Basına ve Kamuoyuna!
1. 18 Aralık günü 19.00-20.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Metina’nın Golka ve Dola Kuruma alanları ile Dêrgilê ve Qesrokê köylerine yönelik olarak işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları tarafından hava saldırısı gerçekleştirilmiştir. Yapılan saldırı sonucunda Golka ve Qesrokê köyünde bulunan köylülere ait bahçeler ve sulama havuzu zarar görmüştür.
- Ayrıntılar
Türkiye devleti yetkilileri özelde de Yeşil Türki Faşizmin temsilcileri tarihe yeni bir yöntem kazandırdılar. O yeni yöntemin özü insan duygularını yanıltmadır. Birileri diyecek ki bu yöntemi daha önce de kullananlar olmuş ve halende kullananlar vardır. Ve birileri diyecek ki bu sizin bahsettiğiniz yöntemin ismi özel savaş ya da özel psikolojik savaştır. Ve birileri de diyecek ki çok büyük bir tespit yapmış olmuyorsunuz bildiğimiz bir şeyi bize yeni bir şeymiş gibi sunuyorsunuz.
Söylenenler doğru olabilir. Bu yöntemi daha önce başkaları kullanmış olabilir. Hatta dünyanın farklı alanlarında bu yöntemi kullananlarda muhtemelen vardır. Ve bu insan duygularını manipüle eden yönetme biçimine özel savaş ya da özel psikolojik savaş denildiği de doğrudur. Bu söylenenler ışığında yola çıkarsak elbette yeni bir şey söylenmiş olmuyor. Lakin bizim söylediğimiz daha farklı bir şeydir.
Söylediğimiz nedir?
Yeşil Türkî Faşizm kendisini insan duyguları üzerinde şekillendiriyor. Daha doğrusu insan duygularını en derinlikli olarak nasıl yönlendiririm, manipüle ederim, yanıltırım, kendi tarafıma çekerim, kandırırım, etkilerim ve tabii ki gözlerini boyarım hedefini gözetliyor.
Biz Şili’de yirmi yalanın nasıl bir doğru ettiğini iyi biliyoruz. Ancak Yeşil Türkî Faşizm sadece “bin yalan bir doğru etse de” bu bin yalanı söylemiyle sınırlı değildir. Böyle olsa birilerinin söylediği tespitler ya da eleştiriler yerinde olurdu. Ne var ki Yeşil Türkî Faşizm ya da Faşistler (YTF) sadece bu yöntemi kullanmıyorlar. Yani sadece kuru bir psikolojik savaş yürütmüyorlar. Tersine psikolojik savaşı da yanlarına alarak insan denilen varlığın ne kadar kutsal değerleri varsa bunlara el atarak, bunları sahiplenerek, bunları kullanarak bu güzel varlığı dolandırıyor.
İnsan varlığının iç dünyasında aradığı ve onsuz yaşamak istemediği en önemli arayışı özgürlüktür, adalettir, eşitliktir, şefkattir, ortakçılıktır, toplumculuktur derken dini inançlarıdır, emektir ve daha nice böyle güzel erdemlerdir. İşte YTF’ler bu değerlere el atarak, ters yüz ederek insan dünyasına girmeye çalışıyorlar. Bu değerlerle tüm bir insanlığı kandırmayı ve refleksiz kılmayı hedefliyorlar.
Söylemek istediklerimizin daha iyi anlaşılması açısından: YTF’ler örneğin hepsi ticaretçidir. Muhafazakârdır. Milliyetçidir. Devletçidir. Otoriterdir. Askercidir. Güççüdür. Ama bu YTF’lere dikkat edersek söylemlerinde işçidir, emekçidir. Demokrattır. Sosyal demokrattır. Sosyal adaletçidir. Halkların kardeşliğini dilinden düşürmezler. Toplumcudurlar. Çoğulcudurlar. Savaşa ve şiddete karşıdırlar. Tanrının verdiği canı bir tanrı alabilir derler. Ve alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste demeyi de ihmal etmezler. Böyle onlarca olayı sıralamak mümkündür. Ahmet kaya’yı ülkeden atarlar ama onun için gözyaşı dökerler. Kürdistan’ın her yerini zindana çevirirler ama Amed zindanı için gözyaşı dökerler. Faili Meçhullerin açığa çıkmaması için onlarca takla atarlar ancak Berfo ananın öyküsünde yine gencecik fidanların asılmasını dile getirerek gözyaşı dökerler. Dersim katliamı derler ama bugün Kürtler Dersim gibi yaşamak istedikleri için ölümden ölümler yaşatmaktadırlar.
Lafı uzatmadan YTF’ler demokratların, solcuların, sosyalistlerin, feministlerin, özgürlükçülerin, gençlerin, sanatçıların, devrimcilerin, inançlıların tüm değerlerini azlarına dolayarak öyle olmadıkları halde kendilerine mal ederek insanın ruh dünyası manipüle etmeyi bir yöntem olarak benimsemişlerdir. Yani söylemde ret ederek değil, tersine söylemde sahiplenerek kendine eklemleyerek yapan bir yöntemi seçmişlerdir. Bu yöntem dünyada tektir.
İnsan sonuçta duygulu duygu yüklü bir varlık olduğu için içinde kabul etmediklerini hal hareketlerine, mimiklerine, gestiklerine, ses tonuna, göz kaşına derken mutlaka bir şekilde yansıtır. Ancak bu YTF’ler kendilerinin inanmadıklarını, kendilerine uyumlu olmayanları bile sanki inanıyormuş gibi sanki kendilerine uyumluymuş gibi kendilerini gösterebiliyor ve renk atmıyorlar. Ses tonlarını değiştirmiyorlar. Gözlerini kaçırmıyorlar. Tersine bu kadar büyük yalanlara rağmen insanın gözlerinin içine baka baka söylüyorlar, gözyaşı döküyorlar.
İşte bu yeni geliştirilmiş bir yöntemdir. Hiçbir insanın kolay kolay etkisinde kurtulamayacağı bir yöntemdir. Hele siz bu duruma insanın ruh dünyasındaki temizliği, saflığı ve tabii birde güzel insan arayışını da eklerseniz insanın bu kadar renk atmayan yalana inanmaması mümkün değildir. Tarihin o en meşhur bukalemun, ikiyüzlü hatta yüzsüz olan Fouche’si bile bunların eline su dökemez.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 14 Aralık günü 18.00-19.30 saatleri arasında Mardin’in Midyat ve Nusaybin ilçeleri arasında gerillalarımız tarafından yol ve kimlik kontrolü gerçekleştirilmiştir. Gerillalarımız aynı zamanda değişik etnik yapıdan çok sayıda toplanan halka düşman yönelimleri ve gelişmeler hakkında propaganda yapmıştır.
- Ayrıntılar
Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da İnsan hakları haftası kutlanmaktadır. Ancak Türk devletinin oluşum mantığı, zihniyeti, felsefesi ve özellikle Kürt ulusunu yok etme, soykırıma uğratma ve Kürdistan’ı Türk uluslaşmasının doğal genişleme alanı görme zihniyeti yeterince tartışılmadan, anlaşılır kılınmadan yapılan insan hakları ihlalleri gündemleştirilmeye çalışılmaktadır. Bunun da ciddi yetersizlikler taşıdığı çok açıktır. Hatta sanki Kürdistan’da gerçekten insanın, insan olmaktan kaynaklı, tartışılamayan, kısıtlanamayan, gasp edilemeyen, baskı altına alınamayan hakları varmışta, ancak bunun yanı sıra, bazı ihlaller yaşanıyormuş gibi bir yanılsamaya veya böyle bir algının oluşmasına da götürebilir. Kaldı ki, böyle bir yanlış yaklaşım ve algı da, sömürgeci Türk devletinin algı yapıcıları ve Gülen’in faşist Cemaati tarafından da kendi medyaları aracılığıyla yeterince oluşturulmuştur.
Sömürgeci Türk devletinin soykırım zihniyeti, politikası ve uygulamaları en çok Kürt Önderlerine karşı yaklaşımlarında kendilerini ele vermektedirler. Kürt halkı, ulusunun varlığı, hakları kabul edilmediği için, Önderlikleri de kabul edilmemiş, sömürgeci cumhuriyet tarihi boyunca sürekli idamlarla imha edilmişlerdir ya da suikastlerle ortadan kaldırılmışlardır. Önder Apo’ya karşı daha önce geliştirilen suikast girişimi, ardından idam cezası ve sonra geliştirilen ağırlaştırılmış müebbet ve son beş aydan bu yana uygulanan işkenceye dönüşen tecrit bu zihniyetin güncel ifadesidir. Sömürgeci AKP siyasetinin önemli isimlerinden birisi olan Bülent Arıncın, Kürt halk Önderi üzerindeki tecritin ağırlaştırılmasından ve avukatlarının tutuklanmasından sonra, “ gövdeyi baştan ayırdık” demesinin anlamı açıktır. Baş gövdeden neden ayrılmaktadır? Gövdeyi parçalamak için değil mi? Parçalanmak istenen gövde ise Kürt halkıdır, onun örgütlü mücadelesidir. Tüm bu nedenlerden dolayı Kürdistanlı kadınlarının başlattığı, “ Önderliğimizi Özgürleştirelim, soykırıma son verelim” hamle yerinde bir çıkış olmaktadır.
Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan, son olarak kaleme aldığı kitabının adını, soykırım kıskacında Kürtler olarak belirlemiştir. Gerçekten de tüm verilere bakıldığında, Kürt ulusu kelimenin gerçek anlamıyla bir soykırıma tabi tutulmaktadır. Hem fiziki olarak, hem kültürel olarak bir soykırıma tabi tutulmaktadır. Ekonomi, eğitim, siyaset, istihbarat, kültür, sanat, hukuk, idare vb. her şey bu amaçla düzenlenmişlerdir.
1925’te, şeyh Sait isyanından sonra yapılan fiziki Kürt soykırımından sonra, yürürlüğe giren Şark Islahat planının kendisi aslında bir soykırım suçunun belgesidir. Tam bir sömürge politikasını ifade etmektedir. Bu amaçla da eritme-yok etme planı yürürlüktedir. Özel bir devlet mekanizması, özel bir hukuk sistemi kurumlaştırılmıştır. Oradaki maddelere bakıldığında, Türk ulus devletini oluşturmak için Kürdün yok edilmesi hedeflenmiştir. Kürdü Türkleştirme amacıyla, Kürdistan’dan Kürtleri zorla göçertme, Türklerin yoğun olarak yaşadığı şehirlerde Türkleşmelerini sağlama, Kürt dilini yasaklama, kültürünü yasaklama, konuşanları cezalandırma, Kürt çocuklarını, oğullarını-kızlarını ailelerinden uzaklaştırarak Türkleştirmek amacıyla okullara yerleştirme, ticaretin, ekonominin Kürtlerin elinde yoğunlaşmasına izin vermeme, demografyayı bozma da dahil hemen hemen BM de kabul edilen soykırım ölçülerine birebir uymaktadır.
Aslında İttihat terakki döneminden başlatılan bu soykırım süreci, 25 ten sonra kapsamlı bir planlama dahilinde, daha sistematik bir biçimde yürürlüğe girmiştir. Şark Islahat planının hazırlanma sürecinde ve sonrasında hazırlanan öyle belgeler vardır ki, insanın tüylerini diken diken eden cinsten belgelerdir. Örneğin bir belgede, yatılı okullara alınacak çocukların, evlerinde yapılan yemeklerden uzak tutulmaları gerektiğini bile maddeleştiren bir zihniyet vardır. Çerçiliğin yasaklanmasını savunan maddeler bile vardır. Öylesine ince ince bir soykırım planlanmış ki… eğer Kürtlerden çerçilik yapan olursa, Kürtçe konuşur ve elinde sermaye birikir, denilmektedir. Adeta işi şansa bırakmama, Kürtlüğün nefes alabileceği tüm delikleri tıkayarak mutlaka Kürtlüğü bitirmeyi amaçlayan cinsinden bir uygulama… Hitlerin gaz odalarının amacı neydi ki? O da işi şansa bırakmamak ve kestirmeden sonuca gitmek için gaz odalarını tercih etmemiş miydi? Türk devletinin bir suç devleti, bir soykırım suçunu işlemiş devlet olarak kurulduğunu belirtmemizin anlamı da böylelikle yerine oturmaktadır.
Bir tür mankurtlaştırma veya yeniçerileştirme gibi canavarca bir uygulamayı Kürt birey ve toplumuna dayatarak, belleklerini silerek, kendi anne-babalarından, kardeşlerinden, kendi tarihlerinden, uluslarından, kültürlerinden, dillerinden, topraklarından kopararak, köle bir birey-toplum yaratmak amaçlanmıştır. Zaten dönemin Adalet bakanı Mahmut Esat Bozkurt, bu topraklarda sadece Türkler yaşar, başkaları ancak onlara hizmetçi olabilir demesi boşuna değildir. Ve rastgele söylenmiş bir söz değildir. Soykırımı amaçlayan, pratikleştiren bir soykırımcının gönül rahatlığı ve kendisine olan güven duygusu içinde bu sözleri sarf etmiştir.
Peki Atatürk’ün dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın söylediği şu sözlere ne demeli? “Geri Kürtler, yaşam kavgasında kendisinden daha üstün Türklerin altında kalmıştır. Bu nedenle de, ya ülkeyi terk etmeli, ya da yaşam kavgasında işe yaramaz unsur olarak yok edilmesi gerekir” bu bir soykırımı açıkça itiraf etmek değil mi? Bu kadar soğukkanlı celatlık!…
Zaten İsmet İnönü’nün hazırladığı rapor tam anlamıyla şark ıslahat planının uygulanmasında ortaya çıkan sorunları giderme ve tümüyle Kürtlüğü ortadan kaldırmayı hedefleyen bir rapor niteliğindedir. Dersimin “yitik kızları”nın durumu bilinebilen en acı soykırım örneklerinden birisidir.
Kendisine Kürdüm diyenin suratına tükürmeyi pankart yapacak kadar, ırkçı-faşist ve soykırımcı bir cumhurbaşkanının olduğu bir devlettir Türkiye cumhuriyeti devleti.
Son günlerde 1996 yılında MGK’nin Kürtlerin nüfus olarak artmaması için, hazırladıkları bir rapora dikkat çekilmektedir. Burada Kürt soyunu kurutmaya yönelik bir hazırlığın olduğu anlaşılmaktadır.
Soykırım politikası bitti mi? Hayır! Aksine daha da derinleştirilerek sürdürülmektedir. Sömürgeci Türk devletinin Başbakanı Tayyip Erdoğan, 2006 yılında, halkımızın yükselen serhıldanları karşısında aynen şunu söylemişti: “kadında olsa çocukta olsa güvenlik kuvvetleri gerekenleri yapacaktır” demiş ve ardından Amed serhıldanında 14 Kürt katledilmiş ve bunun yarısından çoğu çocuktur. Asimilasyon politikasına devam edilmiştir. İnkar politikası sürdürülmüştür. Tek devlet, tek ulus, tek vatan, tek dil, tek bayrak tekerlemesini sürdürmüş, bunu kabul etmeyenlerin çekip gitmeleri gerektiğini söylemiştir. 2009 yerel yönetim seçimlerinden sonra başlatılan siyasi soykırım operasyonları sonucu binlerce Kürdün rehin alınması böyle bir soykırım politikasının devamıdır.
AKP-F.Gülen faşizminin diğer bir uygulaması da, özel valiler, polis amirleri, özel ordu, özel öğretmenler, imamlar, doktorlar vb. uygulamalar gündemdedir.
Ancak en açık soykırım talimatını Fethullah Gülen hem de, müritlerinin amin nidaları eşliğinde vermiştir. Ancak bu açık fiziki katliam, soykırım fetvasına kimse bir şey dememiştir. Savcılar, hakimler bir şey dememiştir. Uluslar arası mahkemeler, insan hakları kuruluşları bir şey deme gereğini duymamıştır. Demelerini de beklemiyoruz zaten.
“30 senedir, ayıptır yani ardır bu. Dağdaki bir avuç mevcudiyetleri ne kadar onların? Diyorlar ki dağda her zaman 500-600 tane insan var. Haydi, o kadar olmasın, beş bin tane olsun, hayır 50 bin tane olsun. Canım, bir milyona yakın şeyiniz var sizin. Bu kadar da Emniyet teşkilatınız var yani. İstihbaratınız var. Ayrı ayrı birbirinden farklı üç dört tane İstihbarat var Türkiye’de. İsimlerini söylemeyeceğim ben onların. Sonra dünya istihbaratı ile müşterek şeyleriniz oluyor sizin, projeleriniz oluyor. Bunları yerli yerinde tespit edin, o projeleri. O bir avuç eşkıyanın hakkından gelin. Kuşatın onları, lokalize edin... Allah’ım birliğimizi sağla. Lütfeyle, aramızı telif buyur, bizi ittifaka muvaffak kıl. O hakkı kötektir olan bunlar. Allah’ım onların da altlarını üstlerine getir, birliklerini boz (Amin!), evlerine ateş sal (Amin!), feryatlarını figan sar (Amin!), köklerini kes (Amin!), kurut ve işlerini bitir (Amin!).”
Tabi Fethullah Gülen böyle bir soykırım fetvası verdikten sonra, Diyarbakır Valisinin, Adana valisinin Kürt çocuklarını mankurtlaştırmak üzere, el koymak emrini vermekten daha doğal ne olabilir.
BM genel kurulunda 9 aralık 1948 de kabul edilip 12 ocak 1951 de yürürlüğe giren soykırım sözleşmesine göre, “bir başka grubun mensuplarını katletmek, grubun mensuplarına ciddi bedensel ve psikolojik zararlar vermek, grubun bedensel varlığını kısmen veya tamamen yokalmasına yol açacak hayat şartlarına kasten tabi tutmak, grup içinde doğumları önlemek kastıyla önlemler almak, grubun çocuklarını bir başka gruba nakletmek”
Tüm burada belirtilenler, birebir belki de daha ağır bir biçimde Kürdistan da uygulanmış ve halen de uygulanmaktadır. Bunları tek tek verileriyle ortaya koymak ayrı bir değerlendirme konusudur ve bu yazı kapsamını aşmaktadır.
Kürdistan öyle bir ülke ve Kürt ulusu öyle bir ulus ki, varlığı inkar edilmekte, onuru çiğnenmekte, insan olma hakkı bile elinden zorla alınmış bir ulustur.
İnsan toplumuyla insandır. Toplumsuz, ulussuz birey yoktur. Düşünülemez de. Eğer ulusun hakları, yani varolma, kendi iradesiyle özgür geleceğini belirleme hakkı yoksa tek tek insan haklarının olduğunu iddia etmek, tam bir aldatma politikasıdır. Birey hakkı ve toplum hakkı birbirinden ayırt edilemez bir gerçekliktir. Onun için Kürt ulusu ve bireyleri başta Türk sömürgecileri tarafından Ulusu inkar edilen, ülkesi sömürgeleştirilen Kürdistan’da, soykırım kıskacındaki Kürt gerçeğini görerek, idam sehpasına çıkarılmış ve altından sandalyesi cellat tarafından çekilmekle yüzyüze olan bir gerçeklik temelinde ulusal varlık ve onun diri reflekslerini göstererek özgürlük çığlığını serhıldan temelinde haykırmalıdır.
Bunun için de sıkı örgütlenmeli, ulusal-demokratik birliğini güçlendirmelidir. Serhıldan soykırımcı Türk sömürgeciliğinin tüm saldırılarına karşı direnebilen, ayakta kalabilen bir sıkı örgütlenme işidir. Bunun için bu halkın ve ülkenin karşı karşıya kaldığı soykırım tehlikesi ve gerçeğini görme, hissetme ve bunu halkımıza en iyi bir biçimde anlatmak gerekmektedir. Gece gündüz, yaz-kış demeden yapılması gereken bir kutsal var olma ve özgür olma savaşıdır bu. En önemlisi bunun başarılmasıdır. Gerisi daha derli-toplu pratikleşmedir.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
12 Aralık günü 10.00-12.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap’ın Şikefta Birindara, Karker Tepesi ile Bezele Köyüne yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Kürdistan’daki Direnişlere kısa bir bakış
Direnişler devam edecektir, çünkü Osmanlının Kürdistan’a saldırısı devam etmektedir. Batıda toprak kaybı yaşayan Osmanlı ortaya çıkan zararların telafisini Kürdistan mirliklerinden almaya çalışmaktadır. Sadece ekonomik olarak yaşanan kayıpların telafisi hedeflenmiyor bizatihi üç yüzyıl önce oluşturulan özerk Kürdistan beylikleri ya da mirlikleri bir bir hedeflenerek merkezi imparatorluğa bağlanmaya çalışılıyor. Bu ise resmen Kabul görmüş olan Kürt beyliklerinin iç içlerine müdahale anlamına geliyor. Buna karşı ortaya çıkacak direnç ya da karşı koyuş sadece ve sadece bir direnişi ifade ediyor.
Daha somut olarak Rewanduz Direnişine göz atarak bu durumu irdelemek mümkündür.
Mir Muhammed, 1788'de Rewanduz'da doğmuştur. Mir Muhammed o dönemde Kürdistan’da yegâne eğitim yeri olan medresede eğitim görmüş, dindar bir kişidir. Mir, topraklarının savunma gücünün sağlamlaştırılmasına büyük dikkat gösterir. Mir, Osmanlı ve İran'ın aralarındaki çelişki ve savaş durumundan yararlanmayı bilir ve etrafta bulunan birçok Kürt bölgesini kendi mirliğine dahil eder. Hatta Osmanlı devleti, onunla karşılaşmamak için en büyük unvanlardan biri olan "Mir-ê Miran (Mirlerin Miri)" unvanını kendisine verir. İran da emirliğin bağımsızlığını kabul etmiştir.
30'lu yılların başında Mir'in iktidarı artık Musul’dan, İran sınırına değin uzanan geniş bir bölgeye yayılmıştır. Daha fazla güçlenmesini önleyerek, egemenliğine son vermeyi politik çıkarlarına uygun bulurlar.
Ayrıca İngilizlerde Soran emirliğinin gelişmesinden endişeleniyor ve bir an önce yok edilmesini istiyorlardı. Çünkü bu bölgede oluşacak bir Kürt devleti, İngilizlerin Basra körfezindeki ve Hindistan’da ki menfaatlerine ters olup, bu menfaatlere büyük ve güçlü bir Kürt beyliğinin zarar vereceklerini düşünmektedirler. Rusların kuzeyden saldırıları da buna eklenince, İngilizlerin bölgedeki çıkarları tamamen tehlikeye düşmüş olacaktı. İngilizler, zayıf yönetime sahip ve kendilerine bağlı Osmanlı yönetiminin bölgede yaşamasını, kendileri açısından daha faydalı göreceklerdir. Sırada Soran emirliği vardı. İngilizlerin yeni görevi bu emirliğin yok edilmesi için Osmanlıya yardım etmekti.
İlginçtir değil mi! Kürtlerin ezilmesinde yine İngiliz parmağı! Son iki yüzyılda nerede bir Kürt yenilgisi varsa, nerede Kürtlere bir haksızlık var ise ve nerede bir komplo var ise, bunun altından hep İngiliz parmağının çıkması derince ele alınarak, irdelenmesi gereken ayrı bir mevzudur.
Soran'ı yıkma görevi Sivas valisi eski Sadrazam Reşit Paşaya verilir. 1834 yılının yaz aylarında kırk bin kişilik bir ordu Sorana doğru ilerlemeye başlar. Reşit Paşa komutasındaki Osmanlı askerleri, Kürdistan’da ilerleyerek birkaç ay içinde Rewanduz yakınlarına ulaşırlar. Geçtikleri yerleri talan ve yağma etmeyi de ihmal etmezler. Reşit Paşa, kendine boyun eğmeyen Kürt yerleşim yerlerini ezip geçer. Musul ve Bağdat valileri tarafından komuta edilen iki kuvvetle de buluşup, Soran'a doğru ilerlemeye devam edecektir. Kaldı ki Soran’ı ezmek için yola çıkıp gelmiştir.
Mir Muhammed, Reşit Paşa onun üzerine doğru gelirken-bundan habersizdir. 1837'de Osmanlı ordusu Rewanduz'u kuşatır. ve Harir'e kadar ilerlerler. Dağlık kesime çekilen Kürt güçleri, geçitleri tutarak geniş bir alanı kontrol ederler. 40 bin kişilik Kürt ordusu direnişiyle Osmanlıları geriletir. Bu başarısızlık karşısında kurnazlığa başvuran Reşit Paşa, barış önerisinde bulunur. Reşit Paşa, Mir Muhammed’in bağışlanacağı ve yine yönetimin başında kalacağına dair teminat verir. Ona ‘gerçek’ bir Müslüman olarak hitap eder ve Müslüman kanı dökmemeye davet eder. Reşit Paşa, özellikle Melle'leri devreye sokar. Melleler, Mir'i ikna etmek için yoğun bir çaba harcarlar. Ayrıca halka da İslam halifesiyle çarpışmanın haram olacağını, halife ordusuna karşı silah taşıyanların kâfir olacağına ve karısıyla boşanmış olacağına dair fetvalar vererek, halkı etkilemeyi başarırlar. Mir, verilen sözlere de kanarak Reşit Paşa'ya gidip halifeye bağlı olduğunu bildirerek barışı kabul eder. Kaldı ki gerçekten de Mir’in Osmanlıyla bir sorunu bu bağlamda yoktur. Mir’in, Osmanlılarla ideolojik bir sorunu yoktur. Mir’in tek sorunu kendi beyliğinin bağımsız kalabilmesi ve kendisinin Mir olarak tanınmasıdır. Osmanlı karşıtlığı yoktur. Kürtlük söz düzeyinde söylenmiş olabilir, ancak özü itibariyle her an Osmanlıyla ya da İran’la olunabileceğini zaten pratikleriyle göstermektedir. Mir Muhammed, İstanbul'a gönderilir. Kendisi hakkında idam kararı çıkartılmıştır ancak karar gizli tutulmuştur. Bu sırada bağışlandığını ve ülkesine döneceğini sanan Mir, 1837 yılında yolda-kimi rivayetlere göre Sivas'ta, kimisine göre Trabzon'da-öldürülür.
Seyit Rıza içinde aynısını yapmamışlar mıydı işgalciler? Erzincan’a çağırmışlar Seyit Rıza’yla görüşmek için. o yaşıyla yollara düşmüştür ancak Kemalist rejim onu tutuklayacak ve 15 kasım 1937’de oğlu ile kimi arkadaşıyla idam edilecektir.
Kör Muhammed Paşa'dan sonra Mirliğin başına kardeşi geçmiştir, daha doğrusu geçirilmiştir. 1847'ye kadar yeni Mir Soran beyliğini yönetir. Osmanlılar duruma hakim olduktan sonra bu kez de Mir Muhammed’in kardeşini sürgüne gönderirler. Bu beyliğin başına bir Osmanlı valisi atayarak Soran emirliğine tamamen son vermiş olurlar. Genel olarakta ayaklanma bastırıldıktan sonra Kürdistan büyük bir katliama maruz kalır. İrili ufaklı birçok beylik tasfiye edilerek ortadan kaldırılır.
Bedirxanların Botan Direnişi: Sıra Bedirxanlara gelmiştir. En güçlü direnişlerden biri olan Bedirxan direnişi, 1842 yıllarında patlak vererek, 1847-48'lere kadar sürer. Osmanlılar Rewanduz hizaya getirdikten sonra bu kez sıra Bedirxan beye gelmiştir. Bu durumu fark eden Bedirxan direnişe geçecektir. 1842 yılında direnişini ilan eder. Cizre, Amediye, Van’a kadar açılım sağlar. Yer yer diğer beylerle ilişkilenir. İddialı bir çıkış gibi görünen bu çıkış, ayrı din ve azınlıklara öncelleri hoşgörülü yaklaşır. Bedirxan'ın kimi komutanı Ermeni'dir. Kimisi Asurî’dir. Bedirxan Bey güç elde edip iyice sınırlarını genişletince-İngiliz ve ABD misyonerleri ve ajanlarının da-kışkırtmasıyla Süryaniler, Bedirxan Bey’e karşı isyana teşvik edilirler. Önceleri farklı halk ve dini inanç gruplarına saygılı yaklaşan Bedirxan, İngilizlerin oyununa gelerek halklara karşı katliama varan eylemlere girişir.
Osmanlılarla çatışmalar başlayacaktır. Yukarıda söylenen bölgelerde, isyanlar gelişecek ve Osmanlı zor durumda bırakılacaktır. Osmanlıların büyük bir ordusu Bitlis ve Van’dan, Cizre üzerine yürüyecektir. Bedirxan Miks yakınlarında Osmanlı ordusunu karşılamak için tüm gücünü toplayarak karşı hamle yapmaya çalışacaktır.
Bedirxan Bey'in asıl güçlerinin olduğu Hakkâri, Botan, Van üçgenindeki dağlık bölgeye yönelir. Osmanlı ordusu bu bölgede güçlü bir direnişle karşılaşırken, kanlı geçen çatışmalarda iki kez geri çekilmek zorunda kalır. Daha sonra yedek kuvvetlerle, özellikle toplarla desteklenen Osmanlı ordusu yine saldırıya geçer. Ancak yine sonuç alamazlar. Topal Osman, Bedirxan'ın direnişini görerek savaşa devam etmekle beraber, asırlık Osmanlı hilekârlığına başvurur; rüşvet ve sınırsız rütbe vaatleriyle Bedirxan Bey'in yeğeni ve aynı zamanda merkez olan Botan askeri gücünün komutanı Yezdan Şer’i kandırır.
Bedirxan’ın kendi yerinde bir nevi Cizre komutanı olarak bıraktığı yeğeni Yezdanşêr'e Osmanlılar taht ya da bey olma sözü vererek yanlarına çekerler. Geri cephenin düşmesinden öteye, geri cephe de Bedirxan’a karşı bir cephe olmuştur. Bu durumu öğrenen birçok Kürt beyi, Bedirxan’a yardımlarını çekeceklerdir. Bedirxan yenilerek geri çekilecek, en sonunda Kor Kandil denen alanda Osmanlılara teslim olacaktır.
Ancak Bedirxan beyin ne kadar Osmanlıya karşı olduğunu biraz açalım. Osmanlılarla ideolojik bir çelişkisi olmadığını yukarıda değinmiştik. Asıl çelişkisi giderek sınırlandırılan beylikleri ve iktidarlarıdır. Teslim alındıktan sonra Bedirxan ailesi Kürdistan’dan, İstanbul’a sürülecektir. Bunu bildiğimiz sürgün olarak anlamamak önemlidir. Bedirxan ailesinin çocukları okutulacak ve Osmanlının önemli mevkilerinde görevler alacaklardır. Örneğin Mir Emin İstanbul’da polis şefi gibi bir göreve gelebiliyor. Girit’te yaşayan Mir Bedirxan ise Yunanlar isyana kalktıklarından Makedonya ve Girit’teki isyanları Osmanlı paşa rütbesiyle, görevli olmadığı halde bastırmasında ve ezilmesinde görüyoruz. Başka bir söylemle direnişe kalkan Bedirxan, Osmanlının bir komutanı olarak başka halkları bastırmakla görevlendirilmiştir. Bu da Bedirxanların Osmanlarla bir çelişkilerinin olmadığına işarettir. 1868 yılında vefat eder. Öldükten sonra da maaşı, ailesi için bir kuşak daha devam etmiştir. Oğullarından yedi tanesi, paşa rütbesiyle Osmanlı ordusuna girmiştir. Bedirxan Beyin Girit’teki direnişi bastırmasından dolayı İstanbul’a gelmesine izin verilmiştir. Bu arada Bedirxan'ın, Osmanlı vezirine maaşının arttırılması için verdiği dilekçe ise Bedirxan’ın bir isyan gerçekleştirmediğinin işareti olduğu kesindir . Dilekçe bir yandan yenilmiş bir sultanın kendi mülkü üzerinde hak talebini yansıtan bir içeriğe sahipken, diğer taraftan Osmanlının emektar, eski bir yöneticisinin -kulunun- isteklerini yansıtmaktadır. Dilekçede maaşının artırılmasını ya da Kürdistan’da kullanılmasına izin verilmeyen toprakları için kullanım hakkı ister. Bunun yanında devlette memur olarak çalışan yakınlarının kıdemlerinin artırılmasını talep eder. Ardından şöyle der; “Sözün kısası aciz kulunuzun, padişahımızın merhametinden başka sığınacak yeri yoktur. Dertlerimi kabul ve lütuf ile dinleyecek olan zatı devletlerinden başka sığınacak yerim yoktur.” (Malmisanij)
Bundan çıkan sonuç; direniş önderlerinin görünüşte gevşek siyasi bağlarla da olsa, tabii oldukları egemen devletin geleneksel yapısına, tarihsel bağlarla bağlı olduklarıdır. Direnmiş olanlar, egemen devlet tarafından tekrar kendisinden sayılmıştır. Bazen affedilerek tekrar görevlendirilmişlerdir. Kuşkusuz bu yaklaşımın başka birçok nedeni de vardır. En başta direniş önderlerinin içinden çıktıkları toplumdaki etkilerinden dolayı devletin bilinçli bir politika yürütmesidir. Ama bununla beraber bu kişilere sahip çıkması, daha çok da bu ailelerin sonraki kuşaklarını da devletin hizmetine sokmasının bir sebebi de, bu kesimi sürekli olarak kendisinden bir parça olarak kabul etmesinden kaynaklanmaktadır.
Söylenmek istenen işgalcilerin hep isyan diye dile getirdikleri sadece ve sadece haklı olan direnişler olmasıdır. Bu direnişlerin başarılı olmaması bu direnişlerin haklı olmadıklarını elbette ifade etmez.
---
KILIÇDAROĞLULARINI, KAMER GENÇLERİ VE ÇELİKLERİ ANLAMAK İÇİN
Kürdistan’da yaşanan direnişlere devam edelim.
Yezdanşer Osmanlıya bağlıdır. Daha doğrusu Kürdistan’daki beylerin ağırlıklı bir bölümü, belki de tümünün Osmanlıyla bir sorunları yoktur. Osmanlıyla tek sorunları, Osmanlının yüz yıllar önce imzalamış oldukları antlaşmayı ayaklar altına alarak Kürdistan’a sefer yapmalarıdır. Bunun içindir ki Kürtler, daha doğrusu Kürtlerin mirleri Osmanlının bu antlaşmalara sadık kalması için Osmanlının saldırılarına karşı direnmişlerdir. Ve bundandır ki Kürt mirleri Osmanlının en küçük uzlaşma emare gösterisinde hemen Osmanlıya yaklaşmışlardır.
Buna iyi bir örnek Yezdanşer'dir. Bedirxan’ın direnişinde Osmanlının yanına geçerek Botan Miri olan Yezdanşer, Osmanlının Kürtlerin özerkliğine karşı olmadıklarına inanmıştır. Ve bundandır ki amcası olan Bedirxan’a sırt çevirmiştir. Ne var ki Yezdanşer üç yıl sonra görecektir ki Osmanlının asıl amacı Kürdistan’ı işgal etmektir. Yani Kürt mirliklerini artık kabul etmemektedir. Ve bunun sonucudur ki Yezdanşer Osmanlıya karşı direnişe geçecektir. Burada gördüğümüz yine isyan değildir. Ayaklanma değildir. Yani bir devlet yapılanmasını tanımama değildir. Ya da bu devlet yapılanmasının yerine başka bir devlet yapılanmasını kurma değildir. Burada yapılan sadece ve sadece direniştir. İncitilmiş gururun, gururların yeniden tesisidir. Yeniden geçmiş antlaşmalara sadık kalması için Osmanlıya bir çağrıdır.
Yeniden dile getirecek olursak: Yezdanşêr, Bedirxan Bey'in kıyımında yaptığı ihanet karşısında, Bedirxan Bey'in yerine Cizre beyi olarak atanmıştır. Ancak Osmanlıların Cizre beyliğini yeniden canlandırmaya niyetleri yoktur, olaylar bastırılıp tehlike atlatılınca, Yezdanşêr'e de gerek kalmayacaktır. Onu uzaklaştırmak, yerine bir Osmanlı paşası atamak ve bölgedeki Kürt beyliklerinin tümünü ortadan kaldırmak için yeni düzenlemelere girişirler. Umduğunu bulamayan Yezdanşêr, Osmanlıya karşı iç cephe açmak için, onun Kırım Savaşı'nın elverişsiz konumundan yararlanmak isterler. Direniş, hızla genişler. Direniş alanı içinde yaşayan farklı ulusal azınlıklar; Süryaniler, Ermeniler, Rumlar da katılmışlardır. Bu dönemde insanlar bir kurtarıcı arayışı içindeydiler ve bu rolü bu kez Yezdanşêr oynar.
İngilizlerin Musul konsolosu, Kürt aşiretlerin arasına ikilik sokar ve Yezdanşêr'in Osmanlıyla uzlaşması için yoğun çaba gösterir. Yezdanşêr, politik tutarsızlığı ve verilen vaatlere hemen kanması nedeniyle Osmanlıyla görüşmeyi kabul eder. Musul’daki İngiliz konsolosunun sözde kişisel güvencesiyle, sözde görüşme vaatleriyle, tuzağa düşürülerek İstanbul'a gönderilir ve orada tutuklanır. Lidersiz kalan direniş kısa sürede dağılır.
Hep aynı dokuyla karşı karşıya kaldığımızı burada yine görüyoruz. Direnen, daha birkaç yıl önce o dönemin en büyük direnişini kendi yetki, mevkii ve bireysel menfaatleri için satan, pazarlayan Yezdanşêr’dir. Bu kez de o direnişe geçecektir. Çünkü bireysel çıkarların zamanı geçmiştir. Osmanlı kendisini yeterince güçlü hale getirmiştir. Bir işbirlikçiye ihtiyacı yoktur. Özcesi kullanım değeri kalmayan bir Yezdanşêr'i ne yapacaktır ki? Bu bir. İkinci bir dipnot da İngilizlerin oyununa yeniden yeniden düşülmesidir. İngilizlerin ipiyle kuyuya inmek, herhalde her zaman kuyunun dibini boylamakla sonuçlanmaktan öteye bir sonuç doğurmuyor.
Osmanlıya karşı bu ve benzer direnişler 1800’lerin sonlarına kadar sürecektir. Tüm direnişlerde aynı doku vardır. Osmanlıya karşı rahatsızlık vardır. Bunun için önce uzlaşma arayışı olmayınca daha doğrusu Osmanlı bu uzlaşmayı kabul etmeyince direniş, direnişler yenilgiyle sonuçlanınca bu kez yeniden Osmanlıyla uzlaşma.
Kürtlerin direnişlerin bir yönü budur. Bir diğer yönü ise direnenleri ve ailelerini sürgüne göndermeleridir. Başka bir yönü ise kendi hakim sistemleri içine alarak eritme politikalarına tabi tutmalarıdır. Bu yönün hiç şüphe yoktur ki çok trajik bir yüzü de vardır. O da yenilgiye uğratılanların, ailelerinin ve onların cümle cemaatinin çocuklarına el koyarak, kendi okullarına alarak, kendi zihniyet yapılanmasında geçirerek kendi adamı, yani ajanı yapmalarıdır.
Evet, 19. yüzyılda bastırılan isyanların ardından, isyana katılan, kimi zaman ailenin tüm fertleri Bedirxan isyanında görüldüğü gibi sürgün ediliyorlardı. Kimi zaman da çocukları alınarak İstanbul’da Babıâli okullarında yetiştiriliyorlardı. Ne de olsa geleceğe yatırım gerekiyordu. İstanbul’da aşiret okulları bu nedenle açılıyordu. İşbirlikçi aşiret reislerinin ve işbirlikçi ailelerin çocukları, bu okullarda eğitim altına alınıyordu. Tabii direnenlerin çocukları da ıslah edilmek amacı yanında emniyet sübabı olarak bu okullar da rehin olarak yetiştiriliyorlardı. Yetişenlerden bazıları Hamidiye alaylarında görevlendiriliyordu, diğerleri Babıâli bürokrasisi içerisinde görevlendiriliyordu. Şeyh Ubeydullah Nehri'nin sonradan idam edilecek olan oğlu Şeyh Abdulkadir, Senato Başkanı olabiliyordu. Bedirxan’nın oğlu Emin Bedirxan, askeri istihbarat şefi olabiliyordu.
Bu çocuklar okullarda esasen içine doğdukları topluma yabancılaştırılma eğitimi alacaklardır. Bununla yetinmeyerek, burada yetişenlerin eliyle bir toplum ıslah edilmek istenir. Ne de olsa bunlar tanınmış ailelerin evlatlarıdırlar. Bunların kazanılmaları halinde, bir toplumu kendisinden uzaklaştırmak için iyi bir göstermelik yakalamış olacaklardır. Bir de bu kendilerinden uzaklaşmış olanlar dil bilirler. Yazı bilirler. Kalemleri iyi yazar. Giyim kuşamları yetiştirenlere benzer. Böylelikle bu yetiştirmeler, bir toplumu belleksizleştirmek için bürokrasilerde, gerektiğinde etkili yerlerde görevlendirilirler. Yazıp-çizdikleri için öne çıkabilirler. Düşünme ve konuşma güçleri olduğu için bunlar-yetiştirme de olsa-gittikleri yerlerde, geçmişin saygınlığından dolayı yer edinirler. Halk değer verir. Bağrına basar. Ne de olsa geçmişte direnişlerde yer almış olan ailelerin soyağacıdırlar. Evlatlarıdırlar. Bunların çok azı-ki istisnalar kaideyi bozmaz derler-halka yönünü vererek, halk için bir şey yapar. Ancak büyük bir çoğunluğu kendi toplumundan uzaklaştığı için Mangurtlaşmayı yaşar.
Bugünün tablosuna ne kadar da uyuyor…
Kılıçdaroğlu gibiler böyle yetiştirilmişken nasıl Dersimli olabilirler ki? Ya da Kamer Genç’in Türklüğü böyle daha iyi anlaşılmış olmuyor mu? Yine Akepe’li olan Hüseyin Çelik’in neden kraldan daha kralcı olduğuna başka eklenecek bir şey var mı?
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Türkiye’de Yeşil Türkî Faşizm Kürtlere karşı giderek çok ileri düzeyde bir soykırım politikası uyguluyor. Tarihte bildiğimiz, okuduğumuz, duyduğumuz soykırımların aksine yeşil Türkî faşizm çok sinsice, plan dahilinde belirledikleri bir yol haritasıyla, uzun vadeye yayılmış bu soykırımı tüm insanlığın gözlerinin içine baka baka uyguluyorlar. Ve bu insanlık suçunu işlerken de geçmişte işlenmiş olan soykırım girişimlerini, katliamları ve bilumum bu minvalde ele alınacak olan insanlık suçlarını eleştirerek, hatta kendince gündemleştirerek karşı çıkıyorlar. Böyle olunca bir tarafta günümüzde, daha doğru yaşadığımız an’da soykırım işlerken geçmişte yaşanmış olan insanlık trajedilerine güya sahiplenerek ne kadar hümanist ve ne kadar demokrat olduklarını söylemiş ve göstermiş oluyorlar.
Evet, Yeşil Türkî Faşizm tam gaz Kürtlere karşı bir soykırım uyguluyor. Bu soykırımı uygularken ilk elden yaptığı ve uygulamaya koyduğu asimilasyondur. Yani eritmedir. Kendi özünde çıkartarak kendine benzetmektir.
Kürt halk Önderliği asimilasyon hakkında şöyle der; “Asimilasyon kavramı uygarlık toplumlarında iktidar ve sermaye tekellerinin kölelik statüsü altına aldıkları toplumsal grupların üzerine uyguladıkları ve kendi eki, uzantısı durumuna indirgemek için tek taraflı ilişki ve eylemini ifade eder.
Asimilasyonda esas olan iktidar ve sömürü mekanizmasına en az maliyetle köle oluşturmaktır. Asimile edilen grubun öz kimliği ve direnci dağıtılıp kırılarak hakim elit içinde hizmetlerine en uygun kölelerin derlendiği konuma düşülür. Burada asimile edilen köleye düşen temel işlev efendisine mutlak benzeşme, eki, uzantısı olma uğruna her tür çabayı göstererek kendini kanıtlamak ve böylelikle sistemde kendine yer yapmaktır.”
Dediğimiz gibi Yeşil Türkî Faşistler soykırımı Kürt halkına karşı asimilasyonla at başı götürmektedirler.
Nedir soykırım ya da jenosit:
“Asimilasyon yöntemleriyle üstesinden gelinemeyen halkın, azınlıkların, her türlü farklı din, mezhep, etnik grupların fiziki ve kültürel olarak tamamen tasfiyesini amaçlar. Fiziki soykırım yöntemi genellikle hakim elit kültürüne, ulus-devlet kültürüne göre üstün konumda olan kültürel gruplara uygulanır. Bunun tipik örneği Yahudi kültürüne ve halkına uygulanan jenositlerdir. Tarih boyunca Yahudiler hem maddi hem manevi kültür alanında en güçlü kesimleri oluşturduğundan karşıt kültürlerin fiziki darbe ve imhalarına maruz kalıp sık sık pogrom denilen soykırımlara da uğratılmışlardır.
İkinci soykırım yöntemi olan kültürel soykırım denemeleri ise daha çok hakim elit ve ulus-devlet kültürüne göre zayıf ve gelişmemiş durumda bulunan halk, etnik ve inanç gruplarının üzerinde uygulanır. Temel mekanizma olarak hakim elit ve ulus-devletin dil ve kültürü içinde tümüyle tasfiye olmaya amaçlayan başta eğitim olmak üzere her türlü toplumsal kurumların cenderesi içine alınıp varlıkları sona erdirilmeye çalışılır. Fiziki imhaya göre daha sancılı ve uzun sürece yayılmış bir soykırım türüdür” diyor Kürt Halk Önderliği.
Yeşil Türkî faşistler bugün Kürdistan’da sadece asimilasyona dayalı olarak bir soykırımı uygulamaya koymuyorlar. 21. Yüzyılda çağ atladıklarını söyleyen bu Yeşil Türkî Faşistlerin marifetiyle halen mahkemelerde insanlar Kürtçe konuşuyorlar diye yargılamalık olabiliyorlar. Yine 21. Yüzyılın parlayan güneşi olduklarını iddia eden bu zatlar halen Kürtlerin anadillerinde eğitim görme hakkı için “asla olamaz” diyorlar. Yine Kürtlerin kendilerini yönetebilme haklarına “katiyen hayır” diyorlar.
Evet, 21. Yüzyılda yaşıyoruz ancak Kürtlere sistematik olarak Kunta Kintalara 200 yıl önce uygulananlar halen uygulanıyor ve bu anti insani durum reva da görülüyor.
Yukarıda kültürel soykırımda: “Temel mekanizma olarak hakim elit ve ulus-devletin dil ve kültürü içinde tümüyle tasfiye olmaya amaçlayan başta eğitim olmak üzere her türlü toplumsal kurumların cenderesi içine alınıp varlıkları sona erdirilmeye çalışılır” deniliyordu.
Evet, 21. Yüzyılda Kürtlere yapılan tam da budur. Kürtleri eritmek, kendilerine benzetmek, olmazsa kendisi olmaktan çıkartılarak başka birisi yapılması için sistematik olarak özel bir çalışmanın yürütüldüğü her geçen gün daha fazla gün yüzüne çıkıyor. Eskilerde Kızılelmacı İttihatçı ya da Kemalist Türkî Faşistler bu kendi olmaktan çıkarmayı çok açık ve kabaca yaparlardı. Bunu yaparlarken Kürt denen bir şeyin olmadığını söylerlerdi. Hatta kart kurt teorileri vardı. Özünde Türk olupta kendi gerçekliğini unutan bu insanlara ders verilmesi gerektiğini söylerlerdi. Ve doğrusu bunu yaparlarken yaptıklarını gizlemezlerdi. Çünkü Kürt demek zaten isimsiz olmaktı. Tarihsiz olmaktı. Kimliksiz olmaktı. Evet, Kızılelmacı Türkî Faşistler asimilasyonu da, soykırımı da harbi yaparlardı, aleni yaparlardı halk deyimiyle “mertçe” yaparlardı. Ve biz Kürtler bu faşizmi bilirdik. Buna göre de kendimizi konumlandırırdık. Ya direnişi seçerdik ya da devletin ajanı olmayı. Ya direnişçi ya da ihanetçi, hain olmayı.
Şimdiler de Yeşil Türkî Faşistler bu asimilasyonu ve soykırımı; bir, dini yani İslami kisve adı altında saklıyorlar. (Bu başka bir makalenin konusudur.)
İki, Kürtleri tanıdıkların söyleyerek, kardeşlik adı altında yapıyorlar. Haklarınızı tanıyoruz diyerek yapıyorlar.
Ve bir de dört, hukuk yani yargının yoluyla yapıyorlar.
Örneğin: Adana valisi Molotof atmayı silah kapsamına alacağını söyledi ve Molotof bomba kapsamına alındı.
Batman valisi trene taş atan çocukların ailelerini trene bindirerek çocuklara taş attıracak.
Diyarbakır valisi ise taş atan çocukların önce ailelerine yüklü parasal ceza verecek, eğer bir değişiklik olmazsa çocukları ailelerden yani Kürt ailelerden alarak Fetullah’ın Sevgi evlerine verecek.
Tabii daha önce Akepe’li olan Rize belediye başkanının “herkesin kendisine ikinci bir Kürt kadını getirmesi” cümleleri kamuoyuna yansımıştı.
Birkaç gün önce Mir Dengir Fırat’ın TRT-6’da Kürtçe çocuk programlarının yasak olduğunu söylediğini de Neşel Düzel’le yaptığı röportajda öğrendik.
Yukarıda sıralanan bu birkaç olaydan yola çıksak bile Yeşil Türkî Faşistlerin tam gaz Kürt halkını, onların gençlerini, çocuklarını eritmek ve adım adım kültürel olarak da soykırımda geçirerek tam da Kürt halk önderliğinin belirttiği “varlıklarını sona erdirme” politikasının ne kadar insanlık dışı yöntemlerle pratikleştiğini rahat görebilirsiniz.
Özcesi: Kürtlere karşı dediğimiz gibi tam gaz bir kültürel soykırım uygulanıyor. Bu tür asimilasyonist soykırımcı Hukuk Faşizmine karşı: Başta Kürtler olmak üzere, Kürtlerin dostlarını, Kürtlerle birlikte yaşayan komşu halkları ve tabii ki tüm demokratları, liberalleri, sanatçıları, feministleri, solcuları, anarşistleri cümle cemaat kendisine insanım diyen herkesi bu asimilasyonist, soykırımcı hukuk faşizmine karşı durmaya çağırıyoruz.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
5 Aralık günü sabah saatlerinde Şırnak’ınGabar dağına bağlı Şehit Sılav alanına yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafından savaş uçaklarıyla bir bombardıman düzenlenmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 7 Aralık günü 20.00-20.30 saatleri arasında Medya Savunma Alanları’na bağlı Xakurke’nin Gunde Faxır alanına yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafından savaş uçaklarıyla bir bombardıman düzenlenmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 6 Aralık günü 20.00-22.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap’ın Çiyareş alanı ile Ditaza, Marya ve Sernê köylerine yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar