İnsanlık bir kuyuya sığar mı (?) diye bir alt başlık geçiyor izlediğimiz televizyon kanalında. Konu toplu mezarlar gerçeği. Midyat’ta 17-18 yıl önce, evlerinde, resmi olarak devlet yetkilerince alınan ancak bir daha evlerine dönmeyen gerçekliğe dönük yapılan bir haber. Öyle ki aileler artık evlatlarının katledilmelerini sormuyorlar, artık ondan vazgeçmişler. Sadece ve sadece evlatlarının kemiklerini istiyorlar. Evlatlarının kayıp kemiklerini...
Sahiden insanlık bir kuyuya sığar mı diye sorabiliriz? İnsanlık bir kuyuya sığmamalıdır ancak söz konusu Kürdistan oldu mu buralarda tüm kanunlar, hukuk biraz ayrı işliyor. Bir yoldaşımızın yazdığı gibi: “Buralarda bazı kanunlar ayrı işler, bazı kanunlar farklı hayat bulur. Buralarda biraz diyalektik tersten, çapraz, sarmaşık, sarmal, dolambaçlı derken bilinenin ötesinde bir şekilde işler. Çünkü burası Kürdistan’dır. Kimi şairin diliyle “Allahın üvey çocukları Kürtler”’in yeridir. Dışlanmışların, hor görülenlerin, suyun diğer yakasında kalmışların, ezilmişlerin, dili yasak edilmiş ve kesilmişlerin, evlatlarının gündüz ortasında kolları kırılanların, ana ve bacılarının meydanlarda toplanarak coplarla vurulanların, it sürüsü devlet polislerinin çocuklarına sopalarla saldırarak vantuzlar gibi kanı emilenlerin diyarıdır.
İşte bu diyarlarda yasalar, kanunlar birazda ayrı işler. Biraz da kendine özgü işler, biraz da alışılmışın dışında ayrıksı işler” diyor. Ve bir şairin de belirttiği gibi: “Benliği yaralı bir ülke”dir burası.
Evet “benliği yaralı bir ülke” diye yazmış Mithat Sancar yazısında. Tuhaf ama bu yazıyı okurken insanlık bir kuyuya sığar mı sorusunu çokta fazla kendimize sorma ihtiyacı doğuyor. Evladının kemiklerini bulma umuduyla sevinen ananın “İnsanlar, hiçbir şeyden, keder duymaksızın ayrılmazlar; kendilerini en çok mutsuz eden yerleri, şeyleri, insanları bile acı çekmeksizin bırakmazlar” sözlerini alıntılamışken yazar, evlatlarının kemiklerinden nasıl ayrılacak bu benliği yaralı ülkenin anaları. “Hikâye yoksa kişi de yoktur. İnsan kendi hayat-hikâyesi olan, bu hikâyeye sahip olan ve bu hikâyeyi anlatabilen bir şeydir” ancak bu toprakların tüm hikayeleri hep kan doludur. Kanlıdır. Bu ülke öyle bir ülke ki benliği yaralıdır. Benliği ondan çalınmıştır. Benliğine yapılmadık işkenceler, vurmalar, kırmalar, el atmalar, tecavüzler kalmamıştır. Bir benliğin başına ne kadar felakat gelecekse getirilmiştir. Öyle bu benliği yaralı ülkenin içerisinde ya da üstünde yaşayan insanların dilleri de yasaklıdır. Yasaklı olan dil varsa hikaye nasıl anlatılacaktır? “Herkes kendini en iyi kendi tarzında ifade eder” ama bu kendini en iyi ifade etme tarzı kuyularda son buluyorsa o zaman dönüp dolaşıp bir şeyler yapmalıdır herhalde.
Uzun yıllar önce meçhul asker diye bir şiir okumuştum. Şöyleydi:
“Meçhul asker
Bir heyet gidince başka bir yere
Çelenk koyar meçhul askerin anıtına
Yarın şayet
Ülkeme gelir de öyle bir heyet
Sorarsa bana
“nerde meçhul asker anıtı” diye
“beyim” derim
“beyim”,
Kıyısında her arkın
Sekisinde her caminin
Kapısı önünde
Her evin
Her kilisenin
Her mağaranın
Kayalarında her dağın
Ve ağaçlarının üzerinde her bahçenin
Kürdistan’da
Gökyüzünün altında her yerde
Her karış toprak üzerinde
Çekinme!
Eğip başını hafifçe
Koyuver çelengini.”
İşte “benliği yaralı ülke” gerçeklik buyken evlatlarının kemiklerine bulmak için dağ taş arayan ve bir parça evlat kemiği bulduğunda buna sevinen ananın, anaların acılarını dindirmek için bile olsa inadına özgürlük kavgası her yerde, her ortamda, tüm zamanlarda, insanlık kuyulara atılmaktan kurtarılana kadar devam edecektir.
K. Nuda
- Ayrıntılar
Malum Erzurum’da emniyet mensuplarının da hazır bulunduğu bir ortamda-hem de çok kalabalık-"Emniyette suçluların kanını alıp gen haritası çıkarsınlar. Çocuk doğduktan sonra analizi yapılsın. Vatana, millete, bu ülkeye zararlıysa yürümeden yok edilsin" sözlerini bir öğretmen hem de müdür sarf etti.
Bu sözler yıllar önce Türk ülkücü ve ırkçıların “her türkün kafa ölçüsü alınsın” sözlerine çok yabancı değil.
Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt da, Türk olmayanların nasıl bir muameleye tâbi tutulacağını sakınmadan dile getirenler arasındaydı: “Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır. Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı.”
“Kadında olsalar, çocukta olsalar bedelini ödeyecekler” sözlerine de bu söylenen yabancı değildir.
Hele hele “ya sev ya terk et” sözlerine hiç mi hiç yabancı değil.
Erdoğan İstanbul gençliği için yaptığı canlı konuşmada ise: ““Dilinin, dininin, kininin davasına sahip çıkan bir gençlik” istediğini herkesin gözünün içine bakarak söyledi.
Kürtler dillerine sahip çıkmak istiyor. Öyle hem de başkasına kin güderek sahip çıkmanın çok ötesinde, kendi dilinin kendisine ait ve kendi benliğinin bir parçası olduğundan bunu yapıyor. Dediğimiz gibi başkalarını aleyhine, başkalarını öteleyen, yasaklayan, küçümseyen, horlayan, “Kürtçe medeni bir dil midir” deyip alay eden bir yaklaşım içerisinde bulunmadan, sadece ve sadece kendisine ait olanı isteyen, bunun için de çalışan, mücadele ederek varlığını koruyarak özgürlüğünü savunmaya çalışıyor Kürtler.
Kürtlerin bu mücadelesi bu topraklarda başka halklara da ilham verdiğini her gün görüyoruz. Bugün Lazlar kendi kimliklerine daha fazla sarılmış durumdalar. Çerkezlerde bir bilinçlenme alenen görülüyor. Daha dün tüm hakaretlere maruz kalan Romenler bugün meclislerde karşılanıyorlar. “Mum söndüren aleviler” din kardeşleri oluyorlar. Araplar, felahlar ve nice başka azınlık ya da halklar değer görüyorlar. Başka inançlara saygılı yaklaşılıyor. Özü gerçekten böyle midir o tartışılabilir. Ancak bir gerçek vardır ki o da halklar yani bu toprakların insanları artık “Kendini kendi tarzında anlatma hakkı” istiyorlar. Ve bunun için meydanlara çıkıyorlar. Karadeniz’in en kuytu köşelerinde yetmişlik analar iş makinelerinin önüne çıkarak HES’leri protesto ediyorlar, ölmek üzere olan dilleri için Çerkezler çalıştaylar hazırlıyorlar.
“Ancak, iki çocuğum da kreşe başladıktan sonra benimle tek kelime Kürtçe konuşmuyorlar. Ben Kürtçe soruyorum onlar Türkçe yanıt veriyor. Türkçe soruyorlar, ben Kürtçe yanıtlıyorum. Açıkça söylüyorum bu zulümdür. Yarın okula başlayıp, ‘Türk’üm, doğruyum, çalışkanım’ diyecekler. 20 yılımı bu davaya vereceğim ve çocuğuma kendi dilimi veremiyorum” diyerek isyan edenlerin sayıları her geçen gün çoğalıyor. Ve çoğalmaya da devam edeceklerdir.
Tekrar başa dönersek: "Emniyette suçluların kanını alıp gen haritası çıkarsınlar. Çocuk doğduktan sonra analizi yapılsın. Vatana, millete, bu ülkeye zararlıysa yürümeden yok edilsin" “suçluların kanını alıp gen haritası çıkarsınlar” sözleri öyle boş sözler değildir. Bir yandan halkların gelişen isyanı ve hak talepleri, diğer yandan “ya sev ya terk et”, tehditlerin yanı sıra “Dilinin, dininin, kininin davasına sahip çıkan bir gençlik” diyerek halklara karşı soykırım tehdidi savruluyor. Dediğimiz gibi sanılmasın ki Erzurum’da söylenen ve sarf edilen sözler nesebi gayrisahih olanlardan ayrıdır. Tersine nesebi gayrisahihlerin ortak noktası ırkçılıktır. Söz düzeyinde ümmet denilse de özleri şovenizmdir, milliyetçiliktir, faşizmdir hem de Yeşil Türkçü Faşizmdir. Bundandır ki “zararlı genler” üzerine sözde muhafazakar ve Akepeli olan zat konuştuğunda tüm salonda gülüşmeler yükseliyor. O sesli gülüşler geleceğin projesini sunan zihniyete olan destekten başka bir şey olmadığını herkes bilerek mücadeleye atılmalıdır.
Özcesi Yeşil Türkçü Faşizme karşı Türkiye’nin tüm renkleri bir araya gelirlerse, gelebilirlerse “Dilinin, dininin, kininin” faşizmine karşı bir direnç ve karşı duruş gösterebilirler.
Engin Sincer
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 22 Şubat günü 14.00-15.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap'ın Bêtkarê, Geliyê Feqîra ile Şehit Mazlum Tepesine yönelik olarak işgalci TC ordusuna ait kobra tipi helikopterler tarafından bombardıman yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 21 Şubat günü 14.00-15.00 saatleri arasında Colemerg'in Çelê ilçesine bağlı sınır hattında bulunan Serê Sêvê ile Latê Kewa Tepelerine yönelik olarak işgalci TC ordusuna ait kobra tipi helikopterler tarafından bombardıman yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Özgürlük hareketimizin büyük bir direniş göstererek, sömürgeci ve inkarcı zihniyet güçlerini Zap alanında yenilgiye uğratarak elde ettikleri zaferin ikinci yıldönümüne girerken, kanlarıyla özgürlük destanını yazanların kervanına Önderliğe olan büyük bir bağlılık ve inançla katılan Cahit, Ayhan, Erdal, Arteş, Baran, Tufan, Agit, Zından ve Özkan yoldaşlarımızı saygıyla anıyoruz. Halkımızı bir bayram havasıyla serhıldanlara kaldıran, örgütleyen direniş ruhunu güçlü bir biçimde bir kez daha tüm dünyaya gösteren, bu görkemli direnişte yer alan militanlarımızı da bu yıldönümü vesilesiyle başarılarından ötürü tekrardan saygıyla selamlıyoruz.
Birçok yöntemle yürütülmeye çalışılan özel savaş yöntemleri, 2008 yılında da önemli ittifaklarla özgürlük değerlerimize saldırarak sonuç almak istedi. Başta Önderliğimize karşı ve hareketimize karşı bütün siyasi, kültürel, diplomatik, ekonomik ve askeri boyutlarda konseptler uygulamaya konularak saldırıya geçildi. Başta ABD’nin istediği bu kara operasyonu, savaş karargahımızın beynini hedef alarak PKK’nin güçlü yanlarını ezmeyi, tasfiye etmeyi amaçlıyordu. Bütün sistem güçlerini arkasına alarak operasyona başlayan faşist Türk ordusu, Zap’ta Önderliğinin özgürlüğüne kilitlenmiş inanç yüklü, ateş yürekli ve irade Abidesi olan HPG gücü ile karşılaştı.
21 Şubat günü başlayıp 9 gün süren bu savaşta, faşist Türk ordusu arkasına aldığı ittifak güçlerinin emirleriyle elinden geleni yapmaya çalıştı. İstihbarat, keşif, hava ve kara kuvvetlerinin hepsini, bölge politikaları içinde bir piyon olarak devreye koydu. Teknolojik imkanlarla donatılmış Türk askerleri, yoğun hava bombardımanı desteğiyle operasyona başladılar. Çiyaye Reş, Şikefta Birindara ve Karker tepesini içine alan gerilla güçlerimizin savunma pozisyonu içinde bulunduğu uzun bir silsileden oluşan bu hatta çatışmalar yoğunlaştı. Diğer taraftan Çemço ve Küçük Cilo tarafından da yönelim oldu. Gerilla güçlerimizin kahramanca verdikleri sert cevaplarla, birçok mevzide bozguna uğradılar. Fakat hava saldırısı desteğinde operasyonlarına devam etmek istediler. En çok güvendikleri kobranın düşüşünden sonra, kolları kanatları kırıldı. Psikolojik üstünlük gerilla güçlerimizin eline geçince, yenildiklerini en derinden hissettiler. Aslında bu anda geri çekilme kararını dört gözle bekler oldular.
Bütün imkanlarını seferber eden faşist Türk ordusu, yoğun çatışmalar sonrasında büyük darbeler yiyince umutları kırıldı. Büyük ittifaklar sonucunda medyayı ve halkı da hazırlayıp savaşa giren ordunun ayak sesleri yavaş yavaş sönmeye başladı. Direnişin karşısında kırılma yaşanınca, geri çekilmek istediler. Çünkü hem Türkiye’de otoriter bir yapılanma olarak güven aşılayan bir ordu, bu kimliğini kaybedecekti hem de Güney Kürdistan’da ki bütün örgütlenmelere rağmen PKK çizgisi, genel Kürtlerin temsili düzeyinde hakimiyet kazanacaktı. Askeri bir yenilginin yanında, siyasi bir yenilgiyle de yüz yüze kalan inkar ve imha sistemleri, bu durumu ilerletmenin kendileri açısından korkunç sonuçlarını gördü.
Büyük bir direniş ruhuyla savaşı karşılayan güçlerimiz çatışma süreçlerinde soğuk, açlık ve uykusuzluk sorunlarını inanç ve iradeyle bertaraf ederek, faşist Türk ordusuna unutamayacağı ağır bir darbe vurdular. Bütün arkadaşlarımız onurumuza ve özgür yaşamımıza saldıran bu orduya karşı, komple bir saldırı ve savunma ruhuyla cevap verdi. Verdiğimiz şehitlerle vaat ettikleri ve kandırdıkları yalancı yaşama tenezzül etmediler. Kardan yaptıkları mevzilerde saatlerce kalan, ağır silah mevzilerinde günlerce hava saldırılarına geçit vermemekte ısrarlı olan yoldaşlarımız, saldırılarıyla düşmanını şok ettiler. Bedeller vererek özgürlüğümüzü savunan yoldaşlarımızın hepsinin kilitlendiği nokta, zafere olan inançtı. Ancak böyle zaferler kazanarak halkımız temsil edilecek, şehitlerimize layık olunacak ve Önderliğimizin özgürlüğü sağlanabilecekti.
Savaşa öncülük edip şahadete ulaşan komutanlarımızdan; Ayhan ve Cahit yoldaşlar bizler için yüksek bir cesaret kaynağı oldular. Ayhan yoldaş bulunduğu cephede ilerleyen düşman kolunu etkili bir şekilde vurarak durdurdu. Cahit ve Erdal yoldaşlar tepedeki mevzilere saldırıp, düşmanı sıkıştırıp ölümcül darbeyi vurdular. Küçük Cilo cephesindeki düşmana karşı da mevzilenen gücümüz içinde yer alan Baran ve Tufan yoldaşlar da kahramanca savaşıp, genç yüreklerini direniş ile taçlandırdılar. Özkan ve Arteş yoldaşların öncülüğünde, tüm hava saldırılarını yüksek bir ısrarla cevap verip boşa çıkaran birimimiz, direniş mevzisini son ana kadar koruyup halkının onurlu savaşında Zından ve Agit yoldaşlarla birlikte abideleştiler.
Tüm zorluklara karşı direniş gücünde ustalaşmış gerillanın taktikteki başarısı, halkımızın bahar süreciyle birlikte bir bayram coşkusuyla serhıldanlarla bu zaferi sahiplenmesini de beraberinde getirdi. HPG olarak, özgürlüğe susamış bir halkın Önderliğini Özgürleştirmek görevi ile karşı karşıyayız. Bu uğurda yapılacak bütün direnişler, bizi daha çok başarıya yaklaştırıyor. Kahraman gerilla gücünün nasıl bir zafer ruhunu içinde yaşattığını gördük. İnsan düşüncesinin, iradesinin, ruhunun ve enerjisinin en büyük taktik olduğunu bir kez daha ispatladık. Yenilmemize dönük beklenilen bütün umutları kırıp, halkımızın umudunu güçlendirdik.
Bundan sonraki bütün yaşamımızı yenilmeyen bir direniş yaşamı haline getirerek, ancak Önderliğimize layık olabiliriz. Önderliğimiz üzerindeki baskıları durdurup, Önderliği koruyup Özgürleştirmek yine böyle direnişlerle mümkün olacaktır.
