Biyoloji de Antikor diye bir kavram vardır: “Çok hücreli hayvansal organizmaların bağışıklık sistemi tarafından; kendi organizmalarına ait olmayan organik yapılara karşı geliştirilen glikoproteinin yapısındaki moleküllerdir. Bu moleküller organizmayı yabancı moleküllerin yol açması muhtemel zarar verici etkilere karşı erkenden uyararak koruyuculuk sağlarlar” demektedir sözlükler. Tanımı nettir. Antikor: Vücuda yabancı olan, vücudun kabul etmediği bakterilere karşı savunma mekanizmasıdır. Özcesi vücuda zarar verecek, verebilecek her türlü yabancı moleküllere karşı çok sert bir şekilde direnişe geçerek, kendi varlığını sağlama alan bir direnç mekanizması.
Biz Kürtler hatta Kürdistanlılar günlük olarak büyük saldırılarla karşı karşıya olduğumuz bir gerçektir. Saldırılar bizim öz kimliğimize, öz benliğimize yöneltilmiş saldırılardır.
Dikkat edelim: Sağlıklı olmak ne demektir? Öncelikli olarak kendin olmak demek değil midir? Bir kimlik sahibi, kişilik sahibi olmak demek değil midir?
Aydınlanmanın ve modern demokratik ulus olgusunun öncü filozoflarından olan Jean Jacques Rousseau (1712–1778) Toplumsal Sözleşme isimli kitabında yıllar önce: “Yalnızca gücü ve güçten doğan etkiyi dikkate alacak olsaydım, derdim ki bir halk eğer boyun eğmek zorundaysa ve boyun eğiyorsa iyi ediyordur. Fakat boyunduruğunu silip atabilecek duruma gelir gelmez silip atarsa daha iyi eder. Çünkü özgürlüğü elinden alınanın, bu hangi hakka dayandırılarak yapılmışsa aynı hakka dayanarak onu geri alma hakkı vardır. İnsanın özgürlüğünden vazgeçmek demek insan olma niteliğinden, insan haklarından hatta ödevlerinden vazgeçmesi demektir. Böyle bir vazgeçiş insan doğasıyla bağdaşmaz. Çünkü özgürlük elde edilebilir, ama kaybedildi mi bir daha ele geçmez” demiş.
Peki, özgürlüğümüz günlük olarak ne kadar ayakaltına alınıyor acaba? Günlük olarak ne kadar insanlığımızdan, insan olma ödevlerimizden uzaklaştırılıyoruz?
Çok fazla insan olma vasıflarımızdan uzaklaştırıldığımızı söylememiz herhalde yanlış olmayacaktır.
Dilimize müdahale var, kültürümüze müdahale var, siyasal yaşamımıza müdahale var, kendimiz olmamıza müdahale var, toprağımıza, suyumuza, enerjimize müdahale var, halk olmamıza ve bundan kaynaklı haklarımıza müdahale var. Müdahale var da var! Hem de yıllarca…
Dikkat edelim ve tarihe bakalım. Sadece son yüz yılı ele aldığımızda bizlere ve bizim topraklara ne kadar müdahale hatta tecavüz edilmiştir. Küçük bir dökümü yapılsa belki de insanlığın en trajedik gerçeği ortaya çıkacaktır. İnsanlığın belki de en biricik katliamı, soykırımı ortaya çıkacak. İnsanlığın başına hiç gelmemiş olan en büyük felaketi ortaya çıkacak. Ve bir de düşünelim ki bu müdahale ve tecavüz günlük olarak yapılmış ve yapılıyor. Bunlar az görülüyor ki; yok sayarsan olmaz diyerek, tüm varlığımıza kast ediliyor.
Böylesi bir gerçekliğe karşı yapılması gerekli olan nedir, ne olmalıdır diye sorulacak soruya verilecek cevap: Müthiş bir Direniş, karşı koyuş, Direnç, kendin olma mücadelesi. Yani: “özgürlüğü elinden alınanın, bu hangi hakka dayandırılarak yapılmışsa aynı hakka dayanarak onu geri alma hakkı vardır” diyerek bizden alınanları geri almak.
Bunu yapabilmemiz için önce bir kere bize ait olmayanları kabul etmeyecek bir karakteri kendimize edinmemiz gerekiyor. Yani bize yabancı olana karşı refleksimiz olacak. Karşı duruşumuz olacak. Dışarıdan dayatılan karşı tepkimiz olacak. Öyle ki bize ait olmayan o düşürücü, bitirici kültüre kendimizi kapatarak, gerçekten de bu coğrafyanın en öz kültürü olan halkların ortaklaşma, paylaşma ve hoşgörü kültürünü kendimize ekeceğiz. Başka bir deyimle demokratik ulus kültürünü kendimize ekeceğiz. Diğer tüm kültürlere karşı kendimizi kapatarak bir nevi bunlara karşı kendimizi savunmaya alacağız. Bunun için savunma mekanizmamızı güçlendireceğiz. Yani Antikor oluşturacağız.
Hani biyoloji de, Doğal Bağışıklık denilen sisteme benzer bir şekilde :“Organizmaların enfeksiyonlarına karşı spesifik olmayan yolla koruma yapan ev sahibinin savunmasındaki hücreleri ve mekanizmaları kapsayan” bir bağışıklık sistemi geliştirerek.
Bu öz savunma sistemi birileri söylediği ve söyleyeceği için değil; varlığımıza, ruhumuza, duygularımıza, kültürümüze, benliğimize dönük nerede ve ne zaman bir yönelim olursa, bunlara karşı tüm hücrelerimizi ayaklandırarak aynen Antikor üretmek gibi karşı koymalıyız.
Örneğin Polis bize mi yöneliyor, bizim de yapacaklarımız olabilmeli. Devlet mi yöneliyor yapacaklarımız olabilmeli. Hükümet mi yöneliyor bunlara karşı da yapacaklarız olabilmeli.
Özcesi; her yerde her cephede ve her zaman öyle bir kendimizi yapmalıyız ki, bizim varlığımıza yönelmiş en inceltilmiş yönelimlere karşı bile savunmamız olmalı. Doğuştan Bağışıklık sistemi gibi, Antikor üretmek gibi.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Önderlik, Sosyalizm konularında ciddi eleştiriler geliştirdi
Tabii o daha çok kitaplardan örnekler veriyordu. Lenin’den, klasiklerden, dergilerden pasajlar okuyordu. O dönemde yeni sömürge olarak değerlendiriliyordu Kürdistan. Tabii o tahlilin içine oturtulmaya çalışılıyordu Kürdistan. Önderlik ikinci kez değerlendirme yapmıştı. Hem o değerlendirmeleri de değerlendirerek, hem de biraz daha bazı konulara yeniden açıklık getirerek. Sakin, çok yapıcı, çok etkileyici bir biçimde değerlendiriyordu. Herkes dikkatle dinliyordu. Gece geç saatlere kadar bu toplantı sürmüştü. Kapsamlı bir değerlendirme ortaya çıkmıştı. Eleştiriler de vardı tabii. Kürt sorununu inkar, Kürdistan’a yaklaşımındaki yanlış tahliller, yanlış değerlendirmeler, çağa yönelik değerlendirmeler, Türkiye’deki rejim ve siteme yönelik değerlendirmeler, genel olarak devlet- sosyalizm konularında ciddi eleştiriler geliştirdi Önderlik. Onlara açıklık getirdi. Çok olumlu bir havada toplantı bitirildi. Arkadaşlar fazla yansıtmasa da toplantının sonlarında bir gerginlik yaşandı. Toplantı da epey uzamıştı. Güvenlik açısından erken bitirilmesi gerekiyordu.
Elazığ’da Önderliği koruyacağımız çok sağlam bir evimiz yoktu
Tekrar Elazığ’a döndük. Elazığ’a döndük ama bizim Önderliği koruyacağımız öyle çok sağlam bir evimiz yoktu. Kaldığımız komün evleri fazla elverişli değildi. O açıdan rahat değildik. Daha önce ayarlanmış bir ev vardı. Birvan köyünden Ali Dursun diye biri vardı. O sonradan bıraktı, eşi öğretmendi. Ailece bir evde kalıyorlardı. İki katlı bir evdi. Alt katta kendileri, üst katta ailesi kalıyordu. Biraz uygundu, böyle basıktı, yol üstüydü. Tabii o dönemde bize göre en uygun yerdi. Başka bir tercih ve alternatifimiz yoktu. Önderlik alt katta, diğer herkes üstteydi.
Bir tabanca vardı, çıkardık. Önderliğin yanına indirdik. ‘Biz gidip, geleceğiz’ dedik
Bizim, Rıza ve Aytekin Tuğluk arkadaşların kaldığı bir eve gitmemiz gerekiyordu. Ben ve Sağır Metin ki sonradan ayrıldı, hem tedirginiz Önderliği nasıl yalnız bırakacağız diye hem de gitmek zorundaydık. Bir tabanca vardı, çıkardık. Önderliğin yanına indirdik. “Biz gidip, geleceğiz” dedik. İki kapısı vardı evin. Biri arka tarafta bahçeye açılıyor. Güvenlik açısından uygundur diyoruz. Kendimizi rahatlatıyorduk aslında. Bir de caddeye açılan bir kapı var. Çıktık gittik ama biraz da oyalandık. Çok çabuk gelmedik. Rıza ve diğer arkadaşlarla konuşuyorduk. Oyalandık yani. Biz çıktıktan sonra polis evi basıyor. Üst kata çıkıyor. Ayak seslerinde Önderlik polisinin olduğunu düşünüyor ve ışığı kapatıyor. Tabancayı alıyor eline ve bekliyor. Polisler içeriye giriyor üst kattan.
Biz geldiğimizde polisler ayrılmıştı evden. Başkan güldü ama eleştirdi bizi.
Ali Dursun’nun eşi ki tip olarak çekici bir kadındı, rahattı ve durumun farkındaydı. Polislere, ‘Buyurun, içeri gelin’ dedi. Polisler, Önderliğin orda olduğuna dair kesin bilgi alıyor. Ayakkabılara bakıyor. Ayakkabılar fazla ama içeriye girdiğinde ev halkıyla karşılaşıyor. ‘Alta kim oturuyor’ diyor Polis. ‘Biz oturuyoruz. Burası kayınımgilin evi, altta da biz oturuyoruz. Buyurun gidelim’ diyor Ali Dursun’un eşi. Öyle deyince Polisler, ‘Kusura bakmayın’ deyip gidiyor. Ancak polis rahat değil. ‘Kesin ordadır’ diyor. Biz geldiğimizde tabi ki polisler ayrılmıştı evden. Başkan güldü ama eleştirdi. ‘Siz böyle mi çabuk gelecektiniz... Böyle mi güvenliğimi sağlıyorsunuz. Polisler geldi’ dedi. O anda kaynar sular tepemden dökülmüş gibi olmuştum. Çıkmak gerekiyordu.
Önderliği korumak önemliydi ama Önderlik bizi koruyordu
O durumda Önderliği orda tutmak doğru değildi. Telaşlı ve panik içindeydik, Önderliği hangi eve götürelim diye. O mahallenin hizasında Keban köylülerinden Mişelili bir aile vardı. Onların kızlarıyla ilişkilerimiz vardı. O eve gittik, rica ettik, bizim önemli bir misafirimiz var dedik. Arkadaş olduğunu biliyorlardı. Ama kim olduğunu tahmin etmiyorlardı. Evde yaşlı bir neneleri vardı, genç kızlar vardı, anneleri ve babaları yoktu. O eve götürdük Önderliği. Önderlik bazen böyle arada hatırlatıyordu bize ‘Burası da iyi midir? Buraya da gelmesinler mi’ diyordu. Önemliydi tabi ki. Önderlik o zaman alana gelmişti ve duyulmuştu. Önderliği korumak önemliydi ama Önderlik bizi koruyordu. Önderliği korumasını bilmiyorduk. Farklı olanaklar yaratamıyorduk.
Önderliğe yaklaşımlarımız farklıydı Önderliğin yarattığı etki tabi ki farklıydı
Haki Karer ve Kemal Pir arkadaşların Türkiyeli olduğunu bildiğimiz için yaklaşımlarımız çok farklıydı. Büyük bir saygı ve sempati duyuyorduk. Böyle bir harekete baştan beri katılmaları, öncülük etmeleri, Önderliğin en üst düzeyde yoldaşları olmaları hepimizi çok etkilemişti. Bizim Önderliğe yaklaşımlarımız farklıydı. Önderliğin yarattığı etki ve güç tabiki farklıydı. Ama bu arkadaşların da çok özgün bir yeri vardı bizim yanımızda. Tartışmalarda hep örnek veriyorduk. Bu arkadaşların hareket içerisinde olmaları, öncü kadro olmalarını her konuşmamızda belirtiyorduk.
İlkel-milliyetçilikle mücadele eden bizdik. O temelde aslında geliştik
Bize farklı yaklaşan gruplar vardı. Sosyal şoven ve inkarcı gruplar bizi herşeyle suçluyorlardı. Milliyetçilikle de suçluyorlardı. En çok ilkel-milliyetçilikle mücadele eden bizdik. O temel üzerinde aslında geliştik. Bu kadar net bir ideoloji yaklaşımımız vardı ama belli suçlamalar hep oldu. Bu açıdan arkadaşları hep örnek veriyorduk. Haki arkadaşın şahadeti zor oldu. Sterka Sor adlı bir ajan-provokatör örgütü tarafından gerçekleştirilmesi bize çok daha ağır gelmişti. Bütün arkadaşlarda etki yaratmıştı. Ve ben kendim de ilk afişlerini gördüğümde ağlamıştım. Afişlerin sözleri çok önemliydi tabi ki. Sloganlar vardı, çok çarpıcıydı. Gelip Kampüs’te o afişler gören herkesi etkiliyordu, düşündürüyordu. Tabii biz o zaman İzmir’deydik ama genel olarak bütün arkadaşlarda devrimci intikam alma, bunu karşılıksız bırakmama, bu konuda bu katliamı ve şahadeti geliştiren ajan- provokatör güçlere karşı mücadelede kararlılık var. Önderliğin yaklaşımı çok farklıydı. Örgüt yaratmayı esas alıyor.
Haki arkadaş hem Kürt halkıiçin hem de Türk halkı için önemliydi
Ama düşmanın bu yönelimini göz ardı etmeden, bunu çözerek ve değerlendirerek, bunun ne anlama geldiğini ortaya koyarak, kavratmaya çalışarak yapıyordu. Daha sabırlı, soğukkanlı, bilimsel ve uzun vadeli bir yaklaşım var. Bizdeki yaklaşım ise daha duygusal ve doğal bir tepkiydi. Haki arkadaşın seçilmesi çok önemliydi. Haki arkadaş hem Kürt halkı için hem de Türk halkı için önemliydi. İki halkın mücadelesini birleştiren, istemlerini, özlemlerini birleştiren bir temsil gücü vardı. Bu açıdan o temsile yönelme, Önderliğin en yakın yoldaşlığına yönelme bir tehlike olarak algılanıyordu. Ve buna karşı daha ciddi mücadele etmeyi getirdi. Önderliğin yaklaşımı belirleyici oldu ve Kürdistan’da örgüt yaratıldı.
İdeolojik mücadele veriyorduk, farklı bir mücadele yoktu
Hareketimiz kısa bir sürede politik bir güç haline geldi. 75, 76, 77’ye doğru gençlik hareketini aştı. İlk dönemde daha çok öğrenci gençlik üzerinde etki yapmıştı. Girdiğimiz bütün alanlarda, okullarda nitelikli ve militan gençlik etkilenmişti. Okulların çehresi ve anlamı değişti. Bahsettiğim öğretmen okulu vardı. Öğretmen okulunda daha önce hem faşistler vardı hem de Türk solunun etkin olduğu bir okuldu. Fakat kısa sürede faşistler terk etti, bir mücadele gelişti. Bu tür odaklar engelliyordu. Onun dışında sosyal şoven gruplar vardı. Yani inkarcı yaklaşıyorlardı. Her adımda karşımızda onlar vardı. Engelleniyorduk. Propaganda, ajitasyondu, düşünceleri yayma mücadelesiydi. İdeolojik mücadele veriyorduk, farklı bir mücadele yoktu. Ama bunun karşısında bir engel vardı. Sürekli inkarcılık dayatılıyordu.
KUK’un yoğun saldırıları vardı, bizimle ilişkide olan yurtsever kesimlere yöneldiler
Bizim kendimizi ifade etmemiz, yansıtmamız engelleniyordu. Bu engelleme doğal olarak ideolojik bir çatışmayı yaratıyordu. Aydın Gül arkadaşın vurulmasında sonra şiddet gündeme geldi. Bunu biz yaratmadık, bu bize dayatıldı aslında. Biz buna karşın ideolojik-politik mücadele ve devrimci şiddeti esas alıyorduk. Kendimizi korumak amacıyla... Aslında meşru savunma bu hareketin baştan beri esas aldığı bir mücadele yönetimiydi. Hemen hemen sol grupların birçoğu da bizimle bu yönlü, ideolojik çatışmaya, giderek şiddeti içeren çatışmalara, saldırılara girdi. Kürt ilkel-milliyetçi gruplar vardı. Bunların da yaklaşımıydı. Bunlar içinde en belirgin olarak KUK öne çıktı. Daha çok Mardin yöresinde KUK’un yoğun saldırıları oldu. Bizimle ilişkide olan yurtsever kesimlere yöneldiler. İlk kurşunu bize sıktılar aslında. Bunlar belgelidir.
Mücadelemiz kitleyi bilinçlendiriyordu her kesimi sarstı aslında
Diğer tarafta Hilvan-Siverek ve Batman’da Bucaklar, Süleymancılar ve Raman aşiretleri vardı. Kürdistan’daki gerici feodal- aşiretçi yapının saldırıları vardı. Çünkü mücadelemiz kitleyi bilinçlendiriyordu. Her kesimi sarstı aslında. Her kesimin çıkarına dokundu. Bizim bir bütün olarak sistemi eleştiren bir ideolojimiz vardı. Sistemin oluşturduğu bütün yapıya yönelik bir eleştiriyle çıktık hareket olarak. O açıdan hepsi de karşımızdaydı aslında. Elazığ ve Bingöl’de faşist odaklar vardı. Kürt ilkel milliyetçi gruplar dışında onların saldırıları vardı. Ona karşı bizim mücadelemiz vardı.
Sosyal şoven, ilkel-milliyetçiliğe karşı mücadelemiz gündeme geldi
Sterka Sor, ajan- provokatör bir örgüt olarak Partimiz tarafında deşifre olunca Tekoşin adı altında örgütlendiler. Bazı yönlendirici kadroları Dersim’dendi. Tekoşinin de kısa sürede Kürtlükle bir ilgisi olmadığını, Kürdistan halkının davasıyla bir ilgisi olmadığını, tamamen bize karşı örgütlendirilmiş bir saldırı grubu olduğu açığa çıktı. Çünkü saldırıyla başladılar. Hem ideolojik hem de fiziki olarak saldırıyla başladılar. Arkalarında devletin kurumları vardı. Bu çok netti. Çoğu zaman polisle birlikte bize saldırılıyordu. Bunlar böyle açık yönelimlerdi. Tabii bu konuda bizim hem feodal-aşiretçi yapıya karşı, hem sosyal şoven ilkel-milliyetçiliğe karşı mücadelemiz gündeme geldi. Her yerde bu konuda bizim de etkin bir mücadelemiz vardı. Topyekun saldırıya karşı bizim hareket olarak kendi varlığımızı koruma gibi bir sorunumuz vardı. Bunun yöntemlerini de yoğun olarak tartışıyorduk. Önderlik bu konuda kitleyi ve halkı esas alan bir mücadele tarzını hep önümüze koydu.
Türk solundan katılanlar oldu bize bir de KUK’tan bir grup gelmişti
Elazığ’da faşist odaklara karşı mücadele, faşistler içindeki kesimleri de etkilemişti. Bunlar MHP’nin örgütlediği Kürtlerdi. Bizim mücadelemizle birlikte bunlar da etkilenmişti. Yani bunların içinde de bir kopuş oldu. 70’in üzerinde bir grup kopmuştu. Hatta Türkeş’in katıldığı bir Kongre vardı. O Kongre içinde de bir tavır ve tutum takınılıyordu. Bu her kesimi etkiliyordu. Türk solundan katılanlar oldu bize. Bir de KUK’tan bir grup gelmişti. Merkez düzeyinde de kopuşlar olmuştu. Çözülüşler vardı. Önceki yapılar çözülüyordu. Bu çözülüş bizim mücadelemizle birlikte oluyordu. Bu konuda bunun sonuçlarını değerlendirmek önemliydi.
Yoğunlaşmamızı Elazığ’da bir grup arkadaş ile yaptık. Sonra Kongre’ye gidildi
78’de Program taslağı dağıtıldı. O zaman biz Elazığ’daydık. Program taslağını okuyup, yoğunlaşmamız gerekiyordu, o belirtildi. Bunun farklı bir çalışmaya bizi götüreceğini tahmin ediyorduk. Çok geniş bir arkadaş yapısına yansıtılmadı. Belli bir grup arkadaş taslağı okuyordu. Tabii bunun yanında diğer ülkelerdeki Partilerin ve devrimlerin tarihi inceleniyordu. Rusya’daki Ekim Devrimi, Bolşevik Parti Tarihi, Rusya Sosyal Demokrat işçi Partisi Tarihi, Vietnam işçi Partisi Tarihi ve Afrika’da devrimlerini gerçekleştirmiş ülkelerin tarihleriyle ilgili kitaplar da ek olarak okunuyor ve inceleniyordu. Nasıl bir Parti? Oradaki Partiler nasıl kurulmuş? Bunların tartışması ve yoğunlaşması vardı. Biz bu yoğunlaşmayı Elazığ’da bir grup arkadaş ile yapabildik. Onun sonrasında Kongre’ye gidildi.
Hilvan-Siverek’te kitlesel bir potansiyelimiz gelişiyordu
78’e gelindiğinde Dersim’de önemli bir potansiyel ortaya çıkmıştı. Hareket genişlemişti, kitleselleşmişti. Hemen hemen bütün okullarla, gençliğin bulunduğu alanlarla, halkla ve esnafla ilişkiler geliştirilmişti. Daha önce diğer sol grupların belli ilişki alan ve merkezleri vardı. Hatta Alevi kesimlerini kapsayan çalışmalar vardı. Her kesime ulaşıldı. Antep’te önemli bir potansiyel vardı. Yine Hilvan-Siverek’te kitlesel bir potansiyelimiz gelişiyordu. Bingöl’de önemli bir kadro potansiyeli vardı. Denile bilinir ki 77’yle birlikte bir kabarış oldu. 78’de de kitlesellik daha çok gelişmişti. Sorun daha çok güvenlik sorunuydu. Ben o tartışmaları bilemiyorum ama delege seçimi ve sayısı arkadaşlar tarafından belirlenmişti.
Hareket neyi emrediyorsa onu yapma istemi vardı
Aslında eğer güvenlik sorunu olmasaydı çok sayıda arkadaş katılabilirdi. O açıdan bölgeleri temsil eden bazı arkadaşlar gelmişti. 23 veya 24 kişilik bir gruptuk. Elazığ’dan Cuma arkadaş, Hüseyin Topgider ve ben delege olarak gittik. Tabii büyük bir heyecan vardı. Hareket neyi emrediyorsa onu yapma istemi vardı. Kadro şekillenmesi ve göreve yaklaşması böyleydi. Ne dense o yapılıyordu. Ona ruhen hazırlık vardı. Kürdistan devrimciliğinde, devrimcilerinde işe hazır olmama yoktu. Belki kişilikler ayrıldı, kopanlar ve göğüslemeyenler oldu, bunlar ayrı ama bu işe karar vermiş yürüyen arkadaşlarda gerçekten genel bir karakterdi. Önderliğin yarattığı bir karakterdi. Hiç kimse ben hazır değilim, acaba nereye gidiyorum, yapabilecek miyim böyle çok değişik kaygılara gidilmiyordu…
Dılzar Dilok
- Ayrıntılar
Büyük bir direniş ve devrim yılı olan 2014’ün sonuna geliyoruz. Hiç kuşku yok ki, 2014 yılının en önemli olayı IŞİD adlı faşist çetenin saldırıları ve buna karşı Kürt halkının ve gerillasının başta Şengal ve Kobani olmak üzere Batı ve Güney Kürdistan’da geliştirdiği kahramanca direniştir. Bu direnişin yüzkarası olan soykırım suçundan insanlığı kurtardığı ve insanlık onurunu koruduğu tartışmasızdır. Bu da Kürt halkını ve özgürlük direnişini tüm insanlık tarafından tanınır hale getirmiştir. Bu temelde 2014 yılı herkesten çok bir Kürt yılı olmuştur.
2014 Yılını önemli kılanın 2013 yılının devrettikleri olduğu bilinmektedir. Bunların başlıcaları da Bağdat’ta yönetim değişikliği yapamama, Hewlêr’de hükümet kuramama, Cenevre-2’nin iflası temelinde Suriye’de yaşanan tıkanma, Irak Şam İslam Devleti-IŞİD adlı faşist çetenin Rojava Özgürlük Devrimine saldırısı ve Türkiye’de başlayan AKP-Fetullahçı çatışması gibi hususlardır. 2014 yılı bu hususlar temelinde yaşanan mücadelelerle geçmiştir.
Yılın bu karakteri Kürtler tarafından daha yılbaşından itibaren görülmüş ve değerlendirilmiştir. Bu çerçevede 2014 yılının büyük devrim ve savaş yılı olacağı tespiti yapılmıştır. Buna göre hazırlanılmış ve yıl çalışmaları planlanmaya çalışılmıştır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 2013 Newrozundan itibaren sabırla ve ısrarla yürüttüğü sürecin ortaya çıkardığı imkan ve fırsatlar bu temelde değerlendirilmek istenmiştir.
Doğrusunu söylemek gerekirse, yılbaşından itibaren böyle bir tespit ve planlama ile hareket edilmek istenmişse de, 2014 yılının ilk yarısı Kürtler açısından hiç de rahat ve başarılı geçmemiştir. Bunda özeleştiri ile düzeltilmesi gereken bazı hata ve eksiklikler rol oynamıştır. Bunları da planlamada geç kalma, darlık ve tek yanlılık ve planlanmış olan görevleri zamanında hayata geçirememe olarak ifade etmek mümkündür. Yani dört parçada birden savaş yapmayı göze alamama ve buna güç yetirememedir.
Türkiye açısından 2014 yılının önemli bir olayının da 30 Mart yerel yönetim seçimleri ile cumhurbaşkanlığı seçimi olduğu bilinmektedir. Yerel seçimlerin Kürt Özgürlük Hareketi açısından başarılı geçtiği, ama ders çıkarılması gereken eksikliklerin de yaşandığı açıktır. Nitekim seçimde yaşanan hata ve eksikliklerin tespiti için demokratik siyaset tarafından genel bir soruşturma yürütülmüş ve önemli derslere ulaşılmıştır. Bazı eksikliklere rağmen cumhurbaşkanlığı seçiminde elde edilen sonuç HDP açısından güven verici olmuştur.
Kuşkusuz Ortadoğu bölgesi çapında 2014’ün ilk yarısındaki kısmi durgunluk 12 Haziran günü IŞİD’in başlattığı Musul saldırısıyla aşılmış ve çok hareketli bir siyasal ve askeri sürecin içine girilmiştir. 2014’ün ikinci yarısı bu temelde bölge çapında çok hareketli geçmiş, Kürtler açısından büyük bir direniş süreci yaşanmıştır. Öyle ki, Şengal ve Kobani direnişleri Kürtler açısından hayati önem taşırken, küresel düzeyde de tüm insanlığın dikkatini ve desteğini üzerine çekmiştir.
Burada elbette IŞİD’in kim olduğu ve böyle etkili bir saldırıyı neye dayanarak gerçekleştirdiği üzerinde durmak gerekiyor. IŞİD’in kimliği üzerine şimdiye kadar yoğun bir tartışma yürütülmüş bulunuyor. Bazılarının iddiasına rağmen, IŞİD’in tarihsel toplum ve İslam Dini ile pek bir ilişkisinin olmadığı biliniyor. Onun Ortadoğu’da yaşanan derin kaos ve çıkmazın bir ürünü olarak ve kapitalist modernitenin bir provokasyon gücü ve tetikçisi biçiminde ortaya çıkıp rol oynadığı net bir tarzda görülüyor.
IŞİD’in hangi ortamda ve kimlere dayanarak bu saldırıları geliştirdiği konusuna gelince, kapitalist modernite güçlerinin yürü ya kulum dediği ve IŞİD’in de bu temelde yürüdüğü ortadadır. Bunu IŞİD saldırılarının ortaya çıkardığı siyasal sonuçların kimlere hizmet ettiğine bakarak da anlayabiliriz. Bağdat ve Hewlêr’de hükümet sorunlarının çözümünden Suriye’deki kilitlenmenin aşılmasına kadar bir dizi sonucun ABD ve İsrail’in politikalarına hizmet ettiğini rahatlıkla görebiliriz.
IŞİD saldırılarının bu kadar etkili olması ve hızlı değişime yol açmasının da 2014 yaz başındaki boşluğu değerlendirmesine bağlı olduğu açıktır. Böyle bir boşluğun oluşmasında devrimci güçlerin gereken hamleyi yapamamasının da rol oynadığı ortadadır. Yani 2014’ün ilk yarısında devrim hamle yapıp inisiyatifi ele geçiremeyince, Haziran ortasından itibaren karşıdevrimci hamle IŞİD eliyle geliştirilmiş ve inisiyatif bu biçimde karşıdevrimci güçlerin eline geçmiştir. Bu da devrim cephesinde ciddi bir sıkışma ve zorlanma ortaya çıkarmıştır.
Kuzey’de demokratik özerklik hamlesi yapamayan ve Güney’de ise IŞİD saldırılarına karşı müdahale zemini bulamayan devrimci güçler ciddi zorlanmayı yaşamışlardır. Bu durum IŞİD’in 2 Ağustos günü başlattığı Şengal saldırısı ile aşılmıştır. Êzidi Kürtlüğüne karşı herkesin sorumluluk duyması ve özellikle de KDP’nin pêşmerge güçlerinin saldırılar karşısında Şengal’i savunamayarak kaçması hem HPG ve YJA-Star gerillalarını tarihi bir görevle yüz yüze getirmiş, hem de bu duruma müdahale edebilmenin önünü açmıştır. 3 Ağustos’tan itibaren gerillanın Şengal’e müdahalesi ve IŞİD faşizmine karşı direnme gücü göstermesi daha sonraki siyasi ve askeri gelişmelerin belirleyicisi olmuştur.
Faşist IŞİD çetelerinin Şengal saldırısından sonra Maxmur üzerinden Hewlêr’i tehdit etmesi durumu daha da ciddi hale getirmiş, HPG ve YJA-Star gerillalarının bu alana da müdahale etmesi Hewlêr’in savunulmasında belirleyici rol oynamıştır. Böylece IŞİD saldırıları Rojava ardından Güney Kürdistan’a da yönelmiş ve iki Kürdistan parçasında IŞİD çeteleri ile yoğun bir savaş süreci ortaya çıkmıştır. Maliki, Esat ve Barzani güçlerinin karşı duramadığı IŞİD faşizmine karşı direnen ve IŞİD saldırganlığını durduran tek güç Kürdistan Özgürlük Gerillası olmuştur.
IŞİD faşizmiyle Kürtler arasındaki savaş, 15 Eylül’den itibaren IŞİD çetelerinin Kobani’ye saldırısıyla yeni bir aşamaya ulaşmıştır. IŞİD’in Kobani saldırısının arkasında küresel kapitalizm ile bölgenin ulus-devlet gericiliği birlikte yer almıştır. Bu konuda özellikle Rojava devrimini yıkmak ve Rojava Kürtlerinin statü elde etmesini engellemek isteyen AKP Hükümeti başat rol oynamıştır. IŞİD’i Kobani’ye saldırtan gücün AKP olduğunu söylemek bile mümkündür. Bununla birlikte ABD ve KDP’nin de Rojava’da etkinlik geliştirebilmek için YPG-YPJ güçlerinin zorlanmasını istediği tartışmasızdır.
Bütün zorluklarına ve ağır bedel istemesine rağmen Kürt gerillasının ve halkının Kobani’yi kahramanca savunması ve kısa sürede Kobani’nin IŞİD’in eline geçeceği planını boşa çıkarması, yılın son üç buçuk ayının belirleyici olayı olmuştur. Öyle ki, “1 Kasım Dünya Kobani Günü” ilan edilerek, IŞİD’e karşı Kobani direnişi tüm dünya tarafından desteklenen bir konuma gelmiştir. Bu da Kürt Özgürlük Hareketinin ve Kürt direnişinin küresel bir güç haline gelmesi ve tüm insanlığa ulaşmasını ifade etmektedir.
Yılın ilk yarısında devrim hamlesini geliştiremeyerek inisiyatifi ele geçiremeyen Kürt Özgürlük Hareketi, ikinci yarısında Rojava ve Başur’da IŞİD’e karşı geliştirdiği kahramanca direnişle ve özellikle de Kobani direnişiyle yeniden inisiyatifi ele geçirmeyi başarmıştır. Böylece devrimci hamle yapabilecek koşulları yeniden yaratmıştır. 2014 Yılından 2015’e devredilen işte bu gerçeklik olmaktadır.
Besbelli ki 2015 yılında 2014’ün yarım bıraktığı olaylar sonuca götürülecek ve yeni devrimsel hamleler ortaya çıkarılacaktır. Böylece 2015 yılı daha büyük direnişler ve devrimler yılı olacaktır. Bunun koşulları uygun, imkan ve fırsatları güçlü bir biçimde vardır. Belli ki IŞİD karşısında Kobani ve Şengal direnişleri zafere götürülecek, Rojava Devrimi demokratik Suriye devrimi haline getirilecektir. Güney Kürdistan’da ise yeni ve gerçek bir demokratikleşme süreci geliştirilecektir.
Rojava ve Başur yanında Bakur’da da 2015 yılının en büyük gelişmelerin yaratılmasına açık olduğu ortadadır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın son müzakere girişimiyle ya Haziran genel seçimine kadar demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümünde kalıcı politik adımlar atılacak, ya da AKP söz konusu seçimi kazanamayacaktır. Seçimden sonraki siyasal gelişmeler seçim sonuçlarına göre şekillenecektir. Demokratik siyasetin seçim başarısı Türkiye’nin geleceğini belirleyecektir.
Bu temelde 2015 yılının Kürtler ve bölge halkları için daha çok özgürlük ve demokrasi getirmesini diliyor, herkesin yeni yılını kutluyoruz!
SELAHATTİN ERDEM
Kaynak: Yeni Özgür Politika Gazetesi
- Ayrıntılar
Kürdistan ülkesi tarihi boyunca çok sayıda işgalci gücün saldırısına ve hükmetme girişimine tanıklık etmiştir. Bu işgal ve hükmetme girişimleri her zaman Kürdistan ülkesine ve Kürt halkına büyük zararlar vermişlerdir. Yer yer toplu sürülmeler ve toplu kıyımlar da yaşanmıştır. Bu bağlamda Kürdistan ülkesinin ve Kürt halkının tarihi bir anlamda da trajediler tarihidir. Elbette her zaman bu işgal ve kıyımlara karşı Kürdistan ülkesi ve Kürdistan halkı büyük direnmiştir. Bunun içinde Kürdistan tarihi aynı zamanda büyük direnişlerin de tarihi olmuştur. Ancak Kürdistan ülkesinin belki de karşılaştığı en büyük yıkım, kıyım ve sürülme LOZAN diye bilinen uluslararası güçlerin ortaklaşa gerçekleştirdikleri bir konferansla başlamış ve halen de sürmektedir.
Lozan konferansı 24 temmuz 1923 yılında İsviçre’nin kenti olan Lozan’da gerçekleşmiş ve bu konferansta alınan kararlarla Kürtler ilk kez var oldukları halde yok sayılmış, bununla yetinilmemiş birde Kürtlerin Türkiye cumhuriyeti devleti tarafından bu tarihten itibaren de katledilmelerine hem ses çıkarılmamış hem de teşvik edilmişlerdir. Lozan’ın ortaya çıkardığı bir gerçeklik bu olmuştur.
Ancak daha da önemli olan bir husus ise-çok fark edilmese de, dile getirilmese de-Ortadoğu’da halklar birbirine düşman haline getirilmişlerdir. Örneğin Türkler ve Kürtler, Araplar Kürtlerle, İran ve Kürtler neredeyse bir araya gelemeyecek düzeye getirilmişlerdir.
Ve belki bunun kadar önemli başka bir durum ise kurulan sözde çok sayıda Arap devletiyle de Araplar onarılmaz bir biçimde birbirinin karşısına dikilmiş ve de dış güçlerin müdahalesine açık hale getirilmişlerdir.
Yukarıda ifade edilenler kadar önemli olan başka bir durum ise özü itibariyle kökleştirilen ulus devlet modeliyle de bu coğrafyanın onlarca zengin, kadim halkı, inancı, etnisitesi baskılanarak düşmanlık tohumları sürekli olmak üzere ekilmiştir.
Lozan Konferansı özü itibariyle Ortadoğu toprakları için bir parçalanmayı, dağılmayı, dış güçlerin saldırı ve oyunlarına açık hale gelmeyi getirdiği gibi, sömürülmelerinin de yolunu açmıştır. Bunu böyle olduğunu Ortadoğu’da olup bitenlere bakıp görmemiz zor değildir. Son yüz yıllık tarihe baktığımızda neredeyse bu topraklarda savaşsız bir günün geçtiğini görmemiz mümkün değildir. Bu savaşsız geçen günlere birde içeride yaşanan, yaşatılan onca suni kıyımı da eklersek gerçek manada Ortadoğu’nun halkların bir mezbahı haline getirildiğini görebiliriz.
Bu durumu emperyal güçler Lozan Konferansıyla ortaya çıkarmışlardır. Bu durum aşılmadan Ortadoğu’nun rahatlayacağı düşünülmemelidir. O zaman yapılması gerekli olan batılıların oluşturduğu Lozan’ı aşacak olan bir Doğu Lozan’ını ya da II. Lozan’ı oluşturmaktan geçer.
II. Lozan’ı ya da Doğu Lozan’ını oluşturmanın yolu öncelikli olarak farklı bir zihniyet yapısına sahip olmaktan geçer. Bir kere zihin yapımızı ulus devlet yapılarından temizleyerek, demokratik ulus modelini edinmekten ve benimsemekten gerekiyor.
Demokratik ulus anlayışını edinmek demek ise her halkın doğuştan gelen haklarını, her inancın kendisini özgürce ifade etme özgürlüğünü, en küçük yapıların da kendilerini özgürce ifade etme ve yaşama hakkına saygıdan geçer. Belirtildiği bunu yapabilmek için önce ulus devlet modelinden uzaklaşmak gerekiyor. Bu ama aynı zamanda kapitalist modernist kültür ve zihniyetinden uzaklaşmak demek olacağı için, kendi zihniyet yapımızı başka bir deyimle bu coğrafyaya özü itibariyle ait olan ortaklaşma kültürünü benimsemekten geçer.
Ortadoğu toplumsallığın coğrafyası olduğunu bize tüm kutsal kitaplar söyler. Kutsal kitapların ortak özü kesinlikle komünalizmdir. Ortakçılıktır. Paylaşımcılıktır. Birbirini düşünmektir. Herkesi kendisi gibi görmektir. Herkesin en yüce “varlık” önünde eşit olduğuna inanmaktır. Bu toprakların mayası böyle örülmüştür. O zaman yapmamız gerekli ilk iş bu mayaya ters düşen, ters duran, dini bir kavramla ifade edecek olursak; “fıtrata ters olan”ı düzeltmektir. Ortadoğu’da bunun düzeltilmenin yolu kendi Lozan’ımızı, Doğu Lozan’ını, II. Lozan’ı oluşturmaktan geçer.
Doğu Lozan’ını nasıl oluşturacağız?
Doğu Lozan’ını oluşturmanın yolu öncelikli olarak var olan sorunları kendi aramızda, belirttiğimiz gibi demokratik ulus anlayışıyla ele almamız gerekiyor. Devlet ulusla peydahlanmış olan milliyetçilikleri, ırkçılıkları, tekçilikleri bir köşeye bırakarak, çoğulculuğu, kültürel zenginlikleri esas alınması gerekiyor. Her renge ve kültürel farklılığı sahiplenme temelinde, saygı gösterilmesinden geçer.
Unutmayalım, emperyalizm doğası gereği talancı ve vurguncudur. Böyle olmasa kendisini nasıl ayakta tutabilir ki? Halkları soymayan, sömürmeyen, kanlarını emmeye, yer altı ve yer üstü zenginliklerine el koymadan götürmeyen bir emperyalizmin yaşaması mümkün mü? Mümkün olmadığını bilen emperyalist güçler bu çıkarlarına yani emellerine ulaşmak için kullandıkları en etkili yöntemleri; halkları birbirine bırakarak, düşman kılarak zayıflatma yöntemidir. “Böl, parçalama ve yönet” dedikleri yürütme taktiği bu yöntemdir.
Ortadoğu -özelde de 24 temmuz 1923 yılında imzalanmış olan Lozan konferansıyla- halkların birbirine düşman haline getirilmesiyle kuşatılmıştır. Bu kuşatılmayla halklar birbirine düşman haline getirilmiştir. Ancak belirtelim ki ilk kez bu birbirine kırdırılma durumunun aşılma fırsatının imkanları doğmuştur.
Demokratik ulus anlayışı ve modeliyle Ortadoğu’da ilk kez halkların emperyal güçlerinin oyunlarına gelmeden, tuzaklarına düşmeden kendi yollarını çizerek, kendi çıkarları temelinde her halk, her renk, her inanç için oluşturacakları Demokratik Özerklik modeliyle –bugün Rojava’da pratikleştirildiği gibi-hayata geçirilme şansı doğmuştur.
Bunun yolu ise ilk iş olarak; demokratik ulus anlayışıyla hızla, hemen II. Lozan’ı ya da Doğu Lozan’ınımızı gerçekleştirmemizden geçiyor.
Xeyri Engin
- Ayrıntılar
Bilinir insan doğası gereği baskıya gelmez. İnsan gibi toplumlar da baskılara karşı refleks göstermeye meyillidir. Dünyanın her yerinde devletçi ve iktidarcı güç odakları ezmek, sömürmek, baskı altında tutmak istedikleri insan ve toplumları karşı bunun için çeşitli zengin yöntemler geliştirmeye çalışmışlardır.
Bu gerçeklik böyle olmasına böyledir lakin TC devleti gibi sömürmek için zengin yöntemler geliştirme konusunda mahir olan, devlet ve güç odaklarını bulmak zordur. TC devleti ilk kuruluşundan başlayarak, bugüne kadar, bu zengin yöntem geliştirme yeteneğini korumuştur.
Hatırlayalım; TC devleti daha 1924 yıllarında kendi tekçi düşünce ve siyasi yapısını oturtmak için birçok farklı dini inanç gurubuna yasaklar getirmiş ve giderek buralara ait gelenek ve değerleri yasaklamıştır. Buna en iyi örnek ise hiç şüphe yoktur ki 25 eylül 1925 yılında geliştirilen Şark Islahat Planı olmuştu. Bir halkı tümden tasfiye etme planı olan bu planda neler var, neler yok ki! Dil yasaklarından kültürel yasaklara, göçertmelerden sürgünlere, eritmelerden yok etmelere kadar, abuk sabuk ama halklar ya da baskı altına alınlar için ölümcül olan bu tür karar ve yasaları her zaman çıkartmışlardır.
Peşi sıra “İsyan” dedikleri ancak özü itibariyle saldırılara karşı kendini savunan Kürtlerin direnişlerine karşı geliştirdikleri ve aldıkları insan aklının ve ahlakının almayacakları karar ve yasalar…
Daha sonraki yıllarda ise bu kez Celal Bayarlar sürecinde 49’lar ve 400’ler meseleleri…
Cuntalar geleneği güçlü olan bu devlet, her bir cuntada ise akıl almaz uygulama ve yasalar çıkartmıştır. Öyle ki dünyanın hiçbir yerinde olmayan dil yasakları, dile kelepçe vurmaları…
Özcesi bu devletin tarihi böyle akıl almaz, vicdan kaldırmaz, ahlak götürmez çok uygulamaları, kararları ve yasalarla hep dolu olmuştur.
Şimdi de ismi ak ancak yüreği, zihni ve beyni kara olan AKP yeni bir yasa çıkarmıştır. İnsanların doğal ve meşru olan protesto haklarını hep yasaklıyor, yasaklamayla kalmıyor, -protestocular maske takarlarsa- terörist bilerek, her türlü muameleyi yapmaya kendini hak gören uygulamalara kapı aralıyor. Maske demişken, birileri faşizan uygulamalara takılmamak için yüzünü kapatırken, yüreği zift tutanlar toplum içinde sadece ve sadece maskeyle-hem de on yüzlü maskelerle-dolaştıklarını ve yaşadıklarını unutuyorlar.
Ayrıca Molotof denilen protesto aracını silah kategorisine çıkararak, polise Molotof kullananlara karşı silah kullanma suretiyle vurma yetkisi, hatta talimatı veriyorlar.
Özcesi; Molotof artık bir silahtır, hem de vurucu ve öldürücü bir silah. Ve bu silaha karşı her türlü yaptırım uygulanacağa göre, o zaman bizim de yapmamız gerekenler var demektir…
TC faşizmi kara ve zift gibi yüreğiyle faşizmini artırarak sürdürüyor ve sürdüreceğinin mesajlarını ve pratiklerini günlük olarak büyük bir kararlılıkla vermeye devam da ediyor. Bu demektir ki mücadelemiz sürdürülmek durumundadır. Bu demektir ki; karşı koyuş sürdürülmeye devam edecektir. Bu ise günlük olarak Kürdistan’da faşizme ve ak ve kara yüreklere karşı direniş demek olacaktır. Faşizm ise bizim kullandığımız savunma aletlerine belirttiğimiz gibi katletme ile cevap vereceğinin kararını almıştır.
O zaman yapmamız gereken nedir? Sessiz kalamayacağımıza göre kendimizi savunacağız. Bu bir. Madem Molotof öldürücü bir silah olarak görülüyor ve öyle de karşılık görecektir, o zaman bizler de onların anlayacağı dilde cevap vermemiz gerekmez mi? Silah ise, o zaman size alın silah diyerek, vereceğimiz cevapları vermemiz en doğru yol ve yöntem olmaz mı? Denilecek ki ama bu ateşli bir silahtır. Tamam, ama bu devlet ateşli olmayan bir savunma aracını ateşli silah kategorisine almıştır. Sadece bu kategoriye almamıştır, aynı zamanda Molotof’u kullananlara karşı katletme hedefli silahta kullanacaklardır. İşte bunun için yüreği, beyni, zihni, ruhu, yedi ceddi kara ve DAİŞ olanlara karşı alın size silah diyerek, hem de ateşli silah diyerek kendimizi savunmamız en meşru hakkımız olduğu açık değil midir?
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
İnsanlar iletişimi sesle sağlıyor. Sesin şifre haline getirilmesi dil olurken, dil ise bu bağlamda insanın en önemli iletişim aracı oluyor.
Dil insanların birbirlerini anlamaları, ilişki geliştirmeleri, anlaşmaları için değerlendirdiğinde bu var olan ve ortaya çıkmış olan sorunlara çözüm gücü olurken, tersi biçiminde kullanılırsa yani başkalarını kırmaya, hakaret etmeye, küçük düşürmeye dönük kullanıldığında ise yaşamı zehir haline getirdiği gibi, insanların ve toplumların birbirine girmesine hatta boğazlaşmasına kadar götürebilir.
Özcesi dil, dilin kullanılması biçimine göre olumlu ve olumsuz bir rol oynayabiliyor. Bu gerçekliğinden dolayı dilin kullanımı, sözün sarf edilmesi üzerine birçok ata ya da ana sözü sarf edilmiştir. Örneğin Hz. Ali’nin: “Söz ağzınızdayken söz sizin köleniz, ağzınızdan söz çıkmış ise artık siz o söz ya da sözlerin kölesisiniz” dediği gibi.
Malum içinizde her şeyi düşünebilir ya da tasarlaya bilirsiniz. Ve bu düşündükleriniz eğer söze ve eyleme dökülmemiş ise size kimse bir şey diyemez, suçlayamaz, karşı yaptırımlarda bulunamaz. Lakin düşündüklerinizi söze döktüğünüz ya da eyleme döktükten sonra sözler ve eylemler artık size ait olduğu için, sizi bağlar. Hz. Ali’nin söylediği gibi söz içinizdeyse söz sizin köleniz, söz ağzınızdan çıkmış ise siz o sözleri kölesisiniz.
Türkiye siyasetinde uzun yıllardır söz değerini yitirmiştir. Çünkü söz ve sözler ulu orta her yerde, peş peşe, her yere çekilebilecek bir biçimde kullanılmaya başlandığı için sözler yozlaşmıştır. Yozlaştırılmıştır. Söz anlamını yitirmiştir.
Ama unutmayalım ki bir yerde söz anlamını yitirmiş ise, söz değer kaybetmiş ise orada değer kaybeden ve yitirilen insanlıktır. Çünkü bu sözleri sarf edenler insanlardır. İnsanların sarf ederek onları kölesi haline gelen insanlardır.
Söz anlam yitimine uğramış ise, orada artık sözden bahsetmek yerine sadece sesten söz etmek daha yerinde olur. Ve gerçek manada Türkiye’de AKP denilen parti başta olmak üzere CHP gibi dikta geleneğinden gelen parti de sözü ayak altına almışlardır. Sözü ayak altına alan bu partiler özü itibariyle kendileri ayak altına alınmışlardır. Bunun için diyoruz ki ağızlarında çıkanlar sözler değildir, ağızlarından çıkanlar seslerdir. Ancak unutmayalım ki çıkardıkları sesler gerçekten de kirleticidir.
Nedeni açıktır; sesleri hep hakaretleri dile getiriyor. Didişme üzerine kuruludur. Küfürlerin dışında neredeyse ses düzenekleri işlemiyor. Bu özü itibariyle bir kirlenmedir, kirletmedir. Ses kirlenmesi ve kirletmesidir.
Sadece şu bir iki ay’ı alıp değerlendirelim. İktidarda bulunan AKP bakanlarının, başbakanlarının ve de cumhurbaşkanlarının sarf ettiklerine bir bakalım. Hep vurma ve kırma üzerinedir. Zaten cumhurbaşkanı olan kişinin dil sorunu dışında bir de terbiye sorunu olduğu için, sarf ettikleri argo, tehdit, ahlak dışı ve toplum dışı sözlerine herkes aldırış etmeyebilir. Ancak bu dil ya da ses kirliliği genel bir hal almış ise orada durmak gerekir. AKP denilen partinin neredeyse tüm önde isimleri aynı dili kullanır olmuşlardır. Ve bu dil belirttiğimiz gibi halklara tek bir faydası yoktur.
Türkçe de bir deyim vardır; “tencere dibin kara senin ki benden kara” diye, AKP ve siyasetinin böyle olduğu kesin ancak onlar kadar belki de onlardan daha da kirli bir dil kullanan başka bir parti ise CHP adındaki sosyal faşist hatta modern sağcı faşist partinin kullandığı dildir. Küfür, hakaret, boş, içeriksiz, anlamsız, çözüm üretmekten uzak.
