Günümüz dünyasında devlet ciddiyetinden uzak, siyasi bilinçten yoksun ülkeler arasında herhangi bir sıralama yapılsa Türkiye kaçıncı sırada yer alır?
Bu soruya verilecek cevap; aslında içinde bulunulan sürece ve var olan tehlikelere karşı da temel yaklaşımın ölçüsü olacaktır.
Böyle bir soruya bugün Türkiye’nin yüzde ellisi, yani yarısından fazlası olumlu cevap vermez!
Son birkaç aydır hem iç siyasette, hem de dış siyasette-diplomasi de ortaya çıkanlara baktığımızda; kelimenin tam anlamıyla bu ülke de ne devlet ciddiyeti kalmıştır, ne de siyasi bilinç hali vardır.
Bunun temel nedenleri üzerine bazı çevrelerden, belirli tespitler geliyor; kimisi kendini kaybetme diyor, kimisi ise sınırsız bir özgüven olarak durumu kotarmaya çalışıyor…
Elbette ortaya çıkan bu Türkiye tablosunun temel sorumlusu; AKP’dir!
Onun yürüttüğü siyaset ve uyguladığı pratik politika sonucunda bugün içte yaşadığı çatışmalara rağmen bölgede de ciddi bir savaşın eşiğine gelmiştir Türkiye!
Ama var olan bu durumu sadece AKP’yle ilintilendirmek, sadece onun basiretsizliği olarak açıklamaya çalışmak elbette yetersiz olacaktır.
Son birkaç gündür; Suriye konusunda yaşananlara baktığımızda bile devlet ciddiyetinin ve siyasi bilincin sadece yönetenle sınırlı olamayacağını anlıyoruz.
Akçakale denilen muamma olayın ardından bu ülke her haliyle ve tüm kesimleriyle akıl tutulması yaşamıştır.
Bu dönemi iyi götürmeye ve kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirmeye çalışan ise AKP olmuştur. Bu haliyle AKP’yi eleştirmek ve onu yermek tek başına yetersizdir.
Çünkü memleket her haliyle demokratik kanalları kullanamadığı gibi pratik politikanın gereklerine göre refleks göstermekten de oldukça uzak bir pozisyonda kalmıştır.
Mesela Suriye konusunda atış yapıldığı iddia ediliyor ve daha aydınlatılmadan bu olay; mecliste savaş kararı alınıyor!
Ondan sonra da deniliyor ki; “biz savaşmak istemiyoruz, sadece caydırmak için bu kararı aldık”…
-Oldu biz de yedik, derler adama…
Mozambik’te bile böyle bir şey olsa; böyle bir siyasi süreç başlatılmaz!
Daha derli toplu ve daha oturaklı bir devlet ve toplum yaklaşımı ortaya çıkar. Yani böyle başına buyruk ve belli bir zümrenin dışında kalanların dumurda olduğu bir tablo kesinlikle yaşanmaz.
Her şeyden önce şu gerçek var ortada; boru değil, havan topu bu… Gerçi her ne kadar benzeri tepkiyi F4 meselesinde göstermemiş olsa da Türkiye, şimdi bir karar aldı.
Bu kararın gereği nedir; savaş!
Bunun üzerine toplum ayıklama başladığında ve haklı olarak da, “nereden çıktı bu savaş rüzgarları” diye sorulmaya başlandığında;
Ya işte biz savaşmak istemiyoruz, onları korkutmak ve caydırmak için bu kararı aldık denilir mi hiç?
Böyle denilse bile buna hiç iltimas gösterilir mi?
Belirli çevreler bu durumun üzerine daha güçlü gitmedikçe ve savaşın çığırtkanlığına soyundukça, yarın öbür gün gerçekten de savaşın içine girse Türkiye bunlar ne yapacak?
Devlet ciddiyetinde ve siyasi bilincinde bir karar alınmadan önce muhakkak yukarıdaki sorulara ve onların onlarca türevine cevaplar aranır.
Hele hele konu savaş olduğunda!
Dengelere bakılır, ihtilaflara bakılır, koşulların tüm faktörleri göz önünde bulundurulur, kimin dost, kimin tost(!) olduğuna bakılır…
Ama gerçekten de konu savaş olursa.
Yoksa böyle ciddiyetsiz bir şekilde önce kararını alıp, ardından da “biz onları korkutmak, caydırmak için böyle bir karar aldık” denilirse, bu kararın ve çıkartılan tezkerenin bir devletin kararı ve tepkisi olarak algılanmasını kimse beklememeli.
Hatta böyle algılanmasını bir yana bırakın, böyle bir yaklaşımın sonucunda o devletin bağlayıcılığı ve siyasi baskısı bile oluşmaz. Bu söylemlerin sahibine ve böyle oturaksız bir siyasete insanlar sadece kıçıyla güler…
Mesele boru değil; havan topu ve savaş! Bu konuda inandırıcı ve korkutucu olabilmek için her şeyden önce evin içini temizlemek ve toparlamak gerekiyor.
Her gün askerinin ve polisinin tabutu başında histerik nöbetler geçirenlerin, bölge güçlerini kapsayacak bir savaşa adım atmasını ya da bu yönde aldığı kararı açıklamasını kim ciddiye alır ki?
Jan Ararat
- Ayrıntılar
Akepe daha doğrusu Erdoğan -bir yoldaşımızın dediği gibi RTE -kongresini yaptı. Hem de olağan olmayan, olağan kongresini.
RTE iktidara geldiğinden beri hiçbir zaman bu kadar zorlanmamıştır. Söyledikleriyle yaptıkları hiç bu kadar birbirine uzak olmamıştır. Gerçi bu iktidarın daha doğrusu RTE’nin tüm becerisi söyledikleriyle uygulamalarının hiçbir zaman birbirini tutmadığıdır. Bu Akepe denilen halkların başına bela olmuş siyasi çevrenin temel karakteridir. Ancak gerçekten de bu durum son on yılda ilk kez bu denli herkes tarafından görülmektedir. Öyle ki RTE’ye hayran olanlar bile artık bu durumu kaleme dökerken aklayamıyorlar. Düze çıkaramıyorlar. Kamuflaj edemiyorlar.
Evet, Akepe ve RTE çok zor durumda. Birkaç yıl önce söyledikleriyle durduğu pozisyon tam bir zıtlığı ifade ediyor.
Örneğin; “Komşularla Sıfır Sorun” diye yola çıkan Yeni Osmanlıcılar bugün itibariyle kavgalı olmadıkları herhalde tek bir komşuları kalmamıştır. Şimdilik Bulgaristan sorun olarak durmuyor. Bakalım bu durum ne zaman değişecektir. Yoksa İran ile Suriye ile Irak ile Kıbrıs ile Ermenistan ile derken adeta bölgenin tüm devletleriyle yaka yakayıdır. Suriye ile ortak bakanlar toplantısı yapan bir RTE şimdi neredeyse dünyayı Suriye’ye saldırtmak için her şeyi yapıyor. Libya’nın eski devlet başkanından insan hakları ödülünü alan bir RTE, NATO karargahını İzmir’e alarak Libya’nın düşürülmesinde ve binlerce insanın katledilmesinde en çok rol oynayan kişi oldu.
İç politika da Kürtlere dönük kardeşlik projesi diye kimin neyi anlayacağı belli olmayan bir şeyler söylendi ancak Kürtlerin analarına, gençlerine, kızlarına meydanlarda polisleriyle saldırmada geri durmadı.
Kardeşlik dedi ancak YİBO’larda Kürtlerin genç kızlarına tecavüz eden, fuhuşa sürükleyenlere arka çıkmasının da ötesinde “dağa çıkacaklarına fuhuş yapsınlar” diyerek alenen tecavüzleri savunan valilerini savundu.
Pozantı’da açığa çıktığı gibi Kürt çocuklarını hem içeri attı hem de psikopatları özel hazırlayarak düşürülmeleri ve kişilik bozuklukları yaşamaları için tecavüz girişimlerinde bulundu.