Fazıl Botan
- Ayrıntılar
20. yy. devrimler ve karşı devrimler tarihinde en çarpıcı bir yüzyıldır. Devrimlerin belirgin özelliği, proletarya ve halk ağırlıklı bir öze sahip olmasıdır. Daha önceki yılların bütün devrimleri egemen sömürücü sınıflar adına geliştirilirken, 20. asrın devrimlerinde en çok ezilen sınıflar ve halkların kurtuluşu belirleyici bir yer tutar.
Avrupa’da gelişen kapitalizme, özellikle de burjuva devrim yıllarının yerini gericiliğe bırakmasına karşı gelişen proletarya ağırlıklı ideolojik-politik ve sosyal hareketlilik; I. Enternasyonal, Paris Komünü, II. Enternasyonal ve Bolşevik önderlikli devrimle başlayan III. Enternasyonal, Sovyet Deneyimi ve bu temelde dünyanın dört bir tarafına yayılan başta Çin Devrimi olmak üzere ulusal kurtuluş devrimleri, neredeyse bütün yüzyılı doldurur ve alt-üst eder. Önceki yüzyılların, hatta bin yılların egemenlik anlayışını, sömürü tarzını büyük oranda dağıtır. Neredeyse “komünist ütopyaya bile geçiyoruz” diyecek bir aşamaya kadar getirir. Fakat bir çok halk devriminde, ezilenlerin başkaldırısında görüldüğü gibi bu 20. yüzyılda da kölelerin, proletarya halklarının devriminde darlıklar baş gösterir. Büyük devrimci dalganın iç nedenlerine dıştan düzeni temsil eden kapitalist emperyalizmin etkileri, içerde geçmiş yüzyılların sosyal yaşam alışkanlıkları, bizzat devrim kadrolarının da erkenden bürokratlaşmaları ve bu etkilerden oldukça payını almaları, kendilerini kalkınmacı anlayış temelinde onlara benzetmeye çalışmaları, bunlara bilinçli sızmalar, her türlü baskı, şantaj, provokasyonlar da eklenince içe doğru büzülme, giderek bir kast rejimini oluşturur. Kendi halkları üzerinde bile bu devrimler bir karşı- devrim gücü haline gelir ve bilindiği gibi, özellikle 20. yüzyılın son çeyreğinde tam bir gericilik kurumları haline gelirler. İçerde kendi emekçilerine karşı, dışarıda da halkların kurtuluşuna karşı çok olumsuz bir konuma girerler. Bunu fırsat bilen emperyalizmin deneyimleriyle yüklenmesi, bu devrim kalelerinin peş peşe çözülmesine, düşmesine yol açar.
Özellikle, tam da Fransız Devrimi’nin 200. yılında reel sosyalizmin kurulduğu ülkelerde, çok açıktan bir çözülüş başlar ve bu çözülüş halen günümüze kadar da devam etmektedir. Çözülüşün niteliği konusunda halen tartışmalar sıcağı sıcağına yürütülüyor. Çözülmenin nedeninin ne kadar derin olduğu, ne kadar karşı-devrimci bir tarzda geliştiği ve ne kadar kendisini yenilemek biçiminde bir özeleştiriye geçtiği de sürekli tartışılıyor. Tam da bu süreçte fırsattan istifade, tıpkı burjuvazinin başlangıcında her egemen sınıfın yükseliş döneminde olduğu gibi “dünya benimle başlar, benimle biter, başı da sonu da benimledir” dercesine devrimler tarihinin bittiği, artık çürük, oldukça karşı-devrimci öze bürünmüş burjuva liberalizminin sonsuz bir çağataya yakalandığına dair birçok spekülasyon, sahte teoriler ortalığı kapladı. Tarihin sonu olduğu biçimindeki değerlendirmelerden, burjuvazinin nerdeyse yeni bir devrimci sınıf olabileceğine kadar birçok varsayım ileri sürüldü.
Bu arada tarihin her döneminde olduğu gibi, baş emperyalist gücün Yeni Dünya Düzeni hamlesi ve ona dayalı düzen anlayışı ortamı kapladığı gibi hamle üstüne de hamle yapmaktadır. Hamleler yüzyılın son çeyreğinde, öncelikle kapitalizmin eski kalelerinde geliştirildi. Kendi içini restore etti, ardından dalga dalga diğer kıtalara Güney Amerika’ya, Afrika’ya, Asya’ya doğru kaydırıldı. Yine hamlenin en çarpıcı yönü, başını Sovyetler Birliği’nin çektiği reel-sosyalist ülkelere, halen içinde yaşadığımız günlere kadar, büyük bir iştahla dayatıldı ve belli sonuçlar da alındı. Hamlelerin bazıları askeri- siyasi, bazıları ekonomik ağırlıklı oldu, ama en tehlikeli biçimi de kültürel-sosyal yaşam boyutuna yapılan müdahaleydi. Amerikancı tarz yaşam neredeyse en çok özenilen, herkesin ulaşmaya can attığı bir yaşam tarzı olarak ortalığı kapladı.
Çok sınırlı tarihi bilgimize baktığımızda buna benzer durumların her çağda yaşandığını görmekteyiz. Roma emperyalizminin, iki bin yıl öncesinin sıfırlı tarih aşamalarında, benzer bir etki yarattığını görüyoruz. Herkesin Roma’ya özenmesi bir adet haline gelmiştir. Tüm beylikler, küçük bir Roma kurmaya çalışırlar. Anadolu’da da bu çarpıcıdır. Eski Yunan uygarlığı, Helen uygarlığı üzerinde bir Roma hayranlığı gelişir. Çok ileri olmadığı halde, yükselen bütün feodal ve köleci sınıflar, küçük bir Roma olmaya can atarlar ve Roma’nın izinde sayısız uygarlık kentleri kurulur. Taklitçilik o kadar gelişir ki, halen her tarafta Roma benzeri bir kent görmek mümkündür.
Ortaçağın feodal uygarlığında da buna benzer öykünmeleri görmek zor değil. Özellikle daha yakından tanıdığımız İslam uygarlığına, feodal uygarlığa baktığımızda bunu görebiliriz. Örneğin, ülkemizde klasik işbirlikçiler, kültürel-sosyal olarak hiç anlamını bile bilmemekle birlikte bir ceset gibi bu uygarlık düzeninin biçimlerini yaşarlar. Tabii bu kapitalist uygarlık tarafından aşılıp ikinci plana düşerken, geriye doğru çözülürken, hayranlık kapitalizme karşı gelişmeye başlar. Daha önce bilindiği üzere Fransa’ya hayranlık duyulurdu, şimdi ise onun yerine İngiliz emperyalizmine ve İngiltere emperyalizminin dünya çapındaki egemenliğine hayranlık duyulur. Artık daha elverişli büyük topraklarda kapitalizmin münvit gelişimine sahne olan Kuzey Amerika, ağırlıklı bir temelde de dünyaya doğru genelleşen kapitalist-emperyalist dönem ve onun kültürel, sosyal ağırlıklı yaşamı etkili olur. Politik-askeri gelişimi olmakla birlikte, en çarpıcı gelişimi kültürel-sosyal boyutludur. Şüphesiz ekonomik temelleri sağlamdır ve artık herkes Amerikan özentisine girer, herkes bir küçük Amerika yaratma peşine düşer ve bütün ülkelerin hakimleri bunun peşinden koşar. Çok iyi bilindiği gibi Türkiye’de de kapitalizmin gelişim yıllarında, Anadolu’nun bir küçük Amerika olması için can atılır. Ve bunu açıkça da söylerler.
Günümüze doğru geldiğimizde, NATO temelinde askeri ve sahte bir burjuva demokrasisi biçiminde tanık olduğumuz bu gelişme, ekonomik ağırlıklı olarak da gelişim gösterir. Yine tarihin her çağında olduğu gibi Ortadoğu’ya doğru yayılmalar, ister doğudan yükselen, ister batıdan yükselen, isterse bizzat Ortadoğu’da yükselen uygarlıkların hamlesi, işgali, istilası buralarda büyük bir iz bırakır. Kapitalist-emperyalist yayılma öncelikle Anadolu kapısından içeri girer. Osmanlı İmparatorluğu’nun feodal merkeziyetçi yapısı, kapitalizmin yeni yükselen güçlü darbeleri altında dayanamaz ve çözülür. Son iki yüzyılda bu çözülüş hızından hiçbir şey kaybetmeden önce Anadolu’da kök salar, daha sonra Akdeniz kıyılarından Suriye’ye doğru ve giderek Mısır’da, Kuzey Afrika’da, Basra körfezi kıyılarında etkili olmaya çalışır.
Emperyalizm, Kemalizm’in hakimiyetindeki TC, yine Akdeniz kıyısındaki İsrail olmak üzere iki tane önemli vurucu güç kazanır. Bunlarla Ortadoğu’nun feodal, kültürel, toplumsal yapısını çözer. Bu çözülmeyle birlikte bir sürü yeni işbirlikçi rejim doğar. Eski feodal şeyh, bey kökenliler hızla işbirlikçi-komprador bir düzenle birlikte burjuvalaşmaya doğru yönelirler. Bunun çok geri bir şoven milliyetçilikle beslenmesiyle birlikte despotik, çarpık, emperyalizmin vasatı, bağımlı iktidarlar şekillenir. Yüzyıllarca, hatta bin yıllarca tarihin, uygarlıkların şafak vaktinde çok önemli devrimlere, değişmelere; sosyal, kültürel, hukuki, askeri düzenlere yol açmış olan bu topraklar, bu sistemler dıştan gelen bu çözülüşlere dayanamaz. Kendilerine duydukları inançlarının, kültürel kimliklerinin, sosyal-milli benliklerinin yıkılışına tanık olurlar, buna karşı direnmekle üstün rejim karşısında dayanamazlar. Ve çözülüş neredeyse en dar aşiret bünyelerine kadar sızar. Hepsi adeta felçli bir biçimde bağımlı, oldukça çarpık, tüm tarihsel değerlerine karşı körelmiş, kendilerine dair umutlarını, inançlarını yitirmiş bir haldedirler. Hem geçmiş tarihten kopmaları ve hem de kapitalist-emperyalist sistemin en gerici yayılış sürecinin işbirlikçiliğine soyunmalarıyla birlikte, işbirlikçilikleri en gerici bir düzene ve ekonomileri halkların bütün zenginliklerinin çarçur edilmesine dayanırken, kültürel-sosyal rejimleri bu yüzyılın çok güçlü olan birikimlerini bir aşağılık kompleksiyle terk etmelerine yol açar. Siyasi olarak oldukça despotik ve askeri olarak da emperyalizmin silahlarıyla kendi halk karşıtı rejimlerini sağlama almaya dayanır. Fakat Ortadoğu’daki bu yeni emperyalizm düzenlemesi oldukça çürüktür. Tamamen halk karşıtı, tarih karşıtı konumu her an devrimci direniş faaliyetleriyle darbelenmeye açıktır.
Nitekim burada emperyalizmin işbirlikçi-komprador düzeni ne kadar gelişirse o kadar da, dar da olsa Anadolu’da başlayan ve çok çelişkili olmakla birlikte anlaşılır bir Kemalist ulusal kurtuluşçuluk, yine bunun bir benzeri olarak İran, Afganistan ve Arap ülkelerinde Baas partileri biçiminde tüm yüzyılı etkileyen bir direnmeye de tanık olur. Bu direnmelerin sınıf kökeni küçük burjuvazidir ve hızla kompradorlaşmaya doğru yönelirler. Bunların halklarıyla bağlantı kurmadan, devrimi derinleştirmeden özellikle içlerinden çıkan sağ yaklaşmalarla emperyalizmle hızla tekrar bütünleşmeleri peş peşe karşı devrimlere yol açar. İşte bu, Türkiye’de de Kemalizm biçiminde ortaya çıkan hareket, daha Kemal hayattayken hem kendi halkına, hem tüm Ortadoğu halklarının tarihlerine, kültürlerine yönelik bir karşı-devrim halinde gelişir. Bunun faşist bir diktatörlüğe doğru yön değiştirmesi, yine benzer bir deneyimin Araplarda Nasırizm biçiminde karşımıza çıkması, İran’da Şahlık rejiminin de buna benzer bir dönüşüm geçirmesi, bu sınıf temeline dayanan devrimlerin biraz sağa doğru savrulmasının da aslında kendi içinde büyük bir çözümsüzlük olduğunu, günümüzdeki gelişmelerde çok iyi görmekteyiz.
Çok yakınen tanıdığımız Türkiye Cumhuriyeti, bugün dünyanın en hastalıklı cumhuriyetidir. Başta ekonomisi dünyanın en iflas etmiş ekonomisidir. Bunun açık ifadesi olarak, yirmi yıldır yüzde yüzü aşan bir enflasyon, aslında çözülüşün, iflasın dünya çapındaki bir örneğidir. Yine TC’nin sosyal, kültürel kimliğindeki müthiş aşınma ve tükenişiyle birlikte Amerika’nın, dolayısıyla Ortadoğu’daki güçlü kalesi İsrail’in emrindeki bir Anadolu dükalığına, Anadolu generaller yönetimine kadar indirgenmesine tanık oluyoruz. Yani Türkiye Cumhuriyeti denen Anadolu’daki egemenlik, aslında son tahlilde ABD’nin ve İsrail’in adına iş gören, dar bir generaller grubuyla yönetilen bir taşeron rejimidir. Emperyalizmin elinde istediği gibi kullanabileceği, ağırlıklı olarak askeri bir aygıttır, başka herhangi ciddi bir özelliğinden bahsetmek mümkün değildir. İran Şahlığı da buna benzer bir konumdaydı ve İslam devrimiyle çözülen bir süreci halen yaşıyor. Mısır biraz daha geriden bunu takip ediyor. Ve en ilginci Irak’taki Saddam Hüseyin’in önderliğindeki Baas rejiminin gerçeği oluyor.
1990’larda Körfez Krizi ve ona emperyalizmin dayattığı müdahaleyle başlayan bu süreç, şimdi yeni bir büyük kriz biçiminde karşımıza çıkmış bulunuyor. Dünyanın tüm gözleri ha yapıldı, ha yapılacak olan yeni bir müdahaleyi bekliyor. Aslında çapı çok küçük bir müdahale gibi düşünülmesine rağmen dünyanın bu kadar dikkatini çekmesi bu rejimin, kısaca değerlendirmeye çalıştığımız tarihi gerçeklikle birlikte, başta yer altı zenginlikleri ve petrol olmak üzere, esas itibariyle emperyalizmin bu yüzyılın sonuna doğru dayatmaya çalıştığı Yeni Dünya Düzeni karşısında aşılması gereken bir rejim olarak düşünülmesinden dolayıdır. Yeni düzenin stratejik bir hedefi durumundadır. ABD, İngiltere’nin öncülük ettiği yeni emperyalist düzen, bu stratejik hedefi aşmakla yüzyılı büyük bir başarıyla kapatmak istiyor ve anlaşılır nedenleri vardır. Çokça bilindiği üzere dünya petrollerinin yüzde altmışına yakınının bu bölgede bulunması, yine bu rejimin siyasi olarak da emperyalizmin başını ağrıtan bir rejim konumunda bulunması, yanı başında İran İslam Cumhuriyeti ve yine tehdit altındaki veya tehdit eden bir güç olarak İsrail’in kapı komşu olma durumu söz konusudur.
Tabii biz, tüm bunların altında kendini tekrardan tarih sahnesine çıkarmaya çalışan bir Kürdistan gerçekliği ve bundan kaynaklanan, bunun adına yükseltilen bir devrimci başkaldırı oluyoruz. Emperyalizmin Yeni Dünya Düzeni dünyanın diğer tarafında da bazı önemli sorunlarla karşılaşmakla birlikte, buralardaki sorunları stratejik olarak değerlendirmekte ve yeni bir dünya düzenin hakimiyetini bu stratejik hedeflerin düşürülmesine bağlamaktadır ve kendine göre de bilinen nedenlerden dolayı haklıdır.
Görünüşte bu kadar basit izah edilebilecek bu müdahale, aslında tarihten gelen ve günümüzde de en zayıf halka diyebileceğimiz bir konuda şansını deniyor. Bu anlamda 20. yüzyıl sonlarına doğru, emperyalizmin nihai zaferi veya önemli bir kaybı diyebileceğimiz süreç, burada iç içe yaşanıyor. Bu müdahalenin bütün emperyalist müdahalelerin son bir halkası olması, belki de yüzyılın sonuna doğru tam bir hakimiyet biçiminde bir duyguya götürebilir. Bu duygu nedeniyle ABD başkanlığı kimsenin kolay kolay anlamadığı bir ısrarın içindedir. Emperyalist mantık gereği bu ısrar bize göre rahat anlaşılır. Her dünya egemeni, her dünya emperyali, onun imparatoru ve sözcüsü hep nihai zaferler peşinde koşar. Küçük bir noktada ki başkaldırıyı bile kendileri için ciddi bir sorun sayarlar. Bu onlara hakim olan iktidar anlayışının doğal bir sonucudur. Fakat buradaki çelişki, işi biraz komik duruma sokmaktadır. Kendi eliyle oldukça destek sunduğu bu rejimin biraz da Ortadoğu coğrafyasına, kültürüne has zıtlıklarıyla karşı karşıya kalıyor. Siyaset, askerlik, savaş sanatı tarihte ağırlıklı olarak Ortadoğu kökenlidir. Bir kez daha bu gerçeği görüyoruz. Reel sosyalist ülkeler bile neredeyse dünyanın üçte birindeki etkinlik alanı ve her düzeyde yarışacak bir ekonomi, askeri güç üstünlüğüne ulaşmalarına rağmen kolayca çözülürken, emperyalistlerin kendi destekleriyle yarattıkları bir rejimi çözememeleri hayret vericidir ve tabii ki bu da onları öfkelendiriyor.
