yapmamam için ilk işaret fişeğini sıkan güçtür. Avrupa’ya adım atar atmaz beni hemen ‘persona non grata’, yani ‘İstenmeyen Kişi’ ilan etmişti. Bu basit bir adım değildi, sonucu önceden belirleyen adımlardandı. Peki, Humeyni için, Lenin için bile alınmayan böylesi bir tavır neden hemen benim için alınmıştı? Savunmamın birçok bölümünde buna yönelik birçok ipucunu açıklamaya çalıştım. Bu nedenle fazla tekrarlamaya gerek yoktur. Özcesi, Ortadoğu’ya yönelik iki yüz yıllık hegemonik hesapları önünde, özellikle Kürdistan politikasından ötürü (özetle TC’den “Ver Kerkük-Musul’u, yok et kendi Kürtlerini” politikası nedeniyle) ciddi bir engel olarak ortaya çıkmıştım. Bütün planları ve uygulamacıları karşısında tehlikeli olmaya başlamıştım.
ABD’nin derdi daha başkaydı. BOP devreye konulmak istenmekteydi. Bunun için Kürdistan’daki gelişmeler kilit önemdeydi. Mutlaka etkisizleştirilmem en azından konjonktür gereğiydi. Tasfiye edilmem o günler için küresel politikalarına uygun düşmekteydi. Tarihinin çok önemli bir ekonomik krizini yaşayan Rusya’nın o dönemde çok acil krediye ihtiyacı vardı. Eğer derde derman olacaksa, bana karşı düzenlenen komploda yer alıp rolünü oynamaması için neden kalmayacaktı. Zaten diğerleri ‘Büyük Ağabey’in uslu küçük kardeşleriydi. Ne söylese başları üzerinde yeri vardı. Türk solculuğu (istisnalar hariç), Kürt işbirlikçileri ve PKK’deki rahatsızlar için ciddi bir rakiplerinden kurtulma fırsatı söz konusuydu. Hepsinin bu tavırlarının derinindeki felsefe son tahlilde liberalizmin günlük çıkarcılığının, pragmatizminin, egoizminin felsefesidir.
Bunları söylerken sanırım gerçeği biraz daha aydınlatmış oluyorum. O günlerde Kürdistan’ın özgürlüğünden ve Kürtlerin kimliğini kazanmalarından yana olmak, her türlü günübirlik liberal çıkarları, pragmatizmi ve bencilliği aşmayı gerektiriyor, sağı ve soluyla kapitalist modernite yaşamından vazgeçmeyi veya bu yaşamın karşısına dikilmeyi emrediyor, buna zorluyordu. Tersine o günlerin dünyası, küresel liberalizmin dünyayı fethetme savaşında şahlandığı günlerin dünyasıydı. Liberal faşizmin dünya çapında egemenliğini ilan ettiği yıllar yaşanmaktaydı. Politik açıdan ise, Ortadoğu hegemonik mücadelenin merkezi konumundaydı. Kürdistan üzerindeki mücadele hegemonik hesaplar açısından kilit roldeydi. PKK’nin ideolojik ve politik konumu hegemonik hesaplarla açık çelişki içindeydi. Dolayısıyla tasfiye edilmem bu hesapların önünün açılması anlamına geliyordu.
İmralı döngüsünde tüm bu tarihsel hesaplar şahsımda yeniden canlandı. İmralı sürecini çözümleyebilmem için uzun bir tarihsel temeli bulunan güncel çıkar çatışmalarının farkına varabilecek bir bilince sahip olmam gerekiyordu. Hegemonik sistemin komplo hesaplarında çok dikkat edilmesi gereken hususlardan biri de, ustaca planlanmış ve son iki yüzyılda uygulanan bölgeye ilişkin ‘böl-yönet’ politikalarına alet olmamak, özellikle hedeflenen Türk-Kürt çatışmasının derinleşmesinde bu güçler yararına kullanılmamaktı. Bu politikalara alet olan Ermeniler, Grekler, Balkanlardaki etnik yapılar, Araplar, Süryaniler, Türkler ve Kürtler çok şey yitirmişlerdi. Bunlardan bazıları binlerce yıllık vatanlarından ve kültürel varlıklarından olmuşlar, hatta ulusal toplum olmaktan çıkarılmışlardı. Ayrıca Türklerle birlikte yaşadıklarından ötürü birçok güç Kürtlere karşı öfke içindeydi. Malazgirt Savaşından beri stratejik önemini her zaman koruyan bu birlik, özellikle 1925’ten bu yana uygulanan inkâr ve imha politikasıyla berhava edildi. Cum-huriyet’in bu asli unsurunun inkârı ve tasfiyesine yönelik süreç derinliğine araştırılıp tarih felsefesiyle yorumlandığında, özünde bu stratejik birliğin hedeflendiği açığa çıkıyordu. İngilizler ve iç uzantılarının Mustafa Kemal’i zorlamaları komplonun en önemli adımıydı. Geleneksel Türk yönetim olgusunda, felsefesinde Kürt düşmanlığı ve asimilasyonculuğu yoktu. Bu düşmanlık özel amaçlarla geliştirilmişti. İsyan süreçleri ve sonrasında yaşananlar bu gerçeği doğruluyordu. İmralı’da oldukça dikkatimi çeken ve üzerinde daha da yoğunlaştığım bu durum, politik felsefemde köklü bir dönüşüme yol açtı.
Üç versiyon halinde geliştirdiğim savunmalarımda bu siyasi düşüncenin gelişimini görmek mümkündür. Vardığım sonuçlar ana hatlarıyla şöyleydi:
a- Komplo benim şahsımda sadece Kürtlere değil, Türklere de yapılmıştı. Teslim ediliş biçimi ve bunda rol oynayanla-rın niyeti terörün sona erdirilmesi ve çözüm olmayıp, bir yüzyıl daha sürecek anlaşmazlığın temelini derinleştirmekti. Beni komploya düşürmeleri bu niyetleri için ideal bir fırsat sunmuştu. Bu fırsatı sonuna kadar kullanmak isteyeceklerdi. Aksini düşünmek mümkün değildi. Çünkü isteselerdi, bu yönde çok olumlu gelişmelere katkı sağlayabilirlerdi. Oysa işleri sürekli çıkmaza sürüklüyorlar, sorunu çözmek yerine tam bir kördüğüme dönüştürüyorlardı. Tipik bir İsrail-Filistin ikilemi yaratılmak isteniyordu. Nasıl ki İsrail-Filistin ikilemi yüz yıldır Ortadoğu’da Batı hegemonyasına hizmet etmişse, ondan çok daha büyük boyutlu olan Türk-Kürt ikilemi de en azından bir yüzyıl daha hegemonik hesaplarına hizmet edebilirdi. Zaten 19. yüzyılda bölgedeki birçok etnik ve mezhepsel sorunun geliştirilmesinde ve çözümsüz bırakılmasında aynı amaç güdülmüştür. İmralı gerçeği bu yöndeki ham bilgilerimi iyice olgunlaştırdı. Fakat karşımda duran en önemli sorun, bunu Türk yönetici elidine kavratabilmekti.
b- Dolayısıyla komplonun benden, Kürtlerden daha çok Türklere yapıldığını kavratabilmek en önemli sorunum haline gelmişti. Bunu sorguculara sıkça vurguluyordum. Ama onlar kendilerini başarı şehvetine kaptırmışlardı. 2005’te Kürt kimlik ve özgürlük hareketinin eskisinden daha diri olduğunu kavradıkları zamana kadar bu yaklaşımları devam etti. Konu üzerinde daha derinliğine yoğunlaştığımda, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerindeki komplo unsurlarını daha yakından gördüm. Türk bağımsızlığı denilen olayın en fena bağımlılık türlerinden biri olduğunu fark ettim. Türklerin bağımlılığı ideolojik ve politikti. İnşa edilen milliyetçilik ve ulusçuluğun yabancı menşeli olduğunu, Türk toplumsal olgusu ve tarihiyle pek az ilgisinin bulunduğunu gittikçe daha iyi fark edebiliyordum. Hegemonik güçler Türk yönetici elidinin iktidar konusunda ne denli zaaflı olduğunu biliyorlar ve bu zaafı kullanıyorlardı. Kürtler üzerinde kurdukları sınır tanımaz hâkimiyet de aynı zaaftan ileri geliyordu. Bu hâkimiyet aynı zamanda mahkûmiyetleri demekti. Hâkimiyetleri hep güdümlüydü, öz ideolojileri yoktu; daha doğrusu, ‘hâkimiyet her şey, ideoloji hiçbir şey’ kuralı işletiliyordu.