Ve tabii birde kardeşlik diyerek Roborski’de 34 genç kürdün başına uçaklarla bomba yağdırdı. Ve arada 10 ay zaman geçmesine rağmen bir saatte tespiti yapılacak olanı halen tespit edemedikleri gibi katliamı yapanları özel kutladı. “Bu yapılan çalışmalar, gösterdikleri hassasiyet sebebiyle gerek Genelkurmay Başkanıma, gerek bölgede hizmet veren komuta kademesinin hepsine, bu konudaki hassasiyetleri sebebiyle de şahsım, milletim adına teşekkür ediyorum. Medyaya rağmen teşekkür ediyorum” diyerek Kürt halkıyla alay etti.
Analar ağlamasın dedi ancak “kadında olsa, çocukta olsa gerekeni güvenlik güçlerimiz yapacaktır” diyerek kısa bir süre sonra TİT’in güya üstlendiği vahşet eylemini yaparak anaların nasıl ağlaması gerektiğini herkese gösterdi.
Düşünce özgürlüğü dedi ancak gelinen aşamada: “ağzına tıkarım o yazıları senin” diyen bir noktaya geldiler. Ve tabii birde sözde özgürlükçüler“Herkes net olacak. Kimden yana olduğunu söyleyecek. Sen PKK terör örgütünden yana mısın yoksa bu milletten yana mısın?” “Ananı al da git” “ucube”, “tıksırıncaya kadar için”, “kadın mıdır, kız mıdır bilemem”, “burnunu sürtmek” ,“tükürdüklerini yalayacaklar”, “Dini Zerdüşt olanın ne ilgisi var bu işlerle” gibi insan kanını durduran sözlerin yanına birde özgürlükçü olarak, “not ediyorum” diyecek kadar hastalanmış bir duruma geldiler.
Özcesi RTE’nin ve de onun Akepe’sinin neresini mercek altına alırsanız alın çıkacak sonuçlar kesinlikle tümden söz ile eylemin birbirinden binlerce kilometre uzak duruşunu göreceksiniz. Yoksa YÖK’e karşı çıkıpta şimdi dört elle sarılmasını nasıl izah edeceğiz? 12 Eylül anayasasını anti insanı görüpte şimdi tüm güçleriyle sarılmalarını nasıl izah edeceğiz? Derken bir sürü faşizan devlet kurumunu kaldırmak isteyenlerin şimdilerde on elle sarılmalarına ne diyeceğiz?
Herhalde söyleyeceğiz tek bir şey vardır, müthiş bir takkiyecilikle faşist olan devleti ele geçirdikten sonra, şimdilerde dört başı mamur bir faşizme doğru bir diktatör olarak yol aldığını görmek için en son Akepe ve RTE’nin kongresine bakmak yeter de artar da.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
Süreç her zamankinden daha ileri düzeyde sıcaklığını ve hassaslığını korumaktadır. Özgürlük mücadelesinin tarihinde devrimin objektif şartları olarak bilinen: Ortadoğu’daki durum, halkların durumu, özgürlük mücadelesinin devrimci direnişi ve de sömürgecilerin parçalı duruşları Kürt halkının lehinedir. Bir devrimi yapmanın ve de devrimci hamle yapmanın tüm şartları objektif olarak mevcuttur. Bu eskilerde devrim tahlilleri yapılırken, yeni durum dedikleri durumun kendisidir.
Ortadoğu’da Arap baharı diye bilinen halkların kalkışı giderek emperyalistlerin istedikleri seyrin dışına çıkmaya mehil göstermektedir. Bu ise öncelikli olarak emperyalistleri ve tabii ki bunların taşeronları olan Akepe gibi parti ve devletleri rahatsız etmektedir.
Suriye’de Kürtlerin kendi demokratik özerkliklerini ilan etmeleri herkesi şoke etmiştir. Birde Kürtleri taraf yapmak isteyen tüm oyunlara gelmeyerek kendi çizgilerini uygulamaları ise gerçekten herkesi şaşırtmıştır.
Hele birde Ortadoğu’da emperyalistlerin tüm çabalarına rağmen istedikleri kıvama getirememeleri ise tersten farklı bloklaşmanın önünü açmaktadır. Bunun içindir ki Suriye’deki sorunlar bir türlü aşılamamaktadır. Rejim gidecektir. Ancak yerine Libya’daki gibi tümden batıya teslim olmuş, iradesiz bir yapıyı oluşturarak tüm zenginlikler batıya mı verilecek, yoksa buna yol verilmeyecek mi? İşte Suriye’deki tüm gerçeklik biraz da budur. Bu durum ise birçok seçeneği kendi içinde barındırmaktadır.
Kürdistan’ı işgal eden güçler kendi aralarında uzlaşmayan bir durumu yaşıyorlar. Statükocu devletlerin başını hep TC faşizmi çekmişti. Unutulmasın 1975 yılı öncesi faşist diye bilinen Saddam’ın Kürtlerin haklarının tanımasının önünü alanlar Türklerdi. Ancak şimdi kılıç kalkan olmuşlarıdır. Dün Suriye devleti ile Türk devleti ortak bakanlar toplantılar yaparken, Kürtleri için bedeli özgürlük savaşçılarının Türkiye’ye teslim edilmeleri olmuştur. Yine İran ile ortaklaşarak gerillaya saldırırken, karşılığında İran’ın uluslar arası arenada savunulmasının karşılığı özgürlük savaşçılarının idam edilmesi olmuştur.
Şimdilik bu durum aşılmıştır. Şimdilik TC devletinin Kürtlere karşı saldırtan hale getirilen bu devletler TC devleti ile yaka paçayadır. İlk kez Kürdistan’ı işgal eden güçlerin kendi aralarında parçalanmış olmaları ise gerçek manada yeni bir durumu ifade etmektedir.
Bu durum en çok TC devletini zorlamaktadır. Ve daha da zorlayacaktır. Ortadoğu’da ABD’nin silahşoru olan bir TC devleti aynen bir hançer gibi halkların bağrına saplanırken, halklar bu durumu görmektedirler. Kimisi bu durum taşeronluk olarak tanımlamıştı. Sahiden de TC devleti tam bir taşeron haline gelmiştir.
Suriye’ye karşı teskere ilanının özü budur. Kraldan daha kralcı bir rolü Türkler üstlenmişlerdir. NATO ve benzeri kurumlarının TC devletine arka çıkmaları, Kürt halkının sıkça kullandığı; “mayın tarlasına sürülmüş eşek” rolünü oynatmak istemelerinden öteye bir şey ifade etmemektedir.
Bu ise “ABD’nin Ortadoğu’da koçbaşı rolünü üstlenmiş olan, TC devletini zorlamaktadır. Giderek iktidar, muhalefet derken tümden Türkiye toplumuna da sirayet eden bu parçalı duruş TC devletini çok ciddi bir krize doğru sürüklemektedir. Bu kadar saldırgan dil, savaş kışkırtıcılığı ve provokasyon girişimleri hep bu gerçekliklerle bağlantılı olarak yaşanmaktadır.”
Yine Akepe öncülüğünde ciddi bir sıkışlığı yaşayan TC devleti son zamanlarda sözde Kürt sorununu çözmek için politik arayışların olduğunun dile getirişi esasta bir oyalamadır. Devrimci hamlemizi zayıflatmanın, frenlemenin ve özgürlük güçlerini hem askeri hem de siyasi sahada beklentiye sokarak oyalama taktiğidir. Hareketimizin: “yeni bir taktiksel hamle” dediği gerçeklik budur.
Bölgemizde tüm bunlar olup biterken özgürlük hareketinin devrimci direnişi tam da Kürt halkının özgürlük sorununun çözümü açısından var olan tüm olumlu gelişmeleri tetiklemektedir. Devrimci direniş dost cephesini genişletirken, düşmanları ciddi olarak farklı arayışlara sürüklemektedir. Ortada duranları ise adım adım Kürt halkının özgürlük sorununu görmeye doğru götürmektedir. “Son zamanlarda Kürt sorununun artık sadece TC devletiyle çözülemeyeceğinin dile getirilmesi esasta Kürt sorununun artık uluslar arası sahaya daha güçlü bir şekilde gireceği anlamına gelmektedir.”
