Basına ve Kamuoyuna!
İşgalci TC devletiyle varılan ateşkesin devamlılığını sağlayan en önemli husus tüm askeri faaliyetlerin durdurulması olmasına rağmen Türk devlet güçleri, buna çoğunlukla uymamakta, askeri yolların ve karakolların yapımına devam etmektedir
- Ayrıntılar
“Kürdistan söz konusu olacaksa eğer veya ana topraklar diyelim, o ananın da bahsettiği gibi yani o topraklarda yaşamak en güzeli diyorsak, her şeyden önce kadın ideolojisi topraksız olmaz. Hatta toprağın ekine açılması, üretime açılması, biraz da kadın sanatıyla bağlantılıdır. Demek ki kadın ideolojisinin birinci ilkesi, doğduğu topraklarda yaşamaktır. Yani yurtseverliktir.
Kadın kurtuluş ideolojisinin başlangıç ilkesi, yurdunu sevmek, toprağına anlam vermek, toprağının üzerinde yaratılan tüm değerlere saygılı olmak ve onları korumak, bu temel yaklaşımla yeni değerler yaratmakla yaşamsallaştırılabilir. Bu ilkeyle örgütlü kadın gücü, Kürdistan kadını öncülüğünde halkın kendi kültürüyle, kendi değerleriyle, maddi ve manevi tüm tarihsel değerleriyle buluşmanın, onları anlamlandırarak, büyüterek geleceğe taşımanın temel yürütücüsü olur. Kadının, tanrıçalaşmayı yaşadığı Mezopotamya topraklarının mevcut durumda yaşadığı insansızlaştırmaya, Mezopotamya insanının topraktan uzaklaştırılmasına karşı yaklaşımı, kadın kurtuluş ideolojisinin yurtseverlik ilkesi doğrultusunda bir mücadeleyi esas almak olmalıdır. Kürdistan’da değer bilincinin insan, madde ve her türlü üretimle birlikte anlam kazanması toprağın, özgür bireyle ancak özgür bir nefes alma imkânını getirecektir. Bununla birlikte ancak doğru bir yurtseverlik bilincinin sağlanması, ezilen psikolojisinin, ulusal inkârcılığın, köksüzlüğün aşılarak doğru bir yurt sevgisinin oluşturulması, dünya insanlığıyla doğru bir bütünleşmeyi getirecektir. Kadın kurtuluş ideolojisi doğrultusunda yurtseverlik ilkesini yaşamsallaştırabilmek, evrenselleşmenin de önemli bir aşamasını oluşturacaktır.
II. Özgür Düşünce, Özgür İrade İlkesi
En somut bir ifadesi ile kadın istediği gibi yaşar, kararlaştırır. Onun düşüncesine güveneceğiz, onun iradesine saygılı olacağız. Kadın Kurtuluş İdeolojinin vazgeçilmez bir ilkesi de budur.
İnsan türünün maddi gerçeklik içinde kendini farklılaştırarak yeni bir kimlik kazanması, onun düşüncesinin yansımaları olan ve toplumsallaşmaya zemin hazırlayan edimlerle gerçekleşmiştir. Varlığı koşullayan bir boyut da özgür ve iradi düşünme, buna göre yaşamadır. Özgür ve iradi düşünmenin inkârı varsa öz varlığın yaşamasından söz edilemez.
III. Özgürlüğe Dayalı Bir Yaşam Paylaşımı Ve Örgütlülük İlkesi
Özgürlüğe dayalı bir yaşam paylaşımı için örgütlülük gerekir. Örgütsüz insan bir hiçtir. İlk örgütlenme kadınla başlamıştır. En çok örgütlenmeyi esas alması gereken güç kadındır.
İnsanın varoluşuna, toplumsallaşma gerçeğine aykırı olmasına rağmen köleleştirmenin, sınıflı toplum tarihi boyunca varlığını sürdürmesi, kendini örgütlü bir güç olarak somutlaştırmasından kaynağını alır. Sümer tapınağı olan zigguratlar, hiyerarşik devletçi sistemin oluşturulduğu, eril zihniyetin şekillendirilerek kurumlaştırıldığı bir dölyatağı rolünü üstlenmiştir. Burada başlayan örgütlülük toplumun sınıflandırılarak köleleştirildiği, bunun tüm topluma dayatıldığı bir örgütlülüktür. Tahakkümcü sistemin gelişim yılları boyunca sağlamlaştırdığı, insan zihni ve bedeni üzerindeki egemenliğini derinleştirerek arttırdığı örgütlülüğe yönelerek onu aşabilmek ve özgürlüğe dayalı bir yaşam yaratabilmek ancak güçlü bir örgütlenmeyle mümkündür. Mevcut sistemin tüm örgütlenme ve kurumlaşmaları erkek karakterlidir. Bu eril hâkimiyetin örgütlenme diyalektiğindeki cinsiyetçilik, kadın üzerindeki hâkimiyet kadar ezilen sınıf, ulus ve tüm sömürülen kesimlerdeki erkek üzerinde de hâkimiyet kurmakta, onu da hiçleştirmektedir.
IV. Örgütlülükle Birlikte Mücadele İlkesi
İdeolojik-politik esaslar başta olmak üzere, örgütselliğe ilişkin, kültüre ilişkin velhasıl kendisini güçlendirebilecek her alana ilişkin kadının tam bir mücadeleci olması gerekiyor.
Mücadele kavramı varlıkla birlikte var olan ve olmaya devam eden bir olgudur. Çünkü varlıkların doğasında mücadele vardır.
Tahakkümcü sistemden kendini kurtararak, örgütlü bir güç halinde varlığını korumak, eril zihniyete karşı kadın eksenli bir ideoloji yaratmayı amaçlamak, ancak sağlam temelli bir mücadele gücünü kendinde oluşturmakla olanak dâhiline girebilir. Özgürlük mücadelesi saflarındaki kadın, bu durumda tarihsel bir bilinçle özgün örgütlülüğünü ele almalı ve mücadele yürütmelidir. Bu durumda bir kadın militanın her an hatırlaması ve ona göre kendi yürüyüşüne yön vermesi gereken gerçeklik mücadelesizliğin onu sistemle bütünleştireceği, mücadelesiz geçen her anın sistemin bir kazanımı olarak zamanda yer edineceği gerçeğidir. Mücadele ilkesini kendi kişiliğinde süreklileştirebilmek güçlü bir örgütlenmeyi ve özgür iradeyi de açığa çıkaracaktır. Kadına biçilen sessiz, verili olanı kabul eden, kendi iradi duruşu olmayan sıfatlandırmaları ancak bu ilkenin güçlü uygulanarak, kadın cinsinin öz iradesini yaratarak, adım adım başarıya yönelerek aşılabilir ve kadın bu yolla kadın kurtuluş ideolojisinin öngördüğü yaşama yakınlaşacaktır.
V.Yaşamın Estetikle, Güzellikle Olan İlişkisi İlkesi
“Güzel yaşamın büyük ve kutsal ilkeleri kadar, onun nakış işlemesi gibi ilmik ilmik dokunması gereği vardır. Gözle, davranışlarla her şeyin estetik yani güzellik sınırlarında yürütülmesi gerekir. Büyük yaşamın özü örgüt ise örgütlülük düzeyi ise bunun elbisesi de güzel nakışlardır. Veya böyle bir dokunmayı gerektirir. Nedir bunlar? Dildir, davranış güzelliğidir.
Eğer özgürleşmek amaç olarak belirleniyorsa başlangıç olarak estetiğin çıkış noktası erkek eksenlilikten, erkeğe göre olmaktan çıkmalıdır. Bununla birlikte düşüncesinden fiziğine, davranışlarından üslubuna, konuşmasından beden diline ve ifade gücüne kadar bir bütün olarak amaçlı, anlamlı ve estetik bakış açısına sahip bir yaklaşımın esas alınması gerekmektedir. Yaşamın kadın kurtuluş ideolojisi ilkeleri doğrultusunda ele alınması, örgüt bütünselliği ve disipliniyle somuta yönelmesi ve estetik bakış açısıyla biçimlendirilmesi kadını başarıya yakınlaştıracaktır.
Ancak bununla kadın doğal toplumdaki gibi yaşamın cazibe dolu bir öğesi olacak, kendi somutunda köleliği değil özgürlüğü derinleştirecek, kendine yakınlaşanı sistemin ağlarından kurtararak özgürlüğe çekecek olan özüne kavuşacaktır.
İnsan her şeyin en güzeline layıktır. Kadın kurtuluş ideolojisini kendilerine temel alan özgürlük arayışçısı kadınların kendi güzellikleriyle yaratacakları yeni özgür yaşam, tüm insanlara güzelliği verebilecek bir dünyanın garantisi olacaktır.
Mart 2000 kadınına!
Seninle yaşamak için
Aramızda, Adem ile Hava'dan beri
Ekilen kara çalıların sökülmesi,
Yükseltilen duvarların kaldırılması gerekir!
Bunun için,
İlk sınıf, ilk hakim
Yalancı ve zalim erkekliğin yenilmesi
Ve uygarlığın çaldığı ateşin, alınması gerekir!
Bunun için,
Tüm Prometuslara bedel bir kavgayı göze aldım!
Dünyayı karşımda buldum..
Ve Prometeus'un memleketinde
haince esir düşürüldüm..!
Ey kutsal ana
Ve Sevda kadını!
Abdullah Öcalan
8 Mart 2000
- Ayrıntılar
Yeni bir 8 Mart dünya emekçi kadınlar gününe girerken, özgür kadını yaratma mücadelesinde tüm dünya kadınlarına öncülük eden, Jan Dark, Olimpi de Gaus, Roza Lüksemburg, Clara Zetkin ve Sakine Cansız’ın, şahsında şehit düşen bütün kadınları bir kez daha bugün vesilesiyle anıyor ve tüm kadınların 8 Mart dünya emekçi kadınlar gününü kutluyorum.
Kuşkusuz 8 Mart dünya emekçi kadınlar günü bütün kadınlar için, büyük bir tarihsel anlam ifade etmektedir. Kadınların, sistemin eşitsiz ve adaletsiz uygulamalarına karşı ortak mücadele ve güçlü bir iradesel duruşla isyana kalkması ve kendi haklarını elde etme mücadelesi vermesi, sömürü sisteminin gelişmesinden itibaren varola gelmiştir.
Bugüne adını veren ve kadının bir ulus olarak sömürülmesinden günümüze kadar süren bu mücadeleler içinde zirveleşen ve toplumsal bir ivme kazanan 8 Mart'ın anlamı, bir kez daha kapitalist modernitenin ideolojisinin pratikleştirildiği ve başta kadın olmak üzere toplumun tüm kesimlerine karşı sömürünün zirveleştiği yer olan New York’ta, gelişmiştir.
8 Mart 1857 yılında New York’ta dokuma fabrikasında çalışan kadın işçiler tarafından, çalışma koşullarının iyileştirilmesi için bir grev başlatılmıştır. Amaçları verdikleri emeğe karşılık gelen ücretin kendilerine verilmesidir. “Nasıl olsa kadın işçilerdir” diyerek sergilenen yaklaşıma, “daha fazla sömüremezsiniz” denilmiştir. Bu eylemlerini birbirleriyle dayanışarak yapan kadınlar, ortak bir irade olmuşlardır. Yapılan mücadeleye yangın süsü verilerek, yüzlerce kadın cayır cayır yakılarak, fabrikanın kapılarına kilit vurulmuştur. Burada sadece fabrikaya kilit vurulmak istenmemiş aynı zamanda beyinlere de kilit vurulmak istenmiş, irade teslim alınmaya çalışılmıştır. Oysa cayır cayır yakılmalara karşılık güçlü bir tepki gelişmiş, beyinlere vurulmak istenen kilit yeni örgütlenmelere yol açmış ve bir çok düşünce gelişmiştir. Bu temelde 1903 yılında yine aynı ülkede yani ABD’de de sömürüye meydan okunarak, kadının ekonomik, politik ve kişisel haklarını savunabilmek için yeni bir örgütlenme yaratılarak, Kadın Sendikaları Koalisyonu kurulmuş ve devamında bu isteklerini sokağa taşırarak, ilk kadın gösterileri 1908 yılında gerçekleştirilmiştir. Bunu takiben 1910 yılında Kopenhag’da toplanan II. Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansında, dünya kadınlarının isteklerini dile getirebilecekleri uluslararası bir günün kararlaştırılmasına dair bir öneri Clara Zetkin tarafından yapılır.Bu karardan sonra, ilk Dünya Kadınlar günü 19 Mart 1911'de Almanya, Avusturya ve Danimarka'da kutlanır. Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nün 8 Mart'ta kutlanmasına ise 1972 yılında Sidney'de yapılan Mart Hareketi adlı, büyük bir organizasyonla başlanılır.Birleşmiş Milletler ise, 16 Aralık 1977 yılında 8 Martın“Dünya Kadınlar Günü” olarak kutlanmasını karar altına alır.
Hatırlanmak için kısa bir tarihçeyle belirtilen bu günü yani 8 Mart’ı bir kez daha yaşarken, günün tarihsel anlamını bilmek ne kadar önemli ise, bugün yaşanan gelişmeleri ve bu anlamda verilen mücadeleleri de anlamak özellikle kadının kendi geleceğini belirlemesi açısından önemlidir. Kapitalist modernite sistemi sözde çok demokrat ve insan özgürlüğünü savunan bir görünüm verse de özünde bir göz boyamadan öteye gitmemektedir. Günümüzde en çok “ben özgür iradeye sahibim”diyen kadın ya sistemin kölesi ya kocasının veya özel bir evde erkeğin tahakkümü olmanın statüsünü geçmemektedir. Kadınların artık erkeğin biçtiği statü ve cinsiyetçi toplum tabularını kırması mutlak bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmaktadır. Hatta ihtiyaçtan da öteye zorla gasp edilen özgürlük hakkının yeniden tanınması gerekmektedir. Elbette ki bu hakkın verilmesini biz kadınlar hiçbir zaman bekleyemeyiz. Kendi tırnaklarımızla kazıyarakrak, yeniden toprağa gömülmek istenen bu özgürlük hakkımızı alarak bunun mücadelesini vermek birinci görevlerimiz arasındadır. Çünkü günümüzde dünya genelinde yaşanan kaos ve savaşlardan en çok etkilenen ve her açıdan zarar gören kadınlar olmaktadır. Bilindiği gibi ve çokça ifade edildiği gibi, bunun nedeni ise 5000 yıllık süre kapsamında inşa edilen erkek egemenlikli sistem ve eril zihniyetin doğurduğu uygarlık gerçeğidir.Kapitalist modernite sistemi içinde egemen olan erkek rengi, sosyal, siyasal, kültürel yaşamın her alanında erkeğin kurumsallaşması kadına hiçbir özgürlük alanı bırakmamıştır. Sadece mutfağa sıkıştırılarak, bir köle statüsü verilmiştir. Bugünde görüldüğü gibi,kadına dönük uygulanan sinsi ve kurnaz politikalar kendi yansımasını toplumsal alanın her yerine yansıtmaktadır. Biraz daha geniş örneklerle açıklayacak olursak yaşanan kadın intiharları, kadına karşı uygulanan şiddet boyutu ve bunun gelişerek kadını her geçen gün katleden, sadece bir cinsel meta olarak ele alan yaklaşımların gösterilmesi en büyük ahlaksızlık ve vijdansızlıktır. Bu nedenle kadına yapılan sömürüyü dünya genelinde en temel ve büyük sorun olarak görmemiz ve ele almamız gereklidir.
Bu durumda kadınların hak ve özgürlük mücadelesi büyük önem taşımaktadır. Çünkü yaşanan bu haksızlıkların ve eşitsizliklerin temelini oluşturan bu egemenlikli zihniyetin aşılması en büyük görev ve acil bir insanlık sorunu olmaktadır. Yoksa, hergün basın organlarında arka arkaya verilen katliamlara gözümüz alışacak, kulağımızda artık duymaz olacaktır. Tek tek katilleri aramaktan ziyade bunun bir toplumsal katliam olduğunun bilincinde olarak katleden zihniyeti yok etmek ve buna göre kadının kendi ideolojik kurumlaşmasını yaratarak, öz savunma gücünü oluşturması aciliyet durumundadır. Bunun için demokratik ekolojik kadın özgürlükçü paradigmanın yaşamsallaşması için köklü bir mücadele vereceğiz.Kendisini kadının köleleşmesi üzerinde inşa eden mevcut sistem paradigması için temel ideolojik faktörler; cinsiyetçilik, milliyetçilik, dincilik ve ilimcilik olmaktadır. Toplum kendisini kapitalist modernite kalıplarına göre şekillenmiş bu dört olguda sorgulayıp özgürlükçü bakış açısını yakalamadıkça demokratik bir sistemin ve kadın özgürlüğünün sağlamasından söz etmek mümkün olmayacaktır.
Bu bakımdan 8 Mart gerçekliğini sadece 1857’lerden başlayarakgünümüze gelen bir sorun olmadığını, 5000 yıllın toplumsal bir sorunu olduğunu bilerek yaklaşmalıyız. Yine,tüm mücadele araçlarımızı erkek egemenlikli zihniyetin özeleştiri vereceği bir konumda geliştirmeliyiz.Bu temelde erkeği de, biz kadınlara, bir yılın bir gününde sadece gül dağıtan pasif konumdan kendini çıkartarak 8 Martlara köklü özgürlük zihniyetiyle yaklaşma ve bunun için özeleştiri verme temelindeki kaçınılmaz görevlerine sahip çıkmaya davet ediyoruz. Köklü sorgulanan zihniyetle gelişecek kişilik savaşımını an be an kadın karşısında göstermeli ve bunun mücadelesini kendisiyle vermelidir.
21. yüzyılda kadının avantajları daha çoktur. Çünkü artık kendimize ait bir ideolojimiz ve bunun politik gücü olacak araçlarımız var. Bu araçlarımızı sadece fiziksel değil, hem kadını hem erkeği eğiten ve toplumun tüm ezilen kesimlerine özgürlük zemini hazırlayan bir kültürel yapıyla donatmalıyız. Yoksa bugün de görüldüğü gibi hegomonik savaşlarda ezilen, halklar ve yine kadınlar olacaktır. Kadının öreceği piramitler özgürlük basamaklarıyla şekillenecektir. Bu basamaklardan geçen insanlar, hegomonya değil, demokrasi kokacaklardır. Çünkü tüm dünyada kadınların yaşadığı sorunlar ve karşılaştıkları insanlık dışı uygulamaların aynı olmasının nedeni kapitalist modernite sisteminin yarattığı piramitlerdir. Buna en güçlü cevap, köklü olarak ataerkil zihniyeti ve onun insan ve özelde kadın yaşamı üzerinde uyguladığı soykırım politikasını yıkmakla vereceğimiz güçlü mücadele olacaktır.Bunun için 21. yüzyılı kadınların özgürlük yılına dönüştürmek için kadına dayatılan anlamsız yaşamı, tersine çevirmek açısından bu 8 Mart'ta ortak söz verelim. Birçok ülkede devletler tarafından erkek aklıyla kadınlara dönük çıkarılan yasa ve kanunlara güçlü bir direniş ve başkaldırıyla karşılık verelim.
2014 Yılında bir kez daha 8 mart dünya emekçi kadınlar gününü kutlarken daha bilinçli ve kapitalist modernite sisteminin bütün geriliklerine karşı ortak mücadele etmekle görevli olduğumuzun bilinciyle hareket edip, erkeğin mallaştırıcı, mülkiyetçi eğilimine karşı daha aktif bir mücadele içinde çabalarımızı yükseltmeliyiz. Genellikle erkek egemenlikli zihniyetinde oluşan kadın şeması düşünsel, ruhsal güzellikten ziyade kadını küçük bir eşya düzeyine indiren, istediği zaman ona gülen, istediği zaman onu oynatan, istediği zaman vurup-kıran ve erkeğe lütuf edilmiş zorunlu bir hediyeymiş gibi algılayan ve bize dayatılan yaklaşım ve anlayışları felsefik olarak ret etmeliyiz. Çünkü bizim felsefemiz, eşitlikçi, özgürlükçü, komünal bir demokratik modernite zihniyetiyle örülmüştür. Buna hem ulaşmalı hem de ulaştırmalıyız. Bu noktada biz kadınların yapması gereken en temel görevi özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi karşısında hiç pes etmeden mücadele vermek olacaktır. Yaşadığımız çağı demokrasi ve özgürlüğün yaşanılması için kadın zihniyetiyle donatalım.
Son olarak başta, özgür kadını yaratma mücadelesini veren ve yücelten Önder APO’nun 8 Martını kutlarken, onun şahsında tüm dünya kadınlarını ve ilerici insanlığı da selamlıyorum.
Özgür ve demokratik bir gelecekte buluşmak umuduyla
Diyana Amanos
- Ayrıntılar
Bir devrimin özgürlük düzeyi ilişkilerdeki özgürlük düzeyine bağlı olduğu gibi, özgün olarak da kadın erkek ilişkilerindeki özgürlük düzeyiyle oldukça bağlantılıdır. Özgürleşme, bir anlamda bireyler arası ilişkileri özgürce tartışma, kararlaştırma ve yürütme gücünde olmayı ifade eder. Böyle bireylerin oluşturduğu topluluklar, özgür topluluklar olarak da değerlendirilir. Bu toplulukların oluşturduğu topluma da özgür bir toplum denilir. Devrim, bu anlamda bir toplumu en üst düzeyde özgürleştirme eylemidir. Bir toplumun yakıcı, hızlı ve genel bir özgürleşme ihtiyacı varsa, yapılması gereken o topluma çok şiddetli bir devrimi dayatmaktır.
Bir toplumda ulusal sorun varsa öncelikle o özgürleştirilir; bu da kendi kaderini tayin etme ilkesi olarak değerlendirilir. Sınıflar arası baskı, eşitsizlik ve antidemokratik bir yönetim biçimi varsa onu çözer ve buna da demokrasi denilir. Bunu bireye indirgediğimizde, her bireyin temel haklara kavuşturulması sorunu vardır. Bu da eğitimdir, sağlıktır, iş güç sahibi olmadır, yeteneklerine göre çalışabilme, temel hak ve özgürlüklerini elde etme durumudur. Bilimin özgürleşmesi de böyle tanımlanabilir. Kadının özgürlüğü ise bir adım öteyi ifade eder. En alttaki cins olarak, kişiliğine ilişkin karar verme, bu kararını bilinçlice gerçekleştirme, hiçbir baskı altında olmadan bunu yaşamsallaştırma kadının özgürlüğünü ifade eder.
Bu tanımları Kürdistan devrimine uyguladığımızda, ilişkilerdeki geleneksel, feodal, aşiretçi, eskinin tıkattığı ve kösteklediği yaşamı özgürleştirme zorunluluğu ortaya çıkar. Parti öncüdür, bu öncü savaşı örgütlüyor, ayaklanma geliştiriyor ve toplumu devrime götürüyor demekle yetinmeyeceğiz. Çok ağır kişilik sorunları, özellikle bu kişiliğin içinde oluştuğu aile, kabile, aşiret, hemşehricilik, yani her türlü geri topluluk konumları aşılmadan ve çözümlemelere tabi tutulup bu konuda bir bilinç oluşturulmadan, daha ileri bir özgürlüğe imkân veren ulusal kurumlaşmaya ulaşılamaz. Savaş ve ordu kurumlaşmasından tutalım, her sahadaki kurumlaşması sağlanamaz. Aile kurumlaşmasını da buna dahil edebiliriz.
Aile ilişkilerindeki büyük tıkanıklık aşılmadan özgür aile kurumlaşmasına ulaşamıyoruz. Bizdeki devrimin kendi özgül koşullarında çözümlemelere ihtiyaç duyması ve birçok çağdaş devrimin genel ölçüleriyle yetinmemesi gereken bir devrim olarak kendini dayatması da bu gerçeklikten kaynaklanıyor. Bizde birey bir kördüğümdür, onu çözmeden devrime katmak mümkün değildir. Bireyi çözmek demek, bağlı olduğu muazzam bir ilişki ağını çözmek demektir. Birçok devrim, genel tahlille yürütülmüş, bireyin tahliline fazla yanaşılmamıştır. Ama biz kendi pratiğimizde sadece işlerin genel tahlille ilerletilemediğini iyi gördük. Örneğin, parti tarihimizde uzun yıllar, “Kürdistan sömürgedir, ulusal kurtuluş gereklidir” genellemesiyle hareket ettik; 1985’lere kadar “Bir halk savaşı gereklidir, buna gerilla ordusuyla karşılık verilmelidir” genellemesiyle, yani genel tahlille işleri yürütmeye çalıştık. Bunun için kitaplardan birçok alıntı yaptık; şemalar, tüzük ve yönetmelikler geliştirdik. Ama 1985 sonuna geldiğimizde, işlerin tıkandığını fark ettik. Aslında birçok devrim için yapılandan daha fazla çaba harcamamıza rağmen, mevcut durum bizi yenilgiye götürmekten kurtaramıyordu.
Bazı partiler bunu daha sonraki süreçlerde kaba yargılamalar biçiminde yapmış; haklı-haksız ayrımı yapmadan birçok tasfiye gerçekleştirmişlerdir. Biz böyle yapamazdık. Böyle yapsaydık, partiyi kendi elimizle bitirirdik. Türkiye Solunda benzer kaba tasfiyelerin olduğunu biliyoruz. Zaten ajan provokatörlerin de istediği buydu. Biz bunun yerine, bireyin kazanılması uğruna, bütün yönleriyle onu netleştirmeyi ve çözmeyi esas aldık.
Bilindiği gibi PKK’de yeni bir dönem, çözümlemeler dönemi başladı. Bireyde toplumu çözmek, an’da tarihi çözmek, bir yerde o zamana kadar yaptığımızı tersinden tamamlamak istedik. O zamana kadar hep genelleme yapıyorduk. Bu sefer çok özelden konuşuyor, hep tarihten gelip anlık bir durumun devrimciliğinden bahsediyoruz. Bu çözümlemeler dönemi halen bütün yakıcılığıyla sürüp gitmektedir.
Neden biz bu yönteme ağırlık verdik? Bazıları saflarımıza gelmişler, sözüm ona devrimciyiz diyorlar; ama devrimi kaçıncı baharda yapacakları ve rollerini ne zaman oynayacakları belli değildir. Her şey mahşere erteleniyor, bir ertelemeciliktir başını almış gidiyor. Bir de kendi yaşamım var. Biliyorsunuz, günlük olarak tehdit altındayım, her an tasfiye olabilirim. Peki, bu devrimi birkaç bahar sonrasına ertelemek, kendi yaşamına en büyük saygısızlık değil midir? Bizim buradan çıkardığımız sonuç, anın devrimciliğinin çok gerekli olduğudur. Anı anına devrimci tarzda yaşama, yarın ölünecekmiş gibi bugün tüm yaşamı yaşamadır. Ben bu yöntemi esas aldım. Dikkat edilirse, yıllar bu yöntemle daha iyi kavranmaya çalışıldı; dönemlere anı anına yaklaşıldı.
Ertelemecilik Türkiye’de çok yaygındır, bizde de oldukça hakimdir. Devrimde çok genel bir ilke veya tasarı da demeyeceğim, “Devrimci teori şöyledir, toplumlar mutlaka sosyalizme geçecektir” denilip durulur. Sosyalizme mi, yoksa daha geri bir kapitalizme mi geçildiğini gördük. Belli ki reel sosyalizmin de bu konuda çok köklü yetmezlikleri var. Eğer kapitalizm biraz başarılı oluyorsa, kesinlikle gündemine daha çok hakim olduğu içindir; anı anına neyi yakalaması ve yaşatması gerektiğini bildiği içindir. Demek ki, ertelenemez ve anbean yerine getirilmesi gereken görevlere yaklaşmayı bilmek çok ciddi bir yaşam ilkesidir, devrimde başarı ölçüsüdür.
Bireyler geliyor, ne olup olmadığı çözüme tabi tutulmadan salıveriliyor. Çözerseniz belki altın, belki de bir pas bulursunuz. Bunu açığa çıkarmak için elbette çözümlemeyi derinleştirmek gerekir. Nasıl bir maden ocağında maden ayrıştırılıp ayıklanıyor ve sonra ortaya çıkarılıyorsa, bireyi de öyle araştırmaya, ayrıştırmaya ve netleştirmeye tabi tutmak, ondaki madeni açığa çıkartmak gerekir. Buna neden ihtiyaç duyulur? Çünkü içimize gelenlerin neyi temsil ettiklerini gördük. Tutkuları ve düşüncesiyle, sosyal, kültürel ve siyasal özellikleriyle tam bir yumak gibidir. Ben buna kördüğüm diyorum. Bu kördüğümü çözmek gerekiyor.
Eğer PKK gelişiyorsa ve devrimde biraz iddialı bir yürüyüşün sahibiyse, bunun nedeni kesinlikle bu yöntemle çok yakından bağlantılıdır. Sovyet devriminin başına ne geldi? Sosyalizmin Sovyetler Birliği’nde çözülmesinin en önemli nedenlerinden birisi de budur. Devrimin başına yetmiş yıl sonra, elli yıl sonra, on yıl sonra, bir yıl sonra çözülüşü ve tasfiyeyi dayatacak adamı, onun ilişki ve yaşam tarzını çözemediği için, önder veya görevli ve sorumlu kimseyi çözemediği için, uğruna onca kan akıtılan, onca emek ve çaba harcanan devrim aslında kendi eliyle tasfiye oldu.
Önemli olan, çözümlenemez ve dizginlenemezse, bir kişiliğin bir partiyi bitirebileceğidir ve bu açığa çıkmıştır.
Akıllı bir militan adayı bunları incelenmesini bilir. Her türlü yoldaşça destek ve dayanışmayı gösteriyoruz, kendimize tanımadığımız gelişme fırsatlarını kendilerine sunuyoruz. Kısaca eğer dikkat edilmezse, bir kişinin şahsında bir parti kaybedebilir. Bir parti kaybettiğinde bir ulus da kaybedebilir. Çözümlemeler bu açıdan da önemlidir. Burada anlaşılması gereken şey, bir kişinin parti içindeki yaşamını, eylemini ve ilişki tarzını her yönüyle değerlendirmeden ve günlük olarak gözden geçirip denetlemeden, bir devrimin sağlıklı ve başarılı bir zafer yürüyüşünün mümkün olmayacağıdır. Yaşanan deneyimler bunu fazlasıyla ortaya çıkarmıştır.
1998
Reber APO
- Ayrıntılar
Türkiye 30 Mart yerel seçim sürecine tamamen girmiş durumda. Uzun süren bir çaba sonucunda tüm partiler adaylarını belirledi. Demokratik partiler de adaylarını belirlemiş bulunuyor. Şimdi artık kazanma yarışı sürecek. Tüm adaylar ve içinde yer aldıkları partiler kazanabilmek için ellerinden gelen tüm çabayı harcayacak. Demokratik adaylar da yerel yönetim seçimini kazanabilmek için yoğun bir seçim çalışması yürütecek.
Kuşkusuz 30 Mart yerel yönetim seçimlerinin sonuçları çok önemli. Türkiye’nin 30 Mart’tan sonraki siyasal gidişini yerel seçim sonuçları belirleyecek. 30 Mart’ta sadece yerel yöneticiler seçilmeyecek, aynı zamanda yeni siyasal sürecin nasıl olacağı açığa çıkacak. Bu bakımdan 30 Mart seçimleri adeta bir referandum oluyor, bir genel seçim gibi siyasal role sahip bulunuyor. Bu nedenle demokratik güçler tarafından mutlaka kazanılması gerekiyor.
Kazanabilmek için de birlik olmak ve çalışmak gerekiyor. Her şeyden önce tüm demokratik güçlerin birlik olması çok önemli. Bunun için zaman geçmiş değil. Seçim gününe kadar demokratik güçler en uygun aday etrafında birlik oluşturabilir. Diğer yandan belirlenmiş adaylar etrafında birlik olmak ve onların kazanması için hep birden çalışma yürütmek önem taşıyor. Adayları belirleme sürecinde kuşkusuz bir yarış yaşandı. Bu aşamada çeşitli kırgınlıklar ve tartışma yaşanmış olabilir. Ama artık adaylar belirlendi ve o süreç aşıldı. Şimdi tüm demokratik güçlerin yaşanmış tartışmaları geride bırakarak belirlenmiş adayların kazanması için tüm gücüyle çalışması gerekiyor. Bu dönemde ortaya çıkmış olan olası sorunların çözümünü seçim sonrasına bırakmak büyük önem taşıyor.
Yine 30 Marta kadar durmamak, tam bir seferberlik halinde çalışmak gerekiyor. Hem çok çalışmak, hem de çalışmaları örgütlü yürütmek önem taşıyor. Bilinmeli ki, seçimi kazanacağı belli olan bir aday yok ortada. Yani çalışan kazanacak. Kim çok çalışır, örgütlü çalışır ve kitleler tarafından kendini anlaşılır kılarsa o kazanacak. Bu nedenle demokratik adayların en azından diğerleri kadar çalışması, hatta onları ikiye, üçe katlayan bir çalışma temposu tutturması mutlaka gerekiyor. Seçimleri demokratik güçlerin kazanabilmesi ve ondan sonraki siyasal süreç üzerinde demokratik güçlerin etkili olabilmesi için böyle bir çalışma mutlaka gerekli.
Seçim süreci kızıştıkça adayların karşılıklı saldırıları gittikçe artıyor. Deyim yerindeyse kirli çamaşırlar ortaya saçılıyor. Gittikçe kaset yarışının yaşanacağı anlaşılıyor. Belden aşağı vurmaların, ölçüsüz bir ağız dalaşının artacağı görülüyor. Yine yolsuzluk ve hırsızlıkların daha çok ortaya konacağı görülüyor. Kuşkusuz demokratik adaylar bu tür seviyesizlik dışında olacaklar. Söz konusu ağız dalaşı ve yolsuzluklar üzerinden rakiplerini halk nezdinde teşhir edecekler. Bu da demokratik adayların kazanması için daha çok imkan sunacak.
Bu seçimlerin en önemli iki olayından biri AKP-Fethullahçı çatışması oluyor. Bu çelişki ve çatışmanın çok önemli bir toplum kesiminde kırılma yarattığı tartışma götürmeyen bir gerçek. Geçen dönemde AKP-Fethullahçı ittifakından etkilenmiş olan büyük bir kesimin kırılma yaşayarak buradan koptuğu ortada. Bu çatışmada artık geri dönüş de yok. Her ne kadar Bülent Arınç gibileri bunu sağlamaya çalışsa da, Tayyip Erdoğan ile Fethullah Gülen’in tutumları bunu imkansız hale getirmiş bulunuyor.
AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, geriye dönüşün olamayacağını iyi bildiği için, çatışmayı derinleştirerek ve keskinleştirerek seçimi kazanmak istiyor. Tayyip Erdoğan’ın seçim stratejisi, darbe mağduriyeti ve Fethullahçı karşıtlığına dayanmak oluyor. Darbeye karşı durduğu ve Fethullahçılara karşı mücadeleyi kazanacağı izlenimi yaratarak kırılan kesimleri geri çekmek ve seçimi kazanmak istiyor. Zaten bunun dışında farklı bir şansı da yok.
Tayyip Erdoğan’ın bu politikası kendisine kısmi bir oy kazandırabilir. Fakat eski güce ulaşması, yani kırılan kesimleri tümden geri çekmesi mümkün değil. AKP-Fethullahçı çatışmasının eski ittifaktan uzaklaştırdığı kesimleri CHP ve MHP’nin kazanması da mümkün olmuyor. Çok çok az bir kesim bu partilere kayıyor. Dolayısıyla kırılan büyük bir toplumsal kesim hala ortada ve bunlar kendilerini demokratik adaylara daha yakın görüyor. Eğer demokratik adaylar bu gerçeği doğru görür ve gereken çalışmayı etkili bir biçimde yürütürlerse, o zaman demokrasi hareketi büyük bir oy patlaması yapabilir ve demokratik adaylar daha çok kazanabilir.
Seçim yarışı kızışırken en çok tartışılan ve gittikçe yeni belgelerle aydınlanan bir konu da Paris katliamı oluyor. 9 Ocak 2013 günü Paris’te üç Kürt kadın devrimci olan Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez’in katledilmesi olayı süreç derinleştikçe daha çok tartışılıyor. Yeni süreçle ne kadar bağlantılı olduğu böylece çok daha iyi anlaşılıyor.
Bu konuda katliamdan tutuklu Ömer Güney’in bir ses kaydı yayınlandı. Ömer Güney’e katliam talimatı veren bir yazılı MİT belgesi de basında yer aldı. Şimdi Ömer Güney’in telefonunda bulunan numaralardan birinin de Erzurum MİT Başkanlığına ait olduğu bilgisi basında yazılmış bulunuyor. Böylece Paris katliamının gerisinde MİT’in olduğu görüşü gittikçe etkinlik kazanmış oluyor. Her ne kadar MİT adına “Merkezi kararımız yok” açıklaması yapılmış olsa da, belgeler olayın MİT tarafından örgütlenmiş olduğunu neredeyse tamamen kanıtlıyor.
Bizim kanaatimiz zaten baştan beri böyleydi. Olayın hemen ardından Hüseyin Çelik, M.Ali Şahin ve Tayyip Erdoğan’ın gösterdiği refleksler bizi bu kanaate ulaştırmıştı. AKP’nin yönettiği Türkiye’de gazeteler açıkça “PKK yöneticileri vurulmalı” diye yazmış ve bu nedenle hiçbir yasal kovuşturmaya uğramamıştı. Yine AKP hükümeti tüm iktidarı boyunca Kürtlere yönelik özel savaşı en etkili ve kapsamlı yürüten bir iktidar olmuştu.
Bütün bunlar üst üste konduğunda AKP’nin Kürt politikasının gerçekte ne olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Buna rağmen hala bazı güçler “Çözüm sürecinin devam ettiğinden” söz ediyor. Kuşkusuz bunu en çok AKP yöneticileri ifade ediyorlar. Bir yandan Kürtleri katlederken, diğer yandan “Kürt sorununu çözdüklerini” söyleyebiliyorlar. Bu aldatma AKP için yararlı olabilir, fakat artık Kürtleri ve demokratik güçleri yanıltması mümkün değildir. 30 Mart yerel seçim sonuçları bir de bu AKP oyununa son verecektir.
Nereden bakılırsa bakılsın, 30 Mart yerel seçimlerinden sonra yeni bir siyasal süreç başlayacaktır. Eğer AKP başarılı olur ve buna dayanarak Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olmak isterse, işte o zaman AKP-Fethullahçı çatışması yeni bir evreye ulaşacak. Bazı Fethullahçılar bunu “Kıyamet kopacak” diye açıkladılar. Öyle anlaşılıyor ki, Fethullahçı hareket dış destekli müdahalesini daha da derinleştirecek. Belki gerçekten işi bir darbe yapmaya kadar da vardırabilir. Mısır’da darbe olduğuna göre Türkiye’de neden olmasın!
Açıkça görülüyor ki, seçimde AKP kazanırsa iç çatışma derinleşecek, Fethullahçılar etkili olursa bu dış güçlerin etkinlik kazanması olacak. Yani her iki olasılık da Türkiye toplumunun zararınadır. Türkiye’yi bu durumdan kurtaracak olan tek alternatif ise yerel seçimlerde demokratik siyasetin büyük başarı kazanması olacak. Ancak demokratik güçler seçimi kazanırsa Türkiye dış müdahaleden kurtulup ciddi bir demokratikleşme süreci yaşayacak.
Dikkat edilirse, 30 Mart seçimleri ardından Türkiye ya kaos ve derin çatışma içine girecek, ya da Kürt sorununun çözümüne dayalı köklü bir demokratikleşme süreci içine girecek. Bunun ortasında üçüncü bir olasılık yoktur. Eğer 30 Mart seçimlerini demokratik güçler kazanmazsa, o zaman yaşanacak olan çok yönlü bir savaştır. Herkes bu gerçeği görmeli, eğer savaş istemiyorsa o zaman sorunların demokratik siyaset tarafından çözümünün önünü açmalıdır. Bu da ancak 30 Mart seçimlerini demokratik güçlerin kazanmasıyla olur.
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
25 Şubat tarihinde işgalci TC ordusunu ait savaş uçakları ve insansız hava araçları Medya Savunma alanlarımızdan Zap bölgemiz üzerinde 11:20'den 17:00 ye kadar yoğun uçuş gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Şırnak'ın Uludere ilçesiyle Haftanin bölgesi sınır hattında işgalci TC ordusu tarafından düzenlenen operasyon devam etmektedir. İşgalci TC ordusu, Medya Savunma Alanları'nın Haftanin bölgesi sınırları içinde bulunan Şehit Kendal alanını ele geçirmekte ısrarcı davranmaktadır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
İşgalci TC ordusunun Şırnak’ın Uludere ilçesiyle Medya Savunma Alanları’na bağlı Haftanin bölgesi sınır hattında düzenlediği operasyon 10’ncu gününde devam etmektedir. Yer yer çatışmaların sürdüğü bölgeye yönelik yoğun askeri sevkiyat devam etmektedir. İşgalci TC ordusu, operasyon bölgesi ve çevresini askerlerle kuşatmak istemektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
15 Şubat günü Şırnak'ın Uludere ilçesi ve Medya Savunma Alanları'nın Haftanin bölgesine bağlı Meymun, Kaniya Xiyara, Kuraniş ve Şehit Kendal alanları arasındaki sınır hattında işgalci TC ordusu tarafından başlatılan operasyon tank ve akrep tipi zırhlı araçların desteğinde halen devam etmektedir.
- Ayrıntılar
İnsanlık tarihinin başlangıcından bu güne tüm insanların kutsadıkları değerler vardır. Kutsanan değerlerle esasta insanlar kendi değerlerine sarıldıkları ve kendi değerlerini kutsadıkları için insanlar bu kutsallıklara her zaman çok değer biçmiştir.
Kutsal kelimesinin kökeni Sosyal Bilim Akademilerinin hazırladığı bir sözlükte:
“Kutsal: Dinsel bir saygının konusu olanı dile getirir. Temeli ‘gıda’ anlamına gelen Sümerce ‘kauta’ kelimesine dayanır. Toplum yaşamında önemli olanın, değer olarak görülenin adeta dokunulmaz, değerli görülmesi anlamındadır ve insanın metafizik yönü için çok önemli bir yer tutar. Bu özelliğinden dolayı da toplum yaşamında kolay kolay değişmez. Her toplumun kendisi açısından kutsal saydığı, ona inandığı değer yargıları vardır. İnsanların daha çok inanç yanına hitap eder” diye ifade edilmiştir.
Başka bir sözlükte ise Kutsal ya da kutsallık:
“Güçlü bir dinî saygı uyandıran veya uyandırması gereken, kutsî, mukaddes.
Sıfat olarak: Tapınılacak veya yolunda can verilecek derecede sevilen, kutsî, bozulmaması, dokunulmaması, karşı çıkılmaması gereken, üstüne titrenilen.
Felsefe de ise: Tanrı'ya adanmış olan, tanrısal olan” olarak tanımlanmıştır.
Dikkat edilirse kutsallık atfedilen özellik ya da değer insanların bir nevi vazgeçilmezleri olmaktadır. Nedenini yukarıda ifade etmiştik. Çünkü değer verilen özünde bireyin ya da toplumun kendisidir. Çünkü kutsallık atfedilen gerçeklik özü itibariyle toplumu var eden, topluma ruh, maneviyat katan bir gerçekliktir. Çoğu zaman kutsallıklar maddi olarakta kattıkları olmaktadır. Özcesi kutsallar her toplum için çok fazla önemli olduğu için vazgeçilmezleridir. Çoğu zaman zihinsel yapı taşlarını bile oluşturan bu kutsallar ya da kutsallıklar bunun içindir ki göz nuru gibi üzerinde titrenilir.
Bu titreme başkaların değerlerinin aleyhine olursa bu elbette kabul edilmeye bilir, hatta dogmatizm olarak bile ele alınabilir. Hiç şüphe yoktur her kutsal putlaştırıldığı anda itibaren dogmalaşır ve özünde uzaklaşır.
Bu her iki gerçekliği gözeterek son dönemde yaşanan birkaç hususu belirtmek yararlı olacaktır. Olup bitenleri belirttikten sonra da Kürdistan gençliğine birkaç söz söylemekte yerinde olur.
Rêber Apo tam 16 yıl önce uluslar arası güçlerin ortaklaşa yaptıkları bir korsanlık ve çete eylemiyle esir alınarak TC devletine teslim edildi. Tam 16 yıldır İmralı’da en dayanılmaz şartlarda tek başına bir hücrede tutulmaktadır. PKK’nin yeminli düşmanları, uluslar arası emperyal güçler, sömürgeci güçler, ilkel milliyetçiler, faşistler, çeteler derken neredeyse her gün RêberApo’ya hakaret etmekten vazgeçmediler. Bunlar yetmedi yeminli PKK düşmanlarını televizyonlara çıkararak konuşturmak için Avrupalarda getirdiler. Yeminli PKK düşmanlarını günlük olarak meclislere çağırtıp konuşturttular. Bunlar yetmedi basın yoluyla, sanal yoluyla derken dünyanın en ileri düzeyde tecrit edilmiş olan insana yüzlerce, binlerce hakaretler yağdırlar. PKK’yi parçalamak için, Kürt halkını Rêber Apo’dan uzaklaştırmak için, kardeş halklar nezdinde itibarını düşürmek için neler yapılmadı ki?
Dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen bu düzeydeki bir özel savaş, derin özel psikolojik savaş, yalan ve yanıltmaya dayalı kirli savaşa rağmen RêberApo her geçen gün Kürt halkı nezdinde daha da güçlendi. Halklar nezdinde daha kabul edilir oldu. PKK hareketi ve kadroları için daha fazla sarılma ve onu takip etme gerekçesi oldu. Uluslar arası sahada daha fazla görülür oldu.
Onca kirli saldırılara rağmen RêberApo özgürlük hareketini ve özgürlük mücadelesini bugünlere getirdi. Hem de büyük bir inatla.
Gerçekler böyle olmasına rağmen şer odakları halen en kirli ve alçakça saldırılarını yürütmekten bıkmadılar. PKK’nin ve Kürt halkının yeminli düşmanları yeniden yeniden yeni planlar yaparak RêberApo’ya yeniden saldırmaya başladılar.
Biz bu şer odaklarının, özel savaş aygıtlarının, alçaklığın dip noktasına düşmüş bu kişilikleri, kurumları, partileri ve çevreleri biliyoruz. Kuyruk acılarının ne olduğunu da biliyoruz.
Ancak bir şey var ki onu anlamıyoruz, o da: KÜRT GENÇLERİNİN SESSİZ KALIŞINI…
Hani gençlik Apo’nun fedaisiydi?
Hani Önder Apo’ya yönelen eller kırılacaktı?
RêberApoKürt halkının ve Ortadoğu’nun bir kutsalıdır. Özelde Kürt halkı için yıllarca emeğine emek katarak kendisini Kürt halkının yaşamının gıdası kautası haline getirdiğini en çok bizler biliriz.
Gerçeklik buyken bu kutsal’a saldırıya sessiz kalan kim?
Kılı kıpırdamayan kim?
Sadece bir iki söz söyleyerek görevini yerine getirdiğini düşünen kim?
Kim, kutsal’a eksik yaklaşan?
Kimdir kendi değerlerine sahip çıkmayan?
Tek bir kelimeyle söyleyecek olursak: KÜRT GENÇLİĞİ…
Geçmişin yeminli Kürt düşmanları olan PDA’cıları onlarca hakaret yaparken bir köşeden durup susmak, izlemek şimdi Kürt gençliğine yakıştı mı?
Amed’de hem de gençliğin merkezinin yüreği olan Amed’de Rêber Apo’nun resimlerini Bilboard’larda tek tek söken TC polisine tek laf, tek bir taş, tek bir Molotof atmayan kim?
Amed’de halkımızın yüreğinin attığı merkezde herkesin gözünün içine baka baka Rêber Apo’nun resimlerini söken polislere karşı tavırsız kalan kim?
Kimdir ki Amed’i kendine başkent kılmış, kendine mesken ve Kâbe kılmış ancak kendi kutsalı bildiği değerlere tam da bu Kâbe olacak merkezde saldırısına karşı susan ve tek bir girişimde bulunmayan?
Hatırlayalım Hz. Muhammed’e yapılan hakarette dünya ne kadar sarsılmıştı? Müslümanlar değerlerine ne kadar sarılmıştı? Reflekslerin düzeyi ve dozajının ne olduğunu kim görmedi?
Gösterilen refleksler o düzeydeydi ki ABD başta olmak üzere tüm batı dünyası özür diledi, Hz. Muhammed’e hakaret edenlere karşı çıktılar.
Evet, Kürt halkının değerlerine saldırılmıştır. Bu değerleri koruyacak kesimlerin başında öncelikli olarak kesinlikle gençlik gelmektedir. Kadınlar ve analarımız gelmektedir.
Denilecek ki tek bir şey yapmadan sözle yetinenlere ne diyorsunuz?
Onlara bir şey demiyoruz, onlar kendi eylemleriyle ağırlıklarını göstermişlerdir. Eylemleri sözle sınırlı kaldığı için ağırlıkları da söz düzeyindedir.
Ancak kendisini Apo’nun fedaileri olarak tanımlayanlar sözle değil eylemle yaşadıklarını da herkes bilir.
Apo’nun militanları söz ile eylemin ortak olduğuna inanarak yaşayanlardır.
Bunu asla ama asla unutmadan Kürdistan gençliğini kendi görevi olan değerlerini savunmaya ve korumaya davet ediyoruz.
Hayri Engin
- Ayrıntılar