Faşizm kelimesi kullanıldığında aklımıza ilk gelen ırkçılıktır. Irkçılık ise başka halkları rencide ederek kendi ırkının ne kadar da bu dünyada özel bir yere sahip olduğunu gösterme hastalığıdır.
Faşizm başka halklara karşı tahammülsüzlüktür. Yani tek renkliliktir. Bir kendisinin var olduğuna inanarak başkalarına yaşam hakkı tanımamaktır. Başka bir deyimle karanlıktır.
Ali Topuz : “Irk diye bir şey yoktur. Irk bir icattır. Kanla ilgili bir icat. Kimin kanının döküleceğine, kimin dökülmeyeceğine dair bir icat: Kimin aç kimin tok gezeceğine, kimin çocukları olacağına ve o çocuklara bir dünya bırakacağına, kimin olmayacağına ya da olsa bile dünyasız kalacağına yönelik, yani siyasi, yani yönetsel bir icat. Adını, tarihini ve zamanını koyalım: Ulus devlet denilen şeyin icadıyla birlikte, devlet denilen şeyin ulus denilen şeyi ele geçirip elden geçirme sürecinin icadı. Irk, ırkçılıktan sonra var olur, en erken onunla birlikte, ama daha önce değil” diye yazıyor.
Özü itibariyle faşizm kapitalist modernist çağın bir hastalığıdır. Kapitalist modernist çağın nur topu çocuğunun adı ise Ulus Devlettir. Başka bir deyimle ulus devlete tapan ne kadar güç varsa varacakları yer faşizmdir. Çünkü ulus devletinin nimetlerinden yararlanmak için başkalarını yok saymak gerekir. Başkalarını yok saymaya başladığınız andan itibaren de zaten kapitalist modernist çağın hastalığına kapılmışsınızdır demektir.
1992 yılında Ermeni devleti eliyle mi başka uluslar arası güçlerinin çıkarları için özenle seçilen paralı katillerin elleriyle mi ya da başka çıkarlar uğruna katledilen 600 civarında Azeri’nin katledilişinin yıl dönümü anmalarını Taksim’de yapılıyor. Yüz yılın en büyük katliamı diye de takdim ediliyor.
Peşinen şunu söyleyelim; gerekçesi ne olursa sivil insanların katliamını hiç bir gerekçeyle haklı bulunması kabul edilemez. Halkların birbirine karşı kışkırtılmasını da nedenler ne olursa olsun asla kabul edilemez ve edilmemelidir.
Lakin Hocalı katliamı diye bilinen anma mitingi yapılırken çevrede asılan pankartlar çevre de etrafa yayılan sloganların tümü ırkçı ve şoven söylemlerle doludur. Aslında faşizm kokuyor dersek yanlış söylemiş olmayız.
Anmaları halklar niçin yaparlar, geçmişte olup bitenleri lanetlemek için yaparlar. Bu duruma yol açan durumları ortada kaldırmak için yaparlar. Hocalı katliamını anmak demek öncelikli olarak bir daha bu durumların yaşanmaması için halkların kardeşliğini yükseltecek sloganların atılması ya da pankartların kaldırılması gerekir. Yine bu olaya yol açan zihniyetin hedeflenmesi gerekir. Bu olaya yol açan zihniyet ulus devletçi zihniyettir. Irkçı zihniyettir. Şoven zihniyettir. Bunun için öncelikli olarak bu devletçi, ırkçı ve şoven zihniyetin hedeflenmesi gerekir.
Lakin dediğimiz gibi Taksim’de yükselen sesler tam tersi içeriklidir. Tümden ırkçı kokan ve insanlığı rencide eden söylemlerle doludur. 1,5 milyon Ermeni’nin katledilişinin konuşulmasına izin vermeyen bir iktidar, bu olayı tarihçelere bırakılmasını isteyen bir iktidar, 17 bin faili belli olupta faili meçhul denilen kürdün katledilişine ses çıkarmayan bir iktidar, mecliste gelen her türlü araştırma teklifini ret eden aynı iktidarın en yetkili bakanı Taksim’de atılan “Hepiniz Ermeni'siniz, Hepiniz Piçsiniz”, “Bozkurtlar burada, Hrantlar nerede?”, “Bugün Taksim, yarın Erivan!”, “Bir gece ansızın gelebiliriz” pankartları altında konuşmasını yapıyor.
Tuhaf değil mi? Aynı içişleri bakanı bu topraklarda mazlum olan, her şeyden mahrum bırakılmış olan bir halkın taleplerini faşistlikle suçluyor.
Tuhaf değil mi? Bu içişleri bakanını görevlendiren zatı kerem Kürtleri ve özgürlük savaşçılarını faşistlikle suçluyor.
Yine tuhaf değil mi? Hrant Dink’in katlediliş olayında örgüt bulanamıyor. Hatta iktidardaki zatı kerem ile bu iktidar partisinin Bülent’i bile rahatsızlık duyduğunu belirtiyor.
Hepsi Tuhaf değil mi?
“Hepiniz Ermeni'siniz, Hepiniz Piçsiniz”, “Bozkurtlar burada, Hrantlar nerede?” sloganlarının atıldığı bir ortamda içişleri bakanı konuşmasını yapıyor. Sadece konuşmasını yapmıyor bu atılan sloganlarını destekliyor. Ertesi günde bu iktidarın bir numaraları ismi olan Erdoğan ise Taksim’de yapılan mitingi desteklediğini alenen beyan ediyor. Yani faşizmi, ırkçılığı, Ermenilere karşı atılan sloganları, “Hrantlar nerede?” sözlerinin tümünü savunuyor.
Tuhaf değil mi?
Aynı iktidar Roborski de Türk savaş uçakları sivil Kürtleri katlettiğinde önce konuşmamış konuştuğunda ise ilk yaptığı iş bu katliamı yapanları kutlamak olmuş.
Yine aynı iktidar: “Çocukta olsalar kadında olsalar” gerekeni yapılacak demiş ve “gerekeni” gerçekten de yapmışlardır.
Tuhaf değil mi?
Yine aynı iktidar: “Ya sev ya terk” diyerek faşizmin en koyusunu alenen herkesin gözünün içine baka baka sarf etmiştir. Hem de bu toprakların asli olan unsurlarına bunlar söylenmiştir. Hem de kendileri bu topraklara yıllar sonra at sırtında gelmelerine rağmen bunları söylemişlerdir.
Sözü uzatmadan, faşizmin, faşist zihniyetin ve faşistlerin kimler olduğunu görmek istiyorsanız Taksim mitingine bakmanız yeterlidir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Özsavunma veya meşru savunma diyelim, her canlının kendini savunmasını, korumasını ifade eden bir durumdur. Canlı olarak var olmanın üç temel öğesinden birini oluşturuyor. Beslenme ve üremenin yanında üçüncü öğe olan güvenlik ve korunmadır. Bunun için kendini savunma önemlidir. Yoksa kendini savunmazsan nasıl koruyacaksın, güvenliğini nasıl sağlayacaksın. Özsavunma demek güvenliğini sağlamak demektir. Özünü, kendini savunmaktır. Bu canlılar için en doğal hak olarak görülüyor. Devredilemez, reddedilemez en temel canlı olma hakkı, insan için de en temel insan hakkı, en meşru haktır. Onun için buna meşru savunma hakkı da deniliyor. Özsavunma, meşru savunma kapsamında değerlendirilen bir duruştur. Bu temelde ele aldığımızda, özsavunma bırak şehir gerillacılığını, insandan da öte bütün canlılar için geçerli olan bir kavramdır. Hayvanın da, bitkinin de öz savunması vardır. Doğada canlı olarak ne varsa hepsinin kendine göre bir güvenlik sistemi, özsavunma sistemi vardır. İnsan toplumu da canlı bir varlık olduğu için, birey ve toplumsal düzeyde onun da öz savunmaya ihtiyacı vardır. Güvenliğini sağlayamazsa yok olur. Doğa olayları yok eder, canlılar arasındaki çelişki ve çatışma yok eder.
Öz savunmanın temel tanımı budur. Kavram bu kadar geniştir. Bu anlamda bu geniş kavramın içerisinde yaşamın bütün boyutları vardır. Özsavunma bir bilinç, özsavunma bir duruş işidir. Özsavunma bir örgütlülük durumu, özsavunma bir eylem durumudur. Bireyin ve toplumun canlı olarak var olup güvenliğini sağlaması, kendini yaşatması için gösterdiği bütün çabalara, tedbirlere, zihniyet durumunun hepsine birden özsavunma diyoruz. Böyle bir kendini korumanın, savaş gerektirdiği yerde bu temelde yapılan savaşa özsavunma savaşı diyoruz veya bir diğer adıyla meşru savunma savaşları diyoruz. Bu savaşlar içerisinde bir sürü savaş vardır.
Örneğin ilk baskı altına alınan, köleleştirilen kesim olarak kadının erkek egemenliğine, baskısına karşı direnci bir özsavunma duruşudur, özsavunma kapsamındadır, özsavunma savaşı içerisine giriyor. Örneğin, egemen sınıfların, efendilerin, köle sahiplerinin sömürmek üzere baskı altına aldığı kölelerin, işçilerin, emekçilerin egemen sınıflara karşı direnişi, mücadelesi, savaşı özsavunma kapsamında ele alınıyor. Bu temeldeki savaşlara özsavunma savaşları deniliyor. Ya da meşru savunma savaşları deniliyor.
Örneğin egemen devletçi güçlerin fetih hareketlerine karşı işgal, istila ve saldırılarına karşı kabilelerin, aşiretlerin, halkların, kavimlerin, ulusların direnişine, ulusal kurtuluş savaşlarına özsavunma savaşı, meşru savunma savaşı deniliyor. Her türlü işgal ve istilaya karşı direniş, özsavunma savaşı kapsamındadır. Her türlü emperyalist sömürgeci tahakküm karşısında yürütülen direnme savaşı meşru savunma savaşı ya da özsavunma savaşı kapsamındadır. Bütün ulusal kurtuluş hareketleri özsavunma hareketleridir. Halkların baskı ve sömürü karşısındaki bütün direnmeleri, ayaklanmaları özsavunma savaşı kapsamındadır. Egemenlerin dıştan ya da içten gelsin dayattıkları baskı ve zulüm karşısındaki direnişin bir biçimi olarak ortaya çıkan tüm gerilla direnişleri özsavunma ya da meşru savunma savaşı kapsamındadır. Bu kırda olur, ovada olur, dağda olur, şehirde olur, nerede olursa olsun zemin bu konuda hiç fark etmez, hepsi özsavunma kavramı içerisindedir. Dolayısıyla buradan kaynaklanan savaşların hepsi de özsavunma savaşı içindedir.
O halde PKK'nin baştan bugüne kadar gösterdiği tutum bir özsavunma tutumudur, meşru savunma duruşudur. Hilvan direnişinden bu yana geliştirdiği ya da Haki Karer’in intikamını almaktan bu yana geliştirdiği silahlı direnişin hepsi özsavunma direnişi ya da özsavunma savaşı kapsamındadır. Bunun devleti hedeflemiş olmakla ya da olmamakla hiçbir alakası yoktur. Paradigması ne olursa olsun. Dıştan dayatılan sömürgeleştirici, yok sayıp yok edici, soykırımcı baskı ve şiddete karşı Kürt halkının varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanmayı hedefleyen bir silahlı direniş durumudur. Bunu hangi paradigmayla yaparsa yapsın, özsavunma savaşıdır. KDP’nin gösterdiği bütün direnişlerin hepsi özsavunma kapsamındadır. Onlar da özsavunma savaşlarıdırlar. Doğru anlaşılması veya daha tam anlaşılması açısından olguyu böyle de tanımlayabiliriz. Özsavunma budur.
Bir de kavramları, tanımları doğru kullanalım. Önderlik Demokratik Uygarlık Manifestosu’nda, başa bir kavramlar dizini koyuyor. Yeniden ve geniş bir açılım temelinde kavramları tanımlıyor. Bunu doğru anlayıp yanlış kullanmayalım diye yapıyor. Çünkü yerli yersiz bir kavramın her şeyde kullanıldığını görüyor. Ne olduğu anlaşılmadan insanlar tarafından sözler söyleniyor. Bu bizim dışımızda da böyledir. Aslında kapitalist modernite sistemiyle bunun bağı vardır. Bu, biraz kafa karıştırma, insanların beynini çarpıtma etkeni olarak kullanılıyor. Bu durum çok daha fazla da bizde vardır. Çünkü en çok Kürdün beyni karıştırılmaya çalışılıyor. Bunu beyinsel, zihniyet sömürgeciliği gerçekleşsin, zihinsel soykırım olsun, dolayısıyla inkar ve imha o insana daha kolay dayatılsın, daha kolay asimile edilsin, daha kolay kölelik altında tutulsun diye yapıyorlar. Asimilasyonun temel alanı, birincil alanı zaten beyne, zihniyete, düşünceye yöneltilen asimilasyon saldırısı oluyor. Onun için de kafa karıştırmak, kavram karıştırmak böyle bir beyinsel sömürgeciliğin temel yaklaşımlarından birisidir. Başarıyı buna dayanarak sağlıyorlar.
İkincisi, yaratılmış bir sürü asimilasyon durumu vardır. Toplum ve birey kendisi olmaktan çıkmıştır. Dolayısıyla doğrunun ne olup olmadığını bilemiyor, göremiyor ve anlayamıyor. Neyi nasıl kullanacağını bilemiyor. Yanlış kullanımlar buradan da kaynaklanıyor. Daha da öteye gidilip dil üzerinde asimilasyon gerçekleştiriliyor. Zihinsel köreltme var. O halde birçok bilgi ezbere dayanıyor, yaşamdan kopuktur. İnsanlar ne olduğunu anlamadan kullanıyor. Çoğu zaman arkadaşların kullandığı öyle kavramlar oluyor ki, insan şaşıyor. Dönüp sorduğunda hiç farkında olmadığını görüyorsun. Kullandığı kavramın ne anlama geldiğini bile bilmiyor. Bir yerlerden duymuş, o da ne anlama geldiğini bilmeden ezbere kullanıyor. Böyle olunca tabii ki olay ve olgular yerli yerine oturmuyor, yeterince analiz edilemiyor. Böyle olunca karıştırmak, saptırmak çok kolay oluyor. Tutar bir kavramı tersine çevirirsin, hemen sapma ortaya çıkıyor. Hemen tutuyor bir kavramdan, başlıyor o kavramı tartıştırmaya, ondan sonra özünü boşaltıyor, tersyüz ediyor. Bakıyorsun ki kavramı kullanarak bir numaralı kavramın özü karşıt hale gelmiş. Şimdi Önderlik bunların düzeltilmesi için savunmaları böyle hazırlıyor. Savunmalar niye böyle hazırlanmış, niye bu kadar kavram ve kuram üzerinde Önderlik çok durmuş? Çünkü yanlışlıklar var, olur olmaz bunları kullanmalar var. Bunlar kişilerden kaynaklı bir durum değildir. Sömürgeci soykırım rejimin bilinçli ve planlı olarak geliştirdiği bir durumdur. O halde bu rejime karşı mücadele edebilmek için öncelikle gerçekleri açığa çıkartacaksın, burada aydınlanma yaratacaksın. Bu kafa karıştırmayı, ortamı muğlaklaştırmayı buradan gidereceksin. Yoksa mücadeleyi geliştiremezsin. Doğru, düzgün, yeterli bir mücadele yürüten güç konumuna gelemezsin. O halde mücadele yürütebilir hale gelebilmek için kesinlikle bu temelde bir düzeltmeyi öncelikle yaşamaya ihtiyaç var. Bu açıdan bizim bu kavram düzeltmelerini yapmamız gerekiyor.
