Halkımızın bir deyimi vardır, “eğri otur, doğru konuş” diye. Eğri oturulsa da doğru konuşulduğunda toplumun ahlaki ölçülerine denk yaklaşım gösterilmiş olur. Yok, eğer doğru oturulmuş olsa da yanlış konuşmak ise toplumun ahlaki değerlerine ters düşmek olduğu gibi ahlaksızlık olur.
“Söz ve anlam birbirine bağlıdır ama anlam sözden daha güçlüdür. Anlam söz ile dillendirilir ama söz onu yeterince izah etmeyebilir. Çirkinliğin olduğu yerde güzellik olamaz, ikisini birlikte uzlaştıramazsın, biri diğerinin inkârıdır. Çünkü çirkinlik güzelliğin inkârıdır. Sizi özgür yaşama ulaşmaya yönelten şey “kötü” dediğinize karşı duyduğunuz büyük öfkedir, mevcut olana duyduğunuz kindir.”
Mevcut olan gerçekten çok kötü olduğu için kin duymak yanlış değildir. Tersine kötü olana karşı kin beslememek, bu kötüyü olduğu gibi kabul etmek tek kelimeyle insan olmaktan çıkmaktır.
Yuhanna İncilinin ilk cümlelerinden birinde bir belirleme var. “Başlangıçta söz vardı. Söz tanrıyla birlikteydi ve tanrı sözdü” deniliyor. Sözün ise yalansız olması, doğruluktan şaşılmaması gerektiği de ortadadır.
“Denir ki, yalan söylemenin çeşitli türleri vardır; fakat bunlardan en iğrenç olanı, gerçeği, bütün gerçeği söylemek ve bunu yaparken olayların ruhunu gizlemektir. Zira olayların içi her zaman boştur; olaylar, içlerine doldurulan duyguların biçimini alan kaplardan başka bir şey değildirler.” Bugünlerde yapılan tek kelimeyle budur.
“Arefe günü yalan söyleyenin, bayram günü yüzü kara çıkar” derler, yine “Korku, yalan doğurur” derler. Bunun için de: “Az yalan söylenemez, yalan söyleyen her yalanı söyler” dememiz de gerekiyor. Başka bir deyimle: “Dünya tükenir, yalan tükenmez” misali Türkiye cumhuriyeti devleti yalan söylemekten bir türlü vaz geçmiyor.
Yalan, özel savaş rejimlerin en etkili silahlarından birisidir. Hatırlayalım 1970’lerde Şili’de halkçı olan Salvatore Allende’yi iktidarda almak için o yıllar çok etkili olan “yirmi yalan bir doğru eder” prensibiyle hareket etmiş ve Allende’yi halkın gözünün önünde bu yalana dayalı savaş biçimiyle alt etmişlerdir.
“Özel Savaş olarak ele aldığımız olgu, sınıflı uygarlıklar boyunca geliştirilen baskı ve egemenlik aracı olarak başvurulan savaşın bir biçimidir. Değişen koşullara göre sürdürülen bir savaş biçimi oluyor. Özel savaş, siyasetin şiddet araçlarıyla sürdürülmesi değildir, ama şiddet araçlarının kullanılmasını da içeriyor. Onun için özel savaş egemenler ve sömürücüler tarafından topluma karşı her alanda sürdürülüp, ilan edilmiş olan bir savaşı simgeler. Özel savaş kapsamına sadece ekonomik, siyasal, askeri, kültürel alanlar değil, bir bütün olarak insana ve topluma karşı savaş da giriyor. Kısacası toplumla ilgili ne varsa bunlar özel savaş kapsamına giriyor.”
Toplumla ilgili olana karşı savaşı, özel savaşla en çok yalanla yürütüyor faşizan devletler. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi TC devleti direnişçi, özgürlükçü, devrimci güçlere karşı en çok kullandığı silah, yalan silahıdır. TC devletini birkaç adım aşan bir güç ise bu konuda AKP’dir. AKP Şili’de uygulanan “yirmi yalan bir doğru eder”i çok daha ileriye taşırmıştır. AKP artık “bin yalan bir doğru etmese bile, yine de bu yalan söylenmelidir” diyerek kendisine karşı olanlara karşı müthiş bir yalan kampanyasını yürütüyor.
Örneğin en son “dağlara çocuklar kaçırıldı” yalanını günde bin kere söyleyerek kendilerince bir doğru çıkarabilecek umuduna kaptırdılar. Bir doğru etmeyeceğini bilseler de yine de bu yalana devam ediyorlar.
Öyle görülüyor ki bu yetmedi, dağa çocukları gönderenlerin kendi çocuklarını Amerika’da Harvard’larda ve İngiltere’nin Oxford’unda okuttuklarını dillendirmeye başladılar. Bu yalan öyle tutmuş olmalıdır ki, Kürdistan'da polisler bile Toma ve Panzerlerinin içerisinde megafonla konuşurken; “siz burada eylem yaparken, sizi buraya gönderenlerin çocukları yurtdışında okuyor” demekten kendilerini alamıyorlar.
Ve birde sözde Amed’de çocukları kaçırılanlar ise, “neden benim çocuğum dağa gidiyor sizin çocuğunuz Amerika ve İngiltere’ye okul okumaya gidiyor” diye tempo tutturuyorlar.
Bu da yetmiyor benzer söylemleri RTE’da kullanıyor. Haydi, biz yukarıda yalanlara çanak tutarak katılanları anlıyoruz da, peki sana ne oluyor RTE?
Senin çocukların nerede okul okudular acaba?
Örneğin Türkiye’nin gündeminde bir türlü düşmeyen Oğlun nerede okudu?
Ya Kızların nerede okudu? Hani birde muhafazakâr olduğunu söylüyor ancak kızları ise yurtdışında, kapitalizmin merkezinde okumadılar mı?
“Tencere dibin kara seninki benden kara” mı demeli? Yoksa “Tencere yuvarlanmış kapağını mı bulmuş” demeli?
Halbuki hafıza kaybı ve balık hafızalı olmayan biri bilir ki daha birkaç gün önce Türkiye devletinin cumhurbaşkanı Amerika’ya –hem de Harvard üniversitesinde- oğlunun mezuniyet törenine katılmak için gitti. Biz sadece bu birkaç örneği verelim, diğer örnekleri ise dibi birbirine benzeyenler sıralasınlar.
Yukarıda ifade etmiştik, “eğri oturun ama lütfen az da olsa doğru konuşun” diye. Tüm dinlerde yalan kesinlikle yasaktır. Suçtur. Dini tabirle günahtır.
Haydi, insanlardan korkmuyorsunuz onu anladık, bari Allah’tan korkun ve artık sunturlu ve kuyruklu yalanları söylemekten vazgeçin, yalan atmayı bırakın.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
“Toplumsallığın kendisi bir ruhtur” denilir. Bu bağlamda toplum bir ruhsal birlik anlatımıdır, ifadesidir demek en doğru yaklaşımdır. Ne var ki yabancılaşmış bir toplum ise bu anlamda ruhsal birliğinden kopmuş demektir ki, bu da toplum olmaktan çıkmaktır.
Bizde biliyoruz ki “toplumsallık insansal yaşamın varoluş koşuludur, toplumsallık olmadan yaşam olmaz.” Çünkü yaşamın kendisi toplumsallıkla anlam kazanır, toplumsallıkla var oluşunu sürdürebilir.
Topluma ait olan bir insan bu gerçekliği bildiği için yaşama saygısı olan insan hassas olur ve böyle de yaşar. Büyük yaşam davaları olanların büyük korkuları vardır. Doğru yaşamak isteyenin temel görevi de yaşamı anlamaktır. Yaşamı doğru anlamak ise yaşamın özünü yani hakikatinin peşine düşer. Bu bağlamda da hakikat arayışı yaşamı anlama arayışıdır ve bu arayışı yapan bireydir. Sensin ve benim, tüm insanlıktır. Yani, hakikat sendedir dolayısıyla yaşam sendedir.
Sömürgecilik bu yaşam hakikatini yitirilmesini esas alan kirli bir politik yönelimdir. Çünkü sömürgecilik öncelikli olarak bir toplumu ayakta tutan en temel var oluş gerekçelerine saldırarak onu yıkımı esas alır.
Özcesi sömürgecilik kirleticidir. Çirkinliğin olduğu yerde ise güzellik olamaz, ikisini birlikte uzlaştıramazsın, biri diğerinin inkârıdır. Yani doğal olan, olması gereken bastırılsa, özünden kopartılırsa orada güzellik değil çirkinlik gelişir.
Herkeste bilir ki çirkinlik güzelliğin inkârıdır. Sizi özgür yaşama ulaşmaya yönelten şey “kötü” dediğinize karşı duyduğunuz büyük öfkedir, mevcut olana duyduğunuz kindir. Bununla bir olan, bununla bir araya gelen, buna ses çıkarmayan ise özü itibariyle insan olma duyarlılığını yitiren bir kişiliktir. Yani Uzlaşmacı kişilik kinsiz kişiliktir, bu da toplumların yaptığı tespit olarak tamamen bir kendinden uzaklaşma, kendi olmaktan çıkma, kendi değerlerine ters düşmedir ki buna da “namussuzluk” kategorisine girme deniliyor. Halbuki doğru olan kötülükle, çirkinlikle bir araya gelme değil, tersine iyi olanla bir araya gelmek olmalıdır. Bir ustanın dediği gibi: “İnsan iyide birleşir kötüde uzlaşır.”
Uzlaşma ise özü itibariyle-ahlaki değerleri dikkate alarak-yapılmıyorsa, ilkelere göre yapılma yerine ürkmekten, korkudan yani boyun eğmeden dolayı yapılıyorsa orada kesinlikle kirli bir uzlaşma var demektir. Şikâyetçilik bir tür uzlaşmaya çağrıdır. Şikâyet dilinin anlamı özü itibariyle “benim üzerime bu kadar geliyorsunuz” demektir, özü budur. “Bana daha az bir baskı uygula, köleliği biraz daha yumuşat ben yumuşatılmış kölelik koşullarında seninle yaşamaya varım” demektir. Bu da uzlaşma dilidir. Şikayetçi dilidir. “Şikâyetçi dil köle dilidir,” hatta köle dilidir ve uzlaşmanın altında insan yoğunlaşınca, köleliği yıkmamanın olduğu görülür, yani kölelikte çakılıp kalma ve kölelik ruhu vardır, bu da özgürlük tutkusu zayıf bir kişiliğin ve toplumun duruşudur. Bunun da insan olmaktan çıkma olarak ele almak yanlış olmayacaktır.
Neden bu böyledir?
“Sömürgecilik kişilikte tahribatı derinleştirir, sömürgecilik toplumu dağıtır, toplumun dağıtılması köksüzlüğe mahkum edilmesi anlamına gelir.” Hele bu Türkiye'de uygulanan biçimiyle bu kültürel kıyımı esas alan bir sömürgecilik biçimiyse ona dayanıyorsa, bu kültürel kıyımın, soykırımın sonucu, hasta bir toplumsal yapının ortaya çıkışıdır. Böylesi bir ortamda ancak Patolojik kişilikler doğar.
Tüm sömürgeci yapıların ortaya çıkardıkları yapılar patolojiktir. TC devleti de Kürdistan’ı sömürgeleştirdiği bugünden yana Kürt insanını hasta kılmak için elinden ne gelmiş ise yapmıştır.
Dikkat edelim, TC devleti ve sömürgeciliği kesinlikle Kürt’ü düşürmek için tüm gücünü bugüne kadar aralıksız olarak uygulamaya koymuştur. Eğer bugün sömürgeciliğin okullarına, ordusuna ve tüm kurum ve kuruluşlarına Kürt insanı özelde de gençliği gönüllü gidiyorsa orada kesinlikle kişilik olarak bir patolojik durum söz konusudur. Böyle hareket eden bir kişilik ise hasta bir kişiliktir. Hastalığın ise ruhsallıkla ilgili olduğunu dile getirmeye gerek var mı?
Kürdistan Özgürlük Devriminde üzerinde en çok durulan hususun kişilik sorunu olması bu gerçeklikle bağlantılıdır. Kişilik bozukluklarını çözmeyle ilgilidir. Neden buna gereksinim duyuldu? Çünkü Kürdistan'da muazzam bir kişilik tahribatı varda ondan, gerçek olan budur. Kendi gerçekliğinde bu kadar kaçmak, düşmanı düşman olarak görmemek, çocuğunu TC askerine sanki bir şey yokmuş gibi göndermek, kendi dilini unutturan hatta kendi diline karşı bu kadar hakaret eden, kültürünü hem eriten hem de bitiren böylesine bir eğitim sistemine aksi taktirde neden aileler çocuklarını gönüllü gönderir? Ya da giyim ve kuşamıyla neden ısrarla katledene benzemek için çaba içerisine girilir?
Nedeni açıktır, sömürgeciliğin yarattığı kişiliğin ortaya çıkardığı gerçeklik budur. Ve daha tuhaf olanı ise hasta olanın bunun için farkında olmamasıdır. Hastalığın en önemli belirtisi, kendisini sağlıklı hissetmek duygusudur. Halbuki “tedavi olmamın kendini tedavi etmenin en önemli yollarından biri hasta olduğunu bilmek, hastalığı bilmek, hastalığı teşhis edebilmektir” denilir.
Bu durumu insanın ruhsal duruşuna aktarırsak bireyin kendisini tanıması yani kendisini bilmesi gerektiğidir. Buna ustalar “kendiliğinden bilinç“ diyorlar. Yani kendisi için bilinç…
“Varlık olmak kimlik kazanmaktır, farkında olmak bile kendi kimliğinin farkında olmaktır. Birey olarak bile kendi farkın kimliğindir, onun için kimliksiz olunamaz. Kimliksizlik, insan olmaktan çıkıştır.
Tarih bilinci aynı zamanda kimlik bilincidir. Tarih bilinci nedir? kendini tanımaktır, kendini tanımakta kimliğini tanımaktır.”
Kendi kimliğini tanıyan bir birey ise sömürgeciliğin kararttığı gerçeklikten çıkmış birey demektir. Kendisi olmak demektir. Kendisi olabilmenin yolu ise yukarıda da ifade ettiğimiz gibi sömürgeciliğe karşı durmaktan geçer. Bunun da yolu açıktır, bellidir.
“Kürt halkının içine düşürülmüş olduğu korkunç aşağılanmadan duyduğumuz büyük utancı en büyük güç kaynağımıza dönüştüreceğiz” diyerek, bize bu düşürülmüşlüğü reva görenlere karşı dik durarak, özgürlük kavgasına her şart altında katılmaktır.
Aksi taktirde Ahmet Arif’in şiirlerinde dile getirdiği gibi sadece ve sadece “yaşamak sadece yaşamak yosun solucan harcıdır” gerçekliğini aşmayacağı gibi, yaşamın katledilmesi olacaktır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Son zamanlarda Kürdistan dağlarına çıkan Kürdistan gençlerine dönük bazıları çeşitli değerlendirmelerde bulunuyorlar. Ve bu bazı çevrelerin söylediklerini doğrusu ele almalı ve değerlendirmeye tabi tutmamız gerekiyor.
Şunu peşinen söyleyelim ki Kürdistan’da faşizan zihniyet var oldukça dağlara-özgürlük dağlarına –çıkış ve akış devam edecektir. İstenildiği kadar tedbir alınsın, istenildiği kadar hile ve oyunlara başvurulsun, dediğimiz gibi insanlık dışı faşizan zihniyet var oldukça hiç kimse ama hiç kimse Kürt gençlerinin dağlara özgürlük uğruna mücadele çıkışlarını önünü alamayacaktır.
Eğer gençlerin dağlara akışı durdurulmak isteniyorsa önce Kürdistan’da faşizm son bulacaktır. Kürdistan’da sömürgecilik terk edilecektir. İşgal terk edilecektir. Bu dünyada yaşayan her halk gibi Kürt halkının meşru ve haklı olan hakları geri iade edilecek ve Kürt halkına yaşatılanlar için özür dilenecektir. Aksi taktirde dediğimiz gibi dağlar her Kürt gencinin hatta her Kürdistanlı ve Türkiyeli gencin gönlünde özgürlük arayışının yeri olarak hep ve her zaman kalacaktır.
Bir kere şunu belirtelim ki Kürdistan özgürlük gerillası tek bir genci zoraki olarak dağa almadığı gibi dağlara akan küçük yaştaki Kürt gençlerini geri göndermek için o kadar uğraşmasına rağmen tek birini bile geri gönderememektedir. Gönderemediği için bu gençlerin güvenliklerinin sağlanması için bin bir dereden su getirerek sağlamaya çalışmaktadır.
Bu bağlamda sorun dağlara gençleri zorla getirme değildir. Esas sorun ve esas soru neden bu kadar gencin dağlara aktığıdır. Ve bu soruyu öncelikli olarak sömürgecilik ve bu zihniyetin temsilciliğini yapan tüm sömürgeci kurumlar yapmalıdır.
Kürt gençleri uygulanan bunca özel savaş uygulamalarına rağmen neden dağlara akar?
Neden faşist ve sömürgeci devlet bu kadar imkanlar sunmasına rağmen gençler ısrarla dağlar deyip oraları –yani şehirleri- bırakıp gerillaya akmaktadır?
Neden tüm basınınızla bu kadar karaladığınız, utanmadan hakaret yağdırdığınız gerillayla buluşmak için binlerce genç en büyük zorluklara rağmen dağlara akmaktadır?
Evet, neden bu kadar ailelerine, kendilerine, yaşam alanlarına el atığınız halde körpecik gençler özgürlük dağlarına özgürce nefes alabilmek için gerilla alanlarına çıkmaktadırlar?
Bunlar TC devletine ve onların şeflerine sorulması gerekli olan sorulardır. Ve tabii birde Kürdistan’da sömürgecilik ile yaşanabileceğine inananlara için de soracağımız birkaç sorumuz vardır.
TC devleti zoraki gençlerimizi TC askerliğine alırken neden çocuklarınızı kendi evlatlarınızı öldürmek için bu faşist devletin askerliğini yapmasına izin veriyorsunuz?
Bu faşist devlet sizlerden, tüm Kürdistan halkından zoraki vergi alırken-ki bu devletlerin çalma ve çırpma biçimidir-neden karşı çıkmıyorsunuz?
Kürdistan’da gayri ahlaki ve gayri hukuki ve gayri meşru bir şekilde kalan bir devlete hem de faşist bir devlete nasıl bel bağlayarak onun ekmeğine yağ sürebiliyorsunuz?
Dünyanın neresinde görülmüş ki sömürgecilere el açılmış? Sömürgecilerin yapmak istediklerine destek sunulmuş? Sömürgecilerin yapmak istediklerine arka çıkılmış?
Evet, dünyanın neresinde görülmüş ki sömürgecilerin aklı ile hareket edilmiş?
Evet, Kürdistan’da faşizm ve sömürgecilik doludizgin yaşanırken nasıl olurda sömürgecilik kurumlarına evlatlarınızı gönderebiliyorsunuz?
Dünyanın neresine giderseniz gidin kesinlikle sömürgecilik sömürgeciliktir ve yapılması gerekli olan bir an evvel sömürgecileri ve tüm sömürgeci uygulamaları bir an evvel söküp atmaktır. Bu sömürgeciliğe karşı mücadele etmektir. Ve gerektiğinde ise canını bu sömürgecileri söküp atmak için canını ortaya koymaktır.
Evet, bugün Kürdistan gençleri; bu faşizan sömürgeciliği Kürdistan’da söküp atmak, bir nebze de olsa rahat nefes alabilmek ve de az bir şey de olsa onurlu yaşayabilmek için dağlara akmaktadırlar. Ve gençliğin bu onurlu duruşu oldukça da dediğimiz gibi dağlara akış sürecektir.
Bu olmazsa yani dağlara akış sürmezse sömürgecilik sonuna kadar Kürt halkını sömürgeleştirmek için her şeyi yapacaktır. Nitekim başka halkların yaşadıklarında biliyoruz ki: “Bu meşruluğun tam olabilmesi için sömürge insanının köle olması yeterli değildir, bu rolü kabul etmesi de gerekir. Sömürgeciyle sömürgeleştirilen arasındaki bağ bu yüzden yıkıcı ve yaratıcıdır… Sömürgeleştirmeye hoşgörü gösterdiği sürece sömürge insanının tek olası alternatifleri asimilasyon ya da donup taş kesilmektir” demektedirler. Bu ise: “Kendi omuzları üzerinde başkalarının kafasını taşımaya-gezdirmeye razı” olmak demektir.
Evet, böyle kirli ve düşürülmüş durumu aşmanın tek bir yolu vardır: “Sömürge durumuna alışılamaz; demir bir yaka gibi ancak kırılabilir” diyerek sömürgeciliğe ve uygulamalarının tümünü Kürdistan’da söküp atmak gerekiyor.
Ve bunun ise gerçekten sadece ve sadece bir yolu vardır, o da: Kürdistan gençleri dağlara akacak, Kürt halkının ve Kürdistan’da yaşayan tüm halkların özgürlüğü için er meydanına çıkacaklardır.
Bunun başka da bir yolu yoktur!
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kuşkusuz Türkiye’de demokrasi hareketinin geliştirilmesi ve birliğinin sağlanmasının çok önemli bir alanı da inanç cemaatleridir. Yani dinsel ve mezhepsel topluluklardır. Özünde özgürlük ve eşitlik arayışını içerdikleri için dinler ve mezhepler toplumcudurlar, dolayısıyla demokratiktirler. Bu nedenle de demokratik hareketin çok önemli bir parçası konumundadırlar. Eğer şimdiye kadar bunun dışında kalmışlarsa, bu durumun iki nedeni vardır. Birincisi sol demokratik hareketin yanılgısı, ikincisi ise iktidar ve devlet güçlerinin dini çıkarlarına alet etme yaklaşım ve çabalarıdır.
Demokratik toplum hareketi açısından kuşkusuz bütün dini ve mezhepsel topluluklar önemlidir ve demokrasi hareketinin kopmaz bir bileşenidir. Fakat Türkiye toplumunun çok büyük çoğunluğunun Müslüman olması ve İslamiyet’in egemen güçler tarafından iktidar ve devlete daha çok alet edilmeye çalışılması nedenleriyle Müslüman toplumun durumu çok daha önemlidir. İslami toplumun yaklaşımı diğer tüm din ve mezhep topluluklarının tutumu açısından belirleyici rol oynayacaktır.
Biz HDP’nin yeniden yapılanması sürecinde tüm demokratik güçleri kapsayacak ve birleştirecek bir yaklaşımın esas alınması gerektiğini tartışırken, aynı zamanda Diyarbakır’da Demokratik İslam Kongresi toplanmış ve çalışmalarını büyük bir ilgi ve yoğunluk içinde tamamlamıştır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın önerisi üzerine toplanan ve gönderdiği manifesto niteliğindeki mesajı büyük ilgiyle değerlendiren Kongre’de, çok önemli ve temel konular büyük bir ciddiyet ve derinlik içinde tartışılarak demokratik toplum hareketinin geliştirilmesi üzerinde büyük etkide bulunacak çok önemli kararlar alınmıştır. Dahası örgütlenmeye gidilerek Demokratik İslam Kongresi’nin sürekliliği sağlanmıştır. Böylece Türkiye demokrasi hareketi için çok önemli bir bileşen ortaya çıkarılmıştır.
“Medine İslam’ı” anlayışıyla gerçekleştirilen Demokratik İslam Kongresi, İslam’ın özgürlükçü ve paylaşımcı özünü açığa çıkartarak baskıcı ve sömürücü güçlerin elinden almayı başarmıştır. Emeviler’den beri iktidarlaştırılan ve devletleştirilen İslam anlayışı yerine gerçek toplumcu ve kültürel İslam gerçeğini açığa çıkarmıştır. Böylece Müslüman toplumun devlet ve iktidar aracı yapılmasını deşifre etmiş ve bu toplumu demokratik toplum hareketinin bir parçası haline getirmiştir.
Bu durumu İslam’ın ve Müslüman toplumun gelecekteki rolü açısından fazlasıyla önemsemek gerekir. Unutmayalım ki, eski çağları bir yana bıraksak da, son atmış yıldır DP, AP, ANAP ve bugün de AKP elinde İslam’ın iktidar ve devlet çıkarına alet edilmesi Türkiye’nin faşist ve oligarşik bir düzenin egemenliği altına sokulmasında belirleyici rol oynamıştır. Geçen sürecin pratiği kanıtlamıştır ki, bu oyun bozulmadan geniş toplum desteğine ulaşmak ve demokratik bir sistemi geliştirmek mümkün değildir. Demokratik İslam Kongresi egemen güçlerin çok ustaca ve sinsice oynadıkları bu oyunun bozulması açısından çok önemli sonuçlar yaratmıştır.
İslam’ın toplumcu gerçeğinin ortaya konması, özgürlükçü ve paylaşımcı özünün açığa çıkartılması ideolojik açıdan da çok büyük önem taşımaktadır. Özellikle “Anti-kapitalist Müslümanlar” tanımı, İslam’ın kapitalizm karşıtı olduğunun açığa çıkartılıp ortaya konması çok daha fazla önemlidir. Gerçekten ve bütünlüklü anti-kapitalist olmak demek, tam bir özgürlükçü, eşitlikçi ve paylaşımcı olmak demektir. Demokratik sosyalizm gerçeğinin de tamı tamına bu olduğu açıktır. Tutarlı ve bütünlüklü anti-kapitalistlik gerçek sosyalist olmayı ifade eder.