Sözü uzatmayalım; Türkiye siyasetinde söz ya da dil anlaşmak ya da anlam yüklemek için değil, ses çıkarmak, karışıklık yaratmak, var olan çelişkileri daha da derinleştirmek, sorunları kördüğüm haline getirmek için inadına kullanılıyor.
Denilecek ki herkes sarf ettiği sözün kölesidir. Elbette herkes sarf ettiği sözlerin kölesidir. Ancak sözleri sarf edenler birde iktidar aygıtlarını ellerinde bulunduruyorlarsa orada sözün kölesi olanlar, kendi gerilikleri ve ahlaki dibe vurmuşluklarıyla sizleri de kirletebilir, sizlere ellerinde bulundurdukları güç imkanlarıyla yönelebilir, ezebilirler de.
Daha da ötesi, sizin onca cabanızı kendi dar, ırkçı ve milliyetçi çapsız söz ve ses kirliliklerine kurban edebilirler.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Günümüz Ortadoğu’da ki kaotik ortamda dünyanın irili ufaklı tüm güç ve tarafları olumlu olumsuz görünür adımlar attı, atmaya devam ediyor. Ne ilginçtir Rusya devletinin görülen, kamuoyuna yansıyan bir tavrı, adımı görünmüyor. Atıyor da biz mi göremiyoruz? Ya da görünmesini mi istemiyor? Belki de kültürü olan Matruşka bebekleri gibi, görünen bir yüzü, bir kalıbı ama iç içe geçmiş bebekler serisi sadece sahne lehine olduğun da kabuk kaldırılmaya karar verilir ve kaldırdığın kabuğun altından yeni bir bebek çıkar.
Rusya devletinin gerek Suriye’de gerek genel bölgede son bir yılda yaşananlara karşı tavrı incelenmeye değerdir. Tabi bu inceleme sadece güncelde takınılan tavır ve sonuçlar üzerinden yapılırsa yetersiz kalacaktır. Özellikle son yüz yılda Ortadoğu ve Kürdistan’a gerek Sovyetler Birliğinin ve devamı olan Bağımsız Devletler Topluluğu’nun(özelde Rusya devleti) yaklaşımlarını iyi analiz etmek gerekir. Bu temelde Rus-Devletinin Kürt halkına yönelik yaklaşımlarına bakacak olursak;
Sovyetlerin bir siyasal ve ideolojik güç olarak 1917 Ekim devrimiyle tarih sahnesine çıkarken Ortadoğu’da Osmanlı imparatorluğu dağılmayla yüz yüze kalmış, İttihat Terraki devamı Kemalist hareket öncülüğünde ulusal mücadele biçimlenmiştir. Ermeni halkı İttihat Terraki öncülüğünde geliştirilen soykırımla Anadolu ve Mezopotamya’dan çıkıp Kafkasya’ya sıkışmak, sığınmak zorunda kalmıştır. Bu katliama ne çarlık Rejimi ne de Sovyet sistemi yeterince tepki göstermemiş ve hatta Sovyet sistemi Kemalistlerle stratejik ilişkiler geliştirerek, T C’ nin yeniden inşasında belirleyici rol oynamıştır. Sovyet yönetimi uluslararası konferanslarda, diplomaside Türk tarafının tezlerini desteklemiş ve bir bütün ülke içinde sanayi, yol yapımları vb. birçok noktada TC’nin inşasında maddi ve manevi yardımda bulunmuştur.
1920’lerde başlayan TC’nin tekçi ulus-devlet projesi ekseninde gelişen Kürdistan’ı istila, Türkleştirme saldırılarına karşı Kürt halkının direnme savaşımına karşı kayıtsız kalmıştır. Bununla sınırlı kalmayıp Kürt halkının direnişlerini; Kemalistlerin belirttiği “modernizme karşı gerici, eşkıya, çapulcu vb.” tezlerini gerek sosyalist kamuoyunda ve gerekse dünyada propagandacısı olarak Kürtlere karşı önyargılar oluşturmada olumsuz rol oynadılar. Bu algıdan dolayı dünya sol- sosyalist hareketleri Kürt halkının tüm direnme savaşımlarına mesafeli yaklaşmıştır. Uzak durdular. Buna bağlı gerek Mahmud Berzenci ve gerekse Seyid Rıza’nın tüm yardım çağrı mektuplarını diplomasinin karanlık istihbarat odalarında cevapsız bıraktılar.
Mahabat Cumhuriyet deneyiminde bekli de Kürt halkının bugünkü “parçacı” siyasi eğilimlerinin geliştirilmesinde en önemli faktör Sovyetlerin yaklaşımından kaynağını almaktadır. Çünkü Mahabat’ta Komala Jiyanawa örgütünün çizgisi Kürdistan’a bütünlüklü bakıp, Lozan’da ki çizilen parçalanmış sınırları tanımayan ve ortak mücadeleyi savunan bir çizgidedir. Ama Sovyetler Birliği Qazi Muhammed’e “İKDP’yi kurması ve sadece kendi parçalarına hitap edecek program oluşturmasını ve Komala Jiyanewa’daki radikal unsurlardan kurtarmasını” salık verirler. Bundan sonrası biliniyor, bu parçacı çizgi halada Kürt halkının önünde en önemli engeldir.
Kızıl Kürdistan’ı TC ile yapılan anlaşmalar üzerine dağıtarak Azerliği kabul dedenleri Azerbaycan Cumhuriyetinde, etmeyen Kürt kitlelerini( suni- Müslüman) Orta-Asya Türki Cumhuriyetlere sürgün etmişti. Ezidi Kürtleri de Gürcistan ve Ermenistan’da ikameye tabi tutmuştu.
Sovyetler dağıldı, Sovyetlerdeki irili ufaklı tüm enişteler, halklar birçok hak elde ettiler ama Kürtlere bu zemin verilmedi, dağılma daha da derinleşti, bir buçuk milyon Kürt kitlesi Kafkasya’dan, Orta Asya’ya, Balkanlardan tüm Rusya’ya parçalı, dağınık bir halde asimile olmayla, toplumsal dokularını dil- kültürlerini yitirmeyle yüz yüze kalmışlardır. Birçoğu da asimile olmuş durumda. Örneğin; Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in Celali aşiretinden olması, bağlantılı olarak bugün itibariyle Azerbaycan’da bilinen beş yüz binden fazla Kürt kitlesi kendi dilini bilmiyor.
Sovyetler dağıldı. Matruşka bebeğinden 1999’da Önder Apo’ yu yakalatmada mavi akım projesi çıktı. En son 2012’de 60 yaşında, hasta bir Kürt siyasetçi( hiçbir askeri eyleme katılmadığı bilinen) Rusya devleti tarafından Çeçen militanları karşılığında TC’ye teslim edildi. Uluslararası hukukta “savaşamayacak konumda olanlara karşı dokunulmaması “ kararına karşılık bu çıkarlar temelinde bir kez daha Kürtlere reva görüldü.
Şimdi, bu süreçte, her yerin yangın yerine döndüğü, Ortadoğu’da taşların yerinden oynadığı bu süreçte Rusya’nın Matruşka bebeklerine dikkat etmek gerekir. Batı karşısında son dönemlerde TC ile Rusya’nın doğalgaz anlaşmaları, TC’ nin Ukrayna konusunda sessizliği- tavırsızlığı ve buna karşı Tüm dünyanın DAİŞ konusunda TC’yi işbirliğinden dolayı işlemesine karşın Rusya dan tek bir açıklamanın gelmemesi düşündürücüdür. Yine İran’la, Esad rejimi ile ve Davutoğlu ile son diyalogları hayra alamet değildir. Biz Kürtler konusunda hiç değildir.
Sonuç olarak Rojava devrimi Kürt halkı ve dünya halkları açısından çok önemli değerler yaratı. Hitler faşizmine karşı direnen Rus kızları Tanyaların mirasını şimdi Kobane de Arînler devir almıştır. Rus devlet geleneği de Çarlığı ve Stalin’in devlet pragmatiğini temsil ediyorlar. Bunun için olacak ki; onlar için devletlerde dostluk olmaz, çıkarları esastır. Ama bilmeliler ki, Kürt halkını satmaları karşılığında ne petrolerinin, nede hiçbir çıkarlarının garantisi olmayacaktır. Çünkü Kürtler ve Ortadoğu halkları artık Matruşka bebeklerine yer vermeyecek yetkinliktedir.
Medet Serhad
- Ayrıntılar
Maraş katliamının 36. yıl dönümü vesilesiyle birkaç hususu dile getirmek en temel görevlerimizin başında gelmektedir. 1978 yılının 12 Aralık tarihinde, Türk devlet güçlerinin kontravari güçleri ve mit eliyle bizzat gerçekleşen katliam saldırısı ırkçılığın ve tekçi zihniyetin bir ürünü olarak işletildi, bu insanlık suçudur. Acı verici olduğu kadar, binlerce yüzlerce Kürt insanımızın yaşamını yitirdiği bu katliam tarihin hiçbir döneminde insanların dilinden düşmeyecek ve her zaman Türk Devleti’nin anlında kara bir leke olarak anılacağını söyleyebilirim. İnsanın kanını donduran bu katliam tam olarak 36 yıl önce 21 Aralık 1978'de yaşandı ve yüzlerce kişinin öldürüldüğü, bin beş yüz kişinin yaralandığı Maraş'ta yaşanan katliamın 'devlet sırrı' olarak gizlenen resmi raporlarda yer aldığı her kes tarafından bilinmektedir. Artık açığa çıkan ve her kes tarafından kabul görülen bir gerçek konumuna gelmiştir. Bu resmi rapor uzunca bir süre devletin karanlık kasasında 'devlet sırrı' olarak saklandı. Hata yaşanan birçok katliam gibi devlet bunlara birer uydurma gerekçe yaratmaya çalıştı. Aslında halende bu durumu kendi gerçek hatası olarak göreme ve ahlaki bir sorumluluk gereği olarak kabul etme durumu söz konusu değildir.
1978'de Maraş'ta Alevi halkımıza hunharca katledenler. Bu gün aynı zihniyetin birer yansıması olarak Kürtlere karşı KOBANE ve ŞENGALDA uygulanmaktadır. Yine aynı jenosit; kültürel ve fiziki soykırım ROBOSKİ kasabasında Kürt insanlarımız bir avuç ekmek ve kendi yaşamlarını iddianame etmenin peşindeyken uygulandı. Yaşadığımız tarih boyunca Kürtler olarak maruz kalmadık hiçbir saldırı kalmamıştır. Her türden kimyasal madde ve silahlar üzerimizde denendi, fiziki ve kültürel varlığımızı ortadan kaldırmak için. Daha Halepçe, Geliye Zilan, katliamlarının anıları unutulmamış ve her bir Kürt çocuğunun hafızasında saklı ve babaannelerimizin bize bir hikâye olarak anlatımları, dün gibi zihnimizde yaşanmış gibidir. Bu tarihsel gerçekliğimizi anlamadan ve ondan ders çıkarmadan geleceğimizi özgür bir biçimde inşa etmek mümkün olmayacaktır.
Maraş katliamında hedeflenen neydi ve nasıl uygulandı?
Maraş katliamı en başta CIA ve MİT eliyle yapılması planlandı. Devlet güçleri bu durum karşısında zaten çok önceden hazır bir pozisyon almışlardı ve katliam nasıl ki 1925 Yılında Şeyh Said e dönük bir devlet provokasyonu olarak bilinçli yaratıldı ise aynı yöntem Maraş’ta da uygulandı ve olay öyle iki öğretmenin öldürülmesi meseli ile başlamış değildir. Fettulah Gülen cemaatinin bir uzantısı olan hizbi kontra ve dini geriliklerin yoğun etkisi altına olan bir kesim karanlık güçler eliyle de uygulandı. Esas neden ideolojik ve Kürtlerin özgürlük çıkışlarını bastırmak ve Maraş katliamı şahsında Kürtlerde gelişen direniş ve devrimci çıkışın önünü almaktı. Kürtlere bir kez daha kendi kültürünü ve varlığını inkâr etmeyi dayatmalıydı. Kürtlük yerine Türkleşme ideolojisini en yoğun dayatıldığı bir dönemde uygulandı Maraş katliamı.
Yine nasıl yezidi Kürt halkımız güney kürdistanda İŞİD çete örgütünün birinci hedefi konumunda yer aldıysalar, dini inançlarından dolayı katliamdan geçirildiyseler. 1978 yılında da Türk egemenlerinin ilk hedefleri arasında yer aldı ve insan dışı uygulamalarla karşı karşıya kaldılar Alevi Kürt halkımız. İslam dinin kendi dini dışında başka bir ideoloji ve halk tanımamasının faturası İslamlaşmayan ve kendi Alevi inançlarıyla kendisini temsil etmek isteyen insanımızın başında patlamış bulunmaktadır. Yaşanan asimilasyon ve katliamlardan dolayı halende insanımız gerçek kimliğini gizleyerek yaşamayı tercih ediyor. Çünkü yaşama alanı daraltıldı, birçok İslam’ım denilen toplumsal kesimlerin içinde hor görüldü ve kabul örülmeyen bir halk gerçekliğine sahiptir Alevi halkımız.
Nasıl ki Kürtlerin Ortadoğu coğrafyasında her zaman kimliklerine, öz varlığına kendini inkâr etmek ve resmi ideolojiler tarafından bastırıldığı, hiçe sayıldığı dönemlerden geçirildiyse aynı muamele bu sefer alevi halkımıza dayatıldı. İnsanlar kendi kimlikleri yüzünden yakılıp sesleri bastırılmak istendi.
Ancak bu gerçeklikleri görmek ve ona göre sonuç çıkarmak büyük önem taşır. Maraş katliamının sonuçları üzerinde en çok günümüzde rant ve pay çıkarmak isteyen güçler AKP, CHP ve MHP partileri olmaktadır. Alevi halkımız için bu tutum oldukça tehlikeli ve kabul edilir bir durum olarak ele alınmamalıdır. Binlerce insanımız yaşamını yitirdi, yüzlerce masum insanımız cayır cayır yakıldı bu katliamın hesaplaşmasını öyle bir özür dileme ve ya küçük çaplı göz boyama devlet paketleri, alevi açılım adı altında yapılmak istenilen bu girişimler kanları dökülen insanlarımıza birer hakaret olarak görmemiz gerekir. Ve bu konudaki girişimlere kanmamak, yanılmamak gerektiğine inanmaktayım.
Maraş katliamı aynı zamanda PKK ‘nin daha yeni yeni doğuşu ve özgürlük hareketinin yeşerdiği, doğduğu ilk yıla denk getirilmesi de tesadüfi bir durum olarak ele alınmamalıdır. 1973’ten sonra Önder APO öncülüğünde PKK Hareketi’nin çıkışı gerçekleşti. Türk soykırım sisteminin “buralar artık Kürdistan değil” dediği yerler; Maraş, Adıyaman, Antep, Kilis gibi yerler sömürgecilik tarafından Kürtlükten uzaklaştırılan, kendi egemenliğini kurduğu yerler olarak tanımladığı yerler olarak görülüyordu. Özgürlük hareketi de özgür yaşamın ilk tohumlarını, özgür yaşam kararını buralarda aldığı yerlerdi. Haki Karer ve Kemal Pir başta olmak üzere birçok PKK öncüsü çalışmalarını Antep, Adıyaman ve Maraş’ta parti faaliyetlerini yürüttüler. Buralardan ciddi bir katılım patlaması yaşandı. Ulusal kürtlük bilinci etrafında birçok genç akın akın özgürlük bilinci etrafında toplanmaya başladı. Maraş’tan yüzlerce PKK şehidi var. İlk kadın şehidimiz Bese Anuş gibi değerli şehitlerimiz var, aynı zamanda Antep de öyleydi. Sömürgecilik baktı ki buralarda Kürt halkı uyanıyor, o yüzden Türk sömürgeciliği Kürtlüğü ve Aleviliği birbirinden koparmak istedi. Bunlar Türk devleti belgelerinde var, bizzat Türk generalleri buna el atmış “Kürtlüğü ve Aleviliği birbirinden parçalamalıyız, koparmalıyız” demişlerdir. Bu temelde bölgeye dönük böylesi bir siyaset izlemek ön görüldü. Önemli olan ise özgürlük hareketi buralarda gelişti ve buralarda en çok katılım sağlayanlar da Alevi gençlerdi. Bu bölgenin birçok şehidi var. Mücadele yükseldi, gelişti, güçlendi, halk uyandı, bir örgütlenme gelişti, bir irade ortaya çıktı ve PKK’nin ilanı mücadelede büyük bir adım oldu. 27 Kasım’da PKK ilan edildi, 24 Aralık’ta ise bu katliam gerçekleşti. 18’inde, 19’unda başladı, 24’ünde ise bitti. O yüzden 24 Aralık Maraş katliamı olarak adlandırıldı. Bu PKK’nin kuruluşuna, Alevi halkımızın uyanışına, özellikle de Güney Batı Kürdistan’a karşı bir tehditti. Uyanan, mücadeleye katılan halkımızı korkutmak istediler, yine öldürdüklerini öldürüp geri kalanını da korkutup, mücadeleyi boşa çıkarmak istediler. Maraş bölgesi, ilçeleri birçok yol-yöntemle boşaltıldı. Maraş katliamının sebebi aslında budur.
Sayısız kadın bizzat devlet eliyle katledildi, tecavüze uğratıldı; halen ana karnından doğmamış çocukların, kadınların karnını yararak vahşice katlettikleri kadınları unutmak en büyük ihanettir. Kendi kürtlüğüne ve öz benliğine, ulusuna, toprağına, yurtseverliğine büyük ihanet olacaktır. Biz bunları unutsak tarih bizi lanetler ve asla bu lanet lekesinden kurtulamayız. Bu nedenden dolayı kimse çıkıp kütlerin tarihte yaşadığı soykırım ve katliam üzerinden bize siyaset yapmasın. Ancak bize yaşattıkları acı trajedi dolu bu tarihin gerçekliğinin tek af yolu kendi zihniyetlerinde yaşadıkları tekçi zihniyet ve milliyetçi duygularından kendilerini arındırmaları düşer, onlara. Diğer başka türlü söylem ve boş anlamsız tutumlar, lafazanlıktan öteye gitmez. Uluslar arası güçlerin desteğini kendi arkasına alan ve her zaman kapitalist modernite güçlerinin ideolojisinin temsilyetciliğini yapan AKP, MHP ve CHP partilerine düşen tek rol ve misyon kendi klişeleşmiş politikalarını bir kenara bırakmak ve Kürt özgürlük mücadelesinin özgür irade ve siyaseti önünde engel oluşturmaktan vaz geçmeleri en gerçekçi tutum alacağı konusunda genel bir görüş olarak kabul edildiğinin kanısındayım.
Maraş katliamını salt Alevileri kapsayan ve onların varlığına dönük bir katliam olarak ele almak yanlış ve yetersiz olacaktır. En başta direniş ruhunu ve özgür iradeyi kendisinde koruyan ve var kılan bütün Kürt halkını hedefleyen bir saldırı konsepti olarak ele almak gerekir. Bu anlamda bir kez daha tarihte Kürtlerin kültürel ve fiziki varlık haklarına dönük başka katliamlar yaşamaması için Kürtlerin bu tarihi dönemde yeniden birlik ve bütünlük sağlamasına vesile etmesi gerekiyor Maraş katliamı.
Bu vesileyle bir kez daha 36. Maraş katliamının yıl dönümünü kınarken yaşamını yitiren bütün insanlarımızı anıyorum; özelde Alevi halkımız olmak üzere bütün Kürt halkına baş sağlığı diliyorum.
DİYANA AMANOS
- Ayrıntılar
Egemenler tarihin ilk vurgunundan bu yana her zaman yeni yol ve yöntemlerle, kendi hakimiyetlerini hem sürdürmek, hem sağlama almak hem de kalıcı kılmak için çalışmışlardır. Bunun için her zaman özel ekipler oluşturarak insan ve toplumların ruhsal durumlarını inceleyerek, onlara nüfus etmenin yollarını da aramışlardır.
Bunun için denilebilir ki egemenlerin, iktidar güçlerinin özcesi tüm güç odaklarının ilk hakimiyet kurma sahaları ideolojik saha, yani zihniyet alanı olmuştur. Ne zaman ki zihniyet alanını etkileme güçleri azalmış ya da kendilerini etkili kılamamışlar ise o zaman şiddete, çıplak güce başvurmuşlardır. Bu şiddeti de karşılarında duran gücü etkisiz ve zayıf düşürmek için devreye koydukları da kesindir. İradesizleştirme, kırma ve bunları başaramazlar ise yok etmeye kadar götürülecek bir şiddet uyguladıklarını da, tarih bize söylüyor.
Aksi durumda dediğimiz gibi ilk yaptıkları iş beyinleri, zihinleri ve yürekleri fethetmek daha doğrusu manipüle ederek çalma peşinden koşma olmuştur.
Tarihin hangi safhasından geçersek geçelim, gidersek gidelim, bu durumu hep göreceğiz. Her iktidar odağı içinden çıktığı toplumu zapt etmek için onlara göre yeni metotlar geliştirmiştir. Halkları nasıl uyutacak, nasıl yürütecek daha doğrusu “güdebileceği” üzerinden epey kafa yormuşlardır. Belirttiğimiz gibi bunu yaparken tek kendileri kafa patlatmamış, onlarcasını, yüzlercesini hatta binlercesini bunun için sefer etmişlerdir. Belki de tarihte insanın ruhsal dünyasını fethetmek, manipüle etmek için en çok kapitalist çağda kapitalistler bu işe dört elle koşmuşlardır. Örneğin bugün ABD’de on binlerce insanın sadece Think Thank denilen kurumlarda, bir nevi laboratuvarlardan deney yapar gibi deneyler, tartışmalar, araştırmalar yaparak insanların nasıl yönlendirilecekleri üstüne inceleme üzerine incelemeler yapmaktadırlar.
Özcesi iktidar güçleri en ince yol ve yöntemleri en rafine hale getirerek, toplumları gütmenin yollarını aramaya daha doğrusu sağlamlaştırmaya devam ediyorlar. Öyle görülüyor ki insanın içinde özgürlük hasreti, özlemi, kıvılcımları var oldukça da devam da edeceklerdir. Hem de daha da zengin yöntemler geliştirerek.
İktidar güçlerinin tarihine; halkları hiçleştirme, etkisizleştirme, teslim alma, kandırma, oyalama derken aldatma yöntemlerine ilişkin kesinlikle AKP ve Erdoğan’ın uyguladığı yöntemlerden bir tanesi mutlaka geçecektir.
O yönteme biz, karşısındakini kaale almadan, ruhen, psikolojikmen, manen çökertme yöntemi diyelim. Bu yöntemin ismine ne konulacak onu kestirmek zordur. Ancak hasımlarını kaale almadan hiçleştirdikleri için “yok sayarak hiçleştirme mi” demek gerekiyor?
AKP’nin daha doğrusu Erdoğan ve çevresinin uyguladıkları politikalarına ve taktiklerine bakıla bilir. Elbette AKP ve ekibinin uyguladıkları taktikler çok mu ama çok zengindir. Örneğin inanmadıkları değerlere çok inanıyormuş gibi yapmaları gelişkin bir yöntemleridir. Yine toplumun çok farklı kesimlerinden dile gelen farklı düşünceleri sanki temsil ediyorlarmış gibi farklı çevreler henüz görüş belirtmeden hemen onların adına, hatta sanki kendileri öyleymiş gibi açıklamada bulunabiliyorlar. Hatırlayalım AKP gibi milliyetçi bir parti olmasına rağmen, neredeyse Sosyalist Enternasyonalin bir üyesi olacaktı! Bu gerçek manada bir yetenek isteyen bir iş olduğu da kesindir.
Yine milliyetçiliği de en etkili bir silah olarak kullandıklarını biliyoruz. Halbuki Türkiye’nin satmadıkları neredeyse tek bir yerini bırakmadılar. Türkiye’nin tümünü dünyanın emperyalist devletlerine sattılar ama Davos’ta, “One Minute” diyerek ne kadar çok Ortadoğulu olduklarını ise tüm Müslümanlara bir hamleyle güya göstermiş oldular.
Dahası var; İsrail devletiyle gelmiş geçmiş tüm hükümet ve partilerden en ileri düzeyde İsrail devleti ile ilişkili olan bir parti ve başbakan, neredeyse tüm dünyaya kendisini Anti-Siyonist olarak satabilmiştir. Bilenler bilir ki Davos’ta “One Minute” meselesinden sonra da hiçbir zaman İsrail ve Siyonizm ile ilişkilerini bu parti ve üyeleri kesmemişlerdir.
Evet, bunların böyle çok farklı ve zengin yöntemlerini saydıkça sayabiliriz. Nitekim bu zengin yol ve yöntemleriyle tüm Türkiye toplumunu da etkileyerek tam 13 yıldır aralıksız olarak iktidarda bulunma yeteneğini de göstermişlerdir. Bunun için bu partiyi ve bu partiyi kuran Erdoğan’ı hafife almamak gerekir.
Lakin daha zengin olan ve tarihe geçecek olan yöntemleri belirttiğimiz gibi bireyleri, çevreleri, örgütleri, toplumları, halkları hatta devletleri yok sayarak, yokmuş gibi davranarak, hiçleştirme taktik ve politikalarıdır.
Ne söylemek istediğimizi bir iki örnekle iyi verebiliriz.
Örneğin Kılıçdaroğlu adında CHP’nin bir tane Genel Başkanları var. Bildiğimiz kadarıyla aylardır, yıllardır hep meydan okuyor. Hem de canlı yayına AKP liderliğini ve Erdoğan’ı üst üste davet etmiştir. Halen de etmektedir. En son Davutoğlu’nu düelloya davet ettiği gibi. Ya sonuç ne oldu, sıfır cevap. Erdoğan bir gün bile Kılıçdaroğlu’yla neden canlı yayına çıkmayacağına ilişkin bir şey söylememiştir. Söylemez de. Çünkü taktik olarak belirttiğimiz stratejiyi izliyor. O strateji karşısındakini yani hasım gördüğünü yok sayma stratejisidir.
Hatırlıyorum bir seferinde bir davete hem Bahçeli, hem Kılıçdaroğlu hem de Erdoğan davet edilmişlerdi. Ve bu davete Erdoğan’ın gelip oturacağı yer Kılıçdaroğlu’na yakın olan bir yer olmasına rağmen, sanki salonda Kılıçdaroğlu yokmuş gibi yaparak, Bahçeliyi selamlamış, salonu selamlamış ve gelip yerine oturmuştur.
İşte söylemek istediğimiz, kaale almadan hiçleştirme politikası budur. Erdoğan hem selam vermemiş, hem de sanki Kılıçdaroğlu orada yokmuş gibi ederek, ruhen çökertmişti. Böylesi bir durumda Kılıçdaroğlu’nun yapacağı tek bir şey yoktur. Ya kalkıp çıkacaktır-ki bu siyaseten bir yenilgi olurdu- ya da sap gibi aynen o davette olduğu gibi kıp kırmızı olarak oturmaya devam edecekti. Bu duruma gelen ya da getirilen bir kişi sağlıklı düşünebilir mi? Ya da şöyle diyelim, Kılıçdaroğlu bu davette söylenen acaba kaç sözü ya da cümleyi anlamıştır.
Sözü uzatmayayım, herkes kendisini bir an Kılıçdaroğlu’nun yerine koysun. Biz böyle bir duruma düşsek ne yaparız? Ne yapardık? Ortadoğulu olduğu için müthiş gerilirdik v salonu terk edip giderdik. Ya içimize dönerek saatlerce bu kadar saygısız, pervasız, hor, barbar olan bu kişiliğe kendi içimizde tonlarca küfür ederdik. Etmiyor muyuz?
Benzer bir yaklaşımı yer yer alevi öncülerine, demokratik siyasetle uğraşan Kürt liderlerle, sivil toplumculara derken tüm topluma uyguluyorlar. Hatırlıyorum bir keresinde benzer bir yaklaşımı güya Türkiye’nin en zenginleri olan TUSİAD’lı birine yapmıştı. Ve o kişi muhtemelen halen kendine gelememiştir.
AKP’nin ve Erdoğan’ın yöntemi gerçekten de egemenlerin tarihine yeni bir yöntem zenginliği olarak geçecektir. Hep en çirkin ahlaksızlığı yapacaklar hem de sanki hiçbir şey olmamış gibi yaşamlarını sürdürmeleri, taktik zenginlik açısından örnek alınabilecek bir yöntemdir. Hem de Erdoğan yöntemi.
Erdoğan ve ekibiyle uğraşan ne kadar farklı siyasi eğilim olursa olsun, bunların bu ruhen çökerten psikolojik savaş yöntemi iyi bilinmelidir. Çünkü bu yöntemi tüm AKP’liler uyguluyor. Parlamentoyu bir izleyin. Takip ettikleri yöntemlere bir bakın. Bu yöntemi sık hem de çok fazla sık uyguladıklarını göreceksiniz.
Bunların bu yöntemine karşı etkisiz kalınmak istenmiyorsa, rahmetli Kemal Sunal gibi, “kovulmadım istifa ediyorum” diyerek resti çekmesini bilmek gerekiyor. “Aman niye benimle konuşmadılar, neden bana bakmadılar, görmediler mi, bir şey mi yaptım, bir şey mi oldu” demeden “hadi oradan” diyerek zırnık etki altında kalınmamalıdır. Çünkü bunların stratejileri bireyin psikolojisiyle oynama üzerine kuruludur. Bir kere bir bireyin ya da toplumun ruhsal durumuyla oynamışsanız, etkilemişseniz oraya istediğiniz gibi nüfus edebilir hatta etkileyebilirsiniz. Psikoloji biliminin bu en basit formülünü AKP öyle ustaca kullanıyor ki, neredeyse etkilemediği tek kişiyi bile bırakmamaktadır. Bu etkilemeye AKP’nin karşıtları yani karşı cephesinde yer alanlar da dahildir.
Burada gerçekten de yanında mısınız, karşısında mı duruyorsunuz çok önemli olmamaktadır. Önemli olan size aşıladıkları ruhsal durumdur. Bir kere sizlerde böyle bir durum yaratmış ise orada artık sizin kendinizi savunacak bir mekanizmanız kalmamış demektir.
Bu duruma gelmemek için öncelikli olarak AKP ve Erdoğan’ın tüm yol ve yöntemleri de dahil-özelde de yok sayma politikalarını- bilince çıkarak, bilince çıkarken özelde kendini katmadan, sağlıklı bir şekilde değerlendirerek karşısında durmasını bilmeliyiz.
Böyle yapar isek, yapabilir isek o zaman bu gerçekten de çok kirli bir tarzda yürütülen faşizan yapıya karşı kendimizi korumuş ve kollamış oluruz birde Türkiye toplumlarını da bu çirkin politik biçimine karşı da savunmuş ve korumuş oluruz.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Büyük kütürdü patırtı içinde, resmi ilan etmeseler de, büyük seçim startı başlamıştır.bir atın sırtında
- Ayrıntılar