Mahir Çekdar
- Ayrıntılar
Her kentin denetim altında tutulmasını öngören egemenlik planlamaları, savunma planlamaları var. O planlamalar çerçevesinde de ordunun yanında, o güvenliği sağlayacak başka güçlerin örgütlenmesi var. Bu noktada en temel güç polis oluyor. Çok çeşitli birimler halinde polis örgütlenmesinin geliştirildiği, polis akademisinin eskinin ordu genelkurmayının yerine geçirildiği, bu düzeyde etkili kılındığı biliniyor. Şimdi AKP bu polisi ağır silahlarla da donatmaya çalışıyor. İkinci bir ordu, daha doğrusu esas ordu haline getirme çabası içinde bulunuyor. Polisin hepsi paralıdır ve özel eğitilmiştir. Ordunun, sadece komutası ideolojik eğitimden geçmiş paralı güç olurken, diğer savaşçı gücün hepsi halktan, mecburi askerlik temelinden toplanan güçlerden oluşurken, polis öyle değildir. Polisin hepsi özel eğitimlerden geçen paralı güçlerdir.
Bu ne anlama geliyor? İdeolojik eğitimle donatılmış güçlerdir. Mevcut haliyle Türkiye'deki emniyet gücü Fethullah Gülen Cemaati’nin elindedir. 12 Eylül darbesinden sonra yakılan yeşil ışık ortamında yürütülen çalışmalar, çeşitli yerlerden, ABD’den alınan paralar sonucunda böyle bir polis teşkilatı oluşturulmuş durumdadır. Emniyet tümden ele geçirilmiş vaziyette bulunuyor. Bu anlamda da daha çok bir ideolojik güç konumundadır. 1980 öncesi, o zamanın devlet koşullarında polis ikiye ayrılmıştı. Bir kısmı sola yakındı, bir kısmı sağa yakın, MHP güçleriydi. İki polis örgütü ortaya çıktı. Neredeyse polis cemaati birbiriyle çatışacaktı. Şimdi bütün bunların hepsi yok edilmiştir. Polis örgütünde şu veya bu partinin bir etkinliği de yoktu. Hepsi Gülen cemaati tarafından ele geçirilmiş durumdadır. Cemaat üyesidir, ideolojik olarak onunla doludur ve hepsi Fethullah Gülen’in fetvasına bağlıdır. Fethullah Gülen’in de Kürt katliamı, soykırımı fetvası verdiğini biliyoruz. O fetvayı görünce sokaklarda bu kadar çocuğa, kadına vahşice, düşmanca bu polis neden böyle saldırıyor sorusunun cevabını daha iyi gördük, anladık. Faşist bir polistir, Kürt düşmanıdır, halk düşmanıdır. Devleti korumakla ideolojik olarak görevli, militan gibi yetiştirilmiş bir kuvvettir. Ordunun asker kesiminden her düşünceden insan vardır. Öyle bir militanlığı yok, ama polis gücünün böyle bir militan güç olduğu, özellikle de Kürt düşmanı düşüncesiyle eğitildiği şimdi daha iyi anlaşılıyor, açığa çıkmış bulunuyor.
Bunun yanında tabii ki düşman özel savaş yürüttüğü için özel harekat güçleri var. Polis deniliyor, ama farklı güçlerdir. Bunlar yarı sivil, yarı resmi özellikler taşıyorlar. Aslında kontrgerilla güçleridir. Çok değişik biçimlerde eğitilen, örgütlenen kuvvetlerdir. Onun yanında istihbarat var. MİT örgütlülüğü her yerde geliştirilmiş durumdadır. Özellikle CIA ve MOSSAD ile ilişki ve işbirliği içerisinde MİT’in gittikçe geliştirildiği, gizli bir ağ olarak ortaya çıkartıldığı biliniyor. Bu istihbarat kuvvetidir. Sivil gizli güçler sadece MİT güçleri, istihbarat güçleri değil, sivil polisler var. Polisin resmi üniformalı olanları kadar, belki ondan daha fazla sivil giyimli ama aynı polis eğitiminden geçmiş her tarafa dağıtılmış güçleri vardır. Bunlar çeşitli polis merkezlerine bağlı çalıştıkları gibi, toplumun içinde sanki bireysel yaşam sürdürüyormuş gibi, sivil yaşam sürdürüyormuş gibi, görev gereği örgütlendirilmiş konumda olanları da az değildir. Bu bakımdan sokaklar aslında büyük ölçüde bu kuvvetlerle; emniyettir, sivil polistir, özel harekattır, MİT’tir, vb. güçlerle tutulmuş, denetim altına alınmış durumdadır. Sokak sokak, köşe köşe, hatta apartman apartman denetime alınmıştır. Çoğu bilinmiyor. Ne düzeyde örgütlüler, nereler emniyetin, polisin denetiminde kimse bilmiyor. Fakat Kürdistan'daki gelişen çatışmalar karşısında böyle güçlü bir denetimin olduğunu iyi görüyoruz. Birçok şey açığa çıktı. Bir anda bakıyorsun küçük bir şey oldu mu, etrafta sanki seyahat eden, gezen insanlar gibi görünenler birdenbire toplanıyorlar. Bazıları aracılık ediyorlar gibi görünüyorlar, aslında çoğu polistir. Onların hepsi birbirlerini tanıyorlar, örgütlüdürler. Bir denetim kuvveti olarak, ama kendilerini gizlemiş bir biçimde hareket ediyorlar. Böyle bir örgütlülük var.
Bunu yıkmak için yürüttüğümüz mücadele hem askeri olarak, hem siyasi olarak az değildir, küçümsenemez. Önemli gelişmeler de yarattı. Otuz senedir halk savaşıyor. Yirmi yıldır Kürt halkı serhildan halinde, ayaktadır. Yemiyor, içmiyor, yatmıyor, uyumuyor, gerçekten de kahramanca direniyor. Böyle bir savaş, bu kadar uzun süreli bir direniş dünyanın başka yerlerinde pek fazla görülmüş değildir. Bunun yarısı kadar mücadele edenler bile istedikleri çözümleri rahatlıkla yaratabilmiş durumdalar. Fakat Kürdistan'da bu gerçekleşemiyor, gerçekleşmedi. Çünkü düşman özellikleri böyle, Kürdistan'a dayatılan sistemin karakterinden kaynaklıdır. Bu sistem sadece bir askeri işgal durumu değildir. Yalnızca bir ekonomik ve siyasi sömürgecilik durumu da değildir. Bir soykırım rejimi, kültürel soykırım uyguluyor. Askeri işgal, ekonomik ve siyasi sömürgecilik, kültürel soykırımı gerçekleştirmek, Kürt ulusal-toplumsal varlığını yok etmek için birer baskı aracı olarak kullanılıyor. Sistemi yürüten devlet gücü kendi varlığını bu sistemin yürütülmesine bağlamış bulunuyor. Bu çözüldü mü varlığı ortadan kalkacak. O bakımdan da tabii ki demokratik bir zihniyet geliştiremiyor, kolay çözüme girmiyor. Bütün gücünü ve imkanını imha ve tasfiye amacı doğrultusunda kullanıyor. O nedenle bizim 2000 yılı öncesi on beş yılı aşan süre kesintisiz gerilla savaş pratiğimiz, sonuç almaya yetmedi. Yine 2000 sonrası hem demokratik halk mücadelesinin hem de gerillanın 1 Haziran hamlesi temelinde kırsal alandaki duruşunun zorlayıcı, çözücü eylemliliğinin etkisi düşmanı çözüme getirmeye, o faşist soykırımcı duruşu kırmaya yetmedi. Başka alanlara göre az değildi, zayıf değildi, ama Kürdistan'a dayatılan soykırım gerçeğinde sonuç almak da yeterli olmadı, yetmedi. O halde bunu daha güçlü, daha yeterli hale getirmek, geliştirmek gerekiyor. Düşmanı çözümsüzlükte ısrar eden noktadan uzaklaştırmak, iradesini kıracak, dolayısıyla siyasi çözüme razı edecek bir düzeye getirmek gerekiyor.
Dönemin görevi bu olacaktır. Şimdilik buna biz Devrimci Halk Savaşı diyoruz.
Rüstem Alişer
- Ayrıntılar
Son dönemlerde Türkiye’de bir MİT tartışması almış, başını gidiyor. Kamuoyu bu tartışmayı sürdüre dursun, AKP apaçık herkesin gözleri önünde, MİT yasasını çıkarttı ve uygulamaya geçirdi bile. Böylece ilgili kesimlere mesajını iletmiş oldu. ‘’Biz AKP hükümeti değil, AKP devletiyiz.’’ Gerçektende öyle; yasamadan tut yargıya, askerden tut polise, sağlıktan tut eğitime, siyasetten tut istihbarata kadar artık devletin her kurumu buram buram AKP kokuyor. Yaptığı hamleler tıpkı bir satranç oyunundaki gibi, dikkatli ve kendinden emin bir oyuncu rolünü oynamaya çalışıyor. Şimdilik hamleler başarılı gibi görünse de, yaşanan krizle oyunun mevcut haliyle devam edilemeyeceğinin ilk sinyalleri verilmeye başlandı. Peki, bu oyunda kim şah, kim mat olur? Bu sorunun cevabını vermeden önce mat olan bazı rakiplere şöyle bir bakalım;
Aslında birkaç gündür CNN Türk kanalında yayınlanan ‘’ Son Darbe 28 Şubat ‘’ adlı belgesel, mat olan rakipleri bizlere hatırlatıyor. Derin devlet, tek devlet, lâik devlet, diyerek, her gün meydanlarda ve medyalarda şahlananların, yeşil devlet karşısında yelkenleri nasıl suya indirdikleri gösterilmektedir. Tabi bu belgeseli de bir hamle olarak ele alalım, çünkü o yalnızca bilinen ve görünen darbelerden söz ediyor, peki ya hala AKP eliyle sürdürülmekte olan, inceden inceye devam eden derin darbeye ne demeli? AKP patentli medya, nasıl ki geçmişte başka güçlere göz yumduysa, bu günde aynı şeyi yapmaktadır. Ama şimdilik…
İlk rakiplere ‘’Ergenekon’’ adı verildi ve TC’nin gelmiş, geçmiş sözde en vatanseverleri birden bire vatan hainlerine dönüşerek, tek tek enselendiler. Bu matsal hamleden sonra, hemen kollar sıvandı, vatan uğruna her gün asıp kesenlerin başına ‘’balyoz’’ gibi inildi. Daha düne kadar terörü şöyle bitireceğiz, böyle yok edeceğiz diyenler birden bire, terör örgütü liderleri olmuş ve roller değişmişti, düne kadar ilticacı, vatan düşmanı olanlar, bu gün yeşil renge büründükleri demokrasi ile karşı tarafı aynı suçla yargılar hale gelmiştir. Hem de öyle böyle değil, koskoca genelkurmaylığın başını çektiği, gerçektende içinde nitelikli teröristlerin olduğu örgütler olmuş, görev süresi dolan, soluğu kışlada değil, hapishanede bulur olmuştu.
Artık bu böyle gidemezdi, görülüyordu ki tren raydan çıkmış, hızını alamayanlar oyunu kurallarına göre oynanmıyorlardı. Böyle giderse, ülkede AKP dışında vatansever kalmayacaktı, görünen fotoğrafta herkes vatanına karşı gaflet ve ihanet içindeydi. AKP şah olmadan ona bir mat çekilmeliydi. Bunu da ancak devlete ihanet etmemiş MİT üzerinden yapabilir, AKP’ye ‘’haddini aşma’’ mesajı verilebilirdi. Bu operasyona uygun kılıflarda hazırlanmıştı ama beklenen olmadı. Her ne kadar, gündem oluşturulmuş, acabalar havada uçuşuyor olsa da, tez elden çıkarılan yasayla son vatanseverler şimdilik ihanetçi olmaktan kurtulmuşlardır.
Tarih boyunca vatanseverlikleri uğruna işledikleri cinayetlerle, gerçekleştirdikleri katliam ve kırımlarıyla yedi düele nam salan bir ülkenin halini görüyorsunuz. Görünürde tek kahraman var, o da Erdoğan. Ama ben bir şeyi merak ediyorum, bu tek vatansever Dolmabahçe sarayında, bu gün ihanetçi, terörist oldukları belirlenen paşalarla, ülkenin geleceği adına hangi önemli konuları konuştular ki, bu sır mezara kadar gizlenecek bir sır oldu. Yani bir ülkenin başbakanı nasıl olur da hala suçlu konumunda olan biri ile yapılan görüşmeyi devlet menfaati adı altında, bir sır olarak saklar. Bu ve bunun gibi birçok kirli oyunun deşifre olmaması için, Hakan Fidan’ın aklanması gerçekleşmiştir. Hükümetin kendisini bin bir kılıfa sokmasının, Oslo görüşmelerinin, KCK davasının bahane edilmesinin altında bu nedenler yatmaktadır. Her zaman olduğu gibi PKK ve PKK ile mücadele gerekçe gösterilecek, tüm kirli oyunların üzeri kapatılmaya çalışılacaktır. Böylece Erdoğan ve ekibi çıkarttıkları yasalarla dokunulmazlıklarına dokunulmazlık zırhı çekerek, kendilerine biraz daha yaşam olanağını yaratacaklardır. Tabi bu onların şah olacağı anlamına gelmez, bu oyunda şah olmak o kadar da kolay değil. Çünkü her şey görülen, daha doğrusu gösterilmek istenen gibi değil.
Dersim Uğur Kaymaz
- Ayrıntılar
Bir gerillanın başka bir gerilla yoldaşına yazdığı mektubunu olduğu gibi buraya alarak gerillanın nasıl bir yürek işi olduğunu yeniden yazalım.
“Yoldaşımızın sevinci bizim sevincimizdir. Yoldaşımızın moralli olması bizim moralimizdir. Yoldaşımızın başarısı bizim başarımızdır. Bunun içindir ki sen giderken o coşkulu ruh haline çok sevinmiştim. Ve o coşkulu ruh halini bana da bırakmıştın.
Genç yoldaşların hemen düşmanın eline geçmemeleri gerekir diye hep düşünürüm.
Olanı bir daha geri çevirme imkânımız yok bunun için geçmiş olsun diyeceğim ama düşmanı sevindirmek için de hayıflanmayacağız.
Biz dağlara gelirken kellimizi koltuğumuza alarak çıktık. Yani en seveceğimiz olan varlığımızı yani canımızı bu halk için vermeye geldik. Bunun için bizim için tüm alanlar direniş alanlarıdır. Tüm alanlar işgalci ve sömürgeci güçlere ve tabii onları kollayan, koruyan, onların ayakta durmaları için her türden yardımı yapan, para sağlayan, ölüm tekniklerini vererek insanlığa karşı suç işleyen bu kapitalist modernistlere karşı direniş alanlarıdır.
Evet, yoldaşım sömürgeci sömürgecidir. İşgalci işgalcidir. İşgalcinin ve sömürgecinin dünya da nerede olursa olsun iyisi kötüsü olmaz. Sömürgeci bunun için sömürgecidir ve bunların topu insanlığa karşı suç işleyen güçlerdir. Bunun için senin bir sömürgeci güç tarafından başka bir sömürgeci gücü teslim edilmeni yadırgamıyoruz. Onlar bizi vurmak için, öldürmek ve yok etmek için uğraşırlar biz ise halkımıza ve halklara verdiğimiz sözler ekseninde direnişimizi kesintisiz sürdürürüz.
Yoldaş, yaşanan şahadetlerden bahsediyorsun. Ve tabii şehit düşen birçok yoldaşı bizatihi tanıyorsun. Birlikte kaldığın yoldaşlardır. Ve birçoğu bize komutanlık ve yöneticilik yapmış yoldaşlardı. Ve gerçekten Rüstem arkadaşın, Çicek'in, Ali Şer’in, Xebat’ın, Ruken’in, Brusk’ün, Simko’nun şahadetleri bize çok ağır gelmiştir. Onlarla bu dağlarda yıllarca yaşayanlar olarak onların bize ektiklerini ancak bir biz bilebiliriz. Yukarıda ismini verdiğim yoldaşların birçoğunu ben şahsen en az 17-18 yıldır tanıyordum. Birçok cephede birlikte aynı alanlarda, sömürgeciliğe karşı mücadele ettik. Evet, gerçekten bu yoldaşların şahadeti ağır geldi. Duygu dünyamızı çok zorladı.
Ancak yoldaşım şunun bilinmesini istiyoruz: Mücadele artık eskisi gibi olmayacak. Ve eskisi gibi de yürümüyor. Biz artık mücadeleyi sonuçlandırmaya söz vermişiz. Yani devrimi başarıyla mutlaka ama mutlaka taçlandırmak için söz vermişiz. Bunun içinde adımlarımız atıyoruz. Yani kavga yani mücadele yani devrim yani özgürlük savaşı artık eskisi gibi yürümüyor ve yürümeyecektir. Özgürlük savaşının boyutu çok çok yükselmiştir. Bunu bilen işgalci güçler ne kadar güçleri varsa, ne kadar dostları varsa, ne kadar öldürücü teknikleri varsa, ne kadar uşaklık edecek para babaları varsa, bize karşı ne kadar uşaklık edecek, işbirlikçilik edecek, ihanet edecek düşkün, düşürülmüş, ruhunu ona buna satmış ne kadar tip varsa hepsini topyekûn harekete geçirerek bir mücadele yürütüyorlar.
Yoldaş, gerçekten artık özgürlük savaşı eskisi gibi yürümeyecektir. Çünkü Kürt halkının düşmanları Kürt halkını soykırımdan geçirmek için yemin etmişlerdir. Kaldı ki Kürt halkını ya soykırımda geçirerek ayakta kalacaklardır ya da geri adım atarak Kürt halkının özgürlüğünü kabul edeceklerdir. İşte kritik eşik budur. Hani Shakspeare diyor ya: “olmak ay da olmamak tüm sorun budur.”
Evet ya özgürlüğümüzü kabul edeceklerdir ya da saldırılarına devam edeceklerdir. Bu söylenenler sıradan bir durumun yaşanmadığını göstermektedir. Eskilerde bu olağanüstü süreçlere devrim anları derlerdi. İşte Kürdistan’da şimdi tümden bir devrim anını yaşıyoruz. Devrim anlarının kazanımları da büyük olur kayıpları da. Önemli olan kayıplarını zafere götürecek bayrak haline getirmesini bilmektir.
İşte biz Rüstem yoldaşlarımızın şahadetini Kürdistan’da demokratik özerkliği inşa etme temelinde köklü bir mücadeleye dönüştürerek başlattığımız lakin yarım bıraktığımız Devrimci Halk Savaşımızı çok ileri düzeyde tırmandırarak tarihin bu sürecinde başarıyla çıkacağımıza sonuna kadar inanıyoruz.
Yoldaşım işte bu yukarıda söylenenler ışığında Rüstemlerin, Çiçeklerin, Ali Şerlerin ve Xebatların ve 2011 yılında şehit düşen nice yoldaşımızın şahadetlerini böyle anlamlandırırsak bu şahadetleri kesintisiz direnişe vesile yaparken bu yoldaşlarımızın şahadetine değer biçmiş oluruz ve de onlara sahip çıkmış oluruz.
Mektubumu sonlandırırken, öncelikli olarak Önder Apo’ya veripte yerine getiremediğimiz, eksik yerine getirdiğimiz sözlerini bu yıl telafi etme temelinde mücadeleye yüklenerek başta önderliğimize, şehitlerimize, halkımıza ve siz yoldaşlara söz veriyoruz.”
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
27 Şubat günü 08.00-09.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Xakurkê'nin Dola Mustafa alanına yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 27 Şubat günü (bugün) 06.00’dan öğle saatlerine kadar aralıklarla Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap’ın Çiyareş, Cehennem Tepesi, Şikefta Brindara ile Xeregol alanlarına yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Dağlarda metrelerce kar. Yıllardır görmediğimiz ve alışmadığımız bir kara kış. Gözün görebildiği her yer beyazla örtülü. Soğuk mu soğuk.
İklimsel olarak gerçekten soğuk günler ancak ruhen her zamankinden çok ileri düzeyde sıcak hem de yaz aylarından çok çok sıcak günler.
Ortadoğu kaynıyor. Bir yıldır Arap Baharı diye dillendirilen halkların kalkışı herkesi ama herkesi etkiliyor. Yüz binlerle meydanlara çıkanlar on yılların diktatörlerini alaşağı etmiş, belki henüz geleceklerini belirlememişlerdir. Ve belki de kalkışmanın bedelini ödeyenleri kendileri, kazanacaklar ise başkaları da olabilir. Ama her halükarda kendi iradelerini ve yüreklerini ortaya koyarak bir kez de olsa diktatörleri alaşağı etmek var ya… Dünyalara bedel.
Evet, yaşadığımız coğrafya çok mu çok sıcak. Yaşadığımız coğrafya bu kadar sıcak iken bizim üşümemiz düşünülemez. Bizim halkların kalkışmasına katılmamasızlık etmemiz olabilir mi? Elbette halkların bu baharına bizim belki de herkesten daha fazla katılma görevimiz ve sorumluluğumuz bulunuyor. Çünkü bu coğrafya da diktatörlere karşı ilk fitile ateşi çakanlar biziz. Ve kırk yıldır da bu ateşi halkların lehine gürleştirmek için mücadele ediyoruz. Halkların kardeşçe, eşitçe, demokratik bir Ortadoğu’da bir arada yaşaması için yıllardır mücadelenin en sertini hem de tüm emperyal kapitalist modernist güçler tarafından terörist ilan edilme pahasına savunduk. Ortadoğu’nun Ortadoğularının olması için neredeyse kafa tutmadık emperyalist güç bırakmadık.
Evet, şimdi Ortadoğu’nun birçok yerine yayılmış olan kalkışmanın ilk fitilini çakanlar olarak bu baharın ateşin fitili bu kez çok daha güçlü bir şekilde Kürdistan’da çakacağız. Tahrir Meydanında yapılanları bu kez Kürdistan’ın her meydanında daha güçlü ve uzun vadeli olarak Kürdistan halkı yapacaktır. Ve tabii ki onun özgürlük gücü olan gerillaları.
Bu bahar sıcak geçecek hem de çok çok sıcak. Biz sıcak günlerin yaşanmasına Devrimci Halk Savaşı diyoruz. Devrimci Halk Savaşı aynı zamanda Kesintisiz Direniş demektir. Bunu bilen cümle iblisler bundandır ki kara kışın ortasında Kürdistan özgürlük savaşçılarına karşı ahlaki değerlerden çok uzak olan bir saldırı ve yok etme savaşı başlatmışlardır. Kendilerince ne kadar vahşi yöntemlerle bu yok etme savaşı sürdürülürse o kadar çok özgürlük savaşçılarını korkutmuş olacaklar.
Ama bilmezler mi ki özgürlük savaşçıları şairin dile getirdiği:
“Cellat uyandı yatağında bir gece
’Tanrım’ dedi ‘Bu ne zor bilmece’
Öldürdükçe çoğalıyor adamlar
Ben tükenmekteyim öldürdükçe...”
gibi her gün çoğalıyorlar. Elbette bilirler bunu. Bunu bildikleri için de Kesintisiz Direnişin önünü almak için akla ziyan binlerce yalan dolana başvuruyorlar.
Evet, yeni bir bahara doğru yönümüzü çeviriyoruz. Bu bahar her bahardan daha farklı geçecektir. Kürdistan baharını Arap baharıyla hem de Arap halkıyla kardeşlik temelinde daha güçlü birleştirerek karşılamanın gururunu şimdiden yaşıyoruz.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Dünya ana dil günü, dilini özgürce konuşamayan, yazamayan, onunla düşünemeyen ve rüya göremeyen, ama kendisini bu konumdan kurtarmak için mücadele edenlere kutlu olsun!
Dünyada kutlanan ana dil gününde haberdar olduğum günden bu yana, en fazla dikkat çekici kavram “ölü diller” kavramıdır. “Ölü diller” kavramı ürkütücü bir kavramdır. Ürkütücü olduğu kadar, acı ve hüzün dolu bir kavramdır. Yeryüzünden, aramızdan göçüp gitmişler. Arkalarında kimseleri bırakmadan. Kimsesizler mezarlığına gömülen insanlar gibi… Tanıtıcı bir mezar taşları bile yok! Geriye ağıtlarını yakacak tek bir sahipleri dahi kalmamış. En acısı da bu!
Ölüm her zaman acı vericidir. Kendiliğinden ölen insanlara kimsenin diyeceği bir şey olmasa da, yine de yakınlarına, dostlarına ve çevresine her zaman hüzün ve acı verir. Ancak söz konusu kendiliğinden değil de, tasarlanarak bir insanın öldürülmesinin etkileri daha kalıcı acılar verir. Çünkü bir düşman vardır ortada.
Diller kendiliğinden mi ölür, yoksa diller de öldürülür mü, dillerin de katilleri var mı? Her dil bir tarih, emek, halk, kültür, bir yaşam tarzı, bir ses, renk, estetik ve melodi. Bir dilin öldürülmesi ne demektir? Tüm bunların öldürülmesi mi?
Üzerinde durmak istediğimiz konu, kendiliğinden, dillerin karşılıklı etkileşiminden zayıf düşen ve ölen dil ve veya diller değil. Bizzat tasarlanarak, üzerinde ince ince düşünülerek öldürülen dil veya dillerden sözetmek istiyoruz. Dillerin katillerinden yani…
Sömürgeci-soykırımcı Türk devleti, Kürt dilini sahipleriyle birlikte ortadan kaldırmak isteyen bir devlettir. Soykırımcıdır, katliamcıdır. Kuruluşu Kürdün yok edilmesi üzerine olmuştur.
Bir insanın hedeflenerek yok edilmesine cinayet deniliyor. Suçu ağırdır. Bir dil’in sahipleriyle birlikte tasarlanıp hedeflenerek öldürülmesine de soykırım deniliyor. Hele hele o dil binlerce yıl, adeta üzerinde doğduğu toprakların rengini, kokusunu, ritmini, sesini, tarihi derinliklerini veren bir dil ise, onu öldürmek tam bir insanlık suçu değil mi? Hele hele bu dil adeta insanlığın ilk oluşumunun, toprağın insanlığa bahşettiği bir dil ise, bunu öldürmek, tüm insanlığın hafızasını öldürmek ve insanlığı belleksizleştirmek değil mi?
Böyle bir suç var mıdır? Bu suçu işleyen/işleyenler kim ya da kimlerdir?
Fazla uzağa gitmeye ve sözü dolandırmaya gerek yoktur. Geçen yüzyılın başlarında, İttihatçı ırkçı-faşistler Türk-ulus devletini yaratma projesini ortaya koydular. Bunun ilk şartı ise, başta Kürtler olmak üzere, diğer halkların dil-kültürlerini yasaklamak oldu. Sonra Türk dilini konuşma, benimseme ve kendini inkar etme dayatıldı. Ardından yerinden yurdundan etmek geliştirildi. Sonra, halklar yönetimleri dağıtılıp, savunma güçlerinden yoksun bırakılarak kendini savunamaz duruma getirildiler. Bu bir insanın boğazına çöküp soluk alamaz duruma getirmekten farksız bir durumdur.
Lozan Kürtlere karşı gerçekleştirilen bir soykırım komplosudur. Bir halkı yok sayma ve ülkesini yok sayma antlaşması. Kürdistan parçalanır, Kürt halkı yok sayılır. Türk ve Arap ulus devletlerine hammade olarak sunulur. Katillik buradadır. Bir halkı ülkesiyle birlikte hem yok sayacaksın, hem de adını dahi belgeye geçirmeyeceksin. Lozan soykırım antlaşması böyle bir antlaşmadır.
24 temmuz 1923 yılında gerçekleştirilen bu soykırım planlaması, 29 Ekim 1923 günü, tek vatan, tek ulus, tek dil, tek kültür, tek bayrak stratejisi temelinde soykırımcı Türkiye cumhuriyeti devleti kuruluşuyla birlikte pratikleşme sürecine girer. 1924 anayasası gerekçesinde ise, “devletimiz ulusal bir devlettir, çok milletli bir devlet değildir. Devlet Türkten başka millet tanımaz. Memleket dahilinde eşit hak ve hukuka sahip olması gereken ve başka ırktan gelen kimseler de vardır. Fakat bunlara da ırki durumlarına uygun olarak haklar tanımak veya bu anlama gelecek sözler etmek caiz değildir” denilecekti. Bu soykırımın pratikleşmesi için gerekçelerini oluşturmaktan başka anlama gelmiyordu. Buna karşı her direniş, tavrın karşılığı ise şeyh Sait olayında görüldüğü gibi idamdı. Geri kalanlar için sürgündü, baskıydı, parçalanmaydı, yoksulluktu, açlıktı, asimilasyondu. Adım adım yokoluşa doğru gitmekti.
Türkiye Cumhuriyeti devletini, Kürtlerin yok edilmesi temelinde kuran ve buna kadeh kaldıran M. Kemal, Kürtlerin Türkleştirilmesini bakın nasıl ortaya koyuyor: Türk ocaklarının görevi, Türkleştirmedir. Türkçe konuşmayanlara müsamaha göstermemek lazım. Türkçe konuşmayan bir insan, Türk harsına, camiasına, mensubiyetini iddia ederse, buna inanmak doğru olmaz…Efendiler herhangi bir felaket gününde bu insanlar başka dillerle konuşan insanlarla el ele vererek aleyhimize hareket edebilirler. Türk ocaklarımızın başlıca vazifesi bu gibi unsurlar bizim dilimizi konuşan hakiki Türk yapmaya çalışmaktır” derken, İsmet İnönü, “ vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemahal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı( unsuru) kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız esvap her şeyden evvel, o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır”
Şark İslahat planı bir soykırım belgesidir. Bir halkın nasıl yok edileceğinin, Kürdün nasıl Türkleştirileceğinin soğuk kanlıca planlanmış ve yürürlüğe konulmuş canice belgesidir. Hala da yürürlükte olan, Türk sömürgeci-soykırımcı zihniyetine ilham ve moral veren güç kaynağı olan şark islahat planıdır.
Bülent Arınç, Kürt diliyle eğitim yapılmaz diyerek, Kürt dilini küçümsüyor. Hakaret ediyor. Ama kendisi gibi meclis başkanlığı yapmış olan Abdulhalik Renda, şark islahat planı için hazırlık amacıyla kaleme aldığı raporunda Kürt dili için daha farklı şeyler söylüyor. “Kürtler lisanlarını hakim kılmışlardır ve Türkçe öğrenmeye muhtaç olmadan bütün işlerini görebilecek hale gelmişler” bu çok önemlidir. Fakat aynı Abdulhalik renda, böyle bir düzeyi yakalamış bulunan Kürt halkını Türkleştirerek, tarihten silmek için önerilerini peş peşe sıralamış ve bu öneriler de şark islahat planında aynen yer bulmuştur. Zihniyet ve pratik-politika şudur: “Türkün süngüsünün göründüğü yerde Kürtlük biter”
Soykırımcı-ırkçılar seksen yedi yıl boyunca bir soykırımı en ince detaylarına kadar planlayıp hayata geçirdiler. Kürt dilinin kendisini ifade etmesine en küçük bir imkan dahi tanımadılar. Sonra da, Kürt diliyle eğitim yapılmaz diyerek, bu dile hakaret etmektedirler.
İnsan bu kadar soğukkanlı katil, cani ve soykırımcı olabilir ancak! Hem ortadan kaldırmak için her türlü baskıyı yapacaksın, öldürmeye çalışacaksın, sonra da zayıftır, geridir, diyeceksin. Hakaret edeceksin. Eğer Kürtlerin bunu sessizce karşılayacağını düşünen varsa, yanılıyorlar. Kürtler bunu not ettiler bir kere. Kürtler, faşist-ırkçı, bukelemun Bülent Arınç ve onun gibi düşünen bütün ırkçılara, yedi ceddine bu sözünü yedirecekler. Mezarda da olsa…
Kaldı ki, Kürt diliyle bugün maxmur’da liseye kadar eğitimlerini sürdürmektedirler. Güney Kürdistan’da Üniversiteler Kürt diliyle eğitimlerini yapmaktadırlar. Bu ulusal yok etme planına rağmen bunlar yapılmaktadır.
Gerçekten de insan o soykırım belgesini ancak sözlük yardımıyla okuyup anlayabiliyor. O kullanılan sözcüklere ne oldu diye sorası geliyor insanın! Çünkü onlardan hiçbirisi Türkçe sözcük değildi. O sözcüklerin ezici çoğunluğu aşırmaydı. Şuradan buradan aşırma.
Her halkın diline saygımız var ama, herkesin de biraz tarihi gerçeklere saygılı olması gerekir. Haddini bilerek, ne olduklarını, nerden nereye ne sayesinde geldiklerini bilmeleri gerekir.
Fuzuli “Ol sebepten Farisi lafzıyla çoktur nazm kim/ kim Nazm-ı nazik Türk lafzıyla düşvar olur” diye yazmış.
Bir başka divan şairi, Aşık paşa da, “Türk diline kimseler bakmaz idi/Türklere hergiz gönül akmaz idi/ Türk dahi bilmez idi bu dilleri” demiş.
Fakat senin yok etmek istediğin Kürt diliyle başta zend Avesta olmak üzere, islamiyetten sonra da belulê Mahid, 9. yüzyılda, Bassam –i Kürdi , Pir Şariar, Giylani, 11. Yüzyılda baba Tahir üryan, Ali Termuki, Ali hariri, daha sonraki yıllarda Meleye Ehmedi Bate, feqiye teyran ve melaye ciziri gibi şairler daha o yıllarda Kürt diliyle ölümsüz eserler ortaya koymuşlardı. 19. Yüzyıl ve 21. Yüzyılda da sayısız Kürt şairi ortaya çıkmış, en amansız koşullarda da olsa Kürt diliyle eserler vermiştir. Şiir için bir dilin süsü, en güzel meyvası denir. Kürt dili böyle meyvalarla doludur. Memo u zin bu meyvaların zirvesidir.
Ölümsüz büyük şair cigerxun ise Kürt dilinin karşı karşıya olduğu baskıları ve kürt dilinin direncini bakın nasıl çarpıcı ortaya koymuştur. “Sedan sal hezaran zımanê meye/Weki ke di bin deste dıjmın de ye/Çi gernas û mêr e di meydanê ceng/Ne şûr ne mertal ne top û tıfeng”
Ehmedi Xani daha 17. Yüzyılda Mem û Zin adlı eserini var olan egemen havaya rağmen Kürt diliyle yazarak, Kürt dilinin ebediyete kadar yaşamasının güçlü temellerini atmıştır.
Ama böyle bir dil bugün hala soykırım tehlikesi altında bulunmaktadır. Soykırımcı AKP’nin eğitimi 12 yıla çıkarma tasarıları, hala gündemdeki yerini korumaktadır. Anaokulun zorunluluğu ve kesin bir dille Kürt diliyle eğitimin yasaklanmasının sürdürülmesi ve önümüzdeki dönemde de sürdürülecek olması, bu tehlikeyi ciddiye almamızı gerekli kılmaktadır. Sömürgeci baskı siyaseti(askeri, polis, istihbarat) siyaset, beşikten mezara kadar süren Türk okullar sistemi, Kürtçe diliyle eğitimin yasaklanması, basın-yayın, idari, ekonomik sömürü vb. durum hala varlığını sürdürmektedir. Anayasal komplo ile de bu yeşil faşizm kendi sistemini yaratmak istemektedir.
Kürt halk Önderi Abdullah ÖCALAN’IN, asimlasyonun bir halk ve birey üzerinde nasıl bir olumsuz etki yaratacağını son savunmasında çok çarpıcı olarak ortaya koymaktadır.
“Bir toplum anadilini ne kadar geliştirmişse, o kadar yaşam düzeyini geliştiriyor demektir. Yine ne kadar dilini yitirme ve başka dillerin hegemonyası altına girmeyle karşılaşmışsa, o denli sömürgeleşmiş, asimilasyona ve soykırıma uğramış demektir. Bu gerçekliği yaşayan toplumların zihniyet, ahlâk ve estetikçe anlamlı bir yaşamlarının olamayacağı, hasta bir toplum olarak silininceye dek trajik bir yaşama mahkûm kalacakları açıktır… dil örneğin Kürtlerdeki haliyle yaşandığında, bu durumdaki bir toplumun maddi olarak son derece yoksullaşacağı ve paramparça duruma düşeceği, dolayısıyla anlam, ahlâk ve estetikçe de yanlış, hain ve çirkin olarak yaşamaktan kurtulamayacağı gayet açıktır… Asimilasyonda esas olan, iktidar ve sömürü mekanizması için en az maliyetle köle oluşturmaktır. Asimile edilen grubun öz kimliği ve direnci dağıtılıp kırılarak, hâkim elit içinde hizmetlerine en uygun kölelerin derlendiği bir konuma düşürülür. Burada asimile edilen köleye düşen temel işlev efendisine mutlak benzeşmek, onun eki ve uzantısı olma uğruna her tür çabayı göstererek kendini kanıtlamak ve böylelikle sistemde kendine yer yapmaktır. Başka hiçbir çaresi yoktur. Yaşayabilmek için eski toplumsal kimliğini bir an önce terk etmek ve kendini efendilerinin kültürüne en iyi şekilde adapte etmek kendisine tek seçenek olarak sunulmuştur. Asimilasyonu yaşayan toplum en uysal, en çalışkan ve uşaklıkta yarışan vicdansız, ahlâksız ve zihniyetsiz insan taslaklarından oluşur. Özgürce aldığı hiçbir karar ve gerçekleştirdiği eylem yoktur. Tüm toplumsal kimlik değerlerine ihanet ettirilmiş, sadece midesini doyurma peşindeki insan kılıklı bir hayvana indirgenmiştir…”
Buna yapacağımız bir yorum ve katkı yoktur. Ancak hal ve durum böyle olmakla birlikte halk içinde değil de, mücadelenin şu veya bu yerinde yer alan insanlar hem kendi aralarında hem de halka hitaplarında Türk sömürgeciliğinin bize yukarda izah ettiğimiz şekliyle kabul ettirdikleri dilini kullanmakta bir sakınca görmemektedirler. Bu öyleki bazen sömürgeci AKP yöneticileri için bir alay konusu olmaktadır.