c- Hegemonik güçlerin Türk-Kürt ikileminin derinleştirilmesinde kullandıkları yöntem ‘tavşan kaç, tazı tut’ yöntemiydi. Öyle ki, hem tazı hem de tavşan bu kovalamacada yorgun düşecekler, sonuçta her ikisi de sahiplerinin hizmetine ve kullanımına gireceklerdi. Bana bizzat uygulananlar bu yöntemin doğrulanması anlamına geliyordu. Gerek AB Konseyi’nin yaklaşımları gerekse AİHM’in kararları tam da bu politikanın uygulanmasına hizmet ediyordu. İki tarafı da kendine sonsuz bağlama mantığı geçerliydi. Amaç adalet ve çözüm değildi. Savunmaları daha çok bu mantığı teşhir amacıyla geliştirdim. Hiçbir NATO ülkesinde görülmeyen bir biçimde Gladio örgütlenmesini devletin tepesine oturtmak iyi niyet ve güvenlikle izah edilemez. İpleri kendi ellerinde olduğu ve ülkeyi diledikleri gibi yönetmelerine eşsiz bir fırsat sunduğu için, Gladio’nun Türkiye uzantısına göz yummuşlardı. Bir bütün olarak Gladio yakından incelendiğinde ve felsefesi açığa çıkarıldığında görülecektir ki, hedef en kısa yoldan ülkeyi işgal etmek, halkını parçalara bölmek ve karşılıklı çatıştırmaktı. Özellikle Ortadoğu’daki uzantılarında bu gerçeklik sıkça yaşanan uygulamalarla kendini ortaya koyuyordu. Bir halkı yönetmenin en etkili aracıydı. Hem halkını devlete karşı çıkartıyor, hem de ikisini birbirine ezdiriyordu. Tehlikeli gördüklerini bu yöntemle tasfiye ediyorlardı. Türkiye’nin son altmış yıllık yönetim gerçeğinde bu olgu çok çarpıcıydı. Ülke âdeta Gladio çatışmalarının laboratuarı haline getirilmişti. Sadece PKK’nin tüm önemli süreçlerinde yaşanan Gladio’dan kaynaklı çatışmalar, devletin ve halkların yüzyıllarca süren geleneksel dostluklarının sonunu getirmeye yeterli olmuştu.
d- İmralı sürecini bu oyunu bozmak için ideal bir platform olarak değerlendirdim. Bunun için gerekli olan teorik temelimi güçlendirdim. Barışın ve siyasi çözüm koşullarının bütün felsefi ve pratik argümanlarını geliştirdim. Demokratik siyasi çözümün özgünlüğü üzerinde yoğunlaştım. Zorlu ve sabır isteyen bu çalışmalar komplonun kısırdöngülerini kırabilir ve çözüm alternatiflerini geliştirebilirdi. Bu konuda kendime güvenmekten başka çarem yoktu. Aslında komplo sürecinde rol alanların niyeti farklıydı. Benim şahsımda PKK’nin ve Özgürlük Hareketi’nin bitirilişini sağlamak istiyorlardı. Cezaevi uygulamaları, AİHM ve AB’nin tüm yaklaşımları bu ana amaçla bağlantılıydı. Benden arındırılmış bir Kürt Hareketi aranıyordu. İğdiş edilmiş, efendilerinin hizmetinde olan geleneksel işbirlikçiliğin modern bir versiyonu oluşturulmak isteniyordu. Özellikle ABD ve AB’nin uzun vadeli çalışmaları bu doğrultudaydı. Türk yönetici elidiyle bu temelde ittifaklara açıklardı.
Özcesi, özellikle İngiliz hegemonyacılığının önce işçi sınıfı hareketinde, daha sonraları ulusal kurtuluş hareketleriyle devrimci-demokratik hareketlerde başarıyla uyguladığı bu iğdiş etme modeli, liberal insan hakları ve özgürlükleri yöntemiyle başarıya ulaşmıştı. Devrimci önderleri ve örgütleri tasfiye etmişlerdi. Yüzlerce yıldır uyguladıkları tasfiye yöntemlerinin bir benzeri PKK’ye ve devrimci kolektif özgürlük ve eşitlik hareketine uygulanıyordu. İmralı sürecinden beklenen esas sonuç buydu; üzerinde çokça çalışılan ve ustaca uygulanmak istenen plan buydu. Strateji ve taktikler bu plan çerçevesinde geliştiriliyordu. Benim bunlara mukabil geliştirdiğim savunma ne klasik Ortodoks dogmatik tutuma, ne de kendimi kurtarmaya ve koşullarımı iyileştirmeye dayanıyordu. Savunmama yön veren şey ilkeli, halkların tarihsel ve toplumsal gerçekliğine uygun onurlu barış ve demokratik çözüm yolu oldu.
Reber APO
- Ayrıntılar
Bazen bir fotoğraf karesi bile insana çok şey anlatır…
Soğuk ve karlı geçen şu kış günlerinin birinde oturmuş elimdeki fotoğraflara bakıyorum. Karşımda duran her bir fotoğraf karesi bir zamana, bir olaya ait. Derler ya “zamanı dondurmuş gibi” her birinin anlattığı o kadar çok şey var ki…
Kimine göre bir fotoğraf karesinde sadece bir görüntüdür karşısındaki. Kimine göreyse bir görüntüden de ötesidir. Dikkatli bakıldığında gizli bir tarih ve bir yaşam görünür o fotoğraf karesinin ayrıntılarında. Hele bir de gerillaysan elindeki her bir fotoğraf karesi sana bilinen bilinmeyen bütün gerçekleri anlatır ve hissettir ta ruhunun derinliklerine kadar...
Dedim ya, oturmuş fotoğraflara bakıyordum. Karşımda yüzlerce arkadaşın ve dağlarımızın güzel resimleri. Her bir karede umutlar, hasretler, özlemeler, bağlılıklar ve uğrunda canını vereceğin o kadar çok şeyi görüyorsun ki. An ile tarihi bir daha birlikte yaşıyorsun…
Kareler tek tek geçerken Fırat Başkale (Cihan Yakut) arkadaşın resmine gelince kendimi bir an için durmaktan alıkoyamadım. Fırat arkadaş da daha geçenlerde Roboskî de katledilen 35 insanımız gibi gerillaya gelmeden önce “kaçakçılık” yapan bir arkadaştı. Roboski de yaşanılanlar o yaşanılanların ardından kalan görüntüler, beni Fırat’ı tanıdığım günlere götürdü.
Yasaklı bir coğrafyanın asi bir çocuğu Fırat arkadaş, boyun eğmemişti işgalcilere, onların yasaklarına ve dağların yolunu tutmuştu. Önceden “kaçakçı” diye aranırken gerillaya geldikten sonra “terörist” olarak aranıyordu. Ta ki 2009’da şehit düşene kadar. Fırat arkadaş yasaklarla gözlerini açtığı dünyayı “kaçak” olarak tanıdı ve yaşadı.
Size önce Fırat’ın doğup büyüdüğü Başkale’de yaşanılanları ve oradaki kaçak hayatları anlatayım. Fırat binlerce insanımızdan biriydi, Türkiye-İran sınır hattındaki. Yaşama dair her şey kaçak o sınırlarda. Kürt olduğu için kimliği yasak, atalardan kalan ticaret yasak, binlerce yıldır yapılan ve hayvancılık için kullanılan yaylalar yasak, dili yasak, kültürü yasak, devletin memuruna haklı da olsa karşı çıkmak yasak, sınırın öte tarafındaki akrabalarını görmek yasak…
Tabi bu yasaklar sıralanıp gidiyor. Sonuçta coğrafyası dikenli tellerle ayrılmış ve yasaklanmış bir toplumdan söz ediyoruz. Her şey yasaklanınca yaşamda gelmiş sınırlardaki ölüm cambazlığına bağlanmış. Her gidişin nereden ve nasıl bir ölüm getireceği belli olmayan bir cambazlık…
Adına “kaçakçılık” diyorlar. Gencecik çocukların havanın kararmasıyla birlikte düştükleri yolculuklar. Bir gelecek vaat etmese de mecburen yapılan bir iş. Usta şair Ahmet Arif’in dediği gibi “bilmezlikten değil, fukaralıktan…”
“Kaçakçılıkta” iki göz vardır yaşayanlar için. Biri kaçağa gidenler, diğeri de geride kalanlar, yani yol gözleyen anneler, babalar ve sevdalılar…
“Kaçakçılık” için yollara düşenleri neyin beklediği hiç bilinmez. Birincisi sınırın her iki tarafındaki düşman karakolları. Bir tarafta Türk askerleri diğer tarafta İran pastarları. Bu işte onlara düşen görev gördüğünü sorgusuz sualsiz vurmaktır. Vurulan çocuk mu, daha hayatın baharına yeni atılmış gençler mi, yoksa evinde bir lokma bekleyen çocukları için yollara düşen çaresiz babalar mı? Onlar için hiç fark etmez….
O sınırlarda kaç insan katledilmiş bilinmez. Bilinen bir gerçek binlerce canın sorgsuz-sualsiz katledildiğidir…
Atlarla veya katırlarla yapılan kaçakçılık hiç de kolay bir iş değil. Yağmur, çamur, kar, tipi, fırtına demeden düşülen yollar. Soğuklar öyle keskindir ki derler ya “insanın tenini jilet gibi kesiyor.” Bazen bir hayvanın sırtında düşen ve karın-çamurun içine gömülmüş bir yükü kaldırmak cehennemi yaşamak gibidir. Hele o daha annesinin yanından yeni ayrılmış ve hayatın acımasızlığıyla mücadele eden o körpecik çocuklar için. Elleri daha alışmamış soğuğa, soğukta da yük bağlamaya. İnsan tenini geçip iliklere kadar geçen soğuğa karşı çaresizce gözlerden süzülen yaşları kimse görmesin diye de gizliden gizliye saklayan o çocuklar…
Geride kalanlar içinse “kaçakçılık” bir başka acı verir. Gözler bir ceylan ürkekliğiyle yolları gözler. Dışarıda gelen her bir sese kabartılan kulaklar ve gecenin derin karanlığına doğru yöneltilen bakışlar. Ne zaman bir mermi sesi gelse her birinin yüreğinde fırtınalar kopar. Kolay değil, her biri canlarından bir parça göndermişler o cehennem yolculuğuna….
Dedim ya fotoğraflar insana çok şey anlatır. Roboskî’de yaşanan katliam sonrası katırlar ile taşınan o gencecik yürekleri görünce her seferinde dayanılmaz acılar duyuyor insan. O güne kadar kendileri için ekmek taşıyan o yük hayvanları o gün cenazelerini taşıyordu. Hele o içine yüklerini koydukları çuvalların içindeki cenazelerin olduğu fotoğraf karesi…
Devamında da gelen traktör römorkunun üzerine yığılmış ve battaniyelere sarılı cenazelerin olduğu kare. Otuz yıl önce Yılmaz Güney, Yol filmindeki bir sahnede Suriye-Türkiye sınırındaki “kaçakçıları” anlatıyordu. O sahnede de askerlerin vurduğu “kaçakçılar” traktör römorkunun içinde getiriliyor köye. Yine kaçakçılar ve yine sorgusuz-sualsiz katledilenler. Köylüler korkularından cenazelerine sahip çıkamıyorlardı. Bir kare de olsa Kürdistan gerçeğini vermek istemiş Yılmaz Güney.
Bu gün yine aynı sahneler hem de daha vahşice yaşanıyorsa akıllara şu soru geliyor. Acaba Kürt halkını alıştırmaya çalıştıkları bu katliam zincirine daha da bağlamak mı istiyorlar?
Bir fotoğraf karesindeki görünenin ötesini anlamak için yaşamak gerekiyor. İşte Kürtler de bu yaşamı en ince detayına kadar yaşayan ve hisseden bir toplum gerçeğine ulaştılar. Birileri yaşanılan katliamları gizlemeye çalışsa da bilinmeli ki; bu sınırlar var olduğu sürece biz Roboskî’yi unutmayacağız. Fırat gibi yürekli yoldaşlarımız ve yarattıkları direniş olduğu sürece de unutturmayacağız.
Hüseyin Boran
- Ayrıntılar
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan tam altı aydır avukatlarıyla görüştürülmüyor. İmralı’da yarım yıldır ağırlaştırılmış tecrit, işkence ve imha süreci uygulanıyor. Kürt Halk Önderi’nin kırka yakın avukatı “KCK Operasyonu” kapsamında tutuklanıp zindanlara konmuş bulunuyor. Bildiğimiz kadarıyla yurtdışına çıkmak zorunda bırakılmış olanlar da var. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile ilgili ve ilişkili her şey suç sayılıyor ve baskına uğruyor. Ta ki doğum günü kutlaması bile buna dahil.
Bir kişinin onüç yıl tek kişilik bir hücrede tutulması yetmiyormuş gibi, altı aydır da tam bir tecrit içinde her türlü insani ilişkiye kapalı tutulması tarihin en hukuksuz işi olsa gerek. Herhalde dünyanın benzer başka bir olayı yoktur. Yine cezaevine gidip müvekkilleri ile görüştüler diye bir çırpıda otuzaltı avukatın tutuklanması olayında da benzeri yoktur. Bu durumu ne ahlaka, ne de hukuka sığdırmak mümkündür. Bunların hepsi AKP’nin “İleri demokrasi” safsatası altında yapılmakta ve sadece ona yakışmaktadır.
AKP’nin “KCK Operasyonu” adı altındaki Kürt avı yoğunlaşarak sürmektedir. Artık “Ben Kürdüm” diyen herkes “Terörist ve KCK’li” sayılmaktadır. Bu konuda parti yöneticisi, belediye başkanı, siyasetçi, aydın, yazar, gazeteci, avukat, sanatçı, genç, çocuk, yaşlı, kadın, kentli, köylü olmak fark etmemektedir. Her gece planlı bir biçimde onlarca ev basılmakta, yıkılıp dökülmekte ve onlarca insan gözaltına alınıp tutuklanmaktadır. Kürt demokratik siyaseti ciddi hiçbir hukuki gerekçeye dayanılmaksızın geliştirilen siyasal soykırım operasyonlarıyla tasfiye edilmeye çalışılmaktadır.
Bu temelde tutuklanan insan sayısının altı bine ulaştığı ifade edilmektedir. Baskı ve tutuklamalar Kürt dostlarını da içine alacak şekilde genişlemekte ve milletvekilleri üzerindeki kuşatma daraltılmaktadır. Dahası demokratik Kürt kurumları bir bir kapatılmakta ya da çalışamaz hale getirilmektedir. Kürt halkı üzerindeki faşist polis terörü gittikçe tırmandırılmaktadır. Bu konuda hedefin genç, kadın veya çocuk olması fark etmemektedir. Dağda ve şehirde Kürt gençlerinin kanı oluk oluk akıtılmaktadır. Kürdistan’da komplo ve provokasyonlar kol gezmektedir.
AKP hükümeti, tüm bunları hiçbir hukuk kuralı dinlemeden tam bir pervasızlık içinde yapmaktadır. Bunları yaparken, Kürt halkının özgürlük mücadelesi dışında önünde hiçbir engelle karşılaşmamaktadır. Başbakan Tayyip Erdoğan, özgür Kürdü ve Kürt kurumları tam bir düşman olarak görmekte, kendisine tek hedef olarak Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı, PKK’yi, KCK’yi, BDP’yi seçmiş bulunmaktadır. Bunlara karşı saldırıda hiçbir ahlâkî kurala bile bağlı kalmamaktadır. Bu konuda ölçüleri o kadar kaçırmıştır ki, TC soykırımına karşı yürütülen Kürt kimlik ve özgürlük mücadelesini “faşizm” olarak tanımlayacak kadar akıl dışı bir çizgiye ulaşmıştır. AKP kendisini Evren ve Çiller’in takipçisi olarak Kürt soykırımını yürüten tehlikeli bir özel savaş iktidarı haline getirmiş durumdadır.
AKP hükümetinin hukuk tanımaz bu pervasız faşist saldırılarına bir avuç demokrat Kürt dostu dışında Türkiye’de kimse itiraz etmemekte ve karşı durmamaktadır. Özellikle medya, AKP’nin yürüttüğü özel savaşın psikolojik kolunu etkili bir biçimde yürütür hale gelmiş durumdadır. Liberallerin sözde muhalefetleri basit bir sızlanma ve şikâyetçilikten öteye gidememektedir. AKP, CHP ve MHP arasındaki mecliste ve dışarda yaşanan sözde tartışma, toplumu aldatmaya dönük bir tiyatro oyunundan farklı değildir. Kılıçdaroğlu’nun CHP’si AKP’yi soldan yamayan bir özellik taşırken, AKP ile MHP çizgisi arasında pek bir fark kalmamış durumdadır. Silivri’de yargılanan Ergenekoncular, tıpkı 1980’li yıllarda Alparslan Türkeş’in söylediği gibi, günümüzdeki AKP çizgisine bakarak “Fikirlerimiz iktidarda, biz ise hapisteyiz” demektedirler.
İşte bu duruma bakarak AKP hükümeti, 21. yüzyılın başında topyekûn savaş konsepti temelinde Kürt soykırımını gerçekleştirebileceğine dair kendisini inandırmaktadır. Elbette bu soykırım için içerden aldığı destekten çok daha fazlasını da dışarıdan almaktadır. Bazı demokratik çevreler, AKP’nin pervasızca yürüttüğü Kürt soykırımı karşısında Avrupa’nın çıt bile çıkarmamasına dikkat çekmektedir. Gerçektende demokrasi havarisi geçinen Avrupa’nın, özellikle AKP’nin Kürt demokratik siyasetine yönelik geliştirdiği hukuk dışı soykırım operasyonlarına karşı en küçük bir itiraz bile bulunmaması dikkat çekicidir. Özellikle AKP’nin mevcut Kürt katliamını bu kadar rahat yürütmesi AB ve ABD’nin verdiği destek sayesindedir.
ABD ve AB, AKP’nin yürüttüğü Kürt soykırımı karşısında sadece sessiz kalmamakta, aynı zamanda Avrupa’daki Kürt siyasetçilerinin tutuklanması, sürekli Kürt kurumların basılması ve Roj TV’nin kapatılması olaylarında görüldüğü gibi aktif destek de vermektedir. NATO düzeyinde verilen siyasi ve askeri destek de buna ektir. Peki ABD ve AB, AKP’nin Kürt soykırımını niye görmezden gelip destek vermektedir? Başka bir deyişle, yürüttüğü Kürt soykırımında AKP sözkonusu destekleri nasıl ve neyin karşılığı olarak almaktadır?
İşte burada yaşanan Ortadoğu savaşı gündeme gelmektedir. Libya’dan Suriye’ye kadar yürütülen savaş ve bu noktada ABD ve AB politikaları ortaya çıkmaktadır. AKP hükümeti Ortadoğu savaşında ABD ve AB’nin, yani NATO’nun sadık bir jandarması olarak hareket etmektedir. Demekki AKP’nin Kürt soykırımına ABD ve AB desteği karşılıksız değildir. Bunun karşılığı BOP temelinde Libya’dan Suriye ve İran’a kadar ABD’nin yürüttüğü savaşa destek vermek, yani ABD çıkarları doğrultusunda Ortadoğu savaşına katılmak olmaktadır.
Bu işbirliği Mayıs 2011’den beri netçe ve çok daha ileri düzeyde ortaya çıkmıştır. AKP hükümetinin, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en Amerikancı ve NATO’cu hükümeti olduğu artık iyice netleşmiştir. Bu gerçeği Türk yurtseverlerinin görememesi, görüp de buna karşı gereken tutumu gösterememesi tarihin en ciddi ironisidir. Bu durumun da 1971 devrimci-demokratik çıkışının tasfiye edilmesi sonucunda ortaya çıkmış olduğu tartışmasızdır.
Yaşadığı ağır tasfiyecilik nedeniyle Türkiye sol ve demokratik güçleri günümüz AKP faşizmine karşı gereken direnişi göstermese de, özgür Kürt kimliği ve Kürt Özgürlük Hareketi tarihin bu en tehlikeli faşist soykırımcılığına karşı direnmekte kararlıdır. Kürt sokaklarında her gün “Kürdistan faşizme mezar olacak” sloganları çınlamaktadır. “AKP’nin Kürdü olmayacağız” denerek, özgür Kürt olmaktaki ısrar ve kesin tutum ortaya konmaktadır. Meydanlarda “Öcalan’a Özgürlük” sesleri yükseltmekte ve bedeli ne olursa olsun göğüslenerek Kürt Halk Önderi’nin özgürlüğü için platformlar geliştirilmektedir.
Özgür Kürt direnişi Kuzey Kürdistan’ın her tarafında yayılmakta ve yükselmektedir. Kürt gençliği, her türlü faşist saldırıya karşın devrimci direnişin yaratıcı örneklerini geliştirmektedir. Kürt kadınının “Öcalan’a Özgürlük” kampanyası tüm şehir ve kasabalara yayılmış durumdadır. Emekçiler, yaşlılar, çocuklar, kısaca tüm toplum, faşist polis terörü karşısında kahramanca direniş örneği vermektedir. Gerillanın kahramanlık çizgisindeki direnişi sürmekte ve AKP’nin yüreğine korku salan esas güç olmaktadır.
Bu direniş artık Kuzey Kürdistan’la da sınırlı değildir. Kürdistan’ın tüm parçalarındaki ve yurt dışındaki Kürt halkının “Öcalan’a Özgürlük” amaçlı direnişleri gün geçtikçe gelişmekte ve her alana yayılmaktadır. Batı Kürdistan halkı, ölümsüz komutanı Xebat Derik’in izinde yürüyerek Önder Abdullah Öcalan’ı sahiplenmekte ve özgürlüğü için direniş mücadelesini geliştirmektedir. Güney Kürdistan’da da Önder Abdullah Öcalan’ı sahiplenen tutum ve direnişler en temel toplumsal duruş haline gelmiştir. Özellikle Avrupa’daki Kürtlerin gittikçe büyüyen direnişleri hem uluslararası alanı etkilemekte ve hem de AKP’yi ciddi biçimde korkutmaktadır.
Her alanda olan her kesimdeki Kürtler, AKP faşizmine karşı özgürlük için direnişte kararlıdır. En başta bu direnişi yürüten İmralı’daki Kürt Halk Önderi olmaktadır. Tayyip Erdoğan’ı ve AKP yöneticilerini tir tir titretende işte bu kararlı direniştir. Kürtler şimdiye kadar hep direndikçe kazandılar, AKP karşısında da direnerek kazanıyorlar ve daha da çok kazanacaklar!..
Selahattin ERDEM
- Ayrıntılar
Bu kez sıra Burkay’da
Hatırlayanlar bilir iki yıl önce işbirlikçilik üzerine bir yazı yazmıştık. Bu yazımızda ağırlıklı olarak işbirlikçiliği ve ihaneti ele almıştık.
O zaman şöyle demiştik:
İşbirlikçilik tarihten süzülerek gelen bir karakterdir. Kendi toplumuna karşı dışarıdan gelen güçlerin yanına geçerek kendi toplumunun aleyhine çalışana işbirlikçi demek yanlış olmaz. İşbirlikçi, özünde fırsatlar üzerinde yaşayan bir asalaktır. O, düşmanın yanına geçip kendisini ne zaman ve ne biçimde pazarlayacağını bilir. Bunu bilmezse o zaman işbirlikçiliği çok da para etmez.
Öyle sanıldığı gibi işbirlikçilik her zaman değer görmez. Toplumsal bünye sağlam ise ve bu bünyeyi etkileyecek dış güç yeterince güçlü değilse birilerinin dış güçle ilişkilenmesi ve kendi toplumu aleyhine işgalcilerin lehine çalışması değer görmez.
İşte işbirlikçilik öyle bir karakterdir ki kendince hep kazanmayı esas alır. Tarihin her safhasında aynı boyutta çıkmaması bundandır. Kendini her renge büründürerek yaşayabilmesi yetenek ister. En azından bukalemun olmak gerekir ki bu da sonuçta bir maharet ve kabiliyettir.
İşbirlikçiler genelde aç gözlüdürler. Biz Kürtlerde bu karakteri, tarihin çok gerilerine gidecek olursak konar-göçer aşiretlerde görürüz. Bir aşiret kendi hayvanlarını beslemek için daha fazla otlak yerine ihtiyaç duyar. Bunun için komşularıyla genelde meralardan kaynaklı hep biraz çatışık olur. Bu belki doğal da görülebilir. Ne de olsa ihtiyacını temin etmek için yaşama zorunluluğu vardır. Ancak alana yeni bir dış güç geldiğinde bir diğer aşiretin topraklarını, otlaklarını, meralarını alabilmek için dış gücün yanına geçerek komşu aşiretin üzerine gidebilir.
İşte bu nazik durumlarda işbirlikçilik müthiş para eder. Çok da fazla emek sarf etmeden yeni alanların sahibi olabilir. Rant elde edebilir. Böylesine yapıların bu tür güçlerin işbirliği ile kazanacakları çok, kaybedecekleri az şey vardır. Kaybedilecek olan toplumsal çıkar ve ahlak onun için hiçbir anlam ifade etmez. Dış güçlerin maşası olmakla elde edecekleri güç onlar için her şeyden çok daha değerlidir. Bu güçle, ailesi ve aşiretinin çıkarlarını korur, diğer Kürtler karşısında güçlenir ve onları ezebilir. Bunu yaparken de Kürt halkının özgür gelişimini engellediğini görmez. Çünkü Kürt halkı değil, dar çevresi ve kazanacakları onu ilgilendirir.
Biz Kürtlerin tarihinde böylesine kritik süreçler çokça yaşanmıştır. Kürdistan tarihi aslında bir işgaller tarihidir. Ve bunun için de bir işbirlikçilik ve işbirlikçiler tarihidir dememiz yanlış olmaz. Önemli bir karakter budur. Diğer bir karakter ise bu işbirlikçiliğe karşı gelişen direniş ve kahramanlıklardır. Kürtlerin tarihini belirleyen adeta bu iki olgudur.
“Tarihin belirli aşama ve dönemlerinde en göze çarpmayacak bazı tavır, davranışların çok büyük etkileri olabilir derler. Böylesine tarihi anlara kimileri geçiş aşaması, kimileri nazik ve kırılgan süreçler ve kimileride kaos aralığı diyor.” İşte böyle işgal süreçleri gerçekten nazik süreçlerdir. Var olma mücadelesinin sürdürüldüğü yıllar nazik ve kırılgan süreçlerdir. Ya direniş galebe çalar işgalciler def edilir yani özgürce yaşanmaya devam edilir, ya da işgalciler işbirlikçilerin özel çabalarıyla galebe çalarlar ve işgal başarı sağlar, işgal edilen topraklar ya da halklar köle olarak yaşamaya devam ederler. Böylesine nazik süreçlerde işte bir bireyin ya da bireylerin söyledikleri çok önemlidir, eylemleri çok önemlidir, doğru tarafta ya da yanlış tarafta durması çok önemlidir. Çünkü süreç kritiktir. Her bir kişi rolünün üstünde katkıda ya da karşıtlıkta bulunabilir.
“Söylemek istediğimiz tam da budur; nazik ve kırılgan süreçlerde küçücük bir yakınlık gösterisi belleklerdekilerin unutulmasına yol açabilir. Daha fazlası da olabilir. Coşku seliyle düşmanlar alkışlana bilirler. Sürecin karakteri böyledir.”
“Ortadoğu’nun ortasında ve her geçen gün önemi hissettiren sahanın başında Kürdistan gelmektedir. Dörde bölünmüş haliyle herkesin ilgisini ve dikkatini üzerine toplamaktadır. Kürdistan’da en etkili güç PKK’nin öncülük ettiği Kürt Özgürlük Hareketidir. PKK şahsında Kürt Özgürlük Hareketi, Kürt Özgürlük Hareketi şahsında da Kürt halkı hedeflenerek etkilenmeye çalışılmaktadır. Sürecin nazikliğinden dolayı Kürt halkını tam da bu dönemeçte etkileyebileceklerinin hesabını yapmış olmalıdırlar ki Kürt halkının düşmanları komple bir devrim karşıtı hamleye kalkışmışlardır. Sadece bunu yapmıyorlar, KCK adı altında binlerce insanı zindana atıyorlar, en küçük gösteri tutuklama gerekçesi yapılıyor, gençlere pompalı silahlarla saldırı yapılıyor, halkımız gündüz ortasında bombalarla vuruluyor, gerillasına kimyasal silahlar sıkılıyor. Evet, özgür Kürt ezilerek yok edilirken özgür kürdün yerine geçirilmek istenenler özenle hazırlanıp piyasaya sürülüyorlar. Bunu entegre politika ya da strateji diyorlar. Kimisi buna stabilize etme yani düzleme diyor. Bunun içindir ki dikkat edilirse Kürt Özgürlük Hareketi karşıtı ne kadar güç varsa hepsi şaha kaldırarak konuşturuluyor, piyasaya çıkarılarak paralandırılmaya özendiriliyorlar.”
İşte tam da bu süreçte geçmişten beri Kürt halkı içerisinde Kürtlerin birlikteliği önünde engel olmuş ama şöyle ya da böyle kendilerince bir Kürtlükle uğraşmış olanları da pazara sürülmelerini görüyoruz. Ne de olsa bu aralar işbirlikçilik para edecektir. Belki başka zamanlarda böylesine işbirlikçilere fazla yer verilmez, belki böylesine ipliği Kürt halkı tarafından açığa çıkarılanlara itibarda etmezler. (Edilmedikleri için 30 yıl boyunca kendilerini bir kediden bile mahrum bıraktılar.) Ancak Kürt Özgürlük Hareketinin bu en hassas süreçte kendisini çok güçlü hazırlayarak hamle yapma planlaması ve stratejisi içerisindeyken bunu durdurmanın yolları geçmişte ne kadar işbirlikçi varsa hepsini hem kullanarak hem de bir araya getirerek karşı bir cephe oluşturmalarını sağlamaktan geçtiğini de AKP biliyor.
Nede olsa Filistin deneyimi yakın bir deneyimdir. HAMAS’ı 1987’lerde kurdurarak ve sonra da önünü açarak Filistin hareketini zayıflatmaları ardından birbirine bırakarak adeta çıkmaz olan bir çözüm sürecine koymuşlardır. Hem güç olmalarını engellemişler, hem silahları karşı cephelere satarak büyük paralar kazanmışlardır hem de uluslararası arenada meşruiyetlerine gölge düşürmüşlerdir. Nede olsa boğaz boğaza geçmiş Filistin Kurtuluş Hareketlerine kim “bel bağlar” ki?
İşte Kürdistan’da tam da bunu yapmaya çalışmaktadırlar. Belki Filistin'deki gibi askeri bir karşıt kontra gücü oluşturacak güçleri yoktur. Ancak geçmişte arta kalan, barutları tükenmiş, kılıç artıklarını bir araya getirerek Kürt Özgürlük Hareketine saldırmalarını sağlamak bir şeyler yapabilir. Bunu yaparken ne de olsa TRT 6 gibi yerlerde bunların birçoğunu idame edebilirler ve açılacak Kürtçe okul ya da kürsülerde bunları değerlendirebilme sözü verebilirler. Bir de 30 yıl önce Kürt Özgürlük Hareketinin doğuşuyla Kürt halkı tarafından dıştalanmış, kabul görmemiş, itilmiş ve tarih sahnesinde çekilmek zorunda kalan bu işbirlikçilerin bireysel intikam hırsını ekleyin, kan davası gütmelerini düşünün o zaman neden işbirlikçik hortluyor, hortlatılıyor sözlerine daha iyi anlam verilebilir.
Son zamanlarda bu kadar barutu tükenmiş sözde geçmişin namı diyar kişiliklerin-bunların bir kedisi olmasa bile-bu kadar öne çıkarılmalarının ve Kürt Özgürlük Hareketine saldırmalarının altında yatan gerçeklik bu yeniden palazlandırılan ve kıymetlendirilen işbirlikçiliktir. Siz buna daha başka kendini aydın sayan, ama özü itibariyle işbirlikçi olan para karşılığında yazan tiplemeleri de ekleyin, o zaman bu süreçte ne yapılmak istendiğini daha iyi anlayacaksınız.
Mangurtlar zamanı derken söylemek istediğimiz bunlardır. Mangurt belleksizleştirilen, şuursuz olan tümden birilerinin güdümünde kendi öz değerlerine saldıran kişi ya da kişilik olduğunu önceki yazılarımızda yazmıştık. Öyle görülüyor ki bu Mangurtlara yeni bir Mangurt daha eklenmiştir:
Burka yani Kemal Burkay... ve konuşma sırası onda. Önce Ensarioğlu, sonra Eker şimdi ise Burkay. Ve öyle görülüyor ki Akepe Mangurtları konuşturmaya devam edecektir.
Dileyen Mangurtluk yapmakta özgürdür ancak bizde ülkemizde belleksizleştirilmiş, kendi halkına karşı piyasaya bir silah olarak kullanılan Mangurtlarla mücadele etmekten özgür olduğumuzu herkes bilmelidir.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Bir önceki yazımızda devletin başta Kürt gençliği olmak üzere dinamik tüm güçlere yönelik yeni yasaları gerekçe göstererek yeni bir yönelim geliştireceğinden ve bunun karşısında hazırlıklı olmamız gerektiğinden söz etmiştik. İki olay üzerinden meramımızı bir kez daha anlatalım.
Sözlerimizin üzerinden bir hafta geçti. Tabloya bir bakalım.
Molotof atan iki gencimiz pompalı tüfekle saldırıya uğruyor. “Oteli yakmak isteyen iki kişi kızgın pompalı tüfekli adam tarafından vuruldu” diye bas bas bağırdı haber başlıkları. Haklılığını, pompalı tüfekle saldırının meşruiyetini savunuyor manşetler.
Daha önce üstelik elinde molotof olmadan Bingöl’de kleşle taranarak şehit düşürülen iki yurtseverimizle bu tabloyu görmüştük. Gerekli gereksiz, ilgili ilgisiz onlarca yurtseverimizin sokak ortasında kurşunlanarak vurulmasında gördüğümüz gibi.
Açıktan bir savaş durumu ile karşı karşıya olduğumuzu bir kez daha hatırlatalım. Artık bir şekilde gençlerimize, eylem halindeki tüm insanlarımıza saldırı, kurşunlama, açıktan silah kullanma meşru sayılıyor. Bunu bir kere iyi görmek gerekiyor.
Bu adamlar kim peki? Hangi alçak gençlerimize silah sıkabiliyor. En yurtsever dediğimiz mekanlarımızda en militan yürekli gençlerimize kurşun sıkmaya cesaret eden o şerefsiz kim?
Bilmiyor muyuz, bulamıyor muyuz, tanımıyor muyuz?
Daha önceki yazımızda herkesin bulunduğu yerde düşmanla işbirliği halinde çalışan, kontravari çalışmaları yürüten insanların bulunup mimlenmesi gerektiğini de söylemiştik. Bu sözleri böylesi durumların önünü alabilmek için dillendirmiştik.
Artık şöyle bir silkelenmek gerekiyor. Ne var ne yok etrafımıza iyi bakmamız gerekiyor.
Kimin ne iş yaptığını, düşmanla ne kadar sıkı fıkı olduğunu, hangi fitneyi, hangi art niyeti taşıdığını bilmemiz gerekiyor.
Artık düşman kendi resmi giysili faşist kolluk güçlerinin halk nezdindeki yerini iyi biliyor. Kirli işlerini genel eylemliliklerde onlara yaptırsa da alttan alta örgütlediği ajan, kontra örgütleriyle halkımıza yönelik saldırıları yeniden örgütlüyor.
Açıkça söylüyoruz, o pompalı tüfeği kullanan adam başta olmak üzere gençlerimize karışan, onları tehdit eden, kurşun sıkanlar bize saldırmıştır. Bu böyle biline.
Otuz yılı aşkındır devletin silahına, topuna, tankına, uçağına, binlerce askerine karşı savaşmış bir gerilla gücü kalkıp iki tane kıçı kırık satılmış insandan çekinmez. Silah kullanmaz da demeyin. Değerlerini korumaya yemin etmiş gerillalar en çok da Kürtlerin, Kürdistan’ın geleceği olan gençleri, geleceğimizi korur. Eğer onlara saldırı varsa, saldırı nasıl gelmişse öyle de cevap verir.
Diğer bir konu da Hakkari’de yaşanan bombalama olayı.
Her şeyden önce saldırıda yaşamını yitiren gencimizin ailesi başta olmak üzere tüm halkımızın başı sağ olsun. Yine değerli bir gencimizi çaldılar aramızdan. Ama böyle kalır sanılmasın. İntikamı alınır elbet bunun da.
Hemen faşist vali üzerimize yıkmaya çalıştı bu saldırıyı. Ama korkusu bunun da suçüstü olmasıydı.
Bu olayla açığa çıkan şeyi bir kez daha gözden geçirmek gerekir.
Roboski katliamı adı ile anılan ve 34 gencimizin, insanımızın katledildiği insanlık dışı, vahşi saldırı ardından devletin tavrı herkes tarafından görüldü. Ne oldu? Başbakan çıkıp özür dileyeceğine (gerçi dilese de bir şey değişmeyecekti) kalkıp yaralı ailelerimizin param parça olmuş kalplerini para ile satın alabileceğini düşündü. İlk açıklama “tazminat vereceğiz” oldu.
Suskun medyadan tutun, yaranmacı, yağcı kamuoyuna kadar üzerinden neredeyse bir gün geçtikten sonra haber yapma niteliği kazanan bu katliam Botan halkı şahsında tüm Kürt halkına yönelik düzenlenen bir saldırıydı. Bu saldırı aynı zamanda resmi katliam konseptinin başlangıcıydı.
Kerdoğan kalkıp kimyeviyi kutladı, teşekkür etti. Ne için? Ne güzel de öldürdün diye tabii.
Anlamamız gereken ne peki?
“Size yaşam yok! Özgür olmakta direttikçe, onurlu duruş sahibi oldukça öldürüleceksiniz, katledileceksiniz. Ordumuz, devletimiz bunun için var. Elleri dert görmesin.”
Bu olaydan sonra yaşananlar, dava hakkında gizlilik kararının alınması, en şerefsizce devlet yaklaşımları, ikiyüzlü yaklaşımlar halen akıldadır.
Daha bu katliamın izleri taze iken Hakkari’de bu sefer daha fazla insanımızın ölümüne sebep olabilecek yeni bir katliam düzenlendi. Bu Hakkari bombalaması şüpheniz olmasın Roboski’nin bir devamıdır. Ve inanın son olmayacaktır.
O zaman ne yapmalıyız? Ekmek parası peşindeyken bombalanan, sokak ortasında yürürken bombalanan, gösteride kurşunlanan, kışın ortasında Wan’da yazlık bir çadırda yakılan, soğuktan dondurulan, metropollerde linç edilen, zindanlara doldurulan, Önderiyle bağı koparılmak istenen, her türlü hakaret, işkence, asimilasyon, katliam politikasıyla sindirilmeye, iğdiş edilmeye çalışılan bir halkın bireyleri ne yapmalı?
Cevap çok net!
Sonuna kadar direniş. Sonuna kadar öz savunma. Tabii doğru bir öz savunma için de doğru bir anlayış ve örgütlenme şart.
Daha da somutlaştıralım ve bir işbölümü yapalım.
Kendini riske atmak istemeyen, benim canım tatlıdır diyenler!
Tamam, hiçbir şey yapmayın. Sadece bulun. Evet, doğru duydunuz. Her mahalle, semt, ilçe, şehirde örgütlü bulunan gençlik örgütlerimize devletle işbirliği halinde çalışanların isimlerini, kimliklerini, ev ve iş yeri adreslerini bulun. Bu katliamlarda rol oynayan, halkımıza el kaldıran bu insanları bulun. Başka da bir iş yapmayın. Evinizde “ben de iyi bir iş yaptım” diyerek gönül rahatlığıyla yaşamaya devam edebilirsiniz. Ama bu söylediğimizi yapma şartıyla.
Ben bu işte varım, en büyük intikamı almaya hazırım diyenler!
İşiniz belli. Bu katliamlara bulaşanları bulup bir daha halkımıza el kaldırmak ne imiş, böylesi bir densizliğin cezası ne imiş bir gösterin. Laftan anlayana laf söylemek kültürümüz gereğidir. Tövbe edip gerisin geri kokuşmuş dünyasında yaşamak üzere gidecekse bırakın gitsin. Ha, yok, dibeje “ez ji ya xwe danekevim” “ez jî tera xwe heme”. O zaman ne yapılacağı bellidir.
Geriye kalan tüm halkımız. Anneler, babalar, dayılar, amcalar, teyzeler, halalar. Kendini katık etmeyip halen seyredenler! Lütfen gençlerimizi doğru yoldan çıkarmayın. Direnişten caydırmaya çalışmayın.
Bugüne kadar ailesinden bu davada şehit düşmemiş, faşist devletten darbe yememiş insan kalmadı. Bunca senedir devam eden bu durumu sonlandırmaya çok yakınlaştık. Ve herkesin bu davaya katılımı çok önemli. Biz de ana baba sahibiyiz. Biz de anamızı, babamızı, kardeşlerimizi, hepinizi canımız kadar seviyoruz. O yüzden her türlü olumsuzluğa, imkansızlığa rağmen karında, kışında, soğuğunda, yağmurunda, açlığında susuzluğunda diretip bu dağlarda yaşamaya devam ediyoruz.
Her gün devlet faşizmi tepemize tepemize vururken bireysel gelecekmiş, paşa oğlumu şöyle eğitip yetiştireceğimmiş, kızımı şöyle zengin birine vereceğimmiş gibi girişimleri bir kenara bırakın. Evet, tüm Kürt gençleri pırlanta gibidir. Evet, hiçbirinin kılına zarar gelmemesi için en başta biz kendimizi, canımızı siper ederiz. Fakat bunun yanında herkesin omzuna düşen sorumluluklar var. Siz durdukça, sustukça, kendinizi ve çevrenizi bu işe katmadıkça bu mücadelenin başarısı da gecikiyor. Ve her gecikme daha çok can kaybı, daha çok acı ve kan olarak geri dönüyor.
Hiç demeyin bizim başımıza gelmez. Dün Roboski’de, bugün Hakkari’de vuran devletin yarın nerede vuracağı belli olmaz. Bu yüzden öz savunmanızı örgütleyin. Bu dönemde yapılacak en önemli, en kutsal iş budur.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
16 – 23 Aralık tarihleri arasında Şırnak’ın Silopi ilçesi alanında bulunan Cudi alanında gerillarımız ile işgalci TC ordusu askerleri arasında yoğun çatışmaların yaşandığı ve bu çatışmalarda şahadetlerin yaşandığı, naaşlarının ise Malatya’ya götürüldüğü bilgisi basına yansımıştı.
- Ayrıntılar
Rosa Luxemburg’un katledilişinin yıldönümünü yaşarken o’nu düşünceleriyle, kişiliğiyle ve de devrimci duruşuyla anmak, anmanın da ötesinde inandığı değerlere inadına bağlı kalarak yaşamak, yaşatmak biz Kürdistan devrimcilerinin boynunun borcudur.
Rosa Luxemburg 15 ocak 1919 yılında Alman sosyalistlerin büyük devrimcilerinden biri olan Karl Liebknecht’le birlikte Paramiliter faşist güçlerce hunharca katledilmişti. Katledilirlerken birlikte kurdukları Spartakist hareketin başında yerini alıyordu. Aynı zamanda Rote Fahne yani Kızıl Bayrak adlı derginin de başındaydı. Katledilmeden önce de karşıt güçlerce ona Kızıl Rosa denilmesi boşuna değildi.
Rosa Luxemburg 5 mart 1871 yılında Polonya’da Yahudi bir ailenin kızı olarak dünyaya gelir. Fiziki sorunlarından dolayı hafiften aksayan Rosa, fiziki zayıflığını beynine ve yüreğine yoğun yüklenerek telafi etmesini bilmiştir. Erken yaşlardan işçi sınıfı ve sosyalizme ilgi duyan Rosa, okulunu bitirir bitirmez yurt dışına çıkarak doktorasını İsviçre’de tamamlar. Henüz Polonya’dayken aktif siyasal çalışmalara ve siyasal düşüncelerle tanışan Rosa, İsviçre’nin nispeten daha rahat ortamının yanı sıra, o yıllarda başka halklardan birçok devrimcinin de İsviçre’de bulunmasından dolayı çok erkenden kendisini düşünsel sahada geliştirerek sosyalist hareketin seçkin öncülerin arasında yerini alır.
Rosa Luxemburg inanılmaz ölçüde bir araştırandır. Çok güçlü bir kalemi vardır. Çok zekidir. Sözün tam manasıyla bir hatiptir. Tartışmaya girdiği insanları çok rahat ikna eden yine kişiliğiyle de etkileyen bir sosyalist olarak, dediğimiz gibi çok erkenden bulunduğu ortamlarda öne çıkmış ve sivrilmiştir. Rosa’nın bu özellikleri ileride içerisinde aktif yer alacağı Alman Sosyal Demokrat Parti’nin eğitim okullarında uzun yıllar eğitim vermesine götürecektir.
Rosa Luxemburg ömrü boyunca -orta halli yani ekonomik durumu normal olan bir aile ortamı içerisinde yetişmiş olsa da -hep büyük sıkıntılar yaşamıştır. Kıt kanat geçinerek devrimci ideallerine bağlı yaşayan Rosa Luxemburg, katledildiğine günü kadar da düşüncelerinde ve inandığı değerlerde bir adım bile geri adım atmamıştır.
Rosa Luxemburg’un belki de en büyük özelliklerinden bir tanesi bir kadın olarak müthiş kavgacı olmasıydı. Kavgasını düşüncelerinin keskinliğiyle, dönemin neredeyse tek otoritesi olan Bernstein’e, Kautsky’e hatta Bebel’e karşı amansız yürütmüştür. Genç olmasına rağmen görmüş, geçirmiş neredeyse yaşarlarken kutsanan Bernstein, Kautsky ve Bebel’i hiç çekinmeden eleştiren Rosa’nın bu cesaretinin arkasında hiç şüphe yoktur ki onun sosyalizme olan inancının yanı sıra, bir devrimcinin inandığı değerler uğruna gerekirse kellesini vermesini bilmesi gerektiğidir.
Kellesini vermeye dönük günlüğünde Karl Liebknecht’in eşine yazdığı “Her şeye rağmen görev başında, bir sokak çatışmasında ya da darağacında can vermek isterim” sözleri de onun kararlı ve boyun eğmez duruşunu da bize gösteriyor.
Rosa müthiş bir entelektüeldir. Ancak bu entelektüel kişiliğinin yanı sıra birde müthiş olan eylemci, örgütçü yaşam kavgacılığı vardır. O nerede bir işçi toplantısı varsa orada kitlelerin karşısında ajite çekendir, o nerede bir eylem varsa orada en ön cephede protesto edendir ve o nerede bir devrimci gelişme varsa orada en ön cephe de tam kavganın ortasındadır.
Evet, bundandır ki Rosa Luxemburg her zaman burjuvaların ve de çürümüş reel sosyalistlerin hedefinde olmuştur. Bundandır ki o çok kez zindanlarda tek başına aylarca direnmek zorunda kalmıştır.
Rosa Luxemburg’un birde ölümüne aşık olduğu yazma sevgisi vardır. Emperyalizmin köhnemiş zindanlarında bile inadına yüzlerce mektup yazarak hem davaya bağlılığını, hem davanın öncülüğünü hem de incilikli insan sevgisini görüyoruz. Bugünlerde onun yaşam biyografisini bu mektupları okurken değil ki kendimizi eleştirmiyoruz. Değil ki bu kadar insan eksenli görüş ve yaşam karşısında şaşırmıyoruz.
Örneğin yazdığı bir mektupta onu hafiften kandıran bazı yoldaşlarından söz ederken bile gülüp geçer. Almanca yazılarında buraya tercüme ettiğimiz sözleri takriben şöyledir: “Bazıları beni kandırdığını sanıyor, halbuki bu kadar yaşam tecrübesi edinmişimdir. Mümkün mü böyle küçük kurnazlıkla beni kandırmak(?)” diyor. Akabinde yazmaya devam ediyor: “ama onlar benim dava arkadaşlarım, ama onlar benim yoldaşlarım. Belki ne yaptıklarını bilmiyorlardır. Küçük hesapların bir gün açığa çıkacağı açıktır. Bunun için onların o küçük köylü kurnazlıklara gülüp geçiyorum. Onlara kızamam ki, onlar benim yol arkadaşlarım” demesi onun insana olan inancını ve sevgisini çok fazla gösteriyor. Sınıf kavgasında çok sert olan Rosa yoldaşlarına karşı ne kadar nazik ve narin olduğunu bize gösteriyor.
Evet, Rosa Luxemburg görüşleriyle, düşünceleriyle, yaşama bakışıyla, yaşamıyla, örgütçü duruşu ve eylemci kişiliğiyle özlediğimiz bir sosyalist önder. Zamanında kimisi kadın çalışmalarına fazla girmediği, kadına çalışmalarına çok yer vermediği için eleştirilmiştir. Belki bu eleştirilerinde haklıdırlar. En azında Clara Zetkin’in eleştirilerine hak vermemiz gerekir. Ancak bu eksiklik ve zayıflık Rosa Luxemburg’un büyük devrimci kişiliğine gölge düşürmez. Onun inandığı ve peşinde inadına koştuğu hakikat gerçeğine gölge düşürmez. Ve hele hele ona her zaman yakın duran büyük devrimci ve sosyalist kadın Clara Zetkin’in Rosa Luxemburg’a ilişkin söyledikleri:
“Rosa Luxemburg’ta sosyalist fikir, hem kalbin, hem beynin hiçbir zaman sönmeden yanan güçlü ve egemen bir ihtirasıydı. Bu şaşırtıcı kadının büyük amacı sosyal devrim yolunu hazırlamak, sosyalizme giden tarih patikasını temizlemekti. Devrim denemesi, devrim için çarpışmak onun en büyük mutluluğuydu. Bütün hayatını ve varlığını sosyalizme vakfetti… O, keskin bir kılıç, canlı bir devrim aleviydi” demesi dediğimiz gibi asla ama asla yabana atılamaz.
Troçki’nin ise “Bizim için Liebknecht, sadece bir Alman lider; Rosa Luxemburg da sadece Alman işçilerine önderlik eden bir Polonyalı sosyalist değildir. Hayır, onlar tüm dünya proletaryasının yakınlarıdır ve hepimiz, onlara kopmaz manevi bağlarla bağlıyız. Onlar son nefeslerine kadar, herhangi bir ulusa değil, Enternasyonal’e ait oldular” sözlerinin ne kadar doğru olduklarını bugün daha iyi anlaşılıyor.
Lenin ise Rosa Luxemburg’a ilişkin söyledikleri: “Bütün hatalarına rağmen o bir kartaldı ve kartal olarak kalacaktır ve anısı bütün dünya komünistleri için daima değerli olmakla kalmayacak, aynı zamanda biyografisi ve bütün eserlerinin yayınlanması, tüm dünyada pek çok komünist kuşağın eğitilmesinde son derece yararlı kılavuzlar olarak hizmet edecektir” derken de ne kadar büyük bir devrimciyle karşı karşıya olduğumuzu bize gösteriyor.
Önderliğimizin:
“Şunu demeye getiriyorum: 1980 sonrasında başlayan Cebel Şeyh eteklerindeki yirmi yıllık savaş halimiz, tarihsel-toplumsal temele dayalı ve anlamı çok büyük olan bir mücadeledir. İbrahim’in El Halil, Musa’nın Sina, İsa’nın Kudüs, Muhammed’in Medine’deki mücadelesinden derin izler taşır. Bununla yetinmez; Bruno’nun, Erasmus’un, Babeuf’ün, Bakunin’in, Marks’ın, Lenin ve Mao’nun izlerinden de etkilenir. Zerdüşt, Buda, Konfüçyüs ve Sokrates’in izlerinden yoksun kalmaz. Tanrıça Star’dan İnanna, Kibele, Meryem, Fatma ve Rosa’ya kadar gelen izlerden nasiplenmeyi de ihmal etmez. Kapabildiği kadar toplumsal hakikatin tüm gerçeklerinden şerbetlenir” derken Rosa’nın yerinin biz Kürdistan devrimcileri için ne kadar önemli olduğunu gösterir.
Evet, bizler Kürdistan devrimcileri olarak başka bir çağda yaşasakta Rosa’nın ruhunu tüm benliğimizle yaşayarak, Rosa’nın iyi bir yoldaşı olacağımıza ve onun inandığı davanın iyi bir takipçisi olacağımıza, sözümüzü, katledilişinin 93. Yılında onun şahsında tüm dünya devrimcilerine yeniliyoruz.
Yaşasın enternasyonalizm!
Yaşasın büyük sosyalist önderler Rosa Luxemburg ve yol arkadaşı Karl Liebknecht!
Yaşasın hakların kardeşliği!
Kasım Engin
- Ayrıntılar