Bu iş bu kadar kolay anlaşılamaz, çözülemez. Her zaman kendisini gösterdiği gibi, Ortadoğu gerçekliği kolay yabana atılacak bir gerçeklik değildir. Ne kadar özüne, tarihine ters düşmüş kişilikler de olsalar buradaki kültürel kalıp, miras henüz tam çözülmemiştir. Çok sınırlı bir işbirlikçi güç tarafından dinsel mirasın, kültürel mirasın, ulusal ve kavimler mirasının göz ardı edilmesine, talan edilmesine zemin sunulmasına karşılık, bu mirasın tümünün eritilemediğini görmek mümkündür. Örneğin, doğu ülkelerinde hatta Afrika’da ve Asya’nın doğusunda olduğu gibi çözüldüğünü söylemek zordur. Bu da bir paradoks. Dünyanın biraz çözmekte zorlandığı gerçeklik, böylesine paradoksal bir özelliğe sahiptir. Müdahale yapılsın mı, yapılmasın mı sorunu aynı zamanda paradoksal özellikle bağlantılıdır. Kimisi, “çok tehlikeli sonuç doğurabilir”, kimisi de “çok basit bir fiskeyle bile halledilir” diyor. Sorun karşılarındaki rejim değildir, isteseler onu yirmi dört saatte de tasfiye edebilirler, fakat sonuçlarından çok çekinmektedirler.
Gerek emperyalizmin, gerekse işbirlikçilerinin hayallerinde, projelerinde, politik konseptlerinde, planlarında hiç yeri olmayan; politik bir güç, hatta ulusal-sosyal bir gerçeklik olmaktan çoktan çıkarılmış, işgal ve istila sonucunda tamamen eritilmiş; bir halk iradesi olmayan, hatta varlığından bahsedilemeyecek kadar silikleşmiş, harabe haline getirilmiş bir ülke ve terkedilmiş bir insan yığınından bir iradenin ortaya çıkması doğal olarak beklenilmiyordu. Bilindiği üzere, bu gerçekliğe PKK adı altında bir müdahalemiz vardı. Herkesin boş işler dediği bu müdahaleyle çok olumsuz, çok anlamsız gibi görünen, hem sağ hem sol, hem düzen hem düzenin egemenliği altında yaşayan halk tarafından ne umuduna değer biçilen ne de başarısına inanılan ve herkesin adeta kendisinden kaçtığı bir gerçekliği biz ısrarla ele aldık. Tek iş sahamız olarak bizzat bunu değerlendirdik. Adeta hiçbir ekonomik değeri olmayan bir madeni keşfetmek gibi, üzerini kazıdıkça ekonomik değeri, giderek sosyal, siyasi ve askeri değeri de olabilecek bir nesne, bir değerler birikimi olduğu, en azından diğer işlere göre daha lüzumlu bir iş olabileceği kendisini gösterdikçe -ki biz buna PKK’lileşme diyoruz- neredeyse pek de insanlık bilincinde, hatta kendi halkının bilincinde bile olmayan bir gerçekliği ortaya çıkardık. Giderek onun siyasallaşmasını, askerleşmesini ve kültürleşmesini kavram haline getiriyoruz. Teori, varsayım ne kadar soyutsa, biz de bu işi soyutun soyutu bir biçimde ele aldık ve yine pratik ne kadar umutsuzsa, definecilerin harabelerden altın araması gibi bizim de buralarda hep bir şeyler aramamız bazı buluşlara yol açtı.
En başta TC olmak üzere, onun efendileri emperyalistler ve bölgenin diğer işbirlikçi güçleri uzun bir süre bir şeyler olabileceğine inanmadılar. Dolayısıyla yaklaşımlarında büyük hatalar yaptılar. Tabii buna halkımız uzun süre seyirci kaldı, hatta PKK’lileşmeye tabi tutulan insanlar bile bir türlü inanamadılar. İnanmaları halen yüzde beş oranındadır. Kendilerini bir türlü bu pratiğe veremediler. Ama geliştirmeye çalıştığımız Önderlik biçimiyle oldukça inatçı ve hiç kimsenin değerli bir iştir demediği, boş işler kabilinde bir iş biçiminde görülen bu çalışmayı tercih ettiğimiz bir meslek olarak yüklendik. Sonuçta bu büyük emperyalist hamlenin geliştiği 1990’lara doğru, mücadelemizi dikkate değer bir gelişme içine soktuk. Bu işin peşindeki irade neyle ne kadar uğraştığını çok iyi bildiği ve iğne ucu kadar bir çalışma, bir kazanma imkanının değerini çok iyi takdir ettiği için, bu süreci çok iyi değerlendirdi. Hatta öyle bir değerlendirme içine girdi ki, gerek Yeni Dünya Düzeni’nin, gerekse işbirlikçiler eliyle yürütülen rejimlerin en zayıf halkası olarak burayı gördü ve bu önemli devrimin gerçekleşeceği zayıf halkalardan birisinin bu olabileceğine dair kanaatini ve düşüncesini geliştirdi. Ve bunun için, gelişmelerin umut verici düzeyi yakalandıkça bitmek bilmez bir çabayla daha da yüklenerek, bu yılları neredeyse emperyalizmin yeni hamlesine karşı boy ölçüşebilecek bir devrim hamlesine dönüştürmeye büyük bir istekle yöneldi.
Artık öyle bir noktaya gelindi ki, buradaki devrim ve Önderliği, emperyalizm tarafından dünyanın bir nolu terörist kişiliği, terörist faaliyeti olarak değerlendirildi. Eğer bu devrim başarıya doğru giderse Ortadoğu’nun mozaiğini tekrardan onarmak kadar yenilemek, bir düzen haline getirmek; halkların oldukça eşit ve hür birlikteliğinin devrimci ifadesini yaratmak, inancını, umudunu, örgütlenmesini, savaşımını gerçekleştirmek söz konusu olacaktı. Emperyalizm, basit bir çelişkiyi Irak rejiminin sahasında çözmeye çalışırken kendisini böylesine bir devrimle karşı karşıya buldu. Emperyalizmin baş gücü ABD tarafından çokça söylenen, Türk generallerinin sınırsız desteği, kendi hayat normlarını, sözde demokrasi anlayışlarını, insan hakları anlayışlarını ve sözüm ona dünyanın her tarafında gösterdikleri saygınlığı burada hiç ciddiye almamaları ve en gerçekçi yüzünü buradaki uygulamalarında göstermeleri emperyalizmi çok güçsüz bir durumda bıraktı. Özellikle de Avrupa’da artık bunu savunamayacak bir konuma geldiler ve halklarından bile korktular. Bu devrimi bir an önce bastıramadıkları için öfkelendiler ve kendisini reform yapmaya zorluyorlar. Tabii işbirlikçi rejimin reform yapma karakterinde olmadığı da ortaya çıkınca, bunalım daha da derinleşti. Bugün dünyanın en bunalımlı ülkesi olarak Türkiye ve emperyalizmin en bunalımlı yumuşak karnı olarak Körfez-Irak gerçeğiyle Kürdistan’ın böyle iç içe buluşması büyük ihtimalle devrim anlamına geliyor. Bir ihtimal bu devrim, sürekli başarı üstüne başarı kazanan emperyalizmin bu son savaşımını bir yenilgiye götürebilir. Bu hem endişelendiriyor ve hem de kabusa dönüşüyor.
Bilindiği üzere belirleyici olan ilk savaşlar değil, son savaşlardır. “Doksan dokuz savaşı kaybeden, eğer yüzüncüsünü kazanırsa, aslında savaşı kazanan odur” biçiminde bir durumla karşı karşıyayız. Bu savaşımın öyle bir özelliği var. Bu, çok çelişkili bir kişilik olmasına karşın, Irak rejiminin önderi Saddam tarafından söylendi. Sanırım “bu savaş, savaşların anasıdır” biçiminde bir değerlendirmenin bu yönü düşünülebilir. Asıl bu savaş bizim devrimci savaşımımızdır, ona dönüştürüyoruz. Ona dönüştürdüğümüz için, bizimle birinci elden savaşan TC, bugün görüldüğü gibi çok karmaşık, sonucunun nasıl geleceği belli olmayan, çok tehlikeli bir biçimde pek de o kadar hakim bir askeri-siyasi rejim yönetimine yakışmayacak sözler söylüyor. Aslında “karmaşıktır, sonucun nereye doğru götüreceği belli değildir” derken, bizim devrimimizin nelere yol açacağına dair duydukları korkuları dile getiriyorlar. Kendilerine göre tabii haklıdırlar. Biz de bu devrim faaliyetlerimizin sonuçlarının ne olabileceğini sürekli tartışıyoruz. Karmaşıklığından, başarı veya yenilgi tarzlarından bahsediyoruz.
Şiddetle karşı karşıya olma durumumuzdan bahsedilebilir. Kürdistan devrimi, daha düne kadar bütün karşı devrimci mihrakların ufkunda bile olmayan, bir tehdit olarak konseptlerin de dahi bulunmayan bir durumdayken, şimdi bu gerçeklikle birinci sıraya gelmiş bulunuyor. Eskiden bir tarihi inceleme konusu olarak değerlendirilen bu gerçekliğe “bir büyük devrimin zemini olabilir mi” gibi bir soru işaretiyle yaklaşılıyordu. Ama şimdi günlük planlamalara “bu devrimin önü nasıl alınabilir” biçiminde konu olabiliyor. Dikkat edilirse burada çok öznel, daha düne kadar anlaşılamayan, mensupları tarafından bile takdir edilemeyen, hatta savaşanların bile tam anlamını biçmekte zorluk çektikleri bir durum yaşanıyor. Bu olgu, buraya savaşı dayatan güçler tarafından en önemlice ele alınarak ve sonuç çıkarılarak takip ediliyor. Çok çarpıcı bir gelişmedir ve bu noktaya biz getirdik. Bizim gibi bir umut savaşıyla bu işe girişenlerin, tabii ki bundan rahatsızlık, endişe duymalarından ziyade, kendilerini oldukça gelişkinlik arz eden başarı yürüyüşüne heyecanla kaptırmalarından bahsedilebilir. Nasıl bir devrim? Bir kez daha devrimin ulusal, toplumsal özellikleri gelişim gösterebilir. Yine bu devrim enternasyonal yönü nasıl ortaya çıkabilir? Devrim nasıl Ortadoğulaşabilir? Tam çözüldü denilen, sosyalist devrimleriyle ilişkisi nasıl kurulabilir? Böylesine daha da arttırılabilecek sorular, çok yakıcı olmakla birlikte çözüm şansına da oldukça kavuşmuş bulunuyorlar. Bunlar sadece bizim iddialarımız, ortaya attığımız sorular değil, en baştaki ABD emperyalizminin artık günlük olarak değerlendirmeye tabi tuttuğu sorulardır. TC zaten soru da sormuyor, sınır tanımaz bir saldırı gücü olarak rolünü oynamak istiyor.
Ortadoğu’da En İddialı Devrim Kürdistan Devrimidir
Kürdistan Devrimi ciddi olarak tartışılmaya değer bir konuma gelmiştir. Biz bu tartışmayı tam olarak ’70’lerde de yapmıştık. Fakat başta reel sosyalizmin en önde geleni olarak bilinen Rusya Sovyet’i olmak üzere diğer irili ufaklı Türkiye’nin solcuları, komünistleri de pek ciddiye almadılar. “Devrim yapalım, sonra düşünürüz” diyorlardı. Emperyalizmin ve işbirlikçilerin dağarcığında böyle bir devrim endişesi olmadığı gibi, Sovyetlerin ve işbirlikçisi komünistlerin, solcuların da dağarcığında böyle bir devrime yer yoktu. Alay ediyorlardı. Bu, bizim için rahat bir gelişme imkanı sunuyordu, ama bu güçler güvenimizle oynamak istiyorlardı. Bizim kişilik yapımız bu yaklaşımlardan etkilenmedi. Kendimize güvenmeyle birlikte giderek inadımızı da devreye daha ağırlıklı bir biçimde koyarken, onlar kendi anlayışları içinde boğuşup tükendiler ve biz çıkış üstüne çıkış yaptık, hamle üstüne hamle yaptık ve neredeyse müthiş aradan sıyrıldık.
Bu biçimde PKK tarihini bir kez daha açmak istemiyorum. 25. yılını yaşıyoruz. Yaşanılan tam yirmi beş yıllık bir tarih gerçeğidir. Dikkate değer bir biçimde, bütün devletlerin incelenmesine tabi tutuluyor. Yine birçok bilim çevreleri de bu gerçeği anlamaya çalışıyorlar. TC başlangıçta dikkat etmemenin acısıyla hırçınlaşarak, kural tanımaksızın özel savaşla yükleniyor. Solculuk bunu kavrayamadığı için, bu ülkede en gerici bir mezhep durumuna düşmüştür. Halen bölgede ilerici rejimler adı altında şekillenen rejimler de bu devrimci politik gelişmeyi doğru değerlendiremiyorlar, tereddütlü yaklaşıyorlar. Tüm bunlara özgücü daha da geliştirerek, umudu ve iradeyi daha da bileyerek yükleniyoruz ve giderek sonuç almaktan da geri kalmıyoruz. Bir kez daha çok ciddi olarak, hem derinliğine hem de genişliğine Kürdistan devriminin olasılığı vardır. 2000’e doğru emperyalizmin Yeni Dünya Düzeni ne kadar iddialı bir girişimse, Kürdistan devriminin de Ortadoğu ağırlıklı bu yeni düzenlemeye karşı bir role sahip olması ve birçok gelişmeyi etkilemesi söz konusudur. Neredeyse her şey yeniden tarih sahnesine çıkıyor. Kürdistan’da adeta mezarından kalkıp başını uzatırcasına bir kimlik, yeni bir insan, dirilen bir insan var ve bu şaşkınlığa yol açıyor. Devrimci tarzın kendine özgü biçimi, klasik devrim anlayışlarıyla değerlendiremiyor. Yine emperyalizmin klasik karşı devrimci teorileriyle bile karşılanamıyor. Özel savaş ne kadar çılgınlaşırsa, aksi sonuçlar vermekten kurtulamıyor. İşin en ilginç yanı, hiçbir halk devrimine benzemeyen, hatta hiçbir parti deneyimine benzemeyen bir partileşmeyle, bir halklaşmayla karşı karşıya kalınıyor. Yenilik buradadır.
Bu işin önder gücü büyük bir tecrübeye sahip olmak kadar, işin ufkunu, irade çekiciliğini de gelişkin kıldığı için, her ne kadar emperyalizm tarafından en büyük “terörist” biçiminde değerlendirirse de devrimci güç olarak kabul görüyor. Nasıl yaklaşılmalı? Toptan reddin tehlikeleri ortaya çıkaracağı, uzlaşmanın da büyük tehlike arz edebileceği tartışılıyor. Birçok önemli devrimsel gelişmelerde olduğu gibi burada da karmaşıklık kendisini derin bir şekilde dayatıyor. Uzlaşılsa bir türlü, uzlaşılmazsa bir türlü. Uzlaşmadan devrim kazanabilir, fakat uzlaşmazsalar da devrim daha da radikalleşip güçlenebilir. Bu ikilem çok güçlü yaşanıyor. Kürdistan devrimi söz konusu olduğunda, her özgünlükte olduğu gibi buradaki özgünlüğe de eski kalıplarda yaklaşımlar, eski yaklaşım sahiplerinin birçok noktayı göz ardı etmelerine, yanlış ele almalarına yol açıyor ve bu da kayıplar anlamına geliyor. Ciddiye almazlık eskisi kadar olmamakla birlikte halen devam ediyor ve bu kendileri için olumlu sonuç vermiyor. Çok ciddi yaklaşımlar -o da özgünlükten dolayı- birçok hatalı yaklaşımlara yol açıyor ve kaybı beraberinde getiriyor. Tam doğru ele almak ise, devrimin kabulünü, devrimci gelişmeyi itiraf anlamına geliyor, ki bu da onlara çok tehlikeli geliyor. İşte “sonu nereye götürebilir, karmaşıktır” biçimindeki değerlendirmeler bu nedenle yapılıyor.
Bu, Kürdistan devriminin rolünü dört dörtlük oynayacağı anlamına gelmez. Yenilebilir, zaten temeli çok güçlü değil. Mezarında yeni dirilen birisinin ne kadar sağlam bir yürüyüşe sahip olacağı tartışılırken, halk için, hatta bu savaşın kapsamında olanlar için de aynı tartışma yapılabilir. Çarpık, kemikleri bile çürümüş, canlanma belirtileri fazla güçlü değil. Bu da Kürdistan devriminin kapsamındaki zayıf yönlerdir. Duyguları gelişmiş olmaktan, iradeleri keskinleşmiş olmaktan uzaktırlar. O zaaflı yönleri çok açıktır. Tıpkı karşı devrimin temsilcileri gibi, bugün devrimin temsilcilerinin de inanılmaz hataları zayıflıkları söz konusudur. Bu da Kürdistan devriminin kendine özgü yanlarını ifade ediyor. Devrimin karşıtları ne kadar hata ve yanılgı içerisindeyse, devrim mensuplarının da yanılgıları, yanlışlıkları, yetersizlikleri oldukça fazladır. Tam bu noktada dikkati çeken Önderlik Gerçeği oluyor. Aslında Ortadoğu tarihinde buna benzer gelişmeler var; peygambersel çıkış, halkla çok çelişkili de olsa Saddamsal çıkış ve buna benzer hizbullahi çıkış, İslami çıkış, hatta hainlerinde, işbirlikçilerinde Barzanisel çıkış, bir de kendi gerçekliğinizde görülen sizsel çıkışlar var. Bunlar çok ilginçtir.
Kürdistan devriminde hem hayretler uyandıran, hem heyecanlandıran, hem öfkelendiren, kendi mensuplarınca ve karşıtlarınca tam bir yumak halinde birbirine giren durumlar söz konusudur. Aslında olan biten bir devrimdir. Klasik devrimlere pek benzememekle birlikte, devrim kelimesiyle bu gelişmeleri karşılayabiliriz. Nedir devrim? Statüko nedir? Devrim esasta ekonomik, sosyal, siyasal, askeri düzene ret yaklaşımıdır. Bu devrim, düzenin genelini sarsıyorsa, Yeni Dünya Düzeni’nin önünde engelse ve ret ediyorsa, o zaman bu devrimin enternasyonal ve insanlığı kapsayan yönünden bahsedebiliriz. Kürdistan devriminin böyle bir özelliği var mıdır? Vardır. Neden vardır? Çelişkilerin tabiatından dolayıdır. Bugün Irak, dolayısıyla Kürdistan, Türkiye üzerinde emperyalizmin yoğunlaşan müdahalesi ve bundan kaynaklanan çelişkileri Kürdistan devrimiyle çözülmek istenildiği için, bu devrim ne kadar özgün ve salt dar bir Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi gibi gözükse de özde tam bir uluslararası insanlık devrimidir.
Her şey Kürdistan devrimini tarihi derinliğe doğru götürürken, güncel olarak da uluslararasılaştırıyor. Yine dar bir ulusal devrimde, sosyal ve ekonomik olarak, hatta yeni insan tipini yaratmak için kendisini derinleştirmek zorunda kalıyor. Böylesine çarpıcı bir diyalektik gelişmenin yaşandığından bahsetmek mümkündür. Çağdaş halk savaşlarının, yine çağdaş halk savaşları önderliklerinin, partilerinin de çok ötesinde bir savaş anlayışı, parti anlayışı ve bir militan anlayışından bahsetmek mümkündür. Bu anlamda bir özgünlüğü ifade ediyor. Her önemli devrimde olduğu gibi, bu devrimde de alışıla gelen silahlarla savaşılamaz. Nedir bunlar? Klasik halk savaşları, klasik ayaklanmalar, yine daha düne kadar denenen parti anlayışlarıyla -ki, devrimlerin öncü güçleridir, onsuz olmaz- savaşa önderlik edilemiyor. Bu da ortaya çıkmış ve hızla aşılıyor. Nasıl bir parti, nasıl bir partileşme gerektiği üzerine yoğunca tartışılarak, devrim nasıl yenilmez kılınır, biçiminde bir özgünlük yakalanmaya çalışılıyor. Hatta bununla da kalınmayıp partileşme kurumlaşma biçiminde değerlendirilip yeni bir parti biçimlendirmeye çalışılırken, hiçbir devrimde bunun üzerinde durulmamış olduğunu görüyoruz. Ortadoğu’da bunun örnekleri var. Örneğin, bir İslam Devrimindeki “nefs savaşı” gibi. Nefs-i kebir, yani Cihan-ı kebir denilen büyük nefs savaşı, bir kez daha derin bir devrim olabilmesi için kişilik sorunu, kişilik dönüşümü biçiminde karşımıza çıkıyor. Başlangıçta hiç de düşünülmeyen kişilik dönüşümü, neredeyse en temel bir devrimcilik sorunu olarak kendisini dayatıyor.
Eskiden buna mücahitleşme, evliyalaşma, daha somut bir deyimle islamın komuta, cihat, mücahit kişiliği denilirken, onun çok ötesinde bir mücahit kişiliği kavramı gelişti. Ve devrimlerin kaderinin buna bağlı olacağı açığa çıkmıştır. Ki bunun da dünya devrimlerinde çok çarpıcı örnekleri vardır. Esasta belirleyici olan yığınlar değil, yığınları hem yürekte, hem beyinde, hem tarzda, hem tempoda temsil eden güçlü bir öncü çekirdeğin hatta bir kişinin, bir küçük grubun öncülüğüdür. Örneğin; dört halifeler, on iki havariler, Yahudiler de dokuz tane gizli bir yönetici çekirdek, iki bin yıldan beri neredeyse insanlığı yönetiyor. Bu topraklarda buna benzer bir yönetim anlayışı var. Ve hali hazırda karşı devrimin de, devrimlerin de böyle bir yönetim anlayışı vardır. Faşizmin deneyiminde görüldüğü gibi, Hitler bir grupla hareket eder; yine Bolşevikler de tam iyi anlaşamamış, kendi içlerinde oldukça çelişkili olan politik büro adı altında küçük bir grupla hareket ederler. Biz bunun daha özgün bir durumunu temsil ediyoruz. Dayandığımız tarih zemini ve ondan bir mezar, harabe durumunda kalan gerçeklik içinde daha değişik, biraz peygamberce, biraz sosyalistçe, biraz tarihle benzeşen, ama daha çok gelecekle buluşan bir kişiliği temsil ettik. Bütün güncel yaşam kişiliğini reddederken ve onu aşarken gelecekte bir yaşam hayali olarak kalan, ama tarihin en derinlikli dönemlerine de uzanan ve böylelikle bir kişi içinde savaşı genelleştiren, tarihleştiren, gelecekleştiren tarzın sonuç vereceği ortaya çıkıyor. Her önemli devrimsel çıkış önderliklerinde olduğu gibi, bizde de buna benzer bir gelişmenin özgünlüğü çok çarpıcı bir biçimde görülmektedir. Buna zorlandık ve zorladık, ama sonuç başarısızdır da denilemez.
Çıkışımızı böyle özelliklerle nitelendirirken, 2000 yıl kavramını kullandık. 2000 yıl öncesinde de Roma imparatorluğu zirvedeydi. Kudüs’te, Kudüs’ün çevresindeki o zeytin ağaçlarının olduğu kırsal alanda Hz. İsa’nın yaptığı propaganda çalışmalarıyla bizim oraya çok yakın, aynı dağ eteklerindeki çalışmalarımız birbirine çok benzer. Bundan kaynaklanan daha o günlerde buralara, Antakya’ya, Anadolu’ya kadar giden bir manastır, yani bir kamp deneyimi bizim de çalışmalarımızda oldukça ağırlıklı bir yer tutar, çok benziyor. Roma korkunç bir emperyalist güç, müthiş bir savaş anlayışıyla yöneliyor ve orada bilindiği üzere bir çarmıha germe olayı yaşanıyor. Özel savaşımın üzerimize geliş tarzının da çarmıha gerişten daha geri kalır bir yanı yok ve ilginçlik işte böyle kendini gösteriyor. Benzerlikler anlamında, Hz. İsa’nın o zaman bir avuç havarisi vardı. Bunların içinde birkaç hain de vardı. Çok ilginçtir, o zaman Kudüs’te Hz. İsa’nın grubunu Roma’ya Yahuda adında bir Yahudi ihbar ediyor ve İsa o temelde çarmıha geriliyor. Şimdi de TC ile ittifak eden bir Kudüs-İsrail gerçeği var. Hakkımızdaki en önemli ihbarları istihbaratlar birliği adıyla MİT, MOSSAD değerlendiriyor. Büyük Roma ile karşılaştırırsak, Washington’daki imparatorluğu bilgilendiriyorlar. İşte ilk yaptıkları iş “Anadolu’da, Lübnan’da, Suriye’de bütün Ortadoğu’da, Basra körfezinde, Kürdistan sahalarında, Zağros’larda, Toroslarda böyle faaliyetler var” diye ihbar etmektir. İhbarla yetinmiyorlar, çarmıha germeler geliştiriliyor. Bulunduğumuz yerlere göre eski dönem tekniği çarmıh tekniğidir, şimdi ise büyük patlama tekniğidir. İşte uçaklardan, roketlerden ibaret tekniklerle saldırıyorlar. Çalışmalarımı yürüttüğüm sahalara kadar, bu patlatmaları ger-çekleştirmeleri de işin cilvesi oluyor veya tarihin benzer yanları olarak düşünülebilir. Bu devrimin bu boyutu da var.
Devrimimizin tarihle çağrışımı oldukça çarpıcıdır. Tabii kendisine göre yenilikleri olacaktır, çünkü doğadaki gelişme toplumda da sürer, devrimlerde de aynen sürer. “Devrimler durmaz, sürer” denilir, doğrudur. Kürdistan devriminde de bütün devrimlerin kendini tekrar etmesi, yeniden sürdürmesi mümkündür. Birçok devrim dar ve güdük kalmıştır, hatta en büyük devrimlerden birisi olan Bolşevik devrimi bile bir darlıkla karşı karşıya kalmıştır. Fakat tüm mirası boşuna gitmedi. Bu miras bizim içimizde de yaşatılıyor. İslam devriminin bugünkü kalıntılarında bir cesetten, bir korkaklıktan ve bir özüne ihanetten başka güçlü bir kalıntı kalmamıştır. Ama halen korkulan, emperyalizmin “radikalizm, fundamantalizm” dediği bir hayaletinden bile bahsetmek mümkündür. İran’da ne kadar dar da olsa bir İslam Devrimi gerçekleşiyor. Kısaca bu topraklarda halen böyle ürkütücü devrimsel gelişmelerin de varlığından bahsetmek mümkündür.
Ortadoğu’da yalnız Kürdistan devrimi değil, birçok devrim hayaletiyle ortaya çıkıyor, ama bunlardan bazıları hızlı devriliyor, bazıları kök salıyor ve bunlar içinde herhalde en iddialısı da Kürdistan devrimi oluyor. Bunun da nedeni, orada insanlık düşürülecek noktanın en alttaki noktasına kadar düşürülmüştür. Hatta noktadan sonraki virgül ve soru işareti haline gelmiştir. Nokta, virgül, soru biçiminde Kürdistan’da vücut bulmuştur. İşte noktadan sonra virgülü kaldırdık, soru işaretini kaldırdık ve yerine Kürdistan devrimi diye bir cevap verdik. Bu iddialı bir girişimdir. Bundan sonra bu devrimi nereye taşıracağız?
Devrim bir heyecan işidir. Sağlam mantık yapısı kadar, çok güçlü duygulara, azme, iradelere ihtiyaç gösterir. İçindeki teknik düzenlemenin eşsizliği, ulaşılamazlığı kadar anlayışının, coşkusunun büyüklüğünü de gerektirir. Büyük hayaller, büyük umutlar, büyük iradeler, büyük aşklar böyle bir gelişmeyi gerekli kılar. Bunlarsız bir devrimin içine girilmez, girilirse ateşin içine odun atmaya benzer. Bizde çoğunun durumu, devrim ateşinin içine odun gibi atılmaktan ibarettir. Bu trajik kayıplarımız, devrimin körükleyicileri olduğunuzu göstermiyor. Tam tersine devrimin içine atılan bir odun olduğunuzu gösteriyor. Odun da devrim ateşini biraz yükseltir, ama körükleyici değildir. Devrimcilerin görevi, devrim ateşinin körükleyicisi olmak ve devrim kazanını sürekli fokurdatmaktır. İçine düşüp kavrulmak, pek tercih edilecek bir yol değildir. Bunları durumunuzu gözden geçirmek açısından belirtiyorum. Kürdistan’da bir de Kawacı tarzda körük sallamak vardır. Kawa’nın demirci körüğü bir devrimin körüğüdür. Ve ilginçtir, bilindiği gibi bu toprakların en büyük devrimcisiydi. Devrimi tavında dövmek için muazzam bir körükçü olmak ve daha sonra da pazı kuvvetiyle o demiri sürekli işlemek gerekiyor. Aslında bizim için böylesi bir köken de dikkat çekicidir. Dolayısıyla bu devrimin başarısı devrim ateşini ne kadar körüklediğinize ve onun içinde kendinizi, yani kızgınlaşan kor hale gelen demir kişiliğinizi ne kadar çelikleştirdiğinize bağlıdır. Yoksa erirsiniz, bu çok açıktır. Demirci Kawa gibi olabilmek, hem iyi bir körükleyici olmayı hem de kızgınlaşan kişiliğin erimeden çelikleştirilmesiyle yenilmeyecek kadar çelikten bir iradeye sahip olmayı gerektirir. Bilirsiniz çelik, iki ucu birbirine değecek kadar esnektir, ama bir de çok serttir, vurduğu yeri keser ve kırar. Başka hiç bir kesici de bunu kesemez.
Tarih bir kez daha böyle çelikleşmeyi kişiliklerinizin önüne koymuştur. Bu kişilikleşmeyi gerçekleştirirseniz, emperyalizmin hamlesi ve onun düzen anlayışı ülke, halk ve kişilikler üzerinde ne kadar etkili olmaya çalışırsa çalışsın, bu keskinlik karşısında dayanamaz. Demirci Kawa döneminde Babil’i vardı, Asur’u vardı, Dehak’ı vardı, zalim köleci imparatorlar vardı, ama hepsine karşı koyabildi. Belki de o zamanki imparatorlar şimdinin imparatorlarından çok daha etkiliydiler. Her devrim başlangıçta böyle kendisini çelikleştiren insanları gerekli kılmıştır. Devrimlerin esasta başarısını belirleyen, bir grup veya bir kişinin kendisini böylesine çelikleştirmesidir. Milyonlarca insanın devrim yaptığı görülmemiştir. Milyonlarca kalabalık isyan bile etse, üzerlerine bir-iki örgütlü askeri birlik gönderilse hepsini bastırır. Ama bizim kişiliğimizde de görüldüğü gibi, kendini biraz örgütlersen, çelikten bir örgütlenmeye dönüştürürsen dünyanın bütün saldırı güçleri de birleşse, bir talihsizlik olmazsa, bir kişi bile bu devrimi çok büyük bir gelişmeye ulaştırabilir. Gerçekleşen de budur. Buna tarihte, Ortadoğu’da mucizesel bir gelişim denir. Ama bizim devrimin bilimsel yani çok ağır bastığı için bu mucizesel değil, devrimsel bir gelişmedir ve bilimsel bir devrimdir.
Daha somut olarak, iki bine doğru emperyalizmin yeni hamlesi teknolojik bir askeri saldırı biçiminde noktalandırılmak istenilirken ve bu da bütün 20. yüzyılı kapsayan emperyalist hamlelerinin anal bir hamlesi, başat bir hamlesi gibi kendisini gösterirken tarih, sözüm ona dünya düzeni veya düzensizliğine karşı bir devrimin de olabileceğini ve bunun da bizim hem kaderimiz, hem özlemimiz, hem de umudumuz olduğunu gösteriyor. Buna önceden de hazırlıklıydık. Ama şimdi şartlar, bizi biraz daha anlamlı bir buluşmaya getirdi. Biz bundan sıkıntı, korku duymuyoruz, tam tersine rüyalarımızın daha hızlı gerçekleşmesi biçiminde bir değerlendirmeye tabi tutuyoruz. Daha dün alaya alınan, ciddiye alınmayan Kürdistan gerçekliğine dayalı bu devrim, dostu da, düşmanı da, tüm halkı olduğu kadar ona karşıt olanları da ciddi bir düşünmeye, tavır almaya, örgütlenmeye, savaşmaya doğru yol aldırıyor. Tek başına yürüttüğümüz bir devrimsel çıkış, neredeyse dünyanın en çok uğraştığı bir iş haline geliyor.
Kürdistan devrimi bu anlamda önemli bir şansı yakalamıştır. Hem önemli bir başarı şansını yakalamıştır, hem de dikkat edilmezse bir yenilme şansızlığını da yakalayabilir. Çok ciddi bir başarma şansı kadar, çok ciddi bir yenilgiyi de -belki de bu stratejik bir yenilgi olmayacaktır- kendi karşısında buluyor. Kazanacak mı? Yenilecek mi? Bunu artık iradelerin savaşımı belirleyecektir. Emperyalizmin çelikten bir iradesi vardır, tekniği de çok çarpıcıdır, ama her zaman vurguladığımız gibi en büyük teknik insandır. Eğer bu teknikte kendini çok iyi örgütler, çok iyi üslendirir ve çok iyi savaştırırsa herhalde cansız tekniği, bu canlı teknik yenebilecektir. Bunu doğru anlamak gerekiyor. Esasta belirleyici olan tarihte de günümüzde de insan tekniğidir. İnsanın bizzat kendini teknik yerine koymasıdır. Bunu özenle vurguladık ve kendimizi bu temelde örneklemeye çalıştık. Ve sonucun müthiş olduğu ortaya çıktı. Burada da kendini hiç yanıltmamak gerekiyor. Teknik, kaba savaşçılık değildir, kendini basit yaşatma tarzı hiç değildir. Bunların hepsi objektif olarak düzen ajanlığına girer ve nitekim böyle çıkanlar da içinizde az değildir.
Dönem PKK’leşmesini işlerken, esasta yenecek çelik iradenin nasılına cevap aramaya çalıştık ve o cevapları da güçlü bir biçimde vermeye büyük bir duyarlılık gösterdik. Hislerimiz, duygularımız devrimsel gelişmelerin böyle kendini bileyen kişiliklerle mümkün olduğunu gösterdiği için bunu yaptık. Bu kendi açımızdan görevlerimizin sağlam yerine getirildiğini gösterir. Bu devrim ateşinin odunu olmak değil de bir körükleyicisi olmak, artık sizlere düşer. Tercih yapmak kesinlikle bu devrim mensuplarının işidir. Kendi içinizdeki güç, irade, keskinleşme çabası büyük bilinç gerektirir. Bunlar, kendini atom gibi patlatacak noktaya getirmek için gereklidir. Ufak bir patlayıcıyı bile elinde patlatıp sonunu getirenlerden değil, kendinde patlatmak yerine tüm düşman yönelimlerinin üzerinde patlayabilecek; düzenlenmiş, kendi içinde müthiş örgütlenmiş, iradeye, ifadeye kavuşmuş; tarza, tempoya ulaşmış ve muazzam bir stratejik güç kadar taktikleşmiş, güncel savaşımı başarıyla kendisinde yürüten, taktik ustalığı sağlamış bir kişiliğe ulaşmış militandan bahsediyoruz. Bu konulara gereken anlamı vermeden, bu işe şimdiye kadar olduğu gibi salına salına girerseniz, çıkışınızın bir turist kadar veya düğün-derneğe gidenler kadar bile ciddi olmayacağını vurgulamam gerekiyor. Bu durumunuz yanılgılarınızın ne kadar derin olduğunu ve odun olmaktan kendinizi kurtaramayacağınızı gösteriyor. Bu konuda tercih yine sizindir.
Önümüzdeki devrimin başarısına inanmakla birlikte, onun kimliğini ve kişiliğini açıkça dile getirmekten bir an bile vazgeçemeyiz. Bu kişilik olmazsa bu devrim yenilir. Bu devrim sadece kaybetmekle kalmaz, aynı zamanda iki bin yıl önce çarmıha gerilişler gibi günümüzde de ateşte yakılırsınız. Emperyalizm her türlü teknikle donanmıştır. Bunun karşısında kişinin kendini, en gelişmiş teknik güç halinde savaşır duruma sokmaktan başka çaresi yoktur. Kürdistan devriminin en önemli özelliği, militan kişilik düzeyinde çağın bütün cansız tekniklerini karşılayacak kadar kendini örgütlemede, tedbirlilikte, yürüyüş tarzında, üstleniş tarzında, vuruş tarzında, başarı noktasını an be an yakalayışında ve onu kendisinde gerçekleştirmede gösterirse bu işte başarı olacaktır. Olmazsa çok trajik veya çok çarpıcı bir biçimde bir anda, hiçte hayallerinizden geçmediği gibi yerle bir olmanız kaçınılmazdır. Bu da bu devrimin önemli bir özelliğidir. Hiç kendinizi uyutmanıza, gaflete daldırmanıza gerek yok. Burada her şey çarpıcıdır, anlıktır. Zaferin de gelişi öyle, önemli bir kaybın da gelişi öyledir. Bu Kürdistan devriminin önderliksel ifadesi olduğu kadar, aynı zamanda çarpıcı taktik gerçekliğidir. Anlayamadığınız için çok hırpalandınız, çok kaybettiniz, kaybettirdiniz. Anlama ve uygulama gücünden bir an bile vazgeçmediğimiz için iddiamızı da uygulama gücümüzü de muhafaza ediyor ve ha bire geliştiriyoruz.
Bu öncülük kapsamı altında bundan sonraki Kürdistan devriminin rolü nasıl olacak biçiminde bir sonuca varmak istersek; her şey kazanmaya doğru götürür demeyeceğiz, ama kaybetmede kaçınılmazdır gibi bir tutum içinde olmayacağız. Eğer şartlar gereği kadar karşılanırsa kazanma ihtimali yüksektir. Bu bir dünya devrimi değildir. Bu devrim, dar ulusal bir devrim gibi gözükse de özünde, hızla tarihe ulaşarak, tarihsel-kültür, tarihsel-sosyal, ulusal kimliklerle buluşarak onlarla eşit, özgür bir biçimde kaynaşıp güncel olarak da Ortadoğu coğrafyasına hızla yayılır. Çünkü bu coğrafyalar tüm tarih boyunca benzer imparatorlukları yaşamışlardır. Yani bir federasyonlaşma biçiminde halkların kolektif iradesinin temsili olmuştur. Ki bunu eşitlik, özgürlük diye tabir edersek o da günümüzün sosyalizmidir. O temelde yeniden bir irade kazanma, irade kaynaşımları somut bir siyasi seçenek olarak Ortadoğu federasyonlaşması gibi bir gelişmeye götürebilir. Bu her ne kadar günün bir çok geçerli anlayışına göre hayalci olarak değerlendirilse de aslında tarihsel gerçeklik ve objektif gerçekliğe uymayan durumun şimdi de var olduğunu gösteriyor. Nitekim mevcut Saddam rejimine herkes ucube rejim diyor. Aslında ucubeliği şundandır; tarihsel gerçekliğe pek yanıt olamadı, yine güncel olarak da emperyalizmin yeni düzenine uyamadı. Temel hatası buradadır, yoksa kişi olarak direngendir. Tarihsel gerçeklik Irak’ta, Mezopotamya’da ve Mezopotamya’nın aşağı vadisinde nedir? Çok kültürlü, çok milliyetli, çok dinli ve federasyonlu bir gelişmeyi kabul etmektir. Nedir güncel gerçeklik? Emperyalizmin yeni düzenine karşı, arkasına böyle bir tarihi alan ve bunun da dar bir milliyetçilikle, şovenist milliyetçilikle olamayacağını görerek, hızla kendini halklaştırması gerekiyor. Bunu yapamadığı görülüyor. Yapamadığı için kaybetme ihtimali yüksektir. Kaybediş nedeni az direnmesi, az çaba harcaması değil, tarihsel ve güncel gerçekliklerle bağını doğru kuramamasıdır. Bu nedenle yeniliyor.
Kürdistan devriminin perspektifleri; bu anlamda tarihsel boyutu iyi yakalamak kadar Yeni Dünya Düzenini de kader gibi görmemekle birlikte onun zayıf noktalarını, yani halkların tarihi gerçekliklerine ters konumunu, emperyalist niteliğini iyi kavradığı ve bölge halklarının da ağırlaşan çok güncel ekonomik ve demokratik sorunlarına yanıttan çok daha da içinden çıkılmaz hale getirdiği için, dolayısıyla bunun yeni bir bölge ve dünya düzeni değil, büyük bir karmaşa ve düzensizlik olduğunu kestirdiği için aslında düzenin bir bu tarihsel gerçeklikle uyum, ama onu daha da güncelleştirerek yeni dönem tekniğini, -ki, buna verdiği yanıtlar olduğu gibi- kabul etmek değildir. Bu tekniğin doğadaki tahribatını, toplumun iç bünyesinin çürütücülüğünü görüyor. Yani bunda yeni bir sosyalist ütopyaya, ideolojiye ve programa ulaşıyor. Onu geliştirmiş, örgütlemiş ve giderek bir halk hareketine dönüştürmüştür. Bu, Kürdistan somutunda bu temelde bir halk iktidarlaşmasıdır, ki iktidarlaşma yalnız siyasi anlamda değil, ekonomik ve yönetimsel anlamdadır. Klasik bir demokrasi anlayışı değil, bunu oldukça aşan çağdaş bir demokrasi anlayışıdır, sosyalist bir anlayıştır.
Bu seçenek giderek anlam buluyor ve kendisini çekici kılıyor. Kürdistan halkını kapsamına aldığı gibi, Bölgede düşmemiş, az çok ilericiliği bulunan -Anadolu’da da, Arabistan’da da, İran’da da var- birçok halkın dikkatini de çekiyor. Bazıları dostluk yapmaya çalışırken, bazıları da düşmanlığın dozajını arttırıyorlar. Bütün bunlar değerlendirildiğinde, bildiğimiz bölgeselleşme olayı ortaya çıkıyor. Gelişme potansiyeli bu nedenle oldukça açıktır. Doğru ütopik yaklaşım, doğru sosyalist yaklaşım, doğru halklar seçeneği temelindeki yaklaşım, bu potansiyelin giderek aktifleşmesini ve hareketlenmesini beraberinde getiriyor; emperyalizmin yeni düzenine karşı halkların oldukça eşit, özgür ve demokratik düzenine doğru bir katkıda bulunmaya, hatta ona ileri düzeyde bir çıkış yaptırmaya götürüyor.
Böylesi iki düzen anlayışı giderek netleşiyor. Kürdistan Devriminde ağırlığını bulacak olan bu yeni halklar düzeni, halklar seçeneği tarihe yanıt olmak kadar, halkların güncel taleplerine de oldukça yanıt içerdiği için gelişim şansına sahiptir. Tabii bu üzerinde daha da büyük bir hassasiyetle durmakla mümkündür. Çünkü devrimin düşmanları çok, dar anlayışlar çok hatta emperyalizmin devirdiği düzenler bile buna düşmanlık ediyor. Bir çıkış olabilecek bu devrimle sağlam bir bağ kuramıyorlar. Yapıları buna elverişli değil, kişilikleri bundan çok uzak. Dolayısıyla taktik denilen olay, yani hem ülke içi hem parti içi yaklaşımlar, diğer halkların yönetimlere, devletlere yaklaşımdan daha büyük duyarlılığı istiyor ve ustalığı beraberinde gerekli kılıyor.
Önderlik çalışmaları bu yönlü doğru bir tarzın sonuç alabileceğini göstermiştir. Hem parti içinde hem parti dışında, hem ulusal kurtuluş kapsamında hem bölgedeki halkların umudu olma anlamında gelişim gösterebileceğini çarpıcı bir biçimde ispatlamıştır. Tabii bu, gelişmenin sadece bazı yönlerini gösteriyor, zaferin kendisini değil. Zafer henüz uzakta ve uğruna birçok savaşımların verilmesini gerektiriyor. İşte bu son müdahale de bunun önemli bir fırsatı olabilir. Bilindiği üzere, savaşlar halkların bayramıdır. Bir yerde savaş süreci baş gösterdi mi, eğer devrimleri adına iş yapmak durumunda olan halklar varsa, bu kriz süreçlerinden büyük sonuçlar çıkarırlar ve belki de devrimsel yolla otuz yılda alamayacakları bir mesafeyi çok kısa sürede, belki de üç ay içerisinde alabilirler. Böylesine bir süreci yaşıyoruz. Ama tabii bu süreçlerde, karşı devrim başat olursa, belki de yirmi beş yıldır sağladığımız gelişmelerin büyük bir kısmını da elimizden alabilir. Burada ne kendimizi ham hayallere, ne de “işte emperyalizm çok güçlüdür, Yeni Dünya Düzeni kaçınılmazdır” deyip umutsuzluğa kaptırmanın bir anlamı var. Böylesine sağlam bir anlayışla donanım kadar günlük pratikleştirmeyi de iyi götürürsek, belki nihai bir zafer iki binlere doğru tam istediğimiz gibi gelişmez, ama mevcut düzeyin çok üstünde emperyalizmin yeni düzenine karşı halkların eşitliğine, özgürlüğüne her zamandan daha yakın olmak kadar, giderek gerçekleşen düzene doğruda büyük bir katkıda bulunabiliriz. Kendi devrim hamlemizin gücünü de böyle ortaya çıkarır ve kanıtlayabiliriz.
Bu büyük bir umut gerçekleşmesi değil, aynı zamanda ekmek su kadar bize gerekli olan iş-güç sahibi olma ve eğitilme sürecidir. Artık ekmek de, onur da bu devrimdedir. Bütün bunlarla yaşam olur. insanın da tabiatında her zaman böylesine bir yaşam için bir dürtü vardır. İnsan doğası esasta böylesi bir yaşam için, temel bir özelliğe sahiptir. Son tahlilde insan bu coğrafyada önemli bir devrimle toplumsallığa geçiş yapmıştır. Yine de neredeyse “tarihin sonu geldi, sosyalizm, yani toplumsallaşma ve özgürleşme düzeyi bitti” denildiğinde, bir kez daha bakıyoruz ki, partimizin, kurtuluşunda ilan ettiği gibi nasıl ki Kürdistan’da bir devrimsel gelişme oldu, uygarlığın şafak vaktinde eşitliğin, özgürlüğün şafak vaktinde de bu topraklarda devrimsel bir gelişme olabilir. Bu görüş önemini yitirmiş değildir, tam tersine daha fazla gerçekleşme şansına sahip olduğundan günümüz gelişmeleriyle daha bağlantılı değerlendirebiliyoruz. Buradaki devrim, sosyalist ütopyanın yüzyıldaki gelişmesini bir sıçratmaya da kavuşturabilir, öyle bir özelliği bünyesinde barındırdığı açıktır. Ve yeni bir insan düzeyini kendi halk gerçekliğinde, bölge gerçekliğinde adım adım ilerletebilir. Burada inançlar ve dinler, burada halkların umutları her zaman bu temeldedir. Sade olmak kadar mucizevi olarak ta değerlendirilir, mütevazı olmak kadar heybetlidir.
İnsanlar bu coğrafyada çok düşmüş, ama bunun bir kader olmadığı da görülmüştür. Bu anlamda hem tarihimizle hem günümüzün çağdaşlığıyla donanmış olarak, böylesine anlamsız, halkların vazgeçilmez yaşam çıkarlarına dikkat etmeyen, ama tek taraflı, kendi iradesini en egoistçe ve zalimce dayatan bir düzen kalıcı olamaz. Zaten halkların muhalefeti sürekli karşısındadır. Buna bir de bilinçli, planlı karşılık verdiğimizde, geleceği belirleyecek olan, şüphesiz halkların belki de yüzyıllardan beri umudu olarak bilinen ve gittikçe de gerçekleşen düzeni olacak. Böylesi bir sürece katılmak büyük bir heyecan veriyor. Biz bu heyecanı ilk günden duyduk ve o bizi buraya kadar taşırdı. Hele daha da gerçekleşebilecek düzeyde olduğunu görmek, sadece zafere doğru taşırmaz, çarpıcı da kılabilir. Eğer hayaller gerçekleştirilirken dikkat edilmezse adamı fena çarpıyor. Ama hayallerin sürükleyiciliği pratikteki ustalıkla çok iyi birleştirilirse her ikisi de bu bileşiminde büyük bir geleceği doğurabilir. Öyle günleri de yaşadığımıza inanıyorum.
Biz ne hayallerle yaşayın ne de kör bir pratik kaderinizdir, diyoruz. Dikkat edilirse, her ikisinin anlamlı birleşmesinden bahsediyoruz. Tabii ki bu, kör, güncelliği dar ve neredeyse güdülerine kadar hapsedilmiş yaşamınızın tutsaklığından vazgeçmeyi gerektirir. Hayal bulutları üzerinde gezmemek kadar, dar bir pratiğin içinde boğulmamayı da gerektirir. Cesaretin kesintisizliği kadar, korkuların ve endişelerin bununla ustaca ortadan kaldırılmasını da gerektirir. Değil küçük başarılarla yetinmek, en büyük başarılar karşısında bile mütevazı olmayı gerektirir. Değil büyük yaşam hataları karşısındaki tepkisizliği, bir sigara kadar hafif bir yanlışlığa karşı da müthiş öfkelenmeyi gerektirir. Bütün bunlar bir kez daha birleştiğinde göreceğiz ki, başlangıçta herkesin en değmez dediği bu iş, altın değerinde bir iştir, yaşamın iksiridir, yaşamın özüdür. Ona oldukça yakınlaştığımızı hem düşünüyor, hem görüyoruz. Eğer bu çerçevede anlaşılırsa, halkımızın ve halkların yüksek ilgisi daha şimdiden çarpıcı bir güce ve bir yaşam tarzına da dönüşebilir.
Bu savaş, bu büyük mücadele bu duyguyla ele alındı, işlendi ve önemli bir başarıya gitti. Böylesine bir kriz aşamasında kendisini bir kez daha biler, çözümü biraz daha yakalar, ufkunu daha da genişletmek kadar pratiğini de keskinleştirirse; dayatılan bu karmaşaya, bu düzensizliğe karşı sadece en eski olan ama çoktan unutulan halkımız için değil, bölge halklarının da umudu olmak kadar insanlığa da bazı önemli gelişmeleri sağlattırabilir. Bunun politik ifadesi ateşli silahlarla savaşım olabilir, ama esasta savaşın böyle bir irade savaşı olduğu göz ardı edilmezse; yine bu çerçevede ne bir önemli zaferle kendimizi kaybedip, ne de bir kaç yenilgiyle yıkılıp, “doksan dokuzunda yenilgi görsek bile yüzüncü bizim olacaktır” gibi bir anlayışıyla yürünülürse bu savaşın bizim kazanabileceğimiz bir savaş olduğuna dair inançta artmıştır. Gelişmeler mücadelemizin başarısının kaçınılmaz olduğunu da göstermektedir. Yeter ki mensupları derin bir gaflet içinde olmasınlar. Yine sözüm ona bilinçlilik adı altında bir kara cehaleti yaşamasınlar ve yüreklerini küçük şeye bağlayarak kadar amaçsız dolaşmasınlar; çaba göstermekten ve altın değerinde olan bu işlerden vazgeçirmesinler.
Biz bu işe bu inançla, bu duygularla, düşüncelerle başladık. Tarih de bu çabalarımızın boşa gitmediğini gösteriyor. Bunun bizim için de bir atılım süreci, geçen iki bin yılın verdiği güvene dayalı bir doruğa çıkma, yani kendimizi kalıcı bir zafere taşıma yılı da olabilir. Dün umut bile edilmeyen, bugün her zamankinden daha fazla gerçekleşmeye yakındır. Bu aynı zamanda büyük bir şansın elde edilmesi kadar gerçekleşmesidir de. Değerli yaşamınızı buna adamanız yerinde olmak kadar burada çok daha gerekli olan, kesin başarınızdır. Eğer bütün bunlar böyle anlaşılmışsa; şehidi de, halkı da böyle değerlendiriliyorsa, geriye kalanların yürüyüşü oldukça heyecanlı, umutlu olmak kadar çok pratik ustalıklıdır ve zaferi de kesindir.
9 Şubat 1998
Parti Önderliği
- Ayrıntılar
Eylem planlamasının yüzde doksanı belirtilen çerçevede gerçekleşti. Genel eylem sürecinde arkadaşların gözle gördüğü, üzerine gittiği toplam 84 düşman cenazesi vardı, elliden fazla yaralısı vardı. Tüm eylemde toplam 23 silah kaldırıldı. Yine birçok malzeme kaldırıldı. Eylem gecesinden sonra sabah müdahale etmek isteyen skorsky ve kobra helikopterleri vuruldu. İki tane kobra helikopteri ağır darbe aldı. Müdahale eden panzerler vuruldu. Helvesis’te helikopterlerle indirme yapmak isteyen güçler arkadaşlar tarafından vuruldu. Çiyaye Hini’de indirme yapan askerlerde tuzak patlatıldı. Eylem esnasında ve ardında düşmanın çok ciddi, çok ağır kayıpları oldu. Çoğu rütbeli askerlerdi. Birçok askeri malzeme getirildi. Türk ordu geleneğidir, yapılan bütün eylemleri gizlerler. Kendi kayıplarını vermezler. O yüzden şöyle bir tedbir alındı, düşman üzerinden silahlar getirildi. Bu da planlamanın bir parçasıydı. Bu temelde Çele eylemi sürecinde yapılan planlama büyük oranda gerçekleşti.
Planlamanın başarılı ile gerçekleşmesinde öncülük yapan arkadaşlarımız oldu. Fedaice rol oynayan arkadaşlar oldu. Başta Serdar arkadaş, Rohat arkadaş, Zınar arkadaş, Kamuran arkadaş, Agit arkadaş, Viyan arkadaş, Kani arkadaşlar Çele eyleminin kahramanlarıdırlar. Bu eylemde korkusuzca düşmanın üzerine yürüyen, Apo’cu ruhla fedai çizgisinde düşmanın üzerine giderek, düşmanı imha ederek yapılan planlamayı büyük oranda başarıyla gerçekleştirme gücünü gösterdiler. Onun için bu arkadaşları büyük bir minnetle anıyoruz. Bu arkadaşların özellikleri, duruşları üzerinde durulması gereken bir konudur. Başta bu arkadaşlar olmak üzere eyleme katılan bütün arkadaşlardaki o ruh eylemin başarılmasında en büyük gücü gösterdi. Bu arkadaşlar tereddütsüz bir şekilde, kaygısız bir şekilde düşmanın kendisine en çok güvendiği, tahakkümlü olduğu yerlere fedaice saldırarak burada HPG bayrağını dalgalandırdı, Apo’cu militanlığın ne olduğunu gösterdiler. Bu arkadaşlar Çele eyleminde Türk devletinin ve Türk ordusunun Önderliğimize ve halkımıza yönelik saldırılarına karşı gerillanın duruşunun ne olması gerektiğini, bugünden sonra nasıl olacağının perspektifini çok net bir biçimde gösterdiler.
Çele eylemi birçok açıdan değerlendirilmesi gereken bir eylemdir. Her şeyden önce devrimci halk savaşanın örneklerinden biri olabilecek bir eylemdir. Yaşanan bazı yetersizlikler, hatalar kaynağını bizden almıştır. Eylem keşfi ile hedef belirlenmesi ile planlaması ile pratik uygulaması ile bir bütün olarak başarılı bir eylemdir. Her şeyden önce bu eyleme onlarca arkadaş katıldı. Bu eylemin içinde altmış grup yer aldı. Düşmanın 18-19 hedefine dönük koordineli bir biçimde yapılan bir eylemdi. Bu yüzden bu eylem her şeyden önce gerillanın ulaştığı savaş düzeyini, hareket kabiliyetini gösterdi. Hareketimizin 27 yıldır yürüttüğü bir mücadele, bir savaş gerçekliği var. Bütün bunların birikimi ve tecrübesi sonucu gelişen bir eylemdir. Onun için Çele eylemi şunu gösterdi; iyi bir planlama yapılırsa, iyi bir örgütlenme ve düzenleme yapılırsa düşmanın düşürülemeyecek merkezi, düşürülemeyecek hedefi yoktur. Düşmanın hedefi ne kadar tahakkümlü olursa olsun, düşmanın teknik donanımı ne kadar güçlü olursa olsun, düşmanın silahları ne kadar gelişkin olursa olsun, düşmanın tankı, topu, obüsü, kobraları, gelişkin teknik silahları ne kadar olursa olsun, gerillanın hareket kabiliyeti, gerillanın vuruş gücü tüm bunların üstesinden gelebilecek bir düzeye ulaşmıştır. Bu böyledir. Türk ordusunun tekniği, devletini küçümsemiyoruz ama gerillanın gücü, gerillanın mücadele azmi her zamankinden daha fazla gelişmiştir. Çele eylem pratiğinin sonuçları açısından bunu çok net gördük. Koordineli bir biçimde altmış tane grup düşmanın ruhu bile duymadan aynı anda eylemi başlatma ve yapabilme gücünü göstermiştir. Gerillanın bazı temel kural ve kanunları yerine getirilirse, dikkat edilirse çok daha büyük eylemler yapabilme gücü vardır. Çele eyleminden önce de birçok başarılı eylem yapıldı. Birçok deneme yapıldı. Çele eylemi bunların zirvesi oldu. Bu da şunu gösteriyor, gerillanın koordineli savaş yapabilme gücü ve becerisi daha fazla gelişmiştir.
Diğer bir husus da vuruş tarzıdır. Çele eyleminde keskin bir vuruş tarzı ortaya konmuştur. Arkadaşların planlama kapsamına aldığı bütün hedefler keskin bir vuruş tarzıyla düşürülmüştür ve tek bir düşman askeri dahi kurtulamamıştır. Yüksek ve keskin vuruş tarzı ile düşman üzerine gidilmiştir, düşman imha edilmiştir ve düşman imha edildikten sonra silahları alınıp gelinmiştir. Burada yaralı verilmiştir, şehit verilmiştir ama hedef düşürülmüştür. Bu temelde Çele eyleminde keskin vuruş tarzı kendisini göstermiştir. Gücümüzün, silahlarımızın az olmadığını, aynı anda onlarca düşman hedefine vurabilme gücümüzü göstermiştir. Çele eyleminde en az on tane havan topu kullanılmıştır. On ayrı yerde havan topu kullanılmıştır. Katuşa silahları kullanılmıştır. Birçok doçka kullanılmıştır ve gerillanın bu silahlara hâkimiyet düzeyi de kendini göstermiştir. Yıllarca bu konuda bazı pratik denemeler, bazı pratik eylemlikler yapıldı ama Çele eylemi bu silahlara hâkimiyet düzeyimizi de göstermiştir. Düşman eylemden sonra PKK’nin eğitimli havancıları, Suriye’den, İsrail’den alınan silahları var gibi propagandalar yapmıştır. Bunlar gerçek dışıdır. Düşmanın her başarılı eylemden sonra eylemi gölgelemek için yaptığı boş propagandalardır. Bu eylemde de bunu yapmıştır. Havan silahını gece kullanma gücü güçlerimizde gelişmiştir. Diğer bütün ağır silahlara, orta otomatik silahlara hâkimiyet düzeyi kendisini bu eylemde net bir şekilde göstermiştir.
Aslında Çele eylemi birçok açıdan sonuç çıkarılacak bir eylemdir. Birçok açıdan derslerle dolu, sonuçlarla dolu bir eylemdir. Hem hazırlık çalışmaları, hem planlaması hem uygulaması hem vuruş tarzı ile bizim otuz yıllık mücadele tarihimize önemli bir eylem olarak geçecek bir eylemdir. Öncesinden de başarılı eylemler yapılmıştır. Tüm bunlar şunu göstermiştir ki, Türk ordusuna karşı, Türk devletine karşı böylesi eylemler ve böylesi eylemlerden daha fazla eylem yapma gücümüz vardır. Çele eyleminde vuruş tarzı vardır, Apo’cu ruh vardır. Çele eyleminde planlama vardır, Çele eyleminde örgütlülük vardır, Çele eyleminde kararlılık vardır, eylemi başarma iddiası ön plandadır. Çele eylemi başta eylemde şehit düşen yedi kahraman arkadaşımız olmak üzere diğer yoldaşların büyük emeği, çabası sonucu gelişen başarılı bir eylemdir. Bu eylem Türk ordusunu ve devletini de sarstı. Adeta Ankara Çele’ye taşındı, bütün ordu komutanları ile birlikte hükümeti temsilen birçok bakan Çele’ye akın etti. Çünkü sadece Çele’deki düşman hedefleri vurulmadı, Çele’de Türk ordusuna, Türk devletine büyük bir darbe vuruldu ve çok net mesajlar verildi. Önderliğimize yönelik saldırılar devam ederse, hareketimize yönelik saldırılar devam ederse, halkımıza yönelik saldırılar devam ederse gerillanın da tüm bunlara karşı hesap sorma, misilleme yapma, savaşma gücünün olduğu gösterildi. Çele eylemi bunu göstermiştir. Çele eyleminin dünya çapında yankı yapmasının, dünya çapında etkilerde bulunmasının nedeni Türk devlet sistemini, AKP sistemini temelden sarsması, Türk ordusunu perişan etmesidir. Türk ordusu ve Türk devleti kayıplarını gizledi. Kayıplarını gizlemek için her türlü yola başvurdu. Kayıplarını vermedi. Çele eyleminde bizzat arkadaşların gözle gördüğü ve cenazelerin üzerine gittiği seksenden fazla ölüsü vardı. Düşmanın yüzden fazla ölüsü oldu. Eylem yapılan birçok yerde düşmanın kayıpları oldu. Can kayıpları, maddi anlamda kayıpları oldu. Fakat tüm bunları gizledi ama düşmanın üzerinden onlarca malzeme getirilmesinden kaynaklı düşman eylemi gizleyemedi. Başarılı olan eylemi gölgelemek için propaganda yaptı. Türk devletinin, Türk basının geçmişten gelen, başarılı eylemleri gölgede bırakmaya çalışan bir geleneği var. Geçmişte yapılan onlarca eyleme ilişkin halkımız nezdinde, kamuoyu nezdinde gerillanın gücünün olmadığını göstermek amacıyla yaptığı propagandalar var. Bunu Çele eyleminde de yapmaya çalıştı, Çele eyleminin aylarca hazırlandığını, çok farklı alanlardan güçlerin getirildiği, diğer devletlerden eğitimli güçlerin getirildiği, silahların başka yerlerden getirildiği vb. yalanlar, propagandalar uydurmaya çalıştılar. Fakat bunların tümü yalandır, gerçek dışıdır. Çele eylemine alan güçleri katılmıştır. Başka yerlerden güç getirilmemiştir, başka yerden silah getirilmemiştir.
Çele eylemi şu ana kadar bizim yapmamız gerekirken yapamadığımız, geç kalmanın bir örneğidir. Hareketimiz karşısında, Önderliğimiz karşısında, halkımız karşısında özeleştirisini vermemiz gereken bir yaklaşımdır. Çünkü HPG yapısı fedai bir yapıdır. HPG yapısı Türk ordusuna, Türk devletine karşı çok büyük direnişler, eylemler geliştirebilecek güce ve potansiyele sahiptir. Eğer bu potansiyel ve bu gücün üçte biri harekete geçirilmişse, diğerleri harekete geçirilmemişse bu bizim hatalarımız ve yetersizliklerimizdendir. Hareketimize ve halkımıza karşı bunun özeleştirisini vermemiz gerekiyor. Biz bunun özeleştirisini veriyoruz. Birçok emek ve çaba sarf edilmişse de, böylesi eylemleri yapma gücü güçlerimizde bulunmaktadır. HPG’nin gücü, PKK militanlığının gücü bundan daha fazlası için de vardır. Eğer bu konuda geç kalmışsak, yapılmasında geç kalmışsak bu bizim hatalarımızdan ve yetersizliklerimizden kaynağını almaktadır. Türk ordusunun marifetlerinden değildir. Yıllardır Türk ordusu ile savaşıyoruz ve Türk ordusunun gerçeğini çok iyi biliyoruz. Türk ordusu bu eylemde de, eylemden sonra da Kürdistan’da bulunan bütün kobra tipi saldırı helikopterlerini getirip gruplarımıza karşı kullandı. Var olan bütün tekniğini, onbeş yirmi yerde bulunan bütün tank, obüs, havan ve ne kadar silahı varsa geri çekilmede güçlerimize karşı kullandı. Eylemden sonra onlarca savaş uçağı gece gündüz demeden bombardıman yaptı. Bu bombardımanlarda Türk ordusu tonluk kazanlar kullandı. Yüzlerce kiloluk bombalar kullandı, lazer güdümlü füzeler kullandı. Tekniğine dayanarak bizi darbelemeye çalıştı. Bütün bu teknik silahları kullanmasına rağmen eylem güçlerimize darbe vuramadı ve eylem sürecinde herhangi bir kaybımız olmadı. Düşmanın propagandaları bu eylem sürecinde de gelişti. Eylem sonucu ve eylem gerçekliği tüm bunları boşa çıkarmıştır. Çele eylemi aslında devrimci halk savaşı için geç kalınmış bir eylem oldu. Eylemde yer alan arkadaşlar da bunu görüyor ve bunun öz eleştirisini önümüzdeki dönemde pratik eylem girişimleri ile göstermek durumundayız. Bütün eyaletlerimiz, bütün alanlarımız 2011 yılı içerisinde büyük bir çaba içerisinde oldular, büyük bir emek sarf ettiler. Bütün arkadaşlar devrimci halk savaşı temelinde eylem girişiminde bulundular. Birçok başarılı eyleme de imza atıldı. Fakat bizim bunları çok daha fazla geliştirmemiz gerekiyor. Çünkü üzerimizde çok büyük saldırılar var ve bu saldırılara karşı da planlı, örgütlü ve vuruş tarzı keskin olan bu tür eylemleri geliştirmemiz gerekiyor. Çele eylemi de bu açıdan başarılı bir eylem olmuştur. Burada eylem hazırlıklarına katılan, eylem içerisinde yer alan bütün arkadaşların emeği olmuştur. Eylemde şehit düşen arkadaşlar en fazla emek sarf eden ve fedaice katılan arkadaşlar olmuştur. Her biri bir kahramanlık abidesidir bu arkadaşların.
Serdar arkadaş 2007 yılı içerisinde Doğu Kürdistan’dan katılan bir arkadaştı, katılımından şehit düştüğü ana kadar pratiğe yüksek bir sorumluluk duygusu ile PKK militan ruhuyla katılım sağladı. Serdar arkadaştaki ruh Apo’cu ruhtu. Düşmanın üzerine gitmede, düşmanı imha etmede yüksek bir kararlılığı vardı. Sarsılmaz bir inanç ve iradeye sahipti. Serdar arkadaş Zap operasyon sürecinde de büyük rol oynayan bir arkadaştı. Yine 2010 yılı içerisinde 19 Temmuz’da Çele’de Han tepeye yapılan baskın eyleminde saldırı grubunda yer alıp, tepenin düşürülmesinde en önemli katkıyı sağlayan arkadaşlardandı. Çele eyleminde Bilican alayının tepesinin saldırısında en önde yer alan arkadaştı. Serdar arkadaş demek saldırı demekti. Serdar arkadaş düşmanın üzerine gitmek demekti. Yaşamdaki duruşu, mütevazılığı, aktif katılımı, fedakâr ruhu ile arkadaşlar içerisinde sevilen, sayılan öne çıkan arkadaşlardan biriydi. Çok kısa bir süredir gerillaya katılmasına rağmen bu özellikleri ile erken komutanlaşan ve arkadaş yapısına öncülük eden bir kişiliğe sahipti.
Rohat arkadaş Batı Kürdistan’ın Kobani şehrindendi. 2007 yılı içerisinde katılmıştı. Serdar arkadaşta olan özellikler Rohat arkadaşta da vardı. Her zaman önde olmak isteyen bir arkadaştı. Her çalışmaya aktif katılmak isteyen, öncülük düzeyinde katılmak isteyen bir arkadaştı. Büyük bir saldırı ruhuna sahipti. Zap eyaletinde yapılan saldırı eylemlerinde öncü düzeyinde yer almıştı. Çele eyleminin hazırlık çalışmasında da en fazla katkısı olan, hazırlık çalışmasında en fazla yer alan bir arkadaştı. Gece- gündüz demeden, sırtında cephane taşıyarak, erzak taşıyarak, düşmanı keşfederek, düşmanı denetimine alarak, eylem hazırlık çalışmalarında en önde yer alan bir arkadaştı. Zaten şahadet biçimi de öyledir. O kadar büyük bir ruha sahip ki, o kadar sıcakkanlı ki, grup komutanını dinlemeden eylem başladıktan sonra saldırıya geçiyor ve saldırı esnasında yaralanıyor. Onun için Rohat arkadaş da Apo’cu ruhu kişiliğinde somutlaştıran, kişiliğinde geliştiren bir duruşa sahipti.
Kamuran arkadaş Batman’lı bir arkadaştı, 2005 yılında katılmıştı. Kamuran arkadaş bağlılığıyla, emekçiliğiyle tanınan bir arkadaştı. Hangi birlikte, hangi bölge güçleri içerisinde yer alıyorsa çok kısa sürede onlar içerisinde sivrilen, öne çıkan özelliklere sahipti. Özellikle düşmana karşı büyük bir kin ve öfkeye sahipti. Halkımıza, hareketimize yapılan saldırıları hazmetmiyordu. Tüm bunların hesabının sorulması gerektiğini her platformda, her raporunda dile getiren bir arkadaştı. Çele eylemi sürecinde de öncülük düzeyinde rol oynayan arkadaşlardan biri oldu. Tepe baskınında çok büyük bir fedai ruhla, bütün mevzilerin düşürülmesinde rol oynadı. En son düşman mevzisini düşürmeye çalışırken şahadeti gerçekleşti. Kamuran arkadaş büyük bir saldırı ruhuna sahipti. Eyleme gitmeden önce ki sarf ettiği sözler de şuydu; “bu eylemi mutlaka başaracağız. Bu eylemdeki düşman hedeflerini düşüreceğiz”. Böylesi büyük bir kararlılığa sahipti. Kendisini hedefe kilitleyen bir yaklaşıma sahipti.
Zınar arkadaş Vanlı bir arkadaştı. O da Çele eylemi sürecinde, özellikle de hazırlık süreçlerinde büyük emeği olan bir arkadaştı. Eylem hazırlık sürecinde ve eylem esnasında gösterdiği yaklaşım, duruş fedai ruhun zirvesini teşkil ettiğinin bir göstergesidir.
Agit arkadaş genç ve Doğulu bir arkadaştı, 2005 yılında katılmıştı. Katıldığından şehit düştüğü ana kadar hep Geleye Zap’ta, Çukurca’da kalmış, mücadele etmiş bir arkadaştı. Yanında onlarca arkadaş şehit düşmüştü. Partiye bağlılığı üst düzeyde olan bir arkadaştı. Çok temiz, dürüst, bağlı, mütevazı özellikleri ile arkadaşlar arasında sivrilen bir arkadaştı. Çok genç olmasına rağmen kısa süre içerisinde komutan olup, öncülük yapma düzeyine geldi. Agit arkadaşla yoldaşlık yapmaktan, Agit arkadaşla mücadele etmekten insan her zaman zevk alırdı. Agit arkadaşın olduğu yerde, Agit arkadaşın görev başında olduğu yerde örgüt değerlerini koruyacağını, orada herhangi bir düşman saldırısında ön saflarda düşmana karış savaşacağını bilirdiniz. Böyle bir duruşu vardı. Onun için Agit arkadaş Çele eylem sürecinde merkezdeki asayiş karakoluna yapılan saldırıda gösterdiği büyük fedai ruhla şehitler kervanına katıldı.
Viyan arkadaş da Doğulu bir arkadaştı. Uzun süre pratik alanlarda kaldı. Pratikçi özellikleri ile fedakârlığı ile emekçi özellikleri ile öne çıkan bir bayan arkadaştı. Arkadaşlar içerisinde sevilen, sayılan, moralli duruşuyla dikkat çeken bir arkadaştı. Eylem hazırlık sürecinde de saldırı grubunda yer aldığını öğrenince sanki havalara uçuyormuş gibi mutlu oldu. Tereddütsüz bir şekilde bu grupta yer aldı. Tepe komutanın mevzisini düşüren arkadaşlardan birisiydi. Geri çekilme esnasında şahadeti gelişti.
Kani arkadaş Doğulu bir arkadaştı. 2007 yılı içerisinde katılmıştı. Kani arkadaş tam bir görev insanıydı. Kendisine verilen görevleri, büyük bir hassasiyetle, titizlik içerisinde yerine getiren bağlı, mütevazı, alçakgönüllü duruşu ile tanınan bir arkadaştı. Eylem düzenlemesi içinde yer almayan bir arkadaştı. Fakat eylemin yapılacağının duyar duymaz eylem alanına geldi. Bizim çağırmamıza rağmen eylemin yapılacağı bilgisini alıp, eylem alanına gelen arkadaşlardan biriydi. PKK’nin mücadele ruhunun, PKK’nin mücadele kararlılığının kendisini en fazla gösterdiği arkadaşlardan biriydi. Eylemin geri çekilmesi esnasında şehit düşen arkadaşlardan biri oldu.
Şehit düşen her yedi arkadaş da Çele eylemini başarı ile gerçekleştiren, fedai ruhla katılan ve şahadetleri ile tarih yazan arkadaşlar oldular. Çele eyleminin başarılı geçmesinde başta şehit düşen arkadaşların büyük emeği oldu. Çele eylemi şunu göstermiştir; gerillanı savaşma gücü her zamankinden daha fazla gelişmiştir. Vuruş kabiliyeti her zamankinden daha fazla gelişmiştir. Saldırı ruhu gelişmiştir, hareket kabiliyeti, savaşma kabiliyeti gelişmiştir, düşmanın en güçlü olduğu Çele’de, tahakkümlü olduğu merkezde tüm bunlar net bir şekilde görülmüştür. Çele eylem planlaması ve pratik uygulanmasında yaşanan bazı yetersizlikler olmuştur ama eylem planlandığı çerçevede, başarıyla gerçekleşen bir eylem olmuştur.
Azad Siser
- Ayrıntılar
28 Şubat 1997 hükümet darbesinin onbeşinci yıldönümü yaşanıyor. Buna “Postmodern darbe” de deniyor. “Son darbe” diye programlar yapılıyor. Gerçi TC siyasetinin her anı, her günü bir darbedir. Türkiye’de siyaset toplumu sürekli şoke eden darbeler biçiminde yapılıyor. Fakat yine de 28 Şubat’ın siyasal tarihte özel bir yeri var. Son onbeş yılın siyasal olaylarına ve AKP gerçeğine bu temelde bakmak önem taşıyor.
28 Şubat darbesi, kendinden önceki askeri darbelere göre biraz örtülü bir darbe olma özelliği taşıyor. 27 Mayıs ve 12 Eylül askeri darbeleri aleni bir askeri harekat biçimindeydi. 12 Mart darbesi tam böyle olmasa da, onda da hükümete yöneltilen ve istifaya zorlayan açık bir “Muhtıra” vardı. 28 Şubat’ın hükümeti istifaya zorlayan muhtırası biraz daha örtülü bir biçimde ve kapalı kapılar ardında oldu.
Tabi buna benzeyen bir de 27 Nisan 2007 “Postmodern muhtırası” var. O da Genelkurmay Başkanlığınca hükümete yönelik yapılan açık bir baskı ve tehditti. Fakat bu muhtıra hükümeti istifaya götürmedi. Tersine Genelkurmay Başkanı ile Başbakan arasında yapılan “Dolmabahçe görüşmesi”ne götürdü. Hükümeti istifaya değil de muhtıra veren kurumla uzlaşmaya götürdüğü için 27 Nisan’a darbe denmiyor.
Hükümete yönelik bir askeri hareketin darbe olup olmaması, hükümeti devirip devirmemesine bağlanıyor. Hükümeti devirmişse darbe olurken, devirememiş veya uzlaşmışsa ona “Darbe girişimi” deniyor. “Son darbe” 28 Şubat’tan bu yana geçen onbeş yıl içinde ordu içerisinde çok sayıda darbe girişiminin olduğu anlaşılıyor. Bugün bunların bir kısmı “Balyoz darbe girişimi”, “Ayışığı darbe girişimi” ve benzeri adlar altında yargılanmaya çalışılıyor. Ortada çok sayıda darbe artığı var.
Darbelere ilişkin genel kural burada da işliyor. Başarılı olanlar vezir olurken, başaramayanlar kelimenin tam anlamıyla rezil oluyorlar. Bu garip rezalet, bir zamanlar forslarından geçilemeyen koca koca generallerin, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının cezaevi arabalarında gözüken asık suratlarında okunuyor. 1989’da Moskova’da Kızıl Ordu generalleri bir darbe yapmayı bile başaramayınca, Kenan Evren “Bizden öğrensinler” demişti. Kenan Evren’in ardıllarının da Moskova’dakilerden pek farklarının olmadığı açığa çıkıyor.
28 Şubat’tan bu yana geçen onbeş yıl içinde varolan darbe artığı kuşkusuz sadece bunlar değildir. Daha açığa çıkmamış çok sayıda darbe girişimi olabileceği gibi, bir de 28 Şubat’ın bizzat yarattıkları var. AKP’den söz ettiğimizi herhalde okuyan herkes anlıyordur.
28 Şubat darbesinin Necmettin Erbakan başkanlığındaki hükümete ve partiye karşı yapıldığı biliniyor. Darbe ile Necmettin Erbakan hükümeti istifaya mecbur bırakıldığı gibi, partisi de kapatılmıştır. Ardından Erbakan’a getirilen siyaset yasağı ve yargılamalar Necmettin Erbakan kişiliğini bitirmiştir. Erbakan, kendinden önceki Menderes veya Özal gibi fiziki olarak öldürülmemiştir, ama daha beter edilerek siyaseten öldürülmüştür.
Bu temelde Necmettin Erbakan’ın nasıl süründürüldüğü, rezil rüsva edilmeye çalışıldığı bilinmektedir. Erbakan’ın kahır içinde öldüğü herkesçe ifade edilmektedir. Nitekim bu nedenledir ki cenazede devlet töreni istememiş, başbakanlığını yaptığı devlete küs olarak gitmiştir. Bunu Erbakan adına bir tür ilkeli davranış ve tutarlılık olarak ele almak mümkündür.
Erbakan çizgisi işte böylesi bir darbeci saldırı ile tasfiye edilmek istenmiştir. 28 Şubat darbesi, esas olarak Erbakan çizgisine karşı geliştirilen bir darbe olmaktadır. Necmettin Erbakan’ın “Millici siyasal İslam çizgisi” hedeflenmiştir. Bazı çevreler buna Avrupa ve Almanya yanlısı İslamî siyasal çizgi de demektedir. Ve bu çizgiye karşı gelişen 28 Şubat darbesi esas itibariyle başarılı olmuştur. Erbakan’ın yaşadıkları ve partisinin içinde bulunduğu durum bunu göstermektedir.
İşte burada şu soru gündeme gelmektedir: Peki AKP nedir veya kimdir? Mademki 28 Şubat darbesi ile Necmettin Erbakan’ın İslamî siyasal çizgisi tasfiye edilmiştir, o halde AKP ortalıkta ne aramaktadır? Bir zamanlar Erbakan’ın yanında, sağında ve solunda bulunanlar, Erbakan’ın darbe ile tasfiye edildiği bir süreçte nasıl böyle bir iktidar gücü haline gelmişlerdir?
AKP gerçeğini doğru tanımak açısından bu soruları sormak ve cevaplamak önemlidir. Demekki AKP de bir darbe artığıdır. 28 Şubat darbesiyle Erbakan’ın millici İslamî çizgisi tasfiye edilirken, bu tasfiyenin bir aracı olarak 28 Şubat darbecileri tarafından Tayyip Erdoğan’ın AKP’si ortaya çıkartılmıştır. İslamî siyasi çizginin millici ya da Avrupacı yanı tasfiye edilerek, ABD’ci ve işbirlikçi olanı iktidara getirilmiştir. Bu da 28 Şubat darbesinin karakterini ve kimler tarafından yapıldığını ortaya koymaktadır.
Şimdi 28 Şubat darbesi üzerine konuşan veya yazanlar, nedense çoğunlukla bu gerçeği hep görmezden gelmektedir. Çok yüzeysel ve saptırmacı bir “darbe karşıtlığı” edebiyatı yapılmaktadır. Dahası yüzde yüz 28 Şubat darbesi imalatı olan AKP, askeri darbelere karşıt bir güç olarak gösterilmektedir. Böylece Türkiye toplumunun bilinci çarpıtılmaya, tarihsel bellek bozulmaya ve AKP gerçeği gizlenip farklı biçimlerde gösterilmeye çalışılmaktadır.
Bu durum düzeltilmeden, AKP’nin maskesi düşürülüp gerçek yüzü topluma gösterilmeden Türkiye siyaseti düzelmez ve yerli yerine oturmaz. AKP gibi darbe artığı bir güçten siyaseti normalleştirmesi ve demokratikleştirmesi beklenemez. Demirel’in deyimiyle, bu eşyanın tabiatına aykırıdır. AKP yapsa yapsa ancak iktidarını koruyacak demagoji ve değişiklikler yapabilir. Nitekim günlük olarak yaptığı da budur.
Diğer yandan, ordu içindeki bazı darbe girişimlerinin yargılanma durumuna bakarak, bazıları AKP’nin “Darbe karşıtı” olduğunu sanmaktadır. Bu da ciddi bir yanılgıdır. Bir kere, o yargılamaları yaptıranlar AKP değil, AKP’nin de gerisinde olan Türkiye’yi gerçekten yönetenlerdir. Yoksa AKP’nin ne haddine generalleri yargılayabilsin! İkincisi, AKP darbelere değil, kendi iktidarını tehdit eden girişimlere karşıdır. Nitekim kendine yönelen “Suçları” açığa çıkartırken, örneğin Kürt halkına yöneltilmiş katliamları görmezden gelmektedir.
28 Şubat darbesinin önemli bir yönü de, Erbakan hükümetinin Kürt sorununu çözmek için başlattığı arayıştır. Darbeci güçler bundan büyük korku duymuşlardır. Bir yerde Kürt sorununun çözümünü engellemek için darbeyi yapmışlardır. Özal’ın da Kürt sorununun çözümü ile uğraşırken öldürüldüğü bilinmektedir. Tuhaf ama, Adnan Menderes’e de idamından önce “Türkiye’nin en önemli sorunu nedir?” diye sorulduğu ve “Kürt sorunu” cevabının alındığı belirtilmektedir. Sanki sınav yapar gibi bir şey!
Bütün bunlar darbelerle Kürt sorunu arasındaki ilişkiyi göstermektedir. Bunlara bakarak Tayyip Erdoğan’ın Kürt sorununa neden bu kadar korkak ve temkinli yaklaştığını anlamak mümkündür. Zaten bir darbe artığının Kürt sorununu çözmesi ve çözebilmesi mümkün de değildir.
Selahattin ERDEM
Özgür Politika
- Ayrıntılar
Kürdistan halkı Önder Apo’nun uluslar arası komployu tüm Kürdistan parçalarında ve yurtdışında büyük bir ulusal birlik ruhuyla karşılamış ve lanetlemiştir. Özellikle Kuzey Kürdistan ve Türk metropollerinde yaşayan halkımızın bu yıl uluslar arası komployu geçmiş yılları aşan bir yaygınlık ve yoğunlukta kepenk kapatması ve kırk ayrı noktada sömürgeci-soykırımcı AKP polisleriyle çatışması önemliydi. Daha yaygın, daha yoğun ve daha bilinçli, örgütlü ve öfkeli bir lanetlemenin Kuzey Kürdistan’da yaşanması şu açıdan çok önemliydi.
Çünkü Türk sömürgeci hükümetinin içişleri bakanı, yaptıkları siyasi-soykırım operasyonlarına dayanarak, ciddi bir eylemliliğin gelişemeyeceği beklentisindeydi. Bu operasyonları tertipleyen yeşil faşizm hükümetinin başbakanı, bakanları ve psikolojik savaş uzmanları, yeşil ergenekon “öyle bir yapacağız ki, açıklama dahi yapacak kimse kalmasın” hesabı içindeydi.
Öncelikle Önder Apo üzerinde tecritin ağırlaştırılması, kimse ile görüştürülmemesi, “başı gövdeden ayırma” zihniyetinin bir ifadesi olarak ortaya konulan bir plandı. Buna göre ne Özgürlük hareketi ne de halk karar alıp, harekete geçebilecekti. Harekete geçme potansiyeli olanları da rehin almak gerekti.
ABD, NATO, Gladyo Kürtlerin sesi olan Roj TV’nin uydu üzerinden yaptığı yayınını durdurmak için elinden geleni yaptı! Serbest Pazar vb. lerinin ne kadar sahte, yalan olduğu, Kürtler ve Özgürlük mücadelesi sözkonusu olduğunda her şeyin nasıl ayaklar altına alındığı da ortaya çıktı. Tüm bu yönelimler aslında uluslar arası komplonun yıldönümünde Kürt ulusunun ve dostlarının katılımını engellemeye yönelik çabalardı.
Özellikle son günlerde hemen hemen hergün yüzlerce yurtsever Kürdün, dostlarının, en son sendikacıların toplama kamlarında esaret altına alınması tümüyle böyle bir hedefi gerçekleştirmek amaçlıydı. Zaten İstanbul emniyet amiri de, adeta zafer ilanında bulunmuştu! Dolayısıyla Cevdet Aşkın gibi bazı köşe yazarları, 15 günü için hem sömürgeci-soykırımcı Türk devleti için, hem de Kürdistan özgürlük hareketi için bir “test” günü olarak nitelendirmişti.
Yani Kürdistan halkı sömürgeci soykırımcı siyasi-askeri operasyonlar ve katliamlarla sindirilmiş mi, sindirilmemiş mi? Kürdistan halkı eskisi kadar Önder Apo’ya sahip çıkmayı sürdürecek mi, sürdürmeyecek mi? Böyle bir test! Evet test yapıldı!
Yönelim, saldırı elbette sadece sömürgeci Türk devletiyle sınırlı değildi. Önder Apo’ya karşı uluslar arası komployu gerçekleştiren güçler, bu kez Roj TV üzerinden saldırılarını yürütmekteydiler.
Evet Kürdistanlılar ve dostları için bir kara gün olan 15 Şubat geldi ve geçti. Bilanço, göstergeler neyi göstermektedir? Türk medyası, yani sahibinin sesi medya öylesine köpeksileşti ki! Adeta Kürdistan’daki uluslar arası komployu protesto eden eylemlilikleri vermedi, görmezden geldi. Hem yandaş medya kesimi, hem de sözümona muhalif kesim! Kürdistan Özgürlük hareketi sözkonusu olduğunda hepsinin nasıl ortak tavır aldıklarını bir kez daha görmüş olduk. Tabi bu Kürdistan halkı ve Özgürlük hareketi için çokta yeni bir şey değil. Medya görmemişse, “yoktur” varsa da, “azdır”. Sahte İnönü zaferi gibi sanal zaferleri daha internet, yani sanal alem daha yok iken yaratan ecdadın, damarlarında asil Türk kanı dolaşan acar evlatları hazır Sanal imkanlara kavuşmuşken ne sanal zaferler yaratmazlar ki?
Sürece damgasını vuran eylemlilik yüzlerce kilometreyi Avrupa’nın dondurucu kışına ve rejimlerine rağmen başarıyla başlatılıp sonuçlandırılan eylemlilik oldu. Tüm kürdistan’ı temsil eden insanlardan oluşan bir topluluk Avrupa rejimlerine ve dondurucu soğuğuna rağmen Strazburga ulaşmayı başardı.
Güneybatı Kürdistan halkı yediden yetmişe hemen hemen hepsi uluslar arası komployu protesto etme eylemliliklerine katıldı. Kitlesellik adeta zirve yaptı. Güney Kürdistan’da da, Güney Kürdistan’da ise, gençlik yürüyüşü başta olmak geçmiş yılları aşan düzeyde önemli bir kitlesellik düzeyi yakalanmıştır. Özellikle Türk sömürgeciliğinin askeri ve istihbarat kurumlarına karşı gerçekleştirilen imza kampanyalarında ulaşılan düzeyin kendisi zaten uluslar arası komploya ve türk sömürgeciliğine vurulmuş bir tokat niteliğindedir. Yine önemli bir medya kesiminde uluslar arası komplo önemli düzeyde tartışıldı.
Kuzey Kürdistan’da adeta hayat tamamıyla durduruldu. Bu yıl hafta arası olması nedeniyle okullar da büyük bir katılımla boykot edildi. Hemen hemen tüm zindanlardaki PKK,PAJK ve KCK tutsakları ve bir çok il-ilçede halkımız açlık grevleri gerçekleştirildi. Bu eylemlilikler halen de sürdürülmektedir. Tüm bu eylemlilikler, AKP yeşil faşizminin, munafıkların Kürdistan halkının birliğini parçalamaya çalıştığı, Kürdistan halk Önderi Abdullah Öcalan ve Özgürlük hareketi hakkında psikolojik savaşın her türlü iftira, yalan yanlış bilgilerinin havada uçuştuğu bir dönemde gerçekleştirilmesi ortamında gerçekleştirildi.
Çünkü Kürdistan halkı artık “Edi Bese! An Azadi An Azadi!” deme noktasında bulunmaktadır. Türk sömürgeciliğine, AKP faşizmine öfkelidir. Başında Adil Gür’ün bulunduğu kamuoyu araştırma şirketinin yaptığı kamuoyu araştırmasında Kürtlerin nasıl bir ulusal bilinçlenme içinde olduklarını ve AKP’den kopuşu yaşadıklarını açık bir biçimde ortaya koymaktadır. 15 Şubat’ta ortaya çıkan tablo bu kamuoy araştırma verilerini fazlasıyla doğrular nitelikte olduğunu ortaya koymaktadır.
Kürtler ulusal bilinç, duyarlılık ve reflekslerini geliştirdikçe, Önderliklerine sahip çıktıkça sömürgeciler ve son sömürgeci sistemin temsilcisi AKP yeşil faşistleri adeta kudurmaktadırlarlar. Hem gerilla sahalarına ABD ve İsrail’den temin ettikleri teknolojilerle yoğun saldırılar yapmaktadırlar. Legal siyaseti sindirmek için de hergün siyasi soykırım operasyonları yapmaktadırlar. Kudursunlar kudurabilecekleri kadar! Kuduran kurtulmuş mu? Kudurganlığı bu kadar ilerlemiş bir kuduz vakası iyileştirilebilir mi?
AKP ve Fethullahçı çeteler kuduradursunlar, Kürdistan halkı başarıyla verdiği 15 şubat sınavını, 8 Mart ve Newroz’da daha güçlü bir biçimde ve sonuç alıcı tarzda vermeye kendisini hazırlamaktadır. Kürdistan halkı artık, kendi Önderliğini ölümüne sahiplenmekte, ülkesini, tarihini, kültürünü, dilini sahiplenmekte ve ulusal bir ruh, bilinç kazanmaktadır.
Kürdistan halkı artık, çekin kirli-kanlı ellerinizi Kürdistan’dan, işgalci ordu-polis katil sürüsünü çekin topraklarımızdan, zalim idari sisteminizi çekin topraklarımızdan, zenginliklerimizi, emeğimizi sömürdüğünüz yeter! Kendi özyönetimimle, kendi toprağımda özgürce demokratik yönetimimi kurmak ve böyle yaşamak istiyorum, demektedir. Türk sömürgeci sisteminin, Kürdistan’daki varlığına tahammülü kalmamıştır. Onun için Edi Bese, An Azadi An Azadi! Demektedir. Ne anayasa oyalamalarınız, açılım sahtekarlığınız ne de başka sahte yaklaşımlarınız artık Kürtleri, Kürt ulusunu aldatmaya yetmeyecektir!
Yıllar önce Amedli Aşık İhsani, O inançlı, öfkeli gür sesiyle! “ Taban Uyanıyor Taban/ Hele Bir Ayağa Kalksın/Durduramaz onu Baban! diyordu.
Aşık İhsani’nin ömrü tabanın uyanıp, ayağa kalkmasını görmeye vefa etmedi! Ama uyanıp, ayağa kalkan bir halkı kimsenin, hiçbir gücün durduramayacağını tam bir özgüvenle söylemişti.
Evet, taban uyandı ve ayağa kalktı! Varsın kudursunlar, saldırsınlar, dağları bombalasınlar, yurtseverleri toplama kamplarına dolduracakları kadar doldursunlar kadar! Ama neye yarar ki! Sonunuz biraz daha yakınlaşır!
Değil sadece babaları, soykırımcı, katliamcı yedi cedleri de mezarlarından kalksalar yine de durduramazlar! Şunu bilin sömürgeci Türk efendiler, yeşil faşizmin temsilcileri kudurun kudurabileceğiniz kadar, elinizden geleni ardınıza koymayın, Kürdistan halkı yaptığınız tüm katliamlarınızın, soykırım uygulamalarınızın hesabını soracaktır! Defolup gideceksiniz bu ülkeden! Er ya da geç, ama mutlaka!
İşte test’in sonuçları!
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Bugünlerde kıyılarda köşelerde Kürdistan gerillasına dönük laf söyleyenler çok oluyor. Israrla Kürdistan gerillasına dönük tartışma yürütmek istiyorlar. Kendilerince istatistikler oluşturuyorlar. Anketler yapıyorlar. Sözde bilimsel verilere dayanarak bunu yaptıklarını da unutmadan ekliyorlar. Nede olsa ‘bilimsel araştırma’ denildi mi doğru yapılmış ve doğru söylenmiş oluyor.
Kürdistan gerillasına ne kadar da ‘geri, cahil ve çocuk’ yaşta insanlar meğerse katılıyormuş? Meğer ne kadar da kandırılan çok kişi varmış?
Evet, son zamanlarda Türkiye cephesinde komple bir saldırı konsepti devreye konulmuştur. Dediğimiz gibi her cepheden ‘bilim adamı’ bularak bunu yapıyorlar. Kürtlerin içerisinde çıkarttıkları işbirlikçileri de böyle aktif bir psikolojik saldırı -biz buna daha etkin olan taarruz kelimesini kullanalım -kullanarak yapıyorlar. Ve her cephe kendi görevinin bilinciyle bu taarruza katılıyor. Basıncısı basın ayağıyla, tarihçisi tarih ayağıyla, işbirlikçisi iftira ve karalama ayağıyla, aydını aydın ayağıyla, bilimcisi bilim ayağıyla ve tabii özenle yetiştirme olan devşirme politikalarıyla ise devşirilmiş politikacılarla bunu yapıyorlar. Ortak noktası gerillaya karşı yapılan saldırıdır.
En son hızını alamayan psikolojik taarruz merkezi ve elemanları gerillaya dönük istatistikler yapmaya bile başladılar. Ne diyelim, kazanız mübarek mi olsun diyelim…
Bir kaç yıl önce bir yoldaşımız gerillaya dönük bir kaç makale kaleme almıştı. O makalelerinin birinde şöyle demekteydi:
“Biz yüreğimizin çılgın akışını dur durak demeden takip ederken ne ister bu egemen ve emperyal güçler diye hep kendimize sorarız. Neden bu kadar bizi hedeflerler, ne isterler bizden? Bizim gibi yumuşak huylu, nezaket dolu, insan sevdalısı, tüm inançlara saygılı, cinslere-özelde ezilene-hürmetli, büyüğe büyük diyen, küçüğe ise bağrını açan ve hiçbir çıkar gözetmeden gerektiğini insanın en değerli olan varlığını ortaya koyan kelle koltukta insanlara ne diye bu kadar saldırırlar? Tuhaf, bize öyle saldıranlar var ki ne isimlerini duymuşuz, ne onlara bir şeyler yapmışız, ne de yollarına barikat kurmuşuz.
Gerilla bir duruştur. Özgürlük duruşu; boyun eğmez, kötüyle uzlaşmaz, kellede gitse doğrulardan geri atmayan duruştur. Kadir Usta’nın deyimiyle “Herkesin sevgisini kazanmak istiyorsan, kendi doğanda kal, herkes seni aldığın gibi görsün, seni sevenler zaten böyle severler seni” misali gerilla içiyle dışı bir olan kişilik demektir. Bu duruş potansiyel olarak yalan dolanlı bir dünya da tehlike demektir…
…Gerillaya katılan her birey-ister bilinçli ister bilinçsizce olsun-katılma gerekçeleri vardır. Katılan bireylerin ortak noktaları kapitalist sistem etkilerini her gün yaşayarak horlanmalarıdır. Sorun okumuş ya da okumamış olmanın çok uzağında bir gerçekliktir. Sorun fakir ya da zengin olmanın da ötesinde bir durumdur. Türk Kürt olmak, alevi suni olmada esas değildir. Dediğimiz gibi gerillaya gelen her bir bireyin geldiği ortama karşı bir duruşu vardır. Çok bilinçlice tercih edenden bilinçlice olmadan dağları tercih edene kadar bir geniş yelpaze elbette vardır. Ancak ortak nokta her gelenin bir kimlik kazanma istemidir. Sınıflı toplum bireyleri hiçleştiriyor. Bireylere karşı saygıyı öldürüyor. Sevginin genelleşmesini engelliyor. Her şeyden daha önemlisi ise gelen her bireyin derin ruhsal dünyasında sisteme karşı müthiş bir öfke uyandırıyor. Var olan sistem mutlaka bir şekilde bireylere hakarette bulunmuştur, bireyleri küçültmüştür, bireylerin kendilerini olmasını engellemiştir. Birde belki de daha da önem kazanan bir husus, insanın derinliklerine nüfus etmiş insani özeliklerinin yaşam bulmaması durumunda bu özelikleri pratikleştirmek istenen mekânlara kayılması şaşılacak bir durum olmamalıdır herhalde. İşte bu arayışı olanlar ilk elden alternatif yerlere gözlerini dikeler. Her insanda mutlaka bir arayış vardır, lakin sistem çoğu kez birçok gencin arayışını başka yerlere kanalize ederek içini boşaltabiliyor. İçi boşaltılmamışları dağların doruklarına ulaştırdığınızda yada böyle olanlar kendilerini dağlara attıklarında orada çok şey değişi veriyor. Bir benlik süreci derinden başlıyor.
İşte gerillaya katılımlar biraz da kendi benliğini arama temelinde olmaktadır. Kendi benliğini genelin benliğiyle birleştirmek ve buluşturmak başlıca bir amaç ve ulaşılmak istenen hedeftir. Bu ise çok az askeri çalışmayla ilintili bir gerçekliktir. Gerillanın ağırlıklı zamanı silahla geçmemektedir. Gerillanın ağırlıklı zamanı kendini yapmayla geçmektedir. İnsanın kendisi olabilmesi için müthiş kendisine yüklenmesi gerekiyor. Öyle sanıldığı gibi dağa çıktın mı hemen gerilla olunmuyor. Gerillaya gelmek sadece ve sadece lele meselesidir. Bunun çok uzun bir lolosu vardır. Lolosunun ağırlıklı bölümü eğitimdir. Kişilik oluşturmadır. Zayıf düşmüş, yenilmiş, dumura uğratılmış, kirletilmiş, bitirilmiş, sistemin çarkları arasında ezilmiş, kendine güvensiz, kendini beğenmiş, gerçeklerden uzak, yapay, hayali bir kişiliği aşarak kendisine güvenerek kendi karakter hatlarını oluşturmaktır. Kendi ayakları üzerinde yürüyen, herkese kafa tutabilecek, özgüven dolu, korkulardan uzak, hatta kendi kaderini eline alacak bir coşku seliyle haykıran bir kişilik yaratımıdır.
İşte gerillanın temel çalışması budur. Bu ise tümden ideolojik bir çalışmadır. Bu tümden felsefik bir çalışmadır. Bu tümden politik bir çalışmadır. Tümden sosyal bir çalışmadır ve tabiatı gereği bir kültür çalışmasıdır. Sonuç itibariyle kişilik oluşturma işidir. Ha denilecek ki askerlik nereden kaldı? Evet, askeri çalışmayla ki biz buna gerilla çalışması diyelim birey bu yukarıda sıralananları gerçekleştirmek için kendisini savunuyor. Bu bağlamda kendini savunan mekanizma olmazsa bir günde yok edilmek için her şey yapılmak istenir. Unutmayalım ilk günden beri gerillaya katılanların kandırıldıkları söyleniyor. Yani demek isteniyor ki siz bu gençleri elimizde alarak sömürme imkânı bırakmadınız. Ve bize geri verin ki bunları koyunlar gibi sağalım. Yine unutmayalım Başkan Apo’ya en büyük suçlama gençlerin beyinlerini yıkaması olarak dile getiriliyor.
Evet, başkan Apo gençlerin beyinlerini yıkamıştır. Ve sadece beyinlerini değil, yüreklerini de, vicdanlarını da ve bir gencin neyi varsa her şeyini yıkamıştır. O kadar kirden kurtulmak isteniyorsa önce yıkanmak gerekir. İşte en büyük yıkamayı başkan Apo ideolojik doğrularla yaptı. Dağa çıkan her genci bir silahlı güç yapmadan önce ideolojik kimlik sahibi yapmaya çalıştı.”
Özcesi gerilla bir kendi olma mücadelesidir. Dik durarak insan olma onurunu taşıma kimliğidir. Ve böylesi bir güce ikiden bir kara çalmak olsa olsa gerillaların iradesini bilediği gibi çok daha fazla gerillaya katılmanın gerekçesi olur. Böyle olduğuna da dağlara akan Kürt gençlerinin her geçen gün artan sayısında görebilirsiniz. .
Hayri Engin
- Ayrıntılar