Demek oluyorki, hala sömürgeci-soykırımcı Türk devletinin ve onun yeşil faşizminin Kürtleri yok etmek istedikleri kadar, gerçekleştirdikleri ayrıntılı planlı yok etme siyasetlerine karşı, hala biz Kürtler de, kendimizi Kürtlük hassasiyeti ve refleksiyle var kılmak için çok fazla mücadele etmiyoruz. Başkasının, hem de zorla, bin bir baskı, hile ve entrikayla kabul ettirdiği dili konuşma daha rahatımıza gidiyor. Bu utanç verici bir durumdur. Bu utançla daha fazla yaşanamaz. Unutmayalım ki, bu bize zorla, varlığımız, onurumuz çiğnenerek kabul ettirilen, ağzımıza sokulan bu dil ağzımızda durdukça, hele hele bu dil ile konuşmakta hiçbir mahsur görmedikçe, kendimizi bu sömürgeci faşistlerden kurtaramayız.
Öyle anlaşılıyor ki, sömürgecilik o kadar içe işlenmiş ki, bunun bir soykırım olduğunun farkında bile değiliz. Farkındaysak, sömürgecilerin zorla, büyük acılar, idamlar, katliamlar, sürgünler, ruhsal travmalar yaşama pahasına ağzımızın içine zorla soktukları bu dili fırlatıp atmalıyız. Kendimizi sömürge toplum psikolojisinden kurtarmalıyız. Bu konuda öncelikle kendi aramızda bir duyarlılık ve refleks yaratmalıyız. Şehirlerimizde, sokaklarımızda, evlerimizde, derneklerimizde, özetle hayatın her alanında kürt sedası yükselmeli. Birinci derecede kullanılan bir dil olmalı.
Düşman bizler Türkçe konuştukça, öylesine umutlanıyor ve seviniyor ki…Yeşil Ergenekon hergün kaç Kürtçe gazetenin, derginin dağıtıldığını, raflarda kaç Kürtçe kitap olduğunu sayıyor. Günlük yaşamda Kürtçenin az kullanılmasından öyle rahat ki…Sedat Laçiner, Aktütün de bir kız çocuğunun aksansız Türkçe konuşmasından öylesine mutlu ve umutlu ki… Şimdi Kürt gençleri, kadınları, emekçileri, siyasetçileri, sanatçıları.. bu düşmanı daha sevindirecek miyiz? Bu utanç verici durumdan kendimizi kurtarmanın zamanı gelmedi mi?
Düşmanı sevindirmemek her Kürdün bir yaşam andı ve özgürlük duruşu olmalıdır. Ve her Kürt “Anadilim, Varlığım, Onurum ve Özgür Geleceğimdir ” demeli ve bu temelde dünya anadil gününü kutlamalıdır. Ve bu ruhla yönünü Newroz’a dönmelidir.
Herdem Serhıldan
Yararlanılan Kaynaklar:
1-Demokratik Ulus Çözümü-Kültürel Soykırım Kıskacında Kürtleri Savunmak- Abdullah ÖCALAN
2-Kürdoloji Belgeleri 2. Mehmet Bayrak
3-Beyaz Soykırım-Gülçicek Günel Tekin
- Ayrıntılar
İnsanlık bir kuyuya sığar mı (?) diye bir alt başlık geçiyor izlediğimiz televizyon kanalında. Konu toplu mezarlar gerçeği. Midyat’ta 17-18 yıl önce, evlerinde, resmi olarak devlet yetkilerince alınan ancak bir daha evlerine dönmeyen gerçekliğe dönük yapılan bir haber. Öyle ki aileler artık evlatlarının katledilmelerini sormuyorlar, artık ondan vazgeçmişler. Sadece ve sadece evlatlarının kemiklerini istiyorlar. Evlatlarının kayıp kemiklerini...
Sahiden insanlık bir kuyuya sığar mı diye sorabiliriz? İnsanlık bir kuyuya sığmamalıdır ancak söz konusu Kürdistan oldu mu buralarda tüm kanunlar, hukuk biraz ayrı işliyor. Bir yoldaşımızın yazdığı gibi: “Buralarda bazı kanunlar ayrı işler, bazı kanunlar farklı hayat bulur. Buralarda biraz diyalektik tersten, çapraz, sarmaşık, sarmal, dolambaçlı derken bilinenin ötesinde bir şekilde işler. Çünkü burası Kürdistan’dır. Kimi şairin diliyle “Allahın üvey çocukları Kürtler”’in yeridir. Dışlanmışların, hor görülenlerin, suyun diğer yakasında kalmışların, ezilmişlerin, dili yasak edilmiş ve kesilmişlerin, evlatlarının gündüz ortasında kolları kırılanların, ana ve bacılarının meydanlarda toplanarak coplarla vurulanların, it sürüsü devlet polislerinin çocuklarına sopalarla saldırarak vantuzlar gibi kanı emilenlerin diyarıdır.
İşte bu diyarlarda yasalar, kanunlar birazda ayrı işler. Biraz da kendine özgü işler, biraz da alışılmışın dışında ayrıksı işler” diyor. Ve bir şairin de belirttiği gibi: “Benliği yaralı bir ülke”dir burası.
Evet “benliği yaralı bir ülke” diye yazmış Mithat Sancar yazısında. Tuhaf ama bu yazıyı okurken insanlık bir kuyuya sığar mı sorusunu çokta fazla kendimize sorma ihtiyacı doğuyor. Evladının kemiklerini bulma umuduyla sevinen ananın “İnsanlar, hiçbir şeyden, keder duymaksızın ayrılmazlar; kendilerini en çok mutsuz eden yerleri, şeyleri, insanları bile acı çekmeksizin bırakmazlar” sözlerini alıntılamışken yazar, evlatlarının kemiklerinden nasıl ayrılacak bu benliği yaralı ülkenin anaları. “Hikâye yoksa kişi de yoktur. İnsan kendi hayat-hikâyesi olan, bu hikâyeye sahip olan ve bu hikâyeyi anlatabilen bir şeydir” ancak bu toprakların tüm hikayeleri hep kan doludur. Kanlıdır. Bu ülke öyle bir ülke ki benliği yaralıdır. Benliği ondan çalınmıştır. Benliğine yapılmadık işkenceler, vurmalar, kırmalar, el atmalar, tecavüzler kalmamıştır. Bir benliğin başına ne kadar felakat gelecekse getirilmiştir. Öyle bu benliği yaralı ülkenin içerisinde ya da üstünde yaşayan insanların dilleri de yasaklıdır. Yasaklı olan dil varsa hikaye nasıl anlatılacaktır? “Herkes kendini en iyi kendi tarzında ifade eder” ama bu kendini en iyi ifade etme tarzı kuyularda son buluyorsa o zaman dönüp dolaşıp bir şeyler yapmalıdır herhalde.
Uzun yıllar önce meçhul asker diye bir şiir okumuştum. Şöyleydi:
“Meçhul asker
Bir heyet gidince başka bir yere
Çelenk koyar meçhul askerin anıtına
Yarın şayet
Ülkeme gelir de öyle bir heyet
Sorarsa bana
“nerde meçhul asker anıtı” diye
“beyim” derim
“beyim”,
Kıyısında her arkın
Sekisinde her caminin
Kapısı önünde
Her evin
Her kilisenin
Her mağaranın
Kayalarında her dağın
Ve ağaçlarının üzerinde her bahçenin
Kürdistan’da
Gökyüzünün altında her yerde
Her karış toprak üzerinde
Çekinme!
Eğip başını hafifçe
Koyuver çelengini.”
İşte “benliği yaralı ülke” gerçeklik buyken evlatlarının kemiklerine bulmak için dağ taş arayan ve bir parça evlat kemiği bulduğunda buna sevinen ananın, anaların acılarını dindirmek için bile olsa inadına özgürlük kavgası her yerde, her ortamda, tüm zamanlarda, insanlık kuyulara atılmaktan kurtarılana kadar devam edecektir.
K. Nuda
- Ayrıntılar