Basına ve Kamuoyuna!
1. 3 Aralık günü Amed’in Lice ilçesine bağlı Merg ile Mehmed Elî köyleri arasına yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır. Aynı gün operasyona çıkan işgalci TC ordusu askerleri ile gerillalarımız arasında bir çatışma yaşanmıştır.
- Ayrıntılar
AKP-Gülen Faşizmi Kürdistan’ı 21. Yüzyılda da kendi mutlak sömürgeci egemenliğinde tutmak için, bir taraftan Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan üzerinde tecriti artık bir siyaset olarak geliştirmekte, kendi ulusal onur ve haysiyetine sahip çıkmaya başlayan Kürt siyasetçilerini KCK adı altında rehin almaya çalışmaktadır. Rehin alınan Kürt siyasetçilerinin sayısı 3500 olarak belirtilmektedir. Gerillaya karşı imha operasyonlarına ağırlık vermekte bunun için ABD-İsrail ve Avrupalı devletlerden kimyasal silah da dahil aldığı her türlü tekniği kullanmaktadır. Demokratik haklarını savunan Önderliğine, Kürt ulusal haklarına sahip çıkan yurtsever Kürtlere ve dostlarına boğucu gaz kullanmaya devam etmektedir. Özellikle bazı Türk aydınlarının gözdağı amacıyla rehin alınması ve en son Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan’ın avukatlarının da tutuklanması AKP-Gülen faşizminin Kürt halkı, Kürdistan ve Türk halkı için nasıl bir planının olduğunu ortaya koymuştur.
AKP-Fetulah faşizmi bu saldırılarını yoğun bir psikolojik savaş eşliğinde, Kürdistan halkını bölme parçalama, umutsuzlaştırma, saptırma vb. çabalar içine girmiş bulunmaktadır. Her yaptığını haklı çıkarmak için, uyduruk, sahibinin sesi yazar-çizer, spiker, programcı takımıyla Kürdistan özgürlük hareketine, Önderliğine, yasal siyasetçilerine yönelik her türlü ahlaksızca, alçakça saldırılarını yöneltmektedir. Her türlü yalan-iftira, çamur at, tutmazsa izi kalır hesabıyla söylemedikleri bir şey kalmadı. Bir taraftan bu saldırılar olurken, öte yandan nerde yurtsever, demokrat, sosyalist, aydın, yazar, sanatçı varsa bunları birer birer rehin almaktadır. Nasrettin Hoca’nın deyimiyle, taşları bağlamışlar, itleri de ortalığa salmışlar.
Böyle yoğun bir saldırı ile bilinçleri muğlaklaştırma, iradeleri felç etme, örgütlülüğü dağıtma hesaplanırken, Kürdistan halkının, yurtsever kamuoyunu aldatmak için olmadık kirli oyunlar da oynamaktadırlar. Bunların başında ise, KCK sistemini kötüleme, hatta faşizm olarak niteleme sömürgeci faşist sistemin koordinatörü Tayyip Erdoğan ve uşaklarının ağzından düşmemektedir. Kürdistan özgürlük hareketini faşist, kendilerini de anti-faşist olarak niteleyecek kadar Hitlerin propaganda bakanına taş çıkartacak, işi yalanla-dolanla tersyüz ederek göstermede oldukça maharetli olduğu görülmektedir. Bazı sözüm olan liberal aydınlar da, bu koroya katılmaktadırlar. Tayyip Erdoğan’ın bağajına entelektüel argümanlar taşımaya hala da devam etmektedirler. Hele bir sıkı liberal Ahmet Altan var ki, Tayyip Erdoğan’ın ameliyat olmasına neredeyse salya sümük ağlamakta, ona hastanede ulaşıp yazılarını, hizmetlerini sunamamaktan neredeyse kıvranmaktadır.
AKP ve Fethullahçılar, çeşitli çevrelerin kulağına önce, devlet ile PKK’nin yeniden görüşmeye başladığını fısıldayıp, önce alttan alta yaydılar, sonra ise, AKP’nin Tarafı da bunu daha açıktan dillendirmeye başladı. Ve AKP-Fethullahçı basın bunu son günlerde yoğun işlemeye başladılar. Öncelikle hemen şunu söyleyelim ki, PKK yönetiminin böyle bir görüşmesi de yok, talebi de. Nede görüşmek için böyle bir zemin-ortam vardır. Peki, AKP-Fethullah Gülen’in derin devlet kadroları, yani yeşil Ergenekon böyle bir şeyi neden yayıyor? Amaç, Kürt yurtseverlerini beklentiye sokmak, AKP- Gülen faşizminin açığa çıkan Kürt düşmanı gerçek yüzü karşısında daha önce AKP-Gülenle şu ya da bu nedenle ilişkilenmiş, şimdi bunu sorgulayan, kopuşu yaşayan kesimleri yeniden AKP-Gülen’e bağlamaktır. Yine anayasa tartışmaları vb. ne umut bağlatmaktır. Yine AKP’nin başta açılım adı altında yürütülen Kürt siyasetini tasfiye, tek adam ve tek parti olma, yine 3. milli şef olma arayışı karşısında AKP’yi sorgulamaya başlayan liberalleri yeniden yanına almak için böyle bir ortam yaratmaya çalışmaktadır.
Kürdistan halkı ve Türkiyeli devrimci-demokrat ve aydınlar şunu bilmelidir ki, bu koşullarda AKP adına, ya da devlet adına herhangi bir görüşme yoktur. Bu koşullarda olamaz da.
Kürdistan halkının artık, ne AKP-Gülen ve işbirlikçi liberallerin alttan alta ya da basın üzerinden yaratmaya çalıştıkları bu tür oyalama, beklentiye sokma inanmalı, ne de sözümona İrlanda da, çözüm modellerini araştırmaya çıkanlara kulak asmalı. Kendi özgürlüğüyle birleşmiş Önder Apo’nun özgürlüğü yolunda ilerleyişini tüm zorluklara rağmen sürdürmelidir. İçinde Bejan Matur gibi alevi, Kürt, kadın ve geçmişte PKK davasından cezaevinde yatıp da çıktıktan sonra Fethullah Gülen cemaatine kendi ruhunu satan, randevusuz Fethullah Gülen ile görüşen birisinin, söylediklerine kulak asacak bir Kürdistanlı olabiliri mi?
Cengiz Çandar’ından, Hasan Cemaline kadar-belki içinde iyi niyetliler de olabilir- hemen hemen hepsi, ortak tema olarak sözümona İRA militanları, artık halkın yorulduğunu görmüşler de öyle gelip barışçıl sürece katılmışlar, yaygarasını yaymaya çalışıyorlar. Bundan da Kürtler de artık yoruldu vb. sonuç çıkarmaya ve bunu yaymaya, böyle bir ortam yaratmaya çalışıyorlar.
Özgürlük, onur mücadelesinin yolu uzundur, bazıları Bejan Matur gibi soluksuz kalarak saf bile değiştirebilir. Ama Kürdistan halkı özgürlük ve onurlu yaşamın anlamını biliyor. Sömürgeci Türk devleti başta olmak üzere diğer sömürgeci güçlere karşı mücadelenin öyle sıradan ve çok basit olmadığını da bilmektedir. Kürt ulusu bugüne kadar özgürlüksüz, örgütsüz, savunma güçlerinden yoksun ve Önderliksiz olmanın acılarını derinden yaşayan bir halktır. Yol uzun ve zorlukları olan bir yoldur. Fakat varlık, özgürlük ve şeref için mücadelenin yorgunluğu olamaz. Yorulmak, yoruldum demek, şerefsiz bir yaşamı kabul etmek anlamına gelmektedir. Kimse Kürdistan halkına bunu yakıştıramaz. Kürt ulusu da bunu kabul etmez. Kürdistan halkı yolun çoğunu yürüdüğünü ve pek az bir kısmının, ama zorlu dönemecin kaldığını da bilmektedir. Kendisine dayatılan soykırım politikalarına karşı, halk olarak varlık, özgürlük ve onurlu yaşam olanaklarını elde etmek için sonuna kadar direnmede kararlıdır.
Kendini liberal olarak adlandıranların geçmişlerine baktığımızda, hepsi aslında uzun soluklu özgürlük mücadelesinden gözlerinin direği kırılmış, nefesi daralmış, yüreği küçülmüş, bilinçleri yetmemiş, cesaretleri tükenmiş insanlardır. Sizler yorgun düşmüş olabilirsiniz. Zaten Türkiye biraz da Ahmet Kaya’nin dediği gibi yorgun demokratlar ülkesi değil mi, hatta mezarlığı!
Kürdistan halkının 3 Aralıkta Amed’de gerçekleştirilecek mitinge nasıl canlı ve diri katılacağını, gerekirse bir asır boyunca, Kürt ulusunun özgürlüğü ve şerefi için, ulusal-toplumsal reflekslerini daha da geliştirip pekiştirerek devam edeceğini herkese gösterecektir! Her Kürdistanlı, kendisine dayatılan onursuzluğa, ulusal yokoluşa, teslimiyete, korkuya, sindirme ve örgütsüzleştirmeye karşı, Önderliğine, tüm ulusal değerlerine, varoluşuna ve özgürlüğüne sahip çıkmalı serhıldan ruhuyla Amed mitingine katılmalı, birbirini teşvik etmelidir. Örgütlülüğünü ve direnişini yükseltmelidir.
Varlığını, ulusal yokluğumuz üzerine inşa eden sömürgeci Türk devletine karşı varlık ve özgürlüğümüzü sağlamanın, kendi topraklarımızda onurumuzla yaşamanın başka da yolu yoktur.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Köşe başları genellikle puslu olur. Köşe başlarında satılır gizli, saklı ve kirli şeyler. Köşe başlarıdır sisli havada pusuya yatan kurtların yeri ve köşe başlarında bekler faili meçhul cinayetlerin kanlı tetikçileri… Oysa günümüzde “köşeler” öyle bir hal aldı ki, artık insan diye geçinen bazıları, gizliliğe, saklılığa, hayaya aldırmadan “köşelere” damlıyorlar. Hem artık bunlar, sadece gayri ahlaki şeyleri değil kendi ruhlarını da sözcüklerle “köşelerde” satmaya başladılar. Bu, yeni bir şey değil fakat bu kadar da alenileşip zirveye ulaşmamıştı…
Yazık…
Hem de insanlık adına çok yazık…
“Entelektüel, şair, yazar, çizer, danışman, aydın, siyasetçi ” adına ne derseniz deyin, artık köşeler, ruhlarını satanlardan geçilmiyor… Ne ruhlarını satan bu zavallıları ne de pazarlık meydanları olan gazetelerin isimlerini zikredeceğim. Zira sözcüklere yazık olur, kirlenmesinler…
Köşelerde köşeyi dönmek için mi bu kadar hayâsızlaşıyorlar anlayamıyorum. Nasıl oluyor da kendine insanım diyenler bu kadar yalancı olabiliyor ve “köşe yazısı” diye yalan dolu bir belgeyi ardındakilere bırakabiliyor. Yazmak bir sanattır ve bildiklerini insanlarla paylaşarak insanlığın hizmetine sunmak en büyük erdemlerdendir. Bu, bilgeliğin gereğidir. Bedeli ne olursa olsun bilgelik bunu gerektiriyor. İster Hallaç-ı Mansur gibi derisi yüzülsün, ister Prometheus gibi kayalıklara çivilenip ciğerleri kartallara yem edilsin isterse de Öcalan gibi İmralı’da zaman çarmıhına gerilip hücreleri saniyelere kemirtilsin bilgelik, insanlığa hizmeti gerektirir. Çünkü bilgi tüm insanlığın ortak değeridir.
Fakat maalesef günümüzde bilgiçlik taslayanlar, bırakalım insanlığa hizmet etmeyi, her gün yazdıkları köşe yazılarıyla Kürt Özgürlük Mücadelesi PKK şahsında insanlığa leke sürmeklerdirler. Kimi PKK’yi başka güçler tarafından kurdurulup yönetildiğini, kimi PKK’nin politikasını belirleyenleri “akılsızlıkla” suçluyor, kimi ise PKK’nin Kürt Halkının başına bir “bela” olarak gösteriyor ve milyonlarca insanı bu yalanlarına inandırmaya çalışıyorlar. Fakat hiçbiri PKK’nin 33 yıldır TC devleti şahsında başta NATO olmak üzere çok çeşitli emperyalist güçle direkt ya da dolaylı savaşmasına rağmen neden yenilmediğini yazmıyor ya da yazamıyor.
Evet. Önümüzdeki PKK’nin 33. Kuruluş yıldönümü kutlanıyor. Köşelerdeki kiralık yalancılar, her ne kadar gerçeği inkar etseler de “bir avuç eşkıya” dedikleri PKK ile sömürgeci bakış açısıyla aşağıladıkları Kürt halkı artık iç içe geçmiş bulunmaktadır. Yani PKK artık halktır halk da PKK! Zaten PKK’nin yenilmezliğindeki en büyük etkenlerden bir tanesi de budur. Ama yukarıda söz ettiğimiz köşe meydanının kiralık tacirleri, ısrarla bu gerçekliğe gözlerini kapamış, kulaklarını tıkamıştır. 33 yıl nasıl başarıldı? Acaba faşist TC generallerinin utanç madalyası 33 kurşunların acısı olmasaydı, 33 yıl geride bırakılabilinir miydi? PKK ki, bağrında büyük komutan Zilan’ları yaratmış, acaba Zilan Katliamları olmasaydı komutan Zilanlar yaratılabilinir miydi? Ya da Amed Zindan vahşeti olmasaydı Mazlum Doğan’ların, Kemal Pir’lerin, Ali Çiçek’lerin insanlığı kurtarma direnişleri milyonların devrim hayaline ilham verir miydi? Bunlar, sadece kısa birkaç örnek. Söylemek istediğimiz, PKK’nin, diri diri gömülen bir halkın yeniden yaratılış destanı olmasıdır. Ama ruhlarını dahi köşelerde süslü sözcüklerle pazarlayanlar, psikolojik savaş aracı olarak ısrarla PKK’yi karalamakta, zayıf ve Kürt halkının başına bir bela olarak göstermektedirler. Peki, adama sormazlar mı madem PKK, Kürt halkının başına bir beladır o halde neden Kürtler akın akın çocuklarını dağa gönderiyor? Her türlü sindirmeye, tutuklamaya ve öldürmeye rağmen yüz binlerce Kürt halkı her gün neden meydanlara dökülerek “PKK HALKTIR, HALK BURADA” diyor? Ya da sormazlar mı madem başka ülkeler ve örgütler, güçler PKK’yi kurmuş, kullanıyor ve PKK bitti bitecek diyorsunuz nerede TC devletinin şerefi, onuru haysiyeti? Neden bu güçler mücadele edemiyorsunuz? Neden yıllardır “bitti, bitecek, bitirdik” dediğiniz PKK her geçen gün güçlenerek varlığını sürdürüyor. Hani PKK’yi bitirip, şerefinizi kurtarmıştınız? Yoksa siz şerefsiz misin?
Biliyorum bu sorular nafile. Çünkü bahsettiğimiz kiralık kalemşörler, bu sorulara cevap veremezler. Zira onlar gerçeği bilseler de üç kuruş için yalan söyleyip, onursuzluğu tercih ederler. Öyle olmasaydı bırakalım PKK gerçekliğini objektif yazmayı, birkaç gün önce (21 Kasım) yani 12 yaşındaki Kürt çocuğu Uğur Kaymaz’ın TC polisleri tarafında 13 kurşunla katledilişinin yıldönümünde banka hesaplarına yatan paraya değil, insanlık adına açılmış hesaba bakarlardı ve bu vahşetin hesabını TC devletline sorarlardı. Sadece 12 yaşındaki uğur mu? Hayır. Uğurla yaşıt olup yirminin üzerinde TC devletinin memuru tarafında tecavüze uğrayan yine Kürt çocuğu N.Ç.’nin de hesabını sorarlardı. Bu da olmazsa en azında her canlının kendi diliyle var olduğu bir dünyada her gün başta kara tahta olmak üzere hayatın her alanında milyonlarca Kürt çocuğunun anadillerine yapılan tecavüze “dur” deyip anadilde eğitimi desteklerdi. Ama ne gezer! Ruhlarını dahi satmaktan utanmayan köşe tacirleri, kendi devletlerinin vahşetini ve ülkelerindeki tüm halkların başına bela olan kendi sistemlerinin gerçekliğini ifşa edip insanlığa katkı sunacaklarına her fırsatta köşe başlarına çıkıp en büyük yalanı üreterek ruhunu en pahalıya satanlar arasında yer almak için çırpınıyorlar...
Yazık…
İnsanlık adına çok yazık…
Mem Amed
- Ayrıntılar
Kürdistan’daki Direnişlere kısa bir bakış;
Kürdistan tarihini geçmişte öğrenirken, büyüklerimizin ne kadar büyük ve çok isyanlarda bulunduklarını bize büyüklerimiz öğretmişlerdi. Doğrusu bizde uzun yıllar bu isyanlara inandık.
Ne var ki insan araştıran, inceleyen ve çıkardığı sonuçlardan yola çıkarak öğrenen bir yarattıktır.
Biz Türk okullarında tarih adına Kürtlere ilişkin “şakiler”, “eşkıyalar”, “çeteler”in ne kadar çok isyana kalktıklarını ve bunun üzerine büyük Türk devletinin bunda öncesi de büyük Osmanlının bu “şakileri”, “eşkıyaları”, “çeteleri” hizaya getirmek için bir devlet yapılanması olarak bunların üstüne giderek tasfiye ettiğini öğrendik.
Duygusal olarak Kürtlüğümüzü okşadığını inkar edemeyiz. Ne de olsa büyüklerimiz bu devletlerin zulmüne karşı isyan etmişlerdi. Bu devletlere kafa tutmuşlardı. Karşı çıkmışlardı. Bu bağlamda isyanları hep dilimizdeydi.
Yukarıda dile getirdiğimiz gibi biraz tarihe derinlikli baktığımızda tabi bu arada Kürtlere karşı uygulanan politikalarının kimi belgeleri gün yüzüne çıktığında, hele hele suda bahanelerle yaşanan katliamları incelediğimizde yaşananların hiçte birer isyan olmadıklarını rahatlıkla görebildik.
İsyan kelimesini sözlükler: “Herhangi bir amaçla kurulu düzene veya devlet güçlerine karşı gelme, baş kaldırma, ayaklanma” olarak tanımlıyorlar. Bu tanımın içerisinde karşı durduğun ya da ayaklandığın güçler tarafından ezilmen de söz konusu olduğunda belli bir hukuka ya da bu ezilmenin gerekçesi rahatlıkla yapılabilir.
Direniş ise: “Direnmek işi veya biçimi, karşı koyma, dayanma, mukavemet” adı üstünde karşı koyma oluyor. Ancak direniş kelimesi geçtiğinde ağırlıklı olarak yaşanan bir haksızlığa karşı gösterilen mukavemet oluyor. Bu ise direnen açısından bir haklılığı ve meşruluğu doğururken ezen tarafından ise gayri meşruluğu ifade ediyor.
Yukarıda ki bu iki tanımdan yola çıkarak Kürdistan’da ne kadar isyanın ya da ne kadar direnişin yaşandığını anlatmaya çalışacağız.
Ortaçağ olarak adlandırılan bu dönemde Kürt emirlikleri fiilen bağımsızdır. Ekonomik yapılanma, sınıflaşma siyasi kurumlaşmaları itibariyle feodalizmi yaşıyorlardı. 16. yy.dan öncede Kürt beylikler bağımsız yaşıyorlardı. Osmanlı batıya yönelmişti. Sınırda çelişkiler yoğundu. Ancak Osmanlıyla içine girilen ittifaklaşmayla ve Osmanlının doğuya yönelmesiyle bağımsız olmaları devam etse de özünde bu tasfiye edilmelerinin başlangıcı oluyordu. Osmanlının idari ve siyasi örgütlenmesinin kurucu mantığı–ki bu işgal ettikleri sahalarda esnek ve yerele dayalı idare etmekti-ikincisi ise Kürt beyliklerinin İran Safevi devleti önünde bir set oluşturuyor olmalarıydı. Osmanlı Kürtlerle anlaşmasını onu doğuya açarak büyük güç haline getiriyor ve ayrıca doğuda gelecek tehlikeleri de bertaraf etmiş oluyordu. Yukarıda dile geldiği gibi Osmanlı Kürtlere federatif yaklaşmıştır. Özümseme yerine bütünleşmeyi esas alan Osmanlı ademi merkezci yaklaşmıştır. Kürtlere böyle yaklaşmasının başka bir nedeni de Kürtleri Safevi'lere kaymaması için kazanma istemi olmuştur. Daha sonra yapılan Osmanlı İran savaşlarında Kürdistan resmen 1639 Kasr-i Şirin antlaşmasıyla ikiye bölünecektir.
Bu ikili mekanizma birkaç yüzyıl boyunca Kürt beylikleri ile Osmanlı devleti arasındaki ilişki niteliğini belirledi. Ve Kürt yerel beylikleri merkez iktidar ile kurulan bu gevşek ilişkinin imkân verdiği bir özerk statü uyarınca Osmanlı devletinin idari ve askeri rütbeleri ile ödüllendirilmiş, payelendirilmiş Kürt aileleri tarafından yönetildiler.
Osmanlı devleti Avrupa’da daraldıkça toprak kaybettikçe yönünü doğuya çeviriyordu. 1683 yılında Viyana önündeki yenilgisi ile başlayan süreç 1699 yılında Karlofça ve 1718 yılında Pasarofça antlaşmalarıyla Osmanlı batıda artık duramaz hale gelmişti. Her geçen gün yeni toprak kaybı demekti. Osmanlı yönünü yavaş yavaş doğuya kaydırırken doğuda vergiler artıyordu, asker isteme artıyordu. Kendi içresinde de yenileme ihtiyacı duyuyordu. Bu yenilenmeye ıslahat denilecekti. Islahatı özellikle orduda başlattılar. Çok masraflı bir orduyu kaldırmak artık zor geliyordu. Ordu da bazı düzenlemelere ihtiyaç vardı. 1792–93 yıllarında. III. Sultan Selim tarafından Nizam-ı Cedid uygulamaya geçti. Açılım ekonomik idari alnında da düşünülüyordu. Ancak yeniçeri ordusunun 1807 de kazan kaldırarak III. Sellim yönetimine son Verdi.
Şunu hemen belirtelim Yunanlar ayaklanıyor batı da toprak kaybı devam ediyor, doğu da Mısır da kazan kaynıyor derken zayıflayan merkezi Osmanlı hükümeti ya da devleti güç kaybediyor, yereller Osmanlının siyasi idari örgütlenmesinde kaynaklı güç kazanıyor ve giderek Osmanlıyı tehdit eder hale geliyor.
1839 da Tanzimat fermanı diye bilinen Gülhane Hatı Hümayunun bu durumu daha da körüklüyordu. Osmanlı da değişiklikler yaşanan sorunlarda dolayı gündeme girmişti. 1826 da kurulan Enderun ordusuna karşı yeniçeriler isyana kalktı. Bu isyan bastırılarak ezildi. Yeniçerilik kaldırıldı. Geçmişte devşirmelerde oluşturulan Yeni Çeri Ocakları yerine öncelikle Müslümanlarda olan, yerele yakın özellikler aranarak Enderun birliklerini oluşturulmuşlardı. Ruslarla savaşlar yoğundur. Kuzeyden Akdeniz’e inmeye çalışan Ruslar Osmanlıyı sıkıştırmaktadır. Bunun karşısında batı “Bosporus'taki hasta adamı” ayakta tutmak için desteklemektedir.
Genel anlamda 1800'lerin başlarında itibaren Osmanlı kendisini nasıl yaşatacağının hesabı içine girmişti. 1808 yılında tahta II. Mahmut geçti. Mahmut dönemi Kürtler için çok önemli bir dönemeçtir. Kürdistan’ın klasik anlamda işgal edilmesi ve sömürgeleştirilmesi bu tarihte başlar. Öncesinde Osmanlının Kürdistan da klasik anlamda işgali ve sömürüsü yoktur. Kürt toplumu için önemli bir süreçtir. Osmanlı kaybetmiş toprakları, prestij bir anlamda doğuda acısını çıkartmaktadır. Yavuz Sultan Selim döneminde yapılan anlaşmalar çiğnenerek iç işlerine müdahalenin yanı sıra yükümlülükler fazlalaştırılarak Kürt Emirliklerine yüklenmektedir. Kürt Emirlikleri sıkışıklığı yaşıyorlar. Genelde Osmanlının bunalımı teferruatlı görülmese de güneyde Mısırlı Mehmet Ali Paşanın yükselmesi Kuzeyde Ruslar, batıda Yunan ve diğerlerinin yüklenmesi seziliyor, ya da görülüyor. Bu sıkışık ortamda Osmanlıya karşı direnişler patlak vermeye başlıyor. Yeni bir süreç başlamış oluyor.
Özcesi Osmanlı 1514’lerde Kürtlerle girilen ittifaka arayışına terk ederek, yeni bir politika belirlememiştir. Bu politikanın özü ise Kürdistan’ı işgaldir. Bu bağlamda Kürtler Osmanlıya karşı isyan etmemişlerdir. Kürtler Osmanlıya karşı ihlal ettikleri anlaşmalardan dolayı karşı durmuşlardır. Osmanlının işgaline karşı direnişe geçmişlerdir. Direniş esas itibariyle Osmanlı içerisinde kalarak Osmanlıyı yaklaşık 300 yıl önce imzalanmış olan anlaşmaya sadık kalma çağrısıdır.
-----
Direniş esas itibariyle Osmanlı içerisinde kalarak Osmanlıyı yaklaşık 300 yıl önce imzalanmış olan anlaşmaya sadık kalma çağrısıdır dedik.
Yeni süreç direnişlerle başlar. Neredeyse yüzyıl sürecek direnişler, parça parça Kürdistan’ın farklı sahalarında baş gösterir. Batı ve güneyde sıkışan Osmanlı, hâkimiyetini Kürdistan üzerinde kurmaya çalıştığında, ortaya çıkacak olan bir işgal hareketidir. Yüzyıllarca bağımsız ve özerk yaşamış olan Kürt Beylikleri ve Emirliklerinin, bu hâkimiyet girişimine karşı direnç gösterecekleri açıktır.
Hemen şunu peşinen söyleyelim; Kürt Emirlerinin ideolojik olarak Osmanlılarla herhangi bir çelişki ve çatışması yoktur. Bu bağlamda önceleri büyük oranda Kürt-Kürdistanlık dertleri de yoktur. Tamamen kendi Emirliklerinin çıkarları doğrultusunda bir direnç söz konusudur. Kürtlük bilinci bu bağlamda dediğimiz gibi çok cılızdır.
1800'lerin başlarında İngiliz Emperyalizminin, Ortadoğu’nun farklı sahalarında etkinlik sağladığı yıllardır. Daha doğrusu adım adım etkili olacakları yıllardır. Çökmekte olan hasta Osmanlının mirasına konmanın çeşitli hesapları yapılmaktadır. Fransızlar da eksik değildir, herkes kendisine bağlı misyonerler göndererek, kendi örgütlülüğünü yaratmaya çalışmaktadırlar.
Amin Malouf’un Tanios Kayalıkları kitabında bir olayla misyonerlerin nasıl çalıştıklarını ve neler yapmak istediklerine bir göz atalım:
Lübnanlı bir aşiret liderinin küçük bir oğlu vardır. Ona kâhyalık yapan adamın birkaç yaş büyük oğluyla birlikte uzaklarda bulunan bir okula gönderilirler. Okul İngiliz misyonerlerinindir. Etkili bir ailenin oğlunu yanlarına almışlardır. İlk iş bu durumu İngiltere’ye bildirmektir. İngiltere’den gelen cevap ise; “ne pahasına olursa olsun, mutlaka ama mutlaka bu çocukları tutun ve kazanın” dır.
Bu talimatı alan misyoner ve eşi titizlik göstereceklerdir. Ancak aşiret liderinin oğlu yaramaz birisidir. Toplumun ahlak ölçülerini zorlamaktadır. Öyle ki misyonerin eşine kabul edilmeyecek tacizlerde bulunur. Çizme aşılır ve misyoner bu genç ile kâhyanın oğlunu okuldan atar. Bu durumu İngiltere’ye rapor eder. İngiltere’den gelen cevap ise; “ne yaparsanız yapın o gençleri geri okula getirin” talimatı olacaktır. Misyonerler çocukları bedeli kavga da olsa, eşinin taciz edilmesine mal da olsa gidip getirecektir. Ne de olsa gelecek için ciddi yatırımlar vardır.
Bu misyoner çalışmasıdır. Hiç kimseye çaktırmadan adım adım geleceğin tohumluklarını-kendi himayesinde-Ortadoğu halklarının başına bela olacak temelde yetiştirmektedirler. Ne de olsa bunlar gelecekte İngilizlerin oluşturacakları Ortadoğu’daki işbirlikçi ve ajanları olacaklardır. Sorun burada bazılarının sübjektif ajan olmaları da değildir. Hayır! Beyni kazanılmış, yüreği kazanılmışlar gelecekte kendilerini yetiştirmiş olanlara sadık kalmasını bileceklerdir. Başkan Apo böylesine ele alınan tohumlukları “yetiştirme” ve “dayatma” diye isimlendiriyor. Bir nevi topluma zoraki dayatılacak, yetiştirilmiş Truva atı rolünü gelecekte oynayacak fethedicileridir bunlar. Daha sonra Dersim olayına geldiğimizde bu Truva atı rolünü Kılıçdaroğlular, Kamer Gençler, Burkaylar ve tabii ki böyle nicelerinin oynadıklarını hep birlikte göreceğiz.
Bu gerçekliğin ne kadar sonuç aldığını anlamak için Ortadoğu’nun bugününe bakmak yeterli olacaktır. Birçok Malik, Bey, Kral İngiliz-Fransız okullarının fideliğinde yetişmesinin ötesinde, birçoğunun anasının dış kökenli olması söylediklerimizin derinliğini gösteriyor. Elbette dış evlilikleri eleştirmiyoruz, burada dile getirilen emperyalist güçlerin Ortadoğu insanlarını hangi yol ve yöntemle ihaneti kökleştirerek teslim alınmalarına dönük çarpıcı bir örnek olması açısından veriliyor.
İngilizler özelde ve yerelde yaşayan Asurî, Süryani, Ermeni gibi Hıristiyan kesimleriyle ilişkilenerek, onlara çeşitli vaatler yağdırarak kendilerine bağlamaya çalışmaktadır. Aynı eksende çeşitli Kürt emirlikleriyle de ilişkilenmektedirler. Osmanlıyı zayıflatarak daha fazla kapitülasyonlara zorlamak ve tabiî ki istedikleri yere çekmek temel amaçtır. Misyoner çalışmaları oldukça başarılı olmaktadır. İngilizler, hem Osmanlı kartını, hem Kürt kartını, hem de diğer azınlık ve yereldeki kartları başarılı bir şekilde kullanmaktadır. Gerektiğinde birbirine kırdırtmaktan çekinmemektedirler.
Böyle karmaşık bir ortamda çok sayıda direniş gelişir. 1800 yılı boyunca onlarca direniş TC resmi tarihine göre isyan şöyle sıralamak yerinde olacaktır:
1805–1806–1808 Baban Direnişi,1818 Bilbaslar Direnişi, 1820 Sivas’ta Zaza aşiretlerinin Direnişi, 1820–37 yılları arasında Soran emirliğinin hâkimi Mir Muhammet Kürtçe isimlendirmeyle Muhammede Kore-Kör Muhammed’in Direnişi, 1830–33 Sincar dağı etrafındaki Ezidi Kürtleri ve Türkmenlerin Direnişi. 1832 sonrası Mardin Direnişi,;1834’te Mirza Ağa liderliğinde Osmanlıya karşı direniş,1834 Bitlis civarındaki Direniş, 1849’da bastırılır. 1838’te Botan beylerinden Sait Beyin Direnişi ve kalesinin alınması. 1842–47 Bedirxan Bey Direniş. Cizre-Botan Emirliğine Son verilmesi. 1853–56 Yezdan Şer Direnişi. 1860’ta Osmanlı Ordularının Dersim’e yönelik askeri harekâtları. 1880–81 Ubeydullah Nehri Direnişi
Bu yüzyılda Kürdistan’da kimi direniş göze batmaktadır. Bunlardan bir tanesi Baban Direnişidir. Baban Direnişini kısa bir göz atacak olursak:
Şehrezor ve çevresinde hüküm süren Baban Mirliği Güney Kürdistan eski ve güçlü mirliklerden biriydi. 1786 yılında merkezleri olan bugünkü Süleymaniye kentini kurdular. Baban emirliğinin önemi Osmanlı ile İran arasında sınır bölgesinde bulunmasından kaynaklanıyordu. Bu nedenle Baban, Osmanlı ile İran arasında sürekli yıpranıyordu. Baban emirliğinin kuvvetli, etkin ve iyi bir ordusu vardı.
Babanlarda, Abdurrahman Paşa 1789 yılında emirliğin başına geçti. Baban emirliğinin bağlı olduğu Bağdat valisi, Abdurrahman Paşa'nın Emirliğin başına geçmesini istemiyordu. Bağdat valisinin bu iç işlerine müdahale etme tutumuna karşı Abdurrahman Paşa kuvvet yoluyla emirliğin başına geçti. Emirliğin başına gelir gelmez de, Bağdat'ın emirlik içişlerine karışamayacağını ilan eder. Abdurrahman Paşa döneminde emirliğin güç ve etkinliği daha da artmış ve Abdurrahman Paşa tüm Kürt Coğrafyasının en etkin hükümdarı özelliğini kazanır.
Osmanlı imparatorluğu Abdurrahman Paşa’nın etkinliğinin artmasından daha fazla endişelenmeye başlar ve bu nedenle rakip bir aşiret reisini Süleymaniye emirliğine atar. Bu durum karşısında Baban beyliği 1806 direnir. Abdurrahman Paşanın 24 yıllık iktidarı boyunca emirlikte altı büyük savaş olmuştur. 1806'daki bu direniş daha kapsamlı ve geniştir. Direnen Abdurrahman Paşa yeni atanan Süleymaniye Emiri'ni öldürür ve Osmanlıya karşı büyük bir başarı elde eder. Fakat Osmanlı büyük bir güçle direnişin üzerine gider. Savaş zaman zaman İran Kürdistan’ına da taşırılır. Üç yıla yakın süren bu direnişte Abdurrahman Paşa kuvvetleri büyük başarılar elde etmiş ve kazanmak üzereyken, Abdurrahman Paşanın kardeşi Halit Paşa ve bazı akrabaları kendilerine ihanet edip, Osmanlı saflarına geçerler. Hareket bu nedenle 1808 de bastırılmış olur.
Kürt Teşisi yine dönmüştür. Direnmiş olanın en yakınında duran ve en yakınında olması gerekenler, rant elde etmek için karşıtlarının yanına geçerek arkadan hançerleme rolünü Enkidu vari yerine getireceklerdir.
Sözü fazla uzatmadan: Baban lideri isyan etmemiştir. Osmanlıdan kendisini ayrı görmemiştir. Tersine Osmanlının bir parçası olarak kendisini gördüğü için iç işlerine yapılan yanlış müdahaleye ve üç yüzyıl önce yapılmış olan antlaşmanın ihlallerine karşı kendi hakkı olan direnmeyi seçmiştir.
Devam edecek
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 30 Kasım günü 20.00-22.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanları’na bağlı Xakurke’nin Şehit Beritan alanına yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafından obüs ve havan saldırısı gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 27 Kasım günü Amed’in Piran ilçesine bağlı Prejman köyü yakınlarında gece 22.30 sularında işgalci TC ordusu askerleri ile gerillalarımız arasında yaşanan bir çatışmada 3 arkadaşımız şehit düşmüştür.
- Ayrıntılar
Kürt sorununun çözümünde şiddetin yöntem olmaktan çıkması, inkâr ve baskı politikalarının sınırlı da olsa aşılması, demokrasi seçeneğinin özüne uygun biçimde açık tutulmasına yakından bağlıdır. Dil ve kültür üzerindeki eğitim ve yayın yasağı terörün en aşırı biçimi olduğu gibi, karşı şiddete de sürekli davetiye çıkarmaktadır. PKK’ de şiddetin oldukça kontrolsüz ve meşru savunma anlayışını çok aşan kullanımı olmuştur. Günümüzün birçok hareketinde daha aşırı biçimlere başvurulduğu iyi bilinmektedir. Buna karşılık tek taraflı ateşkes ve ağırlıklı olarak sınırlar dışında meşru savunma pozisyonunda kalma, “terörizm” suçlamasını geçersiz kılmaktadır. Yapılması gereken, diyalog sürecine ve demokratik birliğe açık kapı bırakan yaklaşımları devreye sokup, tümüyle silahın bırakılmasını sağlamaktır. PKK’nın mevcut konumunun bu kapsamda değerlendirilmesi, ileride telafisi güç gelişmeleri önlemek açısından da önemli bir fırsat sunmakta ve değerlendirmeyi gerektirmektedir. PKK’nın Türkiye somutunda yasal demokratik dönüşümüne açık kapı bırakılması, tümüyle yasaklama ve tasfiye sürecine sokma yöntemine göre daha gerçekçi ve uygulama şansı olan politik çözümün doğru yoludur.
Sınıfların ve her türden toplumsal olguların ortadan kaldırılması veya dönüştürülmesi zorla değil, ancak teknik ve bilimsel seviyenin değişmesiyle mümkündür. Zorla toplumsal olgu yaratılmayacağı gibi, ortadan da kaldırılamaz. Dönüştürülmede de belirleyici olan zor değil, bilimsel-teknik temeldir. Belki bazı sınıfsal ve toplumsal olgular fiziki olarak ortadan kaldırılabilir veya oluşturulabilir. Ama zora dayalı oldukları için, bunlar başka zorlar karşısında ortadan kaldırılmaktan kurtulamazlar. Zorun temelin-de cehalet belirleyici rol oynar. Pratik ve bilim cehaleti aştıkça, zorun anlamsızlığı daha da iyi ortaya çıkar. İnsanlık tarihinde zor, büyük oranda bilim ve pratiğin gelişmeyişinin bir ürünüdür. Zorun yeni doğmakta olan bir toplumun ebesi olduğuna ilişkin teori doğru anlaşılmak durumundadır. Bir annenin doğum sancısında ebenin görevi, daha az sancılı ve sağlıklı bir doğuma yardımcı olmaktır. Ama tarihte uygulanan zorların niteliği, daha çok doğmuş sağlıklı çocukları, yani insanları daha da küçültmeyi, özgür gelişiminden yoksun bırakmayı, hatta sürü kimliğine koymayı, kimi zaman da yok etmeyi belirleyen bir karakter taşımaktadır. Ebelikle ilişkisi fazla yoktur, daha çok cellâtlık ve tutsak kılmayla ilişkisi vardır. Tarihte zorun çok abartılı ve amansız kullanışı, toplumun doğal evrimini aşmakta ve onu zorlamaktadır. Teknik gerilik ve bilimin gelişmeyişi, bunun en temel nedenlerindendir. Sınıflı toplum uygarlığının emrindeki zor, başta devlet, ancak bu temel aşıldığında anlamını yitirir.
Bu tarihi dönem bir gerçek olmuştur. Dolayısıyla toplumun karşı-devrimci, gerici ve tutucu zorla devrimci zora dayalı dönüşüm ve yok etme teorileri anlamlı olmaktan çıkmışlardır. Çağdaş demokrasi toplumun doğal evrime uygun dönüşümünü esas almakta; bunun bilimsel-teknik temelinin güçlü bir biçimde var olduğunun bilincine dayanmaktadır. Bundan, demokrasi devrimci ve karşı-devrimci zorun bir uzlaşmasıdır gibi bir sonuç çıkarılamaz. Bu tür yaklaşımlar kesinlikle yanlıştır. Demokrasinin özünde zorla uzlaşma yoktur. Tersine demokrasi zorun toplumsal gündemden çıkmasını esas almaktadır. Bunun boyun eğmecilikle de ilgisi yok-tur. Tersine en doğru özgürlükçü gelişmenin zorun geçerli olmadığı ortamlarda gelişeceğine inanılmaktadır. Çağdaş demokrasi bu yönüyle zora dayalı her tür uygarlıksal varlığın özeleştirisini de gerektirmektedir. Demokrasi köklü bir özeleştiri rejimidir. Zor karşısında tavır taktiksel, hatta stratejik değil, ilkeseldir. Demokrasinin en temel ilkesi, zoru dışlayan bir tarihsel dönemin varlığına inanma, bilim ve tekniğin gücüyle buna ulaşmadır. Bu ilke derin bir felsefi temeli ifade etmektedir. Siyasi ve yönetsel strateji ve taktikleri esas almamakta, bunları daha çok pratiğin gerekleri biçiminde değerlendirmektedir. Zora yönelik bu yaklaşım, çağdaş demokrasinin barışçıl karakterini öne çıkarmaktadır. Toplumsal barış doğal gelişmenin biçimi olarak kavranmakta, buna inanılmaktadır. Barışın zora boyun eğme olarak anlaşılmaması gerekir, tersine zorun devreden çıkarılması gibi bir anlamı vardır. Savaşsız bir toplum ve uygarlık dünyasına inanmakta, bunu esas almaktadır.
Meşru savunma, çağdaş demokrasinin diğer önemli bir ilkesidir. Çağdaş demokrasi ilişkilerinin olmadığı veya demokrasinin saldırıya uğradığı toplumlarda, meşru savunma temelinde varlığını savunmak bir haktır, hem de en temel anayasal bir haktır. Demokratik olmayan yasalara ve rejimlere boyun eğmek, demokratik bir tutum olamaz. Bu yaklaşım, karşı saldırıyla antidemokratik güçleri yok etmeyi içermez. Daha çok toplumun genel bilinçlilik, örgütlülük ve gösteri hakkını süreklileştirip haksızlığı aşmayı öngörür. Uygulanan direnme kutsal savunma hakkına girmekte ve hukukun da özünü teşkil etmektedir. Meşru savunma, silahlı olma da dâhil, kaynağını çağdaş demokratik ilkelerden alır. Bunu aşan her eylem meşru savunma kapsamına giremez.
Sınıflı topluma dayalı uygarlık tarihinin aldığı en son biçim kapitalist uygarlık çağıdır. Bu çağın çöküş döneminde ortaya çıkan en önemli olgu, gerçekleşen büyük bilimsel-teknik devrimlerin meşru savunma koşulları dışında toplumların dönüşümünde zorun rolünü geçersiz kılmasıdır. Kaldı ki, tarihte egemen ve sömürücü politikaların hizmetinde zor büyük oranda tahribat ve yıkım dışında bir anlama sahip olmamıştır. Mülkiyetin hırsızlık karakterinin verdiği korkuyla yönetici kesimi en büyük güvence olarak zoru görmüş, onu kutsamış ve abartılı kahramanlık öyküleriyle sürekli yüceltme gereği duymuştur. Hatta ilk mitolojilerde zor nedir bilmeyen tanrılar, sınıflı toplumun gelişimiyle, özellikle feodal çağda en çok cezalandıran ve kahreden sıfatlar yüklenmişlerdir.
Zorun rolü toplumsal dönüşümlerde sanıldığından daha azdır. Toplumsal süreçlerin niteliksel sıçrama dönemlerinde, tutucu engelleri aşmak açısından, zor bir dönüşüm rolü oynamaktadır. Bu tür zor eylemleri kısa süreli ve niteliksel bir sıçrama gerçekleştirirken, sonra aşılmak durumundadır. Hâlbuki tarih boyunca uygulanan ve süreklilik kazanan zorun büyük kısmı fetih, işgal, talan ve benzeri eylemlerle haksızlık içermekte, tahribat ve yıkıma yol açmaktadır. Bunu örtbas etmek için, bu tür eylemlerin tanrının emri gereği olduğu söylenmekte; ölünürse şehit, kalınırsa gazi gibi sıfatlarla kutsanmakta, bu da yetmedi mi ganimetten büyük paylar verilerek mükâfatlandırılmakta, aslında böylece lanetli bir tarih yazılmaktadır. Bu anlamıyla yazılanların tarihi en lanetli tarih olarak değerlendirilirken, mazlumları da insanlığın gerçek vicdanı ve emek kahramanları olarak yüceltmek, doğru bir tarih yazmak anlamına gelmektedir. İlerici sistemlerin savunulması ve yayılması da gerçek özüne sadık olma koşullarıyla aynı yüceliğe sahiptir.
Uygarlık tarihinin zor çözümlemeleri doğru yapılmaktan uzaktır. Tarihe damgasını vuran şey, egemen ve sömürü sınıfın yüceltilmesini ve yönetici konuma gelmesini ifade eden mitolojik, dini ve felsefi görüşlerin ağır etkisidir. Tarih bu görüşlerin etkisiyle çok haksız, rolün gerçek sahiplerini tersyüz gösteren, gerçekten tarih olabilecek olguları göz ardı eden en tehlikeli kurgusal edebi metinler olmaktan öteye bir anlam ifade edemez durumdadır. Öncelikle bu tür tarihin tarihini doğru yazmak gerekir. Ancak bu görev başarıyla yerine getirilirse, daha çözümleyici bir tarih yazma şansı doğar. Belki de tarihte en büyük haksızlık, tarihin bu tür yazımına dayalı olarak yapılmıştır. Daha da olumsuz olanı, bu tarihi esas alan, bundan etkilenen ve adına tarihi kişilikler ve kurumlar denen olguların yaptıkları eylemlerin zincirleme hazsız akışıdır. Yanlış yazılan tarih hep yanlış yaptırır. Doğru pratiğin bir koşulu da bu nedenle ve öncelikle doğru bir tarih anlayışıdır. Doğru bir tarih anlayışı ise, uygarlığın doğru çözümlenmesinin başlangıç adımıdır.
Bu savunmayla yapmaya çalıştığımız da, en amansız bir süreçte doğru bir tarih ve uygarlık çözümüne taslak düzeyinde de olsa bir katkıda bulunmaktır. Ortada büyük haksızlık, komplo olduğunda ilk yapılması gereken iş, haksızlıkların tarihsel ve uygarlıksal temelini açıklığa kavuşturmak ve tarih yaptıklarını sananların alçak komplocular olarak çirkin maskelerini düşürmektir. Batının ve Doğunun tüm önemli merkezlerinden komplo tarzı yaklaşım sahiplerini, arkalarındaki dünya görüşlerini ve sefil yaşamlarını orta koymak, insanlığın büyük savunması anlamına gelmektedir.
En son olarak kapitalist uygarlık çağının yaşadığı süreç birçok değerlendirmeye konu olmuştur. Muhafazakâr tarih bakış açısına sahip olanlar, yaşanılan dönemi “tarihin sonu” olarak değerlendirirken, devrimci yaklaşımla bakanlar “sosyalizm çağı” olarak değerlendirmek istemişlerdir. Bu yaklaşımların arkasındaki felsefe birincisi için durgun bir idealizm olurken, ikincisi için kaba materyalizm olmaktadır. Bunlar yaşanılan çağın tüm karmaşıklığını görmekten ve çözümlemekten uzaktır. Post modern uygarlık yaklaşımları da fazlasıyla pragmatik ve günübirlik yaşama gömülmüş sistemsiz görüşlerdir.
Süreci derinliğine belirleyenin bilimsel-teknik devrimler olduğu doğru bir yaklaşımdır. Tüm toplumsal sistemlerin dönüşümünü belirleyen gelişmelerin maddi temeli, varılan teknik düzeydir. Fakat bu kendi başına tekniğin dönüştüreceği anlamına gelmez. Burada devreye girmesi gereken şey, ideolojik kimlik sürecidir. Eski düzenin aşılması ve yeninin uç göstermesi, ideolojik doğuş olmadan asla gerçekleşemez. Bunu şuna benzetebiliriz: Tarla olmadan tohum yeşermez. Açılan yeni tarlayı tekniğe benzetirsek, tohum da ideolojik kimliği çağrıştırmaktadır.
Kapitalist çağın ideolojik kimliği MS 15. ve 16. yüzyıllardaki Rönesans’la şekillenmiştir. Yeterince işlendiği için tekrarlamayacağız. 17. 18. ve 19. yüzyıllarda en büyük gelişmesini, kurumlaşmasını ve yayılmasını sağlamış ve tamamlanmıştır. Bu konular da ana hatlarıyla gösterildi. 20. yüzyıl ise, bunalım ve bunalımdan çıkış için yeniden paylaşım savaşları ile karakterize edilmektedir. İki dünya savaşı ve çok sayıda bölgesel savaşlarla sistemin aynen, klasik yöntemlerle kendini sürdüremeyeceği kanıtlanmıştır. Eski tarz emek sömürüsü, klasik ve yeni sömürgecilik uygulamaları kendilerini aşılmaktan kurtaramamışlardır. Ama bu durumlar yeni bir uygarlığın, hele bir dönemler yaygınca iddia edildiği gibi sosyalist çağın başladığı ve kurulduğu anlamına gelmemekte; daha çok üretimin, paylaşımın ve yönetimlerin dönüşüm geçirmesi an-lamını taşımaktadır. Bu gerçeklik daha çok 20. yüzyılın sonlarında netlik kazanıp, çağdaş demokratik uygarlık olarak tanımlanmak-tadır.
Çağdaş demokratik süreçte kapitalist sistem ortadan kalkmış olmamakta, ama daha önceki sınırsız egemenlik çağını geride bırakmış olmaktadır. Egemenliği, sömürüsü ve yaşam tarzı ileri düzeyde bir sınırlandırmaya tabi tutulmaktadır. Çağdaş demokratik kriterlerin kendileri kapitalizmin dizginlenmesi, zapturapt altına alınmasıdır; istediği gibi sömürme ve yönetme gücünü emekçilerle ve halklarla paylaşmaya zorlanmasıdır.
Şüphesiz bunda emekçilerin ve halkların mücadelesi belirleyici rol oynamakla birlikte, bu ancak teknik gelişmenin çok ileri boyutlara varmasıyla mümkün olabilmiştir. Tarih boyunca emekçiler ve halklar çok büyük mücadeleler verdiler. Ama iktidarların ve sömürünün en aşırı düzeyde uygulanmasını önleyemediler. Bunda en önemli etken yenilgileri değildir. Daha çok teknik düzeyin kendi lehlerine bir paylaşıma ve katılıma imkân vermemesidir. Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısındaki büyük bilimsel-teknik devrimler, artı-değer ve siyasi iktidar üzerinde bir yeniden paylaşıma ve katılıma imkan tanıyacak bir düzeye gelince, sömürü ve iktidarın sınırlandırmasının objektif koşulları güçlü bir biçimde doğmuş bulunmaktadır. Çağdaş demokrasi, bu objektif koşullardan sonradır ki büyük atılım göstermektedir. Hem ideolojik kimlik olarak, hem siyaset kurumlaşması olarak kendisini sistematize etmesi bu objektif koşullarla yakından bağlantılıdır.
O halde çağdaş demokrasi, başka bir açıdan, kapitalist uygarlık sisteminin tüm sömürü ve yönetme mekanizma ve kurumlarının emekçiler ve halk grupları tarafından yeniden paylaşıma ve katılıma elverecek tarzda düzenlenmesi ve yönetilmesi anlamına gelmektedir. Bu sistemde ne eskiden olduğu gibi kapitalizmin tek taraflı sömürüsü ve iktidarı belirlemesi, ne de emekçilerin ve halkların kapitalist sistemi tümüyle ve zorla devirip kendi sis-temlerini devrimci tarzda kurmaları söz konusudur. Tersine iki taraf da kendi katı ve tek taraflı ütopya ve çıkarlarını sınırlandırmayı kabul etmektedir. Barış içinde demokratik hukuk devle-tinin kurallarına göre bir yaşam tarzı esas alınmaktadır. Tekniğin yol açtığı verim, artı-değer ve diğer tüm alanlardaki değer üre-timleri, demokratik siyaset mekanizmaları kullanılarak yeniden paylaşıma tabi tutulmaktadır. Bunun için her kesime siyasi iktidara katılım hakkı tanınmaktadır. Kimi zaman zorlama ve sertleşmeler olsa da, bu sistem üzerinde uzlaşmak, kavga içinde yitip tükenmeye tercih edilmektedir. Daha doğrusu, bu da yine tekniğin belirlediği, insanlığı toptan yok edebilecek kadar gelişmiş silah teknolojilerine dayalı saldırı ve fetih savaşlarının herkese kaybettirmesinin kaçınılmazlığından ileri gelmektedir.
Böylesi bir objektif temel kazanan süreç içinde, kapitalizmin klasik biçimini dayatamayacağı açıktır. Hem teknik, hem de emekçilerin ve halkların mücadeleyle kazanılmış özgürlük düzeyleri buna izin vermeyecek bilinç ve örgütlülük düzeyine ulaşmıştır. Keyfi bir tercihin değil, koşulların belirlediği yeni bir dönem söz konusudur. Bu gerçekliğe, kapitalizmin demokratik dönüşüme razı olması da denilebilir. Kapitalizm kanlı maceralarla kazanıp yok olmaktansa, evrimci bir süreç içinde kazanma ve gerektiği kadar paylaşabilmeyi sistemin gereği saymaktadır. Bunlarla ne klasik kapitalizmin eski günlerine dönmesi söz konusudur, ne de devrimlerle yok olması geçerlidir.
Süreç içerisinde yavaş yavaş ve yeni uygarlık şekillenmeleri geliştikçe erimesi olanaklı görülmekte, tipik bir dönüşümün varlığına inanılmaktadır. Bunun da temeli yine bilimsel ve teknik geliş-melerde görülmektedir. Çağdaş demokrasinin 20. yüzyılın sonlarında bu kadar etkili olmasının temelinde de yine bu sürece en gerçekçi cevabı vermesi vardır. Bilişim ve iletişim teknolojisinin topluma kazandırdığı muazzam bilinçlenme olanağı, sivil toplumun üçüncü büyük alan olarak kazandığı güç ve siyasetle devletin demokratik kanallara açık olma zorunlulukları, tek başına bir sınıf-sal egemenliğe imkan vermeyecek karmaşıklıkta ve güçtedir. Demokratikleşen toplum ak veya kara ikilemini kaldıramayacak kadar çok renkliliktedir. Çok sayıda teknik mesleki kuruluş olmadan, sadece siyasi yönetimle toplum işleri bir gün bile yönetilemeyecek durumdadır. Daha da temel olanı, özgürleşen bireyi klasik otoriter ve totaliter anlayışla yönetmenin teknik nedenlerle imkansız hale gelmesidir.
Sonuç olarak, kapitalist uygarlık çağdaş demokratik ölçüler içinde kendini yeniden tanımlamakta, ideolojik kimlik kazanmaya çalışmakta ve tüm ekonomik, sosyal ve siyasal kurumlaşmalarda ilgili toplumsal kesimlerle uzlaşmaya dayalı bir yönetim ve yaşam tarzını kabul etmektedir. Bu durum sınırsız sömürü ve egemenlik çağlarının geride kaldığını kanıtlarken, yeni uygarlıksal gelişmelerin de tarihin gündemine girdiğini göstermektedir. Şüphesiz yeni uygarlık olguları ve ilişkilerinin belirlenmesinde, bilimsel-teknik gelişim objektif koşulların temelini teşkil etmektedir. Bu zemine dayalı yaratıcı ideolojik kimlik oluşumları, çağın temel bunalımlarının karakterini aştırabilecek kurumsal olgular serpilip boy verecektir.
Demokratik uygarlığın mekansal boyutları taze başlangıçlar halindedir. Fakat denilebilir ki, ilk defa coğrafi koşulların zorladığı bir uygarlık aşaması geride kalmış bir durumdur. Bu gerçeklik, yeni uygarlıksal gelişmenin belli bir coğrafi koşulu zorunlu kılmadığı anlamına sahiptir. Eskinin tüm uygarlık çağları gelişme ve yayılmalarıyla coğrafyanın şiddetli etkisi altında kalmışlardır. Kapitalizm çağıyla bu dönem sona ermiştir. Mevcut durumda kapitalizm dünyanın her parçasında dengesiz durmakla birlikte, yeniden dönüşerek yayılacak bir toprak parçasına gereksinim duymamaktadır. Aradığı, daha çok küreselleşme adı altında kendisi için tüm dünyada geçerli benzer hukuk koşullarının yaratılmasıdır. Uygun coğrafyadan çok, uygun hukuk aramaktadır. Tabiatıyla hukuktan kast ettiği, ekonomik ve siyasal kurumlaşmanın engel teşkil eden yapılardan kurtarılmasıdır. Çağdaş kapitalizm bu an-lamda milliyetçilik değil, kozmopolitizm yapmaktadır. Daha önce-ki kapitalizm dönemleri milliyetçilik ve milli devletler dönemini dayatırken, evrenselleşen kapitalizm artık çok zorunlu olmadıkça milliyetçilik ve milli devlete öncelik tanımamakta ve hatta bunları bir engel gibi görmektedir. İlk defa bilimsel-teknik devrimlerin olanaklarından yararlanarak küreselliği kendi çıkarlarına göre yeniden kurumsallaştırmaya çalışmaktadır. Artık milli ölçüler değil, küresel ölçüler geçerlidir. Her şey küresel ölçülere göre tartıl-makta ve ona göre değer bulmaktadır. Milli değerler uyum göstermediklerinde, eski eserler müzesine atılmaktadır. Kapitalizmin bu çağdaş hamlesi, onu içinde bulunduğu derin ve sürekli bu-nalımdan kurtaracak bir çare değildir. Kapitalizm daha çok ömrünü uzatmak ve bu süre içinde gerekli dönüşüme uğrayarak demokratik uygarlık içinde yeniden temel belirleyici bir güç konumuna erişmek amacındadır. Bu açıdan dönüşüm ihtiyacını teorik ve pratik düzeyde daha erken duyumsadığını ve bilince çıkardığını belirtmek gerekir. Tarihsel tecrübeden de yararlanarak, bilimsel-teknik devrimin zorunlu kıldığı değişiklikleri yapmada reel sosyalizmden erken davranarak üstünlüğünü kanıtlamıştır. Bu da-ha çok gelişkin kapitalizmin merkezleri için geçerlidir. 20. yüzyılın sonlarında reel sosyalizmle birlikte bütün dünyayı globalizm adı altında kendine bir çevre gibi yeniden eklemlemiştir. Merkez ve çevre ilişkileri yeni küreselleşmenin sıcak sorunlarını teşkil etmektedir.
BM kendini yenilemezse, aşılmaya mahkum bir devletlerarası model gibi durmaktadır. Benzer kıtasal ve bölgesel birlikler yenilenme ihtiyacıyla karşı karşıyadır. Siyasi alanda eski model devletlerarası birlik anlayışı ne kapitalizmin küreselliğine, ne de çağın demokratik uygarlık ölçülerine cevap olabilmektedir. Bunlar klasik kapitalizm ile reel sosyalizmin denge durumunun ürünüydüler. Bu dönem aşıldığına göre siyasi yapılanmaları da aşılmak durumundadır.
Temel askeri kurumlar olarak NATO ve Varşova Paktının da sona ermesi gerekmektedir. Varşova Paktı çoktan sona erdiğine göre, NATO aslında işlevsiz duruma düşmüştür. Yeni rol tanım-lamaları varlığını anlamsız kılmaktan kurtaramamaktadır. Bu ve benzeri askeri paktlar dönemi aşılmıştır.
Başta IMF ve Dünya Bankası olmak üzere, ekonomik kurumların yenilenmeden varlıklarını sürdürmeleri giderek zorlaşmaktadır. Bunların dayandıkları mantık, reel sosyalist ülkeleri ekonomik olarak tecrit etmek ve azgelişmiş ülke ekonomilerini güçlü ekonomi merkezlerine bağlamaktı. Bu kaba mantığın dayandığı dünya da aşıldığına göre, yeniden bir ekonomik düzenleme kaçınılmaz olmaktadır. Küreselciliğe karşıtlık aslında küreselleşmeye karşı değil, daha çok bu adil olmayan eski düzenlemesine karşı olmak-tadır.
Bu gerçekliklerin bilinciyle hareket eden çağdaş kapitalizm, i-kinci dünya savaşıyla birçok bölgesel ve yerel savaşın verdiği dersler temelinde, faşizm seçeneğinin bunalımdan başarıyla çıkışın yöntemi olamayacağının tamamen farkındadır. Eski burjuva demokrasisi deneyiminden de yararlanarak, hem merkez hem de çevre ülkeler için kendini yeni uygarlıksal gelişmeye uyarlamanın en doğru seçenek olduğuna ikna olmuş gibidir. Bu da demokratik uygarlığın gelişme şansını en çok artıran bir faktördür. Eskiden demokrasiden kaçan, gericiliğe ve faşizme sığınmaya çalışan kapitalist merkezler, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren genel bir tercih gibi demokratik sisteme dört elle sarılmışlardır. Kendi sınıf ölçüleri ve önceliklerinden vazgeçmemekle beraber, tümüyle kaybetmemek için genel demokratik ölçülere uymanın gereğini de en çok bilince çıkaran sınıf konumundadır.
Demokratik uygarlık, kesinlikle bir kapitalist yaratım ve olgu değildir. İlgili bölümde de açıklandığı gibi, bunalım çağından çıkmanın genel bir tarihsel ve toplumsal dönemi ve dayatmasıdır. Kapitalizmin burada başardığı, hızlı kavrama ve adaptasyondur. Bu bilinci ve uyarlanmayı zamanında gösteremeyen reel sosyalizm dağılmaktan kurtulamamıştır. Çünkü çağın mantığı ve akış gücü sonuçta en belirleyici etken konumundadır.
Demokratik uygarlığın mekansal boyutunun tali plana düşmesi, önceliğinin ne olduğunu sorgulamaya götürür. Bunda başta gelen etken, bilimsel-teknik gelişmenin evrensel niteliğidir. Bilim ve teknik, tüm insanlığın ortak malı olarak değerlendirebilecek en temel toplumsal değerlerdir. Hiçbir uygarlığa, sınıfa ve ulusa mal edilemeyecek kadar kolektif karakterlidirler. Tüm insanlığın bu gelişmede payı vardır. İlk klan topluluklarının vahşi çağlarda at-tıkları bir iki küçük adım, ABD'li veya Avrupalı bilim adamlarının attıkları adımlardan daha az önemli değildir. Tarih, bilim ve teknikteki gelişmede M.Ö. 6000-4000 yılları arasında Verimli Hilal’de gerçekleştirilenlere denk gelen ikinci bir dönemin ancak MS 1600 yıllarından itibaren ortaya çıktığını göstermektedir. Neolitik bilim ve tekniğin hem süre hem de kapsam bakımından insanlık açısından en evrensel sonuçları doğuran ve yaşatan gelişmeler olduğu genelde kabul edilen bir görüştür.
Bilim ve tekniğin evrensel özellikler taşımasıyla dünyanın yeni-den paylaşımının eski tarzının anlamlı olmaktan çıkması, taşıdıkları kapsam itibariyle ilk defa gerçekleşen olgulardır. Bu olgular, mekansal yayılmayla gelişme arasında eski tarzda sıkı bir bağ kurulamayacağını göstermektedir. Bu gerçeklik demokratik uygar-lığın bir bölgenin has ürünü olarak değerlendirilemeyeceğini, tıpkı bilim ve teknik gibi evrensel bir yaratım olarak anlaşılmasının daha doğru olacağını göstermektedir. Demokratik uygarlık, in-sanlığın ortak deneyiminin tarih boyunca süzülmüş en değerli uy-garlık ürünüdür. Gelişimi, kapsamı ve biçimlenmesi üzerinde tanımlama düzeyinde kapsamlı durduğumuzdan tekrarlamayacağız. Daha çok evrensel boyutta gerçekleşme durumunu gözden geçirmenin yararlı bir bilgilendirmeye yol açması açısından ana hatlarıyla değerlendirmeye çalışacağız.
Demokratik uygarlığa en erkenden ulaşma gücünü kapitalizmin güçlü merkezleri göstermektedir. Bu özellik, demokratik uygarlıkla ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeler arasındaki bağı da kanıtlamaktadır. Daha doğru olan, demokratik uygarlığın gelişmeler üzerindeki belirleyici etkisidir. Hangi ülke ve toplumsal düzen bu gelişmeyi kapsamlı yaşıyorsa, ekonomik ve politik yapısını da-ha üretken ve yaşamsal kılabilmektedir. Kapitalizmin gelişmiş merkezleri bunun farkına en erkenden ve kapsamlı olarak vardıkları için, yeni dönem gelişmesinin öncülüğünü de yakalayabilmişlerdir. Demokratik teori ve pratiği titizlikle inceleme, özümseme ve uygulamada hayli ileri gitmişlerdir.
Avrupa bu konuda öncü rolü oynamaktadır. Aralarında farklılıklar olsa da, tüm Avrupa ülkeleri demokratik sistemi özümseyip daha da geliştirmeleri gerektiğinin farkındadırlar. Özellikle yüz-yıllarca süren dinsel ve milliyetçi kavgaların yol açtığı çok ağır ve kanlı bilançolar, Avrupa’yı demokrasinin uzlaşıcı ve barışçıl karakterine sımsıkı sarılmaya götürmüştür. Ne kadar karmaşık olurlarsa olsunlar, sorunların siyasi sınırlar, farklı din ve ideolojiler, etnik ve ırksal nedenlerle çatışmaya dönüşmeden çözüme kavuşturulması, yeni siyasi kültürün en önemli özelliğidir. Bu geliş-menin en somut ifadesi, Avrupa Birliği (AB) olgusunun giderek gelişmesidir. AB sadece bir siyasi birlik olmayıp, genel uygarlık prensibidir. Birliğin genişleme ve derinleşme sorunları vardır. Tüm Avrupa ülkelerini federal bir çatı altında birleştirmesi güçlü bir olasılıktır. Daha geri bir Avrupa’ya yol açması düşünülemez. Avrupa’nın dünyayı da en çok bu yeni uygarlık projesiyle etkilemesi gündemdedir. Demokratik uygarlığı ne kadar derinleştirir ve genişletirse, dünyadaki öncü konumunu da o denli pekiştirebilir. Fakat kapitalizmi doğuran koşulların varlığı ve kapitalist yaşamın kök salmış olmasından ötürü, bu konumu fazla ilerleme potansiyeline sahip değildir. Yeni uygarlıksal gelişmenin sağ güçlerini temsil edecektir. Diğer birçok uygarlıksal gelişmede görül-düğü gibi, yeni merkez rolün ancak ona uzak ve hatta onunla çelişkili bir konuma sahip alanda gelişmesi gerekmektedir. Bu rolü alanın coğrafi koşullarından çok, kültürel koşullarının belirleyeceği konum arz ettiği vurgulanmıştır.
Avrupa uygarlığı potansiyelini büyük oranda kullanmış sayılmak-tadır. Doğuracak yenilikleri fazla kalmamıştır. Kapitalist zihniyet ve ruh son derece sert dokularını oluşturmuş olduğundan, yeni uygarlık kişiliğine açılımı sınırlı olacaktır. Ama yine de iç çelişkilerinden ötürü, birçok kişi ve güç odağı yeni uygarlık alanında katkı rolünü oynamak durumundadır. Avrupa özelliklerini tümüyle inkar etmek ancak gericilikle mümkündür ve ilerlemeye imkan tanımaz. Yapılması gereken, eleştirel yaklaşımla alınması gerekeni alarak, tutuculaşan kabuğunu parçalayıp atmaktır. Avrupa’nın kendi refleksleriyle yeni uygarlığa yol açma yeteneği olmadığından, rolü ancak katkı düzeyinde olabilir. En doğru tutum, ne bir kurtarıcı rol beklemek ne de inkar etmektir. Çözümlemek ve yeni ideolojik kimlikle aşma gücü göstermek bu tutumun gereğidir. Avrupa; Sümer, Mısır, Grek ve Roma uygarlık merkezlerinin bir dönem yaşadığı duruma benzer bir konuma gelecektir. Aslında bu sürece girmiştir. Bu süreci derinliğine yaşaması gerekir. Daha şimdiden birçok çevre, merkezi Avrupa’yı aşılmayla karşı karşıya getirmektedir. Doğurdukları olgunlaşırken, kendisi ihtiyarlaş-maktadır.
ABD, Avrupa’nın ilk elde başka kıtada doğurduğu en hoyrat evladı durumundadır. Kuzey Amerika’nın elverişli ve bakir coğrafyası hızla büyümesine yol açmıştır. Avrupa’nın maceracı eğilimlerine tanık olan coğrafya, başlangıçta Kızılderili katliamlarıyla karşılaşmıştır. Belli bir ayaklanmadan sonra, son iki asır içinde bağımsızlaşmış ve birçok alanda üstünlüğü yakalamıştır. Dünyanın her tarafından akan göçler bir dünya modelini ortaya koy-muştur. Buna yeni yetmeler dünyası da denilebilir. Hoyrat ve gün görmemişliği bu özelliğinden ileri gelmektedir. Ülkelerinde kaybetmenin hırsı ve kiniyle hareket eden nüfus; acımasız, her şeyi para olan, bütün ölçülerinde menfaati ve pragmatizmi esas alan soğuk mantık yapısını ve vicdansız bir ruh dünyasını oluşturmuştur. Denilebilir ki, insanlığın en köksüzleri burada birleşip karşı bir dünya oluşturmuş gibidir. ABD bir yana, dünya bir yana ikilemini doğurmuşlardır.
20. yüzyılın bir ABD yüzyılı olduğunu söylemek bazı yönleriyle doğrudur. Bilim ve tekniğin gelişiminde katkıları önde gelmektedir. Demokratik uygarlığın gelişiminde de rolü küçümsenemez. Her iki alanda da Avrupa’nın bir eki ve tamamlayıcısı olmakla birlikte, küreselleşmede daha güçlü ve hızlı adımların sahibidir. 20. yüzyılın sonlarında kendini dorukta görmektedir. Ama içten içe büyük bir çürümeyi yaşadığı kesindir. Roma’nın son günlerine benzemese bile, yine de yükselişin değil, çöküşün işaretleri daha çok geçerlidir. Dünya için geliştirmek istediği yeni sömürgecilik Vietnam’la aşılmıştır. Küreselleşme adımları ise, mevcut özellikleriyle her geçen gün daha çok tepki toplamakta ve tecrit edilmektedir. BM'li, NATO'lu ve IMF'li dünya egemenliği çok hantal işlemekte ve astarı yüzünden pahalı olmakta; bu egemenliğin 21. yüzyılda aşılması ve ikincil plana düşmesi kaçınılmaz görünmektedir.
Bu durum Avrupa’nın bir yansıması olarak da görülebilir. Ana merkezin yaşadıklarını evlatlarının yaşamaması düşünülemez. ABD’nin demokratik uygarlık çağı için geliştireceği fazla bir yenilik yoktur. Ama yine de dünya çapında sınırlı da olsa oynayacağı rol AB'ninkiyle örtüşmektedir. Daha otoriter ve faşist eğilimleri beslemesi çıkarına olmaktan çıkmıştır. Açık müdahaleleri yürütecek gücü yoktur. bilimsel-teknik gücüne dayanarak, demokratik örtü içinde küreselleşmeyle kendini sürdürmeyi temel strateji durumuna getirmiştir. Hem dıştan hem de içten giderek sorgula-nacağı ve etkisinin sınırlandırılacağı kesindir. Tarihte bir dönem Grek dünyasının Roma’nın karşısında yaşadığı durumu, Avrupa ve ABD ikileminde görmekteyiz. Sanki tarihi bir tekerrür söz konu-sudur. Kaderlerinin de birbirine benzemesi doğaldır. Nasıl bar-barların hamlesi Roma’ya yönelerek çözülme sürecini hızlandırmışsa, tüm dünyanın barbarları denilmese de, benzer konuma sahip akınlar ABD'ndeki bunalım ve çözülüş için benzer rolü oyna-maktadır. 21. yüzyıl bu biçimde bir diyalektikle ABD'yi Rusların reel sosyalizmde yaşadıkları duruma düşüreceğe benzemektedir.
Uygarlıkların ana kıtası Asya, parçalı bir gelişime tanık olmak-tadır: Kuzeyde ve ortada Rus önderlikli blok, Doğuda ve Büyük Okyanusta Çin, Güneyde ise Hindistan. Japonya ve Avustralya’nın özgün konumlarından bahsedilemez. Batı uygarlığının uzantısı durumundan öteye rolleri yoktur.
Ruslar ve Rusya, ne tam Avrupalı ne de Asyalı karakterleriyle derin bir ikilemi yaşamaktadır. Bir özgünlüğü yakalamaktan uzaktır. Reel sosyalizmin önderliğine soyunmaları hem kendilerine hem dünyaya pahalıya mal olmuştur. 20. yüzyılın tahripkar ve kanlı geçmesinde rolleri önemlidir. Bir nevi dogmatizmle ütopyacılığın en anlamsız biçimini deli gömleği gibi sosyalizm adına in-sanlığın sırtına geçirmeye çalışmışlardır. Bu tutmayınca, sanki hiç sorumlulukları yokmuş gibi utanmazca sıvışmayı politika sayarak düşkünlüklerini kanıtlamışlardır. Uç bir komünizm umacılığından diğer uca, kapitalizmin mafyacı tarzına düşmeyi karakterlerine yakıştıracak kadar bir düşkünce ve üstünce ikilemi yaşamaktan çekinmemişlerdir. Şu anki durumları sersemleşmeye benzemekte, nereye yönelecekleri kestirilememektedir. Ama karakterlerindeki ikilemi sürdürmeleri kaçınılmaz görünmektedir. Kapitalizmi derinleştirirken, reel sosyalizme benzeyen durumları yaşa-maktan da geri durmayacaklardır. Toparlanır toparlanmaz, başta Orta Asya ve Kafkasya’da olmak üzere, etkili olmak isteyeceklerdir. Ama 21. yüzyılda 20. yüzyıldaki seviyelerine gelmeleri de beklenemez. Bir çevre merkezi olarak konumlarını pekiştirmeyi ve ehlileşmeyi yaşamaları kaçınılmazdır. Bilimde, teknikte ve demokratik uygarlıkta ABD ve AB'ye öykünüp benzemeye çalışacaklardır. Özgün bir katkıları düşünülemez.
Çin, daha ilginç gelişmelere konu olabilir. Şimdiden ekonomide kapitalizmle, siyasette ise reel sosyalizmle çirkin bir evliliği sür-dürme başarısını göstermektedir. Tam gayri meşru bir evlilik; “Çin işi, Maçin işi” tekerlemesini doğrularcasına. Nüfus büyüklüğü ve çalışkanlıkları ejderhavari bir büyümeye yol açacaktır. Ne kadar özgün bir uygarlık olacağı belli değildir. Tarihte Çin’in rolü, büyük uygarlıkları mükemmelce taklit etme yeteneğinde bir üs-tünlüğe sahip olmasında görülmüştür. Çinlilerin müthiş taklitçi oldukları söylenebilir. Japonlar ve diğer Hindi Çini halkları da bu dalgaya dahildir. Reel sosyalizmi taklitleri de müthiş ve başarılı olmuştur. Şimdi tüm sistemlerden yararlı olanı almaya devam etmektedirler. Bunun karşılığında dünyaya neyi nasıl saçacakları belli değildir. Sakinlik ve barış ihtimali yüksektir. Ama herhangi bir dünyalı güçle takışmaları halinde, felaketi geliştirebilecek güçlerin başında gelmektedir. 21. yüzyılın yükselen bir gücü olması kaçınılmaz görünmektedir. Çirkin evliliğin nasıl sonuçlanacağı en çok merak uyandıran bir konudur. Ama farklı bir uygarlıksal çıkış merkezi olması beklenmemelidir. Çinliler en değme kapitalistten daha kapitalist, en değme komünistten daha komünist olma cambazlığını gösterme yetenekleriyle ancak taklitte ilerleye-bileceklerdir. Yeni bir sentezle ilgileri yoktur.
Hindistan’daki durum, özgünlüklerinden çok, tarih boyunca yaşadığı kültürlerin işgal derinliğini sürdüreceğe benzemektedir. Hindistan bir dönemler Aryen kültürün muhteşem sesleriyle çınlayıp gelişti, Brahmanizm’e kadar ulaştı. Buda’yı yarattı. İslami kültürü yaşadı. Feodalizmi derinliğine kendine mal etti. Tanımadığı ve özümsemediği işgal kalmadı. Daha çok her işgalciyle ya-tan, ama kendine mal eden kadını andırmaktadır. İngiliz kocasıyla kapitalist evliliği kendisine yaramışa benzemektedir. Liberal demokrasiyi uygulayabilmektedir. Bilim ve teknikte ABD'ye bile ulaşabilir. Barışçı yanı ağır basan bir halk mozaiğine sahiptir. En renkli bir kültür olarak Asya’nın geleneğindeki yerini koruyacak-tır. Ama yeni bir uygarlıksal adımdan çok uzaktır. İngiliz çizgi-sinde sadıkane gelişmesini sürdürecektir. Bu çerçeve altında tarihsel kimliğini koruyarak gelişecek ve varlığını sürdürebilecektir.
Asya’nın birçok marjinal kültürü de vardır. Türkler, İranlılar ve Endonezya gibi. Ama bunlar daha çok Ortadoğu denkleminde yer almaya yatkındırlar. Rusya, Çin ve Hindistan’ın ortak bir Asya potasında birleşmeleri beklenemez. Bir ABD veya AB olmaları, mevcut özleri itibariyle şimdilik mümkün görünmemektedir. Genel bir ittifak konumları bile ufukta görünmemektedir. Tarihte Asya nasıl idiyse, öyle olmaya devam edecektir. Tüm uygarlıkların büyük arka cephesi olmayı sürdürecektir. Ama dev gibi görünme konumundan da hiçbir zaman vazgeçmeyecektir.
Latin Amerika, Avrupa ve ABD'nin bileşkeli uzantısıdır. İkisiyle kurduğu ilişkiler kendisi gibi harika bir melezliğe yol açmıştır. Irkların, kültürlerin, sistemlerin melezliği, güzellik yanları da dahil, ne kadar çarpıcıdır? Bundan bir özgünlük çıkması zordur, ama bireysel kahramanlıklar ve özgünlüklere en çok gebe bir kültür-dür. Bolivar’ları, Zapata’ları, Che'leri ve Castro'ları çıkarmayı sürdürebilir. Büyük ağabeylerin Hint ve Çin benzeri taklitçiliği beklenmemelidir. Asidirler, ama mevcut aşılanmış kişilikleriyle yeni uygarlıksal adımları doğurmaları zordur. Yine de devrimci çıkışlarla yeniliğin umutlarını en çok diri tutacak bir kıta parçası ve kültürünü temsil etmeleri beklenmelidir. Zordakilerin onurlu umut kişilikleri olmayı kolay kolay bırakmayacaklardır. Ama güçleri bir sistem yaratmaya yetmez. Çağdaş demokratik uygarlığı özümsemelerinin 21. yüzyılda gerçekleşmesi bile kendileri için başarı sayılmalıdır.
Kara Afrika’sı en alttakileri oynamaya devam edecektir. Siyah ırk büyük sorun olarak duracaktır. AIDS bu gerçeğin bir sembolüdür. Halbuki kıta olarak en görkemli bir ana olabilecek her şeye sahiptir. Ama kötü kocaların, hem yerlisi hem yabancısının elinde en kötü durumlara düşmekten kolay kolay kurtulamayacaktır. Ama geç de olsa doğuşu, güzel siyah ana biçiminde olacaktır. Erkeğin değil, kadının rengiyle doğacak uygarlığın en kolay yayıldığı alan olacaktır. Bunu Latin Amerika ve Hindistan izleyecektir. Üçünün de ana ve kadın geleneği güçlüdür ve umut vaat etmektedir. Geç ve güç de olsa, Afrika direnecek ve belki de gerçek kişiliğini yeni uygarlıksal gelişmenin tam zaferinde yakalayacaktır.
Uygarlığın gelişimi yönünde eskiyi sürdürmeye dayanan dogmatizmle, yeniyi belirleme hayallerini ifade eden ütopyacılığın gücü önemli kırılmalara uğramıştır. Sürükleyici yetenekleri büyük bir kuşkuyla karşılanmaktadır. Tarihte buna benzer dönemlere tanık olmaktayız. M.Ö. 2 binin sonlarında Sümerlerin çöküşü ile dönüşümü, miladi yıllarda köleci bakış açılarının çözülüşü ve MS 1500'lerde Rönesans’ın doğuşu dönemlerinde geçmişe ilişkin kuşku ve şüpheler artmaktadır. Geleceğe ilişkin karamsarlık ve arayış iç içe olmaktadır. 2000 dünyası benzer bir konumu yaşamak-tadır. Dogmatizm adeta can çekişirken, ütopyaların içine düştüğü durumda da hayaller yıkılmakta, sığ bir pragmatizmin etkisi in-sanlığı heyecansız ve biraz da çaresiz bırakmaktadır. Adeta "vur patlasın, çal oynasın" felsefesi yaşanmaktadır. Kapitalizmin yeni hayaller yaratması olası görünmemektedir. Bu hayalleri ancak ABD, Hollywood film dünyasında yaratabiliyor ki, bununla insanlığı uzun süre oyalamak ve uyuşturmak pek mümkün değildir. Tüketim toplumuyla yürüyen pragmatizmin köklü bir felsefi gelenek oluşturması ve hayal yaratması özüne aykırıdır. Her şeyi günü-birlik yaşamak geçerlidir. Bu, bunalım dönemlerinin tipik günü gün etme anlayışıdır. Komünizm ütopyacılığının temelindeki sakatlık, idealize ettiği amaçlara ters pratik sergilemesi, reel sosyalizmin kötü örneğinde sosyalizmin çekiciliğine büyük kuşku duyulmasına yol açmıştır. Sosyalizm kendini yenileme ve köklü dönüşüm çabalarına ihtiyaç duymaktadır.
Çağımızın insanı bu gerçeklik karşısında yeniden büyük bir arayış içine girmek durumundadır. Eldekiyle güncelliği kurtarabilir, ama geleceğin köklü inşasını gerçekleştiremez. Dogmatizmden fazla medet umacak durumda olmadığının bilincine erişmiştir. bilimsel teknik temeli yeterli olmayan ütopyaların peşine takılmanın da dogmatizmden pek farklı sonuçlara yol açmadığını görmüş ve denemiştir. Bunlarla birlikte tarihin en büyük bilimsel teknik devrimler çağını yaşamaktadır. Bu temelin mümkün kıldığı demokratik uygarlık dünyayı sarmaktadır. Fakat demokratik uy-garlığın kendisi de zıt uçların vahşet aşamasını bile geride bırakan varlığını yumuşatma ve uygun uzlaşı platformlarıyla çözümü kolaylaştırmaktan öteye köklü olma, kalıcılığı uzun süreli ve temelli kılma zaaflarını tümüyle aşmış olmaktan uzaktır. Mevcut aşama aslında tipik bir araştırma, arayışları derinleştirme, daha köklü çözümler bulma anlamında yaşanması zorunlu ve oldukça uzun sürmesi gereken bir tarih aşamasıdır. Yaşamadan atlanamaz. Aksi halde Paris Komünü’nden reel sosyalizmin birçok felaketli örneklerine kadar olgunlaşmayan çözümlerin tahripkar sonuçları önlenemez.
Birçok yüce amaçlı ve kutsal çabalı devrimci pratiklerin karşılaştığı acı sonuçlar, bu gerçeklikle bağlantılıdır. Demokratik uy-garlık döneminde yeni insanlık sentezi, çok yönlü ve karmaşık birçok tez ve antitez, daha insani ve çok renkli evrensel hukukun meşru savunma hakkı dışında şiddete yer vermeyen mücadelesi sonucunda doğacaktır. Çağımız, dünyanın birçok önemli merkezinde bu yönlü gelişmelerin birikimine sahip olmakla birlikte, sen-tezi doğurmaktan uzak bir durumdadır. Anlayış ve gözlem gücümüzü yeniden uygarlığın beşiği olmuş, gençliğini yaratmış Orta-doğu kültür geleneğine çevirmek, olası sentezi ortaya çıkarmaktaki potansiyel gücünü ve ufkunu değerlendirmek çözümleyici bir nitelik taşımaktadır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 23 Kasım günü Şırnak’ın Uludere ilçesine bağlı Şehit Kendal Tepesine yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafından misket bombaları ile dinleme cihazları atılmıştır.
- Ayrıntılar
27 Kasım 1978 yılında Lice’nin Fis köyünde partileşme kararını alan APOCU hareket bu gün 33 yılı geride değişti sorularına birçok açıdan cevap verilebilinir. Kuşkusuz birçok çevre bunu kendi bakış açılarına göre değerlendirmektedirler. Tabi ki en çok değerlendirmesi gerekenler hareket, halk ve biz militanlar olmamız gerekir.
Halk olarak 27 Kasım her yıl coşkulu bir bayram olarak kutlamaktayız. Kuşkusuz 27 kasım bizim için derin anlamı olan bir gündür. Dünya halkları tarihinde böyle önemli günlere rastlanılır. Kürt halkı tarihinde böyle bir gün tarihin seyrini değiştirecek niteliktedir. 27 Kasım baş aşağı giden bir gidişi tersine çevirdiği için halk olarak bizim için çok önemlidir. Çünkü 27 Kasım Kürdün kendini yeniden yaratmasının günüdür.
Önder APO’nun şöyle bir belirlemesi vardır “Kürdistan’da parti olmadan yaprak bile kıpırdamaz”. Bu belirlemeden de anlaşıldığı gibi Kürdistan gerçeğinde partisiz hiçbir şey yapılamaz. Sömürgeci güçler Kürdün dirilişinden korktukları için çıkan 28 isyandan sonra Kürdistan’da tam bir ölüm sessizliği yaratmışladır. Kürdü düşünemez, konuşamaz bir hale getirmek isteyip bütün değerlerini elinde almak isterler. Kürde ait olan her şey asimile edilmeye başlanır. Onlar için Kürt yoktur sanki. Geçmişin tozlu raflarından silinmeye çalışılır adeta. Tam da böyle bir gerçek karşısında partileşme kararı ve adımı atılmaktadır. 33 yıl öncesinin koşulları ve ortamını anlamak için o ortam ve koşulları iyi anlamak gerekir.
Cumhuriyet tarihinde başkaldıran isyanların bastırılmasıyla Kürtler için her şeyin baş aşağı ve bitişe doğru giden bir süreç hızla tamamlanmaktaydı. 1970lere geldiğinde Kürt halkı adına her şey bir sessizlik yaşıyordu. Tıpkı mezar sessizliğindeki ölüme benzer. Zaten TC devleti de Kürtleri Ağrıya gömdüğünü ve üzerini betonladığını söylüyordu. Gerçekten de Kürt halkının yaşadığı tam anlamıyla bir soykırım gerçeğini ifade ediyordu. Kürtlük adına tutulacak bir dal bile bırakılmamıştı. Adını, dilini, kültürünü ve tarihini unutacak bir gerçeklik yaşanıyordu. Türk sömürgeciliği bunu sadece kaba zorla yapmıyordu. İdeolojik, siyasal, kültürel ve askeri yöntemlerle bunu bir asimilasyon politikası şeklinde uyguluyordu. En kötüsü de Kürt halkının bunu kabul eder düzeye getirtilmesiydi. Bu yaşamın Kürdü bitirdiğini, yaşam adına yaşanılacak hiçbir şeyin kalmadığını gösteriyordu. Önderlik bu gerçeği şöyle tanımlamaktadır “adeta her şey ihaneti yaşıyordu. Köy kent dağ bayır yol yolcu yaşam adına ne varsa her şey ihaneti yaşıyordu.” Bu belirlemeden de anlaşıldığı gibi her şey özünden uzaklaşmayı ve ihaneti yaşıyordu.
İşte 27 Kasım böyle bir gerçeği tersine döndürme günüdür. Bitirilen yaşamı diriltme, yaşanmaya değer hale getirme günüdür. Kurumuş bir ağacı canlandırma, ölmüş insana ruh verme, kayadan gülü yaratma günüdür.
Geriye dönüp baktığımızda 33 yıl sonra bizim için değişen birçok şey olmuştur. Bitirilen bir halk gerçeğinden ayaklanmış bir halk gerçeğine ulaşmış bulunuyor. Bu gün Kürdistan sokaklarından milyonlar özgürlük için mücadele etmektedir. Yok sayılan bir gerçekten bu gün dünyaca tanınır, kimliğine sahip çıkan, bunun için ölümü pahasına direnen ve milyonlara ulaşan bir hareket ve halk gerçekliğini yakaladık. Kuşkusuz biz militanlar olarak 27 Kasım partileşme kararı alındığı zaman birçoğumuz daha dünyaya gözlerimizi açmamıştı. Ama bu gün bu bayrağın taşıyıcıları olarak ilerlemek istiyoruz. Çünkü biz PKK ile doğan ve büyüyen bir nesiliz, çocukluğumuzda bize PKK’nin her biri birer destan olan kahramanlıkları anlatıldı. Şimdi de geçmişimizden gelen bu gelenekle yarın ki nesillere de bunu aktarmak istiyoruz. Bunun bize yüklediği tarihi bir yük ve sorumluluk vardır. Önemli olan bu sorumluluğun bilincinde olmaktır. Bizim için başarının tek yolu 27 Kasımda gösterilen ruh, kararlılık ve inancı göstermektir. Bu günleri yaratanlara, Önderliğimize, şehitlerimize ve halkımıza ancak bu temelde cevap olabiliriz. Böyle tarihi ve kutsal bir günde Önder APO’nun ışıklı yolunda eskisinden daha güçlü, kararlı ve inançlı olacağımıza, başarıya kilitlenmiş bir duruşun sahibi olacağımıza eminiz. Bu Önderliğimize, şehitlerimize ve halkımıza verdiğimiz sözün bir gereğidir. Bizler Kürdistan’ın altın çocukları olarak sözümüzü tutacağız ve özgür yarınlarda tüm dünyaya bunları göstereceğiz.
Burusk Rustem
- Ayrıntılar
Kürtleri halkların zamanı içine katıp özgür yaşam için ayağa kaldıran PKK, kuruluşunun 33. yılını geride bırakıyor. Kuruluşun mayalanma yılları olan ideolojik grup dönemi de dahil edildiğinde, hareket olarak aslında 40. yaşına girmeye hazırlanıyor. Kürt halkı gibi devrimsel gelişmeler yaşayan halklar için otuz dokuz yıl oldukça uzun bir zaman dilimidir. Böylesi gelişme süreçlerinde zamanın akışı daha da hızlanır. Oluşmanın hızı zamanı anı anına değerlendirmeye yöneltir. Özgürlüğün kendisi olan oluşmanın hazzını yaşamak isteyenler, zamanın en kısa parçası olan an’ın önüne çıkardığı görevlere sahip çıkıp karşılık vermek zorundadır. Bu temelde eylemleşen toplumda muazzam alt üst oluşlar yaşanır. Bütün eski elbiseler çıkarılıp atılır. Dev bir mıknatıs gibi kendine çeken özgür yaşamın yeni değerleri toplumu önüne katıp geleceğe taşır. Toplumdaki değişim ve dönüşüm görkemli bir derinlik kazanır. Eylemek özgürlüğü doyasıya yaşamaktır. “Hareket berekettir” sözü en çok da bu tür dönemler için geçerlidir.
Bu gerçeklerden de anlaşılacağı üzere, ancak bir toplumsal pratiğin içinde olan insanlar için zaman anlam ifade edebilir. Eylemek fiilini işletme imkânından mahrum olan ölüler için zaman yoktur. Müze haline getirilmiş mekânlarda tanınmış bazı insanların ölüm anını gösteren durdurulmuş saatler görürüz ya, kimliksiz köleliğe mahkûm edilmiş bir toplum için de zaman bu biçimde adeta dondurulmuş gibidir. Canlılığı, zekâsı ve özgürlüğünün kanıtı olan kendi oluşum dilinden kopmuş bir toplum zamanın dışına itilmiş demektir. Böyle bir toplum artık kullanılmaya müsait basit bir nesnedir ve başka oluşumların hizmetine girmiştir.
Nitekim PKK’nin ortaya çıkışı öncesinde Kürtlerin öldüğüne hükmedilmişti. Kürt halkının yaşadığına kanıt oluşturacak bir eylemliliği bulunmuyordu. Kapitalist sistem ve işbirlikçileri Kürtleri gerçekten de zamanın dışına itmişlerdi. Kürdistan’ı kocaman bir mezarlığa dönüştürüp üzerinde yaşayan Kürt toplumunu adeta bitkisel bir yaşama mahkûm etmişlerdi. Dinamik bir olgu olan toplum sürekli bir oluşum halini anlatsa da, soykırımcı imha ve inkâr sistemi Kürtler için bu gerçeği tersine çevirmiş; Kürt halkını kimliksel ve kültürel bakımdan tam bir yok oluş sürecine sokmuştu. Bu anlamda toplumda görülebilen hareketlilik çürümeye başlamış cesetteki hareketlilikten farksızdı. Yani bir toplum için düşünülebilecek en onur kırıcı bir ölüm söz konusuydu. Kürtlerin ayağa kalkıp yaşam mücadelesine atılması mucizelere kalmıştı; ama modernizmin dünyasında mucizelere yer yoktu.
“Kuru kütük yeşertilebilir mi? Kuru odun parçasını yeşertebilen, Kürt toplumunu da yaşam mücadelesine çekebilir.” Bilgeliği ifade eden bu soru ve arkasından gelen önerme, o dönemin toplumunda düşünen insanın Kürt gerçeğine bakışını çok iyi özetler. Öyle ya, akıllı insan, olmayacak duaya âmin demez; örneğin Genelkurmayın ‘akıllı Tuncelililer’ diye tanımladığı kişiler kategorisine giren Kemal Burkay hiç demez. Onun şevkle ‘âmin’ diyeceği dualar, Atlantik ötesindeki CIA ajanı ‘Gâvur İmam’ın özgürlük için direnen Kürtlere yağdırdığı beddualardır. PKK ise daha ilk adımında ‘akıllı köyün delileri’ni oynadı, aykırı ve ‘akılsızca’ görüleni başarmaya çalıştı. “Mevlam bu taşa can versin” diye yakarmak yerine, ‘taşı canlandırma’ya girişti ve başardı. Öldü denilen Kürt halkını sömürgeciliğe karşı direnmek üzere ayağa kaldırdı. Eskinin gölgesinden bile korkar hale getirilmiş halkını özgür yaşamda sonuna kadar kararlı bir halk düzeyine yükseltti. Sonuçta boyun eğdirilemez bir halk gerçeğini ortaya çıkardı.
Hasta insan bir gerçek sağaltıcıyı bulduğunda, orada üfürükçülükle tedavi yapmaya kalkışanlar barınabilirler mi? Burkay ve avenesinin Kürt sorununu çözüm yöntemi tam da üçkâğıtçı üfürükçülerin yöntemine denk düşüyordu. Burkay’ın tavrı Mehdi’yi beklemek gerektiğini telkin eden adamınkine denk düşüyordu. Geleceğini söylediği ‘Mehdi’nin de Deccal’ı andıran Erdoğan olduğu artık netleşmiş bulunuyor. Yani Yeşil Türkçü faşizmin kullandığı yeni bir itirafçı tipi olan Burkay bugün neyse geçmişte de oydu. Onun için bu tür oluşumları PKK’nin uyguladığı şiddet değil, halkın bu sahkekârlara haklı tepkisi bitirdi. Eylemenin değerini bilen halkın seçimi hemen her zaman pratiğe bakmaya dayanır. Kürt halkı da PKK’lilerin ne söylediklerinden çok, ne yaptıklarına ve nasıl yaşadıklarına bakarak kararını verdi. Kendilerini eylemin içinde tanıdı ve öncüleri olarak benimsedi.
Burkay gibi akıldaneler, ister Mehdi ister emperyalist ve sömürgeci bir efendi olsun, kurtuluşu hep bir dış gücün merhametine bağlarlar. Hatta belki de iktidar olan sömürgeci güçlerden biri bakarsınız insafa gelir, Burkay’ın hatırı için Kürtlere bir federasyon bile bağışlayabilir. Nitekim ona göre şu ‘PKK terörü’ olmasa, Erdoğan rahatlıkla Kürtlere böylesi bir bağışta bulunabilir. PKK bu aşağılık duruşu Kürt halkına küfür saydı. Kürdistan gibi uluslararası sömürge bir ülke ancak üzerinde yaşayan halkın özgücüyle özgürleşebilirdi. Burkay gibi sahtekâr takımının duruşu en fazla efendi değişimine götürecek bir sonuca yol açabilirdi. Oysa köle bir halk için özgürlük kendi eyleminin öznesi olmak, kendi iç yasalarına göre kendini oluşturmasını bilmekti. Özgür yaşam olarak hakikat kendini tanımakla başlar. Kendini tanımak ise öncelikle kendini potansiyelinin bilincine varmak ve bu potansiyeli harekete geçirmektir. Özgür yaşamla buluşturacak güç buradadır. Kışla kültürünün piç meyvesi Burkay istediği kadar aksini iddia etsin, PKK Kürt halkının, Kürt halkı da PKK’nin eseridir. PKK halktır ve halk da Burkay’ın Mehdi’sine karşı meydanlardadır.
Doğrudur, PKK tarihi Kürdistan adına ilk sözcükleri dillendirdiği günden bugüne kadar aynı zamanda ihanete karşı direniş tarihi oldu. Kürt halkının yok oluşun eşiğine kadar gelmesinin en önemli nedenlerinden biri, ihanetin kurt gibi kadim Kürt ağacını içerden sürekli kemirmiş olmasıydı. Kürtleri bitirme projesini başarıya taşımak isteyen düşmana en büyük cesareti hain takımı verdi. Düşünün: Düşman kendisi olmakta ısrar eden Kürt’e diz çöktürmek için her türlü terörü uyguluyor. Bu halkın Önderini aylardır alçakça bir izolasyona tabi tutuyor. Halka gaz bombaları, gerillaya kimyasal silahlarla saldırıyor. Kürt siyasetçilerini içeri tıkıyor. Gerilla cesetlerini paramparça ediyor. Kürt çocuklarını ‘dönemin özellikleri gereği’ hapishanelere yoluyor. Anaların şehit evlatlarının cenazesini mum dikilmiş kına tepsisiyle karşıladığı ve zulme biat etmeyeceklerini haykırdığı bir sırada, namus rüzgârının bile değmediği Burkay, yandaş medyada PKK’ye hakaretler yağdırıyor. Peki, bunu yapan hainin haini değil de nedir? Erdoğan’ın iyi havlayan köpeği olarak Kürt halkının özgürlük kervanına saldırmak başka türlü nasıl tanımlanabilir?
Burkay havlaya dursun, Mehdi’si Erdoğan da boş durmuyor; PKK’yi kötülemek için ishale yakalanmış gibi fır dönüyor. Elinde kala kala çakaralmaz silaha dönüşmüş devletçi İslam kalmıştır. Onunla Kürtleri kandırıp PKK’den uzaklaştıracağını sanıyor. Selefi Goebbels’in “Yalan söyleyin, bir inanan mutlaka çıkar” sözüne hayat buldurmaya çalışıyor. Bunun için de ağzını bir fosseptik çukuru gibi kullanıyor ve etrafa pislik saçıyor. Ancak ne yaparsa yapsın sonuç alamıyor. Çünkü Kürtlerin İslam’ı Medine İslam’ıdır. Kürtler onun yayılmacı ataları gibi İslam’ı siyaseten kabul etmediler. Bir devşirme olan Erdoğan’ın gerçek ataları İslam’ı belki de çok daha sonradan tanıdılar. Bu nedenledir ki, devşirme başbakan boşuna nefes tüketiyor.
PKK Hareketi gücünü ve güzelliğini Önder APO’dan alır. Bu nedenle bölgenin üç büyük ‘Kutsal Kent’inden ilki olan Urfa’nın gerçekliği PKK’ye damgasını vurmuştur. Urfa, Nemrut’a karşı koymuş Hz. İbrahim’in doğduğu yerdir, bir peygamberler diyarıdır. PKK’nin temelleri Ankara’da atılabilir ama temelin ruhunu oluşturan güç İbrahimî gelenektir, enbiyalar ve evliyalar geleneğidir. Tıpkı onlar gibi nemrutluğa karşı mücadele etmekte ve Kürt toplumunu insanlığın kutsal değerleri etrafında demokratik bir ulus haline getirmeye çalışmaktadır. Belgeler var, Kürdistan’da faaliyet yürüten sahte Şeyhülislam Fetullah’a bağlı derin ekibin sözcüleri de bu değerlendirmeleri anlamlı buluyor, Önder APO’nun İslam’a ilişkin değerlendirmelerinin kendileri için en büyük tehdit olduğunu belirtiyorlar. Erdoğan’ın küfür ve hakaretleri de Önder APO’nun görüşlerinden duyduğu korkuyu yansıtıyor.
Şehitler Partisi PKK öncülüğündeki Kürt halkı 34. yılda özgürlüğe her zamankinden daha yakındır.
Ali H. Yerkan
Özgür Politika
- Ayrıntılar