2011 yılını geride bırakıyoruz. HPG olarak Temmuz ayı ortalarından itibaren yükselttiğimiz Devrimci Halk Savaşı pratiğinin damgasını vurduğu 2011 yılı şüphesiz birçok açıdan değerlendirilmeyi bekliyor. Bu değerlendirmeyi herkes kendi görev alanı ve üstlendiği sorumluluk çerçevesinde yaparken yeni mücadele yılında izleyeceği tarzı, tempoyu belirlemeye çalışıyor. Yeni yılı hedef ve amaçların gerçekleştirilmesi alanı kılmak isteyenler bundan kaçınamaz.
Uzun bir bekleme ve sabır ardından işgalci TC’nin barışçıl demokratik bir çözümden yana olmadığı görüldü. Gerçekten sabır taşını çatlatacak düzeyde her günü ayrı bir işkenceyle geçen uzun bir aradan sonra gerilla olarak kısa da olsa bir pratik süreç yaşadık. Farqîn ile başlayarak Çele’de zirveye ulaşan gerilla eylemleri TC’yi adeta çılgına çevirdi. Uzun yıllardır gerillanın bittiği, marjinalleştiği, savaş kabiliyetini yitirdiği yönlü oluşturulan zemin ve kara propaganda duvarı bir anda yerle bir oldu.
Neredeyse tüm emperyalist ve bölgesel gericiliğin desteğini alarak, çağın en güçlü teknik donanımını ve en önemlisi de gerillayla yürüttüğü mücadelenin otuz yıllık derslerini zemin yaparak saldırıya geçen TC ordusu ve AKP hükümeti gerilla direnişi karşısında derin bir şaşkınlığı, dumuru ve çaresizliği yaşadı.
Şüphesiz gerilla olarak yapabileceklerimizin hepsini yapamadık. Bunun yanında düşmanı hafife almanın, derin ve güçlü planlamalar yapmamanın, tüm gücümüzle yüklenmememizin bir sonucu olarak savaşı daha şiddetli yürütemedik. Bu savaşın tırmanması, tüm Türkiye ve Kürdistan’a yayılması gerekliliği, yine her kayıp ardından halkımızın ve özellikle de gençlerimizin “intikam” çağrıları ortadayken bunun neden yapılmadığı tüm yıl boyunca soruldu durdu.
Savaşın tırmandırılması, tüm alanlara yayılması bizim açımızdan bir sorun değil. Colemerg’den Tekirdağ’a, Artvin’den Antalya’ya, Sinop’dan Hatay’a tüm Türkiye ve Kürdistan’ın savaş alanına dönmesi bizim için sadece bir planlama meselesi. Dağlık alanda kır savaşı sürdürülebileceği gibi şehirlerde de var olan örgütlülükle her günü TC faşizmine cehennem haline getirebiliriz.
Fakat bunun yaratacağı etki ve alacağı sonuç ne olacaktır?
Bizim için önemli olan budur. Çünkü bu yıl sürdürdüğümüz kimi eylemlerde görüldüğü gibi faşist TC ordu ve hükümeti, kolluk güçleri darbe yedikçe sivil insanlarımıza yöneliyor. Yıllardır Kürdistan’da sürdürülen savaş ve bilinçli göçertme politikaları nedeniyle Türkiye’nin farklı coğrafyalarına, metropollere göç etmiş bulunan halkımız sadece Kürt olması nedeniyle saldırıların merkezine oturtuluyor. Çeşitli gerekçe ve örgütlenmeler adı altında Kürtlerin fiziki katliamı meşrulaştırılmaya çalışılıyor.
Sorun bizim örgütlü olmama durumumuz değil. Sorun halkımızın kendi iç örgütlülüğünü tam anlamıyla kuramamış olmasıdır. Önderliğimizin ve hareketimizin yıllardır öz savunma mekanizmalarının gelişmesi gerektiği yönlü uyarıların çok fazla değerlendirilmediğini bu anlamıyla görüyoruz.
Her mahalle ve şehirde bulunan Kürtler kendi aralarında örgütlenmediği, birlik olmadığı, kendi kendini savunur pozisyona gelmediği müddetçe bu tür saldırıların açık hedefi haline geleceği ortadadır. Böylesi bir durum ortadayken kalkıp gerilla olarak tüm Türkiye ve Kürdistan’da savaşı tırmandırmak şüphesiz kirli ve ahlaksız örgütlenmeler aracılığıyla halkımıza yönelik linç kampanyalarına dönüşecektir.
Buradan tabii ki “savaşmayın o zaman” sonucunu çıkaracaklar çok olacaktır. Zaten düşmanın yapmak istediği de budur. Özellikle 2007’den bu yana sürdürülen “silahların zamanı geçmiştir” yönlü propagandaların yaratmak istediği sonuç da budur. “PKK savaşıyor, o yüzden insanlar ölüyor” denilerek Kürt halkının ve değerlerinin tek koruma gücü gerilla ve direniş mücadelesi gereksiz bir faaliyet düzeyine indirgeniyor. Hatta Kürt halkına karşı yürütülen bir mücadele adlandırmasına kadar vardırılan bir pervasızlık, aymazlık ortada kol geziyor.
Fakat şu gerçeği hiçbir zaman unutmamak gerekir. Kürdistan’da yürütülen gerilla mücadelesi tek bir gün durursa Kürdistan, Türkiye ve Ortadoğu’da huzur, demokrasi adına hiçbir şey kalmaz. Gerilla mücadelesi sadece Kürt halkının ve yıllardır yaratılan değerlerinin korunması göreviyle değil, bölgenin demokratik gelişimi ve özgürlük alanlarının yaratılması göreviyle de karşı karşıyadır. Bu anlamıyla üçüncü dünya savaşı olarak adlandırılan Ortadoğu’nun yeniden paylaşılması savaşında gerilla hareketi tüm özgürlük, demokrasi, eşitlik ve kardeşlik hayali taşıyanların hareketi pozisyonuna ulaşmış durumdadır.
TC gericiliği ve faşizmine vurulan her darbe koçbaşı olduğu emperyalistlerin, batılı kapitalist gericiliğe vurulacak darbe anlamına geliyor. Bu böyleyken Kürtleri köle olarak gören, insanlığın bu denli geliştiği bir çağda dahi statüsüz kılmaya çalışan uluslararası ve bölgesel gericiliğin gerilla savaşı olmaksızın gerileyeceğini, yenileceğini beklemek en basit deyimle aymazlık, kendini bilmezlik, körlük olabilir.
Bu anlamıyla savaş dışında herhangi bir çıkar yol yoktur. Durmak bir yana, bu savaştan vazgeçmek bir yana TC faşizmi ve AKP yeşil Türkçü anlayışı karşısında gerillanın 2011 yılında yürüttüğü mücadele, uygulanmaya başlanılan Devrimci Halk Savaşı 2012 yılında da artarak, şiddetlenerek devam edecek.
Fakat bu seneden çıkarılan dersler neticesinde halkımızın kendi örgütlülüğünü, öz savunmasını daha güçlü hale getirmesi gerekmektedir. TC faşizmi ile istenildiği ve beklenildiği gibi daha güçlü bir savaşı yürütebilmemiz için gözümüzün arkada olmaması gerekiyor. Halkımızın bulunduğu her alanda kendi öz savunmasını geliştirmesi, kendisine yönelik gerek faşist kolluk güçlerinin gerekse ırkçı, şovenist gericiliğin saldırılarını boşa çıkartması oldukça önemlidir.
Bunu şüphesiz örgütlenerek, birlik olmaktan bilinçli ya da bilinçsizce kaçan tüm Kürtleri bir araya getirerek, birbirinden haberdar kılarak, yaşanılan alandaki faşist odakları, devlet ajanlarını, kolluk güçlerini tanıyarak, bunlara karşı korunmada değişik taktik ve yöntemler geliştirerek yapabiliriz. Öz savunma yaşam hakkı başta olmak üzere insan olmaktan kaynaklanan tüm haklarımıza yönelik saldırıları bertaraf etmektir. Öz savunmanın saldırıyı, gereksiz şiddeti içinde barındırmadığı bilinmeli. Fakat gerektiğinde en amansız direnişi sergileyebilecek bir anlayışı da mecburu kıldığı unutulmamalıdır. 2011 yılından çıkarılması gereken en önemli derslerden biri budur.
Direnişle doğan ve yaşayanların gerektiğinde direnerek düşeceğini Kürtler her gün gösteriyor. Fakat sadece direnerek amacına ulaşmayacağını da biliyoruz. Bu yüzden 2012 yılını zafer yılı, özgürlük yılı yapmanın her türlü gerekliliğini yerine getirmek, kişiliği buna hazırlamak, tarzı ve tempoyu buna göre yeniden oluşturmak gerekmektedir.
Bu anlamıyla başta gençlerimiz olmak üzere tüm halkımız işgalci, faşist TC’nin tüm hareket alanını daraltmak, daraltılan her alanda yeni bir özgürlük ağacı dikmek, katledilen canların, toprağa düşen en yiğit insanların, yarına umutla bakan bebelerin hatırına mücadeleye daha da yüklenmek onur meselesi, namus meselesidir. Bugünü ve yarını kazandıracak tek çaremizdir…
Sersala We Pîroz Be!..
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Ayıptır,
Günahtır,
Zülümdür,
… Sınırlarda gözlerini hayata açtılar ve sınırlarda kapadılar. Çünkü onlar hep sınırlarda yaşamak zorunda bırakıldılar, sınırlara mahkum edildiler. Sınırda kaldıkları ve sınırın öbür tarafına geçtikleri yer de Kürdistan coğrafyası. Ve onlar Kürdistanlı çocuklardı. Bölünen bir coğrafyanın arasında kalmış ve kaçak bir hayat süren çocuklar. “Kaçakçı, eşkıya, bölücü, terörist” diyorlar onlara. Bu tabirlerle nitelendirdikleri gençleri hiç acımadan vuruyorlar, hem de en vahşi biçimde.
Ayıptır,
Günahtır,
Zülümdür,
Bugün 35 genci Kürt halkı toprağa verdi. Toprak bile artık ağlıyor. Kürt gençlerinin bu kadar acımasızca katledilişine serzenişte bulunuyor. Toprak isyan ediyor, halkım ona yaşatılanlara, reva görülenlere isyan ediyor. Göğsüne vuran, ağıtlar yakan anneler yürekleri parçalıyorlardı. Doğduğum coğrafyada annelerin feryatları, figanları hiç kesilmedi. Hepsinin acısı ortak ve hepsi hayatının baharındaki çocuklarına ağıtlar yakıyor. Beddua okudular, onlara öyle bir acıyı yaşatmak zorunda kalanlara. Türk devletini insanlığa davet ettiler.
Soykırım ve katliamların hesabını vermekten korkan ve her soykırım sözü geçtiğinde kıyametler koparan Türk devletinin gizleyemeyeceği, kaçamayacağı bir soykırıma daha tanıklık ettik. Türk devleti bunu ne ilk kez yapıyor ne de bu zihniyet yapılanmasına sahip oldukça bu yaptıkları son olacak. İnsanlık suçlarına kılıf uydurmaya çalışıyorlar şimdiden. Hem biz ilk kez karşılaşmıyoruz bu tarz katliamlarla. Kazan Vadisi’nin acısı hala taze. Ha Kazan Vadisi ha Uludere! Ne fark eder? Kazan Vadisi’nde Türk ordusunun yapmış olduğu katliamın bir benzeridir yaşanan. Parçalanmış ve kimyasaldan yanan insan bedenleri… Bu ne büyük öfke ve nefret? İnsanlığın neresine sığdırılabilir bu yapılanlar?
AKP hükümeti ve Türk ordusunun gözünde bütün Kürtlerin katli vaciptir. Çünkü fetvayı, ölüm emrini büyük yerden, Gülen’den aldılar. Hiçbir vicdana sığmayacak bu alçakça saldırının üstünden 9 saat geçtikten sonra Hüseyin Çelik medya ordusunu da çağırarak, katliamı meşrulaştıran ifadeler kullanıyor. Sadece bununla yetinmeyerek çocukları için yas tutan, bu katliamı kabul etmeyeceğini söyleyen halka da tehditler savurmaya başlıyor. Kürt halkına tam bu sözlerle olmazsa bile“acınızı içinize gömün ve olanları görmezden gelin” dedi. Utanmadan yargıdan ve hukuktan bahsetti. Kürt halkının gözünde maskesi düşmüş faşist, şoven AKP hükümet yetkililerinin hangi sözlerine ve Türk devletinin hangi yargısına ve adaletine güvenecek bu halk? Türkiye’de işleyen bir yargı ve adalet varsa o da AKP’nin yargısı ve adaletidir. Kürt halkı bunun nasıl işlediğini de birebir yaşayarak gördü, görüyor. Uğur’un, Ceylan’ın ve daha nicelerinin davaları ne oldu? Kaç kişiyi cezalandırdınız? Bırakın artık gözlerimizin içine baka baka yalan söylemeyi. Siz insanlıktan ve vicdandan nasibinizi alamayan kan emici canavarlarsınız.
Halkımın ve onun çocuklarının öfkesinde boğulacaksınız. Gün gelecek yaptıklarınızdan dolayı halkımdan özgür dileyeceksiniz, ama biz yine de bu özrünüzü kabul etmeyecek ve bize yaşattığınız acılara sırtımızı dönmeyeceğiz. Onlar hep bizimle kalacak ve biz o acılarla yaşadıkça üzerinize öfkemiz yağacak. Ne Kazan Vadisi ne de Uludere’yi unutmayacağız…
Rojbin Golav
- Ayrıntılar
Dünyanın büyük çoğunluğu noel bayramını şenlikler ve mutluluklar içinde kutlarken, Kürtler Kan ağlıyor, yas tutuyor. Başlarken, bu vahşette yaşamını yitiren Kürt halkının gencecik çocuklarını şükranla anıyor, bunu yapanları lanetliyorum. Aslında bu yazdıklarımın klişeleşmiş ve vicdan rahatlatmaya dönük sözler olduğunu biliyorum. Bu anlamda yeni bir şey yapmadığımı, gün boyu yapılan açıklamalardan farklı bir şey söylemediğimi biliyorum.
Bu katliam nasıl ve niçin yapıldı sorusunu sorup cevap arayacak değilim. Bunu herkes zaten biliyor. Buradan hareket etmek AKP ve Gülen çetelerinin değirmenine su taşımak oluyor. Bu durumu bilmeyenler belki de doğmamışlar ve ölmüşlerdir. Bizler yaşıyoruz. O yüzden biliyoruz. Bildiğimiz bir şeyi tekrarlamanın fazla bir anlamı yok.
AKP ve Gülen hempaları görevlerini yapıyorlar. Onların görevi Kürtleri yok etmek. Hangi yöntemle olursa olsun Kürtleri yok etmek. Bu konuda görevlerini yapıyorlar. Onlara söyleyecek fazla bir sözümüz yok. O yüzden gün AKP ve Gülen hempalarını protesto etmek, eleştirmek ve teşhir etmek değildir. Görev bunları yapanlardan misliyle hesap sormaktır.
Tamda bu noktada yaşanan durumlara ve gösterilen tepkilere ilişkin bir iki şey belirtmekte fayda vardır:
Öncelikle “sözün bittiği yerdeyiz” demenin hiçbir anlamı yoktur. Bu deyimi kullanmak yeni katliamlara davetiye çıkartmak ve ortak olmaktır. Bunun vebali de çok büyüktür. Bizler kendisine muhalif diyenler böyle yaklaştıkça AKP ve Gülen hempaları daha bir zıvanadan çıkıp saldırganlaşıyorlar. Ve şöyle diyorlar: “Demek hala söz bitmemiş, hala umutları var ve bizde bu umutlarını kullanabiliriz” Bu söylem ve bunun üzerinden gelişen değerlendirme ve eylemlerinde ciddi bir sonucu olmuyor. Çünkü yapılan protesto etmek ve insan haklarına çağırmak oluyor. Buda halkta şöyle bir yanılsamaya yol açıyor: “Sanki karşımızdakiler bu iş için görevlendirilmişler değil de, kimi kendini bilmelerin yaptığı münferit bir olaydır” algısına yol açıyor. Dikkat edelim Genel kurmayın yaptığı açıklama da tam bunu yansıtıyor. Bu tür söylemlerin AKP’yi şirin göstermekten başka bir işe yaramadığı ortadadır. O yüzden bu söylemlerden kesinlikle ama kesinlikle vazgeçmek gerekir. Bu elimize, yüzümüze, ağzımıza ve dilimize kan bulaştırmak oluyor. Bu durum şunu çok açık gösteriyor: Sözler çoktan bitti, bunu dillendirmek geriye çekmektir. Bu durum çok iyi anlaşılmak durumundadır.
Bu durumun yaratığı psikoloji de kendini acındırma durumudur. “Hepsi çocuktu, tek suçları çocuktu” demek bu psikolojinin yansımasıdır. Bununla kör, sağır ve dilsiz olanlardan, üç maymunlardan merhamet diliyoruz. Bu katliam karşısında güçlü eylemlerin olmamasında bu psikolojinin büyük etkisi var. Bu sömürge psikolojisidir. Bu dilenci psikolojisidir. AKP ve hempaları zaten halkı dilenci durumuna getirmek istiyorlar. Bu psikoloji işlemekte onların ekmeğine yağ sürmektir.
Yıllar önce Kürt halk Önderi bu durumu “Katiline sevdalanma” olarak değerlendirdi. Katilini sevmek nedir, bunun psikolojisi, sosyolojisi, kültürel boyutu nedir iyi görmek gerekir. Kürt halk Önderi boşuna “soykırım kıskacında Kürtler” demedi. Bu durumu iyi görmek anlamak gerekir. Kafkas yazar Cengiz Aytamov bu durumu “mankurtlaşma” olarak değerlendirip çözümlüyor. Konumuz mankurlaşma olmadığı için bunu geçiyoruz, ama mankurlaşan oğlunu aramaya çıkan bir anne, sonunda o mankurt tarafından öldürülüyor. Türk eğemen sınıfının tarihi bu örneklerle dolu. Bizim beyinlerimize girerek adeta bizi mankurtlaştırmış. İyilik yapalım derken annemizi öldürüyoruz. Basın açıklamaları ve protestoları aşmayan eylemliliklerin bu durumla yakından bağı vardır. Bu soru çok önemli ve hayatidir. Mankurtlaşıp katilimize mi sevdalanacağız, yoksa bununla mücadele mi edeceğiz. Bu eşikteyiz. Onlar Kürtleri düşman belleyerek gereklerini yapıyorlar. Bizde düşmanlarımızla düşman gibi mücadele edecek miyiz? Kendimize, geleneğimize ve insanlığımıza verdiğimiz sözlere bağlı kalacak mıyız?
Görüntülerde geçen iki kare insanlığın vicdanını –eğer kalmışsa- sızlatmıyor mu, kanatmıyor mu? Katıra gaz bidonları yerine yaşamını yitirmiş iki insan yük yapılmış. Traktöre onlarca cenaze bir odun istifi gibi üst üste atılmış. AKP ve Gülen hempalarının şirin çoğu Arınç “Kürtlere tüm haklarını vereceğiz” dedi. Olaylar gösterdi ki, Kürtlere yataklarında rahatça ölme, bedenlerin kefenlenmesine, bir mezarlarının olmasına dahi tahammül etmiyor. Bu yaklaşımlara ne demeli?
Türkiye halkını, sol, sosyal demokrat, aydın, demokrat geçinenlere bu katliam karşısında fazla söyleyeceğimiz bir şey yok. Onlar kararlarını versinler. AKP ve Gülen hempalarının ayıplarını örten asma yaprağı mı olacaklar, yoksa vicdanlarını –eğer cüzdanla değişmemişse- mı dinleyecekler? Bu konuda iki örnekle durumu özetleyelim:
Kürtler söz konusu olunca kimi yazarlara dönük eleştiriler yapılınca hemen “tehdit ediliyoruz” yaygaraları koparılıyor. Bunu açık söyleyeyim, kimseyi tehdit etme gibi bir durumumuz yok. Bu konuda müsterih olabilirler.
Bizler Ortadoğuluyuz, çıkmayan candan umut kesilmez felsefesinden geliyoruz. Sözümüz hala vicdanlarının sesine kulak verip insanlık ölmemiş diyenleredir. Tabi eğer AKP ve hempalarının dilencileştirme politikasına rağmen hala kalmışsa! Bunlardan birisi Oral Çalışlardır. Dün yani 28 Aralıkta katıldığı bir televizyon programında söylediği ibret verici şeylerdir. Eğer cüzdanına yenilip vicdanını kaybetmişse söyleyecek bir sözümüz yoktur. Oda görevini yapıyor! Ama yok dün televizyonda söylediklerine sadıksa söyleyeceklerimiz var: Kendisi demokrasi ve insan hakları konusunda direndiğini, bunun karşılığında 7 yıl zindan yattığını, kellesi de gitse kimsenin ona bir şey dikte ettiremeyeceğini belirtti. Eğer uzayda yada başka bir gezegende yaşasaydık ve orada kimliklerinden dolayı insanlar düşman görülüp öldürülmeseydi, bu söylediklerinin altına imza atardım. Ama durum öyle mi? Yakalananlar, sorgulamadan geçenler iyi ve köyü polis hikayesini iyi bilirler. AKP ve hempalarının iyi polisi olan Arınç’ın söylediklerini desteklemesine ne demeli? Bırak hak vermeyi, Kürtlere rahat ölme hakkı dahi tanımayan bir yapıyla karşı karşıyayız! Bunun neyini destekliyorsunuz. Birde lafı eveleyip geveleyerek “toptancı mantığa” karşı olduğunu söylemesi işin danıskası. Kürt Özgürlük Hareketi yaklaşık 10 yıldır bu anlayışla mücadele ediyor. K kara, öl-öldür mantığıyla mücadele ediyor. Yeni mi uykudan uyandınız, bu durumu uyku mahmurluğuna mı yormak gerekir? Belki özgürlük hareketine birçok şey söylenebilir ama bu duruma ilişkin söylenecek bir şey olmaz. Katır etiyle insan etinin karıştığı bir durumu yaşıyoruz. Siz hala aynı yerde mi duruyorsunuz?
Güya bunlar ve bazı köşe yazarları AKP hempalarına kısmen uzak duranlardır! Yakın duranlara, yandaş medyaya söyleyecek sözümüz yok.
Kürt halkı “ama Kürt sorununu yazın, çizin, gündeme koyun, çözüm için çabalayın” beklentisi içinde değil. Bunu da istemiyor. Sadece size insanlığınızı hatırlatıyor. Gerisi sizin bileceğiniz iş.
Kürt halkı, kadınıyla, genciyle düşmanının yaptığı bu katliamı görecek, anlayacak düzeydedir. Bu konuda söz kalmamıştır, dilenecek bir şey kalmamıştır. Kürt halkının düşmanları ve onların ayıplarını örtenler ne derse desinler, ne yaparlarsa yapsınlar Kürt halkının öfkesinden kurtulamayacaklardır. Dostla dost, düşmanla düşman olmayı bilecek olgunluktadır. Kendisine düşmanlık yapanlara anlayacağı dilden cevap verecektir.
Demokrasinin olmadığı yerde tepkilerin demokratik çerçevede olmasını söylemek, istemek en hafif değimle kendini bilmemektir. O yüzden düşman minnetsizse, bizde minnetsiz olacağız!
Fırat Doğan
- Ayrıntılar
Çekirgenin uzatmalı sıçrayışlarla ömrünü uzatması, açıkça görülüyor ki, 2012 yılında sonuca bağlanacak ve hazin olan sonu yaşanacaktır. Tek tek’leyerek, sek sek’leyerek, perdeleyerek, maskeleyerek, vs. iktidara iyice yerleşen ve giderek faşizmi kurumsallaştıran AKP ve Gülen Cemaati, 2011 yılında Ortadoğu ve Kürdistan'da yaşanan mücadelelerde izlediği yanlış strateji ve taktikler sonucu giderek köşeye sıkışmış ve bunun verdiği acıyla azgınlaşmış durumda.
Abdullah Gül, “PKK oyunlarımızı bozdu” diye itirafta bulunarak, başbakan Tayyip Erdoğan KCK operasyonlarını desteklediğini açıkça beyan ederek ve Amerika’nın kucağında oturarak okyanus ötesinden Türkiye'ye yön vermeye çabalayan ve bunda belli düzeyde etkili de olan Fethullah Gülen “onların köklerini kesin, kurutun, evlerini ateşe verin, beşbin, ellibin, ne kadar olursa olsun öldürün” biçiminde “Kürtlerin katline” fetva vererek, aslında Kürt Özgürlük Hareketi ve Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesini kararlıca sahiplenip, sürdürmesi karşısında çaresiz kaldıklarını, başarısız olduklarını ve aciz duruma düştüklerini itiraf etmek zorunda kaldılar.
AKP ve Gülen Cemaati’nin bir histeri, paranoya, kâbus halini yaşamaları elbette anlaşılır bir durumdur. “PKK'yi biz bitiririz, Kürd’ü inkar ve imha siyasetini en iyi biz yürütür ve Kürt soykırımını ancak biz sonuca götürürüz” iddiasıyla iktidara gelen ve on yıldır burada tutulan bu iki güç, PKK'yi tasfiye etme şurada kalsın, kendisi giderek tasfiye olma aşamasına gelmiş bulunuyor. Dolayısıyla kendisine verilen krediyi de tüketmiş ve bazı iç ve dış dengelere dayanarak uzatmaları oynamaya çabalıyor.
İktidarda bir şartla tutulduğunu çok iyi bilen AKP ve Gülen Cemaati, bunu gerçekleştirememe halinde sonlarının ya hapishane ya da çeşitli yollarla ebedi istirahata kavuşma olacağını iyi bilmektedirler. Çünkü Türklerin o ünlü sözü her an kulaklarında çınlamakta ve kendilerine ecel terleri döktürmektedir: Ya devlet başa, ya kuzgun leşe! Devletin başına gelindi, ama orada kalınamayacağı da netleştiğine göre, artık sonlarının kuzgunlarla mutlu bir birliktelik olduğunu, kuzgunların beslenme zincirinde belli süreliğine yer alacaklarını da iyi görmektedirler.
“Bu telaş, bu saldırganlık, bu faşizm niye?” diye soranlara, “AKP demokratik açılımlar yapıyor, askeri vesayeti sonlandırdı, ekonomi çok iyi durumda, peki birden bire ne oldu” diye şuursuzca soru soranlara cevap işte bu kuzgunlara yem olma korkusunda saklı!
AKP yetkililerinin açıklama üstüne açıklama yapmaları; bir yandan, nereden çıktığı belli olmayan içişleri bakanı Naim Şahin adlı zevatın, Hitler’e rahmet okutacak o düşünceleriyle, Kürt Özgürlük Hareketine ve Kürt halkına ölümü göstermesi, diğer yandan Arınç ve Atalay’ın yumuşak mesajlarla Kürtleri sıtmaya razı etme çabaları, artık işlerin kontrolden çıktığını, Ortadoğu'da siyaset yapmanın öz dinamiklere dayalı olması gerektiğini, yoksa dışa sırtına dayayarak, Amerika’nın kucağında oturup badem bıyığıyla efelenmeye kalkmanın insanın başına çok büyük işler açacağını çok iyi görmüş olduklarını net bir biçimde göstermektedir.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan üzerinde ağırlaştırılmış tecrit uygulamasının sürdürülmesi, HPG gerillalarına karşı kimyasal silah dahil her türlü teknik kullanılarak vahşice saldırılar geliştirilmesi, KCK operasyonları adı altında Kürt demokratik siyasetini etkisiz kılma çabalarından hız kesmeme, bu ölüm korkusunun dışavurumundan başka bir anlam ifade etmemektedir. Evet, iktidarda kalmanın diyeti ödenmemiş ve alacaklı kapıya dayanmış, hatta kapıyı kırarak içeriye girmeye başlamış durumda!
Bu duruma nasıl gelindiği de biliniyor. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın ve PKK’nin 2009 yılından bu yana Kürt sorununu barışçıl-siyasi yollardan çözme çabası içinde olduğunu ve bunun için elinden gelen tüm çabayı harcadığını herhalde kimse inkar edemez. Dıştan kimsenin müdahalesine fırsat vermeden Kürt sorununu kendi içimizde çözelim, bu çözüm halklar yararınadır, bundan her iki taraf da fayda görür” yaklaşımında olan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ve PKK, bu iki yıl içinde bu yaklaşım temelinde Türk devleti ve AKP hükümetine defalarca çağrıda bulundu, çözüm için Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan Yol Haritası hazırladı, iyi niyet göstergesi olarak barış gruplarını Türkiye'ye çağırdı, PKK'den sürecin selameti için eylemsizlik ilanında bulunmasını talep etti. Ve bilindiği gibi PKK, Önder Abdullah Öcalan’ın bu tüm istemlerini hiç zaman geçirmeden yerine getirdi.
Kısaca, iki taraf arasında karşılıklı yerine getirilmesi gereken hususlarda Kürt tarafı kendi payına düşeni yerine getirdi. Dolayısıyla artık adım atması ve üzerine düşeni yapması sırası AKP hükümetine gelmiş oldu.
Fakat bu barışçıl-siyasi yollardan çözüm arama girişimleri AKP tarafından çok farklı ele alındı ve değerlendirildi. Bu girişimleri bir zayıflık işareti olarak algılayan ve PKK'yi tasfiye etmek için bir fırsat olarak kullanmak isteyen AKP, 2011 yılına gelindiğinde artık ya bu işi çözmek, ya da kendisinin çözülme aşamasına geleceğini görmesi sonucunda, gerçek yüzünü, niyetini, amacını açık etmek zorunda kaldı. Böylece AKP’nin Kürt sorununun çözümünde rol oynayacak bir aktör olmadığı açıkça ortaya çıkmış oldu. Şu ortaya çıktı ve netleşti: AKP bir çözüm gücü değildir!
Açık ki, AKP ve Cemaatin devletine, faşizmi giderek kurumsallaştıran bu devlete karşı mücadele gücü olarak ayakta olan ve etkili mücadele eden tek güç olarak Kürt Özgürlük Hareketi ve Türkiye'nin gerçek demokrasi güçleri olmaktadır. Dolayısıyla son savaş hükümeti olan AKP’nin maskesini düşüren ve gerçek yüzünü açığa çıkaran da -diğer savaş hükümetlerinin akıbetinde olduğu gibi- yine Kürt Özgürlük Hareketinin ve Türkiyeli demokrasi güçlerinin geliştirdiği özgürlük ve demokrasi mücadelesi oldu.
Bu mücadele sonunda artık Türkiye toplumunda da AKP’nin gerçek yüzünün ne olduğunu gören, daha önceden çeşitli nedenlerle ona destek vermiş olan kesimlerin de giderek bu faşist oluşumun gerçekliğini kavrar bir duruma geldikleri ve giderek seslerini yükselttikleri de yaşanan bir diğer önemli husus oldu.
Bir yandan “Kürt sorununu en iyi ben çözerim” diye iktidara gelme, ama bunu başaramama; diğer yandan Ortadoğu'da “komşularla sıfır sorun” stratejisi temelinde etkinlik kurma çabalarında dibe vurma ve neredeyse Ortadoğu'da istenmeyen devlet haline gelme durumu açık ki AKP ve Cemaat’i giderek köşeye sıkıştırmış ve izledikleri yanlış strateji ve taktikler sonucunda bir bütün kaybetme noktasına getirmiştir.
Peki, 2012 yılında AKP ve Gülen Cemaati’nin hali ne olur?
Bu konuda kesin ifadeler kullanmak ve tespitler yapmak usulen yanlış olsa da, kanaatimizce sonları pek hayırlı olmayacaktır. İç ve dış sorunlar karşısında çaresiz olan ve çözüm üretemeyen bir gücü ne içte Kürt ve Türk toplumu, ne devletin kendisi, ne de dışta Ortadoğu'nun siyasi coğrafyası kaldırır. Dolayısıyla bu iktidar koltuğunun yavaş yavaş ya da birden altlarından çekilmesi durumu sözkonusu olacaktır.
Peki, iktidara oturmuş, giderek kurumlaşmış ve bir bütün devleti ele geçirme hevesinde olan bir güç, acaba bu iktidarını başkalarıyla paylaşmaya yanaşabilir mi? işte Can alıcı soru budur. Eğer AKP ve onun arkasındaki cenah buna razı olursa, belki bu yılı topallayarak sürdürebilirler. Fakat eğer bu konuda katı bir tutum takınılırsa, cemaatin ne olacağını bilmeyiz ama, tepetaklak olan bir AKP hükümetini görmek hiç de şaşırtıcı olmayacak.
Eğer Tayyip Erdoğan yeniden neşter altına alınmak istenmiyorsa uzlaşmaya razı olmak zorunda kalacak. Yok eğer tek başına bu işleri götürmek isterse, yine onu neşter altına alıp, yani onu santim santim santim saf dışı edecekleri de aşikardır. Ve bu durumda da hafızalar tazelenecek ve herkes “Özal ve Ecevit’e de aynısı yapılmıştı” diyecek.
Diğer yandan, özgürlük ve demokrasi güçleri için 2012 yılı daha büyük imkanların var olduğu ve mücadelenin giderek yükseleceği ve kesin sonuçların alınacağı bir yıl olacağı gibi, sömürgeci faşist güçler için de zayıflama, küçülme ve giderek bir daralmayı yaşama yılı olacaktır.
Bu vesileyle ilerici insanlığın ve tüm halkların miladi 2012 yılını kutluyor, demokrasi ve özgürlük mücadelelerinde başarılar diliyoruz.
Edîp Koçgîrî
- Ayrıntılar
Son zamanların moda adamı yine konuştu. Akepe’nin gizli ajandasını herhalde bu kadar açık ve net bugüne kadar hiçbir Akepe’li dile getirmemiştir. Öyle ki terörün, terörizmin tanımlamalarını uluslar arası camiada devletler, bilirkişiler ve tabii ki sosyal bilimciler yeniden yazmalıdırlar. Eğer bugüne kadar bu sorunu çözememişler ise gelip yeni dönemin moda adamı İdris Naim Şahin’den reçetesini alsınlar.
“Terörü besleyen arka bahçe var. Bir başka ifadeyle propaganda var, terör propagandası var. Neyiyle veriyor, belki resim yaparak tuvale yansıtıyor. Şiir yazarak şiirine yansıtıyor, günlük makale, fıkra yazarak oralarda bir şeyler yazıp çiziyor. Hızını alamıyor terörle mücadelede görev almış askeri, polisi doğrudan çalışmasına, sanatına konu yaparak demoralize etmeye çalışıyor. Terörle mücadele edenle bir şekilde mücadele ediliyor, uğraşılıyor. Terörün arkadan dolanarak arka bahçede yürüttüğü faaliyetler ki arka bahçe İstanbul'dur, İzmir'dir, Bursa'dır, Viyana'dır, Almanya'dır, Londra'dır, her neyse, üniversitede kürsüdür, dernektir, sivil toplum kuruluşudur.
Çağın gereği ne kadar sivil toplum kuruluşumuz varsa o kadar demokratik bir ülkeyiz oma oraya da sızmak lazım terör açısından, sızılır, sızarsınız, sızmışlardır. Masum dernektir, bakarsınız kültür derneği, bakarsınız eğitim derneği. Şimdi dağdaki ile belki kırsaldakiyle mücadeleniz kolay bana göre ama bu arka bahçede ayrık otu ile tereler birbirine karışıyor. Hepsi yeşil renkte görünüyor. Birbirine karışıyor, kimisi zehirli, kimisi faydalı. Hangisinin faydalı, hangisinin zehirli olduğunu ancak yeyince anlıyorsunuz” diyor.
Evet, moda adamın sözleri bunlardır. Bu tanıma göre herhalde Türkiye cumhuriyeti devletinde muhalif olan insanların tümü terörist kategorisindedirler. Başka bir deyimle Akepeli değilseniz teröristsiniz. Bu dünya tarihine yeni eklenmiş olan bir terör tanımı oluyor. Bu bağlamda Kürt özgürlük hareketi olarak artık bu ülkede daha doğrusu bu devlette yaşama hakkımız kalmamıştır.
Moda adam bunları söylerken birkaç dakika içerisinde ancak ağzından bir kelime çıkan Açılım bakanı ise:
“Tek yönlü uyguladığımız entegre bir stratejimiz var, devlet olarak. Sınır ötesi operasyonlardan, KCK operasyonlarına hepsi koordinasyon içinde, tartışılmış, kararlaştırılmış, planlanmış ve yürütülmektedir” demektedir.
Malum moda adam ve açılım bakanının dışında zaten köklerimizi kurutmak için fetva verenlerde var. Hani diyordu ya:
“…Onların da altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sal, köklerini kurut ve işlerini bitir” diye.
Sözü çok uzatmadan; böyle buyuruyor Yeşil Türki Faşist temsilciler. Bize düşen ise 2011 yılında eksik bıraktıklarımızı, yarı bıraktıklarımızı, hakkını tam veremediklerimizin hakkını yerli yerine vermek kalıyor. Madem zaten fetva buyurmuşlar Yeşil Türkler bize düşecek olan ise bu fetvalara karşı tarihimizin en güçlü olan direnişini ortaya koymaktır.
Ve birde 2012 yılına doğru giderken bu yılda 19 yıldır kimsenin alışık olmadığı başka söylemleri dile getirerek bu söylemlerle hiç kimsenin alışık olmadığı yeni tarzda Devrimci Halk Savaşın stratejisine denk taktiklere yeni tarihi bir dönem başlatacağımızın haberini de verelim.
2012, 19 yıldır ısrarla birlikte kalmayı dayatmalarımızın da büyük ihtimalle gözden geçirileceği bir yıl olacağını şimdiden belirtelim. Başka bir deyimle 2012 yılı Kendi Yolumuzu Başka Çizmenin güçlü bir yılı olacaktır. Ve bu yılın nasıl bir yıl olacağını ise hepimiz birlikte göreceğiz. Siz bu nasıl olacağa ilişkin ise bir de yeniden şekillen uluslar arası konjonktüre özelde de bölgede ki konjonktüre bakarak vereceğimiz cevapla anlayacaksınız.
Birde “Dağıldılar, kalmadılar, geri çekilecekler, radikal karar alacaklar, yüzlerine bulaştırdılar, teslim oluyorlar” özel ve psikolojik savaş söylemlerinizi size 2012 yılında hatırlatmakta boynumuzun borcu olsun.
E. Nucan
- Ayrıntılar
Dağların sırrı ve yaşama dair anlam dolu olan gerilla mücadelesini en iyi anlatan olgu “heval!” olsa gerek. “Heval”de yaratılan mücadele yoldaşlığı ve dostluğunun tanımını yapmak her baba yiğidin harcı olmadığı gibi buna hakkını vererek yaşayanlar bile anlatmak da zorlanırlar.
Yaptığı ve yaşadığı kadar konuşmayı yaşamsal bir ilke edinen gerilla için, “heval” akan suların durduğu ve uğruna her şeyi feda edeceğin bir ilişkidir. Sende can yoldaşların, yoldaşların da ise sen yaşam bulursun çünkü. En yalın şekilde söylemek gerekirse, yaşadığın hiçbir ilişki, dostluk ve arkadaşlık gerilladaki kadar güçlü ve sağlam bağlara sahip olamaz. Evet dünyanın hiçbir yerinde ve sisteminde, insanı böyle fetheden ve yaşamını anlamlı kılan arkadaşlıklar, bağlılıklar yakalanamayacağını yaşayarak öğrenmiş insanlar olarak bu konuda en şanslı insanlar olduğumuzu biliyoruz.
Sırrına erdiğim en yegâne hakikatlerden biri de “heval” olmanın yerini belki de hiçbir şeyin tutamayacağıdır.
Kelime anlamıyla “arkadaş” la, taa çocukluğumuzda tanışırız. Evet erken yaşlarda bize ezberden öğretilir, yaşamı kurtarmamıza yetecek kadar. Ama çoğu zaman almayı bilmeye ve uslu oynamaya dayalı öğretilir her nedense. Ana-babalarımızın akıllısı olarak bizim faydamıza olmalı arkadaşlığımız. Faydası yoksa ya da zararı olacaksa “aman ha” diyerek uzaklaşıp, sırt dönmeliyiz anlamındaki “arka-daş”lığa yani sır-sırtalığa rağmen.
Bunun için de arayışlarımızdan vazgeçmesek de, hep eksik, hep yarım ve hep biraz sırt dönmeyi içinde barındıran arkadaşlıklarımız olmasına rağmen arkadaşlık özlemiyle büyütülürüz.
Bunun içindir ki bir yanımız “heval” olma ve “heval” yaratma arayışında çıkarız gerilla yolculuğuna.
“Yaşamın anlamı nedir” diye yıllarca peşinden koştuğumuz o yürek yakan soruya hakkıyla cevabını verme şansına ulaşanların büyüklüğüne erişebilecek miyim, bilemiyorum. Ama yaşama tutunmamı ve anlamlı yaşamamı sağlayan en sağlam dalımın “heval” olduğunu hiçbir tereddüde girmeden yaşıyor yüreğim.
Bunları neden mi paylaşmak istedim?
Çünkü çirkin saldırılar her türlü yöntemle çıkıyor karşımıza. Haksız ve ahlaksız olarak kabul gören her türlü silah ve yöntem şimdi gerillaya karşı kullanılırken bu tüm kamuoyuna zafer gibi yutturulmaya çalışılıyor üstelik. Üstelik kimyasal silahlarla şehit düşürülen can yoldaşlarımıza karşı geliştirilen bu terör, tüm dünyanın gözleri önünde, sevgili Türk medyasının da üstün başarılarıyla yerine getirilmeye çalışılıyor.
Bununla birlikte yine son dönemde “teslim oldular, parkemizi giydirdik, bak ne kadar da seviyoruz, teslim olsalar biz öldürmeyeceğiz” diyerek yoğun bir özel savaş propagandasıyla sunulan yalan yanlış haberlerle zirveye çıkarılmak isteniyor. Evet AKP, her türlü savaş tekniğine rağmen kimyasal silahları ve özel savaş medyasıyla her şeyi kendine reva görerek tam gaz ilerlemeye çalışıyor.
Bu manzara ve psikolojiye yabancı değiliz. Yakın tarihin henüz yaraları kapanmamışken, tüm dokümanları elimizin altındayken sanki yaptıklarını kendisiyle başlatmaya çalışan özel savaş ve polis devleti AKP’nin neden böyle can havliyle saldırdığına yine en iyi biz anlam verebiliyoruz. İktidarların temel hastalığı, başarısızlığını ve sonunu önlemek için saldırmak, yok etmek, kıyım ve katliamlar gerçekleştirmektir. Tüm bunları yaparken izledikleri yol ve yöntemler, yarın suç olarak tartışılıp itiraf edilecek olsa bile, bugün ses çıkarmaya yürek gerektirecek cinstendir.
Yapabilecekleri ne kadar suç ve korkunç olursa olsun, bunların da bir sınırı olduğunu hemen hatırlatmak zorundayım. Her şeyi yapsanız bile gerillanın yarattığı yoldaşlık ve arkadaşlık ilkesiyle büyüttüğü direniş mücadelesini bitiremezsiniz. Her gün teslimiyeti geliştirmeye çalışan haber ve yorumlarınızla ne kadar da gözümüzden düştüğünüzü bir anlasanız, bunları böyle medyaya sızdırmazdınız belki de.
Evet gerilla yaşamını ve yoldaşlığını herkesin anlamasını bekleyemeyiz. Onun hayallerini, sevgisini, bağlılıklarını, yaşama biçtiği anlamı ve düşüncelerini, felsefesini herkes yaşayamaz. Ama bir kere bunları yaşayan ve anlayan biri için de vazgeçmek ve ihanet söz konusu olamaz. Çok yorulup, çalıştığınızı sadece bir kanalın haberlerine bakarak bile anlayabiliyoruz. Ve yarattığınız etkiyi gerçekten merak ediyor ve anlamak istiyorsanız çok açık bir şekilde söylemek istiyorum.
Böylesine vazgeçilemez bir yaşam ve arkadaş ortamına ulaşmışken, yarın ayıplanıp ve itirafı yapılacak suçlu ve çirkin bir özel savaşın neyini tercih edelim ki?
Hayır kalsın, biz onurumuzla ve çağımızın en şanslı gerillaları olarak yaşadığımız yaşamı uğruna ölecek kadar sevmeye devam edeceğiz!
Sıla Berfin
- Ayrıntılar
Birkaç gün önce bir yoldaşımızın yazdığı bir makaleyi okudum. Doğrusu bugünü çok iyi ifade ettiği için bu makalenin büyük bir bölümünü buraya alarak bugüne dönük birkaç söz söyleme ihtiyaç duyuyorum.
Şöyle diyor yoldaşımız:
“Geçenlerde Almanya da yaşayan bir Kürt kızı ile görüştüm. Okul okuyan, aydın bir Kürt kızı. Üstelik orada doğmuş ve orada yaşamakta. Almanya da estirilen Türk şoven dalgası üzerine görüşlerini söylüyordu.
“İlk kez böyle bir şey yaşıyorum.
Sanki biz bir devletiz -üstelik antidemokratik bir devletiz- ve onlar-yani Türk yurttaşlar-mağdur ve mazlum ezilen bir halk.
Sanki biz vuran ve onlar vurulan.
Sanki biz saldıran onlar saldırıya uğrayan.
Sanki biz işkenceci ve onlar işkence gören.
Sanki biz faili meçhul cinayet işleyen onlar ise fail meçhul bir şekilde katl edilen.
Sanki biz tank ve top sahibiyiz onlar ise kazma kürekle kavga eden.
Ve sanki biz sömüren ve işgalci onlarsa sömüren ve işgal edilenler.
Sanki biz dev gibi devlet ve OYAK sahibi ordu onlar ise halkın yardımlarıyla geçinenler.
Dünya tersine dönmüş. Bu yukarıda söylediklerimi bir de Almanlara anlatabiliyor ve iknada ediyorlar. Ve gerçekten sanki her şey onların söylediği gibi imiş bir havayı da yaratıyorlar. Müthiş zorluyor.
Üstüne üstelik bununla kalmıyorlar. Saldırıyorlar. Küfürler ediyorlar. Hem de çok düzeysiz küfür ve hakaretler. Ağızlarında çıkan kan ve ölümdür. Öldürmedir.
Ancak biz onların seviyesine inmeyeceğiz. Biz onların düzeyiyle tartışmayacağız. Biz kendi haklı olan ve bir o kadar da anlamlı olan insancıl felsefemizle mücadele edeceğiz. Onların seviyesizliği onların olsun!”
“Evet, biz devrimciler, yeniyi yaratmak isteyenler, halklarla buluşmak isteyenler, elbette egemenler diliyle konuşamayız. Onların düşünceleriyle düşünemeyiz ve onların yöntemleriyle çalışamayız. Hani derler ya “amaçlar kadar araçlarında temiz olması”. Biz bu ilkesel davranışımızı sürdüreceğiz.”
Bugünlerde etrafımıza bakıyoruz ve Yeşil Türki Faşist devletin dünyayı fır dönerek özgürlük hareketine ve onun özgürlük gerillasına karşı bir başarı elde etmek için inanılmayacak ölçüde taklalar atıyor. Öyle ki dünya gerçekten de devlet olan, emperyalistlerin taşeronluğunu yapan, bankalarda milyarlarca parası olan ve devasa bir halkı vergilere boğarak ceplerini dolduranların biz olduğunu sanacak. Sanmayacak neredeyse inanacak. Doğrusu fakir fukara Türk halkını bile buna inandıracaklar.
Dünyanın neresinde ölümcül silah ticareti varsa oraya giderek takla atarak Türkiye’nin neyi var neyi yok pazarlayarak mutlaka o ölümcül silahı alıp özgürlük gerillasına karşı kulllancak. Ölümcül tekniklerle sözde kendi prestijini kurtaracak.
Acınacak olan durum sadece bu kadar ölümcül silahların peşlerine düşmeleri değildir. Acınacak olan durum dünyanın her yerinde gidip bizlerin ne kadar teknolojiye sahip olduğumuzu söylemeleridir. Ne kadar para pul sahibi olduğumuzdur. Hatta öyle ki neredeyse dünyanın tüm mafya trafiğini bize bağlayacaklar. Sözüm ona ne kadar çok paraya sahip olduğumuzu dünyaya söyleyerek kendilerini fukara göstererek bir şeyler koparacaklar.
Doğrusu bu yapılan diz boyu ahlaksızlık kokuyor. İnsan bu kadar kendini rezil duruma getirmemelidir. Karşınızda neredeyse sadece çıplak bedenleriyle ve iradeleriyle duran bir özgürlük hareketi ve onun özgürlük gerillası varken bu kadar dibe vuran yalanlarla kendilerine menfaat sağlamaya çalışmak tek kelimeyle ahlaksızlıktır.
Şunu peşinen söyleyelim: bizde olupta sizde olmayan çok şey olduğu doğrudur. Ancak biz de olupta sizde olmayanlar maddi değerler değildir. Maddi değerler açısından dünyanın belki de en fakir en hareketi olmanın yanı sıra en mütevazi yaşayan insanlarıyız. Felsefemiz bir lokma bir hırka üzerine kuruludur. Kaldı ki dayandığımız tek güç kendi halkımızdır ve halkımızın dünya da nasıl süründürüldüğünü de bilmeyen yoktur. Dünyanın belki de en fakir halkının gerillasıyız. Halkımız maddi olarak ne kadar zenginse bizim de zenginliğimiz ancak o kadardır.
Gerçekler böyle olmasına rağmen sözde böyle ahım şahım geçmişe sahip olan bir devlet neden bu kadar yalan söyleme ihtiyacı duyar doğrusu şaşıyoruz. Doğrusu bu durum esefle karşılıyoruz. Doğrusu bu yaklaşımları gördükçe iğreniyoruz. İktidar bu kadar insanı küçük düşürmemeli diye de doğrusu sizlere acıyoruz.
“PKK’li OLMAK dedim yukarıda. PKK’li demek bir nevi ilk sömürüsüz, ilk tahakkümsüz, ilk baskısız ve ilk sade insan gibi yaşamak demektir. İlk günden başlayarak adaleti ve eşitliği arayan ve bu idealler uğruna gerektiğinde gözünü kırpmadan ölümün üstüne üstüne gitmek olarak öğrendik. Dahası PKK’li olmayı halkın ve insanlığın çıkarı için uğruna ölecek kadar sevme olarak öğrendik. Ve bunun pratiklerini henüz biz çocukken PKK’nin büyük önderlerinin yaşamlarında kendilerini ölümüne feda ederlerken öğrendik. Daha da öğreneceğiz.”
Bugünlerde bizim kellemiz üzerine siyaset yapanlar, bizim imhamız için dünyanın dört bir yanına giderek kendilerini pazarlayanlar, ağızlarından sadece ve sadece kan kokusu gelen, halkımıza ve onun öncülerine pervasızca saldırarak zindanları layık görenler şunu bilsinler ki:
“Geçmiş tarihi derslerle doludur!
Bir adalet ve özgürlük arayışçısı olarak PKK’lilik bugün daha fazla aranıyor.
Bir kendin olma ve kendi halk çıkarı için hiç kimseye boyun eğmeden olduğu gibi olma, hiç kimsenin yürürken tepeden bakmasına izin vermeden, kimsenin küçümsemesine kendinden kompleks yaratmadan benlik olma her zamandan daha fazla anlamlıdır.
Böylesine adeta dört yandan gelen saldırılara karşı PKK’lilik yekvücut olarak dimdik umut dolu geleceğe –gerekirse kele koltukta-bakabilmektir. Ve eğer gelecek-özgür gelecek-baskının, zulmün, sömürünün bulaşmadığı mekânlar yani DAĞLAR’ DA ise o zaman PKK’Lİ OLMANIN GURURU VE MUTLULUĞU bu dağlara çıkmaktan geçer.
Onun için hep bir ağızdan tekrardan ve tekrardan bir iki üç daha fazla gerilla diyerek PKK ruhuyla buluşmak üzere dağlara…”
E. Nuda
- Ayrıntılar
AKP-Fethullah Gülen’in öncülüğünü yaptığı yeşil faşizm Kürdistan’da, yurtsever Kürt halkına karşı tam bir sömürgeci devlet topyekün savaş temelinde tam bir terör estirmektedir. Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan üzerinde giderek ağırlaşan tecrit, yurtsever Kürtler ve aydın dostları üzerinde uygulanan siyasi soykırım operasyonları, seçilmiş belediye başkanlarının ve meclis üyelerinin rehin alınması, Kürdistan özgürlük gerillalarına karşı kimyasal silah kullanma ve en son Kürt basınına yönelik operasyonla yoğunlaşarak devam etmektedir.
Bu operasyonlarda yeni olan bir durum ortaya çıktı. O da, Kürdistan’daki kimi eğitim destek evleri de sudan bahanelerle kapatıldı. Celadet Ali Bedirxan, Orhan Doğan eğitim destek evlerinin kapatılması bu alana yönelik saldırıda bir başlangıçtır. Sömürgeci AKP’nin yetkilileri, birer birer çıkıp bu operasyonları yaptırdıklarını söylemektedirler. Yani hukuki bir durumun olmadığını, direkt kendilerinin planı ve pratiği olduğunu açıkça söylemektedirler. Ancak hala bazı kesimler, sanki sorun hukukiymiş gibi bir yaklaşım ve davranış içinde bulunmaktadırlar.
Sömürgeci Türkiye Cumhuriye devleti, Kürt ulusunun inkarı, imhası temelinde yani katliam ve soykırım planlamasına dayanarak oluşturulmuş bir devlettir. Dolayısıyla Kürdistan’daki varlığı, askeri,istihbari, idari ve siyasi zora, kültürel soykırıma, ekonomik olarak bir lokma ekmeğe muhtaç kılarak kendisine bağımlı kılmaya dayanır. Türk Hukuku adı verilen olay ise, Türk sömürgeciliğini Kürdistan’da kurumlaştırmak, meşrulaştırmak ve kalıcı kılma, Türk sömürgeciliğine karşı direnenleri ise cezalandırma, imha etmeye dayanmaktadır.
Mezopotamyanın en eski halkı Kürtleri ve ülkesi Kürdistan’ı Cumhuriyetin ilanıyla, bir kalemde ortadan kaldırma, Kürt halkının hukukunu çiğneme ve yoksayma anlamına gelmektedir. Bu hukun varlığını savunanları, bunun için düşünce üreten bütün beyinler yok edilmiş, örgütlemeleri dağıtılmış, dilleri yasaklanmış, asimlasyon-soykırım bütün kurum ve kuruluşlarıyla işletilmeye başlanmıştır.
19. yüzyıldan itibaren, Osmanlılar döneminde de Kürdistan’ın özerklik statüsüne dayalı hukuk sistemi ortadan kaldırılarak, merkezi hükümetin hukuku geçerli kılınmıştır. Bu hukukun oturtulması için ise, özel uygulamalar geliştirilmiştir. İttihat-Terraki dönemi böyle bir dönemdir. Kürdistan’daki demografik yapıyı bozmaktan tutalım, her türlü yok etme stratejisi geliştirilmiştir. Buna da hukuk denilmiştir. Daha doğrusu kendi hakları görülmüştür.
Sömürgeci Türk devleti takrir sukun yasasını, iskan kanunun, istiklal mahkemelerininin oluşumunu, Şeyh Sait isyanından sonra gündeme getirmiştir. Kürt ulusunun varlığını ve haklarını ortadan kaldırmak için böyle bir sistem geliştirilmiştir. Mahkemeler hiçbir zaman Türk toplumunda uygulandığı gibi uygulanmamıştır. Aynıymış gibi gösterilmesine özel bir gayret gösterilerek, Kürt ulusu aldatılmaya çalışılmıştır. Sömürgecilik gizlenmeye çalışılmıştır.
Özel kanunlar çıkarılmıştır. Bu kanunlardan birisi ise, Tunceli Kanunudur. Dersim’deki halkımızın özgürlük iradesini kırmak, soykırımı gerçekleştirmek için özel olarak geliştirilmiş bir kanundur. Bu kanunun pratikleştirilmesi yüzbin Dersimlinin katledilmesi, onbinlercesinin sürgün edilmesi, Dersimli Kızların-kadınlara el konulmasına yol açmıştır. Daha yeni yeni Dersimin yitik kızlarına ilişkin yazı dizileri yayınlanmakta, belgeseller yapılmaktadır. Tabi bunlar hiçbir Kürdün unutmaması, hafızasında sürekli diri tutması gereken ulusal felaketler olmaktadır.
Tarihimizde meşhur 49’lar olayı vardır. Ayşe Hür de yazdı. Ancak biz filozofumuz, ölümsüz şehidimiz, aksakallı bilgemiz Musa Anter’in anılarında dayanarak, Türk devletinin Kürtlere karşı Kürdistan’da nasıl bir hukuk sistemi uyguladığını ortaya koymak istiyoruz. Biraz uzun ancak, biz okuyucunun affına sığınarak özetleme gereği duymadık. Şöyle yazıyor bilgemiz:
“Celal Bayar, İkinci Kurmay Başkanı Cevdet Sunay, Turancı Devlet Bakanı Tevfik ileri, Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu toplanıyorlar. O zaman Milli Emniyet’in Kürt sorunu şefi Ergun Gökdeniz’in -ki bu zat, 1975- 76 yılları arasında Mardin’e Vali tayin edildi- hazırladığı rapor okunuyor. Raporun içeriği genel hatlarıyla şöyledir: 1- Eğer Türiye’de bin tane Kürt aydını yokedilirse Türkiye’de Kürt sorunu en aşağı otuz yı1 geriler. 2- Operasyonda seçeceğimiz Kürtlere kominist demeliyiz, çünkü Kürtler komünistleri sevmez ve tutmazlar. 3- Bunların siyasi partilerde kuvvetli yakınları olmamalıdır vb.
Celal Bayar ve Cevdet Sunay, “Tamam” diyorlar. Celal Bayar Dersim’deki tecrübelerine güvenerek, “Zaten inkila (köklerini kazımak) lazımdır” diyor. Tevfik İleri, “Arkadaşlar, siz beni bilisiniz. Ben bir Kürt dostu değilim, ama böyle bir harekette bulunursak sakın Cezayir’i Kürdistan’a getirmiş olmayalım’” diye soruyor. (O ara Cezayir’de Cezayirliler ile Fransızlar arasında şiddetli çarpışmalar ve milli kurtuluş savaşı devam ediyordu) Fatin Rüştü Zorlu, “Böyle şey olmaz. Ben şimdiden istifa ediyorum, zaten dışarıda kimsenin yüzüne bakacak halimiz kalmamış. ‘Ermeni Soykırımı’dır; Rum Soykırımıdır, ‘Kürt Soykırımı’dır, tarih içinde bir parça kabuk bağlamışken yeniden bu soykırımı kimseye karşı savunamayız” diyor. En son Adnan Menderes kalmış, “Peki arkadaşlar, zaten müfettiş beyin anlattığı suçlar idamlık suçlardır. Biz bunlardan elli tanesini tutuklar, mahkeme kararı ile idam ederiz. Böylece ellişer ellişer tutuklar ve mahkeme kararı ile de idam edersek, bini tamamlarız” demiş. Buna karar veriliyor. Tabii öncelikle Ankara Kara Kuvvetleri Mahkemesi’nden elli tane adsız tutuklama müzekkeresi çıkarılarak Milli Emniyet’e veriliyor. Milli Emniyet kimin adını koyarsa, o tutuklama kararı onun oluyordu.”
Şimdi böyle bir mahkemenin oluşturulmasının temelinde nasıl bir zihniyet, politika ve hukuk mantığı vardır. Normal görülebilir mi? Şimdi aynı zihniyetle soykırım operasyonu yapılmıyor mu? Fazla yorum yapmıyoruz.
70’li yılların sıkıyönetim mahkemeleri, DGM’leri, 12 Eylül askeri mahkemeleri, olağanüstü hal valiliği, özel kolordu, özel ordu, özel tim, jitem, SS Kararnameleri, KHK’ler yeterince açıklık getiriyor konuya.
Diğer bir önemli olay da, 90’lı yıllarda, Kürdistan’da komutanlık yapan Altay Tokat ismindeki bir faşist aynen şunları söylüyordu, “ burada öyle bir kanun uygulanmalı ki, ot bile bitmesin”.
Fakat bunlar durup dururken ortaya çıkmıyor. Tarihi temelleri, dayanakları vardır. Kürdistan bugünkü konumda bulunmasında temel rol oynayanlardan birisi olan faşist-ırkçı İsmet İnönü, Kürdistan’da şark islahat planının daha da pratik kılmak için raporunu hazırlarken, “ özel mahkemelerden” sözetmektedir.
Kürdistan’da sömürgeciliğin oturtulması için, Birinci umumi müfettif Abidin Özmen ise, Kürdistan’da çalışma yürütecek mahkemelere ilişkin, şunları yazmaktadır: “ Kürtlük hakkında ne şekilde hareket edersek edelim, idaresi başında bulunduğum bölgenin memleketin diğer tarafına hiçbir yönden benzeyişi olmadığını, aynı kanunlarla idaresine devam etmenin, bu bölgede arzu edilen huzur ve sükunu ve temsil işini haledemeyeceğini kabul etmek zarureti vardır. “
“Bölgeyi bugün Kürtlük propagandası, yarın Kürtlük bağımsızlık ceryanı kaplasa, bugünkü adli prensiplerin memleketi kurtaracağına kanat getiremiyorum. Megerki bölgedeki amme hukuku müdafi olacak arkadaşlar ulusal duyguyu her şeyin üstünde tutmaya azm etmiş şahıslar olmalı”
Tüm bunlar kaynağını, Türk anayasının Kürde ve Kürdistan’a inkar-imha politikasının fermanı niteliğindeki 1,2,3 ve 66. başlıca maddelerinden almaktadır. Dolayısıyla siyasi soykırım operasyonlarını bir hukuk sorunu ve ona karşı mücadeleyi bir hukuk mücadelesi olarak görmek yanlış, yanıltıcıdır. Hiçbir sömürgecinin varlığı, hukuki ve meşru olamaz. Uygulamaları da...
Uzatmadan şunları söylemek mümkündür. Adına gözaltı, tutuklama denilen olay, aslında bir rehin alma, bir esir alma olayıdır. Dolayısıyla tam bir ulusal refleksle, hiçbir Kürt bireyi bunu kabul etmemelidir. Kürt ulusu, bireyi, artık nerede olursa olsun, kendisine yönelik her türlü saldırı karşısında kendisi savunmalı, karşılık ta vermelidir. Türk hukuk sistemi Kürde hayat hakkı tanımıyorsa, Kürt niye onu kabul etsin ki… neden Türk sömürgeci hukuk sistemine hayat hakkı tanısınki? İşte en son Kürt çocuğunun kafasını parçalayan aşağılık özel tim elemanı için verilen mahkeme kararı ortada.
Zaten Kürdistan halkı polisler için, AKP’nin, Fethullahın çeteleri demiyor mu? Çetelere karşı neden kendimizi tüm gücümüz ve imkanlarımızla savunmayalım ki? Bu nedenle Kürtler Batman’da olduğu gibi, tümüyle sömürgeci amaçlarla, Kürt gençlerini, oğullarını-kızlarını Fethullah Gülenin dershanelerine ve özel okuma evlerine yönlendirmek için kapatılmak istenen kurumlarını sahiplenmelidir. Şimdi herkes Batman’da kapatılmak istenen dershanenin önünde toplanmalı. Kapatılmasına izin vermemeli.
Belediyelerin basılmasına, belediye başkanlarının, meclis üyelerinin, siyasetçilerinin, sanatçılarının, gazetecilerinin, avukatlarnın Türkler tarafından rehin alınmasına izin vermemeli. Kurumlarını işgal etmesine müsaade etmemelidir. Savunulamayan kurumlar geliştirilemez, kalıcılaştırılamaz. Bunun için de Kürdistan halkı tam bir ulusal refleksle her türlü sömürgeci saldırı karşısında direnişini yükseltmelidir.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Dağılan Osmanlı ve Kürtler
Birinci paylaşım savaşında Osmanlı devletinin müttefikleriyle beraber resmen yenik sayılmasıyla beraber, Osmanlı devletinin paylaşılmasını kabul eden antlaşmayı imzalaması, Kürtler açısından da yeni bir dönemin başlangıcı oldu. 30 Ekim 1918 Mondros mütarekesiyle Ermeni ve Kürtlerin statülerinin gündeme gelmesi ile beraber Kürt hareketinde de ciddi bir hareketlenme oldu.
1918 yılında kurulan Kürdistan Teali Cemiyetinin İstanbul başta olmak üzere, Kürdistan’da da örgütlenme girişimleriyle beraber Kürt hareketleri, Kürdistan’a kaymaya başlarlar. Osmanlı içinde Bağımsız Kürdistan istemiyle ortaya çıkan Kürt egemenleri hem Osmanlı ilişkilerini sürdürmüş, hem de İngiliz ve Fransızlarla bağlantılarını sürdürmüşlerdir. Ağırlıkta Osmanlı bürokratı olan bu kesimler, her iki ilişkiyi sürdürmeye devam etmişlerdir. Kendilerine özgüven yoksunluğundan dışarıya dayanarak güç olmayı düşünmüşlerdir. Ancak bu dönemde Kürdistan topraklarında büyük bir kısmını içine alacağı varsayılan Ermeni devletinin kurulacağı korkusu, Kürt egemenlerinin ve halkın çoğunluğunun, “Osmanlıyı kurtaracağım” diye ortaya çıkan M. Kemal’i desteklemelerine götürür.
Kaldı ki; Hamidiye alayları gelişen Ermeni milliyetçiliğine karşı, Osmanlı kışkırtıcılığıyla katliam yapmaktan çekinmemişlerdir. Osmanlının son dönemlerinden başlayarak geliştirilen bir ilişkinin devamı olan bu tavır “gâvura karşı Müslüman milletinin birlikteliği olarak geliştirilmiştir.”
“Türk Kürt egemenlerinin bu ittifakına batıda Yunan saldırısıyla Rumlar, doğuda ise Ermenilerin geniş iddiaları eklenince, tek doğru, kurtuluş yolu olduğu açıktır. Ayrılık hele hele bir birine karşıt olmak elde var olanında gerçekten gitmesi olacaktır.” A. Öcalan-AİHM Savunmaları
Erzurum ve Sivas Kongrelerinde, Kürt ve Türk birlikteliğinin işlenmesinin temel sebebi başta işgalcilere karşı güç birlikteliğinin gerekliğidir. Anadolu ve Kürdistan da işgallere karşı yerel düzeyde kendiliğinden gelişen direnme hareketlerinin bu kongrenin sonucunda birleştirilmesiyle, tüm cephelerde savunma heyetleri oluşturulmuştur. Bu dönemde Kürt örgütlerinden bir kısmı Sultanla hareket ederken, diğerleri ise ciddi bir etkinlik göstermediler. M. Kemal tarafından oluşturulan Millet Meclisi, Kürt egemenleri tarafından desteklendi.
İstanbul meclisinin dağılmasıyla kaçan parlamenterler ve Anadolu’daki direnişçi grupların temsilcilerinin, Ankara’da oluşturdukları Büyük Millet Meclisi, Anadolu’da bulunan Osmanlı birliklerinin terhisleri durdurularak kendilerine bağlarken, Kürtlerinde desteğiyle Doğu Cephesinde savaş kazanıldı. Maraş, Antep ve Urfa’da halkın kendi örgütlülüğüyle işgal karşısındaki başarısından sonra batıda da Yunanlılara karşı Cephe açıldı. Batıda daha zor geçen direnişte, yerel direnişçi gruplara Kürtlerin desteğiyle başarı sağlandı. Böylece Sevr Antlaşması pratik olarak da işlevsiz bırakıldı.
Kasım 1922’de Lozan da görüşmelere başlandı. Ve aynı yıl Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırları, 24 Temmuz 1923’de kabul edilerek antlaşmayla sonuçlandı. Cumhuriyetin ilanından önce yapılan antlaşma da Kürtleri temsilen katılan meclis üyelerinin olmasına rağmen, İsmet İnönü’nün kendisini hem Kürtlerin, hem de Türklerin temsilcisi olarak kabul ettirmesi sadece bir aldatmaca değildir.
Bunun temelinde yatan o dönem meclisinin hala Kürtler ve Türklerin Meclisi olarak kabul edilmesidir. Böyle tehlikelerle dolu bir süreçte Kürtlerin, Türklerle kardeşçe yeni bir gelecek yaratmak için girdikleri birliktelik stratejik görülmektedir. 1919’da Koçgiri Direniş’inde izlenen yol barışçıl ve uzlaşma içeriklidir. Nitekim öyle de sonuçlanmaktadır. Yine çeşitli süreçlerde yapılan açıklamalar, ağırlıklı Kürtleri tanımaya dönüktür. Amasya Tamimi, Cizre Komutanlığına gönderilen talimatlar, İzmir Basın Açıklamaları hep Kürtlerle, Türklerin nasıl birlikte daha güçlü yaşayacağını dile getirirler. Türk’ün Kürtsüz, Kürdün de Türksüz zayıf olacağı ve başkalarına alet olacağı tespiti yapılmıştır. Karşılıklı muhtaç olma ya da birbirine ihtiyaç kenetlenmeyi getiriyordu.
Sevr, Lozan ve Kürdistan
Uluslararası sömürge Kürdistan’ın bugünkü statüsü, 18–26 Nisan 1920 tarihleri arasında tartışmaları sürdürülen, San Remo Konferansı ve bu konferans sonrasında imzalanan antlaşma ile belirlenmeye başlamıştır.
Sevr, 10 Ağustos 1920’lerde bağımsız bir Ermenistan ve Özerk Bir Kürdistan ve küçülmüş bir Türkiye öngörüyordu. Kürtler kendi topraklarının da küçüleceğini düşünerek ve yine Hıristiyanlara karşı Müslümanların yanında yer almanın halifeliğe bağlılığın bir gereği olarak düşünülüyordu.
Sevr Anlaşması, sömürge imparatorluğu Osmanlı’nın toprakları üzerinde, bir Kürdistan (ve Ermenistan) devletinin kurulmasını karara bağlamakta idi. ve tabii ki işgalcilere de epey topraklar bırakılacaktı. Esasta Sevr bir emperyalist oyundur desek çokta yanlış olmaz. Yani ‘Kahraman’ın koyunu sonra çıkar oyunu’ misali. Emperyalist oyunlarının foyalarını, biz 80 yıl sonra Irak’ta göreceğiz. Öyle bir düzenlenmiş ki, her zaman her çağda kavga bitmesin. Çelişkilerin, kavganın olduğu yerde, etkin arabulucular iyi rol oynarlar. Aynen nasıl ki bugün Irak’ta İngilizler, hem Kürtlere, hem Sunilere, hem Şiilere, hem Asurîlere, hem Yezidilere, hem Aşiretlere ve ne kadar azınlık ve dini inanç grupları varsa hepsinin yanında İngilizler var ise, aynen öyle Türkiye’de de olacaktı. Yani sürekli istikrarsızlık ve bunun sonucunda kavga…
Bu antlaşmanın 62, 63 ve 64. maddeleri bağımsız Kürdistan devletinin hangi aşamalardan geçerek kurulacağını saptamaktaydı. Antlaşmanın 62. maddesi, Kürdistan’ı: Fırat’ın doğusunda bulunan ve sınırları ileri de tespit edilecek olan Ermenistan’ın güneyi ile Türkiye, Suriye ve Mezopotamya’nın kuzeyi arasında belirtilmiş olan ve Kürtlerin hakim çoğunlukta bulundukları bölgeleri olarak tanımlamakta idi. “Önce İngiltere, Fransa ve İtalya hükümetlerinin garantörlüğünde otonom bir idari yapı olarak kalacaktır. Geçen bir yıllık müddet içinde bulunan Kürt halkı, yani bu bölgelerde oturan halk çoğunluğu, Türkiye’den ayrılarak tamamen bağımsız olmak ister ve Milletler Cemiyeti’ne başvurursa ve Cemiyet de, bu halkın bağımsızlık isteğini gerçekleştirecek bir kapasitede bulunduğuna kanaat getirir ve bunun yerine getirilmesini tavsiye ederse, Türkiye bunu aynen uygulamayı ve bu bölgedeki tüm haklarından vazgeçmeyi garanti eder.” (Madde:64.) ve antlaşmanın, ilgili bölümü şöyle bitmekte idi: “Kürdistan devletinin bağımsızlığı gerçekleştirildikten sonra bu bağımsız Kürt devletine, Kürdistan’ın bir parçası olan Musul vilayetinde yaşayan Kürtlerin de kendi arzularıyla birleşmeyi istemeleri durumunda, müttefik güçler buna karşı bir itirazda bulunmayacaklardır“ der.
Hiç şüphesiz bağımsız ya da ayrılmış bir Kürdistan’ı düşünen fikirlerde olmuştur. Dış güçlerle ilişkilenme–karakterleri gereği-zaten vardı. Kendine güvensiz, yine tarih boyunca süzülerek gelen dış güçlere yamanma, yaranma, kendi halkına güvensiz yaklaşımlar ve davranışlarda eklenince, başkalarına dayanarak güç olunacağı düşünülebilir. Ancak 1919 da Mahmut Berzenci'nin başına getirilenler göz önüne getirildiğinde –İngilizler Şeyh M. Benzenciyi 20'lerde tutsak alarak Hindistan’a sürmüşlerdi-her zaman dış güçlerin güvenilecek unsurlar olamayacağını gösteriyordu. Yine dış destekli tahrikler ve kışkırtmalar, Kürdistan da Asurîlerin isyanları ve Kürtlere yöneltilmeleri gibi hususlarda dikkate alındığında, Kürtlere gösterilecek kısmi uzlaşmacı yaklaşım, Kürtleri Türklere çekebilirdi. Gerçekleşende bu oldu. Kürtler tarihlerinde üçüncü kez Türklere ellerini uzatarak tarihi tehlikelerle dolu bir badireden geçmelerine yardımcı oluyorlardı. Bu da Lozan antlaşması ile olacaktı.
Neydi Lozan?
“Lozan Anlaşması Türkiye’nin sınırlarını çizen ve Türkiye devletinin varlığını ortaya çıkartan bir anlaşmaydı. Türkiye’yi temsil eden heyet ve Ankara’da oluşan yönetim kendisini Türklerin ve Kürtlerin ortak yönetimi olarak ifade ediyordu. Ancak Lozan Anlaşması’nda Kürtlerin adı olmadı, yeri olmadı. Lozan görüşmelerinde Kürt temsilciler bulunmadılar. Türkiye’nin sınırları çizildiği halde, Türkiye’ye Türklerin ve Kürtlerin yaşadığı topraklar dendiği halde, iki toplumun ortak devletinin oluşturulduğu söylendiği halde bunlar ne resmi yazıya geçti, ne de somut olarak Kürtleri temsil eden herhangi bir heyet Lozan Anlaşması görüşmelerinde bulundu. Kürtler katılmadılar, yok sayıldılar. Lozan’da Kürtler yok sayıldı
Oluşan devletin üçte birini oluşturan bir toplum olmasına rağmen yer almadı. Yok sayıldı aslında. Hasıraltı edildi. Birbiriyle Kürdistan üzerinde sert mücadele yürüten, anlaşamayan taraflar sonuçta Kürdü yok sayarak, Kürt toplumuna dair herhangi bir şeyi anlaşma metnine koymayarak anlaştılar. Kürt inkârı işte böyle oluştu ve başladı. Daha sonra Kürt aşiret ve dini önderlikleri, ileri gelenleri ortaya çıkan sonuçtan memnun olmadılar. Buna itiraz ettiler. Kuzey Kürdistan’da ettiler. Güney Kürdistan’da itiraz ettiler. Doğu Kürdistan’da itiraz ettiler.” (Selahattin Erdem)
Nasıl ki 1071 yılında Malazgirt’te Alparslan’a Anadolu yolu açılmış ise ve nasıl ki 1514 yılında Yavuz Sultan Selime doğu yolu açılarak cihan imparatorluğunun yolu açılmışsa, bu kez silinmekle yüz yüze kalan tarihinin en zorlu süreçlerinden belirsizliğe yuvarlanmanın önünü tekrar Kürtler alıyorlar. Bu dayanışma ve ortaklık, TBMM’nin oluşumuna kadar gider. Meclis Kürt ve Türklerin meclisidir. 24 Temmuz 1923’te, yeni Türk Cumhuriyeti ile imzalanan bir antlaşmayla bugünkü üniter-ulusal devletin temelleri atılmıştır.
M. Kemal 16 Ocak 1923 tarihinde İzmit'te, gazetecilerle yaptığı bir söyleşide şunları söylemektedir: “…Ve hatta Konya çöllerindeki Kürt aşiretlerini de gözden uzak tutmamak gerekir. Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Anayasa gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. O halde hangi ilin halkı Kürt ise onlar kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye'nin halkı söz konusu olurken, onları da (Kürtleri de) birlikte ifade etmek gerekir. İfade edilmedikleri zaman, bundan kendilerine ait sorun çıkarmaları daima beklenir. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Türklerin, hem de Kürtlerin yetkili vekillerinden (milletvekillerinden) oluşur ve bu iki unsur, bütün çıkarlarını ve geleceklerini birleştirmişlerdir. Yani onlar bilirler ki, bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olmaz..." demektedir (Türk Tarihi Kurumu Arşivi, 1089 Numaralı Belge)
Türk tarafının dağıtılma, bölünme fobisi ve özelde Musul-Kerkük'te İngilizlerin girişimleri dikkate değerdir. Kürtlerin saltanat ve hilafet yanlısı çıkışları ve cumhuriyetle çok sıcak yaklaşmamaları, devletin yereldeki otoriteleri daraltma girişimleri, dış kaynaklı tahriklerle desteklenince, birliktelik gerilemeye başlamıştır. Kürtlerde yeterince süreci sezecek ve ona uygun çözüm geliştirerek öncülüğün, liderliğin bulunmaması, Türklerde gelişkin olunan Türkist yaklaşımlarla birleşince, Türk ve Kürtlerin bağlarının kopmasına gidilmiştir. Giderek hilafetin kaldırılması, Kürt dilinin resmi dil olarak kabul edilmemesi, daha önce tanınan hakların verilmemesi derken Kürtlerin büyük tehlike olarak görülmesi gelişecek yirminci yüzyıl direnişlerin kapısını sonuna kadar açmıştır.
------------
1923’te merkezi Erzurum olmak üzere yeni bir örgüt 8. Kolordu bölgesinde kurulur. “Azadi” adını taşıyan bu yeni cemiyetin çekirdeğini, eski Hamidiye Alayları subayları ile Türk ordusundaki bazı Kürdistanlı subaylar oluşturmaktaydı. Kuruluş gerekçesi geçmişte verilen vaatlerin yerine getirilmemesiydi. Özelde Lozanla başlayan inkar büyük rahatsızlık yaratıyordu.
Azadi Cemiyeti’nin liderleri Cibran Aşireti ağalarından Halit Bey ile Bitlis beylerinden Yusuf Ziya Beydi. Halit Bey, Abdülhamit’in Hamidiye Ordusu için kurduğu aşiret mekteplerine devam etmişti. Bu yüzden aşiret liderlerinin çoğundan büyük saygı görüyordu. Düzenli orduda albaydı. Yusuf Ziya Bey ise Bitlis’te büyük nüfuzu olan biriydi. Ankara Meclisine Bitlis milletvekili olarak seçilmişti. Rahat hareket etme imkânı bu pozisyonundan dolayı mevcuttu. Cibranlı Halit Bey, Kürt meselesini Milletler Cemiyeti’ne götürmek istiyordu.
Şeyh Said Direnişi:
Şeyh Said Medreselerde eğitim görmüş, dönemin en iyi din eğitiminden geçmiş, Arap-İslam felsefesinin yanında eski Yunan felsefesi ile mantık derslerini okumuştu. Arapçayı, Kürtçe kadar iyi konuşuyor, okuyor ve yazıyordu.
Şeyh, genç yaşta çevresinde sivrilmiş, tanınmış bir kişilik olmuş, olgunluk çağında ise bölgede tartışmasız kabul gören saygınlığına, Nakşibendîliğin “Postnişin” ini eklemişti.
Şeyh Said İsyanı diye bilinen direniş bir isyan ya da ayaklanma olmayıp tümden bir direniştir. Şeyhin bulunduğu köye Şubat 1925 yılında gelen TC askerleri bilinçli olarak Azadi öncülüğünde geliştirilen örgütlemeyi provake ederek erken doğum yaptırmak istemişlerdir. Bu provakasyon öncesi zaten Cibranlı Xalit ile Yusuf Ziya Paşa tutuklanmışlardır. Özcesi gelişebilecek bir direnişin öncülüğü zaten içeri atılmıştır. Geriye kalan ise Kürdistan’ı tümden kendi kültürel yayılma alanı haline getirmek için sahte bir isyan patlatarak henüz örgütlenmemiş yapıyı ezmektir. Bastırmaktır. Nitekim yaşanan da bu olacaktır. Elbette alçakça tertiplenmiş bir provakasyona Şeyh Sait öncülüğünde bir cevap verilecektir. Ancak dediğimiz gibi ciddi bir hazırlık yapılmadan içerisine girilen eylem ters tepecek ve Kürdistan’da gelişecek olan katliamların önü açılacaktır. Türkiye’de İzmir Suikastı olayıyla muhalefet ve muhalif olabilecekler susturulurken Kürdistan’da Şeyh Sait olayıyla ile birlikte tümden yeniden bir işgal hareketi başlatılacaktır. Kürtler bu yeniden işgale karşı gösterdikleri direnç sadece ve sadece meşru olan direniş olmuştur. Öyle kimilerinin söylediği gibi devlete karşı ayaklandılar, devleti bölmek istediler, parçalamak istediler gibi tüm sözler ve söylemler büyük safsatalardır.
Şeyh Said İsyanı’nın bastırılmasından sonra 1926 yılında on iki Dersim Aşiret Reisi’nin idamı Hozat’ta direnişe neden olmuştur. Aynı yıl Sason’da bulunan Şeyh Said Direnişine katılmış olup hala direniş halinde bulunan Musa Bey ve aşiretine yönelik geliştirilen askeri hareket başarı sağlayamamıştır. Kürdistan’ın birçok yerinde halen devletle çatışan gruplar dağlarda varlıklarını sürdürmekteydiler. Bu döneme kadar bastırma, imha ve sürgün politikaları ağırlıklı olarak uygulanırken, diğer bir taraftan ise “yatıştırma, kazanma, yumuşatma” politikaları devreye konulmuştu.
Özelde Dersim aşiretlerine bu politika denge unsuru olarak ele alınırken, Bektaşi liderlerinin Dersim’e ziyaretleri de eksilmiyordu. Diğer taraftan ise aşiretleri birbirlerine karşı örgütleme yoluna gidilmiştir. Bu arada bir milyona yakın Kürt sürgüne tabi tutulmuştur. Siyaseten ve ruhen çok yönlü Kürdün doku yapısı tanındığı için, aşiret ve özelde de reislerini “şeker politikasıyla” kazanma tüm hızıyla sürmüştür. Kürdistan’a özgü sıkıyönetim diye de tabir edeceğimiz genel müfettişliklerle, idari yapı sürdürülmeye çalışılıyordu. Ancak bir durulma, rahatlama, sakinleşme görülmüyordu. 1927 yılında çıkarılan af yasası ile Şeyh Said İsyanı’na katılanlar af edilirken, Kürdistan’ın birçok yerinde göreceli bir serbestlik, rahatlama yaşanmıştır.
Devlet Takriri Sükûn gibi kanunları çokta gündemleştirmeden sessizce ve derinden uygularken, kimi aşiret ve reislere yerel haklar tanımış, devlete bağlılığı kanıtlanmış olan aşiret, reis ve ağaların Kürdistan’a dönmelerine izin vermiştir. İzlenen bir nevi Abdülhamit politikasıdır. Hep bir şekliyle devlete bağlı tutulmalarıdır. Ayrıca güçsüzleşen ve iradesi kırılan Kürt egemenlerini kullanma politikasıdır.
İsyan dedikleri olaylar:
Şeyh Sait direnişi ardından 9-12 Ağustos 1925 İsyana hazırlandığı gerekçesiyle Sinkan, Reşkotan ve Bukran aşiretlerine karşı tedip yani terbiye etme hareketi başlatılır. Bu harekette TC aşiretler arası çelişkileri de kullanarak kimi aşireti öncü birlik olarak kullanılacaktır.
Türk ordusu, 1925 ile 1937 arasında Sason’a dört kez saldırı düzenler. Hedef halkta bulunan silahları toplamaktır. Halktan 430 kişi öldürülür. Düşmanın saldırısına uğrayan bölge yakılıp yıkılır.
O dönemin Diyarbakır Valisi Ali Cemal’in: "Yalnız Çemişgezek’in 22 km. Kuzeydoğusunda Kozluca'da yerleşik Kör Seyit Han (Koçuşağı aşiretinden) şakiliği sanat edinmiş alışkanlığıyla, Koçgiri hadisesinin mahkûm ve sanıklarından bazılarını yanına toplayarak Çemişgezek, Arapgir, Kemah, Kemaliye taraflarına saldırılarda bulunmaktadır. Silahlarını teslim edeceğini ve itaat edeceklerini sanmıyorum. Çemişgezek’teki alay ve süvarilerle yok edilmeleri mümkündür ve çok iyi olacaktır. Böyle bir hareket ötekiler üzerinde tesirli olacaktır" diyecek ve kısa sürede saldırı başlatılacaktır. Havadan ve karadan yapılan saldırılarla her taraf tarumar edilecektir. Şiddetli saldırının altında yatan hedef devletin ne kadar güçlü olduğunu göstermektir. Halk tabiriyle gözdağı verilmek istenmiştir. Yıl 1926’dır.
1927 yılında bu kez hedef Mutki’dir. Bitlis Valiliği, toplam 8 aşirete mensup 35 köyde yaşayan halkın hem silahlarının toplatılması, hem de başka bölgelere sürgün edilmesini emretmesi üzerine harekât başlar. Halkta buna karşı çıkarak direnen ve böylece Mutki olayları başlar. Ordu 26 Mayıs 1927'de direniş bölgesini kuşatır. Direnişi Şeyh Evdirehmanê Mala Eliyê Ûnis ve Zorikli Selim gibi isimler önderlik eder. Direniş önderlerinin katledilmesi sonrasında, direniş bastırılır. Neredeyse tüm Kürt direnişlerinde bir kene gibi Kürt halkının boğazına yapışan ihanet burada da katmerli bir şekilde yaşanır.
Kürt tarihinde isimler hep değişse de, değişmeyen ihanetin ismi bu kez Cemile Çeto’dur. TC devletinin yanına geçerek adeta dağ dağ Mutki’de direnişçilere karşı düşmanın yanında hatta önünde öncülük temelinde yer alan bu ihanetçiye daha doğrusu haine Evdirehmanê Mala Eliyê Ûnis “Ger em taştê bin, tu yê firavîn bî.” Yani “eğer biz kahvaltı olursak sende öğlen yemeğe olursun” diyerek, TC’nin karakterini söylemeye, anlatmaya çalışır ancak Cemile Çeto TC’nin yanında yer alarak direnişi bastırır.
İsyan bastırıldıktan sonra Cemile Çeto da idam edilir. Ve idam edilirken “beni yedi köyün arasına gömün, mezarıma Cemile kere keto diye yazın” ( yani eşekten düşmüş-doğmuş anlamında ) diyecektir.
1927 yılında Şeyh Sait direnişin en etkin olduğu yerlere yeniden bir ders verilmek istenir. Bu saldırıya karşı geliştirilen direnişe Bicar direnişi denilir. Yıl Kasım 1927’dir. Dağ dağ, tepe tepe, dere dere, taş taş her yer aranır. Yıllar sonra Dersim’de geliştirilecek olan Sel Hareketine benzeyen bu harekât, yaklaşık 300 köyün yakılmasıyla sonuçlanacaktır. Binlerce insan katledilecektir. “Siz misiniz bu direnişi geliştiren” diyerek yapılanlar, tam bir intikam girişimidir.
Tendürek Harekâtı 1929 da TC devleti tarafından başlatılır. Tam da TC’ye yaraşan bir harekâttır bu. Şeyh Abdulkadir ve aşiretine karşı 14 Eylül günü saldırı başlatılır. Şeyh Tendürek’te üslendiği için hızla İran’a geçer. Böylece saldırı boşa çıkar. Ancak TC ordusu aşiretin arkalarında bırakmak zorunda kaldıkları eşya ve hayvanlara ele koyacaklardır.
Savur Harekâtı Mardin’e bağlı Savur alanına TC askeri güçleri her taraftan saldırarak onlarca köy yakarlar. Yakıp yıkmalar ardından geri çekilirler. Yıl 1930’dur.
Benzer bir harekât Oramar’a 1930 yılında yapılır.
Aynı yıl Pülümür alanına da bir saldırı yapılır. Fevzi Çakmak’ın yaptığı izlenimler sonucu Erzincan’a bir saldırı başlatılır. İzlenimlerine göre Kürtler, Erzincan’da nüfus üstünlüklerini kullanarak etrafta bulunan Türkleri, Aleviliğin verdiği avantajlarla Kürtleştirmeye çalışırlar. Eğer önü alınmazsa, müdahale yapılmazsa gelecek açısından vahim sonuçlar yaratacağını dile getiren Fevzi Çakmak’ın raporu ardından, Erzincan’a bir saldırı başlatılır. Yüzlerce köy yakılıp yıkılacaktır.
Adım adım Dersim’de gelişeceklerin ayak sesleri gelmektedir. Ne yazık ki bu ayak sesleri duyulmayacak ve Dersim için yeterince tedbir geliştirilmeyecektir. Ve sıra bu kez Zilan’a gelir. Yıl yine 1930’dur. Ve Kürdistan’ın en büyük katliamının yaşanacağa Zilan… Zilan’a saldırı yapılacak Kürtler gerilla tarzıyla direneceklerdir. Bu kez İranlarla anlaşarak Kürtler büyük bir katliamdan geçirileceklerdir. Türkler bu direnişe Ağrı isyanı diyeceklerdir. Hem de sözde on binlerce Kürt’ün katıldığı Ağrı direnişi diye. Hâlbuki Nuri İhsan Paşa “bırakın on bini keşke 500 savaşçım olsaydı” diye hayıflanarak hatıralarında dile getiriyor bu çarpıtmayı.
Evet, direnişler bastırılmıştır. Ağrı direnişinin bastırılması ardından her zaman olduğu gibi her direniş sonrası gelişecek olan soykırım girişimleridir. O Dönemin Adliye bakanı; "dost düşman bilmeli ki, bu memleketin efendisi Türklerdir! Türkiye içerisinde yaşayıp damarlarında temiz Türk kanı olmayanların bir tek hakkı vardır; uşaklık ve esirlik!" diyecektir. 1400 Kürt ailesi sürgün edilir, çoğu sürgün yolunda katledilir. Ve Kürtlere tarihin en vahşi katliamlarından biri olan Zilan katliamına başlanır. Tendürek'ten başlayarak Çaldıran’a uzanan vadi-geniş bir vadidir, onlarca yerleşim merkezi bulunuyor-boydan boya kana boğulur. Tendürek'ten gelerek aşağıdan da Çaldıran’dan vadiye girerek tek bir canlı bırakılmaz. Kimi yazara göre 45 bin Kürt katledilecektir. Yıllar sonra Zilan vadisinde halen mağaralarda, kayalarda insan kemiklerine rastlanılması vahşetin düzeyini gözler önüne sermektedir.
TC devleti Şeyh Said öncülüğünde gelişen direnişi bastırınca, zafer edasıyla Kürdistan’ın her yerine dönük bir saldırı planı başlatmıştır. Bu saldırının ilk hedefi, sindirmek için ne gerekiyorsa onu yapmaktı. Bunun için ilk elden soykırıma başladılar. Direniş liderini, liderlik potansiyeli taşıyabilecekleri ipe götürürken, kentleri ve kırsalı topa tutmuşlardır. On binlerce Kürt insanını direniş sonrası çıkarılan Mecburi İskân Yasasına dayanarak Kürdistan'dan sürgün etmiştir. Türkleştirme planlarına yoğunca girişmiştir. İttihat Terakki döneminde, dile getirilen Türkleştirme projelerine hız verilerek, Kürdistan coğrafyasına da Kürt olmayan binlerce Türk ya da göçmen özenle seçilerek yerleştirilmiştir. Kürdistan bu yıllarda özel uygulamalarla baskı ve zorla yürütülecektir. Takrir-i Sükûn Kanunu, İstiklal Mahkemeleri, özel oluşturulan Umumi Müfettişlikler, Kürdistan için devletin korkutarak eritme kurumlarıdır.
Devletin bu faşizan saldırılarına karşı, Kürdistan’ın birçok yerinde direniş gelişti. Küçük çaplı olanından, kapsamlı olanına kadar onlarca direniş yaşandı. Var olan tabloya karşı Kürtlerin yapacakları başka bir şeyleri de yoktu. Ya teslim olacaklar-ki bu onursuzluk olacak, ya da direnecekler bu da sonu belli olmayan yenilgiler olacaktı. Tipik bir Kürt Kapanı…
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Toplumumuzda Duygu Sömürüsü bolca kullanılan bir deyimdir. Anlamı bir insanın ya da toplumun duygu dünyasını, iyi niyetini, hassasiyetlerini, duyarlılıklarını güzel sözlerle, vaatlerle, övgülerle, kandırmalarla suiistimal etme olayıdır. Bunun içindir ki toplumumuz toplumlarımız duygu sömürüsüne karşı genelde tepki gösterir. Bir kandırmanın, kandırılmışlığın söz konusu olduğunu bildiği için, karşı refleks de gösterir.
Egemenler bizlerin bu duygu dünyasını bilirler. Ne de olsa onların en önemli görevleri ya da kendilerine biçtikleri bu misyon bizi gütme üzerine kuruludur. Onlar ne de olsa egemendiler. Onlar bu dünyayı yürütmek için gelmişlerdir. Bu onlara “tanrı buyruğu” ve “bahşedilişidir.”
Egemenler toplumları yönlendirebilmek için birçok yol yöntem denerler. Ne de olsa onlar tarihi yazanlar olarak insanlığın özgür bir duruştan nasıl bir köle statüsüne çevrildiğinin hikâyesini iyi bilirler. Bilmenin de ötesinde bu durumu yaratanlar olarak buna dönük özel çalışma yürütür hatta eğitilirler. Bunun içindir ki hangi toplum nasıl yönlendirilir, hangi insan hangi refleksi verir, neyi kabul eder, neyi kabul etmez, kabul etmezse hangi kabul ettirici yol yöntemlere ihtiyaç duyulur tüm bunları bir bir bilirler. Sözün yetmediği yerde şiddet, şiddetin yetmediği yerde maddiyat, maddiyatın yetmediği yerde, komplo, komplonun yetmediği yerde ise yanına çekme derken bir yolunu bulmak bunların temel görevlerindendir.
Evet, egemenler bu dünyayı yönetmek için görevlendirildikleri için özel eğitilirler. Ancak buna rağmen yönetilenler her zamanda bu özel eğitilmiş olan egemenlere göre hareket etmezler. Ara sıra onların sinir uçlarına dokunarak asaplarını bile bozabilirler. Nitekim dünya tarihi böylesine binlerce örnekle doludur. Ne de olsa insan sosyolojisi egemenlerin aldıkları eğitimlere benzemeyecek kadar renkli bir sahayı ifade ediyor. İnsan ruh dünyası öyle renklidir ki kendine has çizgiler içerir. Bunun içindir ki her zaman egemenlerin istediği gibi bir seyir izlemez.
Türkiye’de 9 yıldır iş başına getirilen yeni yetme Rus Mafya tipi karakterli olan Yeşil Türki Faşistler insan karakterinin bu yönünü iyi etüt etmişlerdir. Özelde de sömürülmüş, ezilmiş olan insanların ruh dünyasını iyi bilince çıkarmışlardır. Yani sadece egemenlerde aldıklarıyla yetinmiyorlar. Daha ileriye giderek insanın tüm inceliklerini bilince çıkararak insanla ilişkileniyorlar. İnsanın ruh dünyasını bilerek ilişkileniyorlar. Özelde de umudu yıkılmış, bitirilmiş, Aziz Nesin’in deyimiyle aptallaştırılmış bir toplumun tüm ruhsal genetiğini DNA’larını ilmik ilmik çözerek ilişkileniyorlar.
Böyle umudu yıkılmış, bitirilmiş, aptallaştırılmış, milliyetçiliğin şerbetinde boğulmuş olan insanları yönlendirmen en iyi yolu olarak insanlara gelecek vaat etmek, umut yaratmak, umut vermek, ne kadar başarılı olduklarının hissiyatını yaratmak, onların ne kadar seçkin ve farklı olduklarını hissettirmek gibi oldukça insan duygularını okşayan sözlerle, yer yer hareketlerle, yaklaşımlarla insanları yönetmeyi kendilerine meslek seçmişlerdir.
İnsanlara umut vermek, umut yaratmak, ne kadar önemli olduklarının hissini vermek elbette değerli bir şeydir. Hele hele “bizde bir şeyiz” duygusunu insanlara hatta tüm insanlara aşılamak oldukça önemli bir motivasyon ve kişilik yaratma yöntemidir. Ne var ki Yeşil Türki Faşistler bu duyguyu sadece ve sadece söz ile dile getiriyorlar. Hep umutlar yağdırıyor, umut yaratıyorlar. Hep güzel sözlerle insanları idare etmeyi esas alıyorlar.
Öyle ki insanlar açlık içerisinde boğuşurken dünyanın en hızlı gelişen ekonomisine sahip olduklarını onlara söyleyerek onlarda bir duygu kabarmasına yol açabiliyorlar.
Öyle ki insanlar diz boyu adaletsizlikler yaşanırken adaletli olmanın erdemlerinde söz ediyorlar.
Öyle ki bir avuç yandaşın cebini şişirirlerken işçilerin emekçilerin ne kadar yanında olduklarını söylüyorlar.
Öyle ki Dersim katliamından söz açıyorlar ancak dönemin katliamcılarından daha fazla katliam gerçekleştiriyorlar.
Öyle ki cennet anaların ayakların altındadır diyorlar ancak anaları günlük olarak polislerin coplarıyla linç ediyorlar.
Öyle ki analar ağlamasın sözlerini ağızlarından eksik etmezlerken her gün Kürdistan evlerine cenazeler göndererek anaların gözyaşlarını sel haline getiriyorlar.
Öyle ki Kürtlerin tüm haklarını vereceklerini çünkü bu onların hakları olduğunu söylüyorlar ancak entegre konseptlerle Kürt katliamını ve inkârı sistematik olarak yürütmeyi alenen uyguluyorlar.
Ve tabii ki bir de biz kardeşiz, aynı topraklardanız, kader ortaklarız diye söylüyorlar ama köklerini kurut fetvalarıyla da Kürtlerin köklerini kurutmak için her gün yeni Ali Cengiz oyunları sergilemekten geri durmuyorlar.
Evet, insanların duygularını güzel sözlerle okşayarak, sırtlarını sıvazlayarak, sömürerek insanları uygulanan faşizme karşı duyarsız kılmayı bir özel savaş politikası olarak günlük olarak uyguluyor ve maalesef kendilerince sonuçta alıyorlar.
Bunun için Yeşil Türki Faşistlerin bu insan duygularını suiistimal eden, sömüren, emen, manipüle eden kirli politikalarına karşı çıkmalı ve her sözün pratikte karşılığı nedir gerçekliğine bakarak sözlerin sadece duygu sömürüsü için kullanılan sözler olup olmadığına bakarak tavır alınmalıdır. Bunun en iyi yolu ise söz ile eylem birliğine bakmalıdır. Söz eğer eyleme geçmiyorsa orada mutlaka ama mutlaka -eğer bir çapsızlık yok ise -kesinlikle insanın duygularıyla oynama vardır. Onurlu olmanın bir yolu ise kesinlikle duygularımızla oynamaya izin vermemekten geçiyor. Bu bilinçle Yeşil Türki Faşistlerin duygu sömürüsüne karşı güçlü duralım.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar