Basına ve Kamuoyuna!
Ağustos Ayı Savaş Bilançosunun Ayrıntıları aşağıdadır...
Çözümlemelerimiz, bu görev sahamızda şüphesiz önemli gelişmeleri ortaya çıkardı, açıklığa kavuşturdu ve yaşamda aşama yaptırdı. Düşman bunun ağır etkisi altında, diplomasisinin son atağını Baba İnönü’nün oğlu Erdal İnönü ile, yaşından oldukça beklenmedik bir biçimde, adeta gözlerini bir tek noktaya dikmiş olarak yükleniyor ve görev sahamızı daraltmak için son kozlarını oynamak istiyor.
Hiç şüphesiz, görev sahamızın koşulları oldukça dikkatle değerlendirilmek durumundadır. Kurtarılmış bölge koşulları değildir. Daha çok dostluk esprisine dayanılarak ve biraz da imkanlar zorlanarak görev yürütülmeye çalışılıyor ve bu görevlerin de temeli, geliştirilen ve sürekli bir gruba bizzat taşırılmak istenen çözümleme düzeyimizin gerçeğidir. Biz burada başka bir çalışma yapmıyoruz. Ama bir atomu parçalamayla ortaya çıkan enerji kadar, buradaki çözümlemeler insanı çözdükçe enerji ortaya çıkarıyor ve bu da düşman için son derece bitirici oluyor.
Aslında düşman bizim fiziki silahlarımızla fazla darbelenmiyor. Esas darbeyi çözümlemelerin yüksek gücü, onun açığa çıkardığı insan ilişkileri, gerici ilişkileri paramparça etmesi, yeni ilişkileri kurmaya yöneltmesi, eski yaşamı paramparça ederek yeni yaşama yol açması, dolayısıyla yeni kişiliğe, yeni kimliğe büyük bir güç vermesi ve bunun da düşmanın dayattığı zemini yerle bir ederek devrimin alabildiğine gelişeceği zemini bulması ve asıl düşmanı bitirenin de bu olduğu gerçeği vuruyor. Ortaya çıkan durum bu nedenle önemlidir.
Parti çalışmaları ve ordu çalışmaları için yüksek bir kazanç, düşman ve işbirlikçileri için de epey darbe vurucu ve bir çok yönüyle de yıkıcı bir çalışma oluyor. Yine en az düşman kadar, devrime karşı direnen gerici toplumsal yapı, ilişkiler, yine ona dayanan yaşam tarzı, yaşam alışkanlıkları, büyük bir çözülüş durumunda bırakılıyor. Artık bu yaşamın sürdürülemeyeceği dayatılıyor, açığa çıkartılıyor. Bu da en az doğrudan, açıktan cephe kadar, içten bir cephe savaşına, özellikle de parti-ordu safları içinde başka tür muazzam bir savaşa -bir iç savaş da diyebiliriz- yol açıyor.
Çözümlemelerin düzeyi, iç zeminde gerici, orta yolcu ve ölümcül bir yaşam hastalığına tutulmuş kişilikleri, onların yaşam anlayışı ve ilişki tarzlarını darbeledikçe, yıktıkça, giderek daraltıp zeminini elinden aldıkça, onlar da son bir çabayla eski yaşamı kurtarmak için yüklendikçe yükleniyorlar. Çok çarpıcı romana taş çıkartır bir biçimde, bu çözümleme sahamızda bile, neredeyse günlük ve son derece heyecan verici çözümleme düzeyi yüksek, edebi çalışmalar için de hayli malzeme sunan gelişmeler ortaya çıkıyor.
Görülüyor ki, son derece birbiriyle bağlantılı durumlarla karşı karşıya bulunuyoruz. Amansız savaşan ve halkımızın son yetmiş yıllık yaşamına en öldürücü darbeyi vuran, bizzat 1925 isyanıyla birlikte, her türlü yok etmeyi politika haline getiren bir Baba İnönü ve onun oğlunun bugün en büyük direnişe aynı biçimde her türlü yöntemle, hatta babasını aratmayacak bir tarzda yüklendiği, sonuç almak istediği bir düşman gerçeği var.
Örneğin, İngiliz Dışişleri Bakanı geliyor, ona diyor ki “bir televizyon meselesi kalmıştı, niye onu kapatmıyorsunuz?” Tabii İngiliz Dışişleri Bakanı şaşırıyor; “bir kültür organı, Avrupa ölçülerine göre son derece normal yayın aracıdır” diyor. Oğul İnönü, “hayır, en tehlikeli terörist araçlardan birisidir, kapatsanız çok iyi olur” diyor. İngiliz Dışişleri Bakanları kurt gibidirler. Dünyanın en entelektüel ve diplomasi de usta oynayan kişileridir. Şaşırıyor, bu ne demek istiyor diye. Tıpkı Lozan’da babasının Lord Curzon’a yüklendiği gibi, yetmiş yıl sonra İngiltere ile Türkiye’nin dostluğu temelinde bir karşılaşma oluyor. O zamanlar bunlar karşı cephelerde savaşıyorlardı. Lord Curzon “temsil ettiğiniz barbarizmdir ve Anadolu’dan atmak gerekir” diyordu. Kısa bir süre sonra uzlaştılar. Bolşevizme karşı, halkların özgürlüğüne karşı, Kürt isyanlarına saldırırlarken, komünistlere saldırırken anlaştılar, uzlaştılar ve 1925’ten beri bu saldırı devam ediyor. Bugün ise İngiliz Bakan şaşırıyor, “insan hakları göz önüne getirilemez mi” diyor. Sözüm ona sosyal demokrat İnönü, babasından daha katı ve acımasızdır.
Bunu görüşürken bir bakıyorsunuz Tahran’a uçuyor. İngiltere-ABD ve Tahran birbirlerine zıt! Gidip orada Rafsancani’yle koşuyor. İran Dışişleri’ne koşuyor. Orada da “en büyük terörist örgüt PKK’dir” diyor. Tavır nedir? “Seni ülkemize davet ediyoruz” diyor. Tıpkı bir zamanların İran şahı gibi... M. Kemal de bir zamanlar Şahı davet etmişti. Kürtler o zaman da Ağrı dağı çevresinde parçalanmaya tabi tutulmuşlar ve burada iki devlet arasında toprak alışverişi yeniden düzenlenmişti. Şimdi de “gelin bir kez daha aynı oyunu oynayalım. Demirel’den selam var, seni ülkemizde çok daha iyi karşılayacağız” diyor. Görülüyor ki, babası gibi bir de bu cepheden büyük oynamak istiyor.
Bir de Suriye Dışişleri Bakanını çağırıyor, “gel Ankara’ya, seninle görüşelim. Sana öyle belgeler göstereceğiz ki, şoke olacaksın” diyor. Bunlar da PKK belgeleri olacak. Tabii bilemeyiz; Suriye küçük bir ülke, şoke olur mu olmaz mı, dayanır mı dayanmaz mı? Fakat çok açık olarak düşmanın nereden, nasıl yöneleceği belli olmuyor. Fazla ciddiye almadığımız diplomasi alanında atağa geçiyor. Fazla ciddiye almadığımız Hint horozu gibi, oğul İnönü ne tür marifetler sergiliyor, dehşete düşmemek işten bile değildir.
Başarır mı? Bu ayrı bir mesele. Ama önemli olan düşmanın mükemmel ve çok yüksek yoğunluklu çalıştığıdır. Yaş-baş demeden, “insanlık, insan hakları” hiçbir şeyi akla getirmeden, çeşitli maskeler takarak, savaşta ne kadar iddialı olduğunu gösteriyor. Bizim dayandığımız zemin, onun görev sahası, hiç şüphesiz o da kendi koşullarına göre direnmesini, dayanmasını ve çalışmalarını gösterecek ve yürütecektir. Burada önemle göz önüne getirilmesi gereken, düşmanın yüklenimlerine karşı, bizim de kendi mevzilerimizi mükemmel değerlendirmektir. Mücadele hatası yapmamamız, dış diplomatik mevzilerin, dost mevzilerin mükemmel değerlendirilmesi ve verimli geçirilmesi için saati saatine büyük bir duyarlılıkla değerlendirilmesi, çok yüksek kıymet biçerek sonuç almayı bilmek, sorumlu devrimcinin, savaşçının, diplomatik sahada da olsa, en yoğunluklu tarzıyla başarması gereken, bunun için her şeyini ortaya koyarak direnmesi gereken, ve bunu yaptığında savaşı oldukça iyi yürüttüğünü ve bundan başka çarenin de olmadığını değerlendirerek yüklenmek gerekiyor. Başarıya böyle yürüyerek gitmek gerekiyor. Bunu yürütüyoruz.
Diplomatik dış mevzileri mücadele için nasıl kullanmamız gerektiğini şimdiye kadar gerçekten tarihimizde ilk defa böylesine derli-toplu ve son anına kadar çok verimli bir biçimde değerlendirdik. Başta bu mevzimiz olmak üzere, çok sayıda ülkedeki mevziyi, büyük bir başarıyla bundan sonra da değerlendireceğiz. Düşman yüklendikçe bizim de daha fazla kendimize yüklenerek başarmamız gerektiği kuralına bundan sonra da başarı lehinde işlerlik kazandıracağız.
Hiç şüphesiz bu yönlü değerlendirmeleri daha da geliştirmek mümkündür. Yakın günler oldukça hızlı gelişmelere açık görünüyor. Bir kez daha sıkıştırılmaya çalışılacağız. Açıktan diplomatik yöntemlerden tutalım komplo yöntemlerine kadar, her zaman olduğu gibi önümüzdeki günlerde de daha sıkça göreceğiz. Hiçbir zaman eksik olmayan bu yüklenimler bundan sonra da geliştiğinde tabii ki şaşırmayacağız. Her zaman hazırlıklı olmak ve tüm yüklenimlerini karşı bir yüklenmeyle boşa çıkarmak gerekir. Önderlik gerçeğimiz şimdiye kadar bunu böyle ele aldı, böyle başardı ve büyük karşılık verdi. Mühim olan, aynı mevzilerde çalışanların, mücadele edenlerin de böyle yüklenmeyi bilerek başarıyı yakalamalarıdır. Eğer kadro gerçeğimiz, mevzileri temsil eden gerçekliğimiz bunu bütün yönleriyle böyle değerlendirir ve görev anlayışı ile çalışma tarzını yaman kılarsa, sonuç alıcı kılarsa, demek ki yine güçlenen ve başarıyı biraz daha kesinleştiren biz olacağız.
Bu görev sahamız açıktan mevzi çatışmaları yaşanacak bir görev sahası değildir. Hiç şüphesiz sağlam siyasi, ideolojik ve askeri yönleri giderek gelişecek olan militan tipi yetiştirmeyi esas alıyor. Kesin belirleyici katkısı var. Yücelen değerler olarak ideoloji, askerlik, siyaset, kesin gelişme kaydetmiştir. Bu yönlü partimizin, ordumuzun, cephemizin boyutlanması kesin en belirleyici yücelen değerler olarak halk saflarımızda, dostlar nezdinde ve düşmana karşı parlak bir biçimde kendini ifade ediyor ve gelişmesinin kolay kolay durdurulamayacağı, her geçen gün daha da kesinlik kazanıyor.
Farkında olalım ki, ideolojik yücelme, çok büyük bir yücelmedir ve muazzam düşman ideolojisine ve onun iç gericilikle toplumsal yapımızda yine muazzam tutucu ittifaklarına yönelttiğimiz ideolojik hareket, en başta ve belirleyici olan yükselişi temsil ediyor. Özellikle PKK öncülüğü, esas itibarıyla bir ideolojik yücelme öncülüğüdür. Bütün gelişmeleri belirleyen bu ideolojik yücelme oluyor. Bu böyle sağlama alınmadan, tüm gelişmelere hakim olabilecek kadar boyutlandırılmadan, hiçbir gelişmeye yol açmak düşünülemez.
Unutmayalım ki, bu ideolojik yücelme, emperyalist ideolojinin mutlak zaferini ilan ettiği, yine onun beslediği geri toplumların çok gerici ideolojilerinin de ister faşizm biçiminde olsun, ister başka karmaşık biçimler altında olsun dayattığı, muazzam bir direnmeyi ve yaşama alışkanlığını kazandığı bir dönemde ortaya çıkıyor. Yine reel-sosyalist ülkelerdeki ideolojik çözülüşün ve hatta güncel kapitalist ideolojiye boyun eğmek istemeyen ne kadar tarihten kalma ideolojik birikim varsa, hepsinin yerle bir edilmek istendiği, özellikle globalleşme altında dünya çapında bir ideolojik zafere gidilmek istendiği bir aşamada meydana geliyor. Bu anlamda ideolojik yücelmemiz sadece Kürdistan Devrimi açısından değil, evrensellik açısından da, devrimlerle bağlantısını sürdürmek isteyen tüm dost çevrelere, onların dayanmak istedikleri halklara esin kaynağı oluyor.
Güncel olarak hızlanan bir gelişme olarak, dikkat çekici bir biçimde kapitalist-emperyalist ideolojinin ve ittifak ettiği köhne ideolojilerin, sözüm ona “tam zafere gittik” dedikleri bir aşamada, PKK’nin yüksek bir ideolojik direniş ve giderek boyutlanan bir gerçeğin öncü gücü olması, gerçekten ideolojik savaşı Kürdistan içi olmaktan çıkarıp uluslararası düzeye sıçratmıştır. Bunu çok canlı yaşıyoruz. Gerek sosyalist ideolojinin özüne uygun biçim ve muhtevaya kavuşması, gerek onun ulusal kurtuluşa ve yine ulusal haklara, demokrasiye, ekonomiye, çevre sorunlarına ve benzeri ne kadar sorun varsa çözümleyici yaklaşımlar getirebilmesi, bu mücadelenin belli başlı biçimleri oluyor.
Şüphesiz bu mücadele devam edecektir. Kesinlikle en belirleyici mücadele olarak belirleyip rolünü sonuna kadar oynatmaya çalışacağız. İdeolojik öncülük altında yükselen askeri-siyasi gelişmeler var. Gerek Kürdistan içinde ve gerekse uluslararası alanda siyasal yücelme var. Ulusal kurtuluş denilir buna. Yine sosyalizmin siyaseti denilir, demokrasinin siyaseti denilir. İçeriği hayli zengindir. Fakat özellikle arkasındaki tüm müttefikleriyle birlikte düşmanın dayattığı bir faşist baskıya karşı bu siyasal gelişme son derece çözümleyicidir. Devrim açısından büyük gelişmeler ortaya çıkarıyor ve kolay kolay önü alınacağa da benzemiyor.
Siyasal gelişme milyonların bilincinde bir sıçramaya yol açıyor. Bu milyonların arasında örgütlülük gelişiyor. Sadece Kürdistan içi Kürtlere değil, düşman cephesindeki kitlelerin bilinçlenmelerine, hızla örgütlenmelerine ve hatta diğer ülkelerin emekçilerinin lehine de bir gelişme ufku açıyor. Küçümsenmeyecek bir yücelmedir bu siyasal gelişme. Çok önemli sonuçları olacaktır. Siyasal mücadeleyi doğru yürütürsek her mevzide bu siyasallaşmanın en bariz yükselen biçimleri oluyor. Bunun da özü parti eğitimi ve örgütlenmesi ile eylemliliğidir, yine onun gösterisi, yürüyüşü, her düzeydeki toplantılarıdır.
Tüm bunlara yüksek değer biçmek gerekiyor. Kolay bir kazanım olmadı bu. Altın değerindedir ve ne pahasına olursa olsun geliştirmek, korumak ve tam zaferi için sonuna kadar yüklenmeyi bilmek gerekiyor. Bunun ülke içi ve dışı bağlantılarını, mevzilerini, biçimlerini, amaca bağlılıkla birlikte giderek daha da kapsamlı geliştirerek yürütmek, militanlığın en temel görevidir. Onu da bu sahada oldukça açığa kavuşturduk, güçlendirdik. Ve siyasal temsilcilerinin gelişimine yüksek değer biçtik. Bu okul, siyasal gelişmelerin yüksek temsilini gittikçe, yakalamak durumundadır. Düşmanın yüklenmesinin diğer bir nedeni de budur. Çünkü siyasal temsil ilk defa böyle derli-toplu olarak bizim çalışmalarımızla gelişme kaydediyor.
Askeri yücelme de hakeza, bu görev sahamızla bağlantılı olarak, yine ideolojik-siyasi yücelmeyle sıkı sıkıya iç içe bir biçimde, Kürdistan tarihinde ve hatta günümüzün emperyalizmi açısından halk savaşları döneminin bittiğinin iddia edildiği bir aşamada, en kritik bir bölgede halk savaşı düzeyini yakalayarak başarıyla sürdürebilecek kadar bir konuma yükseltildi. Bu da askeri olarak, hem ülke içi, hem de uluslararası bölge koşullarında büyük bir yücelme oluyor. Bu kadar uzun süreli dayanabilmek, ordulaşmayı hem savaşçı, hem komuta düzeyinde geliştirmek durumuna yol açabilmek, yine sanıldığının aksine çok önemli sonuçlara yol açacak ve eğer devam ettirilirse; açıklığa ve çözümlemeye kavuşturulduğu gibi bir de pratikleşmesi sağlanırsa, bu da gerçekten düşman için en öldürücü bir çalışma olacaktır. Yaşamı en çarpıcı geliştiren bir silah olacaktır.
Askerlik silahı halkların eline bu biçimiyle verildiğinde, onlar için son derece korkutucudur. Zaten bu nedenle daraltmak için en çok ittifak ettikleri, bu çalışmanın önünü almaktır. “Terörizm” diyorlar, “uluslararası alanda terörizme karşı ittifak halindeyiz” deniliyor. Bir numaralı “terörist” de PKK ve başı ilan ediliyor. Dolayısıyla daraltmaya çalışıyorlar. Ama çok açıktır ki, askeri yücelmeyi de bizim şahsımızda durdurmayı en temel olarak üzerinde birleştikleri bir nokta ve görev olarak değerlendiriyorlar. Önemlidir tabii. Çünkü halk savaşının tamamen durdurulduğu, devrimci şiddetin artık rol oynayamayacağına inandıkları, hatta tarihi açıdan da Gorbaçovlarla birlikte Ekim Devrimi’nden yetmiş yıl sonra artık devrimler döneminin sona erdiğinin iddia edildiği, emperyalizm ve her türlü işbirlikçiliğine Türkiye faşizmi gibi uluslararası alanda bir numaralı rol oynamak isteyen burjuvaziye karşı, böylesine bir halk savaşını dayatmak, son derece tarihi, uluslararası ve güncel önemi büyük olan bir faaliyettir.
Bu görev sahamızda bu faaliyete büyük işlerlik kazandırıyoruz. Tabii bu da emperyalizm ve işbirlikçilerini kudurtuyor. Onlara göre gelişmelerin böyle olmaması gerekirdi. Devrimler dönemi, özellikle devrimci şiddet dönemi sona ermişti. Var olan tek tük teröristler de zaten devrimlerin aleyhine malzeme olabilecek kadar kullanılıyor ve tüketiliyorlardı. Ama yükselen PKK askeri şiddeti, bu anlamdaki bütün nazariyeleri bozduğu gibi, olası bütün gelişmelere de çok kötü örnek teşkil ediyor.
Bu nedenle uluslararası alanda ABD’nin başını çektiği bir “PKK’ye karşı terörizm” kampanyası geliştirildi. Olof Palme gibi kişilikler bile, bu terörizm kampanyasında kullanılmak istendiler. Öyle sanıyoruz ki, büyük bir uluslararası komployla da, PKK’nin etkisinin uluslararası alana, özellikle Avrupa halklarına yansımaması ve yine çok kötü bir “terörizm” olduğunun kabul edilmesi için büyük çaba bu nedenle harcandı. Ayrıca Çekiç Gücün devreye konulması ve yine özel savaşın her türlüsünün Türk ordusunca uygulanması ve bunun ABD, Almanya gibi devletler başta olmak üzere, irili-ufaklı suç ortağı olan güçlerce desteklenmesi, soykırıma, bile izin verilmesi, onların bu devrimci şiddetten, direnişten ne kadar korktuklarını çok çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor.
Eğer askeri yücelme devam ederse, mevzilerini daha iyi korursa, özellikle savaş tarzını zafere doğru kesinleştirirse, kaybeden sadece Türk sömürgeciliği faşizmi değil, her türlü bölgesel gericilik ve onun arkasındaki emperyalist ağababaları olacaktır. Bunun da zincirleme etkisi, bir Fransız Devrimi, bir Ekim Devrimi, bir İslam Devrimi kadar yayılmacı ve oldukça güçlendirici olabilir. Kürdistan Devrimi’nin biraz da böyle bir anlamı var ve bunu düşündükçe histeriye kapılıyorlar. Başarılmaması için hiçbir devrime karşı almamış oldukları tedbirleri alıyorlar. Bütün devrimler ve karşı-devrimler tarihinden aldıkları derslerle, Kürdistan Devrimi’nin bir uluslararası devrim haline gelmemesi, hatta Kürdistan içinde bile bir devrimci çözüme gitmemesi, özellikle de askeri olarak gitmemesi, bastırılması ve hatta onun şahsında “devrim ne kadar kötüdür, şiddet ne kadar lanetlidir” yargısına varılması için, uluslararası ideolojik karalama kampanyalarıyla psikolojik savaş en ileri boyutlarda yürütülüyor. Bu temelde bir devrim mahkûm edilmek isteniliyor.
Yürüttüğümüz saha çalışmaları, ülkeye yansıtılan sınırlı biçimlenişi, bütün bunları boşa çıkarıyor ve olasıdır ki, özellikle son Güney atılımımızla birlikte bu savaşı daha da olanca geniş sahalara yayma ve derinliğine kurumlaştırma imkanını ortaya çıkarıyor. Bu da tam anlamıyla uluslararası bir terörle karşı karşıya gelmemize yol açıyor. Her sahada ideolojik, siyasi ve askeri olarak kuşatmaları yetmiyormuş gibi, büyük bir psikolojik savaşla da bu birleştiriliyor ve devrimimizin askeri cephesi başta olmak üzere, çökertilmesi için ne lazımsa o yapılıyor. Gördüğünüz gibi, Dublin ve Tahran zirveleri, çeşitli diplomatik oyunlar, böylesi gelişmeleri engellemek içindir. Şimdiye kadar hiçbir yücelme alanında başarı sağlamadıklarını söyleyebiliriz.
Tabii bu demek değildir ki her zaman böyle gider. Bir gaflet, bir mevzi görevini sağlam yerine getirememe, bizim Önderlik gerçeğinin gelişimini sürdürememesi, tabii ki olumsuz gelişmeleri zincirleme beraberinde getirebilir. Getirmemesi için Önderlik gerçeği kadar, kadro gerçeği ve onun ideolojik, askeri, siyasal temsili, kurumlaşması ve çok zengin taktiklerle bir iç savaşı yürütmesi zaferi kesinleştirebilir.
Demek ki çözümlemelerimizin bu kapsamlı savaştaki yeri, yüce değerlerin geliştirilmesinde belirleyici olma gibi bir role sahiptir. Dış cepheyi bu yönüyle tanımak zor değil. Dış cephenin saldırılarına karşı dayanmayı da, istediğimiz gibi olmasa da, yürütüyoruz. Dikkat edilirse son zaman çözümlemelerinde en çok kendini ele veren gelişme de, bu iç cephedeki yücelmedir. Anlaşılabildiği, ya da duyumsanabildiği kadarıyla bir başka yücelmeyi yaşıyoruz. Buna ruhsal veya duygusal yücelme de diyebiliriz. Devrimin adeta bir yan ürünü demeyeceğiz de, bir taçlanması, insan ruhunda meyve vermesi gibi de, bu gelişmeyi tarif edebiliriz. Zaman zaman biz ruhsal devrim ya da sevgi devrimi de dedik. Gerçi bunu tam göstermedik. Çünkü bu biraz ideolojinin, siyasetin hesap meselesi değil. Birbirine bağlantılı da olsa böyle değildir. Ama kendi başına da giderek çözümlenmeyi isteyen bir gelişmedir. Bu biraz da devrimci edebiyatın işidir ama, biz de gelişmeler o kadar birbirine bağlı ki, devrimci edebiyatın kendisi de adeta bir savaş oluyor.
Nitekim saha çalışmalarımızdaki gelişmeler, en değme romana bile taş çıkartacak kadar çetrefilli, karmaşık, öfkelendirici olduğu kadar sevindirici gelişmelerle doludur. Oldukça heyecan veriyor. Düşünün, gerçeğin kendisi böyleyken, edebiyat diliyle yüceltildiğinde, bu nasıl bir gelişme olacaktır?
Duygular sahasında yücelen değerler karşısında cüce değerlerin hazin örnekleri, ağlanası örnekleri yanı başımızda ortaya çıkmış ve oldukça üzerine gidildi. Duygu yüklü, giderek heyecanları artan bir sürece kapılmış gidiyorsunuz. Bu da anlaşılır bir gelişmedir. Devrimin ilk çözümlemeleri ruhta, duygularda, manevi dünyada yankısını bulmazsa, o ciddi bir devrim olamaz. Devrimci süreçler, aynı zamanda asırlık duyguların, kin ve sevinçlerin, aşk ve ihanetlerin, bağlılık ve komploların, büyük yücelme kadar cüceleşmelerin amansız bir biçimde birbirleriyle hesaplaştıkları, hele devrim daha da geliştikçe, biraz daha başarıya doğru giderek ete-kemiğe büründükçe, bu savaşın daha da amansızlaşması gerekiyor. Bakıyoruz etrafımıza, gerçekleşen bu oluyor.
Bu da biraz bilinçli, biraz kendiliğinden gelişti ve Önderlik gerçeğiyle bağlantısı çok çarpıcıdır. Başlarken sizlere ilk günleri biraz kendi yaşamımda anlatmaya çalıştım. Halen de öğrenme ve bilme değeri olsun diye anılarımı anlatma gereği duyuyorum. Eskiden bunları anlatmak istemezdim. Şimdi herkes öğrenmek istiyor. Öğrenmek isteyenlere de bizim öğretme görevimiz var, kaçınamayız. Yoksa sıradan anılarımı izah etmemin hiçbir gereği yok. İlgiler çok yüksek olduğu için ve adeta herkes “daha da fazlasını duymalıyız, öğrenmeliyiz” dediği için, ben de anlatıyorum. Yani tabir yerindeyse, umumi istek üzerine oluyor.
Önderlik, çok çarpıcı bir duygular savaşıdır da.
Devrim zaten duygularla başlar. Bende de duygu yönü korkunç güçlü başladı. Kini, retleri kadar istekleri, çirkinliğe karşı olduğu kadar güzellikleri esas alan kendine göre bir gelişmeyle başladı. Önce fazla bilinç yoktu, siyaset yoktu. Duygular vardı. Bir çocukluk gerçeği başka türlü zaten olamaz.
Gençlik, delikanlılık tamamen duygu yüklü bir süreçtir. Ben sizlere bu anıları tekrarlama gereği duymuyorum. İlgilenenler çözümlemelerde bol bol bulabilirler. Çocukluk kaprislerimi, kıskançlıklarımı, yine birlikteliklerimi, arkadaşlıklarımı size hiç çekinmeden, sıkılmadan anlattım. Bir yufka ekmek için nasıl anamla savaş yürüttüğümü anlattım. Bir ekmek savaşıdır, halen anımsıyorum. Darı ekmeğiyle birlikte buğday ekmeği ortaya çıktığında bu bende bir arayıştı ve yufka ekmeğinin bir tanesini bile fazladan almak benim için tam bir amaçtı neredeyse. Onun için büyük bir savaşçılık yapıyordum. Hedef de anamdı tabii, onun sakladığı yerden veya ellerinden almalıydım. Hakkım mıydı, değil miydi, o ayrı bir mesele! Tabii tam istediğim gibi ekmeği koparamayınca dağa çıkardım. Dağda bilinen kök bitkileri vardır, onları toplamak, yine ekilmiş bitkilerden, meyve ağaçlarından değerler toplamak da benim için bir hedefti. Bazılarını hırsızlardık. Bazılarını bizzat büyük çaba harcayarak elde ederdik. Bir dönem böyle geçti.
Diyebilirim ki bu konuda da önde gelen, bir öncü savaşı yürütüyordum ki, ilk çocukluk gruplarımı bu koparıcılık temelinde örgütlemeye çalıştım. İşte “gelin sizleri çiğdem toplamaya götüreyim, şurada kavun-karpuz ekilmiş, birkaç tane alabiliriz, üzümler çıkmış, fıstıklar çıkmış” diyerek herkesi peşime takardım. Halen aklımda hangi ağaçtan biraz fıstık topladığım ve sahibi geldiğinde nasıl kaçtığım... Tabii bir dayak yediğim de unutulmaz bir biçimde anılarımdadır. Başka anılar da var. Köy koşullarındaki aile kavgaları, çocuklarla kavgalar; çocuk kavgalarının çetin olmasından ne kadar ürktüğümü, vurma-kırmaların sonuçlarının kötü olacağı, uzun vadeli yaşam istemlerimize darbe teşkil edeceği, mümkünse önlemek, ama mümkün değilse Cimo ile Mıho’nun hikayesinde olduğu gibi çok derli-toplu, planlı bir-iki eylem düzenlemek. En değme gerillacının göstermediği duyarlığı, o çocuk yaşımda gösterdiğimi kanıtladım.
Uzun süre savunmada kaldıktan sonra birden bire saldırıya geçerek çığır açıcı bazı darbeleri gerçekleştirdiğimi sanıyorum bazı anlatımlarda dile getirdik. Yine çok vazgeçemediğim arkadaşlıklarım vardı. Bana göre iyi emek arkadaşlığı, birlikte iyi avcılık, kuş avlamak, yine yılanlarla uğraşmak, derelerden tepelere iyi çıkmak ve bu konuda benimle en iyi yürüyeceklerle birlikte olmak, can attığım şeylerdi. Hasan Bindal gibi çocukluk arkadaşlıklarımı nasıl ele aldığımı ve nereye kadar nasıl getirmek istediğimi de çözümlemelerde biraz dikkatlere sundum.
Aile içi çelişkiler vardı. Ailenin giderek kendisini dayatan normları, gelenekleri vardı. Onlara karşı da, ilk isyan anlatımında olduğu gibi nasıl büyük bir direnme içine girdiğimizi, büyük bir öfke, kavga ve tabii isyan, ardından köye başkaldırıya kadar dayanan bir savaş söz konusuydu kendime göre. Bu da bir öfke savaşıydı. O zaman köyden ayrıldığımda, arkama dönüp de göz yaşlarımı akıttığımı da halen hatırlıyorum. Öfkeden boşalıyordu tabii. Tuhaf! Neden öyle savaşıyorsun ve neden kopuyorsun? Bir kişilik özelliği! Duygu yüklü bir kişilik! Bu hepimizin yaşayabileceği bir durum. Kendinizi daha iyi tanımlayabilesiniz diye ayrıntılandırıyorum.
Oyunlar da oynardım ama, fazla değildi. Tek ayaklı oyun, aşık atma oyunu, biraz da güreş. Güreşe ne kadar zor kalktığımı, çok çekindiğimi, bir beraberliğin bile benim için ne kadar önemli olduğunu bu arada anlattım. Oyunlarda başa güreşmek gerektiğini hiçbir zaman aklımızdan çıkarmadık. Yani sıradan, arkada oyun oynamama benim diğer bir tarzımdı. Kızlarla da birlikte oynamak istediğimizi size söyledik. Hatta oynamaya çalıştığımız kızın, çok erken gelin olmasından yedi gün sonra, benim “gel seninle oynamaya devam edelim” deyişim var. Bizzat kadının böyle bir anısı da var. Ben hatırlamıyorum, o söylemiş, olabilir de.
İşte böyle bir çocukluk döneminden sonra burjuva toplumuna girişi anlattım size. Şehir toplumu, ortaokulu, lise, Nizip’te, Ankara’da ilginç bir gelişim. Duygu olarak giderek kendini bastıran, burjuvazi karşısında kendini fazla şanslı görmeyen biriydim. Yine faal birisi olduğum halde, son derece kendimi bastırıyorum. Ezher’den gelen arkadaşlara anlattığım gibi, giderek dine gömülme gereği duydum. Sanıyorum, dayatılan burjuva toplum değerleri karşısında ideolojik bir biçim olarak erkenden daha köydeyken bulduğum, kendimi içinde daha rahat ifade edebileceğim dini gerçeklik üzerine yoğunlaştım. İşte onların da okudukları büyük bir alimleri var sanıyorum. Seyyid Kutub’un bir kitabını o zaman yakalamıştım; din budur, tamamen yol diye, yaşam diye bildiğin budur biçiminde içine girdiğim bir süreç var. Bunun köyde de uzantıları var, çünkü köyde namaz kıldığımı hatırlıyorum.
Bu genç arkadaşlarımız eğer kendilerine güveniyorlarsa, beni biraz anlayıp izlemeleri gerekir. Çünkü bizim imam “sen bu hızla kesin uçarsın” diyordu. İşte uçuş daha sonra gerçekleşti. Uçuş devrimdir. Demek ki o hoca biraz kendi dini anlayışı anlamında da olsa tespit etmiş. Yani biz, burjuva toplumuna karşı kendimizi son derece koruduk. Bu herhalde iyi bir şey olmuştur. Çünkü burjuva değer yargıları beni istila etseydi, benim 1970’lerdeki devrimci sürece sağlıklı bir giriş yapmam mümkün olmayabilirdi. Görünüşte biraz muhafazakardım. Aslında son derece çelişkili bir durumu da yaşıyorum. Haram olmaması için her adımı ölçerek atıyorum. Harama karşı olağanüstü bir hassasiyetim var. Hatta köyümüzün bir imamı vardı. İsmi Ali Hocaydı. Düğün vardı ve düğünde bütün köy toplanmış oynuyorlardı. Ben ona sordum; “değil oynamak, Hoca, bu düğünü seyretmek günah mı, değil mi?” dedim. “Fazla günahı yok” deseydi bakmayacaktım. O kadar helal-haram ayrımını yaşamak istiyordum.
Daha sonraki süreç de biraz öyleydi. Burjuva değer yargılarının saldırılarına karşı kendimizi koruduk. Bazı ilkeler etrafında kendimizi savunmaya çalıştık. Sonuçta hem burada değer yargılarına çözümleme temelinde girişme, hem dini değer yargılarını bırakma demeyeyim de, devrimci aşamaya çok çelişkili bir biçimde de olsa taşırma cesaretini kendimde gördüm. Sene 1969-70’ti. Bu yepyeni bir adım ve içine girilen dönem oluyordu. Kendime göre biraz hazırlıklıydım aslında. Özellikle burjuva toplumu değer yargılarına o dönem devrimcilerinin baktığı temelde bakmamak konusunda kendimi oldukça şartlandırmışım, örgütlüyüm. Dinin artık bana verebileceğini almışım ve gerisini gereksiz buluyorum. Bunu artık yeni bir yaşam temelinde aşmak istiyorum.
Bu ne demektir? Bu yeni bir yaşam için baş kaldırmak ve yol almak demektir. İşte neyi okuyorsak, bu bize gereklidir biçiminde bir yerlere topluyoruz. Gerekli olmayanlarını ayırt ediyoruz. Bu da 1970’lerin başlarından itibaren PKK’nin ideolojik çizgisi oluyor. O zaman sadece birkaç genellemedir. Ancak günümüze doğru gelindiğinde yaşama kavuşacaktır. 1973’lerde biz grubu başlattığımızda birkaç kelimeyle başlatıyoruz. Ve ben beş-altı yıl sadece bu birkaç doğrunun savaşçısıyım. İdeolojik bir savaşçıyım. Başka bir şey düşünmüyorum. Bundan da çıkarmanız gereken sonuçlar var. İdeolojik savaşçı olduğunuz zaman, sadece doğruları söyleyeceksiniz ve örgütleyeceksiniz. Mesela benim o yıllarım hiçbir şeyi görmeyecek kadar bir saflıkla ve keskinlikle, ideolojik doğruları amansız tekrarlamakla ve gruplaştırmakla geçti. Başka hiçbir şey ne aklıma gelebilir, ne de ilgimi çekebilirdi. Çekse de, hep ona hizmet ettirecek bir biçimde yer veriyordum. Devlet de olsa, ağa çocuğu da olsa, kim olursa olsun... Çünkü sosyal-şoven gruplar vardı, sağcı gruplar vardı, her tür insan vardı. Hepsini az-çok ideolojik temel amaçla bağlantılı bir biçimde geliştirdik. Sonuç olarak bizim grup biraz gelişti. İdeolojik ilkelerim biraz gruba bağlı oldu. İşte adına Kürdistan dediğimiz -ki, adı var kendisi yok veya kendisi var adı yok- yere gidelim dedik. Grup çar-naçar indiğinde, ağızlarının döndüğü kadar bir şeyler söylediler ve bu da oldu bir gelişme, adımızı PKK koyalım dedik.
Yine tamamen ideolojik, biraz siyasi ve artık yavaş yavaş tabancaların patladığı bir dönem. Dikkat edilirse bu da ciddi bir hazırlıktan sonra içine girilen yeni bir dönem. Biraz politika yapacaksın, biraz şiddet denilen olayın etkisini duyuracaksın. Zaten Haki gibi grubumuzun en değerli bir elemanını şehit vermişiz. Onun anıları, onun üzüntüsü, korkusu, gereklerinin nasıl yerine getirileceği endişesi, bizi bu 1980’lere doğru taşırıyor. Parti adını kullanalım dedik. Parti adını kullandıktan sonra nasıl partileşeceksin? İğneyle kuyu kazar gibi partileşme!
Tamamen duygu yanı ağır basan bir dönemdi dikkat edilirse. Dayanabilirsen, iradenle götüreceksin. PKK tarihinde bu ideolojik, politik, askeri gelişme süreçlerini iyi dinlediniz. Başlarken de, tanımlamada olduğu gibi, bu yücelme biçimlerinin kendi içlerinde uzun uzun incelenmesi gerekir. Bu dönemlerde duygu itibarıyla yaşadığımız nedir? Dikkat ederseniz burjuva toplumuna girdiğimizde, duygular donmuş, yok. Devrimci sürecin ideolojik-politik, hatta askeri aşamasında da öz duygularımızı artık istediğimiz gibi hayata geçiremeyeceğimizi gördük. Burjuva toplumu hiç fırsat vermiyor. Devrimci dönemin ideoloji ve siyasallaşma dönemi yine fırsat vermiyor. Aslında yaşamak istiyoruz, ama siyasal olacak.
Size 1975’lerdeki durumu anlattım. İşe bir kadınla başlamak istedik. İşte bir Kürt tipi, Kürtlüğe ilgi duyuyor. Kendini sol, sosyalist sayıyor. Yine oldukça tarih içinde anlamlı olan bir ailesel sosyal konum var. Hesap alıp vermek gerektiği açık. İyi bir buluşmadır diyerek başladık. Duygu yanı da hayli gelişkin olacak. Dikkat edilirse mükemmel bir eşleşme oluyor, dönemin ideolojik ve giderek partisel hamlesine uygundur.
Burada tekrar bir savaş yaşadık ki, hiçbir savaşa benzemez. Kendimizi oldukça korumaya çalıştığımız burjuva veya Kemalist egemen yaşam biçimi, onun burjuva öncüleri ve onun Kürdistani işbirlikçileri var. Kendimizi korumamıza rağmen, oldukça da tedbirli diye kendimizi hissetmemize rağmen, yine de karşılaştık. Geçmiş duygularımızın bizi bir kötü durumu düşürmesi miydi acaba? Veya bir duygular savaşına artık kendimizi hazır hissettiğimiz bir dönemin gereği midir? Salt bir siyasal amaç mı var burada? Yine grubu büyütmek için mi düşünüldü veya kendiliğinden mi gerçekleşti? Bütün bu etkenler rol oynayabilir? Burada mühim olan, biz bu işe başlarken böyle başladık.
Bu da çözümlemelerde epey anlatılmıştır. Tekrarlamaya hiç gerek görmüyorum. Bağlantı için vurgu yapıyorum. Özellikle kendilerinde kadın olayı karşısında veya kadınsa erkek olayı karşısında kendini tanımak isteyenlere, savaşı kötü kaybetmek istemeyenlere bunu hatırlatıyorum. Bu anlamda hiç birinizden üstün bir yanım yok. Kesinlikle, “ben melekten sayılırım, bütün ilgilerim, duygularım yücedir” demiyorum. Hayır, bunları söylemek, kendini aldatmaktır, yalandır. Ben sizlerden daha fazla duygu zavallısıydım. Belki siz benden daha yüce olabilirsiniz, ama bir şey var ki, hiç kimse de olmayan ama yalnız bende biraz varlığını sürdüren siyasal amaca biraz bağlı olmayı sürdürmektir. Bunu hiçbir zaman göz ardı etmedim. Şimdi benim bütün arkadaşlarım, o dönem itibarıyla kimisi siyasal amaçla, esasta savaştığı, kimisi ikinci planda bıraktı, kimisi unuttu. Ve delikanlılık duygusudur adı altında oldu bunlar.
Benim büyük farkım bundan sonra açılmaya başlar. Duyguda ben sizden daha basittim diyelim. Ama neden bu delikanlılığınızda siz, temel amacı bir anda çiğneyip güdülere teslim olmaktan tutalım gözü kara bir sevdaya kapılmaya kadar kendinizi kaybediyorsunuz. Ben bunları söylerken kendimi kesinlikle methetmiyorum. Ben de bir karasevdalıydım aslında. Kara sevdalılar zor yaşarlar biliyorsunuz. Fakat yaşadım. Nasıl yaşadığımı artık araştırmak gerekir.
İlginç bir kara sevdalı yaşamdır. Biraz farkı var tabii sizlerin yaşadığı tarzla. Bu epey büyük bir savaştı. Yani duyguların savaşını vermek çok önemli. Onun siyasetle bağlantısı var, giderek parti kuruyoruz, çok tarihi bir hamle içine giriyoruz. Bütün bunları kendi içinde ayarlamak ve esasta da halkın temel amacı olan özgürlük savaşımını ihmal etmemek, hatta ona herkesi, gerekirse duygularını da kurban etmek gerekir. Şimdi bu gücü göstermeye çalışıyorum, tabii müthiş ağırlaşıyor. Tam da bu noktada karşımdaki duygu yoldaşlığı yapması gerekenler, anlayışlı olması gerekenler, yanlış almaktan tutalım o duyguların içinde bitirmeye kadar her türlü gelişme olumsuzluk tarzında kendini gösteriyor.
Ben şimdiki gibi kimseye açıklayamam, çünkü günün deyişiyle “ayıptır” diye karşılanabilir belki. İçinizde böyleleri çok. Büyük bir iç savaş yaşıyorum. Klasik Kürt erkek anlayışı var. Şimdi biliyorsunuz ki, bir şeye bağlandı mı, ya zorla, ya bıçakla halletmek ister duygularının gereklerini. Hele bizim gibi biraz da Önderlik sevdası olan birisi, bu konuda kendini mutlaka halletmek zorunda, kolay boyun eğmemek zorunda. Açık bir savaş, temel amaç karşısında bitirir. Sabır gösterilecek mi? Biliyorsunuz, delikanlılıkta sabır zor iştir. Boyun eğmek de olmaz. Giderek duygu düşkünlüğüne gitmek hiç olamaz. İşte bu sürecin çetinliği böyledir. Sanıyorum çoğunuzun şimdi de yaşadığı durum budur. Benim anlatımıma ve yaşadıklarıma son derece dikkat etmelisiniz, eğer dayanma gücünüz varsa.
Ben çok açık söyleyeyim; çünkü günlük olarak içinizden çok ilginç örnekler çıkıyor. Belki de her tarafta, her savaş mevzimizde böyledir. Örnekler yüzlercedir. Burada bir-iki tane örnek çıktı diye hiç tekildir, istisnadır diye kendinizi aldatmayın. İzlenimlerime göre, hemen her sahada sizin bu yaş ortalamanızda veya süreç içinde şu anda işler son derece sıcak, çetrefilli ve dikkat edilmezse beni bile götürebilir. Burada biraz kendinize gelin yiğitseniz tabii, biraz benim tarzımla yaşama gücünüz varsa tabii.
Bu büyük bir savaş alanı. Öyle her yiğidin dayanabileceği bir savaş değildir. Hele sizin tarzınızla bu savaş hiç verilmez. Ben sizin durumunuza üzülüyorum. Siz nerede, savaşımız nerede? Belki ideolojik, askeri cepheyi ayırmıyorum. Ama kendi içinde bile bu alan savaşımında bana göre siz her türlü darlığı, yüzeyselliği, ikiyüzlülüğü ve her türlü gafleti, ihaneti eksik etmeyen bir yaklaşım içindesiniz. Çözemiyorsunuz, esas amaca bağlama yeteneğini gösteremiyorsunuz. İşte artistik olay dediğimiz yan burasıdır. Bu sanattır biliyorsunuz. Sanat da bir gerçeklikten, bir başka gelişmeyi bizzat yaratma eylemidir, yaratarak ele alma eylemidir. Burada sanatsal özelliği göstermede çok zorlanıyorsunuz. Nedir bu? Klasik Kürt gerçekliği söz konusu olduğunda birbirine girmiş kördüğümden devrimci çözümleniş, onun çok dar, ilkel zemininden çok daha gelişmiş bir zemine geçiş yapabilmektir.
Anlayabilmeniz için biraz açmam gerekiyor. Nedir bu dönemin duygu ilişkisi? Esas itibarıyla toplumumuzun tüm erkekleri, kadınları-kızlarına hakim olan karı-koca ilişkisi zaten en temel namus ilişkisidir. Koca olmazsa karı yaşayamaz, karı olmazsa koca... Yaşamın yüzde doksan gerçeği bu ilişki içindedir. Doğarken bu öğretilir, ölürken bununla baş mezar taşına konur. Bunun aşamaları var tabii. Mesela bir delikanlılık aşaması, genç kızlık aşaması, daha da kendini bitirme aşamaları olmuştur.
Burada özgürlük olayını, özgürlük olayında gelişmeyi anlamak gerekiyor. Zaten benim yaratıcı yanım varsa, sanırım o da biraz burada ortaya çıktı. Belki iyi bir mümin olarak da yaşamımı götürebilirdim. Çok sofu bir sosyalist olarak da kendimi taşırabilirdim. Ama ben bu biçimlere fazla yer vermedim. Özgürlüğün tam olması için, tüm insanları ve bu arada kadını da kapsamına alması için özen gösterdim. İnsanlık anlayışıma göre bütün ezilenler ve bu arada kadınlar da bu işe tam katılabilmeli bunlar da insan, neden bunların ağzı böyle tıkalı kalsın? Neden bunlar hep arkadan gelsinler? Neden erkekler hep önde? Bütün bunlar bende bir çelişki yarattı. Katılmalılar dedim. Ben kendimi sizin gibi fazla aldatmam veya “önce ben, sonra başkaları” demem. Benim yürüyüşüm her zaman yoldaşlık temelindedir. Öncülüğe inanırım, otoriteye inanırım. İster bir çoban gelsin, ister bir kadın, hatta bir çocuk veya yetmiş yaşında bir kişi gelsin, ne kadar otorite gücüm olsa da, onları yoldaşlık esprisi temelinde taşımaya, birlikte yürümeye büyük özen gösteririm.
Kimisi “biz kurumuş ağaç kütükleriyiz” diyordu, kimisi “yürüyemeyiz” diyordu. Kadınlar gülüyordu, beni çok iyi buluyorlardı belki ama, nasıl yürüyecekler, nasıl konuşacaklar, yıllarca kendi kendilerine gülüyorlardı. Çocuklar heyecanlanırlardı, “büyük bir abimiz var” diye. Ben de kendimi onlar için basamak yaptığım zaman, bu son derece etkileyici gelirdi. Yaşlılar içinde öyle. Yeni sözler söylediğimiz zaman, farklı olduğumuzu biraz gördüklerinde onlar da heyecana kapılıyorlardı.
Burada temel güdülerinize geliyorum yine. Namus olayıyla yoğrulmuş Kürt olayında, kendi ifadesini daha da iyi bulmuş güdülerin biçimlenmesi ve onun benim tarafımdan çözümlenmesi nasıl oldu sürekli anlatıyorum. Özellikle çözümlemelerde bu gittikçe daha da öne çıkıyor.
Kadını ele aldık, grup pratiğinde birlikte yer almak da istedik. Ama müthiş çıkıyor. Kendimi sakındığım ne kadar burjuva değer varsa, hepsi bu sefer tepeden kalbimin içinden beni yakalamaya çalışabilir. Etkilenmişim, bunun üstünde bir siyasi amacım var ve onların dayattığı siyasi amaç benimkini yutabilir. Etkileyicilik konusunda o daha fazla tecrübeli, örgütlü, hazırlıklı. Neyle yaşarsın? Fazla para dersen yok, karşı tarafta daha çok var. Güç desen karşı tarafta daha çok. Olduğu gibi boyun eğsen, Önderlik iddiasında olan birine, hatta bir erkeğe yakışmaz. Yalvarsan-yakarsan, bu da doğal olarak olmaz. Eşit olarak yürümek istesen, karşı taraf hakimiyet peşinde. Hem de basit bir köylü parçasını devleti içinde, sınıfı içinde, kendisi içinde mutlak kullanmak istiyor.
Kadındır, zayıf bir erkekte kendisini mutlak egemen kılmak istiyor. Belki de ezilmiş kadından egemen kadına yükselmek isterken benim gibi birisini müthiş kullanmak istiyor. Yani asırlık intikamlarını benim gibi bir fukara köylü kültürlü, yaşamı fazla kestiremeyen birisinde almak istiyor. “Buldum adamı, çok yönlü amaçlarıma alet edebilirim, egemen kadın amaçlarıma çok boyun eğdirilmiş bir erkek, yine siyasi amaçlarım ve devletim için bunu çok mükemmel kullanabilirim, çalıştırabilirim” diyor. Yine bir yaşam tarzı var. Ona da “çok iyi kullanabilirim” diye yaklaşıyor. Yani bende kendine göre epey amacına uygun yan buluyor. Ve hayli ilgi çekici olabileceğini düşünerek, bu temelde o da inceliyor.
Hiçbir kadın aslında böyle yaklaşmaz. Ne böyle bir erkek, böyle bir kadına yaklaşabilir, ne böyle bir kadın bir erkeğe yaklaşabilir. Ama ilginç temelde bir karşılaşma oldu. Başka bir erkek olsa çoktan bitirirdi. Zaten daha sonraki süreçte şu söylendi; merkezimizde, çevrede dört adam vardı, isimlerini söylemeyi gerekli bulmuyorum, onları “çantada keklik” diye tabir etmiş, “her tür özelliği belli, birisini istediğim gibi elde edip kullanmak için bir hafta yeter” diyordu. Bana da “yıllardır seni anlayamadım” diyordu. Durum şu; sizler kadın karşısında sadece birer lokum gibi gelirsiniz. Bir çok erkeğimizi anlıyorum.
Yavaş yavaş yaşadığınız hikayeye geleceğiz. Erkekliği kaba bir cinsellik biçiminde tatmin etmekle gerçekleştiremezsin. Bir öpüşle mi desem, yatakta şu veya bu numarayla da kesinlikle iyi bir erkek olduğunu kanıtlayamazsın veya iyi-güzel yaşadığını ispatlayamazsın. Şimdi bütün bunlar da işin ayrı yanları. Roman olsaydı, bunlar daha iyi işlenebilirdi, işlenmelidir de. Belki burası yeri değil ama, ben yine de söyleyeyim; yatak edebiyatını da iyi geliştirmeliyiz, cinsellik edebiyatını da müthiş anlatabilmeliyiz ki, bazıları gözü yaşlı, haince durumlara girmesinler. Çünkü her delikanlı veya kızımız, bu konularda aslında kendisini ilk eyleminde, ilk aşkında, ilk temasında bitirir. Bir öpme onun başını döndürür. Bir şu veya bu biçimdeki cinsellik onu belki de ya mezara götürür, ya yaşam buldurur diye göklere kaldırır. Bana göre ne odur, ne diğeri.
Bizim yaşadığımız deneyimde, kadın kendini milimi milimine satmaya çalışıyor veya kullanmaya, bizi satın almaya, düşürmeye çalışıyor. Kadın ve cinsiyet açıklamalarımızı biz bu amansız savaşımızda biraz daha iyi anladık. Bu nemenem şeydir ki, yaşamı, özellikle örgütsel yaşamı, korkunç bir biçimde çökertebiliyor. Ben örgütlenme için adeta iğneyle kuyu kazıyorum, o bir çırpıda arkamdan adeta örgütü çökertiyor. Siyasi süreçleri amansız bir biçimde tarihte ilk defa başlatıyorum, o arkadan bir çırpıda bitiriyor. Düşünüyorum, bu neyin karşılığı oluyor? Bunu sözüm ona sunacağı bir kadınlığa karşılık alıyor. Neyin kadınlığı bu? Sözüm ona ağız yapısından tutalım cinsi yapısına kadar, bir çok şeyi gözlüyorsun ki, bütün bunlar onun için birer silah! Kadının kendini örgütleme tarzı! Delikanlılar bunu iyi bilmeli ve tabii kızlar da erkekler de bazı şeyleri iyi bilmeli.
İşte benim buradaki durumum biraz da sizin gibi provokasyona gelmemektir. Kemal Pir ile Cu. arkadaşımız, “buna nasıl tahammül ediyor bizim yoldaşımız” diyorlar, “biz bunu hemen öldürelim, bu büyük hakarete hiçbir erkek dayanamaz” diyorlar. Bu, bir dönemin yargısıdır. Ama sonuçta “arkadaşımızın bir bildiği vardır, karışmayalım” diyorlar. Kendi aralarında tartışmışlar ve Kemal o büyük direnişinden sonra şehit düşerken, o kadının unutulmaması ve gerçeğinin mutlaka bilinmesi gerektiğini ve gerekirse cezalandırmaya gidilmesini istiyor. Ayrıntıları bilmiyorum, ama vasiyetinin önemli bir özelliği budur. Aslında sanıyor ki, o kanaldan muhtemelen yenileceğim. Ben tabii kendine göre çok değer verdiği bir yoldaşıyım. Kemal iyi savaşçıydı ve müthiş direndi, tabii benim de direneceğime ve başarabileceğime inancı çok yüksek, fakat o kadın yoluyla muhtemelen benim düşürüleceğimi veya o tehlike yüzünden benim başıma bir sorunun gelebileceğini düşünüyor ve orada onun unutulmaması gerektiğini söylüyor. Yerinde bir görüş, fakat ben de o kadar kolay yenilebilecek durumda değildim. Gerçi o da “bilir” diyor ama, yine de bunları belirtmekten geri kalmıyor.
Sanıyorum hikayeyi biraz daha iyi anlamaya başlıyorsunuz. Eğer varsa gücünüz inceleyin. Benim bu süreci aşağı-yukarı on yılı aşkın fiili olarak savaşla geçirmem var. Daha sonra da sürdü bu ve şimdiye kadar da devam ediyor. Tansu onun ikinci aşamasıdır. Hepsi birbiriyle bağlantılıdır. O da müthiş savaşıyor ve belki de direktifleri oradan alıyor. Zaten ikisini de esasta yürüten MİT’tir, kontr-gerilladır. Kontr gerilla için aynı tezgahta tümü dokunuyor. Zaman zaman birini öne sürüyor, diğerini bekletiyor. Ama temsil ettikleri değerler aynı. O da tüm Türkiye halkını sözüm ona “sarışın güzel” adı altında etkiliyor. Bu da parti içinde “esmer güzeli” adı altında etkilemek istiyordu. Birisi tüm Türkiye’yi ve birisi de tüm PKK’yi. Epey de tahribat birikiyordu. O açıdan görüyorsunuz, ikisi de bana karşı önderlik anlamında savaşıyorlar. Kimse bunu inkar edemez.
Şimdi gelelim parti içine. Dıştaki savaş sürüp gidecektir. Daha da iyi açıklanması için sanıyorum bu yaşadığınız örneklere müracaat edelim. Herhalde çoğunuzun da buna benzer yaşadıkları veya en azından gözlemledikleri gelişmeler olmuştur. Nedir o kadar etkilendiğiniz, heyecana kapıldığınız ve ciddi bir tehlike olarak gördüğünüz? Dediğim gibi, biraz tecrübeliyim ben ve bu tecrübeye dayanarak halen güçlüyüm. Ama partimizin, özellikle militanlarımızın yaşamları, bu duygu çözümlemelerinde tehlike altında. Dönüşmeyi tam bilemiyorlar. Dikkat edin, en yakın dönemde benim de etrafımda, yıllarca kendilerini biraz eğitmeye çalıştığımız iki şoför ve bazı bayanlar vardı. Çok hazin durumlara düştüler ve halen de ağlama-sızlamalar devam ediyor. İşin bu noktasında hayli karmaşıklık var.
Benim ilk yaşadığım örnek TC’yi patlatmaya götürdü. Parti ilanı oldu, gerilla gerçekleşti. Buna rağmen başarmak zorunda bıraktı bizi. Hikayesi dediğim gibi çok uzun. Duyguların siyasetle, örgütle bağlantısını iyi kurma, amaca bağlı kılma, varsa gücünüz dönüştürme kaçınılmaz olmalıdır. Dediğim gibi acılarınız, hakarete uğramışlığınız, duygularınız ne kadar haksızlığa uğrarsa uğrasın, ne kadar zorda kalırsanız kalın, kin, öfkeye provokasyona gelmeden, siyasi amaca ve askeri amaca, onun tarzına, temposuna, onun üslubuna hiçbir halel getirmeden, yağ gibi işletirseniz, aslında oyunu kazanırsınız. Ama sizde bu var mı? Bunu ben sizde göremiyorum. Dönüştüremiyorsunuz. Ve bir de içinizde duygu yok. Duygunuz olmalı. Ben tam da bu noktada bir gerçekliği hatırlatmalıyım. Büyük sevme, büyük duyma olabilmeli. Mesela ben hep böyleyim.
Ayıp değil söylemesi; ben daha çocukken köyümüzün tüm bana göre böyle kolay şu veya bu kişiye verilmemesi gereken veya bana göre benimle yürümesi gereken kızları, hep benimle olmalıydı. Hatta birkaç tanesinin silueti halen aklımda. Yani onlar sanki benimdiler ve zorla alındılar. Hakaret olarak değerlendiriyorum. Diyebilirsiniz ki, “sana ne şu ailenin kızı şu tarihte istedikleri kocaya verilmiş veya verdirilmiş, her şey tarihte olmuş bitmiş veya unutulmuş. Sen neden halen böyle düşünüyorsun?” Tabii, ben düşünürüm. Hatta bir de bacım vardı. Hiç tanımadığı bir adam geldi, kaba bir biçimde birkaç çuval buğday ve birkaç keçiyi babama verdi ve kızı alıp götürdüler. Bu da aklımda. Bu ne biçim ilişki oluyor? Bütün bunlar sorun tabii. Şu kızın gitmiş olduğu koca, çok iyi biliyorum ki, cinsel düşkündü. Kız aslında oldukça gelişebilirdi. İsimleri bile halen aklımda. Hepsi de yanlışlığın veya köy gericiliğinin kurbanı oldular.
Zaten daha sonra, kızları ele alış tarzımızın, köyde gerçekleştiremediklerimizle kesinlikle bağlantılı olduğu açıktır. Ortaokulda ve daha sonraki süreçlerde de vardı. Mesela üniversitede vardı.
Sanıyorum sizin güzellikler karşısındaki etkilenmeleriniz zayıftır. Çok yerinde bir cümleyi sanıyorum şimdi söyleyebilirim. Bazen devrim güzellikleri güzel bir ses de olabilir. Ben Aram’ın türkülerine ilişkin değerlendirmelerimi size söyledim. İlk defa Kürtçe bir uzun havayı dinlediğimde, bu sesin kurtarılması gerektiğini söyledim ve siyasette bir adım attım. Öyle güzellikler de vardı. “Şu kız, böyle bir düzen altında veya bir güzellik tasavvuru böyle gitmemeli” diyordum ve bu da bende bir öfke yaratıyordu. Şimdi dikkat edilirse, fazla yaşama şansım yok bu güzellikle birlikte. Fakat bir sorun bu, uğruna devrim yapılması gerekiyor.
Hatırlıyorum, benim Diyarbakırlı bir arkadaşım bıçağı eline aldı, bir kızı Siyasalda öyle kazanmak istedi. Bir Kürt tarzı! Başka türlü yapamıyordu, deli oluyordu. Tutamıyordum ve yerin dibine giriyordum. Ben de belki sevmek istedim, ama bana göre zordu o koşullarda. Çünkü bir güç meselesi. Benim itibarım vardı okulda. İsteseydim belki istediklerimle istediğim gibi de yaşayabilirdim ama, bana göre burjuva toplumunun değer yargılarına göre ben henüz güçlü değilim. Zaten daha sonraki süreçte içine girdiğimde de, durumu size gösterdiğim gibi oldu. Yani burada önemli olan, bir güzellik için savaşı göze alacaksın. Yani kadın güzelliği, kadın özgürlüğü, kadının özgür yaşamı...
Tabii bütün bunlar beni son derece etkiliyor ve o dönemin devrimci çalışmalarına yöneliyorum. Ortaokulda, lisede ve hayatın hemen hemen her döneminde benim çıkardığım sonuçlar var. Bir çirkin var bir güzel, bir yanlış var bir doğru. O beni etkiler ve ben onu yürüyüşümün amacı haline getiririm. Tabii bu konuda da taktik geliştirmek zorundayım. Çünkü istiyorum; olmazsa ya bıçağa sarılırım, ya gözü yaşlı kudururum. Hayır! Ne onu yap, ne diğerini, ama esastan da vazgeçme! İşte devrim denilen olay, eğer geliştirebileceksen burada tek çözüm silahı olarak kendini eline verirse sonuca gidebilirsin.
Görüyorsunuz ki, yaşadığımız durum hem genel anlamda, hem özel ilişkiler anlamında, son derece çelişkili ve hareketlendirici. Çünkü çelişkiyi yakalamak, eyleme geçmek demektir. Ve çelişkiler de bu kadar kapsamlı olduğuna göre, harekete geçmek büyük düzenlenmek zorunda. Bu da olsa olsa bir devrim olabilir. Dikkat edin, anamın elinden o yufka ekmeği almak için nasıl büyük bir savaşa giriyorum ve üniversite sıralarında bir güzellik olayı karşısında nasıl etkileniyorum. Bunların hepsini ve bu arada milyonlarcasını birleştirin, hepsi oluyor bir devrimci yoğunlaşma, amaç ve harekete geçirici tarzı! Buna Allah’ı da ekleyeceksin, buna bilimi de ekleyeceksin, buna her türlü güzel yapıları da, tarihi kalıntıları da ekleyeceksin.
Mesela bir Kabe gibi ziyaret ettiğim bir Palmira vardır. Orada bazı sütunlar var ve yine mezarlar var. En çok hüzünlendiğim ve kendimi adeta boşlukta bulduğum şey; o büyük mezarlardaki kemiklerin öylesine kir pas içinde kalması, yine o sütunları diken ellerin ve o sütunlar arasında dolaşanların kim olduklarına dair bir tek somut bilginin bile olmayışı. Bunlar beni müthiş hüzünlendirir. Buna benzer daha bir çok anı sıralanabilir. Demek istediğim, yaşam bu kadar kapsamlı, zengin ele alınmak durumundadır. Sizin yaşam galiba büyük boşluklar içeriyor ve rastladığınızda da göremiyorsunuz. Görseniz de yerli yerine oturtamıyorsunuz, oturttuğunuzda da kaşını-gözünü çıkarıyorsunuz.
Reber APO
10 Eylül 1995
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 1 Eylül günü 09.30-13.00 ile 14.30-17.00 saatleri arasında Hakkari’nin Şemdinli ilçesiyle bu ilçeye bağlı Gerdiya alanı arasında iki kez yol kontrolü gerçekleştirilmiştir. Durdurulan araçlarda kimlik kontrolü gerçekleştiren gerillalarımız toplanan halka süreç hakkında bilgilendirmede bulunmuştur.
- Ayrıntılar
Anam zamanında “elin ağzı torba değil ki kapatasın” derdi de, anlamazdım. Anlamayı da bırakalım bir insan neden bu kadar çok başkası hakkında onca doğru olmayan şey söylere de şaşıp kalırdım. Bu durumları anama aktardığımda ise anam bana yukarıda yazdığım deyimi hep söylerdi.
Anam söylediğini şimdi daha iyi anlamaya başladık ancak yine de bu kadar yalana, bu kadar dolana, bu kadar insan gözlerinin içine baka baka kızarmadan, bozarmadan yalanın sunturlusuna doğrusu halen alışamadım. Sanırım bu özgürlük dağlarında bu alışamamayı tüm özgürlük savaşçıları yaşıyorlar. Nedeni basittir; özgürlük savaşçıları geldikleri toplumun negatif yönlerini değiştirmek için çıkmışlar dağlara. Bunun için harbi olmayı severler. Hele birde özgürlük hareketini oluşturan Başkan Apo’nun “her şey açık olmalı, gerçekler çıplak olmayı sever” ilkesine denk bir eğitim aldıktan sonra yapılan sadece ve sadece aleni yaşamaktır.
Bakın direk konuyla bağı yok ama yine de yazalım. Özgürlük savaşçılarının dağlarda özel bir şeyleri yoktur. Çantaları, defterleri, rüyaları, hayalleri, özlemleri herkese açıktır. Öyle ki özgürlük dağlarında açık olmayan bireyler garipsenir. Kapitalist kültür taşımacılığıyla yani bireycilikle eleştirilirler. Yine feodal toplumun o insanı dar kılan, dar, bölgeci, biriktirmeci, mahalli gibi özelikleri de hep garipsenir. Büyük işler herkes için dururken, benim olsun da isterse küçük olsunu kimse ama kimse kabul etmez. Özgürlük savaşçılarında ilke, büyük olsun ama hepimizin olsundur. Hatta tüm dünya insanlığının olsundur.
İşte böyle katılan, böyle yetişen özgürlük savaşçılarının en garipsedikleri hususların başında kesinlikle yalan gelir. Olmayanı olmuş gibi gösterme gelir. Kürtçede biz buna “vır” diyoruz.
TC devleti ne kadar da çok meğerse “vır” haber yayıyor.
Sıralarsak şimdi en moda vırları:
a-Gençleri daha doğrusu çocukları zoraki dağlara katmaymış.
b-Gençleri parayla dağlara almakmış
c-Şemzinan’ı ele geçirmek istemiş de gerilla halk katılmadığı için bundan vazgeçmiş.
d-Gerilla halkı serhildana kaldıracakmış ancak Kürdistan halkı serhildana kalkmadığı için bu kadar şiddetli bir mücadeleye girişmiş.
e-Kürt halkı Türkiye’de ayrılmak istemiyormuş. Ancak gerillalar Türkiye’yi bölmek istiyorlarmış.
f-PKK son eylemlilikleriyle en zayıf olduğu sürecini yaşıyormuş.
g-PKK intihar etmiş.
h-PKK başka devletlerin istedikleri eylemleri yapıyormuş.
I-Kürt halkı, eğer gerillanın silahı olmasaymış tek destekleyeni olmazmış.
i-Uluslar arası devletler PKK’ye her türlü yardımı yapıyormuş.
j-PKK dağılıyormuş.
Evet, TC devletinin söylediği onlarca yalanı daha fazla sıralayarak yazabiliriz. Adamlar sadece yalan söylemiyor, yalanların en kuyruklu olanlarını söylüyorlar.
Bir iki şey söyleyelim:
Askere gençleri zoraki, hem de gitmediklerinde büyük para cezaları kesen, zindanlara atan kimdir?
Şam uzak mişarda mı uzak? Gidin Şemzinan halkının kiminle olduğunu kendisiniz görün, kendiniz sorun.
Türkiye’de Kürtlerin doğuştan haklarını vermeyen kim? Dillerine hakaret eden kim? Her gün topraklarını bombalayan kim? Başka bir deyimle bölen kim, bölücü kim?
PKK’nin en zayıf mı tarihinin en güçlü aşamasını mı yaşıyor (?) gidin Şemzinan’a, gidin Çele’ye ve tabii birde gidin Çolemerg’e o zaman görürsünüz, kimin zayıfladığını kimin intihar ettiğini.
Dünyanın tüm ülkelerine af buyurun ama dilenci gibi dolaşıp yardım isteyen kim? ABD’nin dostluğuyla övünen kim?
Birde gerillanın silahı olmasaymış hikayesi. Biz açıkça bir şey söyleyelim; Askerlerinizi, polislerinizi ülkemizde çekin bakalım Kürt halkından kaç oy alacaksınız? Dahası bakalım Kürt halkı sizinle birlikte yaşamak ister mi yoksa kuyruğunuza teneke mi takar?
Kendi cephemizde siz polislerinizi ve askerleriniz ülkemizde çekin yani ülkemizde çekilin, bizde başka ülkelere gidelim. Görelim bakalım bu halk kimi isteyecektir? Sizin o güvenliksiz dolaşamayan ihanetçi ve işbirlikçi bakan ve mebuslarınızı mı yoksa halkın kendi seçtiklerini mi bağrına basacak?
Özcesi artık bıktık sizin o asılsız, mesnetsiz, kızarmadan yalan ve atmasyonlarınızdan. Gerçekten yeter artık. Çok fazla ama çok fazla sıkıyorsunuz.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 29 Ağustos günü Bitlis’in Şex Cuma alanında işgalci TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır. Operasyonun ikinci günü 30 Ağustos günü saat 17.30 sularında düşman askerlerine yönelik gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 29 Ağustos günü 18.00-19.00 saatleri arasında Amed’in Lice ilçesine bağlı Korxê yamaçları ve Cum tepesine yönelik işgalci TC ordusu tarafından kobra helikopterle bir bombardıman düzenlenmiştir. Bombardıman sonucunda alanda başlayan orman yangını halen devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Olmaz olmaz. Tecelli ya da teselli değil. “Olmayacak ne var ki” demek de sadece işin en kolayı. Olmazı olur kılacak yürek, beyin; inanç, irade, liyakat, azim ve bitimi olmayan çaba gerek.
Olmazların olurlara döndüğü yerlerde kolay yoktur. Silik bir kimlik sahibidir o sadece; sesi çıkmaz ve ne fazla tanıyan ne de fazla bilen olur. Ağızdan kolay çıkan her söz düşüncesizce söylendiği için nasıl hafifse; kolay iş yapmak da öyledir. Kolayların olduğu yerde zorluklar Kaf Dağı kadar uzakta mekan tutar, zaman belirler kendine. Kolaylıkların olduğu yerde zorluklar bilinmez o yüzden. Düşten ve hayalden ibaret sanılır sadece.
Olmazı yaşamak belki de özgürlüğün en kadim sırrı. Sır ise baştan sona yalnızlık kokar. Bu burcu burcu kokunun içinde hakikati çekersin içine. Hakikat kendinle paylaşa bildiğin kendin. Ve kendin olduğunda geriye bir tek kendin kalıyorsun. Ezeli bir yolculuktur bu; tanıktır birçok erkan sahibi, yol insanı buna.
Ve, ve kendin olduğunda işte o zaman herkesten bir parça olabiliyorsun. Kendin olmanın türküsü tıkladığında gönül kapını nedense olmazlar ile ilgisi yüksek olan korkular açar kapıyı bizlere. Korku bazen kendinden kaçmanın adı olur. Bazen kendini kendine anlatamamanın diğer bir yüzü.
Ama bilirsen kendini ve kendini kendin yapanı, içine salacağın korku yoktur aslında. Engelin yoktur kendine, olmaz yoktur senin için. Yani o zaman korkuların bir gün bir şekilde burkabileceği bir bilek güreşçisi yoktur ortalıkta. Kendin olarak kaldığın sürece.
Herkes gelebilir üstüne ama yeter ki kendindeki tüm parçaları topla kendine; olmaz olmaz o zaman. Kim bilir, kimler nasıl gelecek üstünüze kim bilir kaç beklenti teknen batacak? Ve boğulmak üzere bulacaksın kendini derin sularda. Ama yine de tutunacak bir kendin olmalı ki kıyıya varmaya gücün yetsin, ruhun seni kıyının kendisi olarak görsün evvela. Mutlaka ulaşılacaktır ve ulaşma yolunda tükenecektir son nefes. Ve bu da ulaşmanın bir biçimi oluyor zaten.
Bilmeyendir, anlamayandır, hükmedendir korku salan; kendini erbap sanıp da olmayanın bulaştırdığı bir hastalıktır korku. Hep kendinde kalan, karşıya geçemeyenin ince hastalığıdır. Karşıya geçmek için köprü sahibi olmak gerek. Kendi yüreğin kadar başkalarının da yüreğini anlamak için başka yüreklerle kurabileceğin bir köprü olmalı ekseriyetle.
Kendi kendine kalmak, kendi halinde kalmak en başta kendini anlamamaktır ya da yarınsız bir kendin kalmıştır elde, avuçta. Daha fazlası yüktür sana. Lüzumu yoktur bir kişi daha anlamanın. Biraz daha ileriye gitsen korkunun çanları çalar, dur işareti verir ya da geri çekil; pes en değerli hazinendir dercesine. Korkarsın biraz daha ilerisi için.
Oysa Önderlik denince hep diyalog gelir akla. Karşılıklı ilişkilenebilme yeteneği, lakin bu korkmadan toprağa atılan tohumların filizlenmesinden kaynaklıdır. Korkusuzluk ise kendin olmanın cesaretini taşıyabilmenin ta kendisi. Bir halkın hepsiyle; kadın, erkek, yaşlı, genç, çocuk herkes ile kurulan köprünün sahibi insan.
Ve bu köprüden geçerken kendini yük hissetmiyorsun, günahsız bir çocuk gibi masumluklarla doluyorsun. Ya da en masum yanlarına, en güzel olana, iyiye doğru yürüyor olarak görüyorsun kendini. Kalbin delice atıyor Önder Apo için. O’ nun yüreğindeki yerine koşuyorsun adeta.
Neden hep zorlandığımız anlar da, korkularımız yüreğimizi titrettiği zaman da, O içimizdekini ararız. O içimizdeki, yani Önderlik. Çünkü bir şeyleri anlama çabası insanı O içindekinin peşinden koşmaya götürtüyor. O’nu buldukça korkusuzlaşıyorsun. Korkmamak için gerekli olan anlam gücünü buluyorsun.
Bir hasret ayrılan için ne anlama gelirse, bahar da açan çiçekler insan ruhunda nasıl bir titreşim ise öyle bir şeydir anlamak bir şeyleri . Hele bu bir de kendi içiniz ise o zaman tanrısallık yakın komşunuz olur. Her başınız derde düştüğünde tıkladığınız kapı bir bakıma.
Yakın oldukça O’na korkusuzum. Anladıkça, çözdükçe, ben oldukça korkusuzum. Olmaz olmazı öğrendikçe korkusuzluğum bir o kadar büyüyor içimde.
Oysa zalimlik ile gaddarlıkla en çok hangi ürünler elde edildi; korku, büzülmüşlük, sinmişlik. Yani taşıyamadığın bir kalbin sana ait olması. Belki ait olması bile fuzuli bir kavram oldu. Taşımakta zorlandığın için angaje olarak sana emanet edilmiş titrek, kırılgan, ürkek, sağır-dilsiz, elsiz-ayaksız bir yürek. Böylesi bir yüreğin yanında bahsedilecek bir beyinden, kafadan her halde hiç bahsedilemez.
İnanmak korkuya karşı kullanılan en yaygın aspirin bir bakıma. Reçetelerin en başındaki derman. İnanarak yapmak, inandığını yapmak ise reçetesiz ve aspirinsiz olabilmek demek yani hastalanmamayı becerebilmek.
İnanmak yani olmasının kesin gerekli olduğunu bildiğin, hissettiğin ve bir o kadar da uyguladığın şey. Bütün benliğin ile yaşam sorumlulukların karşısında verebildiğin bir karar bazen. İnanç soyut olduğunu düşündüğümüz ama bir o kadar en somutlaşan yanlarımız oluyor. Her somutluğun içinde bir de kendini nebze nebze işlemiş, motiflemiş inanç vardır.
İnançsız insan korku bakışlıdır, kaygı yürüyüşlüdür. Suçlar örneğin, kendisi suçlu olduğu için. O yüzden Önderliğe inanmak bizi korkusuz kılıyor. Yüreğimize hiç bir korku zelzelesinin yıkamayacağı köklülük iniyor. Ve bu kök daha bir derinleşiyor. Hem de hiç durmadan.
Ve bu günlerde Şemzinan’a, Çele’ye ve yaygın gerilla eylemliklerimize her baktıkça korkmadan yürümenin ışıltısı çarpıyor yüzüme. Ve ışıltının arkasındaki asıl ışık kaynağımız Önder Apo’ya dönük olan yüreğimizin ve beynimizin korkmadan yürüyüşü. Yani inancı, bağlılığı ve O’nun bizimle kurduğu köprüye varıp O’na yürüyoruz.
Yine de O bizi anlıyor; çünkü biz bir tek O’nda anlam buluyoruz, O’nun bize kattığı anlam değer oluyor ve yüceliklere kanat çırpıyoruz.
Usul usul birikiyor cesaret, anlam olma dorukları, inancın ördüğü zafer.
Korkmadan…
Ve usul yerini buluyor. Olmaz olmaz.
Nupelda ENGİN
- Ayrıntılar
Roboski’de bir araç şarampole yuvarlandı ve 9 asker ile bir korucu hayatını kaybetti. Roboski halkı birkaç ay önce yaşadığı tüm acılarını bir köşeye bırakarak yaralı askerleri kurtarmak için seferber oldu. Yardım elini uzattı ve muhtemelen birçok askerin yaşamını da kurtardılar.
TC basını Roboski insanımızın bu olağanüstü insani yaklaşımlarından yola çıkarak 28 Aralık 2011 katledilen 34 gencin devletçe alçakça katledişinin nedenlerini, kimlerin yaptığını haklı olarak bu duygu selinden dolayı sorması gerekirken, devleti ve iktidar kliğinden hesap sorması gerekirken; “Kürt Türk halkı kardeştir, kimse bu kardeşliği bozamaz, PKK istediğini yapamayacaktır” gibi oldukça provokatif ve insani değerlerden uzak değerlendirmelerde bulunmayı utanmadan girişmiştir.
Şunu peşinen söyleyelim: Kürt halkı mazlum bir halktır. En zor şartlarda da olsa, darda da olsa, o halk birileri zor durumda ise yardım elini mutlaka uzatır. Bu el uzatmayı en son Roboski’de siz görmüş olabilirsiniz. Ancak dediğimiz gibi hiçbir komplekse girişmeden açıkça belirtiyoruz, bu halk misafir perwerdir, insan severdir, yardım severdir. Çoğu zaman kendisinden önce komşusunu düşünen bir halktır.
Ve bu halk sadece Roboski’de bunu yapmamıştır. Bu halk TC faşizmi komşu halklarımız olan Ermeni ve Asurî kıyımı yaparken de mümkün mertebe yardım elini uzatmıştır. Onlarcasını saklayarak yaşamalarına olanak sunmuştur. TC’nin tüm kışkırtıcılığına rağmen, dini değerleri istismar ederek, halkları birbirine kışkırtma girişimlerine rağmen yine de fırsat buldukça yardım elini başka halklara kendilerinin ölümü pahasına uzatmıştır.
Denilecek ki onca Ermeni ve Asurî’nin katledişinde Kürtlerin de eli vardır. Doğru ancak bu Kürtler sizin gördüğünüz Roboski’deki Kürtler değildir. O Kürtler sizin o meşhur ya aşiret mekteplerinde yetiştirdiklerinizdi ya da Hamidiye alaylarında yer alanlardı ya da Osmanlının çizgisinde bilinçli ya da bilinçsizce yer alanlardı. Başka bir deyimle o Kürtler sizin Hüseyin Çelik türünden, Mehdi Eker türünden ya da Mehmet Şimşek türünden yamanmalardı. Bu da böyle bilinsin.
Buranın halkı ya da halkları ezelden beri Ortadoğu’da halkların kardeşliğini esas alarak yaşayan halklarının en kadimidir. Buralar neolitik değerlerin oluştuğu diyarlar olduğu için, buranın insanları çok sertte görülseler, her zaman insani duygularını korumuşlardır. Buranın halkları çok farklı din ve mezheplere sahip olsalar da sağlıklı kardeşçe ilişkilerini korumuşlardır. Ve bu kardeşlik duyguları Roboski olayında söylendiği gibi Osmanlıda kalan bir miras değildir. Tam tersine Osmanlı halkları birbirine kırdırtan bir siyasal yapı olarak halen Kürtlerin belleklerinde yerini almaktadır. Boşuna Osmanlıda oyun çoktur denmemektedir. Yine Rumi geliyor derken Kürt ve buranın halkları Rumları kastetmemektedirler. Buranın halkları Rumi derken o meşhur Osmanlının vahşetinden söz etmektedirler. 18 öz kardeşini bir gecede öldüren ya da katleden bir sisteme herhalde bu dünya da ender rastlanır.
Özcesi bura halklarının kardeşliği Osmanlı öncesi olan bir kardeşliktir. Düşmanlık yaparlarken bile mertçe yapmışlardır. Mertçe düşmanlık yaptıkları için kısa bir süre sonra her zaman yeniden bir araya gelmişlerdir.
Peki, halklar ne zaman birbirine düşman ettirilmişlerdir sorusuna verilecek iki cevap vardır. Bir, Osmanlının halkları birbirine kırdırma politikaları. İki ise, kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya milliyetçilik zehrini akıtmasıyla bu düşmanlıklar oluşturulabilmişlerdir. Saf, politik stratejiden yoksun bura halkları Osmanlının ve de kapitalist modernitenin tuzağına düştüklerinde birbirine düşman ettirilebilmişlerdir. Aksi taktirde bura insanı kardeş kavgasına karşıdır.
Yeniden Roborski’ye dönersek, burada yaralı askerlere yapılan yardım insani ve Kürt halkına yakışan bir davranış biçimidir. Kürtlerin yerinde Asurîler olsalardı da bunu yapacaklardı. Ermeniler olsalardı da bunu yapacaklardı. O sizin her gün hakaret eden başbakanınızın Zerdüştü dedikleri Yezidiler olsaydı da bunu yapacaklardı. Yine sizin o ibadet hanelerini kabul etmediğiniz ve zoraki kendi mezhebiniz içerisinde eritmek istediğiniz aleviler var ya onlar orada olsaydılar onlar da yaralı askerlere yardım ederlerdi.
Ve şunu da bilin orada özgürlük hareketinin mensupları olsaydı onlarda yaralı askerleri o araçlarda çıkararak bizatihi kendileri tedavi ederlerdi.
Bu insani davranışının tek bir nedeni vardır -onu da siz milliyetçilik kiriyle bezenmiş olanlar ne kadar anlar bilemiyoruz ancak yine de söyleyelim-bura insanları milliyetçi değildir, halklara düşman hiç değildir. Halk çocuklarına kolay kolay el kaldırmazlar. Bura halkları sadece ve sadece egemenlere, sömürgecilere, zalimlere, işgalcilere, iktidar odaklarına ve cümle cemaat başka halkları küçümseyen ırkçı zihniyete karşı sert tavır alırlar.
Başka da bir gerekçe, başka bir hikaye uydurupta kendi kendinizi lütfen kandırmayın.
Ancak elini askerlerin ölmemesi için uzatanlar daha birkaç önce katledilen Roboskiler olduğu için biraz vicdan diyerek, vur talimatını kim verdi(?) katledin talimatını kim verdi (?) sorusunu biraz daha gür sormanız gerekmez mi?
K. Nuda
- Ayrıntılar
Birkaç gün önce kuzey Kürdistan’ın en büyük şehri olan Antep yani Dilok merkezde, sivillerin bulunduğu bir alana haince bir bomba patlatıldı. Bomba çok sayıda insanın katledilişine yol açtı. Onlarcasını da yaraladı.
Olayın üstünde birkaç dakika geçmeden suçlanan ardından da darağacına çekilerek yargısız bir infaza tabi tutulan ise özgürlük hareketi oldu. PKK oldu. HPG oldu. Yani Kürt gerillası oldu. Hiçbir veri yokken bunlar söylendi.
Televizyonu izlerken patlamanın ardından birkaç muhabirden bilgiler alınıyordu. Kimisi bilgi vermeye çalışırken kimisi ise adeta halkları birbirine bırakmak için provokatif söylemlerle kışkırtmalarda bulunuyordu. Yine “terör” örgütü gibi hakaret edici bir sürü söz sarf edildi. Halbuki olayın oluşu üzerinde henüz 10 ya da 15 dakika geçmişti. Yani kimse neyin ne olduğunu henüz normalinde “bilmemesi” gerekirdi. Ancak senaryo ya da senaryolar hazırdı. İlk senaryo Hatay’da okuyan güya özgürlük hareketine yakın bir Suruçlu üniversiteliydi. 15 gün öncesinden aranıyor muşmuş. Araba çalmışmış. Ve de çalıntı araba da aranıyor muşmuş.
Özcesi henüz somut bir veri yokken öncelikli olarak medyaya felaket haberleri empoze edildi. İlk elden vali ve onun yanına bölgenin milletvekilleri devreye konuldular. Açıklamayı öncelikli olarak Fatma Şahin ismindeki bakana yaptırdılar. Ve gerisi biliniyor. Törende tüm devlet erkanı-Kimyasal Necdet hariç-hazırdı. Hepsi ağız birliğiyle özgürlük hareketine küfürlerini ederken, özgürlük hareketini destekleyen ne kadar legal siyasi ve sivil toplum kuruluşları varsa iyicene tehdit edildiler. Ve ardından da BDP binalarına saldırı başlatıldı.
Antep olayını özgürlük hareketi yapmadığına ilişkin birkaç kez üst üste açıklamalarda bulundu. Nedenlerini de saydı. Öncelikli olarak şehirlere bomba yerleştirmeme kararımız var dedi. Yine şeker bayramında eylem yapmama kararımız var dedi. Yine sivillerin bulundukları yerlere kesinlikle eylem yapmama kararımız var dedi. Çünkü geçmişte şehir merkezlerinde asker ve polise karşı yerleştirilen tuzaklar yer yer sivillere zarar verdiği için hem kamuoyunda özür dilemiş hem de bir daha böylesine eylemleri şehirlerde yapmayacağına dönük karar almıştır.
Evet, bunlar özgürlük hareketi cephesinde alınan kararlardı. Birde Antep’te ortaya çıkan vahşetin kime yaradığı(?) sorusu vardır.
Ancak kime yaradı bu katliam sorusuna cevap vermeden önce bir iki aydınlatmada bulunmamız gerekir.
a-özgürlük hareketi belki de tarihinde hiç olmadığı kadar TC devletini askeri sahada zorlamaktadır. Öyle ki yaklaşık bir ayı aşkındır devasa bir sahayı kontrol etmektedir. Yani alan hakimiyetini bir alanda iyice oluşturmuştur. Bunu yaparken de hiç gizliden yapmamaktadır. Başbakan olan RTE’nin tüm yalanlarını açığa çıkarmak ve teşhir etmek için inadına her gün Şemzinan’da yol kesmekte, eylem yapmakta ve de askeri güçlere rahat vermemektedir.
b-Batı Kürdistan yani Suriye’de Kürtler giderek kendi öz yönetimlerini Kürtlerin bulundukları tüm yerlere yaymaktadırlar. Birde bunu yaparlarken bir araya geliyor Kürtler. Birleşiyorlar Kürtler. Yani ulusal birlik temelinde ortaklaşıyorlar.
c-TC’nin tüm Suriye politikası Kürtlerin bu stratejik hamlelerinden dolayı suya düşmüştür. Sert kayaya çarparak fos çıkmıştır. O yeni dönemin meşhur Enverci paşası da gerçektende tam rezil u kepaze olmuştur.
d-İran giderek Türkiye’ye kafa tutmakta ve TC devletinin ABD taşeronluğunu daha iyi görerek pozisyon almaktadır.
e-Irak daha doğrusu merkezi Irak devleti ya da hükümeti Türkiye’nin tüm parçalayıcı ve bölücü siyasetini artık görmüştür. Bunun için onlarda artık TC’ye kafa tutmaktadırlar.
f-Ortadoğu’da bir Arap baharı yaşanıyor. Biz buna halkların baharı diyelim. Yani rüzgar artık ezilen halkların lehine esiyor. Ve Kürtler Ortadoğu’da en mazlum halkların başında gelmektedir. Öyle ki neredeyse 40 milyonluk nüfusuyla devlet olmayan en büyük halk unvanını negatif manada taşıyor. Kürtler bu negatif unvanı taşımaktan artık bıkmışlardır. Bu negatif unvanı söküp atmak için gerçekten de uluslar arası konjonktür özelde de Ortadoğu konjonktür çok mu ama çok uygundur.
g-Artık tüm dünya giderek tiranlaşarak megolamanlaşan bir Erdoğan’ı da gördükçe TC’yle olan ilişkilerini de gözden geçirmektedir.
Yukarıda sıralanan yedi şıkı daha da artıracak faktörler elbette vardır. Ancak meramızı anlatacak kadar yeterli verilerdir bunlar. Yukarıda sıralanan verilerde çıkarılacak sonuç giderek sıkışan ve daralan bir Türkiye’dir. Daha doğrusu kredisini tüketmiş bir Akepe’dir. Taşeronluğun artık para etmediği, giderek değersizleştiği gerçeğidir. Bunun içindir ki son süreçte tüm Akepeliler saldırgan oldular. Ruh sağlıkları bozuldu. Kimisi bu duruma kimyası bozuldu dedi.
Evet, Akepe ve Akepe’nin başındaki zatın ve ona akıl veren danışman ekibinin Ortadoğu’da, Kürdistan’da ve Türkiye’de olup bitenlerden dolayı kimyası bozulmuştur. Özelde Şemzinan, Çele ve Oramar Şitaza’daki operasyonlar ardından bu ruh bozukluğu daha da arttı. Öyle ki giderek Türkiye’de bu savaş kliği ekibe karşı duruşlar arttı. Boşuna İNŞ’e Antep katliamından sonra bile bir askerin cenazesi kaldırılırken pet şişesi atılmamıştır.
Bunların tümü bir gelişmeye işaret ediyordu. İşte Antep olayı komple ele alınırsa nedenleri daha iyi anlaşılır. Çünkü Antep katliamı sadece ve sadece Akepe’ye yaramıştır. Rüyalarında bulamadığı bir hamle olarak Antep olayı özenle bu savaş kliği tarafından hazırlanmıştır. Hem katliamı yapacaksın hem İran’ı suçlayacaksın. Hem katliamı yapacaksın hem Suriye’yi suçlayacaksın. Hem katliamı yapacaksın hem özgürlük hareketini suçlayacaksın. Burada suçlanmada payını almayan bir Irak kalmıştır. Onlarda unutulduğu için isimleri dile getirilmemiştir.
Dikkat edilirse bir vahşet senaryosuyla ne kadar düşmanı varsa Akepe suçlama fırsatı yakalamıştır. Sıkışıklığını aşmak için müthiş bir hamle yapmıştır. Bir yoldaşımızın yazdığı gibi tam bir Huruçlama stratejisi ve hamlesidir Akepe’nin yaptığı. Bir nevi bir hayat öpücüğü olmuştur Akepe için Antep katliamı.
Evet, büyük tabloya bakıldığında Antep katliamının sadece ve sadece bir faili kalıyor; o da Akepe’dir. O da başbakan Tayiptir. O da Akepe’nin Nazi artığı Yalçın Akdoğan’dır. O da marangoz hatası sonucu oluşmuş SS’lerin komutanı İNŞ’dir. O da derin devletin bir numaralı buz gibi adamı olan Atalaydır.
Başka da hiçbir yerde Antep’in faillerini aramaya gerek yoktur.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. Bir süreden beri Bingöl Karlıova yolu üzerinde işgalci TC ordusuna bağlı gizli birlikler tarafından pusulama faaliyeti yürütülmektedir.
- Ayrıntılar