Ancak Kürt sorunu ne kadar uluslar arası bir sorun haline gelirse gelsin, gündemde kalmaları Kürt halkın göstereceği direnişe bağlıdır. Kürt halkının göstereceği dirence bağlıdır. Ve tabii ki Kürt halkının Türkiye halklarıyla kuracağı ortak cephelerin güçlendirilmesine bağlıdır. Ve birde gerillanın her cephede geliştireceği devrimci hamlelerine bağlıdır.
Gerilla kendi cephesinde -halen eksikleri olsa bile- yapacaklarını yapmaktadır. Eksik kalanları tamamlayarak bu devrimci dalgayı Türkiye’ye de taşırarak eksik kalan ikinci ayağını tamamlayacaktır. Ancak tarihi bir süreci yaşarken, Kürdistan’da ve Türkiye’de demokratik ve yurtsever güçlerin de yapacakları fazlasıyla vardır.
Biz bu “yapacakları fazlasıyla vardır” duruma “Devrimci Dalgayı Yükseltelim” diyoruz.
Evet, Devrimci Dalgayı Yükseltmek için tüm cephelerde tarihi bu fırsatı değerlendirmek için sahalara, direniş cephelerine diyoruz.
Bunları başarabilir isek halkımızın, halklarımızın onlarca kez hak ettikleri özgürlük sorununu çözmüş olacağız. Aksi takdirde yeniden halkımızın hiç de hak etmediği sömürge statüsünde yaşamaya devam etme işkencesi devam edeceği gibi halklarda boyunduruk altında yaşamaktan kurtulamayacaklardır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Kürdistan gerillası 30 yıllık emeği ve çabasının bir ürünü olarak bugün tarihinin en sonuç alıcı noktasına gelmiş bulunuyor. Kürdistan Özgürlük Hareketi, içinde bulunulan dönemi bir final dönemi olarak niteliyor ve sorunun çözüm noktasına geldiğini belirtiyor.
Bir heyecan tüm Kürdistan dağlarını ve sokaklarını sarıyor.
Dağlarda gerillanın yaktığı devrim ateşi, dalga dalga yayılıyor. İşçisi, emekçisi, memuru, öğrencisi, esnafı, siyasetçisi, hukukçusu, gazetecisi, ev kadını, yerel yöneticisi, zindandaki tutsakları ve tüm toplumsal kesimleriyle bir halk bu ateş etrafında toplanıyor; özgürlüğe koşuyor.
Çelê’de, Şemzînan’da, Elkî’de ve Oramar’da alan hakimiyetini kuran gerilla, halka saldıran faşist unsurlara aman vermiyor. Kavuşmuş olduğu yüksek kabiliyetle, gerilla Bingöl’de ve Kürdistan’ın hemen hemen tüm şehirlerinde devlet güçlerinin halka yaptığı saldırıya anında yanıt veriyor.
Gerillanın bu askeri performansı, kış boyunca Kürt Özgürlük Hareketi’ni Sri Lankavari yöntemlerle yok etmeyi hükümete telkin eden danışmanların yüzünü kara çalıyor.
Kuzey Kürdistan şehirlerinde Kürt halkı çocuklarını asimilasyon odağı olan Türk okullarına göndermiyor, devletle Türkçe konuşmuyor, çocuklarını askere göndermiyor, mahkemelere gitmiyor ve devletin kendisine bomba yağdırmak için zorla almış olduğu vergi adı altındaki haracı ödemiyor. Kendisine faşizmi ve ölümü reva gören zihniyete karşı, halk olmaktan doğan doğal haklarını, yani onurunu savunuyor.
Bütün bunlarla birlikte, Batı Kürdistan halkı özgürlüğünü garantileme yolunda Kuzey, Güney ve Doğu’daki kardeşlerini selamlıyor.
Yani dünyadaki, bölgedeki ve ülkemizdeki siyasi ve askeri gidişat, PKK Meclisi’nin 2012 yılı başında yapmış olduğu tespitlerin ne kadar da doğru olduğunu kanıtlamış oluyor.
Yani Kürt Özgürlük Hareketi, yalnızca kendini imha etmek isteyenlere askeri olarak yanıt vermiş olmuyor, aynı zamanda siyasi olarak da süreci daha iyi okuması sonucu en doğru adımları atarak sonuç alıyor.
*****
Önder Apo’nun etrafında kenetlenen Kürt halkı, sömürgeci Türk faşizmini temizlemeye başladı. Ruhlarda öldürülen sömürgecilik, artık yaşamın her alanında yalnızlığa terk ediliyor.
Kış sürecinde özgürlük gerillalarına ölümü dayatanlar, bugün Bingöl’de, Çelê’de, Şemzînan’da, Oramar’da ve Elkî’de olduğu gibi kışlalarından çıkamaz bir halde hesap veriyorlar.
Tek çare olarak gerçekleri halktan gizlemeyi, bu çerçevede de; Sahte operasyon haberleri vermeyi ve bu haberlerde kendi vermiş oldukları kayıpları sanki gerilla vermiş gibi göstermeye çalışıyorlar. Ama bunu da yüzlerine gözlerine bulaştırıyorlar.
AKP’nin bütün kabinesinin yüz ifadesi, Ağustos ayının başında “Şemdinli’de 115 terörist öldürüldü” diyen R. T. Erdoğan’ın o anki yüz ifadesini almış durumda.
Pardon! Biri hariç.
İçişleri Bakanı İ. Naim Şahin, diğerlerinin aksine, Angelina Jolie’yi ne kadar sevdiğini göstermek için takla atarak kahkahalar inletirken memlekette neler olduğundan pek haberdar değil galiba.
****
AKP hükümetinin temsil ettiği Türk sömürgeciliği bir yıkılış sürecine girmiş bulunuyor.
Böylesi bir yıkılış sürecinde, ortaya koyduğu bütün projeleri hezeyana uğrayan, Başbakan’ın Başdanışmanı ise sırf kendini haklı çıkarabilmek için Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin yönetimine dil uzatıyor.
Bir halkın özgürlüğü için tüm yaşamını feda eden, bu halkın öz evlatlarına dil uzatmak yerine, danışmanı olduğu zat’a ve kuruma aklıselim telkinlerde bulunsa en doğru davranışı yerine getirmiş olacak. Ancak halkların eşit-özgürlüğünü ve kardeşliğini değil de, ırkçı-milliyetçiliği kendisine temel ilke edinmiş faşist zihniyetli bir dalkavuktan böyle erdemli bir davranışı beklemek biraz saflık olur.
***
Bu nedenle bu yazımda kendisiyle polemik yapmak ve sayfalarca yazıyla (hem bizim zamanımız gitmesin, hem de okuyucu çok yorulmasın) ona hak yolunu anlatmak yerine, aşağıda linkini verdiğim Zagros parçasını eklemeyi daha uygun gördüm.
Âdem olan anlayacaktır.
Erdal Pîr
- Ayrıntılar
Akepe çok sıkışık. Erdoğan ve kurmayları daha da sıkışık. Sıkışlık çok iyi bir ruh hali değildir. Böyleleri ne zaman ne yapacakları belli olmaz. Kime çatacakları hiç belli olmaz.
Bunun içindir ki böyleleri hep gerilidir. Gerili olan kişiliklere toplum hep mesafeli durmuştur. Böylelerine toplum çoğu zaman serseri diyor. Kürt halk önderliği böylelerine serseri mayın diyor.
Kürt toplumu “aklı başında olmayan” manasında “Serseri” kelimesi kullanılır. Türkçe’de elbette serseri sadece aklı başında olmayan anlamlarını taşımıyor. Birazda lümpence olan kişilikleri de ifade ediyor. Ancak Kürtçe’de serseri yani aklı başının üstünde, yani akılsız, ne yaptığını bilmeyen olarak kullanılır.
Gerçektende Akepe ve onun kurmayları Türklerin kullandığı manada tam serseri. Yani akılları başlarında değildir. “Belli bir işi ve yeri olmayan başıboş kimse, kabadayı, hayta, holigan” mı diyeceğiz?
Her halükarda Akepe ve onun kurmayları için bu tanımların hepsi yerini bulur. Hem sıkışık hem de aklı kafasının dışında olanların çok tehlikeli olacakları açıktır. Böyleleri aynen İspanyol boğazı gibi oraya buraya saldırmaktan kendilerini alıkoyamazlar.
Nasıl ki İspanyol boğası nerede kırmızı görüyorsa saldırıyorsa, Akepe ve onun kurmayları da nerede bir çıkar görüyorlarsa oraya aynı tarzda saldırıyorlar. Yani nerede rant varsa Akepeliler oradadır. Örneğin Libya’ya nasıl saldırdıklarını herkes gördü. Kıbrıs Akdeniz’de petrol ve gaz çıkarmaya çalışırken nasıl da savaş gemilerini gönderdiklerini gördük. Daha kötü ve kirli rant için Kürecik’e kurdukları füze kalkan sistemi ortadadır. Güya Akepeliler, İsrail karşıtıdırlar. Ama bu füze kalkanı sisteminin tüm verilerini İsrail’e gidecek.
Ve tabii birde Suriye’ye saldırmak için, Suriye’yi emperyal güçlerin işgal etmeleri için ne kadar da uğraşıyor. Onu da herkes görüyor.
Ve birde bu Akepeliler nerede bir Kürt oluşumu görüyorlarsa saldırıyorlar. Denilecek ki ama Barzani’yi kendi kongrelerine davet etmediler? Etmeye ettiler de, ancak Sayın Barzani’nin gözünün içine baka baka nasıl Kürtleri öldüreceklerini de açıkça söylediler.
Barzani’nin gözünün içine baka baka Kürtlerin doğuştan var olan haklarını bile pazarlık konusu yaptılar.
Barzani’nin gözünün içine baka baka Kürtlerin biricik evlatları olan özgürlük savaşçılarına karşı durmaya çağırdılar.
İşte Akepe’nin Barzani’yi karşılama mükafatı da bu olmuştur.
Ama yarın tarih Sayın Barzani’nin Kürt halkına en azılı düşmanlık yapan, Kürtleri alenen katleden, zindanlara tıkayan Akepe’nin politikalarını açıkça savunmasını, destek sunmasını, arka çıkmasını elbette soracaktır. 1966 yılında Talabani’nin Saddam’a verdiği destekten dolayı “66 yılının cahşı” sözü nasıl ki Kürt halkının nezdinde yerini o zaman bulmuşsa, Sayın Barzani’nin Kürt düşmanı olan bir partiyi desteklemesini de elbette tarih dediğimiz gibi bir gün yazacak ve tabii ki soracaktır da.
Örneğin İspanyol boğası Akepe bu kez Suriye’ye dönük bir teskere çıkarttı. Asıl amaçları bir Osmanlının zamanında hakim olduğu yerlerde kendilerince yeniden hakimiyetlerini kurma arzularıdır.
Yine Batı Kürdistan’da gelişecek bir oluşumun önünü almak içindir. Zaten açıkça Kürtlerin kendi özerk yönetimlerini oluşturmalarını kendileri için kırmızıçizgi diye tanımlamışlardı.
Yine birkaç gün sonra Medya Savunma Alanlarına dönük alacakları daha doğrusu yenilecekleri teskere kararı da Kürtleri katletmek içindir.
Özcesi Akepe “serseri”leri aynen yeni yetme Rus mafyacıları gibi gözü aç, nerede rant varsa oranın üstüne hemen hiçbir kural tanımadan atlayan, diğer taraftan da nerede bir Kürt oluşumu varsa orada bu oluşumu tasfiye etmek için en ileri düzeyde saldıranlardır.
Ancak bu kadar sıkışık olanları bu pervasızca saldırıları, saldırganlıkları eni sonunda bu kesimleri bumerang gibi vuracaktır. Türklerin bir sözüyle bağlayacak olursak: “Öfkeyle kalkan zararla oturur” misali, böyle aklı başında olmayanların hesapsız, kitapsız saldırganlıkları mutlaka kendilerini vuracaktır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Başka ülkeleri işgal edenler, sömürge altında tutmak isteyen tüm güçler halklara prangalar takmak isterlerken yapacakları, yaptıkları ilk iş mutlaka ama mutlaka işgal ettikleri, sömürge altına aldıkları halkların içerisinde kesinlikle devşirmiş kişilikler oluşturma planlarıdır.
Örneğin Osmanlı tarihi bu konuda herhalde en çok tecrübelerle dolu olan bir tarihtir. Çokça halen kutsadıkları, göklere çıkardıkları Yeni Çeriler esasta devşirilmiş kişiliklerdir. Bu devşirmeleri Osmanlı devleti kadar kirli yürüten bir güce eşine az rastlanır. Başkaları da devşirme politikaları yürütürler. Kendi işgal durumlarını meşrulaştırmak için işgal ettikleri topraklarda kendilerine bağlı kişilikler, yapılar oluşturmak için öncelikli olarak çalışırlar. Güçleri yeterse işgal edilen toprakların tümünü devşirmeye çalışırlar. Bunu asimilasyonla yaparlar, bunu çeşitli farklı eritme politikalarıyla yürütürler. Eğer bunu yekser yapamazlarsa kendi kültürlerini işgal ettikleri topraklar üzerinde yerleştirmek için her türlü çalışmayı yürütürler. Özcesi işgalciler halkları kendi olmaktan çıkartabilmek için dünyanın en kirli politikalarını bir araya getirerek mutlaka sonuç almak isterler.
İşte bu kirli politikaların en kirlilerinin başında halkları topyekün Mangurt haline getirmektir. Yeniçerileştirmektir. Devşirmektir. Kendine yabancılaştırmaktır. Kendi karşıtı haline getirmektir.
TC devleti yukarıda dile gelenlerin ışığında Kürt halkını devşirmek, yeniçerileştirmek ve de devşirmek için sözün tam manasıyla yapacağı her şeyi fazlasıyla yapmışlardır. Hatta 1970’lere geldiğimizde önemli oranda bu politikasını gerçekleştirmişlerdi. Öyle ki Kürt halkının özelde okuyan kesimi kendisinde utanır hale getirilmişti. Yani özümleme diye bildiğimiz asimilasyonu aşan bir gerçeklik ve sonuç ortaya çıkmıştı. Bunun içindir ki “gitmesekte, görmesekte o köy bizim köyümüz” olmuştu.
Ne olduysa oldu Kürt halkının bu durumunda rahatsız olan insaflı, vicdanlı insanlar çıkmış ve bu gidişata hem dur demek için hem de yeniden doğal seyrine çevirmek için yola koyulmuşlardır. Hiç şüphe yoktur ki Kürt halkının tarihinde her zaman vicdanlı ve insaflı insanlar çıkmışlardır. Özümlemeye ve varlığı yok olmaya karşı güçlü direnişler sergilemiş bireyler hatta yer yer guruplar da çıkmıştır. Ancak bu kişilerin ve toplulukların sonları her zaman hüsran olmuştur. Hüsran olmanın da ötesinde üstleri betonlandıktan sonra birde: Mahmut Esat Bozkurt’un “Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır. Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı” diyerek birde en aşağılık hakaretleri yapmışlardır.
Kürtlere “yaparsanız katlanırsız” mesajları güçlü vermek için Kürtlerin vicdanlı ve insaflı yüreklerine darağaçlarını, işkence haneleri eksik tutmamışlardır. Bunun içindir ki böylesine vicdanlı insanlar hep susturulmuşlardır, katledilmişlerdir. Bunun içinde sarf ettikleri büyük değerler ve emekler sadece yüreklere su serpmenin ötesine geçmemiştir. Ancak bu durum ya da duruşlar, Kürt halkının yok oluşunu durduramadığı gibi birçok yerde görüldüğü gibi kölelikleri daha da derinleştirmekten kurtulamamışlardır.
Özcesi Kürtler ilk kez derli toplu bir örgütlü duruşla işgalcilerin yaptıklarına karşı bir direnişi uzun yıllara yayarak Kürt halkını ayağa kaldırırken, sömürgecileri yani işgalcilere dize getirmiştir. Artık devşirme, yeniçerilik hatta mangurtluk Kürt toplumu açısından tarihe karışmış bir gerçeklik olmuştur. Belki Kürt toplumu içerisinde halen kendisini büyük paralar ve çıkarlar karşısında satacak birkaç kişi kalmıştır. Biz bunlara zaten Mangurt kişiler diyoruz. Ancak bunun dışında artık Kürt toplumu içerisinde ve Kürt toplumunu Mangurtluk haline getirmenin dediğimiz gibi tarihe karıştığını belirtiyoruz.
Boşuna RTE hem de Akepe’nin Kongre’sinde alenen herkesin duyacağı, göreceği bir şekilde Kürt halkına yalvararak “PKK’ye Yeter Artık” desinler diyerek asimilasyoncu, inkarcı imhacı politikaların ve devletin geldiği iflas etmişliği göstermesi açısından tarihi önemdedir.
Yeniden söyleyecek olursak; Artık ceberut Türk sömürgeciliği Kürt halkı karşısında sömürgeci politikalarıyla iflas etmiştir.
30 Eylül 2012 tarihi Kürt halkı açısından tümden iflas etmiş olan sömürgeciliğin belgelenmiş günü olarak anılacaktır.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Kürtlerin gözünde devletin bütün kurumları deşifre olmuş durumda. 1800’lerin sonundan beri ittihat ve terakki zihniyetiyle oluşturulan devletin bütün uygulamalarını, katliam ve soykırım denemelerini, asimilasyon politikalarını birebir yaşıyor. Nesilden nesle aktarılan anılar, Kürtlere karşı devlet yaklaşımının ne olduğunu çok net bir şekilde gösteriyor.
Kürtler, siyaset kurumunun kölelik ve tam biat dışında bir şey vaat etmediği gibi sadece birikimine, iktidarına yaradığı oranda Kürtlerle ilişki halinde olduğunu çok iyi biliyor. Ordu dediğin zaten her günü Kürdistan’ı işgalle geçiren sömürgeciliğin en tanınan uzantısı. Yargı desen, en ufak talebi bile reddeden, her türlü haksızlığı ve hakareti yapanları kayıran, Kürtleri her koşulda mahkum eden bir uydu. Bürokrasi dediğin zaten hiçbir zaman Kürt’ten yana olmamış. Sporu, medyası, sosyal alanı, sağlığı, yerel yönetimleri, ilçe ve il yönetimleri, emniyetiyle devletin tüm organları yaşanan günübirlik örneklerle Kürtlere ne sunduğu ise ortada. Bunların hepsi Kürtlerin yaşadıkları her yerde devletin politikası neyi emrediyorsa hemencecik orada uygulamaya koyan emir erleri.
Şu anda sarsılan fakat ısrarla ayakta kalmaya çalışan 2 kalesi var devletin. Biri, eğitim yuvaları, ikincisi askerlik kurumu. Hani ordu ve katliam uygulamaları tanınıyorsa o zaman nasıl ayakta kalıyor bu kurum diyenler çıkacaktır.
Birlikte yaşamanın bir eseri olan ortak düşmana karşı çatışma ve birlikte kan dökmüş olmanın o vefa duygusu arada olduğundan bir türlü keskin bir kopuş yaşanamıyor. Kürtlerin bir nevi yüreğine kazınmış bu duygunun sömürgeciliğin askerliği olduğunu kavratmak mümkün olmuyor. Bir nevi kendi celladına sevdalanmak da diyebileceğimiz bu durum günümüzde halen devrede. Ordudaki Kürt asker sayısıyla bunu ölçmek mümkün.
Hatta bazı aileler, yurtseverliğiyle tanınan kişiler, “bir oğlum gerillada, biri de askere gitsin” diyebilmekte ve kendince PKK ile devlet arasında bir denge kurmaya çalışmaktadır.
Doğru bir tarih bilincinden yoksunluğun ortaya çıkardığı bu durum yavaş yavaş aşılıyor fakat halen istenen düzeyde olduğu söylenemez. Biraz yaşamın askerlikten sonra başladığı yanılgılı tespitine biraz da bunun devlet kademelerinde yer almak, bir memur olarak devlete yamanmak için bir mecburiyet olduğu dayatmalarına karşı koyamamaktan kaynağını alan bu durum karşısında tüm Kürtlerin kendini gözden geçirmesi gerekiyor.
Kardeşini, eşini, dostunu, mahallesindeki insanını öldürmek için bir Kürt neden askere gider? Bu soruyu herkesin kendine sorması gerekiyor. Tarihini, dilini, geleneklerini, insanlarını katleden bir orduya neden hizmet etmek zorundadır Kürtler diye herkes kendine sormalıdır.
Şu net, eğer Kürtler bir yıl boyunca askere gitmez, yürütülen kirli savaşta yer almayacağını haykırırsa TC devletinin askerlik kurumu iflas eder. Sadece bir yıl askerlik yaşı gelen gençler, “ben işgalci orduya değil, gerillaya hizmet edeceğim” derse, bin yıllardır süren bu aşağılık gelenek bir daha dirilmemecesine tarihin çöp sepetine gider.
Devletin ikinci ve daha tehlikeli kalesi ise şüphesiz sözde eğitim yuvalarıdır. Daha yaşamı ve insanı tanımadan adım atılan sömürgeci Türk okulları Kürtlüğü yok etmek, silmek için didinen en güçlü kurum durumunda. Adam olmak, sisteme dahil olmak, sıradan bir işe girmek için bile bir önkoşul olarak gösterilen “okumak” tüm insanlar için köleleştirmenin zihniyet dünyasını oluşturduğu gibi Kürtlerde daha kalıcı etkiler bırakmaktadır.
Dünyada eşi görülmeyen dil yasağının daha kendi dilini dahi tam öğrenememiş bir çocuğa uygulanmasıyla nasıl bir sonuç elde edildiği ortadadır. TC’nin kuruluşunu dayadığı “Kürtleri inkar” devletin kadrolarını yetiştiren tüm eğitim kurumlarındaki tek amentüdür. Kürtleri dilsiz, tarihsiz, kimliksiz, kültürsüz bırakmak, kendine hizmet eden köle haline getirmek için örgütlenen eğitim kurumları Kürdistan’da maalesef halen rağbet görebilmektedir.
Birçok Kürt kendini “Türkleşmek” amacına adıyorlar. Birçok Kürt, Türklerin okulunda, Türklüğün öğretildiği ve övüldüğü, Türklük dışında herhangi bir insan türünün dahi kabul görmediği okullarda kendilerine gelecek yarattıkları yanılsamasını yaşıyorlar. Evet, aslını inkar ederek, varlığını Türk varlığına armağan ederek bir yaşam elde edebilir ve bir gelecek yaratabilirsin. Ama bu kölece, ama bu AKP’ce bir yaşam olur. Kendini, değerlerini, onurunu, eşini, dostunu, tarihini, dilini, kültürünü satan bir yaşam olur. Bu denli düşmüş, bu denli düşmanın olan bir yaşamın da ne kadar yaşam olabileceği çokça görünen örnekleriyle ortadadır.
Binlerce yıldır Kürtlerin olmayan, Kürtlerin içinde yer almadığı sistemlerin katliam, asimilasyon ve soykırımdan başka bir yaşam şansı tanımadığı ortada. Buna karşın tarihte ilk kez Kürtlerin öncülüğünü yaptığı alternatif bir yaşam sistemi yaratımının eşiğinde olan ve Kürtlerin büyük bir çoğunluğunu kapsayan bir hareketin varlığı söz konusu. Emperyalizmin, gerici, despot bölge devletlerinin, tüm faşistlerin bu denli saldırması da bundandır. Kürtlerin kendi sistemini yaratmasına müsaade etmemek amacıyla bu denli soykırım, asimilasyon uygulanıyor.
Kürtlerin değerlerini kullanarak, geleneklerini, kültürünü kullanarak, Kürtlüğü temsil ettiği saçmalığında ısrar eden, kendilerini efendilerine yarandırmak için her gün hareketimize, halkımıza küfür eden satılmış Kürtler, Türklüğün okullarında yetişmiş en iyi örneklerdir.
Bunlar gibi olmak isteyenler, her gördükleri yerde halkımızın yüzlerine tükürdüğü kansızlar gibi olmak isteniyorsa Türk okulları, eğitim yuvaları tercih edilsin. Ama halkımızın bu kişilere karşı alacağı her türlü tavra da hazırlıklı olsunlar.
