Kürt toplumunda devlet sisteminden kopuş eğilimi gittikçe yayılıyor. Dahası bu kopuş eğilimi devlet düzeni ile de sınırlı kalmıyor, giderek Türkiye’den kopuş haline geliyor. Kürtler kendi özgür ve demokratik sistemlerini inşa etme yolunda yoğun bir bilinçlenme ve artan bir pratik duruş içinde. Bu eğilim sadece Türkiye ile sınırlı da değil, Kürdistan’ın bütün parçalarında bu eğilim gelişme gösteriyor. Başta PKK ve Güney Kürdistan Yönetimi olmak üzere bütün Kürt örgüt ve partileri de toplumdaki bu eğilimi dikkate almak zorunda kalıyor. Özellikle AKP’nin ince inkârcı ve şiddete kayan politikaları bu eğilimi daha çok güçlendiriyor. AKP’nin Kürt sorununu çözeceği umut ve beklentisinin kırılması Kürtleri bu tutuma yöneltiyor.
Bu durumu Kuzey Kürdistan’ın birçok alanında ve değişik toplumsal kesimler içinde görmek mümkün. AKP’den umudun kesilmesi insanları büyük bir tepki ve öfkeye yöneltiyor. Bu da mitinglere ve söylemlere yansıyor. AKP’nin BDP’ye aşırı ve faşistçe yüklenmesi, tutuklamalar sonucunda geriye kalmış olan bir avuç milletvekilini de “Dokunulmazlığı kaldırma” biçiminde tehdit etmesi Kürt demokratik siyasetini daha gergin ve sert hale getiriyor.
Bu gelişmeleri izleyen KCK, toplumun sistemden kopuşunu artırıcı çağrılar yapıyor. KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı, kısa bir süre önce yapmış olduğu bir açıklamada Kürtleri “Okula, askere ve mahkemeye gitmemeye, vergi vermemeye ve devletle Türkçe konuşmamaya” çağırıyor. Özgür Kadın Hareketi KJB de Kürt kadınlarına yönelik böyle bir çağrıyı geçtiğimiz hafta yapmış bulunuyor.
Toplumun AKP ve TC sisteminden yaşadığı kopuş dikkate alınırsa, bu çağrıların önümüzdeki süreçte etkili olacağı rahatlıkla söylenebilir. Yeni öğretim yılı başlamak üzeredir. “Asimilasyoncu eğitime hayır! Kürtçe anadilimizde eğitim görmek istiyoruz!” sloganları ile yapılacak bir genel eğitim boykotu çok etkili olabilir. Kürt toplumu, gençlik ve hatta çocuklar buna önemli oranda hazırdır. Anadilde eğitim görme isteğine hiç kimse kolaylıkla karşı çıkamaz. AKP hükümetinin bu gerçeği “Kürtçe seçmeli ders” programıyla maskelemesi mümkün değildir. Hiçbir demokratik çevre “Anadilde eğitim görme” isteğini reddetmez. Dolayısıyla AKP’nin ince inkârcı ve imhacı politikalarını PKK’nin şiddet eylemlerinden çok Kürt halkının “Türkçe eğitimi boykot” kampanyası zorlayabilir.
Askerlik ve hukuk konuları da benzerdir. Kürt gencinin Türk ordusunda asker olması demek, Kürt halkı üzerindeki baskı ve katliam uygulamalarına iştirak etmek demektir. Bu bilinç toplumda ve gençlikte yaygınca gelişmektedir. Geçmişteki “Biraz asker, biraz gerilla” yaklaşımı şimdi gittikçe gerilla lehine değişmektedir. Gençlikte askere gitmeme eğilimi artarken, genel toplumda da çocuklarını askere göndermeme ve böylece baskıya ortak etmeme eğilimi gelişmektedir. Türk ordusu gittikçe Kürt asker bulmakta zorlanacağa ve Kürtlere güven duygusunu daha çok kaybedeceğe benzemektedir.
AKP yargıyı tümden ele geçirmiş ve ikinci bir ordu gibi siyasetin aracı olarak kullanmaktadır. Türk yargısı genelde bir güven yitimi yaşamaktadır. Toplumun adalete güven duygusu iyice zayıflamıştır. Kuşkusuz bu durum Kürtlerde çok daha ileri bir düzeydedir. Mevcut 12 Eylül askeri mahkemelerini andıran “KCK davaları” böyle sürdükçe Kürt toplumundan başka bir tutum beklemek de zaten mümkün değildir. Kürtler devlet hukuku yerine kendi toplumsal ahlak sistemlerini daha çok canlandırmakta ve gerçek adaleti toplum ahlakında bulmaktadır.
Vergi vermemek ve devletle Türkçe konuşmamak da bunlara benzer bir durumdur. AKP’nin toplumu “Açlıkla satın alma” politikasına karşı toplumsal ekonominin geliştirilmesi tek çare olmaktadır. Özgür ve demokratik yaşam ancak toplumsal (komünal) ekonomi ile mümkündür. “Devletle Türkçe konuşmamak” ise asimilasyona karşı kimlik mücadelesinin önemli bir alanıdır. Ayrı bir toplum olma gerçeğinin temsilini ve her an hissettirilmesini içermektedir.
Görülüyor ki, Kürt toplumu Türkçü devlet sistemine karşı topyekûn bir boykot konumuna geçiyor. Türkçü ve devletçi yaşamı reddederek Kürdî ve demokratik toplumcu bir yaşamı öne çıkarıyor. Bu tutumun yayılarak gelişeceği ve önümüzdeki süreçte siyaseti belirleyeceği anlaşılıyor.
Denebilir ki, bu durum iyi ve demokratik bir gelişmedir. Kürtlerin Türkçü ve devletçi sistemden koparak kendi kimliği ve kültürü temelinde demokratik sistemini yaratması en önemli demokratik değişim olur. Böylece Kürt sorununun demokratik çözümü gerçekleştiği gibi, Türkiye’nin demokratikleşmesi de önemli gelişme gösterir. Böyle yapmakta Kürtler geç bile kalmışlardır.
Şüphesiz Kürtlerin böyle davranışının bir boyutu demokratik çözüm gereği olurken, diğer boyutu da AKP politikalarının ince inkârcı ve imhacı gerçeğidir. Kürtlerin bu politikaları anlayarak AKP’den umutlarını kesmeleridir. Böylece Kürtlerde gerçekleri sorgulama bilinci derinleşmiş, bunun sonucunda da sistemden kopuş eğilimi gelişmiştir. Dolayısıyla bu durumun birincil sorumlusu olarak AKP’nin Türkçü ve devletçi politikalarını görmek gerekir.
Bu konuda en ibret verici olan Başbakan Tayyip Erdoğan’ın sözleridir. Her fırsatta Türklük adına “Tekçiliği” vurgulamaktan geri durmamaktadır. Bu söylemin Türk olmayanları dışladığı ve farklı arayışlara yönelttiği açıktır. Yine “Kürt sorunu yoktur” demesi, Kürt toplumunda demokratik çözüm umudunu tümden kırmıştır. Sorunu “PKK ve terör sorunu” olarak göstermesi ve kök kazımaktan söz etmesi, AKP’nin Evren ve Çiller dönemlerinde olduğu gibi bir şiddet politikasını esas aldığını göstermektedir. Bu da AKP’den ve devletten kopuşun önemli bir nedenidir. AKP, eski Kemalistler gibi “Kürdü de biz temsil ederiz” diyerek, Kürt toplumuna ait her türlü değeri reddetmektedir.
Bu noktada en hassas olan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yaklaşımdır. Yaklaşık 410 gündür aile ve avukat görüşü yaptırılmamaktadır. Bu kadar uzun bir süre Kürt halkı Önder Abdullah Öcalan’ın durumu hakkında bilgi alamamaktadır. Dolayısıyla halk, sağlığından ve güvenliğinden endişe etmektedir. Bu durum Kürt gençliğinde ve kadınlarında çok büyük bir öfkeye yol açmaktadır. Bu da bir yandan Kürt direnişini arttırır ve şiddetlendirirken, diğer yandan Kürtlerdeki “Türkiye ile birlik” bilincini ve duygusunu kırıp kopuşa neden olmaktadır.
Çok iyi bilinmeli ki, bu politika ile AKP adeta ateşle oynamaktadır. Her zaman belirttik: Türk-Kürt birliğinin, Türk-Kürt barışının ve ortak yaşamının harcı Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’dır. AKP’nin bu harcı görmezden gelmesi, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile görüşmeleri yürütmemesi, halkta AKP’ye karşı büyük bir güvensizliğe ve öfkeye yol açmaktadır. Bu da her düzeyde kopuş olarak yaşanmaktadır.
Tabi kopuşun en önemlisi duygusal kopuştur. AKP politikaları Kürtleri duygusal kopuş noktasına getirmiştir. Herhalde en büyük ve tehlikeli bölücülük budur. PKK’yi “Bölücü” olarak itham ederken, en büyük bölücünün AKP olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. Bunu artık herkesin görmesi ve AKP’nin bu tehlikeli politikalarına “Dur” demeyi bilmesi gerekir.
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
PKK Kürdistan’da iktidarını kurmak istiyormuş, demokratik özerklik diyormuş, özyönetim diyormuş. Özcesi PKK ne yapıp yapıp buralarda bir parça toprakta hakim olmak istiyormuş. Ve buna benzer birçok şey dönemin modası olarak tartışılıyor.
PKK iktidar mı olmak istiyor, PKK demokratik özerklik mi diyor, öz yönetim mi diyor ya da ne yapıp yapıp buralarda özgür bir vatan parçası mı oluşturmak istiyor, bu sizi ne alaka eder? Velev ki bu söylediklerinizin hepsi doğru olsun. Peki, size ne diye sorma hakkımız yok mudur? Kürtleri sömürge statüsünde tutan siz değil misiniz? Kürdistan’ı İsmail Hocamızın dediği gibi uluslar arası sömürge statüsüne getiren siz değil misiniz? Öyle ki diğer dünya sömürgelerine tanıyan hakları vermeyen yine siz TC devleti değil misiniz?
Hem soralım hem cevaplandıralım. İki de bir 12 Eylül cuntasının uyguladığı faşizm dile getirerek hiçbir faşist kendisini temize çıkaramaz. Hele hele TC devleti tarihinde bugüne uygulanan faşizmin arkasına sığınarak hiç kimse kendisini aklayamaz.
TC tarihinin ilk günlerinde de Kürdistan onlar için bir sömürgeydi, 12 Eylül cuntası sonrası süreçte de Kürdistan onlar için bir sömürgeydi, şimdi de arada 90 kaç küsur yıl geçtikten sonra yine sömürgedir. Sömürge olarak görmenin temel bazı verileri vardır.
Öncelikli olarak 1924 yılı ve ardından çeşitli süreçlerde oluşturulan anayasaların hepsinde adım adım tekçilik tümden hakim olmuş ve ideolojik bir çizgi olarak kendisini kurumsallaştırmıştır. Özcesi TC devletinin faşizm uygulamalarının temelinde tekçilik vardır. 12 Eylül faşist cuntasının temelinde tekçilik vardır. Ve şimdi 2012 yılında yaşıyoruz ve dünyada paradigmasal gelişmeler olmasına rağmen halen tekçilikler varsa orada tek kelimeyle faşizm vardır. Ve bu faşizmin beslendiği zemin ise Kürdistan’ı sömürgeleri olarak görmelerinden kaynaklanmaktadır.
Evet, şimdi kim tekçilik yapıyor? Alenen meydanlarda kim tek devlet diyor? Kim tek bayrak diyor? Kim tek dil diyor? Kim tek vatan diyor? Kim tek din diyor? Bu sorulara kim “evet” diyorsa ve kim “ben söylüyorum” diyorsa orada bir faşist var demektir. Orada bir sömürgeci var demektir. Ve eğer böyle birisi yönetim erklerinde yerini alıyorsa orada bir sömürge valisi var demektir.
Şimdi biz birkaç soru daha sorarak yine cevaplar verelim.
Kürdistan sömürge midir?
Kürdistan inkar ediliyor mu?
Kürdistan’ın bayrağı ret ediliyor mu?
Kürtlerin dili ret ediliyor mu?
Kürtlerin diniyle alay ediliyor mu?
Kürtlerin vatanıyla bir çakıl vermeyiz diye alay ediliyor mu? Hem de bu Kürtlerin gözlerinin içine bakarak söylenmiyor mu?
Kürdistan’a güney doğu ve doğu Anadolu diye söylüyorlar mı?
Kürtlerin ulusal renklerine, “bez parçası” yakıştırmasını yaparak hakaret edilmiyor mu?
Ve tabii Kürdistan diye bir devlet olmaz ve kurulmasına karşıyız, izin de vermeyiz, kırmızıçizgimizdir deniliyor mu?
Bu yukarıdaki tüm sorulara verilecek cevaplar kocaman evetlerdir. O zaman bu kocaman evet cevaplarına karşı verilecek her türden savaş, kavga, ayrılık, ayrışma, kopuş meşrudur.
Hiç lami cimi yok, bilmem PKK böyle yapıyormuş, yok şöyle yapıyormuş hepsi boş söylemlerdir.
Kürdistan’ı sömürge görüyorsunuz, sömürge bir ülke gibi yönetiyorsunuz sonrada sömürgeciliğe karşı verilen direnişi teröristlikle, bilmem hangi şehirdeki bilmem kimi tehdit ediyorlarmış, bilmem yollara, barajlara engel oluyorlarmış gibi meşru olan eylemlerimizi gayri meşru olduğunu iddia ediyorsunuz.
Bunları geçin, siz ülkemizi tanıyacak mısınız tanımayacak mısınız?
Ülkemizde çekilecek misiniz çekilmeyecek misiniz?
Halkımızın doğuştan var olan haklarına saygılı davranacak mısınız, davranmayacak mısınız?
Her halkın hakkı olduğu gibi Kürt halkının da kendisini yönetmesinin önünde çekilecek misiniz, çekilmeyecek misiniz?
Tekrar söyleyelim; lami cimi yok bu yukarıdaki birkaç soruya vereceğiniz cevaplar evet ise oturup tartışabiliriz, konuşabiliriz. Yok, vereceğiniz cevaplar hayır ise siz bir sömürgecisiniz, siz bir kolonyal güçsünüz, siz bir işgalcisiniz ve siz bu ülkede çıkarılmak için her türlü yöntemle def edilmeyi hak ediyorsunuzdur.
Yine belirtelim; burası Kürdistan. Burada Kürt halkı kendi kendini yönetmek istiyor. Ve bu kendi kendini yönetme Kürt halkının en meşru ve doğal hakkıdır. Bu meşru ve doğal hakkı hiçbir güç ama bir güç baskılayamaz, engelleyemez, başka bir şekilde de gösteremez. Bu gayri meşru duruma karşı direniş ve duruşu da kimse terörize edemez.
K. Nuda
- Ayrıntılar
Bir sancı tutar doğan günü, bu çırpınış da niye? Kim tutar bilir ki yeniden doğuşun bu halaylı yürüyüşünü? Vuruşanlardan geriye sıkılı bir yumruk, hedefine ulaşan mermi, engel tanımadan koşan ırmak gibi, alev topunun ortalığı kasıp kavurması gibi, taze bir amansızlık kaldı. Ulaşılan şahika kaldı.
Neyi taşıyorlardıysa onu bıraktılar geriye; geride kalanlara; yola devam edenlere. Kendileri gibi amansız yol takipçilerine, ertelenemeyecek yük omuzlarında taşıyanlara, sevdası uğruna var olabilenlere.
Baktıkça gözlerimiz kavgayı çalar oldu. Yürüdükçe yüreğimiz yangın taşıyıcılığı sundu dizlerimize. Özledikçe, her anı sınırsız özgürlük değerlerine katabilmeyi öğretti, bu yürekleri avuçlarında yürüyenler.
Söz kendini bir kenara verdi, hüzün başını çaresizliğe doladı, acı benliğini yitirdi, ayrılık ortadan kayboldu, kırılganlık başını toprağa gömdü. Hele bi görseydin içtensizlik ve yanıltmacalar nasıl da feleği şaşmışçasına ortalık da kala kaldı. Bahaneler ezim ezim ezildi, ertelemenin ve üşenmenin kendisi saklandığı kılıfından çıkmak zorunda kaldı. Bezginlik sırra kadem bastı.
O konuştu. Onlar konuştu. Hem de öyle bi konuştu ki susturdu… Hem de öyle bir konuştular ki susturdular zalimliği, kıyıcılığı… Konuşan yaşamdı, umut kanatlandı, cesaret bir bedel daha verdi, coşku tahtını kurdu gönlümüzde, direnç çöktü omuzlarımıza. Kana kana içtiğimiz ise yaşamdı bu suskunlukta.
Bazen susmak gerekir iyice duyabilmek için konuşanı. Ve biz de sustuk yüreklerimiz de Jîn konuştu. Ve şimdi yüreklerimiz de Jîn’ in söyledikleri var. Yüreklerimiz yaşam dolu. Şehit Simko’ nun da söylediği gibi “Bize ölümü ve imhayı öğretmesinler, idamı ve yok oluşu öğretmesinler; biz onlara özgürlüğümüzü öğreteceğiz!”
Ve söz bitti yaşamdı konuşan. Özgür yaşamdı. Yaşamın ta kendisi idi yüreğimizi yerinden sallayan. Sallanmayacak, heybetine ikrar veremeyecek yürek vicdan sahibi olabilir miydi ki?
Yaşam, yaşam ille de yaşam konuştu. Jîn konuştu öyle bi konuştu ki özlü olmayan, özgür olmayan da susmak zorunda kaldı. Güzelliğin ile çirkin olan her şeyi de susturdun; gelmedin tahrikine çirkinliğin. Vuruşunla vuramayanlar, kendilerini eveleye geveleye saklayacak yer bulamayacaklar ki. İşte yaşam bu değil midir ki…
Heval Jîn sen konuşunca o kadar çok şey susmak zorunda kaldı ki taklitsiz, yerini ve fırsatını gözeterek yardın imkânsızlığın çemberini. Ve düşmanın tam yüreğinde patlayan sen oldun. Yaşam sundun özgürlüğe, yaşamın rızkı, gözlerimizin şavkı, ufku oldun bizlerin. Yaşam ufkumuz, onura müptelalığımız, özgürlüğe talipliğimiz.
Sen konuşunca bütün benliğin ile zikrettiklerinle dönüşünce eyleme, hakikiliğin kendisi konuştu hem de görkemlice. Hem de silinmezcesine.
Vuruşanlar vuruştu kendilerinden çıngılar bıraktılar, umut heybelerimizi dolduralım diye. Bir çentik de onlar bıraktı tarihe. Nasıl vuruşursa yiğitler öylecesine vuruştular. Mazlumluk ahını bir kez daha aldı. Sonuna kadar açtı cesaret bağrını; benlikleri ateş kokanlara, duraksız yolculara, düşü gerçek edenlere, yarını bu günden yaratarak yaşayanlara.
Heval Fırat deyince özümün titrediğini hisseder gibiyim. Kendim de özüme dolan acıyı paylaşacak mekân arar gibiyim. Yüklenen bilir, gören bilir, taşıyan bilir ey nadide yoldaş arılığında ki güzelliği.
Şefkatin, onurun, sadeliğin, çocuksuluğun bir aradanlığı kadar aşılmaz azmin katıksız taşıyıcısı Fırat yoldaş. Ve de bir parça da kendine has inadın taşıyıcısı yürek insanı, özlülüğün yoldaşı Fırat yoldaş. Çoğunluğumuzun kaba olduğu şeyler karşısında senin kadar ince fikirli ve masumaneliği bir arada yüreklerimize işleyen yoldaşın az görülmüş olduğunu bilirim de daha bir anlarım yüreğimin acısını.
Kimi acılar var ki insana bir kez daha insan olduğunu anlatır. Kimi acılar var ki öz incinir, öz acır ve kanar. Yüzüne, gülüşüne baktığında; yüreğine en kutsal geleninden bir öz bırakanlara özlem çeker dayanamazsın; kayıp etmek istemediğin için de ararsın. Her şeyde senin gibi güzel yoldaşları aramak her şey de buna göre olabilmek ama inadına ama öfkesine katıksızlığını ölümsüz kılmak.
Yüreğim konuşsa bir bilsen neler anlatır, neleri arar, neleri özler, bilir misin yoldaş; bilir misin bu kaçıncı yarasıdır nüvelerimizin. Bilir misin gülüşün asılı kaldı kanayan sinemizde.
Ya heval Baran, kilitledi tüm aşılmazların yollarını. Heval Baran vazgeçmeye inanmamanın ısrarlı kişiliği; üşenmeyen, ertelemeyen, gözleri yoldaşlarına kilitlenmiş, kabına sığmaz gönül insanı. Gönlündekilere verdiği sözü büyük bir itinayla yerine getiren uslanmaz bir âşık. Hem de asla aslaları olan büyük amaç vurgunu, tutkunu. Hem de öylesine bir âşık ki çok hızlı koştu; şaşmadan, bir adım gerisine düşmeden hem de hiç vakit kaybetmeden. Gerçek bir aşığın gözü nasıl kilitlenirse maşukuna o da yüreğine sadece onu salıverdi. Ve yüreği amacı, amacı da yüreği oldu. Yüreği konuşunca amacı konuştu. Her ikisini birden konuşturmayı başardı. Yüreği ile amacı bir olan timsal. Simgeleşen bir koşucu, amansız bir takipçi. Randevusuna geç kalmayan ongun, huzurlu bir militan.
Baran arkadaş geçen yıl yapılan Ş.Çiçek Devrimci Operasyonun da saldırı grubunda yer alan arkadaşlardan biriydi. Topuğundan yaralanmıştı. Bir süre hastanede de beraber kaldık. Ayağına alçı yapılmıştı ancak kol değneğine tutunarak yürüyordu. Oturması gerekirken bir türlü oturamıyor ve yerinde duramıyordu. Bazen aniden koltuk değneğini atıyor bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Tam bükemediği ayağı ile bulaşıkları yıkamaya çalışıyor, sofranın kurulmasına yardımcı oluyordu. Bunları yaptıkça üzerine tam basamadığı ayağı ile mutlu çocuklar gibi gülmeye başlıyordu. Sanki zapt etmeye çalıştığı bir dünyanın kapılarını kendine aralıyordu. Ve araladığı kapıdan kendine ışık görebiliyordu. Öyle ki bu ışık yüzüne vuruyordu. Yüzünde ki o şavk da bizlere yansıyordu. Gülüyordu hem de bazen uçarı bir sevecenlik basıyordu yüzünde ki bütün hatlara. Konuşurken heyecanlı konuşuyordu. “ Öyle olacak ki düşman asla bizi Geliye Zap da unutmayacak hem de asla” diyordu. Ve söylediğini de yaptı. Asla unutulmayacaklar.
Bütün kafası şehit düşen arkadaşlardaydı. Acı bazen yüzünden kükrüyordu. O acının içinde hiçbir şeyin hiçbir engelin üstesinde gelemeyeceği bir bağlılık vardı. Bağlılık dile geliyor ve bu bağlılığın nasıl bir biçimde devam etmesi gerektiği kafasında şekilleniyordu. Oturup kalkıp “Geliye Zap’ a gideceğim” diyordu. Bazen bunları kendi kendine söylüyordu. Tek başına tüm dünyaya meydan okuyacak gücü O’na şehit düşen yoldaşlarına olan bağlılığı veriyordu. Yüreği o kadar kanıyordu ki düşündüklerini bazen sesli söylüyordu. Ahlayıp vahladığını hiç görmedim. Ben ondan müthiş bir direnci gördüm.
Başını iki elinin arasına alıp düşündüğü saatlere denk geldiğim de ben onda kendini koyuvermiş aciz bir kişiliği görmedim. Ben onda dayanmanın olgunluğunu gördüm. Ve bu olgunluğun meyvesi böylesine engin koşucu olmak oldu.
Birileri bizi ölüm riski ile yüz yüze getiriyorsa bizler de yaşama daha yakın durabilmeliyiz. Birileri bize ölümden daha beter bir yaşam sunuyorsa bizlerde kendimizi onurlu yaşama yakın hissetmeliyiz. Yakın hissetmeliyiz ki çıkışamasın ölüm, yenilgilerde sürüklensin. Kendimizi özgürlük abidelerine yakın hissettikçe, yaklaştıkça hayalde-düşte, gerçekte, davranışta-tavırda, tutum ve ruh da ölüm yıkıldı. Ölüm öldü. Ölüm ölür, öldü lakin PKK’ liler ölmez. Ve yoldaşlığa bağlılığın iradesi çoğalarak büyüyor.
Yaşamın diğer adı direnmekse eğer hafızalarımızda, Viyan’ ın bozduğu ezberler yıkılır önlerimize. O ezberler ki geleneğin büyüsünü bozar. Kalıbın büyüsünü bozar. Viya’ın o çakmak çakmak gözleri efil efil esen rüzgar gibi dönen arayışları düşer önlerimize. Kendini vermenin, mücadele de kusursuzluğu aramanın engin yalınlığı, sadeliği olur. Nasıl bir şey ne kadar sade ise o kadar güzel görünürse heval Viyan da öyle idi. Sadeliğin, arınmışlığın dokunaklı güzelliği vardı aceleciliğinde, sabırsızlığında. Sanki geç kalmış gibi durmadan koşmaya çalışıyordu. O’nun adım atışların da olmaz olmaz vardı.
Kafası olmazlara takılmıyordu; olması gerekenlerle oyalanıyordu. Durmuyordu. Bir şeylere kızdığında ters ters bakıp ne kadar da kızdığını anlatır gibi yapardı. Ama O etrafını çok zorlayamazdı. Ne kadar da kızsa da bir şeylere insanları üzemezdi. Hele bir de özüne yakın bulmuşsa kızdığı yoldaşını, en çok kendini zorlamayı başarırdı.
Bencilliğin bireyciliğin dünyasına biraz yabani idi. Bireysel kavgalara girdiğine en az rastlanan bir arkadaş idi. Herkesin biraz yakından baktığında ondan alabileceği bir çekicilik, tazelik mutlaka vardı.
Hele bir de bir şeyler de hata yaptığını düşündüğü zaman yüzü öyle hafiften kızarırdı ki. Ben öyle anlarda en çok onu seyretmeyi tercih ederdim. Çünkü o kadar zorluyordu ki kendini bir şeyleri daha güzel yapa bilmek için. Öyle anlar da O’na baktıkça O’ndan güç alırdın, güven duyardın en yamanından; bu dünya da daha güzellikler tükenmemiş diye, umutlanırdın. Ona kızmak herhalde dünyanın en zor şeylerinden biri olsa gerek diye düşündürttüğü zamanları yokluyorum şimdi. Öyle idi. Ona öfkelenmek için çok fazla bencil olmak lazımdı. Ya da yüreğin lal olması gerekirdi herhalde.
Ve heval Botan deyince ş. Simko’ nun “İnadına Yaşıyorum” şiirinde ki dizeler dökülüyor zonklayan yüreğime. Diyor ya;
“Çılgın bir şimşek olurdum,
Çakardım düşmanımın beyninde.
Fırtınalar koparırdım seni bizden alanlara
Su olurdum ve yarardım toprağı
Seni çıkarana dek,
Senin cansız bedenini bulana dek.
…
Yaşamam mutluluğumdan değil,
Dayatılan ölümün inadındandır.”
Heval Botan, sağlam ve cesaretli duruşun gözeteni. Dağ gibi bir duruşu vardı. Azametli ve ketum. Dimdik dururdu, dikkatli dinlerdi, gerektiğinde konuşurdu. Suskun gibi dururdu ama eylemlerde ya da böylesi pratiklerde hani derler ye çakı gibi idi.
Aslında PKK de bir insan öyle kolay yetişmez; kolay PKK li olunamaz zaten. Ama kimileri PKK’ ye gelirken sanki biraz da böyle yetişmiş gibi gelirler. Çünkü büyüdükleri toprağın cevherini içlerine katıp da gelmişlerdir. Fedakâr, korku en özelde de engel tanımayan, doğu Kürdistan’ ın bu güne ulaşan hikmeti gibi kendini bu gün gerçek kılan Botan yoldaş. Öyle ya herkes yaşayabildiğini bırakır geriye; yaşayabildiği kadarını yaşatır, yaşanır kılar.
Dağlar bu sakınımsız duruşların yatağı. Hani denir ya “üşütür mü kara toprak ölümü yere çalanı?”. Ve heval Botan inanmak ne de zor bir daha gelmeyeceğinize. Hani düşünüyorum da alır mı kara toprak seni bağrına, kıyar mı o nazlı gençliğine. Ya da kıyar mı o mütevaziliğine, ruhuna ki böyle alır da vermez seni? İstemez mi hiç silinmesin bu özgürlüğe tebessümünüz? Bir türkü oluyor ömrünüz, dilden dile geçecek olan. Özgür ülkeyi ilmek ilmek işliyor şimdi vurulup düşen süetiniz, teniniz.
Dağlar Botan, Viyan, Jîn, Baran, Fırat kokar şimdi. Dağlar türküsüz değil, dağlar sevdasız değil, dağlar ölüm bataklığından değil yaşamın çağıranlığındandır şimdi.
Anlamak ne kadar çok zor ise anlatması ondan daha fazla zor. Bir yanınızı anlatsak bir sürü yan yine boş kalıyor, güç oluyor anlatması.
Çelê de 14 kahraman yoldaş, 14 yürek yangını, 14 özgürlük çiçeği,14 özge can, 14 duru yürüyüşçü dağlar bir kez daha heybet büyüttü sizlerle. Dağlar bir kez daha omuz verdi kahramanlığın mazisine.
Bize kanat oldunuz daha yücelere konalım diye.
Bize yaşam sundunuz daha onurlu olalım diye.
Bize irade oldunuz yenilmeyelim diye.
Yoldaş oldunuz bize ki yoldaşlığın hakikiliğini koruyalım diye.
Önderlik Gerçeğinin kopan fırtınası oldunuz. “Önder Apo’suz ASLA”yı tereddütsüz uygulayalım diye.
Hoşça kalın deme vakti değil şimdi…
Tüm içtenliğimizle, en candan, en sıcak merhaba! Sizlere…
Hiçbir zaman çıkmayacağınız benliklerimize ve yüreklerimize HOŞGELDİNİZ, merhaba! Merhaba sizlere.
Nupelda ENGİN
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 9 Eylül günü saat 17.30 sularında Batman-Hasankeyf yolu üzerinde Şikeftiya ve Zaxora köyleri arasında operasyona çıkan işgalci TC ordusu askerlerine yönelik gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. Eylemde 3 asker ağır yaralanırken askerlerin içinde bulunduğu araç imha edilmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
5-7 Eylül günleri arasında işgalci TC ordusu tarafından Şırnak’ın Beytüşşebap ilçesine bağlı Kato Marinos alanına yönelik düzenlediği operasyon girişiminde yaşanan şiddetli çatışmalarda 7 arkadaşımızın şahadete ulaştığı bilgisini daha önce kamuoyuyla paylaşmıştık.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 8 Eylül günü 13.30-17.30 saatleri arasında Bitlis merkez ile Şex Cuma arasında gerillalarımız tarafından bir yol kontrolü gerçekleştirilmiştir. Durdurulan araçlarda kimlik kontrolü gerçekleştiren gerillalarımız halka süreç hakkında bilgilendirmede bulunmuştur.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. Gerillalarımızın 23 Temmuz günü Hakkari’nin Şemdinli ilçesi kırsalında başlattığı alan hakimiyeti devam etmektedir. Bu kapsamda 8 Eylül günü gerillalarımız tarafından çeşitli eylemler gerçekleştirilmiştir. Bu kapsamda;
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. Şırnak’ın Beytüşşebap ilçesi ve çevresinde gerillalarımızın 2 Eylül günü başlattığı Şehit Adil ve Şehit Nuda devrimci harekatı ardından işgalci TC ordusu tarafından Kato alanına yönelik bir operasyon başlatıldığı bilgisini daha önce kamuoyuyla paylaşmıştık.
- Ayrıntılar
Faşizmin en belirgin özelliği insana karşı olan düşmanlığıdır. Ancak birde faşizmin doğaya karşı beslediği düşmanlık vardır. Kendi çıkarı için yok edemeyeceği insanlık ve doğa güzellikleri yoktur herhalde. Evet, faşizm insanlık ve doğa karşıtlığı ve düşmanlığıdır.
TC devleti sözün tam manasıyla faşizan bir yapıdır. İnsanlara karşı işlediği faşizan uygulamaları şöyle ya da böyle herkes biliyor. Kürtlere, Alevilere, solculara ve yine dindar çevreleri geçmişte nasıl baskılayarak tasfiye ettiğini dediğimiz gibi herkes biliyor. Onlarca katliamı bizatihi uygulayarak tarihe soykırımcı bir rejim olduğunu TC devleti simsiyah harflerle kendisini yazdırmıştır.
Ancak TC devletinin kuruluşundan bu yana halkların değerlerini de tasfiye ettiğini herkes bilmemektedir. Halkların var oluşlarının en önemli kıstaslarında birini hiç şüphe yoktur ki yaşadıkları coğrafyaları oluşturur. Ve TC devletinin Kürdistan coğrafyasını nasıl yakıp yıktığını biz Dersim’de iyi biliyoruz. Birde 1990’larda binlerce köyü boşaltırken yakıp yıktığı ormanlardan biliyoruz.
Evet, faşizm doğa düşmanlığıdır dedik. TC devleti hem faşist bir yapıdır hem de işgalci bir yapıdır. Bunun için hem Kürt halkına düşmanlık temelinde kendisini şartlandırarak savaşmaktadır hem de Kürdistan coğrafyasını yok etmektedir. Bir yandan barajlarla bu güzelim coğrafyasının rengini ve biçimini bozarken bir diğer yandan her gün yeniden orman yakarak Kürdistan’ın hava deposu, ciğerleri olan ormanlarını yakmaktadır.
Birkaç gündür üst üste Gabar, Şemzinan, Şırnak, Lice ve de Dersim’de onlarca ormanı bilinçli bir şekilde yakmaktadır. Güya gerillanın bulunduğu yerlere top atışları yapmaktadır. Güya obüs atmaktadır. Halbuki arazinin bu yaz aylarında ne kadar kuru otlarla dolu olduğunu Ege’de yanan ormanlardan herkes bilmektedir. Yine Gabar’da arazilerimize fosfor atarak bilinçlice dediğimiz gibi yok etmeyi hedeflemektedir.
Bugün ki haliyle Kürdistan’da onlarca orman cayır cayır yanmaktadır. Ciğerlerimiz boğulmak istenmektedir. Halkımızın yakılan ormanları söndürme çabaları ise engellenmektedir.
Batıda bir orman yandığında dünyanın masraflarını yatırarak söndürmeye çalışan devlet söz konusu Kürdistan oldu mu, “nasıl olsa yakında burada çıkacağım” diyerek yakıp yıkmaktadır. Şimdi bizlerde sizlerin o seviyesiz seviyenize mi inelim? Şimdi bizlerde sizlerin o doğa karşıtı durumunuza ve seviyenize mi inelim? Elbette sizin o faşizan doğa düşmanlığınızın seviyesine inmeyeceğiz. Sizinle ahlaki ve politik değerleri koruma temelinde mücadelemizi sürdüreceğiz.
Bunun için bu faşizan yöntemleri bir an önce terk etmeye davet ediyoruz. Bir an önce terk edin bu yakmaları diyoruz.
“Savaşın kendi kuralları vardır. Bu kurallara savaşın bir tarafı olan her gücün uyması gerektiği uluslar arası sözleşmelerle teyit edilmiştir. TC devleti bu sözleşmelere imza atmıştır. TC devleti Cenevre sözleşmesinde savaşta uyulması gereken kuralları ihlal etmektir. Bu ihlallere her gün bir yenisini eklemektedir.
Bunun için uluslararası güçleri TC devletinin ve onun silahlı kuvvetlerinin savaş suçlarını gelip yerinde izlemesi için savaş alanına çağırıyoruz.
Yine çevreci örgütleri, ekolojiye dönük duyarlı çevreleri Kürdistan’da TC devletinin orman yakmalarına karşı durmaya ve bu konuda duyarlı olmaya çağırıyoruz. “
Evet, öncelikli olarak TC devletini bu doğa düşmanlığına son vermeye çağırıyoruz. Yine uluslar arası örgütleri TC devletinin bu coğrafyayı yok eden yakmalarına karşı durmaya çağırıyoruz. Yine tüm ekolojiye duyarlı olan çevreleri yerinde Kürdistan’da olup bitenleri görmeye ve katliama karşı durmaya çağırıyoruz.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
Bu yazın çok sıcak geçeceğini belirtmiştik. Verilen sözler temelinde yaz sıcak geçmeye devam ediyor. Henüz yaz bitmedi ama bu kez sonbaharı da bir yaz sayarak özgürlük kavgasının sıcağıyla karşılayacağız. Yani bu yıl Kürdistan uzun bir yazı yaşamaya devam edecektir.
“Bir milimetre de, bir iğne ucu kadar, bir metre kare de” de hakimiyetleri yoktur diyen Akepe’nin en etkili ağızları konuşmalarını sürdürmeye devam etsinler. İki de bir “bunlar İran ve Suriye devletlerinden” yardım alıyorlar desinler, “intihar ediyorlar, son çırpınışlarıdır, bitti bitecekler” diye de önce kendilerini sonra da Türkiye halklarını kandırmaya devam etsinler. Yalanın mumu yadsıya kadar yanarmış misali, yadsıya kadar mumları yanmaya devam etsin.
Siz söyleyeceklerinizi söyleyin, ne de olsa söz söyleme sanatı üzerine sizden daha etkilileri yoktur. Dil uzmanısınız. Halkların psikolojisini iyi etüt ederek, halkları nasıl kandıracağınızı iyi biliyorsunuz. Ve nasıl ki insan öldürmesini iyi biliyorsanız, aynen öyle insan kandırmasını da iyi biliyorsunuz. Siz söyleyeceğinizi söyleyin ağzınız çuval değil ki bağlayalım. Birde ruh hastası olan İNŞ değiliz ki elin adamı iki söz söyledi diye söylediklerini ağzına tıkayalım.
Ama bizim de söyleyeceklerimiz ve yapacaklarımız vardır. Hem de öyle çok ses çıkarmadan, çok gürültü yapmadan.
HPG açıklamasında aslında yapacaklarımız ve söyleyeceklerimiz dile getirilmişti. Açıklama, “2 Eylül günü saat 22.00’da gerillalarımız tarafından Şehit Adil ve Şehit Nuda isimli bir devrimci harekat başlatılmıştır. Harekat kapsamında Şırnak’ın Beytüşşebap ilçesi ve çevresinde bulunan Bayrak, Beboskê, Çeper askeri üsleri, Tugay binası, Mezra Alayı, jandarma karakolu ve güvenlik tepesi, polis ve özel harekat timlerine ait binalar ve güvenlik mevziileri, Beytüşşebap kaymakamının evi, hükümet konağı ve tüm devlet kurumları gerillalarımız tarafından hedeflenmiş, Beytüşşebap’a gelen tüm yollar da denetim altına alınmıştır” diye geçiyor.
Biz tüm bu yapılanlardan ziyade bu ilçede bulunan kaymakam’a ilişkin bir iki şey söyleyeceğiz. Bu kez; bodrum katına girerek, zırhlı bir kapının arkasına sığınarak, “karanlıktan” da faydalanarak elimizden kurtuldun.
Bu kez seni ele geçiremedik, bu kez sadece aracını yaktı gerillalar, bu kez halkımızın kanıyla el ettiğin evinde bulunan eşyalara el koydular. Ama söz sana ki gelecek sefere başına çuval geçirerek, seni götüreceğiz. Ve sadece seni değil, ülkemizde ne kadar işgalci devletin memurları varsa hepsini tek tek, adım adım, aceleye getirmeden, öyle sizin psikolojik harp uzmanı Akepe kurmaylarınız gibi büyük laf etmeden, sakince, sessizce bunu yapacağız.
Yine belirtelim, Kaymakam bu kez kurtuldun ya gelecek sefere ne yapacaksın? Herhalde her zaman Tugay’da kalmayacaksın. Tugay’da zaten kalan generalleriniz var, albaylarınız ve cümle cemaat buralarda Kürt halkına zulüm işleyen komutanlarınız var.
Sözü açmışken birkaç şey daha söyleyelim: Daha önce onlarca kez HPG ve KCK açıklamalarda bulundu, TC devletine memurluk yapmayın dedi, TC devletine çalışmayın dedi, eğitim sistemiyle Kürt çocuklarını asimilasyona tabi tutmayın dedi, ülkemizin tüm coğrafik yapısını değiştiren barajları yapmayın ve buralarda çalışmayın dedi, askerlerle çalışmayın, onlara erzak götürmeyin, yol yapmayın dedi. Tabii birde ülkemize gelip askerlik ve polislik yapmayın dedi. Ve birde çok uzun süre önce sömürge sisteminin temsilcileri olan valilere, kaymakamlara ülkemizi terk edin dedi.
Özgürlük hareketi ve gerillası bunları söylemeye söyledi ama halen bazıları bu söylenenleri yeterince dinlememiş. Özelde de Beytüşşebap kaymakamı dinlememiş.
İşte bunun için diyoruz ki eğer canına bir şey gelmesini istemiyorsan ülkemizi bir an evvel terk.
Yaşamak istiyorsan ülkemizi hemen terk et.
Onurlu kalmak istiyorsan dediğimiz gibi ülkemizi terk et. Aksi taktirde gelecek seferde bu kez evine gelirken balyozları da beraberinde getirir ve ne yapıp yapıp seni kendimizle mutlaka götürürüz. Sadece seni kendimizle götürmekle kalmayız, hayır seni Katolara götürür halkımızı da buraya çağırarak mahkemeni Beytüşşebap halkı huzurunda yapıp cezan neyse keseriz.
Evet, tüm bu söylediklerimizi göze alıyorsan kal, yok bu söylediklerimizi göze almıyorsan, almayacaksan hemen yarın ülkemizi geç olmadan terk et.
Rojhat Bluzeri
- Ayrıntılar