İslam’ın anti-kapitalist olduğunu ortaya koymak çok önemli bir görüştür. Bu görüş Avrupa sosyal biliminin iddia ettiği gibi kapitalizmin son beş yüzyıllık sürede Avrupa’nın bulduğu ve gerçekleştirdiği bir hamle olduğu anlayışını mahkum ettiği gibi, kapitalizmin neden Ortadoğu’da ve İslam Aleminde gelişemediğini de ifade etmektedir. Tabi aynı zamanda son iki yüzyıldır tam bir işbirlikçilik ve ihanet konumunda kendilerini kapitalist modernitenin ajanları yapanların maskesini de düşürmektedir.
İslam’ın kapitalizmle uzlaşamayacağının açığa çıkartılması tüm Müslüman toplumların demokratik gelişimi açısından önemlidir. Özellikle son kırk yıldır “Ilımlı veya radikal İslam” adı altında kapitalist modernite ile uzlaşma ve bütünleşme çabalarının mahkum edilmesi ve bu tür hareketlerin maskelerinin düşürülüp kapitalizm ajanı olduklarının ortaya konması Müslüman toplumlarda demokratik devrimin gelişmesinde büyük rol oynayacaktır. Kapitalist birikimin hırsızlık sayılarak reddedilmesi yeni bir paylaşım hareketini ortaya çıkartacaktır.
Kuşkusuz kültürel İslam gerçeğine bağlı olanların sadece söz konusu doğruları ortaya koymaları ve bunu propaganda etmeleri yetmez. Bu görüşü çeşitli biçimlerde örgütlü kılmaları ve kendilerini demokrasi hareketinin bir parçası haline getirmeleri de gerekir. Bunu söylerken, hemen ve mutlaka partiler kursunlar ve güncel siyasetin içine girip iktidar kavgası yürütsünler demiyoruz. Elbette isteyen çevreler partiler de kurabilirler, anlayışları gereği iktidar siyaseti değil de demokratik siyaset de yürütebilirler. Fakat daha önemlisi İslami yaşam baştan beri zaten topluluk yaşamıdır. “İslam Cemaati” en önemli ve güçlü kavramdır. Yani İslami yaşam cemaatseldir, toplumsaldır, paylaşımcıdır.
İşte şimdi de geliştirilmesi gereken demokratik çerçevedeki bu cemaat sistemidir. Parti olmak yanında ve ondan daha çok İslami toplum çok çeşitli biçimlerde yaşanan cemaat düzenini geliştirebilir. Kültürel İslam anlayışının bu temelde kendini örgütlü kılması ve hangi tür örgütlenme olursa olsun, söz konusu örgütlenmeleri ile kendini Türkiye demokrasi hareketine katması ve bu temelde demokratik siyasette rol oynaması gerekir ve bu çok önemlidir. Sadece bir anlayış olarak kalıp örgütlenmemek ne kadar yetersizse, örgütlenip de demokrasi hareketine katılmamak da o kadar yetersizdir. Böyle bir yetersizlik kesinlikle yaşanmamalıdır.
Tabi bu noktada kültürel İslamcı çevreler kadar, diğer demokratik güçlere ve özellikle de sol demokratlara da ciddi görev ve sorumluluk düşmektedir. İslami çevrelerin İslam’ın devrimci ve anti-kapitalist özüne dönerek kendilerini yenilemeleri gibi, devrimci-demokratların da genelde dinlere ve özelde de İslamiyet’e yönelik eski kaba materyalist yaklaşımlarını aşarak kendilerini yenilemeleri gerekir. Kaba laisizm kesinlikle sosyalizm değildir ve sosyalist hareketlerin kitleselleşememesinin de esas nedenidir. Eğer bu yanılgı düzeltilmezse, o zaman sosyalistlerin demokratikleşerek kitleselleşmesi ve halk yönetimi haline gelmesi sadece bir hayal olarak kalır.
O halde yeniden yapılanırken HDP’nin kendisini çok yönlü yenilemesi ve hangi inanç ve ideolojiden olursa olsun tüm demokratik güçleri kapsayıcı bir siyasal yapı haline getirmesi gerekli ve önemlidir. Sosyalist demokratları, sosyal demokratları ve liberal demokratları kapsadığı gibi, kültürel İslam’ı esas alan Müslüman demokratları da kapsamalıdır. Bu tür İslami çevrelerle, partilerle, gruplarla ve cemaatlerle sıkı ve sıcak ilişki kurmalı, onlarla yeterince tartışarak demokratik birliğe katılmalarını sağlamalıdır. Tabi başta Hıristiyan topluluklar ve Aleviler olmak üzere diğer tüm din ve mezheplere de benzer yaklaşımı göstermelidir.
Diyarbakır’da yapılan Demokratik İslam Kongresi böyle bir birliğin gerçekleşmesi için çok önemli ve güçlü bir zemin ortaya çıkarmıştır. Bunun mutlaka ve başarılı bir biçimde değerlendirilmesi gerekir. Hatta sadece Kongreye katılan çevrelerle de yetinmemek, mümkünse ve varsa onların dışındaki demokratik İslami çevrelere de ulaşmaya çalışmak gerekir. AKP’nin oyunlarını bozup aşmak ve demokratik hareketi AKP’nin alternatifi haline getirmek ancak böyle mümkün olur.
SELAHADDİN ERDEM
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA
- Ayrıntılar
Birkaç haftadır devrimci-demokratik güçlerin birliği konusunu tartışıyoruz. Çünkü Türkiye siyasetinin yeni bir alternatife ve bu temelde yeni bir çıkışa ihtiyacı var. Çöken AKP iktidarının alternatifi de ancak demokratik siyaset olabilir. Herhalde hiç kimse CHP ya da MHP’yi AKP’nin alternatifi olarak değerlendirmez. Bunları bir elmanın yarısı ya da birbirinin ikiz kardeşi olarak görür. Bu durumda da alternatif olarak geriye demokratik hareket kalır.
Peki demokrasi hareketini kim örgütleyip geliştirebilir? Farklı ideolojik eğilimler taşıyan çok parçalı demokratik güçleri kim bir araya getirebilir? Hiç kuşku yok ki, bu soruların kesin cevabı devrimci-demokratik güçlerdir. Başka bir deyişle sol demokratlar veya radikal demokratlar oluyor. Elbette devrimci-demokratların en geniş demokratik ittifakı yaratabilmeleri için de öncelikle kendi aralarında birlik oluşturmaları gerekiyor. Yoksa başka türlü böyle bir demokrasi hareketi yaratmak mümkün değil.
Bu tarihi ihtiyacı karşılamak için de bazı parti, grup ve kişiler bir araya gelip Halkların Demokratik Partisi-HDP’yi kurmuşlar. Tüm devrimci-demokratlar başta olmak üzere her ideolojiden gerçek demokratları oluşturdukları demokrasi çatısı altında bir araya gelmeye çağırıyorlar. Bundan daha anlamlı ve güzel başka ne olabilir? Kendine demokrat diyen herkesin tereddütsüz böyle bir çatı altına koşması gerekmez mi?
Elbette gerekir. Gerekir ama, pratikte işte böyle olmuyor. Kendine demokrat diyen, hatta devrimci-demokrat diyen bazı güçler böyle bir demokrasi çatısı altında birleşmiyor. Dahası “Neden birlik olmuyorsunuz?” diye eleştirilince de rahatsızlık duyuyor. Ne kendisi demokratik birlik bayrağı açıyor, ne de açılan demokratik birlik bayrağı altına giriyor. “Bana karışmayın, ben böyle kendi kulübemde yalnız başıma yaşayacağım” diyor.
Peki bu yaklaşım kabul edilebilir mi? Edilemeyeceği çok açık! Hele günümüz Türkiye’sinde hiç kabul edilemez! İşte Soma’daki işçi katliamı ortada. “Maden kazası” adı altında yüzlerce işçi göz göre göre katledildi. Bu emek şehitlerimizin hepsini saygıyla anıyoruz. Yakınlarının ve tüm halklarımızın acısını yürekten paylaşıyoruz. Peki bu durumda devrimci-demokratlar olarak bizlerin görevi nedir? Böyle bir olay bize ne tür görev ve sorumluluklar yüklemektedir?
Dahası bir de yüzlerce işçinin katili olan AKP’nin ve bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan’ın sergilediği tutum var. Soma sokaklarında acılı halkın üzerine yürüyor. Herkesin gözü önünde insanları tokatlıyor. Peki mevcut iktidarın bu tutumu karşısında demokratik güçlerin tutumu nasıl olmalıdır? Onların yapabileceği ve yapması gereken bir şey yok mu? Bu durum genelde tüm demokratik güçlere ve özel olarak da devrimci-demokratlara önemli görevler yüklemiyor mu?
Elbette yüklüyor, hiç yüklemez olur mu? Hem de çok ağır ve tarihi öneme sahip görev ve sorumluluklar yüklemektedir. Sokak ortasında emekçi halka tokadı atan Tayyip Erdoğan’dır ve elbette attığı tokattan sorumludur. Gün gelir bu tokadın hesabını misliyle soran olur. Ama bugün hesap sormak gerekmez mi? Bu hesap sorma işi birilerine görev yüklemez mi? Tayyip Erdoğan’a tokat atma ortamı yaratanlar da bundan bir biçimde sorumlu değil mi?
Kuşkusuz sorumludur, hem de çok sorumludur. Peki bu sorumluluğun gereği nasıl yerine getirilir? Çok açık ki, birleşerek ve mücadele ederek! AKP iktidarına alternatif demokratik iktidar seçeneği yaratarak! İşte bu da tüm demokratik güçlerin ortak bir çatı altında birleşmesini gerektirir. Bu işin başka yolu kesinlikle yoktur. Demek ki ortak bir demokrasi hareketi yaratarak demokratik alternatif oluşturmak tarihi bir görev olduğu gibi, güncel bir görevdir de. Soma’da katledin işçiler tüm demokratik güçleri birlik olmaya ve AKP iktidarını alaşağı edecek bir alternatif yaratmaya çağırmaktadır. Başka türlü bu işçilerin anılarına doğru sahip çıkmanın imkanı yoktur.
Dikkat edilirse katledilen işçilerin anıları, baskı ve zulüm altında sömürülen işçiler gerçeği bizi, hepimizi görev ve sorumluluğumuza sahip çıkmaya, bunun için demokratik birlik yaratmaya çağırmaktadır. Bu konuda özellikle de işçi sınıfı adına hareket ettiğini söyleyen parti ve guruplara görev ve sorumluluk düşmektedir. Yani kendine komünist ya da işçi partisi diyen güçlere! Yani TKP’lere! Yüzyıldır TKP adıyla hareket etmiş, örgütlenmeye çalışmış, halkın karşısına çıkmak istemiş olan güçlere!
Böyle onlarca parti, önder şahsiyet ve grup var. Günümüzde çoğu da ya küçücük ve etkisiz grup haline gelmiş, ya da kendine demokrat diyen şahsiyet olarak ortada duruyor. Bunların da önemli bir kısmı demokratik çatı altında birleşmiyor. Deyim yerindeyse ipe un seriyor. Kendine göre bir sürü mazeret uyduruyor. Gerçekte ise birlik olup siyaset yapmaktan ve örgüt çalışması yürütmekten korkuyor ve kaçıyor. Peki böyle mi işçi sınıfına sahip çıkılır? Onlarca yıldır işçi sınıfı adına yazılıp söylenenler insana hiçbir sorumluluk yüklemez mi?
Bu sorular çerçevesinde elbette tarihe bakmamız ve TKP’nin ilk kurucu önderi Mustafa Suphi’yi anmamız gerekir. Peki neydi Mustafa Suphi çizgisi? Devrimci-demokratların birliğine ve mücadelesine Mustafa Suphi nasıl bakıyordu? Bugün yaşıyor olsaydı acaba nasıl bir siyasal tutum izlerdi? Soma’da yaşanan işçi katliamına karşı neler yapardı? Kuşkusuz Mustafa Suphi’yi önemseyen herkesin bu soruları kendine sorması ve doğru bir temelde cevaplaması gerekir.
Bir kere Birinci Dünya Savaşı ortamında ve Ekim Rus Devrimine dayanarak Türkiye için bir sosyalist çıkışa yönelmesinin anlamını iyi kavramak gerekiyor. Diğer yandan tüm tehlikelere rağmen ve çok zayıf bir imkanla Türkiye’ye işçi ve emekçileri örgütlemek üzere yürüyüşünü de bilince çıkarmak önem taşıyor. Bu tutum ve yürüyüşten günümüz için çıkarılacak kuşkusuz çok önemli dersler var. Her şeyden önce büyük bir cesaret ve mücadelecilik var. İşçi sınıfına ve Türkiye halklarına bağlılık var. Kendini irade olarak görme ve egemen sınıfa karşı kendi alternatifini yaratma tutumu var.
Elbette ki bunu işçi sınıfını ve tüm emekçi halkı örgütleyerek ve en geniş demokratik birlik yaratarak yapacaktı! Başka nasıl yapılır, bu amaç başka nasıl başarılır? O halde Mustafa Suphi gerçeğini de doğru anlamak ve günümüzde doğru temsil etmek gerekiyor. Bu da AKP iktidarına alternatif oluşturacak demokratik birliğe katılmayı ve aktif çalışmayı istiyor. Başka bir tutumla da Mustafa Suphi temsil edilemez. Dikkat edelim, Mustafa Suphi’de durmak var mı? Başkasından beklemek var mı? Egemen sınıfa, yani CHP’ye kuyrukçuluk yapmak var mı? Küçük bir grup olarak kendi halinde kalmak var mı?
Bunların hiç birisinin olmadığı açık. O halde Mustafa Suphi çizgisini doğru anlamak ve günümüzde doğru uygulamak gerekiyor. Bu da tüm demokratik güçleri birleştirerek AKP’ye alternatif yaratmayı gerektiriyor. Kaldı ki TKP’lerde örgütlenen ve mücadele yürüten sadece Mustafa Suphi de değil. Bu konuda Türkiye tarihinin önemli bir mirası var. Sosyalist ve demokrasi hareketinin yetiştirdiği Nazım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı, Behice Boran ve Mihri Belli gibi önemli şahsiyetler var. Hepsinin de bu harekete önemli katkıları söz konusu.
Peki bütün bunları günümüzde nasıl anlayacağız? Geçmişin çok kıt olanaklarıyla adeta çırpınan bu kişilikleri bugün nasıl temsil edeceğiz? Herhalde herkes kendi postunda oturarak bunu yapamaz. Sadece birkaç şey söyleyip yazarak bu kişilikler temsil edilemez. Ortamın elverişli ve imkanların çok olduğu böyle bir ortamda ancak sosyalizmin önünü açan bir demokratik alternatif yaratarak bu kişilikler doğru temsil edilebilir. Bu da en geniş demokratik güçler birliğini yaratarak ve etkili mücadele ederek olur. Yani HDP’nin yeniden yapılanmasına katılmak ve hızla halklarımızın demokratik alternatifini ortaya çıkarmak gerekir.
1970’lerden beri bir tür TKP adıyla hareket eden bir de İbrahim Kaypakkaya gerçeği ve çizgisi var. Kendisini TKP-ML olarak tanımlıyor. Bugüne kadar birçok grup halinde gelen özgün bir gelenek durumunda. Doğu Perinçek’ten kopuyor ve Dersim’e dayanarak 12 Mart faşizmine karşı direnişe geçiyor. Bir anlamda direnerek şehit düşen Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş çizgisini devam ettiriyor. Dersim’de yakalandıktan sonra 18 Mayıs 1973’te Diyarbakır’da işkencede katlediliyor. Şehadetinin kırk birinci yıldönümünde bu büyük devrimciyi de saygıyla anıyoruz!
Kuşkusuz İbrahim Kaypakkaya gerçeğini de doğru anlamak ve temsil etmek gerekiyor. Pasifist-teslimiyetçi akımdan kopması çok önemli. Dersim’e yürüyüşü çok önemli. Baskı ve şehadetlere rağmen direnişi sürdürmesi çok önemli. Böylece Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya direnişçiliği bir çizgi olarak birbirine ekleniyor. Bu gerçeği de doğru anlamak ve doğru ders çıkarmak önem taşıyor. Burada da direnişçi birlik ve takip var. Derin bir direnişçi sorumluluk duygusu var.
Elbette bu çizginin günümüzdeki temsili devrimci-demokratik birlik ve mücadeledir. Kürdistan’daki direniş ile birlik, Türkiye’deki demokrasi hareketi içinde birlik! İbrahim Kaypakkaya’yı başka türlü tanımlamak mümkün değil. Peki başta MKP olmak üzere bu mirası esas aldığını söyleyen güçler bunu yapıyor mu? Çok açık ki yapmıyor! Örneğin Dersim’de bile yan yana olunmasına rağmen bir gerilla ittifakı içine girmiyor. Halbuki Kaypakkaya çizgisi bunu gerektiriyor. Hareket olarak gelişmesi de buna bağlı.
Yine Türkiye’deki demokratik birliğin en aktif öğesi olması, yani HDP’nin yeniden yapılanmasına aktif katılması gerekiyor. Ama tıpkı gerillada olduğu gibi bunu da yapmıyor. Tabi bu da Kaypakkaya çizgisi olmuyor. Aslında kendisine zarar veriyor. Onlarca yıl geçmiş olmasına rağmen gelişememesi bundan kaynaklanıyor. Bizce TKP-ML kökenli tüm parti ve grupların, eğer İbrahim Kaypakkaya çizgisinde yürüyeceklerse, o zaman devrimci-demokratik güçlerin birlik çalışmasına her zaman öncülük etmesi gerekiyor. İbrahim çizgisini doğru temsil ancak böyle olur!
SELAHADDİN ERDEM
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA
- Ayrıntılar
Kürdistan’da her direniş ve isyanın bastırılışı ardından gelişen süreç, bir teslimiyet ve ihanet durumudur. Bu bakımdan ele alındığında direnişler, ne kadar görkemli olursa olsun ortaya çıkan tablo; eğer direnişler başarıyla taçlandırılmamış ise içe büzülmedir, içe kapanmadır ve çoğu zaman da içine sinerek kişilik olarak erozyona uğramadır.
Dersim’de bastırılan son kaleyle Türk devleti, Osmanlı politikalarının tümünü terk etmiştir. Her ne kadar bu durum 1924’lerden sonra aşamalı, planlı ve gizlilik içinde yürütülse de, asıl olarak son direnişin bastırılmasıyla birlikte imha ve inkâr açık ve sistematik bir politika haline getirilmiştir. Kendi deyimleriyle “Muhayyel Kürdistan” Ağrı Dağı’nın yedi kat derinliklerinde meftundur. Kürt ve Kürdistan yoktur. Türkiye Başbakanı Tayip Erdoğan’ın yıllar sonra bile gizlemeden açık bir şekilde ifade ettiği gibi ”düşünmüyorsan yoktur” cümlesi, özünde Kürdistan’ın üzeri betonlanmıştır anlamına gelir.
Kürdistan’ın yüzyıllarca süren otonom, yarı bağımsız ve yerel otoriteleri zapturapt altına alınarak merkezi devlet pekiştirilmiştir. Çıkardıkları kanunlarla Kürt toplumsal yapısı tamamen parçalanacaktır.
Kanunları ilerici ve devrimci retoriklerle süsleseler de hakikat öyle değildir. Tersi doğrudur. Irkçıdır, faşizandır, insanlık dışıdır! Kürt toplumunun varlık göstergelerinden en önemlisi aşiret yapılanmasıdır. Aşiret gibi kurumları dağıtıldığında dumura uğramış ve beyni-belleği teslim alınmış bir yapı ortaya çıkar. Sosyal gelişmişlik çıkmaz. Ortaya, kendinden kaçan, ne idüğü belirsiz, kime nasıl hizmet edeceği bile açık olmayan bir ucube yaratılmış olur. Devlet bununla sınırlı kalmaz. “Anadili Türkçe olmayanlar, toplu olmak üzere kıyı, mahalle işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya sanatı kendi soydaşlarına inhisar etmeleri yasaklanmıştır.“ Mecburi iskân kararnamelerinden alınan bu alıntılar, Kürdün nasıl yok edildiğini ve nasıl Türkleştirilmeye çalışıldığını açıkça gözler önüne sermektedir. Bu politikalar ışığında, Kürdistan’da kışlalar gölgesinde yatılı okullarla zorla asimile edilerek dejenere etme ortaya çıkan tablodur. Böylece Kürdistan’ın en ücra köşesine ve en küçük zerresine Kemalizm diye tabir edilecek olan zehir aşılanmış olacaktır.
Albert Memmi yıllar önce “Sömürgecinin Portresi, Sömürgeleştirilenin Portresi” adlı çalışmasında sömürgecilerin yaratmak istediklerini çarpıcı birkaç cümleyle şöyle dile getirmektedir: “Sömürgeleştirmeye hoşgörü gösterdiği sürece sömürge insanının tek olası alternatifleri asimilasyon ya da donup taş kesilmektir” der.
“Bir halka başka hangi yolla miras bırakılır? Çocuklarına verdiği eğitimle ve dille, yeni deneyimlerle sürekli zenginleşen o harika depoyla. Gelenekler ve edinilen şeyler, alışkanlıklar ve fetihler, yapılan işler ve geçmiş kuşakların eylemleri bu şekilde miras olarak bırakılır ve tarihe kaydedilir.”
Ancak sömürgeciler her zaman: “Her şey kusursuz olurdu… Yerliler olmasaydı” der. Bunun için: “Her sömürgeci ulus, faşist eğilim tohumunu bünyesinde taşır.” Daha çarpıcı bir şekilde ise: “Kolonyalist, sömürgeleştirilen olmadan sömürgenin hiçbir anlamı olmayacağını bilir. Bu meşruluğun tam olabilmesi için sömürge insanının köle olması yeterli değildir, bu rolü kabul etmesi de gerekir. Sömürgeciyle sömürgeleştirilen arasındaki bağ bu yüzden yıkıcı ve yaratıcıdır. Üstelik sömürge insanının ana dili, duyguları, düşünceleri ve rüyalarıyla ayakta kalan dili, yumuşaklığını ve merakını ifade ettiği o dil, yani en büyük duygusal etkiyi yapan dil, aslında en az değer verilen dildir. Ülkede ya da halkların birliğinde bir statüsü yoktur. Bir işe girmek, kendine bir yer edinmek, toplulukta ve dünyada var olmak isterse, önce efendilerinin diline boyun eğmek zorundadır. Sömürge insanı içindeki dil çatışmasında, ezilen anadil olur. Bu zayıf dili bir kenara bırakmaya, yabancıların gözünden saklamaya bizzat kendisi koyulur. Kısacası, sömürge iki dilliliği ne bir yerli dilinin bir püristin diliyle yan yana yaşadığı (ikisi de aynı hissetme dünyasına ait) iki dillilik durumudur, ne de fazladan ama görece yeni bir alfabeden yararlanan yalın birçok-dillilik zenginliğidir: bir dilbilim dramıdır” diye ifade eder.
Frantz Fanon, “Siyah Deri, Beyaz Maske” adlı yapıtında yukarıda dile getirilmiş olan sömürgeciliğe ilişkin olarak: “Kendi omuzları üzerinde başkalarının kafasını taşımaya-gezdirmeye razı” hale getirilme durumu olarak tanımlamaktadır. Ve bunun aşılması için de “Sömürge durumuna alışılamaz; demir bir yaka gibi ancak kırılabilir” demektedir.
Yeni işbirlikçi ekipleşme, bu zemin üzerinden şekillenecektir. Kendisini reddederek katiline âşık olurcasına, ona benzeyerek büyüyecektir. Kraldan daha kralcı misali her tarafa Kemaller ve İsmetler yayılacaktır. Kışla okullarında yetişenler yeni edinilmiş kültürü -hem de çok isteyerek, gönüllüce- ülkenin en ücra köşelerine taşıyacaklardır. Bilindiği üzere en tehlikeli işgal, beyinlerin işgal edilmesidir.
Kürdistan’da öğretmenlik yapan bir Türk kadın misyonerinin yazdığı “Dağ Çiçeklerim” adlı anı çalışmasında, Dersim’in bastırılması ve katliamdan geçirilmesi ardından yapılmak istenenler net bir şekilde anlatılır.
Atatürk genç misyoner kıza parmağını uzatıp “Git... Dağ köylerine git... Bir cemiyet kadın ve ana yoluyla fethedilir. Oradan alacağın kızları yetiştir... Sonra onları tekrar yerlerine gönder. Senin öğrettiklerini beraberlerinde götürecek, öğreteceklerdir” der. Atatürk’ün söylediklerini yerinde denetlemek için bu kez İsmet İnönü, bir gün Elazığ’da Kürt çocuklarının asimile edildiği merkezi ziyaret eder. Bir kız İsmet İnönü’ye selam vermez. İnönü, Türklüğün misyonerliğini yapan kadına bu durumun nedenlerini sorar. Kadın misyoner: “Çünkü "Büyük elini uzatmadan küçük uzatamaz. Paşa, Vali gelse, onlar elini uzatmazsa başımla selamlarım, elimi uzatamam" diye anlatmıştım. İnönü tatlı tatlı gülerek, - Ben elimi veriyorum, diye uzanınca Elmas koştu, yere diz çöküp iki elinin üstünde o büyük eli "hürmetle öptü ve alnına koyup durdu. Herkes duygulanmış, gözleri yaşarmıştı. İnönü Elması omuzlarından tutup kaldırdı. Mebusumuza hitaben, - İşte eser bu ;" KÜRT" dedi. Bu söz üzerine ayağa fırlayan milletvekili, Elmas'ın sağ bileğinden yakalayıp havada sallayarak, - Bu el. Silah tutmaz, bu el kılıç tutmaz, bu el dost eli, bu yürek dost yüreğidir! - Kalem tutar, iğne tutar... diye bir nutuk çekti.” (Sıdıka Avar, Dağ Çiçeklerim)
Özcesi Dersim’den sonra hedef bir daha silah tutmayacak bir el ve de “Senin öğrettiklerini beraberlerinde götürecek, öğreteceklerdir” hedefidir. Yani Türkleştirmedir! Eritmedir! Asimile etmedir! Kendinden uzaklaştırmadır! Ve bunu kızıl katliamdan sonra beyaz katliamla nasıl başardıklarını da bu meseleyle ilgili olan herkes az çok bilmektedir.
Amin Maolouf, “Afrikalı Leo” romanında dile getirdiği gibi “kim annemle evlenirse, benim üvey babam olur” misali kim işgal ederse onunla olunmaktadır. Hem de “başı dik ve gururluca!” Başka halkların tarihinde bu durum onursuzluk ve alçaklık sayılırken, Kürdün alışılagelmiş ihanetini marifet bilen tarihinde bu kavramların tersi geçerlidir. Bugün dahi direnişlerde katledilenlerin evlatlarının ve torunlarının devletçi tutumları ibretle izlenmekte ve insanı hayretlere düşürmektedir. Katiline âşık olmak bir hastalık düzeyinde ancak bu kadar olabilir. Kürt katliamını gerçekleştiren partinin adı CHP’dir. Katliamın planlayıcısı, CHP’nin Milli Şefi olan İsmet İnönü’dür. Dersim’i adeta yerle bir eden yine bu parti ve Milli Şefleridir. Ne var ki aradan yıllar geçtikten sonra, CHP denilen sosyal faşist partinin başına Dersimli, Alevi ve bir Kürt olan bir kılıç artığı getirilir. Hem katledecek hem de katlettiği insanları kendisine âşık hale getirecektir. Katiline hayranlık ancak bu kadar olur dediğimiz ve tıbbi bilimlerin de Stockholm Sendromu olarak teşhis ettiği gerçekliğin kendisi budur.
Türk devleti sadece bununla da sınırlı kalmamaktadır. Sert ezme ve kendi tipini yaratmanın ardından, arta kalan kılıç artıklarını da kullanmasını bilmiştir. Direnişlerde rol almış ailelerin çocuklarını, nasıl ki Osmanlı Babıâli’ye alıp yetiştirmiş ve zamanı geldiğinde kullanmış ise aynısının daha profesyonelcesini TC de yapmıştır.
Bugün karşımıza çok pervasızca çıkan birçok isim bilindiği için buraya isimlerini alma gereği bile duymuyoruz. Osmanlı sıkıştığında nasıl ki aşiretleri, Hamidiye Alayları biçiminde örgütleyerek hem olası bir Kürt kalkışmasını hem de Ermeni, Süryani ve diğer halkların kalkışmalarını engellemek için kullanmışsa, benzer bir yaklaşımı daha derin biçimde 1940’lardan sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti de uygulamıştır. Kürdistan’ın tümüne hâkim olduktan sonra, aşiret ağaları ve kompradorları adım adım Türk devletinin içerisine çekerek katmerli bir işbirlikçi tabakanın oluşmasına yol açmış ve olası bir Kürt hareketlenmesine karşı kullanmak üzere hazırlamıştır. Nitekim sonra da göreceğimiz gibi Kürt Özgürlük Hareketine karşı, aşiretleri korucu ve çete biçiminde kullanmıştır.
Sonuç olarak, Kürdistan boydan boya yeniden işgal edilerek tüm yaşam emareleri durdurulmaya çalışılmıştır. Arta kalmış olan yaşam emarelerini de ezmek için 1943’te sınır kaçakçılığı yaptıkları için Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın talimatıyla 33 Kürt köylüsünün katledilmesi olayında görüldüğü gibi sudan gerekçelerle, son direnişleri de ezmeyi ve dilsiz, hatta kendinden kaçan bir toplum yaratmayı amaçlamışlardır. Ve bu sinsi planlarını önemli ölçüde de başarmışlardır.
Ahmet Arif’in 33 kurşun adlı şiirinin bir yerinde Kürt halkının yaşadığı çaresizlik şöyle ifade edilmektedir:
“…Baktı otuz üçten biri
Karnında açlığın ağır boşluğu
Saç, sakal bir karış
Yakasında bit,
Baktı kolları vurulu,
Cehennem yürekli bir yiğit,
Bir garip tavşana,
Bir gerilere.
Düştü nazlı filintası aklına,
Yastığı altında küsmüş,
Düştü, Harran ovasından getirdiği tay
Perçemi mavi boncuklu,
Alnında akıtma
Üç topuğu ak,
Eşkini, hovarda, kıvrak,
Doru, seglavi kısrağı.
Nasıl uçmuşlardı Hozat önünde!
Şimdi, böyle çaresiz ve bağlı,
Böyle arkasında bir soğuk namlu
Bulunmayaydı,
Sığınabilirdi yüceltilere...
Bu dağlar, kardeş dağlar, kadrini bilir,
Evvel Allah bu eller utandırmaz adamı,
Yanan cıgaranın külünü,
Güneşlerde çatal kıvılcımlanan
Engereğin dilini,
İlk atımda uçuran
Usta elleri...
Bu gözler, bir kere bile faka basmadı
Çığ bekleyen boğazların kıyametini
Karlı, yumuşacık hıyanetini
Uçurumların,
Önceden bilen gözleri...
Çaresiz
Vurulacaktı,
Buyruk kesindi,
Gayrı gözlerini kör sürüngenler
Yüreğini leş kuşları yesindi...”
Bu olaydan sonra, geride kalan yurtsever duygulara da ipotek konulmuştur. Halk sindirilmiştir. Bu seçim de herhalde tesadüf olmamalıdır. Yıl 1943’tür. Doğu Kürdistan’da Kürt halkının bir kalkışması söz konusudur. İlk defa modern bir Kürt partisinin kurulma aşamalarıdır. J. K yani Komalaye Jiyanavey Kurdistan kurulmuş (Kürdistan Diriliş Topluluğu) ve giderek Mahabad’ta Komala ve Kürdistan Demokrat Partisinin kuruluş yıllarıdır. Kurulan örgütler de vardır. Kürtler adım adım kendilerini örgütlemektedir. Bunun bir şekilde önü alınmalıdır. Kürtlere öyle bir ders verilmelidir ki, bir daha kendine gelemesinler. Ve 33 kurşun olayı, böyle tezgâhlanmıştır. Ortaya yıllarca yurtsever mücadeleden uzak duran bir Özalp ve çevresi çıkmıştır! Oysa ki, bu çevre yurtsever olmadığından değil, tersine yurtseverliği çok güçlü olduğu için bu olay tertiplenmiştir. Ve uzun bir süre oralarda yaprak kıpırdamamıştır. Kürdistan Özgürlük Hareketi şaha kalktığında ilk katılması gereken yerlerin başında buraların gelmesi gerekirken, böyle olmamıştır. Ancak devrimin ileri safhalarında korku duvarı yıkıldıkça ve beyinlerindeki karakollar sarsıldıkça buranın gençleri dağlara koşacak ve geçmişin hesabını sormaya cesaret edeceklerdir.
Ve “Engereğin dilini,
İlk atımda uçuran
Usta elleri...
Bu gözler, bir kere bile faka basmadı
Çığ bekleyen boğazların kıyametini
Karlı, yumuşacık hıyanetini
Uçurumların,
Önceden bilen gözleri...” olanlar yeniden şaha kalkacaklardır.
Kürt İhanet Dokusunu daha derin anlamak için bir daha ele alarak yorumlayalım. Kürde özgü olan bu dokuyu ele almakta yarar vardır. Kürt tarihinin en derinlerinde bir olayı ele alıp getirmek yararlı olacaktır.
Gılgameş Destanı’nda Enkidu ve Gılgameş ilişkisi çok kutsanarak ele alınır. Mitoloji öyle ele alır, ancak mitolojinin dili anlaşılıp çözüldüğü vakit salt söylence olmadığı ve önemli gerçekleri barındırdığı anlaşılacaktır. Destanda öncelikle Enkidu, ormanlardan bir kadının eliyle “hayvan aleminden” bajara (şehre) getirilir. Eğitilip ehlileştirildikten sonra büyüdüğü yerlere işgalcinin kılıcı ve dostu olarak tekrar geri döner. Ormanların sahibi olarak destanda dile gelen Huvava'yı yaralayıp ele geçirir. Affını isteyen Huvava'yı Gılgameş af etme niyetinde olsa da, Enkidu vurulmasını ister.
Sonuç Huvava’nın katledilişidir. Enkidu'nun tutumu, kraldan daha kralcı bir tutumdur. Ormana girmeden önce Enkidu’nun titreme ve ürkme emareleri göstermesi, onun ihanetçi tutumunun bilincinde olduğunu göstermektedir. Ne var ki; bu ihanetçi-işbirlikçi tutum ve davranış tarihten süzülerek bugüne geldiğinde, ihanetin kanıksandığının işareti olarak utanma ve ürküntü duygusu da ortadan kalkmıştır. İhanete karşı ar perdesi yırtılmış ya da delinmiştir. İhanet daha çok derinleşmiş ve katmerleşmiştir.
Bugüne göz atmak ve karşılaştırmak da yararlı olacaktır. O kadar derinlere işleyen çetecilik, Botan’da ve Bucak’larda görüldüğü gibi kendi özüne saldırırken, ne kadar Enkidu geleneğinden geldiklerini gösterir. Çoğu kez işgalcilerin dilini dahi konuşamayan bu işbirlikçiler, onlara olan sadakatlerini her gün göstermekten geri durmamaktadırlar. “İdris-i Bitlisi Burada! Yavuz Sultan Selim Nerede?” sözleri, katmerlice işlemiş olan işbirlikçilik ve ihanetten öteye başka ne anlama gelir ki?
Benzer bir örneği, Kürtlerin atalarından olan Mitanniler’de görüyoruz. Mattizawa İhaneti olarak tarihe geçen bu olay da, tarihin derinliklerine nüfus etmesi bakımından önemlidir. Mitanniler’in çok zorlandıkları bu süreçte -M.Ö. 1400’ler civarı- fiilen ikiye bölünmüşlerdir. Kuzeyde merkezi krallığı temsil eden ve Mısırlılarca desteklenmekte Tuşratta, güneyde ise II. Artatama etkindir. Hititler ve Asurlar ise II. Artatama’ya arka çıkmaktadırlar. Her güç kendisine göre Mitannileri zayıflatmanın ve kendilerini etkin yapmanın yollarını aramaktadır. Hatta II. Artatama sırtını Hititlere dayayarak kendini Horrit Kralı ilan eder. Ardından da dış güçlerin kışkırtmasıyla kuzeyde bulunan Mitanni merkezine saldırmaya başlar. M.Ö. 1360’lardan itibaren Mitanniler, fiilen dağılma sürecine girerler. Aynı dönemde Tuşratta’nın oğlu olan Mattiwaza, babasına karşı gizliden Hititlerle görüşür ve bir anlaşma imzalar. Bu belgeli anlaşma Kadeş’te Mısır ve Hititler arasında yapıldığı söylenen tarihin ilk diplomatik antlaşması belgesinden çok daha eskidir. Bu belge Hattuşaş’taki kazılardan gün yüzüne çıkmıştır. Kadeş belgesinden daha eski olan bu belge 1380 ile 1350’ler arasına arkeologlar tarafından tarihlenmektedir. Mattizawa, Hititlerin bir nevi piyonu rolünü üstlenir.
Hititler, Mitannilere saldıracak ve Mattizawa’yı kral yapacaklardır! Mattizawa ise Hititlere bağlı bir kral olarak çalışacaktır. Hesap budur! İhanet bu derece derindir. Gerektiğinde babasına karşı dahi gözü kara ihanet bıçağını saplamaktan çekinmeyen bir egemenin iktidar için yapacakları akıllara zarar verecek türdendir. Tuhaf olan ise II. Artatama’yı, aynı Hititler Mitanni kralı olan Tuşratta’ya karşı zaten harekete geçirmiş durumda olmalarıdır. Hititler tesadüfe yer bırakmayacak tarzda ince çalışmaktadırlar. II. Artatama, saldırılarını yoğunlaştırdığı süreçte Mattizawa Kassitlere sığınma talebinde bulunur. Ancak Aryen kökenli proto-Kürt olan Kassitler Mattizawa’nın ihanetini bildiklerinden dolayı bu sığınma talebini kabul etmezler. Mattizawa bunun üzerine Hititlere sığınır. Hitit kralı Suppiluliuma, Mattizawa’yı ihanetinin daha da katmerleşmesi için kızıyla evlendirir. İhanetçi böylece daha sağlam kazığa bağlanmıştır. Giderek parçalanmış olan Mitanniler, çok sayıda devletçiğe dönüşecektir. Bu devletçiklerinden birinin başına-ki en küçüğüne-Mattizawa’yı verirler. “Böl-yönet politikasının” en ilkel hali herhalde bu olmalıdır. II. Artatama öncülüğünde Mitannilere karşı saldırılarla zayıflatılacak, dağılan parçalanmış ülkeye de kendi istediklerini atayarak tuzak tamamlanmış olacaktır. Nitekim 1340’lara geldiğimizde Mitanniler zayıflamış ve tarihin ileri aşamasında ise tümden dağılmıştır. Dağıtılıp bölük-pörçük hale getirilmiş yapının gerisinde kalanlara çok farklı adlar takılacaktır. Tarihte Kürtlerin ve onların atalarının birlikteliğinden korkan güçler, her zaman öncelikle Kürtleri parçalamayı düşünmüşlerdir. Zira Kürdün bir olması demek, kendiliğinden büyük bir gücün ortaya çıkması demektir. Bunun için parçalayarak bölmek gerekir. Ve ne tuhaftır ki halen de aynı oyun, aynı doku üzerinden yeniden yeniden ısıtılıp Kürt halkının önüne çıkarılabilmektedir. Üstelik bu modern oyun kapitalizm döneminin en korkunç ve en insanlık dışı uygulamalarını çok rahat göze alırcasına planlanabilmektedir. “Kürt Teşisi dönmeye devam ediyor” derken kastettiğimiz bu gerçekliktir.
Son olarak ünlü Kürt edebiyatçı Mehmet Uzun’un, “Bîra Kaderê (Kader Kuyusu)” ve “Yitik bir Aşkın Gölgesinde” isimli kitaplarında işlediği Kürt karakterlerini ele alıp değerlendirerek, Kürdün aynı dokudan oluşan, özgüvensiz, ihanet dolu ve egemenlere ait silik tiplemelerini daha iyi görebiliriz.
Mehmet Uzun “Kader Kuyusu’nda” Bedirxan'nın torunlarından Mir Emin Bedirxan’nın oğlu Celadet Bedirxan’ın biyografisini ele alır. Tabi bunu yaparken Bedirxanları da çok güzel ifadelerle ve duygu yüklü anlatımlarla nakşeder. İsyanın ardından, İstanbul’daki ve diğer sahalardaki sürgünün acılarını detaylarıyla işler. Ülkeden uzak ve ülke aşkıyla yetişen Mir Bedirxan’nın aile fertleri belirgin olarak göze çarparlar. Onların en belirgin özellikleri, duygu yüklü Kürt ve Kürdistan aşklarıdır. Yetişen torunlar, Kürdistan için bir şey yapma çabasındadırlar. Mithat Bey, Kahire’de 1898 yılında ilk Kürt gazetesini çıkarır. İstanbul‘da dernek kurmak gibi çalışmalarda öncülük düzeyindeki çabaları eksik olmaz.
Ancak şu gerçek de, belirgin olarak görülür. Kürt aşkıyla yanan Bedirxanların, tek bir eyleme girişmeleri söz konusu bile değildir. Kamuran ve Saffet Avrupa’da yaşarlar. Saffet orada evlenerek yaşamını sürdürür. Celadet Şam’da yaşar. İçki alemleri hiç eksik olmaz. Ne kadar zor şartlarda yaşadığını ve Kürt ozanlarından nasıl “Ağıt” dinlediğini hep okuruz. Ancak örgütlenme yoktur! Eyleme girişme yoktur! Ülkenin kurtarılması ile yaşamlarını ülke ve halk için feda etmeyi göze alma duruşları söz konusu bile değildir! Aydındırlar, yurtseverdirler, duygusaldırlar. Ama politik eylem yoktur. Kendi yaşamını bir ülke için feda edecek tutum ve davranışları yoktur. Sertlik geliştiğinde sinme vardır, geri çekilme vardır, meydanı bırakma vardır. Bu bir trajedidir. Kürt halkına öncülük yapmaya çalışan ya da onun için yetiştirilen kesimin içler acısı durumu böyledir. Aslında milliyetçilik çağının en kızgın döneminde ve ulusal kurtuluş örgütlenmelerinin objektif koşullarının en müsait olduğu zamanlarda, aristokratik Kürt elitlerinden arta kalan korkunç bir sindirilmişlik ve ölümcül mukaderatın ayan beyan kabulüdür.
Daha net ve çarpıcı bir diğer örnek ise “Yitik Bir Aşkın Gölgesinde” işlenen Memduh Selim karakteridir. Kendisi İkinci Meşrutiyet’ten sonra Kürt Hareketi içerisinde saygın olan bir isimdir. Celadet’in de yakın dostudur. 1927’lerde kurulan Xoybun Hareketi’ne de katılmış. Ülke hasretini gidermek için Suriye’de Antakya’ya yakın bir yere yerleşir. İyi, temiz, dürüst ve yurtsever bir aydındır. 1930'larda Xoybun örgütü, İhsan Nuri Paşa’ya destek sunacak bir Xoybun yöneticisi ya da aydınını Ağrı’ya göndermek ister. Halep’te toplantı yapılır. Celadet de hazırdır. Tartışmanın sonucunda bekâr olduğu için Memduh Selim Bey, Ağrı’ya İhsan Nuri Paşa’nın yanına destek amaçlı gönderilir. Birkaç ay için gidip gelecektir. Ne var ki Memduh Selim Bey bir Çerkez kızına âşıktır ve gizlice sözlenmişlerdir. Xoybuncular tüm bunlardan habersizdir…
Memduh Selim Bey, Ağrı’ya gider. Bir ay, iki ay derken, birkaç yıl kalmak zorunda kalır. Ne de olsa Kürt namusu ve gururuna sahip bir aydındır. Birkaç yıl sonra yenik bir halde geri döndüğünde, Çerkez güzeli de gitmiştir. Sonuç yıkılan bir Memduh Selim Bey’dir.
Bir halkın kaderini değiştirmeye çalışan temiz ve yurtsever aydınların acınası gerçekliği böyledir. Objektif olarak bu kişiliklere ihanetçi mi denilecek, yoksa kilitlenmiş kişilikler mi denilecektir!? Bu oldukça zorlayıcı bir sorudur. Hâlbuki o tertemiz duygular, böyle yetersiz bir eylemi ya da eylemsizliği hak etmemektedir…
Zira bu gerçeklik bir dokudan kaynaklanmaktadır. İşgalcilerce eğitilerek çaptan düşürülmüş bir Kürt egemen sınıfını anlatır. Diğer halklarda ülkeleri işgal edilmişse, her gün halka tecavüz ediliyorsa, en azından onuru kurtarmak için kendini ortaya atma durumu vardır. Daha düzenli ve güç haline gelerek, kendini örgütleyerek, her şeyini ortaya koyarak kendini feda etme hali vardır. Bu insan olmanın da bir gereğidir. Ülke işgal edilmiş, halkın onuru ve namusu her gün çiğneniyorsa, buna karşı direnişe geçmeme ve mücadeleye atılmama, tek kelimeyle onursuzluktur. İnsanlıktan çıkmadır. Başka bir anlamlandırma ve kavramlaştırma sadece ve sadece gerçekleri yozlaştırma olacaktır. “İnsanın özgürlüğünden vazgeçmek demek, insan olma niteliğinden, insan haklarından hatta ödevlerinden vazgeçmesi demektir” der Jean Jacques Rousseau. Kürt egemen dokusunda olan tam da budur: Yapılanı sineye çekmedir, içki masalarında nara atmadır ve de derin derin Kürt dengbejlerini dinleyerek sahte bir milli romantizm ile kendini avutmadır!
En iyileri böyleyken bir kesimi vardır ki; Kürt halkının her şeyini kendi statüleri, kendi yaşamları için kullanma, pazarlama ve peşkeş çekme hareketleri kendileri için son derece olağandır. Çünkü böyle şekillenmişlerdir. Bu yüzden bu gerçekliklerini teşhir eden ve gerçeklerini açığa çıkaran herkese karşı hiçbir utanma ve sıkılma hissetmeden gözü karaca saldırmaktan da geri durmazlar.
Ülkesi için hiçbir karşılık beklemeksizin canını malını ortaya koyan ülke fedailerine karşı böyle kişiliklerin saldırmaları, Kürt Özgürlük Hareketinin tarihinde artık sıradanlaşmış bulunmaktadır.
Avrupa’da seyrü sefa içinde yaşayıp tek bir evladını ülkeye göndermeyen bu sahte “yurtseverlere” ne demeli? Ve Kürt Özgürlük Hareketinin bir numaralı düşmanlığını yürüten bu kişilikler nasıl adlandırılmalı? Bunlara söylenecek olan şu olabilir: “Tanrım affet onları, çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar” (İncil’de geçen, İsa’nın Golgatha’da çarmıhtayken Yahudilerin onu taşlamasına verdiği tarihi cevap). Zira ihanet ve işbirlikçilik bir kere onların genlerine işlemiştir. Ve bu düşürülmüşlük ile bu ihanet hali, bu tiplerden gelen kişiliklerde karakter haline gelmiştir.
Karakter haline gelmesinin yanı sıra, bir de, her gün bir şekilde bu halkı için hiçbir şeyi yapmaktan esirgemeyenlere dil uzatabiliyorlar. Halkımız çok ciddi bir soykırım cenderesine alınmasına rağmen, ekran ekran dolaşarak “halen erkendir” diyenler özü itibariyle bu soykırımcı politikaların sadece ortakları değil bizatihi maşa olarak kullananları oldukları için tarihe-Kürdistan özgürlük tarihinde- birer kara leke olarak her zaman anılacaklardır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Bir atom zerreciğinden koca bir evren doğar
Küçük bir su dalgasından büyük bir fırtına
Bir kar taneciğinden büyük bir çığ oluşur.
Bir Ana’dan bir Önder
Bir Önderden bir Parti
Bir Partiden büyük bir isyan
Ve bir isyandan özgür bir halk ve ülke doğar.
Enternasyonal yönü kadar Mayıs ayı, PKK direniş geleneğinde de Şehitler Ayı, 18 Mayıs ise şehitler günü olarak anılmaktadır..
PKK’nin ilk büyük şehidi Haki KARER, Halil ÇAVGUN ve ardından DÖRTLER, daha sonra yüzlercesinin bugüne nakşettikleri kahramanca direniş, parti tarihimizde anlamlı bir gün ve ay olarak yerini almıştır.
“Şehitlik günü, kavranması ve gereklerinin yerine getirilmesi en zor olan bir kavramdır. Şehidi anlamak, şehide hakkını vermek, şehidin vasiyetine göre yaşamak bir devrimcinin en temel ve başta ele alması gereken görev ve sorumluluğu olduğu gibi; bunu egemen kılmak, onun savaşımını kesin vermek, bağlılığın en vazgeçilmez bir gereğidir.”
Selam olsun en değerli varlıklarıyla Mayıs ayını kızıllaştırıp yolumuzu aydınlatan şehitlerimize.
Selam olsun özgürlük dağlarımıza ve onu özgürleştiren ölümsüz kahramanlarımıza.
Varsın cirit atsın soysuz çakallar. Köşe başlarında pusuya yatsın ağzı salyalı kaçkın güruhlar. Leş kargaları üşüşsün ölü bedenlerimize. Bir taraftan Çürümüş ve kokuşmuş yürekleriyle karanlık dehlizlerde gizlenir münafık hainler. Ve diğer yandan aşağılıkça beslenir artıklarıyla çöplüğünde modernitenin komprador işbirlikçi orta sınıf burjuvaları. Bir taraftan da en kutsal değerleri meze yapar içki masalarında entel maskeli itirafçı haramzadeler. Elbette bunlarında bir sonu vardır. Tıpkı, her karanlığın bir aydınlığa evirilmesi gibi…
Dönüp bakalım insanlık tarihine;
Hangi alçağın adı yüceltilir ki, tarih sayfalarında.
Ve hangi teslimiyet övülmüştür ki kutsal kitaplarda.
Hangi korkaktan övgüyle söz eder ki, insanlık!
Ortak ahlakı ve yargısı değilimdir ki insanın; lanetlemek teslimiyeti ve ihaneti. Çünkü insanı insan yapan direnmektir. Çünkü yaşamanın diğer adıdır onurluca direnmek.
Bundandır ki, şiarımız; Ya özgür yaşam, ya da hiç yaşamamaktır!
Ve Mayıs’ta İnatla yükseliyor şanlı kavgamız Kürdistan’da. Doğuyor Güneşimiz ufukta ve yakıp kül ediyor insanın insana kulluğunu. Tarihin ve yaşamın gerçek kitabı yeniden yazılıyor Kürdistan topraklarında. Destansı bir diriliş öyküsü ve sonu gelmeyen bitimsiz bir roman yazılmaktadır. Kan ve canla filizleniyor ülke toprakları. Dağların doruklarından ovalarına yayılıyor özgürlük türkülerimiz. Ve kadınlar, yankılanan sloganlarıyla rengârenk giysileriyle kuşatıyor serhıldan meydanlarını… GÜNEŞ’in yoldaşlığında çıkıyoruz Tanrıça diyarlarına ve ne varsa alemde insana dair güzellikleri bir bir açığa çıkarıp hakikatin dergâhında yoğurup sunuyoruz insanlık sofrasına. Hiç tereddütsüz biliyoruz ki, özgür ve aydınlık yarınlar bizim olacak mutlaka.
Nasırlı elleriyle ilmik, ilmik üretip örerken yaşamı emekçiler, Kan kırmızısı karanfillere dönüşür 1 Mayıs alanlarında. Görkemli bir ruhla mayıs dirilişinin simgeleri ölümsüz büyük devrimciler atılır şanlı kavganın ön siperlerine ve uyanışın ve başkaldırışın startı verilir şafak vaktinde. Bundandır Mayıs’ın DİRENİŞ’le anılması. Direniş Mayısın diğer adıdır. Direnişsiz Mayıs, Mayıs’sız direnişin anlamı yoktur. Mayıs direniş bilinci ve ruhudur. Mayıs; Albert PERSONS’dan Denizlere, İbrahimlere, Hakilere, Halillere, Ferhatlara ve daha yüzlerce devrimcinin ezilmişliğe, köleliğe, sömürüye ve teslimiyete karşı Özgürlük haykırışıdır. Mayıs; demokratik sosyalist bir dünya özlemi ve arayışıdır. Bu nedenle karanlığa inat her zamankiden daha bir parlaktır yıldızlar Mayısta. Çünkü Stérkleşen Şehitler ayıdır Mayıs.
1886’da 1 Mayıs direnişinin yiğit işçi önderleri Albert PERSONS ve arkadaşlarının idamıyla başlar enternasyonal; "Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü” 1 Mayıs. 1 Mayısta gelişen direniş dalgası daha sonra tüm kıtalara yayılarak uluslararası bir direniş ruhu ve geleneğine dönüşür. Ve sonra Mayıs Ayını;DENİZ mavisinden, İBO asaletine, Halil’den HAKİ ve DÖRTLER’e uzanan bir gökkuşağı rengi sarar ve Amanos'ta yıldızlaşır Yedi genç Kürt gerillası…Her biri devrime akan direniş ve irade timsali. Her biri bir isyan abidesi… Herbiri hakikat savaşçısı. Gerçek hakikatin yoldaşları. Muştucuları özgür yarınların, barış yürekli, güneş yüzlü ve ateş soylu Mezopotamya'nın şen çocukları. Adressiz ve mekânsız değildir mezarları. Kutsal topraklar mezar ve gökyüzü kefenleridir onların. Öylesine büyük buluşurlar kutsal vatan toprağıyla. Zerdüşt ateşgahlarında arınıp böylesine görkemli direnişle şahadete ulaşıp zapt edilmez bir çağlayan misali aktılar BİLGENİN DENİZİNE…
Tanıktır bize gökyüzü, yüce dağlar ve akan sular. Bizimde dağlarımız var ey insanlık! Ve dağlarımızda kahramanlarımız. Ve bilinmelidir ki, dikinceye dek özgürlük bayrağını tepesine dünyanın hiç eksik olmayacak Agitlerimiz.
Tarih son hükmünü vermedi henüz. Yazılmadı daha son tarih sayfaları. Ve söylenmedi daha son sözler. Gelenek olduğu üzere son sözü mutlaka hep DİRENENLER söyleyecek ve doğacak yeni özgür bir dünya Mayıs kızıllığında ölümsüzleşen büyük devrimcilerin geleneğinde… Zira gerçek devrimciler üreten, geliştiren tüm emekçi insanlığın gerçek dostlarıdır. Gerçek dostlar ise tıpkı yıldızlara benzerler. Karanlık zamanlarda ilk onlar belirir ve bir aydınlatıcı meşale misali daima yol göstericiler olurlar. Tarihten de öğrendiğimiz gibi devrimler ancak böylesibüyük devrimcilerin iz düşümleri üzerinden gerçekleşir.
Dıjwar SASON
Mayıs 2014
- Ayrıntılar
Bir yılı aşkın bir süredir, yaşananlar/söylenenler/yazılanlar/çizilenler… Hem anladığını sananları, hem anlamış gibi görünenleri, hem de anlamaya çalışıyormuş edasındakileri defalarca nakavt etmiş bu süre içinde değişmeyen temel şeyler;
*Karakol veya kalekol yapımlarında neden HPG tarafından müdahale de bulunuyor
*Kürt illerinde ve ilçelerinde gerçekleşen gösteriler de, neden polisle çatışmalar oluyor
*Rojava konusunda sınır hattında yer yer gerginliklerin yaşanması neden engellenmiyor
*Dağdan ölüm haberleri gelmiyorken, neden halen dağa yaşamaya gidiliyor
*İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de bilumum Türkiyenin batısında neden Kürtler meydanı boş bırakıyor
Bu şekilde çoğaltabilecek örnekleri yan yana, alt altta getirdiğinizde bunlara verdiğiniz cevaplar, gösterdiğiniz tepkiler sözü edilen bu süre içerisinde neyi anladığınızı, ne kadarını kavradığınızı ve neleri yaptığınızı bir ayna gibi yüzüne tutacaktır!
Çok kestirme bir şekilde “…eğer bunlar varsa, süreç müreç yok” diyebilirsiniz!
Ya da iyimser bir dille “…tamam bunlar oluyor ama yine de her şey güzel olacak” da diyebilirsiniz pekala…
Yani;
Ne söylerseniz söyleyin, bu olanları veya yaşananları ilk elden etkileme güçleri yoktur bunların.
Fakat yine de sizi bunlardan kaçıramazlar, sizin sorumluluğunuzu ortadan kaldıramazlar! Nerede durursanız durun, vaki olan biraz da budur…
O zaman tekrar başa dönmek gerekirse;
Süreç denilen şey var mı? Belli değil olup olmadığı varsa bile neye benzediğini halen net bir şekilde göremiyoruz.
Sıraladığımız maddelere göre günlük gelişmeler ortaya çıkıyor mu? Muhtemelen evet, o zaman sırat köprüsü üzerinde yaşanıyor her şey!
Basın, Hükümet ve devlet kanallarında bunlara yönelik her fırsatta çeşitli yönelimler, topluma yönelik müdahaleler oluyor mu?
Kuşkusuz…
HPG’nin tavrı, müdafaası veya meşru savunması, bunlara rağmen bunlar yürütülüyor mu?
Evet diyenler için; peki, daha iyi ve bütünlüklü mücadele için daha fazla neler yapılabilir sorusuyla yüzleşiyor muyuz!!!
Evet demeyenler için; madem karşı taraftan saldırılar ve sulandırmalar durmadan devam ettiriliyor; reaksiyon bağlamında sadece seyretme-ufak çapta yürüyüşlerle, basın açıklamalarıyla rahatsızlığın tevazusunu göstermenin dışında; neler yapılabilir sorusuyla yüzleşebiliyor muyuz!!!
Tüm bunların neticesinde tuhaf bir hikâyenin, karakteri olduğumuz ortaya çıkıyor.
O kadar benzerlik ve o kadar psişik bir toplumsal gerçeklikle karşı karşıyayız işte; baktığımız yerde ve bakışımız da, karşımıza çıkan yine biziz…
Gördüklerimiz karşısında, anlamaya çalıştıklarımızın karşılığında ne yapıyoruz? İşte bu tuhaf hikayenin son sözünü yazacak, önermesini ortaya koyacak olan da bu sorunun cevabıdır…
Jan Ararat
- Ayrıntılar
Ellere ellere diye Nasreddin Hoca’nın bir hikayesi vardır.
Hoca bir gün minarede vaaz verirken; fakire, fukaraya, kimsesize, dilenciye, hiçbir şeyi olmayan herkese yardım edilmesi gerektiğini, kimin neyi varsa hiçbir şeyi olmayanlarla paylaşması gerektiğini geniş geniş anlatır. Kaldı ki bu söylenenler hem bu topraklarda yeşermiş olan kültürün gereğidir, hem de İslam dininin bu topraklarda kurallara bağlayarak bıraktığı bir mirastır.
Nasreddin Hoca vaazını verir. Akşam eve döner ve bir köşeye çekilerek yemek saatini bekler. Beklemeye bekler ancak akşam yemeği bir türlü gelmez. Bir türlü gelmediği gibi geleceği de yoktur. Yoktur çünkü Nasreddin Hoca’nın eşinin yemek yapacak herhangi bir hareketi de yoktur. Saatlerce bekleyen Hoca eni sonunda dayanmaz ve “hanım hanım geç oldu, akşam yemeğini yemeyecek miyiz(?)” diye sorar. Nasreddin Hoca’nın eşinin verdiği cevap ise: “Aman Hoca sen minarede vaaz vermedin mi, fakire, fukaraya, dilenciye neyiniz varsa verin diye. Bende evimize gelen dilencilere, fakir ve fukaralara evde neyimiz varsa verdim. Ne nevalemiz ne de azığımız kaldı. Bunun için de yemek yapmadım” olacaktır.
Nasreddin Hoca bu beklenmedik ve acayip duruma; “ama Hanım benim söylediklerim ellere elleredir” diyecektir.
Şimdi Türkiye devletinin siyasetçilerine baktığımızda günlük olarak söyledikleri ağırlıklı olarak “ellere ellere” siyasetidir.
Örneğin bir iki gün önce Türkiye devletinin ve de Akp’nin dışişleri bakanı olan Davutoğlu Ukrayna’da olup bitenler için: “Ukrayna’da yeni Berlin duvarı örülmesin” cümlesini çok ciddi bir şekilde sarf etti.
Ciddi olmasına ciddi. Malum Berlin Duvarını zamanının Doğu Almanya’sı 1961 yılında Batı Berlin’den ayırmak için inşa etmişti. Ve bu duvar yıllar yılı herkes için bir nevi bir utanç duvarı olarak kalmıştı. Ne kadar insanın bu duvarları aşmak isterken yaşamını yitirdiğini söylemeye gerek bile yoktur.
İşte bu Berlin Duvarına atfen Davutoğlu: “Ukrayna’da yeni Berlin Duvarı örülmesin” diyor. Muhtemeldir ki bu cümlenin ardından da birçok böyle buna benzer sözü de eklemeyi unutmamıştır. Çünkü böyle sözler hem duygu doludur, hem demokratik içerikli kokarlar, hem insan haklarını çağrıştırır, hem başka insanlara karşı empati yapılmış olunur, hem baskıcılığa karşı çıkılmış olunur, hem insanın vicdanı olunur ve tabii birde genel manada insanlığa ne kadar duyarlı olunduğu söylenerek insanlığın yanında yer alınmış olunur.
Ve akp denilen cenahın sadece bu bakanı böyle değildir. Aslına bakılırsa bu cenahın tüm siyaset tarz Davutoğlu’nun yukarıda ifade ettiğimiz sözlerinde gizlidir. Akp’nin siyaset tarzını çözmek istiyorsak, akp’nin siyasetini görmek istiyorsak ve de akp siyaset tarzını anlamak istiyorsak bu sözleri masaya yatırıp çözümlememiz gerekiyor.
Şimdi Ukrayna’da yeni Berlin Duvarları örülmesin. Tamam, örülmesin ve doğru olanda budur. Halklar birbirlerinden ayrıştırılmasın. Birbirlerine karşı düşman hale getirilmesin. Çitler örülmesin. Davutoğlu’nun dediği gibi bilakis sınırları daha şeffaf hale getirmek de gerekiyor. Tamam, bu söylenenlerin tümü doğrudur.
Peki, bir soru soralım; bugün Rojava Kürdistan’ınıyla TC devletinin hatta bu TC devletinin akp bakanı olan Davutoğlu’nun denetiminde Nusaybin’de yapılan Berlin Duvarına ne demeli?
Peki, Kilis ve İslahiye mıntıkasında Rojava’nın Afrin alanına komşu olan yerlerde kazılan hendekler, çekilen teller, döşenen mayınlar, çekilen telli elektrikler ve sonunda da yapılan duvarlara daha doğrusu Berlin Duvarlarına ne demeliyiz?
Ve tabi Kürdistan’ın birçok yerine böyle kurulan çok sayıda Berlin Duvarları var. Hakkari’nin güneyine düşen birçok dağlık alanına kurulması planlanan ve birçok yerde de yapımına başlanan böylesine Berlin Duvarına ne demeli?
Duvarlardan söz etmişken devam edelim. Kürdistan’ın birçok alanına kurulan Kalekol adı altında tamamen beton Duvarlara ne demeli?
Akp’nin emri ve aklıyla KDP’nin Rojava Kürdistan ile Güney Kürdistan’ına şimdilik kazdığı hendekler ardından gelecek olan telli, dikenli, ışıklı Berlin Duvarına ne diyeceğiz?
Evet, böyle Berlin Duvarları meselelerini dizip devam edebiliriz.
Bir insanın ya da bir hareketinin samimi mi sahtekar mı olduğunu test etmenin en basitinde bir denklemi vardır: Bu denklem söz ile eylem arasındaki uyumdur. Sözler eylemlere yansıyorsa-ideolojik duruşu ne olursa olsun, beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz- orada bir samimiyet vardır demektir. Lakin söz ile eylem uyumlu değilse –size yakın olur ya da uzak olur- orada bir sahtekarlık kesin vardır. Orada bir hile vardır. Orada bir kandırma vardır. Orada bir kurnazlık vardır. Ahlakı en dar anlamda: “Bir toplum içinde kişilerin benimsedikleri, uymak zorunda bulundukları davranış biçimleri ve kuralları” olarak ele alırsak, o zaman orada tam bir ahlaksızlık var demektir.
Şimdi Davutoğlu’nun ve de bu akp denilen partinin söylediklerini bu temelde mercek altına aldığımızda –istisnasız görülecektir ki- her zaman ama her zaman tamamen toplumsal ahlaki değerlerden uzak bir siyaset tarzı gütmektedirler. Bu siyaset tarzına ise bizler “ellere ellere siyaset tarzı” diyelim.
Dikkat edelim ve bu söylediklerimizi akp’nin söyledikleri her şeye ama her şeye uygulayalım ve o zaman görülecektir ki akp siyaset tarzında söz ile eylem hep uyumsuzdur. Söz ile eylem birbirini tutmaz. Söz ile eylem hep çelişiktir.
Ama lakin insanlığın tarihte süzülüp gelen en güzel sözlerini, insanlığa hitap eden en güzel değerlerini utanmadan -bu tarz bir ahlaksız kullanma biçimiyle- akp insanlarda halen umut yaratarak, insanları kandırabiliyor. Kandırılmamak için yapmamız gereken basit bir formül vardır, o da: Söz ile eylem arasındaki uyuma bakarak söylenenlerin samimi mi yoksa ahlaki değerlerden kopmuşluk mu olduğuna bakmaktır.
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
Geçen hafta Mahir Çayan çizgisi üzerine bazı hususlara değinmiştik. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edildiği haftada 1971 direnişçilerinin devrimci-demokratik birliğe nasıl yaklaştıklarını ifade etmeye çalışmıştık. Bu hafta da Haki Karer çizgisi üzerinde durmak istiyoruz. Büyük Devrimci Haki Karer’in şahadetinin 37. Yıldönümü yaşanıyor. Otuz yedinci Şehitler Günü ve Ayında Kürt halkı Haki Karer’i ve kahraman şehitlerini anıyor. Haki Karer kişiliği Mahir Çayan çizgisini çok daha ileri ve anlamlı hale getirmiş bulunuyor. Kürt ve Türk halklarının devrimci-demokratik birliğinin gerçek temsilcisi ve sembolü oluyor.
Öyle anlaşılıyor ki, geçen hafta yazdıklarımız bazı çevrelerin pek hoşuna gitmemiş. Mahir Çayan’ın birlikçi devrimci-demokratik çizgisinin dile getirilmesi, bir türlü birliğe gelmeyen ve hep ayrıksı ve parçalı duran bazı çevreleri rahatsız etmiş. Bu tür çevreler, bizi “AKP yanlısı, AKP’ye karşı mücadele edemeyen” biçiminde tanımlıyormuş. Geçen on iki yılın pratiği ve AKP’ye karşı kimin ne kadar mücadele ettiği ortada! Bu konuda doğru söyleyen geçmiş pratiktir. Yoksa birilerinin iddia etmesi bir şey ifade etmez. Fakat devrimci-demokratik güçlerin birlik olmasından bu tür çevreler neden bu kadar rahatsızlık duyuyorlar, anlamak mümkün değil. Belli ki suçüstü yakalanmış gibi bir durumu yaşıyorlar. Ancak ne olursa olsun, kendi önümüzde engel olmaktan başka bir işe yaramayan mevcut sol statükoculuğu yıkmak ve marjinalizmi aşmak gerekiyor.
Haki Karer Ordu’nun Ulubey İlçesinden emekçi bir ailenin çocuğu. Daha Ordu’da lise okurken Mahir Çayan ve arkadaşlarının düzenlediği “Fındık Mitingi”nden etkilenerek devrimci sempatizan oluyor. 1971-1972 Öğretim yılında Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi’ne giriyor ve devrimci gençlik hareketine katılıyor. Bir öğrenci evinde beraber kaldığı hemşerisi Kemal Pir ile birlikte Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile tanışıyor. Ordulu Devrimci Haki Karer’in yaşamı bu tanışmadan sonra değişiyor.
Sanki üç yıl önceki tarih yeniden tekerrür ediyor. Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir ikilisinin yerini bu sefer Abdullah Öcalan ve Haki Karer ikilisi alıyor. Türk ve Kürt halklarının yetiştirdiği en bilinçli ve önder evlatları bu biçimde bir araya geliyor. Mahir Çayan “Cevahir’imi kalbime gömüyorum” derken, Abdullah Öcalan “Haki benim gizli ruhum gibiydi” diyor. 12 Mart faşizmine karşı direnen devrimci önderlerin anılarını yaşatmak için önderlik sorumluluğu üstlenen Abdullah Öcalan, Haki Karer’in anısını yaşatmak için de PKK’yi örgütlediğini belirtiyor.
Haki Karer, “Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı tartışılamaz” diyen Mahir Çayan’ın çizgisini Kürt Özgürlük mücadelesine bizzat katılarak daha da ileri götürüyor ve pratikleştiriyor. Tabi bu süreç öyle kolay ve düz bir biçimde gerçekleşmiyor. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile Haki Karer 12 Mart faşizmine karşı devrimci gençlik çalışmalarını birlikte yürütüyor. Her ikisi de 1974 yılındaki gençlik örgütlenme çalışmalarına aktif olarak katılıyor ve Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği’nin yönetiminde birlikte yer alıyor. Böylece aralarındaki yoldaşlık ilişkisi iyice pekişiyor.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile Haki Karer, ADYÖD’ün kapatılması ardından Devrimci Yol Grubu yönetiminde kurulan Ankara Yüksek Öğrenim Derneği’nde doğal olarak yer alamıyor. Ancak bu ikili kendi örgütlenmelerini nasıl geliştireceğini de pek bilmiyor. Kısa bir süre yakın ilişki içinde birer grup örgütleme çalışması yürütüyorlarsa da, daha sonra tek grup olarak çalışmalarını Kürdistan’a kaydıran bir hat izliyorlar. “Apocular” ya da “Kürdistan Devrimcileri” olmaktan PKK olmaya doğru ilerliyorlar.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan bu süreci “Türkiye devrimci hareketi çok örgütlü ve güçlüydü, çok sayıda grup vardı, Kürdistan ise örgütsüz boş bir alandı, bu örgütsüzlüğü gidermek için biz de Kürdistan’a yöneldik” diye ifade ediyor. Yine AYÖD’ün tekelci ve ayrılıkçı tavrı nedeniyle Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketlerini koordineli olarak örgütleyemediklerini belirtiyor. Bu durum Haki Karer’in devrimci yaşamının akışını da ifade etmiş oluyor.
Burada şu iki hususun altını kalın bir çizgiyle çizmemiz gerekiyor. Birincisi, eğer Devrimci Yol Grubu ayrılıkçı değil de birlikçi yaklaşım içinde olsa, o zaman PKK gruplaşması Türkiye Devrimci Hareketiyle en azından koordineli olarak örgütlenecek ve Haki Karer de Türkiye devrimci örgütlenmeleri içinde mücadele edecektir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın yaklaşımının bundan başka sonuç vermesi mümkün değildir.
İkincisi ise, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan öncülüğündeki Kürdistan Özgürlük Hareketi eğer çok söylenen deyimle “Kürtçü” olsa, yani dar bir Kürt milliyetçiliğini esas alsa, o zaman Ordulu Devrimci Haki Karer’in bu hareketin içinde yer alabilmesi, Önder Abdullah Öcalan’ın “Gizli Ruhu” düzeyinde katılım gösterebilmesi ve şahadetinin de Kürdistan Şehitler Günü olarak kabul edilmesi asla mümkün olmaz. Oysa bütün bunların hepsi gerçekleşmiş bulunuyor. Kürtler 37 yıldır 18 Mayıs 1977’yi “Şehitler Günü” olarak anıyor. Çağdaş Kürt Direnişi olan PKK Hareketi Haki Karer’in adıyla örgütleniyor. Otuz yedi yıldır Kürt gençleri, Kürt halkının kızları ve oğulları Haki Karer’in anısına direnip yirmi binden fazla şehit vermiş bulunuyor.
İşte Haki Karer gerçeği ve çizgisi de budur! Bunun Mahir Çayan çizgisinden kopuk olmadığı, o çizginin Kürdistan’daki sürdürülmesi olduğu tartışmasızdır. Mahir Çayan’ın devrimci birlik çizgisinin en ileri düzeye çıkarılmasını ifade ettiği açıktır. Gerçek bu iken, sanki PKK daha yeni Türkiye halklarını stratejik müttefik olarak kabul ediyormuş gibi bir hava yaratılıyor. KCK Yürütme Konseyi’nin 30 Mart seçimi öncesi yaptığı “Stratejik birlik” çağrısı böyle tanımlanmak isteniyor. Bu tür yaklaşımların PKK gerçeği ile bir ilişkisinin olmadığı ortadadır. Bu yaklaşımları her şeyden önce Haki Karer gerçeği yalanlamakta ve Önder Abdullah Öcalan öncülüğündeki Kürdistan Özgürlük Hareketinin gerçek toplumcu ve halkların kardeşliğinden yana olan gerçeğini ortaya koymaktadır.
Dolayısıyla Haki Karer gerçeğini doğru anlamak gerekli ve önemlidir. Eğer Kürt sorununun çözümü ve Kürtlerin özgürlüğü ile birlikte bir Türkiye demokratikleşmesi öngörülüyorsa, o zaman Haki Karer gerçeğinden ders çıkarmayı bilmek gerekir. Bunun tersi de doğrudur. Eğer Türkiye’nin demokratikleşmesi temelinde Kürt sorununun çözümü öngörülüyorsa, o zaman da yine Haki Karer gerçeğinden öğrenmek gerekir. Çok açık olarak görülüyor ki, Haki Karer gerçeği hem Kürt özgürlüğü oluyor ve hem de Türkiye’nin demokratikleşmesi. Kürdistan’ın özgürlüğü ile Türkiye’nin demokratikleşmesi daha kırk sene önce Abdullah Öcalan ve Haki Karer kişiliklerinde böyle bir birlikteliğe ulaşmış bulunuyor.
Haki Karer’in temsil ettiği bu çizgiyi belli ki hepimizin esas alması ve özümsemesi gerekiyor. Halkların kardeşliğini ve demokratik birliğini ifade eden bu çizginin tüm sorunların çözüm yolunu aydınlattığı açıkça görülüyor. O halde Kürt de, Türk de bu çizgiyi esas almak, burada birleşmek ve çözümü bu çizgide aramak zorundadır. Haki Karer ve Kemal Pir gerçeği işte bu kadar anlamlı, önemli ve çözümleyicidir.
Bu temelde, şahadetinin otuz yedinci yıldönümünde büyük devrimci Haki Karer’i ve şahsında tüm Özgürlük Mücadelesi Şehitlerini saygı ve minnetle anıyorum! Tüm Kürt halkını otuz yedinci Şehitler Günü’nde ve Şehitler Ayı’nda, 18 Mayıs’ta ve tüm Mayıs ayı boyunca Haki Karer’i ve tüm kahraman şehitlerimizi anmaya, şehitliklerimizi ziyaret etmeye, şehitlerimizi anma toplantıları ve etkinlikleri düzenlemeye ve şehitler çizgisinde kendimizi gözden geçirerek yenilemeye davet ediyorum!
YENİ ÖZGÜR POLİTİKA
SELAHATTİN ERDEM
- Ayrıntılar