Artık uyanma vaktidir. Türk okulları geleceği yaratmıyor, geleceği tüketiyor. Kürtlüğü yok ediyor. Eğer biraz vicdan, biraz insaf, biraz geleneklerine bağlılık kalmışsa Türklüğün okullarından vazgeçmenin mecburiyeti rahatlıkla görülebilir.
İlla okumak, gelişmek isteyenler varsa da en büyük düşünce gücünün, özgür irade ve düşüncenin oluşturulduğu Apocu okullara yönelmelidir. Tüm dünya tarafından büyük çabalar sarf edilmesine rağmen halen Önder Apo’nun düşünce sistemi ve tarzının alternatifi yaratılamadığına göre doğrunun, tercih edilmesi gerekenin bu olduğu görülmelidir. Her ev, Kürtlerin yaşadığı her ortam bir Apocu okula dönüştürülebilir. Bu konuda tek harf bilen her yurtsever Kürt, çocuklarımızı, geleceğimizi kendi dili, kültürü ve gelenekleriyle eğitebilir. Bu konuda sonsuz tecrübe mevcuttur. Yeter ki zihniyete hakim olan asimilasyondan ve düzenin kirli düşüncelerinden kendimizi arıtabilelim.
Halkımızın başlattığı Türk okullarını ret etme hamlesine 2012-2013 yılında katılmak her yurtseverin boyun borcudur. Her insan bu konuda kendini tekrar gözden geçirerek Türklüğün okullarını reddetmeli, kendi gelenek, kültür ve diline bağlılığın bir gereği olarak kendi eğitim sistemini geliştirmelidir.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
İlk bakışta bile insanın içinde tepki ve öfke uyandırmayı sağlayan bir kavram. İtici, nefret uyandırıcı özelliklere sahip. Samimiyet insan ve toplum yaşamında ne kadar çekici ve birleştirici bir öneme sahipse, samimiyetsizlik de o kadar uzaklaştırıcı ve parçalayıcı karakter arzediyor. Dolayısıyla yaşamda herkes samimi olmak veya samimiyetlerle karşılaşmak isterken, aynı oranda samimiyetsizlikten de kaçıyor.
Samimiyet ya da tersi olarak samimiyetsizlik son günlerde Türkiye siyasetinin kilit kavramı haline gelmiş durumda. Neredeyse herkes birbirinin samimiyetini test ediyor ve karşıtını ucuz yoldan samimiyetsizlikle suçluyor. Toplum yaşamında değerli bir kavram olduğu için, iktidarcı siyasetin de ucuz suçlama aracına dönüşüyor.
Eskiden bu kavram iktidarcı siyasetin kendi içinde toplumu kandırma ve rakibi kolay mat etme aracı olarak kullanılırdı. AKP, CHP, MHP arasında sık sık atışma aracı olurdu. Şimdi demokratik güçler de bu durumun içine çekilmeye çalışılıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan, TV ekranlarından, yani milletin gözüne baka baka PKK’yi “Samimiyetsiz olmak”la suçluyor. Oslo ve İmralı görüşmelerinin “İletişimdeki samimiyetsizlik” nedeniyle kesildiğini söylüyor. Buna karşılık BDP yöneticileri, AKP’yi, “Eğer samimi ise” ortak çalışmaya çağırıyor. Siyasi güçler birbirini samimiyet üzerinden test ediyor.
Samimiyet, insan ve toplum yaşamının çok önemli ve vazgeçilmez bir kavramı. Doğruluğu, dürüstlüğü, sözüne güvenilirliği, onurluluğu temsil ediyor. Toplumu var eden temel kavramlardan biri oluyor. Temel bir politik ve ahlâki toplum karakteri olarak işlev görüyor. Bu bakımdan demokrasi ile de ilişkili. Demokratik toplum ve demokratik siyaseti var eden temel karakterlerden biri.
Bu açıdan toplum ve demokratik siyasetin iç yaşamında samimiyeti ve samimiyetsizliği kullanması doğal. İç dokusunu samimiyet üzerine kurarken, buna aykırı davranışları da “Samimiyetsizlik” olarak suçlaması anlaşılır. Fakat tepeden tırnağa çıplak çıkarın buz gibi yüzünü yansıtan iktidarcı siyasetin samimiyet kavramına sarılması ve karşıtlarını samimiyetsizlikle suçlaması anlaşılmazdır. Hele hele sonuna kadar faydacı ve pragmatist olan, her şeyi kendi çıkarına göre ayarlayan AKP’nin şimdi “Samimiyet” kavramına sarılması ve içine düştüğü çıkmazdan bu kavrama tutunarak çıkmaya çalışması hiç anlaşılmazdır. Tümüyle toplumu kandırmaya dönük ucuz bir suçlama olduğu hemen sırıtmaktadır.
Öncelikle şunu netleştirmek gerekiyor: Oslo ve İmralı görüşmelerini sonlandıran samimiyetsizlik midir? İkinci olarak buna şunu eklemek gerekiyor: Eğer böyle ise, o zaman samimiyetsiz olan kimdir?
Yukarda netçe belirttim: Samimiyet ve samimiyetsizlik insan ve toplum yaşamı ve varoluşu açısından çok önemli bir kavram. Demokratik toplum ve demokratik siyaset bunun üzerinde şekilleniyor. Fakat her şeyi çıkar olan, sömürü ve soyguna dayanan iktidarcı siyasetin, temel bir ahlâki toplum kavramı olan samimiyet üzerinde var olamayacağı açık. Samimiyetin içeriği ile iktidarcı siyasetin karakteri birbirine tamamıyla karşıt.
Bu nedenle bir arada var olamazlar. İktidarcı siyaset, doğası gereği, samimiyete değil, samimiyetsizliğe dayanır. Daha doğrusu, burada bu tür kavramlara yer yoktur. Burada çıkarcılık, sömürü, soygun, işbitirme, dolayısıyla yalan, aldatma, demagoji vardır ve bunlar birer marifettir. İktidarcı siyaset, en hafifinden bir ticarettir. Yani “Ver gülüm, al gülüm” sistemi. Gerçekte ise yalan ve hileye dayalı sömürü ve soygun esastır.
Onun için iktidarcı siyasette işler samimiyet üzerinden yapılmaz, ilişkiler samimiyet üzerinden kurulmaz. En kısa deyimle, karşılıklı çıkar ve her türlü güç üzerinden kurulur. Gücü olan istediğini yapar ve yaptırır. Gücü olmayan da buna boyun eğer. Yok eğer karşılıklı güçler varsa, o zaman da “Ver gülüm, al gülüm” olur. Yani taraflar biraz vererek biraz da almaya çalışır. Siyaset yapmak ya da müzakere denen şey bunu ifade ediyor. Burada da duyarlı ve sıkı davranmak marifet sayılıyor.
Şimdi Kürt sorunu gibi TC Devletinin inkâr ve imha siyaseti uyguladığı, yani sömürgeci ve soykırımcı olduğu bir olay da işler samimiyet üzerinden yürüyebilir mi? Belliki hayır! Samimiyet demokratik kişiliğin ve demokratik siyasetin bir karakteridir. Her şeyin faşist-sömürgeci çıplak zorla yürütüldüğü bir yerde bunların esamesi bile okunmaz. Burda her şey karşılıklı pazarlıkla yürüyebilir ancak. O da Kürtler pazarlık yapacak güce sahip olursa mümkün olur.
Geçmişi hatırlarsak, Oslo ve İmralı görüşmelerinin sonuna doğru ve görüşmeler kesildikten sonra PKK sözcülerinin sık sık “Güven” ve “Samimiyet” sözcüklerini kullandıklarını görürüz. Örneğin, PKK ateşkesleri uzatırken bazen “Güven verici adımlar atılmasını” bir şart olarak ileri sürüyordu. Basında yayınlanan belgelere göre, Oslo’da da en çok tartışılan konulardan biri “Güven sorunu” olmuş. Özellikle Kürt tarafının güvensizliği gündeme gelmiş. Görüşmeler kesilip çatışmalar başladığında da PKK tarafı, bu durumun nedeni olarak “AKP’nin hile, oyun, oyalama ve aldatma tutumu”nu, yani samimiyetsizliğini göstermiş.
PKK’nin güven ve samimiyetten söz etmesi anlaşılırdır. Çünkü bunlara dayalı siyaset yapıyor. Kendisi bunlara dayandığı için, herkesi de bunlara dayanıyor sanıyor. PKK’nin bu çocukça yaklaşımları, iktidarcı siyasetin buz gibi çıkar ilişkilerini kavramayışı, o zaman bazı çevrelerce biraz da alaya alınarak eleştirilmişti. “PKK gerçeklerden uzak” demişti. PKK’nin “Güven ve samimiyet” konusunu gündeme getirmesi anlamsız ve değersiz bulunmuştu.
Şimdi AKP yöneticileri “Samimiyetten” söz ediyor. PKK’yi “Samimiyetsizlikle” suçluyor. Görüşmelerin “Samimiyet eksikliğinden kesildiğini” söylüyor. PKK’nin geçmişte AKP için söylediklerini, şimdi AKP’liler PKK için söylüyor. Neden acaba? Başta PKK’nin sözlerini hiç duymayan AKP, ne oldu ki şimdi kendisi aynı sözleri söylüyor? Her şeyden önce bunu anlamak gerekiyor.
Oslo ve İmralı görüşmeleri kesildikten sonraki gelişmeler işte bu kadar önemli değişiklikler ortaya çıkarmış bulunuyor. Yani AKP’yi, görüşmeler kesilmesin diye çabalayan PKK’nin durumuna getirmiş oluyor. Peki bunu ne sağladı? Belliki bir yılı aşkın süredir gelişen direniş! Kürt halkının Önderliği, demokratik siyaseti ve gerillasıyla yürüttüğü ölüm-kalım direnişi! Bu direnişin ortaya çıkardığı güç! Derler ya, çelik çeliği sökermiş. AKP’nin taptığı ve her şeyini bağladığı güç, kendisine karşı olarak Kürtler tarafından ortaya çıkarılınca AKP işte bu noktaya geldi. Bunu iyi anlamak lazım.
Diğer yandan AKP’nin demagojik karakterini bilmek ve aldanmamak lazım. Oslo ve İmralı görüşmelerini AKP kesti. Zaten bunu kelimeler arasında Tayyip Erdoğan da söylüyor. Hem de Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ve PKK’nin büyük çabalarına rağmen. İnanmayanlar için belirtelim, belgeler ortada. İmralı’da yürütülen görüşmeler sonucunda hazırlanan “Protokollar”ı artık herkes biliyor. Bunları PKK kabul etti, ama AKP etmedi. 12 Haziran seçimi ardından PKK’yi şiddetle yok edebileceğini sandı.
Şimdi sonuçlar ortada: PKK’yi yok etmeyi hedefleyen AKP, şimdi kendisi çıkmaz ve çözümsüzlük içine düşmüş durumda. Bunun sonucudur ki, yeniden “Görüşme olabileceği”nden söz ediyor. Önce de samimiyetsizdi, şimdi de samimiyetsizlik yapıyor. İçine düştüğü zor durumdan, bu yolla kendini çıkarmaya çalışıyor.
Fakat Kürt halkı artık çok bilinçli ve örgütlü. AKP’nin demagojileri ve samimiyetsiz, ikiyüzlü tutumları karşısında da kendisini eğitti. O nedenle Kürtleri aldatmak artık çok zor. Eğer yeniden buna yöneliyorsa, AKP bu gerçeği iyi görsün. Kürtler AKP oyunlarını bozmaya devam edecek!..
Selahattin ERDEM
- Ayrıntılar
TC devletinin sadece ve sadece yalan üzerine kurulu olduğunu hep söyledik. Ancak TC devleti tarihinde yalanların en sunturlusunu atan ise hiç şüphe yoktur ki RTE’dir. Öyle ki yalanları kuyrukludur. Böyle olunca her söylediği yalan henüz yadsıya kadar gitmeden açığa çıkıyor.
Evet, TC devleti gerçekten de yalanlar üzerine kurulmuştur. Yalanlarının en meşhur olan Sakarya Zaferidir. Yani hep 30 ağustos günlerinde kutlanan Zafer bayramlarının tarihte karşılığı yoktur. Sanal bir zafer icat ederek sözde Türk ve Türkiye halkları işgalcilere karşı motive edilmeye çalışılmıştır. Sonuç alındığı ise arada 90 yıl geçmesine rağmen halen bu günün bir Zafer bayramı olarak kutlanmasında görüyoruz. Benzer bir yalan da Sarıkamış seferinde Enver Paşa tarafında ölüme gönderilen yaklaşık 100 bin askerin katledilişini bugünlerde bir zafer olarak kutlamalarıdır.
Evet, TC devleti böyle binlerce yalan üzerine kurulmuştur. Yalan söyleme bunun için TC devletinde siyaset yapanların da bir karakteri haline gelmiştir. Siyaset sahnesine atılan, yalanın en iyisini atması gerekir ki siyaset yapabilsin. Nitekim toplumda, siyaset derken yalan sanatını aklına getiriyor. “Palavracı” sözü en çok siyasetle uğraşanlar için söyleniyor.
Halbuki siyaset kutsal bir eylem biçimidir. Siyaset: "tartışabilmek" demektir; sorunları konuşarak çözmek, kararları müzakere ederek almak demektir. Siyaset "iletişim" demektir... Siyaset bir toplumdaki farklı beklenti, öneri ve taleplerin belirli kurallar ve yasalar çerçevesinde karşı karşıya gelmeleri "birbirlerini etkileyerek, birbirlerinden beslenerek, birbirlerini çürüterek", kararlara zemin oluşturması demektir. Siyaset, farklı kesim ve talepler arasındaki fikir alışverişinin ve ortak payda arayışının tek vasıtası olan "düşünce özgürlüğü" demektir. Tartışmanın, konuşmanın, düşünce özgürlüğünün bittiği yerde siyaset de biter, anlamını yitirir.”
“Siyaset tam da böyle bir şeydir. Ele geçen fırsatı değerlendirme sanatı. Toplumun birikmiş sorunlarına yeni dil kazandırma, yeni ufuklar ilham etme.” Yani: ““bugünkü ve gelecekteki kararlara yön verebilmek için birçok alternatif arasından seçilen belirli bir yol veya davranış tarzı” veya “genel amaçlar ve kabul edilebilir yöntemleri kapsayan uzun süreli genel bir plan.”
Şimdi siyaset bu olurken yani bir nevi kutsal bir çalışma olurken Türkiye’de özelde de son dönemin en ileri düzeyindeki Zübük kişiliği olan RTE bu sanatı tümden bir yalan üzerine kuruyor.
Hatırlayanlar bilir, birkaç gün önceydi, RTE, Cedide Abalıoğlu Anadolu İmam Hatip Lisesi'nde, yaptığı bir konuşmada, “Hakkari valiliğimiz de açıkladı, sadece son 10 gün içinde 123 terörist etkisiz hale getirildi. Şubat ve Ağustos ayları arasında 373 terörist etkisiz hale getirildi. Son bir ay içinde toplamda 500 terörist etkisiz hale getirildi” demişti.
Kendilerince bu yalan sözler Türkiye toplumlarının -ki egemenlere göre balık hafızalı oldukları için –bir müddet uyutmasını bildikleri için rollerini oynamışlardır. Ne de olsa Türkiye toplumlarının hafızaları onlara göre 15 saniye sonra unutmaya yüz tutan bir hafızadır.
Evet, böyle olduğu için arada bir müddet geçtikten sonra bu kez 26 Eylül günü ekranlarda:
"2012 yılı itibari ile olay sayısı bin 926, toplam şehit ise 144, asker 107, polis 24, köy korucusu 13 şehit, ölen terörist sayısı 239”dır diyebiliyor.
Evet, insan yalan söyler de bu kadar mı söyler. “Son bir ay içinde toplamda 500 terörist etkisiz hale getirildi” nerede, “2012 yılı itibari ile 239” nerede.
Ve tabii tümden yalanlar üzerine kurulu olan bir sistemin ordusu ve genelkurmay başkanının da yapacağı sadece ve sadece yalan söylemek ve yalan üretmek olacağı da açıktır. Hatırlayanlar bilir 11 Eylül TSK’nin yaptığı açıklamaya göre Genelkurmay Başkanlığı, “son 5 ayda 373 terörist etkisiz hale getirildi” demişti.
Evet, bu kadar yalan yetmemiş olmalıdır ki: “Toplam 10 gün süren operasyon sonucunda 137 terörist öldürüldü, 1 terörist yakalandı. Bu sayının bölgedeki teröristlerin yüzde 60’ı olduğu belirtildi. Uydulardan ve hava keşif araçlarından alınan görüntülere göre Kuzey Irak’taki örgüt mezarlıklarında açılan mezar sayısında da artış tespit edildi.”
Bu kadar yalan gerçekten de fazladır. Haydi, anladık sizler toplumları balık hafızalı biliyorsunuz, ona inanıyorsunuz. Öyle de toplumlara yaklaşıyoruz. Ancak yine de attığınız yalanların bir ölçüsü olması gerekmez mi? Yalanları atarken biraz desteklere ihtiyaç duyulmaz mı? Ne bilelim hani diyorlar ya “Minareyi çalan kılıfını uydurur” misali, yalan atarken hiç mi kılıflarını hazırlamayı düşünmezsiniz?
Siyasetle uğraşıyorsunuz, toplumların sorunlarını çözmek için başa gelmişsiniz. Halk size bunun için oy vermiştir. Halkı günlük olarak haşlanan kurbağa misali derece derece suyun ısısını yükselterek bu halkın tüm reflekslerini öldürdünüz. Bu halkın yalanlarınıza inanmasına ve yalanlara karşı duyarsız olmasına götürdünüz.
Unutmayın ki halklara verdiğiniz bu zararla insanlık adına büyük bir suç işlemiş oluyorsunuz. Çünkü sizler bu yalan siyasetinizle halkların duygularıyla ve karakteriyle oynamış oluyorsunuz. Ki bu asla ama asla af edilecek bir suç olamaz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Gündemin temel iki konusu var; biri bölgedeki mücadele-çatışmalar, diğeri de balyoz davasının sonuçları… Yargılamanın sonucunda hem tutuklu olanlar, hem de tutuksuz yargılananların aldığı ceza, birçok çevre için şok etkisi yarattı.
Konu hakkında uzun boylu değerlendirmeye ya da kılı kırk yaran detaylara girmeye gerek yok… Zaten ortalıkta bunu bol bol yapan var, konu hakkında hem sakala göre, hem de bıyığa göre değerlendirme yapanlar çoktur! Alınan cezalar ve uygulanan yargılama sürecinin karakteri ve içeriği bizim konumuzun dışında kalıyor…
Önemli olan bu konuyla dolaylı bağlantısı olan ise gündemin diğer konusu olmaktadır. Yani bölge de yaşanan çatışmalar ve ortaya çıkan stratejist bozuntuları eşliğinde, AKP’nin yeni dönem politikaları! Bazı kesimlerin dediği gibi bu çatışmayı kimin çıkardığını aramak ya da Oslo’da kimin masaya tekme attığını aramak, şu an için çatışmalarda ve yaşanan can kayıplarında herhangi bir değişikliğe neden olmayacaktır…
Bu durum anlaşıldığı kadarıyla ebed olmasa da, belli bir süre daha devam edeceğe benzemektedir…
İşte burada doğal olarak konunun önemi ve yeni hüviyeti biraz da olsa irdelenmeyi hak etmektedir…
Ulusalcıların dediği gibi askerlerin cezaevine gönderilmeleri ardından yeni dönemde, özellikle bölgedeki operasyonlarda generallerin devreye girmesi ne anlama gelmektedir? Yine bunun yanında; askerlerin ne gibi sorunu var ki, artık generaller eylemleri yürütmeye çalışmakta!
Sadece bu konu üzerinden bile anlamaktayız ki, ordu artık AKP’nin siyasi konsomatrisi olmuş durumda… Bazı emekli ve muvazzaf generallerin mahpusu boylamalarının ardından AKP’nin gözüne girme derdi içinde Kimyasal Özel ve ekibi soluğu operasyon alanlarında almaya başladı…
Tabi sadece mesele AKP’nin gözüne girmek değil!
Aynı zamanda “gariban halk çocuğu” söylemli siyasete de malzeme vermemek için generaller kendilerini göstermelik de olsa operasyon alanlarına inmeye mecburi hissediyor. Daha geçtiğimiz hafta onlarca cenaze yerden kalktığı için yüksek tansiyonu düşürme adına girişilen beyhude bir çabadır aslında bu generallerin yaptığı. Aksi halde ortada bir kabiliyet ya da üstün başarının temel bir kuralı olarak gerçekleştirilmek istenen bir durum yoktur.
Generallerin bu hareketlerinin belki de en önemlisi; askere moral vermek ve onları savaşmaya ikna etmektir. Bunun da ordunun değil, daha çok AKP’nin bir isteği olarak görmek ve okumak gerekir.
Siyasi iradenin bu konuda gözü dönmüşlüğü karşısında konsomatris konumdaki ordunun yapabileceği pek fazla da bir şey yok! Tipik bir müşteri memnuniyeti, kadeh tokuşturma işte…
Yaşanan bu durumun yeniliği veya getireceği herhangi bir siyasi sonuç olur mu diye sorulursa; aklı olan herkesin vereceği cevap elbette “hayır” olacaktır…
Belki AKP’nin kana susamışlığına, kamuoyunun yüksek tansiyonuna ve bazı çevrelerin artık gizlemedikleri rahatsızlıkları karşısında belki bir nebze de olsa bir şeyleri değiştiriyormuş gibi bir manzara ortaya çıkartabilir.
Ama özünde; daha köklü bir sorunu da beraberinde getirecektir! Bu anlamıyla da ordunun bu dönemden itibaren herhangi bir saygınlığı ve prestijinin olduğunu söylemek neredeyse imkansızdır. Çünkü yapması gerekenlerin çok dışında bir pratiğin içine girmiş ve bu durumdan önüne atılanla yetinmeyi öğrenmiştir…
Bazı liberallerin “siyasetteki vesayetinden” duyduğu rahatsızlığı kalmamıştır artık ordunun. Bunun yerine ordu siyasi vesayetin hizmetinde basit bir emir eri olmuştur…
Böyle bir ordu gerçeğinin başarılı olabileceğini düşünmek, hele hele “kandil’e bayrak dikmesini” telaffuz etmek en amiyane tabirle işgüzarlık olmaktadır.
Balyozcuları “!” mahpusa gönderen siyasi vesayetin baronları, ordunun geri kalanını da peyderpey operasyon alanına sürmektedir… Bu haliyle de; AKP’nin bugünün ordusuyla olan ilişkisini gözden geçirmek ve tartışmak durumun aciliyetini de gözler önüne sermektedir…
Sanıldığının aksine ordunun büyük bir çoğunluğu, yaşanan çatışmalara ve süre giden bu şiddet iklimine karşıdır. Zaten bundan dolayı koordineli mücadele denilen bir zırtapozluğu AKP icat etmiş ve onunla sonuç almaya çalışmıştır. Polisi, özel harekatçısı, jandarmayı, bahriyelileri de çatışmaların içine çekmekten çekinmemiştir. Her ne kadar oluşturulan bu konsepte başarısız olsa da, ordu’da AKP’nin bu gözü dönmüşlüğü karşısında ayak diretenler, müebbet cezalarla/18 yıllarla cezaevlerine atılırken, dışarıda kalan embesil takımıysa AKP’ye şirin görünmek ve onun hışmından kaçınmak için soluğu operasyon meydanında almıştır…
Anlaşılan yakın gelecekte; çatışmalarda can veren generallerin cenazeleri ile yüzleşmek kaçınılmaz olacaktır. Bu işin tabiatında bu var; içeri atılanlar oltu taşlarından hediyelik eşyalar-tespihler yapacakken, dışarıda duranların elleri armut mu toplayacak? Elbette onlar da operasyonlara çıkacak! Hem boşuna mı dedi Erdoğan; “terörle mücadele, boğazda keyif çatmaya benzemez” diye…
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar