Suriye’den çıkış NATO-Gladio operasyonuyla bağlantılıdır. Türk ordusundaki ayrışmayı ve Gladio’yu dikkate almadan, bu operasyonu doğru yorumlayamayız. İ. Hakkı Karadayı ve Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun Genelkurmay Başkanlığı sanıldığı kadar her şeye hâkim değildi. İkisi de Kürt sorununda Eşref Bitlis’in yaklaşımına daha yakın düşünmekteydiler. Savaşın Kürtlerin toptan tasfiyesine yönelmesini hem doğru hem de mümkün görmüyorlardı. Turgut Özal ve Eşref Bitlis’in başlatmak istedikleri barış ve siyasi çözümü hem yurtseverliğin gereği sayıyor, hem de klasik savaş anlayışına daha uygun buluyorlardı. Sakıp Sabancı da bu çizgiyi TÜSİAD içinde savunan kesimi temsil ediyordu. MİT içinde Kontrgerilla Daire Başkanı Mehmet Eymür ile Emniyetten Hanefi Avcı’nın yaklaşımı da aynı çizgi paralelindeydi. Bu ekip Susurluk olayını da değerlendirerek savaş lobisine karşı bir hamle yapmıştı. Karşı ekibi veya Gladiocu kanadı esas olarak Doğan Güreş ve Çevik Bir temsil ediyordu. Sakıp Sabancı ve Hüseyin Kıvrıkoğlu’na yönelik suikast girişimlerini bu ekip yönlendirmişti. Ayrıca daha önceleri başta Turgut Özal ve Eşref Bitlis olmak üzere devlet içinde bazı kişileri tasfiye etmeyi amaçlayan çok sayıda suikastı da aynı ekibin selefleri, daha önceki uzantıları gerçekleştirmişlerdi. 1990’da Genelkurmay Başkanlığı sırası ordu teamüllerine göre Muhittin Fisunoğlu’na gelmişti. Doğan Güreş kuraldışı biçimde Genelkurmay Başkanlığı görevine getirilince, aralarındaki çatlak büyüdü. Diğer ekip ordu içinde iki PKK sempatizanı askerle Doğan Güreş’e zehirli çayla suikast girişiminde bulundu. Bu girişim tam başarıya ulaşmadı. İmralı’da özel askeri savcı bu konudaki kararı kimin verdiğini sorunca, iki askerin PKK sempatizanı olduğunu, olaydan sonra kaçıp gerilla saflarına katıldıklarını ve şehit olduklarını söylemiştim. Asıl kararın ordu içinden verildiğini tahmin ettiğimi belirtmiştim. Bu yöndeki soruşturma böylelikle kapanmıştı.
Ordu içinde bu nitelikteki çelişki 20. yüzyılın başına, hatta daha öncelerine kadar uzanır. Sultan Abdülhamit’in (hatta Sultan Abdülaziz’in) düşürülüşünden Mustafa Kemal’e suikasta, 15 Şubat 1925’te Şeyh Sait’e karşı düzenlenen komployla başlayan ve 18 Kasım 1937’de Seyit Rıza’nın komployla idam edilmesine kadar giden Kürtlere yönelik soykırım uygulamalarına, Serbest Fırka’nın kapatılmasından (1930) İnönü’nün başbakanlıktan düşürülüşüne (1937), 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden 28 Şubat 1997’deki postmodern darbeye ve en son 2000 sonrası darbe hazırlıklarına kadar geçen yaklaşık yüzyıllık süredeki tüm benzer olaylarda aynı çizgi çatışması vardır. Önce Almanya, sonra sırasıyla İngiltere ve ABD hegemonik güçler olarak bu çatışmaları dışarıdan destekleyip kontrol ediyorlardı. Tüm bu komplo ve suikast olayları özünde Ortadoğu halklarına, özellikle Anadolu ve Mezopotamya halklarına karşı yürütülen hegemonya savaşlarının birer yansımasıydı. Bunlardan PKK’nin öncülük ettiği Kürt direnişinin payına düşen ve daha önceki bölümlerde taslak halinde sunduğum dört önemli Gladio savaşı dönemi vardır. Kapitalist güçlerin hegemonik savaşı Beyaz Türk faşizmi kılığına bürünerek sürdürülüyordu. M. Kemal’den beri ordu içinde bundan rahatsız olan bir kesim de her zaman vardı. Bunlar yurtsever ve Anadolucuydu. 27 Mayıs 1960 darbesinden 2000’ler sonrası darbe hazırlıklarına kadar bu yurtsever ve daha barış yanlısı diyebileceğimiz kesimin durumu darbeciler ve komplocularınkinden farklıydı. Darbeciler ve komplocuların arkasında esas olarak NATO-Gladio’su durmaktaydı. Ayrıca sivil toplum içinde de her iki tarafın güçlü uzantıları, odakları mevcuttu. Bunlar aralarında daimi bir ilişki ve çelişkiyi yaşarlar. Dönemlere göre birbirlerine üstünlük kurarlar. Sınıfsal olarak da millici ve işbirlikçi burjuvaları temsil etmek durumundadırlar.
İşte Suriye’den çıkış öncesinde bu iki kesim arasında yine rekabet baş göstermişti. Bizimle diyalogdan yana olanlarla karşı olanlar arasındaki rekabet, İsrail ve ABD’nin de desteğiyle NATO-Gladio’cu kanadın yani savaş ve imha yanlısı kesimin lehine sonuçlanmıştı. Çıkışın az öncesinde İsrail İstihbaratı dolaylı yoldan ısrarla Suriye’den çıkmam gerektiği mesajını vermişti. Ayrılmayı uygun bulmamıştım. Suriye’deki konumumuzun büyük darbe almasından çekinmiştim. Stratejik ve ideolojik olarak da bunu doğru bulmuyordum. Savaş doğal seyrinde yürüyecek, kaderde olan yaşanacaktı. Kaderci çizgide değildim. Ama yaklaşık otuz yıllık ideolojik, politik ve askeri çizgiyi bir anda bir tarafa bırakarak rota değiştirmek de anlamlı bir kadere karşı çıkış tavrı olamazdı. Dürüst olmak gerekiyordu, kendimi kurtarmayı esas alamazdım. Atilla Ateş’in NATO-Gladio’su adına yaptığı son uyarıdan sonra, ancak Suriye ve Rusya’nın kararlı bir biçimde arkamızda durması halinde savaşı bir üst aşamaya tırmandırma şansımız olabilirdi. Fakat bu destek sağlanmadığı gibi, her iki ülkenin şahsi varlığımı kaldırabilecek gücü veya niyetleri bile yoktu. Suriye için bu gerçekten mümkün olamazdı. Kuzeyden Türk, güneyden İsrail ordusu tarafından bir günde işgal edilebilirdi. Panik içine girmeselerdi, benim için daha uygun bir üslenme imkânı yaratabilirlerdi. Bunu da göze alamadılar. Rusya’nın tavrı daha onursuzcaydı. Mavi Akım Projesi ve on milyar Dolarlık IMF kredisine karşılık bizi Moskova’dan zorla çıkardı.
Atina ve Roma macerasına geçmeden önce, çıkış öncesini ve sırasını daha yakından görmek oldukça öğreticidir ve büyük önem taşır.
28 Şubat darbesinin ikilemini doğru kavramadıkça olup biteni tam anlayamayız. Darbecilerin bir kanadı gerçekçi bir barış önerisi ile bize yaklaşmıştı. Sanırım arşivimizde buna ilişkin belgeler vardır. Tıpkı Turgut Özal ve Necmettin Erba-kan’ın yaklaşımında olduğu gibi ciddi olduklarına ve barış istediklerine ikna olmuştum. Darbe içinde darbeye de bu barışçı ve siyasi çözüm yanlısı tutum yol açmıştı. Şimdi gayet iyi açıkça ortaya çıkmıştır ki, o dönemde yani yakalan-mama kadar, İsrail ve ABD kesinlikle barış ve siyasi çözümden yana değillerdi. Düşük yoğunluklu da olsa, savaşın devamını ve Kürt sorununun çözümsüz kalmasını ısrarla istemekteydiler. Ortadoğu’nun, özellikle Irak’ın kontrolü ve düşürülmesi için buna şiddetle ihtiyaçları vardı. Ancak bu yolla Türkiye’yi pasifize edip kendi planlarını uygulayabilir-lerdi. Turgut Özal, Necmettin Erbakan ve Bülent Ecevit bu planlara dikkat etmedikleri, daha Anadolucu, millici ve Kürt sorununda barışçı ve siyasi çözümcü yaklaşım gösterdikleri için düşürülmüşlerdi. Düşürülmelerinin ölümle sonuçlanıp sonuçlanmaması savaş yanlıları için o kadar önemli değildi. Zaten savaşın içindeydiler. Savaşla sonuna kadar devam ederek, önlerine çıkan her engeli devirip amaçlarına ulaşmak istiyorlardı. Buna Kürt gerçekliğinin askeri yoldan tamamen tasfiyesi, yani bir nevi soykırım da dahildi. Hegemonik güçler klasik İttihat ve Terakkici çizginin devamı olan bu anlayışın arkasında durmadıkça asla başarı şansları olamazdı. Onlar da bunu bildikleri için ABD, İngiltere ve İsrail’in desteğine mutlak gereksinim duyuyorlardı. 1998’de Suriye’den çıkışımda bu destek sağlanmıştı.
1990’ların başında ABD ve İngiltere’nin, 1996’da (Türkiye ile İsrail arasında askeri alanda stratejik işbirliği antlaşmala-rı) da İsrail’in mutlak desteği alınmıştı. Sıra işin iç yanını halletmeye, yani gerekli hükümet değişikliklerini ve ordu içi tasfiyeleri yapmaya gelmişti. Onu da 1990’dan itibaren adım adım hayata geçireceklerdi. Genelkurmay Başkanlığı görevini devralan Doğan Güreş’in İngiltere’ye ilk gezisini yapıp geri döndüğünde “PKK’nin tasfiyesi için bize yeşil ışık yakılmıştır” demesi bu gerçeği ifade eder. Daha sonraki süreçte sadece Kürtlere ve PKK’ye yönelik imha saldırılarıyla yetinilmediğini, Cumhurbaşkanını katletmeye, hükümet değişikliklerine, ordu içi tasfiyelere, topluma yönelik pasifikasyon hareketlerine, bir dizi aydın ve işadamı suikastlarına, kitlesel katliamlara ve medyanın teslim alınmasına varana kadar hangi korkunç olaylar ve çatışmaların sahnelendiğini iyi bilmekteyiz. Eksik olan şey, tüm bu olayların zincirleme bağlantılar içinde olduğunu anlamaktır. NATO’ya girişinden 1998’e kadar Türkiye’nin yaşadığı tüm önemli siyasi ve sosyal olayların temelindeki kalın NATO-Gladio’cu çizgiyi görmeden, hiçbir önemli olayı, çatışmayı ve suikastı doğru olarak çözemeyiz. Özde halkların özgürlük, eşitlik ve demokrasi isteklerine karşı bir NATO’cu savaş açılmış ve bu savaşın son halkasına 1998’deki Suriye’den çıkışım eklenmiştir.
Çıkışta önümde iki yol vardı: Bunlardan birincisi dağ, ikincisi Avrupa yoluydu. Dağ yolunu seçmek savaşın şiddetlen-mesi, Avrupa yolunu tercih etmek ise diplomatik-politik çözüm şansını aramak demekti. Dağ yolu hazırlıklarının gün-ler öncesinde yapıldığı bilinmektedir. Kuvvetli ihtimal dağa çıkış yönündeydi. Fakat tam o sırada bir Yunanlı heyetin yanımıza gelişi ve Atina temsilcimiz Ayfer Kaya’nın yoğun telefon görüşmeleri (Ki, görüşülenler üst düzey yetkili sayılmaktadır), rotayı Atina’ya çevirmemize yol açtı. Suriyeli yetkililerin sorunu çok acil çıkış yapmamdı. Fakat Avrupa’ya çıkışımdan pek de rahat görünmüyorlardı. Bu konuda alternatif yaratmamaları kendilerinin ciddi kusurudur. Atina’ya çıkış aslında hesapta yoktu. Bir fırsattı ve oradaki dostların ciddiyetine inanarak bu fırsatı değerlendirmekten kaçınmadım. Eğer karşılaştığım tablodaki gibi olduklarını bilseydim, kesinlikle çıkış yapmazdım. Burada sorulması gereken soru şudur: Yunanistan’da da çok güçlü olduğu bilinen Gladio bölümü mü acaba bu çıkış senaryosunda rol oynadı? Buna kesin yanıt veremiyorum. Bu konunun araştırılması gerekiyor. Türkiye’ye teslim edilmemde ABD’nin Türk yönetimiyle sağladığı uzlaşmada Yunanlılarla olan sorunların çözümünde ilke anlaşmasına varılmış, en azından bu doğrultuda söz alınmış olması ihtimal dahilindedir. Özellikle Ege ve Kıbrıs sorununun çözümünde bu yönde niyet belirtmeleri kuvvetli bir ihtimaldir. Türkiye’nin bu konuda sınırsız tavizkâr tutum içinde olduğu mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır.
Suriyeliler 9 Ekim’de uçağın yönünü ustaca değiştirerek beni Atina’ya indirdiklerinde rahatlamışlardı. Atina’ya indi-ğimde karşıma Kalenderidis çıktı. Kalenderidis uzun süre Türkiye’de de kalmış olan NATO’da görevli bir subaydı. Aynı görevi İsveç’te de sürdürmüştü. Yunan Gladio’sundan olma ihtimali vardı. Oldukça dost görünüyordu. Aramızda ilginç bir kurye de vardı. Bazı NATO belgelerini bana sızdırmıştı. Güven yaratmak için de böyle davranmış olabilir. Kendisi aynı havaalanında beni bir odada bekleyen havacı general ve İstihbarat Şefi Stavrakakis’in yanına götürdü. Stavrakakis, âdeta Nuh der peygamber demez bir tavırla, geçici bile olsa Yunanistan’a giriş yapamayacağımı söyledi. Sözleştiğimiz dostlar ortalıkta yoktu. Akşama kadar didiştik. Tesadüfen devreye Moskova’daki ilişkimiz Numan Uçar girdi. Bir Yunan özel uçağıyla yönümüzü Moskova’ya çevirdik. Liberal Demokrat Parti Başkanı Jirinowski kanalıyla o sırada ekonomik kaos yaşayan Rusya’ya inmeyi, Moskova’ya giriş yapmayı başardık. Fakat bu sefer karşımıza Rus İç İstihbarat Şefi çıktı. O da Nuh der peygamber demez havasındaydı. O koşullarda kalış olamazdı. Yaklaşık otuz üç gün sözde gizli kaldım. Yanında kaldıklarım ve benimle ilgilenenler Yahudi kökenli siyasilerdi. Dürüst olduklarına inanıyordum. Beni gerçekten gizlemek istiyorlardı. Ama bu yöntemi doğru bulamazdım. Bu süre içinde hem İsrail Başbakanı Şaron, hem de ABD Dışişleri Bakanı Allbright Rusya’ya gelmişlerdi. Rusya’nın Başbakanı Pirimakov’du. Hepsi de Yahudi kökenliydi. Ayrıca dönemin Türkiye Başbakanı Mesut Yılmaz da devredeydi. Sonunda Mavi Akım Projesi ve on milyar Dolarlık IMF kredisi üzerinde anlaşarak ayrılmamı sağladılar.
Moskova’yı hemen tercih etmem, “Ne de olsa yetmiş yıllık bir sosyalizm deneyimi yaşadılar; ister çıkarları ister enternasyonalist tutum gereği olsun, beni rahatlıkla kabul ederler” inancından kaynaklanıyordu. Sistemin çöküşüne rağmen, moral açıdan bu kadar düşmüş olabileceklerini beklemiyordum. Liberal kapitalizmden çok daha kötü bir bürokratik kapitalizm çöküntüsüyle karşı karşıyaydık. En az Atina’daki dostlar kadar Moskova’daki dostların tutumundan da hayal kırıklığına uğradık. Daha doğrusu, kurulu dost ilişkilerinin pek güvenilir olmadığı açığa çıkmıştı.
Üçüncü rotamız yine tesadüfen Roma ilişkilerinden yararlanma temelinde oldu. Yeni ilişki kurduğumuz Komünist Parti-Yeniden Yapılanma’dan iki dost Milletvekilinin yardımıyla Roma macerasına başladık. Bu sefer İtalyan İstihbaratının göstermelik senaryosuyla altmış altı gün sürecek Roma günlerimiz başladı. Dönemin Başbakanı Massimo D’Alema’nın tavrı dürüst ama yetersizdi. Siyasi güvenceyi tam verememişti. Durumumuzu yargıya terk etti. Buna öfkelenmiştim. İlk fırsatta İtalya’dan çıkma kararlılığındaydım. D’Alema son haftadaki demecinde, İtalya’da dilediğim kadar kalabileceğimi belirtmişti. Ama bu bana zoraki bir tavır gibi geldi. Bu arada yanılmıyorsam ortak bir Arap girişimi oldu. Açıklamadıkları bir yere götürmek istediklerini söylediler. Resmiyeti ve güvencesi olmadığından kabul etmedim.
Rusya’ya ikinci sefer gidişim hataydı. Ama bu hatada Numan Uçar’ın laçka tavrının rolü vardı. Halen içyüzünü tam bilemediğim bu laçka tavra güvenerek yola çıktım. İçyüzünü bilseydim, kesinlikle Roma’dan çıkış yapmazdım. Yanıl-tılmıştım. D’Alema’nın özel uçağıyla NATO sahasından çıktığımda derin bir oh çektiğimi hatırlıyorum. Fakat bu tutum yağmurdan kurtulayım derken doluya tutulmak gibi bir şeydi. Bu sefer Rus İç İstihbaratı gidişin Ermenistan’a olacağı-na beni ikna ettikten sonra havaalanına götürdü. Sanırım anlaşmaları gereği havaalanında Ermenistan işinin yattığını, istersem bir haftalığına Tacikistan’a gidebileceğimi, bu bir hafta içinde alternatif yaratabileceklerini söylediler. Beni bir nevi aldatarak bir kargo uçağıyla Tacikistan’ın başkentine indirdiler. Bir hafta hiç çıkmadan bir odada bekledik. Moskova’ya tekrar döndük. Mecburen tekrar Yunanlı dostlara başvurduk. İki gün içinde hayli maceralı, karlı soğuk bir Moskova gününden sonra yönümüzü tekrar Atina’ya çevirdik.
Hatırladığım kadarıyla bu sefer tam anlamıyla Olympos tanrılarının oyunlarına geldiğimi kendi kendime fısıldar oldum. Tam da bu tanrı hayaletlerinin arasında bulunuyordum. Özellikle Hades aklıma düşmüştü. Havaalanının VIP salonundan giriş yaptım. Giriş yapmamla Cehennem Tanrısı Hades’in amansız takibinin başlaması bir oldu. Dostum Nagzakis’in eski çağın büyücü kadınlarına benzeyen kaynanasının epey dağınık evinde bir gece kalabildim. Kadına “Pangalos ne yapar?” diye sormuştum. “Seçimlerde kullanır” derken, çağın gerçeklerinden ne denli kopuk olduğunu anlatır gibiydi. Bana biraz da eski soylu ama çok güçsüz bırakılmış Yunan halk gerçeğini anımsattı. O geceden sonra bir nevi ölüm kampına doğru gidiş başladı. Tümüyle Hades devredeydi. Söylenen ve yapılan her şey sahteydi. Dürüst unsurlar yok muydu? Vardı, fakat hepsi modernite canavarı karşısında çaresizdi. Afrika’ya doğru yola çıkışta bu sefer Mandela figürü etkili oldu: Moskova’ya doğru yola çıkışta Lenin figürünün etkili olması gibi. Güya Güney Afrika’ya gidecek, hem sağlam diplomatik ilişki kuracak hem de resmi geçerli pasaport alacaktım. Yunan devlet sahtekârlığı bu oyunda da başarılı olmuştu. Aslında tarih boyunca Yunan halkının demokrasisinin bu sahtekâr tarafından hep aldatıldığını ve büyük trajedilere duçar edildiğini bilerek yaklaşmalıydım. Dostluklara çocuk saflığıyla inanmam bu tavrımda etkili oldu. Yunanistan’dan çıkış sırasında her iki havaalanına gidişte içinde olduğum arabanın şoförleri ayıkıp kendime gelmem ve gitmemem için yoğun çaba harcadılar. Büyük bir komplonun yürürlükte olduğunu belirtmek için ellerinden geleni yapma dürüstlüğünü gösterdiler. Muhtemelen onlar da alt düzey istihbarat memurlarıydı. Birincisi arabayı uçağa çarptırarak gidişi engelledi. İkincisi ise arabayı gizli olması gereken havaalanına yakın yerde yedi sefer dakikalarca bozulmuş süsü vererek durdurdu. Verilen sözlere o kadar güvenmiştik ki, hiç ayıkmadım. Tersine, bir an önce kaderde ne varsa görmek için acele gitmek istiyordum. Uçak Gladio’nun gizli operasyonlarda kullandığı bir araçtı.
Yalnız ondan önce bir de Minsk seferimiz vardı. Nairobi’den önce Minsk üzerinden Hollanda’ya geçiş yapacaktım. Yine özel uçakla Minsk’in dondurucu soğuğu altında iki saatten fazla bekledim. Beklenen uçak gelmedi. Beyaz Rusya havaalanı polisleri uçağı dakikalarca kontrol ettiler. Bir ihtimal ve belki de son fırsat olarak beni Minsk Havaalanına bırakacaklardı. Gerisi Beyaz Rusya yönetiminin insafına kalmıştı. İlginç olan odur ki, o sırada Türk Milli Savunma Bakanı İsmet Sezgin de Minsk’e bir ziyarette bulunmuştu. Beklenen uçak gelmeyince, güya son fırsat da kaçmış oldu. Geriye dönüş bir nevi ‘beyaz ölümdü’. Gladio uçağı Akdeniz üzerinden süzülürken, bu gidişi sonraki yorumumla Yahudi soykırımında kullanılan tren seferine benzetmiştim. Şahsımda bir halka uygulanan soykırım rejiminin en kritik dönemine girilmişti. NATO’nun gizli ve gerçek yüzünü bu seferler sırasında gördüm. Minsk’ten dönerken, uçağın herhangi bir Avrupa havaalanına inmemesi için yirmi dört saatlik alarm verilmişti. Anlaşılıyor ki, o dönemde tek isyankâr devlet olan Beyaz Rusya’nın Minsk Havaalanı dışında inişi kabul edecek tek bir havaalanı bırakılmamıştı. Nairobi’deki cehennemde önüme üç yol konulmuştu: Birincisi, uzun süre emre itaatsizlikten çatışma süsü verilmiş bir ölüm; ikincisi, CIA’nin bir dediğini iki etmeden emrine girmem ve teslim olmam; üçüncüsü, çoktan hazırlanmış Türk özel savaş timlerine teslim edilmem.
Nairobi’de yanımda bulunan bir arkadaş düşüncelerini tam açıklasaydı ve sivil toplum örgütlerini harekete geçirebil-seydi, belki de komplo kısmen bozulabilir veya boşa çıkarılabilirdi. Kendisinin bir tabancayla kendimizi savunmayı önermesini yadırgamıştım. Bu, bizim ve benim için intihar demekti. İntihara niyetim yoktu. Israrla silahı üzerimde taşımam için son ana kadar fır dönüyordu. Silah üzerimde olsaydı ve çekmeye çalışsaydım, bu tavır kesinlikle ölüm demek olacaktı. Daha sonra sorgulama sırasında, silah kullanmam halinde vur emri olduğu söylenmişti. Elçilikten çıkmamın da ölüm demek olduğunu söylediler. En akıllı tavrı aldığımı belirttiler. Ne kadar doğruyu söylediler, bilemeyiz. On beş günlük Nairobi sürecinde Büyükelçi Kostulas’ın tavrı anlaşılmaya değerdir. Acaba kullanılmış mıydı? Yoksa çok önceden planın bir parçası olarak mı hazırlanmıştı? Kendim bunu çözemedim. Teslim edilmemden önce kendi ikametgâhı olan eve hiç gelmedi. Elçilikten bir nevi zorla çıkarılmak istenmem yüzünden Nairobi zebani-sine biraz sert çıkıştı. Ama bu tavrı sahtekârca da olabilir. Bu sefer de güya Hollanda’ya gidiş için Pangalos izin çıkarmıştı. Buna pek inanmamıştım. Çünkü Yunan özel timleri evden çıkmamam halinde zorla saldırıp çıkarmak için pusuda bekliyorlardı. Kenya polisi de aynı şeyi yapmaya hazırlanmıştı. Tabii Güney Afrika Cumhuriyeti’ne gidiş çoktan bir aldatılış öyküsü olarak kalmıştı. Kiliseye, BM’ye sığınma gibi senaryolar hep kuşkuluydu. Çıkmamakta diretmiştim.
9 Ekim 1998’den 15 Şubat 1999’a kadarki dört aylık süreç müthiş geçmişti. Dünya hegemonu ABD dışında hiçbir güç bu süreçte bu dört aylık operasyonu düzenleyemezdi. Türk özel savaş güçlerinin (Bu güçlerin başkanı General Engin Alan’mış) bu süreçteki rolü sadece beni uçakla İmralı’ya, o da kontrollü olarak taşımaktı. Süreç kesinlikle NATO tarihinin en önemli operasyonunun gerçekleştirildiği bir süreçti. Bu o kadar açıktı ki, gidilen hiçbir yer aykırı bir tavır sergileyemiyordu. Sergileyenler anında etkisizleştiriliyordu. Büyük Rusya bile çok açık bir biçimde etkisizleştirilmişti. Yunanlıların tavrı zaten her şeyi açıklamaya yetiyordu… Tutsaklığa özgü olağanüstü tedbirler almışlardı. Dışarıya adım bile attırmadılar. Özel güvenlik timleri odamın kapısına kadar her yeri yirmi dört saat kontrol altında tutuyorlardı. D’Alema Hükümeti sol demokrat bir hükümetti. D’Alema tecrübesizdi, kendisi yalnız başına karar alamadı. Tüm Avrupa’yı dolaştı. İngiltere ona kendi öz kararını alması gerektiğini belirtti. Pek dayanışma göstermedi. Brüksel’in tavrı net değildi. Sonuçta yargıya havale edildik. Bu tavırda Gladio’nun etkisini görmemek mümkün değildi. Zaten İtalya Gladio’nun en güçlü olduğu ülkelerden biriydi. Berlusconi tüm gücünü harekete geçirmişti. Kendisi Gladio’nun adamıydı. İtalya’nın beni kaldıramayacağını bildiğim için ayrılmak zorunda kalmıştım. Tabii Türkiye bunun karşılığında ABD ve İsrail’in en güvenilir ama en uydu ülkesi haline getirilmişti. Çılgınca küreselleşiyor denilen süreç, aslında Türkiye’nin küresel finans kapitalizmine peşkeş çekilmesi öyküsünden başka bir şey değildi.
Irak’ın işgal senaryosu da benim teslim edilmemle sıkı sıkıya bağlantılıdır. İşgal aslında bana yönelik operasyonla başlatılmıştır. Aynı husus Afganistan’ın işgali için de geçerlidir. Daha doğrusu, Büyük Ortadoğu Projesinin hayata geçirilişinin kilit adımlarından biri ve ilki bana yönelik olan operasyondu. Ecevit’in “Öcalan’ın niçin teslim edildiğini bir türlü anlamadım” demesi boşuna değildi. Birinci Dünya Savaşı nasıl Avusturya Veliahdının bir Sırp milliyetçisi tarafından vurulmasıyla başlatıldıysa, bir nevi ‘Üçüncü Dünya Savaşı’ da bana yönelik operasyonla başlatılmıştı. Operasyondan sonraki süreci anlamak için operasyon öncesinde ve sırasında olup bitenleri iyice anlamak gerekir. ABD Başkanı Clinton Suriye’den çıkarılmam sorununu görüşmek için Başkan Hafız Esad’la biri Şam’da, diğeri İsviçre’de dört saatten fazla süren iki toplantı yaptı. Hafız Esad o görüşmelerde konumumun önemini fark etti. Sürece yaymayı kendisi açısından daha uygun gördü. Geçici bile olsa, Suriye’den çıkmam konusunda bir talepte bulunmadı. Türkiye’ye karşı iyi bir dengeleyici unsur olarak sonuna kadar değerlendirmek istiyordu. Ben ise Suriye’yi stratejik tavır almaya zorladım. Ama gücüm veya durumum bunu başarmaya elvermiyordu. İran’da olsaydım, belki de stratejik bir ittifak geliştirilebilirdi. O konuda da ben İran’a güvenemiyordum; geleneksel tavırlarından (Simko ve Qasimlo cinayetleri ve bunun gibi komplolar, Med Kralı Astiyag’ın Harpagos tarafından düşürülüşüne kadar eskiye giden oyunlar) çekiniyordum. Clinton ve ilişki içinde olduğu Irak Kürt liderleri Suriye’de bulunmamı kendi stratejik amaçları için uygun görmüyorlardı. Çünkü Kürdistan ve Kürtler giderek kontrollerinden çıkıyordu. İsrail de bu durumdan çok rahatsızdı. Kürdistan’daki gelişmelerin seyri ve Kürtlerin kontrolünün ellerinden çıkması onlar için kabul edilemez bir durumdu. Kürdistan’ı kontrolleri altında tutmak, özellikle Irak’la ilgili planları için hayati rol ifade ediyordu. Mutlaka ayrılmam ve bağımsız Kürt kimliği ile özgürlük çizgisine son vermem dayatılıyordu.
Bizim varlık nedenimiz ise, partimiz ve özgürlük çizgisiydi. ABD ve İngiltere 1925’ten beri Türkiye’ye verdikleri sözü (Irak Kürdistan’ına dokunmamak şartıyla Türkiye Kürdistan’ını feda etmek) tutmak durumundaydılar. Türkiye bu temelde NATO’ya girmiş, kendisiyle bu temelde Kürt sorunu üzerinde anlaşmışlardı. Konumumuz ve stratejimiz, geleneksel ve güncel olarak büyük önem arz eden Ortadoğu’daki bu dengeyi ve hegemonyayı tehdit ediyordu. Ya bu hegemonyanın yörüngesine girecektik ya da tasfiye edilecektik. Türkiye Cumhuriyeti 1925’ten beri bu hegemonik güçlerle yaptığı antlaşmaları (1926’da Musul-Kerkük konusunda anlaşma, 1952’de NATO’ya giriş, 1958 ve 1996’da İsrail’le yapılan anlaşmalar) Kürtleri tarihten silme temelinde kullanmak istiyordu. Laik milliyetçi pozitivist ideoloji bu imkânı veriyordu. Cumhuriyet kadrosu buna inandırılmıştı. Bu aslında tarihsel Türk-Kürt ilişkilerinin ruhuna ve ittifakına çok aykırı bir durumdu. Ama İsrail’in kuruluş hesapları nedeniyle sistemin yapamayacağı çılgınlık yok gibiydi. Beyaz Türk gerçeği denilen yapay ideoloji, kadro ve sınıf oluşumu bu temelde inşa edilmişti. Ayrıca PKK bu oluşuma öldürücü darbe vurmuştu. Çünkü Kürt kimliğinin kabulü ve özgürlüğünün tanınması bu oluşumun inkârı anlamına geliyor, en azından bu ölümcül politikaların terk edilmesini gerektiriyordu. İsrail’le yapılan antlaşmalar bu oluşum için hayati anlam ifade eder. Zaten Türk ulus-devleti Proto-İsrail olarak inşa edilmişti.
KDP bağlamında da benzer bir Beyaz Kürt oluşumu inşa edilmeye çalışıldı. Aynı merkez hem Türklerde hem de Kürt-lerde benzer ama aralarında çelişkiler bulunan iki güç yaratmayı varlıkları için (ABD ve İngiltere başta olmak üzere, Batının Ortadoğu’daki hegemonik çıkarları ve İsrail’in güvenliği için) hayati önemde görmekteydiler. Kendilerine bağlı ama aralarında hep problemler olan bu iki güç bağlamında bölgedeki çıkarlarını kollamak son derece akıllı bir politikaydı. PKK’nin çıkışı, tarihsel olduğu kadar güncel geçerliliği de olan bu oyunu bozuyordu. 1993 ve 1998’deki çözüm ve barış imkânının doğması bu oyunun sonu demekti. Onun için bu tarz bir çözüme müsaade edilmedi. Büyük suikastlar ve komplolar düzenlendi. PKK’nin Kürtleri denetim altından çıkarıp, başta Türkler olmak üzere diğer toplumlar ve devletlerle barıştırması, bu güçlerin Ortadoğu’daki hegemonik oyunları ve çıkarlarının devamı açısından stratejik bir darbeydi. Gerekçelerini daha da kapsamlı biçimde sıralayabileceğimiz bu hususlar, 1998 komplosunun neden büyük ve stratejik amaçlı olduğunu yeterince kanıtlamaktadır.
Clinton o dönemde Ortadoğu’daki hegemonik hamleye büyük önem veriyor ve Türkiye’nin rolünün bundaki önemini hep vurguluyordu. Özel Danışmanı General Galtieri, bana yönelik operasyonu Clinton’ın emriyle yönettiklerini bizzat açıklamıştı. ‘Üçüncü Dünya Savaşı’ meselesine gelince, Irak, Afganistan, Lübnan, Pakistan, Türkiye, Yemen, Somali ve Mısır başta olmak üzere belli başlı ülkelerde olup bitenlerin bilançosunun çoktan Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarındaki bilançoları birçok yönden aşmış olması, bu savaşın gerçekliğinin anlaşılması için yeterlidir. Zaten nükleer silahlar nedeniyle ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın parçalı olacağı, uzun bir sürece yayılacağı ve değişik teknolojilerle yürütüleceği anlaşılır bir husustur. NATO’nun son Lizbon Zirvesi, ABD’nin İran etrafındaki ablukayı derinleştirmesi, ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın seyri hakkında gereken bilgiyi vermektedir.
‘Üçüncü Dünya Savaşı’ bir gerçektir ve ağırlık merkezi Ortadoğu coğrafyası ve kültürel ortamıdır. Sadece ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın yoğunluk merkezi olarak Irak’ta yaşananlar bile buradaki savaşın bir ülke ile ilgili olmadığını, dünya hegemonik güçlerinin çıkarları ve varlığı ile ilgili olduğunu gayet iyi açıklamaktadır. Bu savaş ancak İran’ın tamamen etkisizleştirilmesi, Afganistan ve Irak’ın istikrara kavuşturulması, Çin’in ve Latin Amerika’nın tehdit olmaktan çıkarıl-masıyla sonlandırılabilir. Dolayısıyla savaşın daha ortalarındayız. Savaş en az on yıllık (NATO’nun son stratejik planları da on yıllık bir süreyi öngörmektedir) bir süre daha devam edebilir. Kesin böyle olacaktır demek sosyal bilimler açısından doğru değildir, böyle olması yüksek bir olasılıktır. Bazen diplomasi, bazen şiddet yoğunlaşacaktır. Gündeme şiddetli ve kontrollü ekonomik krizlerle müdahale edilecektir. Alanların önceliği değişecek, ama şöyle veya böyle savaş komple olarak birçok alanda cereyan edecektir. Ancak savaşın bu temel doğası göz önüne getirildiğinde, bana yönelik 1998 operasyonunun neden uluslararası çapta yürütüldüğü ve NATO’nun en büyük Gladio operasyonu olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Şüphesiz büyük savaşlarda hep hegemonik güçler kazanmazlar, halklar da çok şey kazanabilirler. Hatta hegemonik güçler sistemsel kaybedebilir, halklar sistemsel kazanabilirler.
…
İmralı sürecinin uluslararası komplo niteliğini göz önünde bulunduran bir savunma anlayışına öncelik tanıdım. Yaşa-dıkları ağır Türklük bilinci, Türklük adına hareket edenlerin gerçekle bağlarını kopartmıştı. Komplonun ardındaki felsefeyi kavramaları doğalarına aykırıydı. Çünkü onlar da en az yüzyıllık bu komplo felsefesinin inşa ettiği yapılanmaların ürünleriydi. Dolayısıyla inşa edilmiş bu yapılanmalarını inkâr etmeleri ve eleştirel yaklaşmaları beklenemezdi. İster yargılanma komedisi sırasında ister hükümlülük sürecinde olsun, kendilerinden herhangi olumlu bir değişim iradesi beklemek anlamsız olurdu. Genelkurmay Başkanlığı temsilcisinin fısıltı halinde söylediklerine uygun davranılacağına inanmak, mevcut koşullarda safdillik olurdu. Zaten sözlerini uygulayabilecek kadar bir karar gücünden yoksundular. Benim için ABD’nin arkasında durduğu ve AB’nin kontrol ettiği bir sistem icat edilmişti. Sistemin kurgulanması İngiltere’ye aitti, icrası da Türklerin payına düşmüştü.
Komplonun ardındaki felsefi ve politik zihniyeti anlamak büyük önem taşır. Sıkça komplonun asırlık bir temeli oldu-ğundan bahsediyor, döne dolaşa bunu açıklıyorum. Her dönemin kilometre taşı olan komplolardan bahsettim. Bun-lardan sadece Kürtlere yönelik olanlarından Hamidiye Alayları komplosu, 1914 Bitlis’teki Melle Selim, 1925 Şeyh Sait, 1930 Ağrı ve 1937 Dersim komploları, 1959’da 49’lar ve 1960’ta 400’ler Davaları, Faik Bucak’ın öldürülmesi ve Sait Kırmızıtoprak’ın KDP tarafından katledilmesi, yine PKK’nin ideolojik aşamasından günümüze kadar aynı zihniyet tarafından organize edilen yüzlerce komplo bir çırpıda sıralanabilir. Komploları düzenleyenler bunu ustaca düzenlenmiş iktidar sanatı saymaktadırlar. Yani komplo iktidar sanatının en önemli aracı ve ruhu durumundadır. Bu sanat Kürtler için kesinlikle komplo temelinde yürütülmek durumundaydı. Komplonun açıktan bir yöntemle uygulanması, çocuğun “Anne bak, kral çıplak” demesine yol açacaktı. Hedefinde soykırıma dek giden uygulamalar bulunan bir iktidar gücünün elinde komplo dışında bir araç ve buna yön veren zihniyet yoktur. Burada önemli olan, komploya dahil olan güçlerin doğru tanınması ve tanımlanmasıdır.
İmralı sürecinde bu konuda zorlandığımı belirtmeliyim. Öyle ki, komplonun içinde birbirleriyle oldukça çelişkili güçle-rin varlığı söz konusudur. ABD’den Rusya Federasyonu’na, AB’den Arap Birliği’ne, Türkiye’den Yunanistan’a, Ken-ya’dan Tacikistan’a kadar birçok devlet komploya dahil olmuştu. Asırlık düşmanlar olan Türkler ve Yunanlıları birleşti-ren neydi? Neden benim sırtımdan bu kadar ilkesiz ittifaklar veya çıkar birlikleri kuruluyordu? Ayrıca hedeflenmeme için için sevinen Türk ve Kürt sol ve ulusal işbirlikçilerin sayısı hesaplanmayacak kadar çoktu. Resmi dünya sanki şah-sımda en tehlikeli rakibini kıstırmış gibiydi. PKK içinde bile kendileri için ikbal günlerinin geldiğine ve diledikleri gibi yaşamaları fırsatının doğduğuna inananların sayısı küçümsenemezdi. Şüphesiz en başta ve en genel bir tanımlama, tüm bu güçlerin kapitalist modernitenin liberal çıkarlar peşinde koşan önde gelen kesimlerinden oluştuğunu ortaya koyuyordu. Ben birçoğunun liberal faşist zihniyetini ve çıkarlarını tehdit etmekteydim.
Örneğin İngiltere bu güçler içinde en tecrübelisidir. Benim Avrupa’da politika yapmamam için ilk işaret fişeğini sıkan güçtür. Avrupa’ya adım atar atmaz beni hemen ‘persona non grata’, yani ‘İstenmeyen Kişi’ ilan etmişti. Bu basit bir adım değildi, sonucu önceden belirleyen adımlardandı. Peki, Humeyni için, Lenin için bile alınmayan böylesi bir tavır neden hemen benim için alınmıştı? Savunmamın birçok bölümünde buna yönelik birçok ipucunu açıklamaya çalıştım. Bu nedenle fazla tekrarlamaya gerek yoktur. Özcesi, Ortadoğu’ya yönelik iki yüz yıllık hegemonik hesapları önünde, özellikle Kürdistan politikasından ötürü (özetle TC’den “Ver Kerkük-Musul’u, yok et kendi Kürtlerini” politikası nedeniyle) ciddi bir engel olarak ortaya çıkmıştım. Bütün planları ve uygulamacıları karşısında tehlikeli olmaya başlamıştım.
ABD’nin derdi daha başkaydı. BOP devreye konulmak istenmekteydi. Bunun için Kürdistan’daki gelişmeler kilit önemdeydi. Mutlaka etkisizleştirilmem en azından konjonktür gereğiydi. Tasfiye edilmem o günler için küresel politikalarına uygun düşmekteydi. Tarihinin çok önemli bir ekonomik krizini yaşayan Rusya’nın o dönemde çok acil krediye ihtiyacı vardı. Eğer derde derman olacaksa, bana karşı düzenlenen komploda yer alıp rolünü oynamaması için neden kalmayacaktı. Zaten diğerleri ‘Büyük Ağabey’in uslu küçük kardeşleriydi. Ne söylese başları üzerinde yeri vardı. Türk solculuğu (istisnalar hariç), Kürt işbirlikçileri ve PKK’deki rahatsızlar için ciddi bir rakiplerinden kurtulma fırsatı söz konusuydu. Hepsinin bu tavırlarının derinindeki felsefe son tahlilde liberalizmin günlük çıkarcılığının, pragmatizminin, egoizminin felsefesidir.
Bunları söylerken sanırım gerçeği biraz daha aydınlatmış oluyorum. O günlerde Kürdistan’ın özgürlüğünden ve Kürtlerin kimliğini kazanmalarından yana olmak, her türlü günübirlik liberal çıkarları, pragmatizmi ve bencilliği aşmayı gerektiriyor, sağı ve soluyla kapitalist modernite yaşamından vazgeçmeyi veya bu yaşamın karşısına dikilmeyi emrediyor, buna zorluyordu. Tersine o günlerin dünyası, küresel liberalizmin dünyayı fethetme savaşında şahlandığı günlerin dünyasıydı. Liberal faşizmin dünya çapında egemenliğini ilan ettiği yıllar yaşanmaktaydı. Politik açıdan ise, Ortadoğu hegemonik mücadelenin merkezi konumundaydı. Kürdistan üzerindeki mücadele hegemonik hesaplar açısından kilit roldeydi. PKK’nin ideolojik ve politik konumu hegemonik hesaplarla açık çelişki içindeydi. Dolayısıyla tasfiye edilmem bu hesapların önünün açılması anlamına geliyordu.
İmralı döngüsünde tüm bu tarihsel hesaplar şahsımda yeniden canlandı. İmralı sürecini çözümleyebilmem için uzun bir tarihsel temeli bulunan güncel çıkar çatışmalarının farkına varabilecek bir bilince sahip olmam gerekiyordu. Hegemonik sistemin komplo hesaplarında çok dikkat edilmesi gereken hususlardan biri de, ustaca planlanmış ve son iki yüzyılda uygulanan bölgeye ilişkin ‘böl-yönet’ politikalarına alet olmamak, özellikle hedeflenen Türk-Kürt çatışmasının derinleşmesinde bu güçler yararına kullanılmamaktı. Bu politikalara alet olan Ermeniler, Grekler, Balkanlardaki etnik yapılar, Araplar, Süryaniler, Türkler ve Kürtler çok şey yitirmişlerdi. Bunlardan bazıları binlerce yıllık vatanlarından ve kültürel varlıklarından olmuşlar, hatta ulusal toplum olmaktan çıkarılmışlardı. Ayrıca Türklerle birlikte yaşadıklarından ötürü birçok güç Kürtlere karşı öfke içindeydi. Malazgirt Savaşından beri stratejik önemini her zaman koruyan bu birlik, özellikle 1925’ten bu yana uygulanan inkâr ve imha politikasıyla berhava edildi. Cum-huriyet’in bu asli unsurunun inkârı ve tasfiyesine yönelik süreç derinliğine araştırılıp tarih felsefesiyle yorumlandığında, özünde bu stratejik birliğin hedeflendiği açığa çıkıyordu. İngilizler ve iç uzantılarının Mustafa Kemal’i zorlamaları komplonun en önemli adımıydı. Geleneksel Türk yönetim olgusunda, felsefesinde Kürt düşmanlığı ve asimilasyonculuğu yoktu. Bu düşmanlık özel amaçlarla geliştirilmişti. İsyan süreçleri ve sonrasında yaşananlar bu gerçeği doğruluyordu. İmralı’da oldukça dikkatimi çeken ve üzerinde daha da yoğunlaştığım bu durum, politik felsefemde köklü bir dönüşüme yol açtı.
Üç versiyon halinde geliştirdiğim savunmalarımda bu siyasi düşüncenin gelişimini görmek mümkündür. Vardığım sonuçlar ana hatlarıyla şöyleydi:
a- Komplo benim şahsımda sadece Kürtlere değil, Türklere de yapılmıştı. Teslim ediliş biçimi ve bunda rol oynayanla-rın niyeti terörün sona erdirilmesi ve çözüm olmayıp, bir yüzyıl daha sürecek anlaşmazlığın temelini derinleştirmekti. Beni komploya düşürmeleri bu niyetleri için ideal bir fırsat sunmuştu. Bu fırsatı sonuna kadar kullanmak isteyeceklerdi. Aksini düşünmek mümkün değildi. Çünkü isteselerdi, bu yönde çok olumlu gelişmelere katkı sağlayabilirlerdi. Oysa işleri sürekli çıkmaza sürüklüyorlar, sorunu çözmek yerine tam bir kördüğüme dönüştürüyorlardı. Tipik bir İsrail-Filistin ikilemi yaratılmak isteniyordu. Nasıl ki İsrail-Filistin ikilemi yüz yıldır Ortadoğu’da Batı hegemonyasına hizmet etmişse, ondan çok daha büyük boyutlu olan Türk-Kürt ikilemi de en azından bir yüzyıl daha hegemonik hesaplarına hizmet edebilirdi. Zaten 19. yüzyılda bölgedeki birçok etnik ve mezhepsel sorunun geliştirilmesinde ve çözümsüz bırakılmasında aynı amaç güdülmüştür. İmralı gerçeği bu yöndeki ham bilgilerimi iyice olgunlaştırdı. Fakat karşımda duran en önemli sorun, bunu Türk yönetici elidine kavratabilmekti.
b- Dolayısıyla komplonun benden, Kürtlerden daha çok Türklere yapıldığını kavratabilmek en önemli sorunum haline gelmişti. Bunu sorguculara sıkça vurguluyordum. Ama onlar kendilerini başarı şehvetine kaptırmışlardı. 2005’te Kürt kimlik ve özgürlük hareketinin eskisinden daha diri olduğunu kavradıkları zamana kadar bu yaklaşımları devam etti. Konu üzerinde daha derinliğine yoğunlaştığımda, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerindeki komplo unsurlarını daha yakından gördüm. Türk bağımsızlığı denilen olayın en fena bağımlılık türlerinden biri olduğunu fark ettim. Türklerin bağımlılığı ideolojik ve politikti. İnşa edilen milliyetçilik ve ulusçuluğun yabancı menşeli olduğunu, Türk toplumsal olgusu ve tarihiyle pek az ilgisinin bulunduğunu gittikçe daha iyi fark edebiliyordum. Hegemonik güçler Türk yönetici elidinin iktidar konusunda ne denli zaaflı olduğunu biliyorlar ve bu zaafı kullanıyorlardı. Kürtler üzerinde kurdukları sınır tanımaz hâkimiyet de aynı zaaftan ileri geliyordu. Bu hâkimiyet aynı zamanda mahkûmiyetleri demekti. Hâkimiyetleri hep güdümlüydü, öz ideolojileri yoktu; daha doğrusu, ‘hâkimiyet her şey, ideoloji hiçbir şey’ kuralı işletiliyordu.
c- Hegemonik güçlerin Türk-Kürt ikileminin derinleştirilmesinde kullandıkları yöntem ‘tavşan kaç, tazı tut’ yöntemiydi. Öyle ki, hem tazı hem de tavşan bu kovalamacada yorgun düşecekler, sonuçta her ikisi de sahiplerinin hizmetine ve kullanımına gireceklerdi. Bana bizzat uygulananlar bu yöntemin doğrulanması anlamına geliyordu. Gerek AB Konseyi’nin yaklaşımları gerekse AİHM’in kararları tam da bu politikanın uygulanmasına hizmet ediyordu. İki tarafı da kendine sonsuz bağlama mantığı geçerliydi. Amaç adalet ve çözüm değildi. Savunmaları daha çok bu mantığı teşhir amacıyla geliştirdim. Hiçbir NATO ülkesinde görülmeyen bir biçimde Gladio örgütlenmesini devletin tepesine oturtmak iyi niyet ve güvenlikle izah edilemez. İpleri kendi ellerinde olduğu ve ülkeyi diledikleri gibi yönetmelerine eşsiz bir fırsat sunduğu için, Gladio’nun Türkiye uzantısına göz yummuşlardı. Bir bütün olarak Gladio yakından incelendiğinde ve felsefesi açığa çıkarıldığında görülecektir ki, hedef en kısa yoldan ülkeyi işgal etmek, halkını parçalara bölmek ve karşılıklı çatıştırmaktı. Özellikle Ortadoğu’daki uzantılarında bu gerçeklik sıkça yaşanan uygulamalarla kendini ortaya koyuyordu. Bir halkı yönetmenin en etkili aracıydı. Hem halkını devlete karşı çıkartıyor, hem de ikisini birbirine ezdiriyordu. Tehlikeli gördüklerini bu yöntemle tasfiye ediyorlardı. Türkiye’nin son altmış yıllık yönetim gerçeğinde bu olgu çok çarpıcıydı. Ülke âdeta Gladio çatışmalarının laboratuarı haline getirilmişti. Sadece PKK’nin tüm önemli süreçlerinde yaşanan Gladio’dan kaynaklı çatışmalar, devletin ve halkların yüzyıllarca süren geleneksel dostluklarının sonunu getirmeye yeterli olmuştu.
d- İmralı sürecini bu oyunu bozmak için ideal bir platform olarak değerlendirdim. Bunun için gerekli olan teorik temelimi güçlendirdim. Barışın ve siyasi çözüm koşullarının bütün felsefi ve pratik argümanlarını geliştirdim. Demokratik siyasi çözümün özgünlüğü üzerinde yoğunlaştım. Zorlu ve sabır isteyen bu çalışmalar komplonun kısırdöngülerini kırabilir ve çözüm alternatiflerini geliştirebilirdi. Bu konuda kendime güvenmekten başka çarem yoktu. Aslında komplo sürecinde rol alanların niyeti farklıydı. Benim şahsımda PKK’nin ve Özgürlük Hareketi’nin bitirilişini sağlamak istiyorlardı. Cezaevi uygulamaları, AİHM ve AB’nin tüm yaklaşımları bu ana amaçla bağlantılıydı. Benden arındırılmış bir Kürt Hareketi aranıyordu. İğdiş edilmiş, efendilerinin hizmetinde olan geleneksel işbirlikçiliğin modern bir versiyonu oluşturulmak isteniyordu. Özellikle ABD ve AB’nin uzun vadeli çalışmaları bu doğrultudaydı. Türk yönetici elidiyle bu temelde ittifaklara açıklardı.
Özcesi, özellikle İngiliz hegemonyacılığının önce işçi sınıfı hareketinde, daha sonraları ulusal kurtuluş hareketleriyle devrimci-demokratik hareketlerde başarıyla uyguladığı bu iğdiş etme modeli, liberal insan hakları ve özgürlükleri yöntemiyle başarıya ulaşmıştı. Devrimci önderleri ve örgütleri tasfiye etmişlerdi. Yüzlerce yıldır uyguladıkları tasfiye yöntemlerinin bir benzeri PKK’ye ve devrimci kolektif özgürlük ve eşitlik hareketine uygulanıyordu. İmralı sürecinden beklenen esas sonuç buydu; üzerinde çokça çalışılan ve ustaca uygulanmak istenen plan buydu. Strateji ve taktikler bu plan çerçevesinde geliştiriliyordu. Benim bunlara mukabil geliştirdiğim savunma ne klasik Ortodoks dogmatik tutuma, ne de kendimi kurtarmaya ve koşullarımı iyileştirmeye dayanıyordu. Savunmama yön veren şey ilkeli, halkların tarihsel ve toplumsal gerçekliğine uygun onurlu barış ve demokratik çözüm yolu oldu.
Reber APO
- Ayrıntılar
Hasan Bindal (Hamza) yoldaşı ulusal birliğin harcı olarak anlamalıyız. Hamza arkadaşa büyük değer vermek gerekiyor. O'nu ulusal birliğin harcı olarak anlamak gerek. Çok iyi tanıyorum kendisini, bende anıları var, en eski çocukluk arkadaşımdır. Şehit Hamza'yla ilişkimizin, -özenle vurgulayacağım-, beni nereye götürdüğünü biliyor musunuz? Ulusal birlik fikrine götürdü. Ailelerimiz arasında çelişki vardı; onun için, bir araya gelmemizi, arkadaşlık kurmamızı istemiyorlardı. Çocukluğumuzda bile bu tarzda bir engelleme vardı. Ben, ısrarla O'nunla arkadaşlığı sürdürmek istedim. Çok zor da olsa sürdürdüm ve O da takip etti bu arkadaşlığı. Sadık bir yoldaş olduğunu kanıtladı ve iyi bir yoldaşlık örneği sergiledi.
Şüphesiz, kendisi şehit Haki, Halil Çavgun, Mazlum, Kemal, Hayri, Agit ve yüzlerce pırlanta değerindeki şehitlerimizin, bir o kadar parlak ve son halkasıdır. Kendisini 1990'ın 25 Ocak'ında yitirdik; önemli günlerin hazırlık çalışmaları içinde, tüm yapısıyla kendisini göreve adamış bir şekilde ve tamamen görev basında yitirdik kendisini. Bu, parti tarihimizde, şehit Hamza'nın bir kilometre-taşı olarak ele alınması gerektiğini ortaya koyuyor ki öyledir de. Partiye hizmet etmiştir. Her arkadaşa şu veya bu şekilde hizmeti olmuştur. Belki görünmez ama hepinize şu veya bu oranda hizmeti olmuştur.
Acısından ve olayın kendisinden bahsetmeyeceğini. Ama düşünce ve ruhta, beni şüphesiz derinliğine etkilemiştir ve hatta biraz daha yenilenmeye götürebilecektir. O'nu, biz partinin anlamlı şehitlerinden biri olarak görüp, hareketimizin temel taşlarından birisi haline getireceğiz.
Bunu yaşamıyla gerektiriyor, şahadet anıyla gerektiriyor. En ufacık bir acı bile duymuyor şehit olurken; olağanüstü bir durumda çok soğukkanlı. Bu ne demektir. Ölüm O'nun için yok! O'na, somut bir biçimde daha çok layık olmanın büyüklüğünü yaşayabilmeliyiz.
Şunu düşünüyorum; şehidi yüreğimize sığdırıyoruz ama bir önder, eğer gerçekten şehitleri temsil ederse önderdir ve onların yaşamına bütünüyle bağlı kalırsa önderdir. Bunu, bütün çıplaklığıyla görmemiz için bir vesiledir O. Buna dayanabilmek çok zordur, fakat çok kudretli kılar adamı. Dayanabilirsen ve yaşatabilirsen buna varırsın. Şahadete bağlılık, yüzlerce hitabın veremeyeceği bir anlamı veriyor, ciddiyeti veriyor.
Kendinizi tümden onlara uyarlama, onları tamamen özümseme ve bu temelde kişiliği saflaştırma; görevi büyük kılan budur. Bunun size büyük hizmeti oluyor. Anıları size hizmet ediyor. Yaşamınız boyunca bu büyüklüğü herhalde sizler de bu halka kat be kat vereceksiniz. Böyle yapacağız. Yürek büyüklükle yanmalı, düşünce büyük sıçrama yapmalıdır. Acı böyle giderilir, dönüştürülür.
Biz, şehit Hamza'yı bir komutan olarak düşünüyorduk. Fakat O'na daha açmamıştık. Bir Hz. Hamza gibi diyordum, gideceği yerin komutanı olacak, savaş komutanı olacak. Yine bu değerde olan birisidir. Yani, o yoldadır kesinlikle, O'nun şahadetini içimize yedirirken, bin defa Yasasın Kürdistan demek gerekiyor. PKK sonsuzluğa doğru yol alsın denilir. Bundan hiçbir zaman sapılmasın, herkes o sadakati Kürdistan'a, partiye ve önderliğe göstersin denilir. O'nun şahadeti tamı tamına bunu izah ediyor. Ülkeye, partiye ve önderliğe büyük sadakatle bağlılığın şehidi!
İslam tarihinde Sıddık'tan çok söz edilir; öyle biri. Eğer gerçekten layık olunacaksa, her birimiz, her PKK militanı sadakati temsil edecektir. Ülkesine, partisine ve önderliğine, sonsuza dek, bağımsız ve özgür yaşama dek sadakati temsil edecektir. İşte o zaman, Kürt insanı diyecek ki, benim de sadık, bağlı değerlerim vardır.
Değerlerimizin sadakati, davaya bağlılığı, beni, ülkeye sonsuz derecede bağlıyor, devrime sadık kılıyor. Şehitlerimizin anısı temelinde, partiye, ülkeye, devrime bağlılık esastır. Bizi bugünlere getiren budur.
Şüphesiz, Kürdistan halkı bu şehidimizden çok şey öğrenecektir. Sizler başta olmak üzere PKK'liler çok şey öğrenecektir. Şehidimiz burada bu şekilde tarihi rolünü oynayacaktır.
Bir yoldaşın bütün canlılığıyla gözümüzün önünde yaşaması, bizde bir yürek olur, bir düşünce ve bir ruh olur. Bu durum, olumsuz yönden etkilenmemize müsaade etmez. Bizler, Kürdistan'ı böylesi şehitlerimizin şahsında daha da büyütürüz; halkı, çıkarsız sevmeye, düşünmeye, kurtarmaya yürürüz. Günler çok ağır da geçse, sizler bu günleri çok anlamlı kılarak, şehitlerin anısına bağlı kalarak yaşayacak ve oldukça olgunlaşacaksınız. Hamza arkadaşta yakalayabileceğiniz en önemli özellik de olgunluktur, alçakgönüllülüktür. Bunlar, sizin için de değerli ve bu biçimde yaşamınızda oldukça etkili olacak hususlardır. Anılara başka türlü yaklaşmamak da gerekir. Anılarını çok yüceltmek gerekiyor. Bütün şehitlerin yaşamını tekrar tekrar büyüklüğümüzün bir aracı haline getirerek, onları yaşayarak karşılık vermelisiniz.
Bizim şehitlerimiz çok büyük; açıları çok büyük ve derin. Ama biz, onların büyük acısını, büyük PKK'ye, onun büyük militan kişiliğine büründürerek yaşatıyoruz. Başka çaremiz de yok. Ağlamakla, kendimizi acılı duygulara bırakmakla altından çıkamayız. Bu durumda bizim yapacağımız iş, 1990 hamlesine katılacak olan, başta parti militanları olmak üzere tüm Kürdistan halkını, bu anı temelinde daha olgun, daha güçlü bir savaşım içinde tutmak ve anıyı bu temelde gelişecek güçlü savaşımda somutlaştırmaktır. Bu, hepimiz için geçerli olan tarzı da ortaya çıkarır.
Hamza arkadaşı yakından tanıyorsunuz; ama benim en yakın arkadaşım, çocukluk arkadaşımdır. Beş yıl burada, yakınımdaydı. Benim için ulusal birlik misaliydi. Ben şahsınızda neyi yakalıyorum? Halkımızın çok uzağında düşmüş bir alandan, vatanın çok uzak bir köşesinden gelmişsiniz. Biçilen anlam sizlere her şeyi verir. Bunun için tüm gücümüzü ortaya koyuyoruz. Bu anlamda bize vereceğiniz karşılığın, gerçekten Kürdistan'ın muhtaç olduğu büyüklüğe ulaşmak olacağına inanıyorum. Yaşım, tecrübem demeden, yeter ki bu büyüklüğe ulaşın. O zaman bizim çabalarımızın karşılığını vermiş olacaksınız. Bunlar olursa, yaşam daha da anlam kazanacaktır. Şehitlerin yeri daha fazla büyür içimizde. Aksi takdirde, yani bir karşılık veremezsek böyle olamazsak, bu ağır koşullarda düşmanın bu imhasını boşa çıkaramayız; onun enginliği ve jenosidi karşısında ayakta duramayız.
Daha önceki konuşmalarımda sıkça belirttiğim gibi, şehitlerin anısına bundan dolayı da büyük değer biçmek gereklidir. Hazineler değerindeydi, ne kadar yüce değerler varsa ona ulaşma gücündeydi. Siz de ona ulaşabilirsiniz; tertemizsiniz; bütün gençliğinizle ve de en ufak bir kişisel çıkar peşinde olmadan, bir halkın hizmetine ve gerçekten PKK gibi şehitlerin abideleşmiş ifadesine katılacak bir büyüklük sergileyebilirsiniz. Bu anlamlıdır. Ben bu anlamı iyi değerlendiririm ve ona da çok iyi göz kulak olurum. Bu temelde, şehitlerin anısının hepinize, bütün genç katılanlara çarpıcı bir şekilde yansıtılmasına özen gösterdim. Eminim ki, sizler de buna ulaşabileceksiniz. Büyüklüğü, olgunluğu, alçakgönüllülüğü yerinde ve zamanında yaşayabileceksiniz; bu size güç verecektir. Sizler de şehitlere layık olmakla partiye ve halka güç vereceksiniz. Ve bunda çok ısrarlı davranırsanız, onların yerini kat be kat doldurabilirsiniz. Hem de gençliğinizin coşkusu ve enerjisiyle, onların anısını çok çok ileri götürebilirsiniz. Böyle olursa, bu acılar bizi daha da güçlendirir. Sizler böyle olursanız, PKK daha fazla kazanır. Mutlaka böyle yapmalıyız. Ve bunda kararlıyız.
Ben de, şu anda büyük şehidimizin anısına en uygun kişilikle karşılık vermeye çalışıyorum. Ocak çözümlemelerini şehidimizin anısı olarak veriyoruz ve sonuçla, O'nun özlemini, önümüzdeki atılıma yansıtacağız. Bu sizlerin de özlemidir. Bu temelde daha da güçlenerek çıkacağız. Başka türlü zayıflık beklenemez. Kendinizde bu gücü görüyorsunuz. Duygusal, böyle zayıf olma biçiminde değil de, bugünü yaşamınızın bir dönemeci ve bir kilometre taşı haline getirmeye, büyük yüreğe ve büyük Kürdistan yurtseverliğine, PKK'nin büyük militanlığına ulaşmaya, belki de aylarca ve hatta yıllarca sağlayabileceğiniz mesafeyi bugünün ertesinde sağlamaya yönelmeyi esas alacaksınız. Ve her zamankinden daha fazla hem büyümüş, hem de tek vücut olmuş olacağız. Şehitler bizde gerçekten yaşamı sürdürüyorlar. Biz onların yaşamının ayrılmaz bir parçasıyız ve onlara gereken değeri vereceğiz.
Bu temelde büyük bir hassasiyet gerektiğini, Ocak çözümlemelerinde kıyamet koparırcasına hissettirmeye çalıştım.
Ocak 1990
Reber APO
- Ayrıntılar
Parti ve ulusal kurtuluş mücadelesi tarihimizde '91 yılının bu son devresini tamamlarken her bakımdan önemli bir süreçten geçmekteyiz. Bir yandan düşman, kendini yenileme, birincil sırada mücadelemizi gündemine koyup özel savaşını eskisi kadar inanmasa da ama yine de ısrarla sürdürme gibi bir konuma ulaşmaya çalışırken, diğer yandan parti ve ulusal kurtuluş mücadelemiz de kendini hem yenileme ve hem de güçlü bir tecrübe temelinde geleceği kesin kazanma biçiminde gündemine koyma ve bu sefer bir daha yıkılmaya, gerilemeye meydan vermeyecek bir gelişmeyi kesinlikle sağlama gibi bir durumla yüz yüzedir. Biz burada bu çalışmayı geliştirirken, sadece standart bir çalışma dönemini gerçekleştirmedik. Her bakımdan derinleşmiş çizgi ve ayrıntılı uygulama esasları üzerinde çok yönlü durduk ve hatta geleceğin üzerine yürürken engel teşkil edecek tutumlara, anlayış ve çaba düzeyinde artık hiçbir bahaneyle girilemeyeceğini kesinleştirdik.
Gün öyle bir gün, dönem öyle bir dönem ki, artık kendini aldatmanın hiçbir anlamının olmadığı, ne bunun nedenlerine ve ne de sonuçlarına bir anlam verilemeyeceği, belki eski yaşamın çıkarları açısından böyle bir yaklaşımın anlamı olsa bile, artık günümüzde bunun hiç imkânının kalmadığı göz önüne getirildiğinde, ulaşılması gereken yaşama çok yaklaşılması, artık bir bütün olarak partinin, sizlerin doğru ve kesin yürümesini emretmektedir. Bunun gereklerini yerine getiremeyenler, hiçbir af, hiçbir lütuf beklemesinler, kendilerini açındırmasınlar, ortaya koydukları davranışlara hiçbir gerekçeyle saygı ve sabırla karşılık görmeyi beklemesinler. Böylesine güç bir dönemde, böyle tutumları sergileyenler aslında lanetle anılmaktan öteye, ölseler de kabaca böyle değerlendirilmekten kurtulamayacaklardır. Bu her zamankinden fazla şimdiki çalışmalarımızda kesinleşmiş, kararlaştırılmıştır. Geçmişin dolaylı-direkt düşman etkisi altında oluşan ve oldukça yanılgılı gaflet türü yaşamı, parti tarafından aşılmıştır. Ama ısrarla yine de yaparız diyenler olursa, onlar kendi ettikleriyle kendi ölüm fermanlarını yazmış olacaklardır. Bunu artık tartışamayız, affetme gibi bir müessese bile artık burada işlemez. Bu kısa belirlemeden sonra tekrar da olsa kısa bir durum değerlendirmesi yapmakta yarar var. Dünya düzeninde yeni gelişmelerin yaşandığı özellikle yüzyılın başından itibaren sosyalizmin kapitalist-emperyalist sistemi zorlayarak Ekim Devrimi'yle gedik açması, Sovyet sosyalist sistemine ulaşması, Birinci Dünya Savaşı'nın zayıf düşürdüğü sistemden böyle bir sonuç çıkartması, ikinci Dünya Savaşı'ndan daha da güçlenerek çıkması, yüzyılın ilk yarısının en önemli gelişmesidir. Bu gelişme dünyayı iki kutuplu, iki sistemli bir gelişmenin içine aldı. Ama gerçekten geçmiş yüzyıllarla kıyaslanmayacak kadar halkların-emek-çilerin lehine olan bu büyük gelişme, günümüze doğru geldiğimizde, Sovyet sistemi içindeki gerileme ve restorasyon çıkışlarıyla bugün için değişik tarzda da olsa dünyayı yeni bir düzenle karşı karşıya bırakmıştır. Hiç şüphesiz eski klasik sömürgeci emperyalist sistem söz konusu değil yine kapitalizmin eski türü önemli oranda aşınmış, kurulmak istenen yeni düzen kendini çeşitli biçimlerde ele vermektedir. Yeni düzenin belli başlı özellikleri, kapitalizmin yasalarını evrenselleştirme, ulusal sınırları biraz daha zorlama, uluslararacılığı geliştirme, ama bunu daha çok ABD'nin hâkimiyetine götürme, ABD'nin bu anlamda bir zorlaması biçiminde kendini ortaya koymaktadır. Bunalımı bu biçimde evrenselleşerek aşmak istemektedir. Eski sosyalist ülkelere kapitalizmi taşırarak çıkış yollarını bulmaya çalışıyor. Bunu yaparken gerçekten oldukça bağımsızlaşmış uluslar gerçeği içinde olduğunu biliyor, uluslara klasik ve yeni sömürgeciliği dayatmanın koşullarının olmadığının da bilincindedir, ama yine de belli bir bağımsızlık türünü, egemenlik statüsünü derece derece, bölgeler biçiminde olsun, uluslar bazında olsun uygulamaya çalışmaktadır. Bunu yaparken, demokrasi bayrağı altında ve insan haklarına dayalı olma temelinde yaptığı iddiasına sarılmaktadır. Açık ki hem insan hakları ve hem de demokrasi, kapitalizmin yaygınlaşması açısından da anlam ifade eder. Özellikle emperyalist ülkelerin içindeki diktatörlüklerin aşınması -ki her ülkenin somut koşullarına göre değişik anlamları vardır, ama ağırlıklı olarak aşınmışlardır- ileri bir adımdır. Son çözülüşler, yıkılışlar birçok devrimci değeri de kendisiyle birlikte götürmesine karşın, kapitalizmin köhnemiş birçok yaklaşım ve uygulamalarını da tasfiye etmek zorunda kalmıştır. Özellikle dengelere dayalı diktatörlüklerin son elli yıldır halklar üzerinde anlamsız bir ağırlık teşkil etmeleri ve gelişmeden çok daralmaya ve insanı engellemeye yönelik yanlarının daha bir göze battığı bir gerçektir ve bu anlamda diktatörlüklerin yıkılması, bütün yetersizliklerine ve devrim alternatifinin güçlü olmamasına karşın daha elverişli bir ortama da yol açıyor. Her ne kadar bu yıkılışlar fazla çatışmalarla olmuyorsa da -ki, bu daha çok Sovyet sistemindeki gelişmeyle bağlantılıdır-yine de çatışma olasılıkları sık sık gündeme geliyor, gerçekleşiyor ve tam belirgin olmayan bir duruma yol açılıyor.
Yenidünya düzeni aslında düzen olmaktan öteye bir belirsizliktir. Düzen biraz belirginleşmeyi ifade eder, bu anlamda düzen değil, biraz düzensizlik gelişiyor. Bu düzensizliğin, belirsizliğin daha nasıl gelişeceği, nasıl karmaşık hale geleceği tam kestirilemiyor. Sosyalist ülkelerin içine girdiği durum aslında tam bir belirsizliktir. Geçmiş sistemin aşılması kötü değil, lakin yenisi kurulamıyor. Adına demokrasi deniliyorsa da henüz bunun nemenem bir demokrasi olduğu netleşmemiştir. Diktatörlükler yıkıldı deniliyor ama bunların yerine ne denli bağımsız ve özgür eğilimlerin geliştiği netleşmemektedir. Dolayısıyla emperyalizmin, özellikle ABD emperyalizminin, başardım demesinin hiçbir anlamı yoktur. Dikkat edilirse bu yıkılışlar ABD'nin saldırılarıyla olmadı, kendi içindeki olumsuz öğelerin, çözümsüzlüğün bir sonucu olarak yıkılış oldu. Değişik bir yıkılış türüdür, dıştan ağır baskı altında gelişen değil, kendi içinde bir hatalar sisteminin, bir yanlışlar sisteminin, bir sosyalizmin özüne ters düşmenin yol açtığı kokuşmanın, kendi içinde oldukça bağlanmanın sonuçta bünyeyi kemirip çürütmesi biçiminde bir yıkılıştır, çözülüştür. Bunun yerine ABD emperyalizmi ne getirebilir? Köhnemiş sömürü yöntemlerini dayatmakla bu halklar tatmin olamazlar: Emperyalizm kendi köhnemişliğiyle gerçekten inandırıcı olmaktan son derece uzak. Demokratik kurumlar olsun, kapitalizmin ekonomik yöntemleri olsun bu halklara fazla bir şey veremez. İşte çekilen sancı buradadır; kendilerine yakışmayanı reddetmişlerdir ye bu iyi bir şeydir, ama yakışan nedir? Kabul edebilecekleri nedir? Kapitalizmden bu konuda alacakları çok azdır, kendilerinin bir şeyler ortaya çıkartması gerekiyor, işte belirsizlik bu anlamdadır ve bunu gidermeleri için de epey çaba harcayacaklardır. Kendi içlerinde kendi sistemlerini yenileyip ortaya çıkaracaklardır. Bunu buluncaya, bunu yaratıncaya, bunun savaşımını verinceye kadar da, bu içinde bulundukları bunalım dönemi, daha da artarak devam edecektir. Nitekim günlük gelişmeler de bunun böyle olduğunu ortaya koymaktadır.
Öyle sanıyoruz ki, kapitalizmin zorlukları da artmıştır. Reel sosyalizm uzun süre kapitalizme dayanak teşkil etti. Onun yıkılışı emperyalist-kapitalizmin sorunları anlamına da gelir. Dolayısıyla emperyalist-kapitalist cephede de bunalım krizleri daha köklü ve yine bir aşama biçiminde gelişebilir. Eskiden bağımlı, uydu ülkelere kadar diktatörlükler dayatarak götürmek istiyordu durumu, yine kendi içinde sürekli tekelcilik ve anti-demokratik yöntemlerle götürüyordu, fakat şimdi bunlar yıkılıyor. Dolayısıyla yakın dönemde kapitalist-emperyalist sistemin içindeki bunalımın da yeni biçimler altında daha köklü, daha derin gelişmesi kaçınılmazdır. Bütün bunlar, önümüzdeki dönem açısından yeni düzen çalışmaları biçiminde kendini dile getirmekteyse de biz buna yeni düzenden ziyade, düzensizliğin gelişmesi, iki sisteme, iki bloğa dayalı düzenin aşılması, ama henüz yeni dünya düzeninin nasıl gelişeceğinin de kestirilememesi diyebiliriz ve bu ancak yine halkların ve daha çok da emeğe dayalı çözümlerin devreye girmesiyle çözüm bulacaktır. Bu da sosyalizmin kendini yenilemesi anlamına geliyor. Sosyalizmin bir döneminin kapanıp yeni bir döneminin açılmasıyla, sosyalizmin mevcut gelişmelere karşılık verecek bir aşamaya kendisini ulaştırmasıyla ancak, çözüm sağlanabilecektir. Yani önümüzdeki dönemin düzeninin sağlanmasında sosyalist yenilenme kesin bir çözümleyici güç olarak kendisini dayatacaktır.
Sosyalizmsiz bir dünya düşünülemez. Ama şimdi böyle bir sosyalizmin nasıl gelişmesi gerektiği de tam bir kargaşa içindedir, eski biçimler kesinlikle çözüm değildir. Eski biçimlere, o neredeyse yüz yılı aşan biçimlere sarılmak, özellikle kalıpçı yönlerine sarılmak beyhudedir. Bunun sonuç getiremeyeceği zaten anlaşılmıştır, ama yeni biçimleniş, yeni bir muhtevayla birlikte nasıl kendisini gösterecektir? Yeni teorik perspektif kadar, yeni program ve perspektif kadar, yeni program ve örgütlenme biçimleri de kesinlikle önümüzdeki dönemin sosyalizmini bekleyen çalışmalar olacak, bu yönlü görevlerin yerine getirilmesi söz konusu olacaktır. Dolayısıyla yeni düzenlemenin kapitalizmin gücüyle değil, sosyalizmin gücüyle gelişim göstereceği kesindir.
Sosyalizme inançsızlığın özellikle körüklenmek istendiği günümüzde asıl yapılması gereken sosyalizm uğruna daha kapsamlı bir teorik çalışma ve onun öncü pratik çabalarını sergilemektir. Mevcut yeni düzen diye tabir edilen gelişmeye verilecek en doğru yaklaşım budur. Kapitalist emperyalizmin daha iyi incelenmesi ve yeni dönemde aldığı biçimlerinin -sömürü olsun, baskı sistemleri olsun, yine onun kül-türel-sosyal boyutları olsun-gelişiminin nasıl olduğunun dikkatle incelenmesi gerekmektedir ki, bu yaratıcı yaklaşımlara ihtiyaç gösterir. Ulusların bağımsızlık hareketlerinin yeni biçimleri, klasik sömürgeciliğe ve yeni sömürgeciliğe karşı kazanılan ulusal kurtuluşların, bağımsızlıkların önümüzdeki dönemde nasıl evrim göstereceği, yeni bağımsızlık türlerine sosyalizmin öncülüğü altında ve onun bağlaşık-lığıyla nasıl ilerleme kaydedeceği üzerinde durmak önem taşıyacaktır. Bu yönlü gelişmeler şüphesiz ki içinde bulunduğumuz dönemin önemli sorunlarını teşkil eder. Basmakalıpçı yaklaşımla bu sorunlar çözümlenemez. Sosyalizm herhangi bir ideolojiden daha fazla bilimsel bir özelliğe sahiptir, dolayısıyla bilimsel özelliğine daha çok sarılarak ve fakat geçmişindeki muazzam yetmezlikleri ve yanlışlıkları da görerek, aşarak, insana en yararlı sistem olmayı bir kez daha kanıtlayacak ve insanın kurtuluşunda hayati rolünü mutlaka oynayacaktır.
İşte böylesi bir dünya düzenlemesi içerisinde belki de tarihin ve günümüzün en kadük, en kemikleşmiş, en başa bela bir sistemi olan Türkiye Cumhuriyeti gerçeği karşımızda durmaktadır. Biz bu gerçek üzerine çok şeyler söyledik. Şu açık ki bu, bir yandan köhnemiş Osmanlı yıkıntıları üzerine, fakat bir o denli de onun içinden gelmiş değerler tarafından inşa edilirken, kendisi için en elverişli bir uluslararası durumdan güç aldı. Yani 1920'lerdeki kapitalizm-sosyalizm çatışmasının denge politikasına en çok imkan verdiği, böylesine bir politikaya dayanarak rahatlıkla sonuç alınabilecek bir aşamanın da ürünüdür. Bir yandan son derece elverişli bir Osmanlı kalıntıları sistemi, diğer yandan buna oldukça imkan sunan bir yeni uluslararası kapitalist-sosyalist çelişkisinin yanı başında boy vermesi, TC'yi TC yapan gerçek nedenlerdir. Ve o yetmiş yıldır aşağı yukarı bu dengenin bir ürünü olarak yaşama imkanı bulabilmiştir. Bir gerçeği kavramak için ona hayatiyet kazandıran ortamı, etkenleri iyi görmek gerekir. Dolayısıyla yetmiş yıldır ulusal imhamızı neredeyse sonuç alacak aşamaya getiren bu gerçeği, neden ve sonuçlarını iyi görmek zorundayız. 1920'lerin başında böyle şekillenirken her türlü feodal entrika baskı ve sindirme yöntemleri kadar dengeciliğin de her türlü politik kurnazlığını sergiledi. Karşısındaki Anadolu emekçileri zaten çağlar ötesinin uykusu içindeydiler. Çok sınırlı bir Osmanlı eliti ve yaşamlarını mutlak anlamda ancak böylesi bir devlet kalıntısına ve onun yeni uluslararası alanı değerlendirmesine dayalı olarak gören paşalar, her türlü çılgınlığı elbette yapacaklar, kural-kaide tanımayan, ahlak tanımayan, baskı ve sömürüde sınır tanımayan bir gerçekliğe ulaşacaklardı. İşte TC budur. Buna karşın yüzyılların çokça yenilmiş, alabildiğine işbirlikçi ve hep aleyhte yer almış bir aşiret, kabile sistemi içinde bulunan toplumumuzun hakim öğeleri (aşiretçi-feodal önderlik elbette ki biraz çıkarlarını kollama amaçlı) TC gerçekliği karşısında kendini kollama girişimlerinde büyük bir felaketle karşı karşıya gelecek ve sadece kendileri açısından bu felaket bu kadar derin kalmayıp halk açısından çok daha derin sonuçlara yol açacak, bu dönemin hakim eğilimi olan ulusal gelişme açısından, ulusal kurtuluş açısından en büyük handikaplardan birisi haline gelecekti. Yeni düzene kolay bağlanma, işbirliğine yönelme aşiretçi-feodal önderliğin tarihi bir özelliğidir. Onlar kısa bir isyan döneminden sonra hızla işbirliğine yönelmiş ve ulusal değerlerin ölümcül darbeler yemesine yol açmışlardır. Biliyoruz ki isyan dönemlerinde, çok kötü bir işbirlikçilik türü boy vermiştir. Her türlü ulusal imhayı, inkarı birlikte getiren ve muazzam örgütsüz, uluslaşmamış, vatan ve özgürlük değerlerinin yanından bile geçmemiş, yüzyılların o aşiret, kabile, feodal din, mezhep çelişkileri içinde boğulmuş bir toplum gerçeği içerisinde tabii ki gerisin geriye gidilecek, her şey tartışmalı hale gelecek, nefes alınamaz bir duruma gelinecek ve bu bizlerin de içinde şekillendiği bir dönemin oluşmasına yol açacak; ulusallık adına, özgürlük adına, her türlü insani değer adına bir şeylerin neredeyse kalmadığı bir durumla yüz yüze bırakacak, son derece inkarcı bir neslin, örgütlenme tanımayan, toplumu tanımayan, temel insani değerleri tanımayan bir inkarcı neslin doğmasına ve işte bu nesle dayalı çok tehlikeli bir yaşamın boy vermesine yol açacaktı! Biz kendimizi dünyayla yüz yüze bulduğumuzda, aslında bize biçilen kaftan budur, önümüze serilen yaşam budur. 1950'ler sonrası, bu anlamda yenilmeden de öteye, eski yaşam kalıntılarının da ötesinde, ne yeni adına TC'nin bizzat kendi değerlerini sunabildiği, ne de eski adına bize bir şeyin kaldığı, aksine her şeyin alınıp-götürüldüğü, en yoksullaşmış bir dönemin nesli olarak büyüme ve bu anlamda çok zayıf bir kişilikle, çarpık, zayıf, inkarcı bir kişilikle vücut bulma gibi bir yaklaşımla kuşatılmak ve onun içinde şekillenmekten başka bir çaremiz yoktu. Bu kölelik, dünyanın belki de hiçbir toplumunda, ulusunda, halk gerçeğinde ortaya çıkmayan bir kölelik biçimidir. Dolayısıyla üzerinde halen durmakta yarar görüyoruz.
PKK'nin 1970'lerdeki çıkışını değerlendirirken, dayandığı sosyal zeminin ne kadar ulusallıktan ve halklaşmaktan uzaklaştırılmış olduğunu, ne kadar ulusal inkarcılık ve ihanetin geliştirildiğini, hatta insani değerlerin ne kadar yerle bir edilmiş olduğunu, bunun nasıl, kimler eliyle ve ne kadar başarılmış olduğunu değerlendirirsek ancak çıkışın anlamını hakkıyla kavrayabiliriz. Başlangıçtaki sınırlı bilinçlenme bugün daha da gelişmişse, bu gerçeğe bizi 'mutlaka daha iyi ulaştırmak içindir. Ulaştırdığı oranda da biz temel insani değerler, ulusal özgürlük değerleri ve bunun yaşamsal ifadesi biçiminde kişilikleşmelerden bahsedebiliriz. Bu yeni yeni tanıdığımız, bu temelde güçlenme denilen bir olayı gerçekleştirmemiz anlamına da geliyor. TC'nin günümüze doğru evrimi nedir? Aslında, belirtildiği gibi, antidemokratik, oldukça feodal kalıntılar içeren ve çağdaş cumhuriyetlerle bağdaşmayan bu cumhuriyet, esas gücünü sosyalizm-kapitalizm çelişkisinde buldu. Dengeye dayanıyordu, bu temelde doğdu, 1950'lere gelindiğinde NATO'nun kanadı altına girerek, biraz daha gelişme imkanı bulabildi. Kendini NATO'ya adapte ederek, uluslararası kapitalizmin ve tekellerin gelişmesine uyarlayarak yüzyılımızın bu son çeyreğine kadar getirebildi. Ama yine de her zaman olduğu gibi, sert bir askeri yönetim olmadan yürüyemeyecek kadar zayıftı. Esas itibariyle TC bir askeri cumhuriyettir, sivil yan maskedir, siviller figüran rolünü oynarlar, ama asıl yönlendirme ordudadır. Dolayısıyla sivil otorite veya bir sınıfın siyasal otoritesi batılı anlamda gerçekleşmiş değildir, bu anlamda ister egemen sınıfların koalisyonu ister tek bir kesimin diktatörlüğünden ziyade, hepsini kendi içerisinde özümseyen ve esas itibariyle siyasi otoriteye damgasını vuran diyoruz ki, ordudur. Sivil görünümler zaman zaman tehlikeli olmaya başladığında bu maskesini derhal atıp gerçek kimliğiyle ortaya çıkıyordu. 12 Mart, 12 Eylül bu konuda çok öğreticidir. Böylesine bir askeri cumhuriyet, çıkışını, gelişmesini ve görüntülerini böyle sergilerken, acaba bu yenidünya düzenlemesi gelişirken ne kadar ayakta kalma şansına sahiptir? 12 Eylül, özellikle de onun ANAP-Özal icrası, bir anlamda en pragmatik bir biçimde ve gerçekten öyle fazla yaratıcı falan da değil, telaşla yeni düzenden yararlanmayı da içerir. Yani eski klasik biçimiyle TC'nin sürdürülemeyeceğini bunlar kavrıyor. 12 Eylül bir anlamıyla çok şiddetli bir askeri rejim iken, diğer yandan bu uluslararası gelişmeleri Özal eliyle kapatmak isteyen bir rejimdir. Özellikle iki dengeye dayalı uluslararası sistemin yıkılışı, bunun yerine çok kutupluluğun doğuşu TC'nin durumunu belirsizleştirmiştir. Bu anlamda politikasız bırakmıştır. Batı, özellikle Avrupa bir öğe olmak istiyor, ABD'ye karşı olsun Japonya'ya karşı olsun bir kutup olmak istiyor, ama kendi değer yargılarını da beraberinde getiriyor. Bunlar insan haklarıdır, demokrasidir, belli ölçülerde ulusal haklardır. TC kendi kaderini buraya bağlamak istiyor ama sistemin insan haklarına karşıt konumu, yine anti-demokratik karakteri, ulusal haklar düşmanlığı, bu haliyle artık bu rolünü oynayamaz; çünkü ne Sovyetlere karşı artık karakol teşkil edeceği bir uluslararası durum söz konusudur, ne de Ortadoğu'ya karşı böyle bir durum söz konusudur. Her ne kadar Saddam'a karşı biz yine rol oynayacağız diyorsa da, bunlar da az çok aşılmış durumdadır. Belki İsrail'in iyi bir müttefiki olarak Yahudi lobisi tarafından destek görebilir ama kendini kurtarmaya yetmeyecek bir destektir bu. Dolayısıyla acaba Batıyla bütünleşebilir mi diyoruz? Ama kendini insan haklarına, demokrasiye, ulusal sorunun çözümüne tamamen vermesi gerekiyor. Bunu başarması demek, büyük ihtimalle kemalizmin ve ona dayalı cumhuriyetin yıkılması demektir. Yeni bir cumhuriyetin kuruluşuna cesaret edebilir mi, mevcut düzen orduyla, resmi-sivil kurumlarıyla, anayasası ve partileriyle bu duruma henüz hazır değil. Dolayısıyla tam bir bunalımın sıkışıklığını yaşıyor. Alel acele bazı iç ve dış politikalar oluşturulmak isteniyor, işte Sovyetlerin çözülüşünden sonra Ortaasya Türkleri, Azerbaycan ortaya çıktı. Bunların ortaya çıkması Türk sisteminin, Türkiye'deki TC sisteminin kurtuluşu anlamına gelmez. Tam tersine, daha da karışık bir sürecin içine girmesine yol açar. İsrail'le geliştireceği ilişkiler Ortadoğu'da daha da tecridine yol acar. Nitekim şimdiden bu durum gelişme gösteriyor. İran'la, Arap ülkeleriyle, Batı'yla bir türlü barışamıyor sistem nedeniyle, dolayısıyla orta yerde sallanıp duruyor. Yani sağlam bir dış politika, dolayısıyla yenidünya düzeniyle bu politikalar temelinde bütünleşme başarılmak surda kalsın, ağır sorunlarla ve belirsizliklerle doludur. İç politik düzenlemeleri de zaten bu düzenlemelerle bağlantılıdır. Şiddetle etkilenmektedir ama iç politikada insan haklarını esas alma, demokrasiyi esas alma, ulusal sorunu çözme gibi yaklaşımları, sahtekarca bir-iki sözü söylemekten öteye gitmemektedir, bu konularda sistemin özü gereği, yapısı gereği, bir türlü ilerleme sağlamadığını çok iyi biliyoruz. Nitekim bu konuda en iddialı, sözüm ona liberal gibi gözüken ANAP-Özal'ın son Ekim seçimleriyle yıkılışı da bunun kanıtıdır. En iddialı ekipti, yeni ekipti, liberal ekipti, ama aşılmaktan kurtulamadı, her ne kadar yakında yine geliriz diyorlarsa da fazla güven verici bir konumda olmadıkları açıktır. Ancak yeni bir askeri darbe ile bu düşünülebilir ki, o da bu koşullarda zordur veya mevcut ordu etkinliği nedeniyle gereksizdir. Ekim seçimlerinin ortaya çıkarttığı gerçek özünde nedir? Gerek ulusal, gerekse uluslararası alana yönelik, 12 Eylül rejiminin politikalarının bitmesidir. Fakat bir o denli yeni politikalara açılmama, tam bir eskiyi tekrarlama, yani halkı eskiden nasıl uyuşturmuşlarsa tekrar öyle eskiye dönme durumu söz konusudur. Aslında eski-yeni nedir sorusu da sorulabilir. Yeni eskiyi aratır, eski yeniyi aratır gibi bir durumdur, yaşanan çözümsüzlüktür, daha da gelişen bir bunalım anlamına gelmektedir.
Demirel hükümetinin kuruluşundan bahsedilmektedir, büyük olasılıkla böyle bir hükümet kurulacaktır. Bu hükümetin karşı karşıya bulunduğu vahim durum örtbas edilemez biçimde gözler önündedir ve bizzat Demirel sözleriyle bunu açığa vurmaktadır: "Koşullar çok zor" diyor Demirel. "Eskiden yaşadığımız sorunlardan daha zor sorunlar karşımızdadır, herkesin çözüm için katkısına ihtiyaç vardır." Peki, ama herkesin katkısını neyle isteyecek? Çok dar bir tekelci kesim için toplumu soyup soğana çevirdiler. Emekçilerin, Kürt halkının iliklerini kuruttular, bunlardan daha fazla ne isteyebilirler? Uyguladıkları baskı ve zulümdü, katkı beklemeleri çok zor. 12 Eylül gelirken uluslararası alandan, NATO'dan yardım istiyordu. Niçin? Komünizm tehlikesi var, devrim tehlikesi var, diye. Peki, şimdi hangi komünizm tehlikesinden bahsederek yardım alacaklar NATO'dan? NATO'nun en son yaptığı zirvesinde NATO'nun daha çok siyasi bir kurum haline gelmesi, siyasi görevlerinin ön plana çıkarılması kararına varıldı. Bu Türkiye'nin aleyhine bir durumdur. NATO, yeni stratejisi gereği demokrasiyi, insan haklarını gözetmek durumunda kalacağından eski köhnemiş askeri yöntemler, askeri stratejik yaklaşımlar artık temel stratejisi olmaktan çıkacaktır. Dolayısıyla NATO, bünyesindeki durum değişikliği gereği Türkiye için fazla destek vaat etmiyor. Eskisi kadar NATO desteği, yardımı söz konusu olamaz. Buna ortam elverişli değil. Tam tersine, Türkiye'den bir şeyler istenecek; "Siyasal sistemini düzenle, demokrasiyi geliştir. İnsan haklarına bağlı ol, ulusal soruna belli oranda çözüm getir" denilecektir. Batı bu yönlü baskıları habire geliştirecektir. Dolayısıyla 12 Eylül'ün başında olduğu gibi yeni dönemin hükümet çalışmaları destek göremeyecektir. İç politikada yeni hükümet daha fazla baskıya yönelemez, çünkü baskı uygulanacağı kadar uygulandı. Yani örgütlerin tasfiye edilmesiyle, tutuklamalarla, işkenceyle alınacak sonuçlar alınmıştır. Dolayısıyla yeni hükümetin içerde baskıyı geliştirerek kendisini güçlendirmesi düşünülemez. Hatta bu konuda tersini yapmak zorundadır. İnsan haklarını, demokrasiyi belli ölçülerde geliştirirse belki yaşama şansına kavuşabilir. ANAP'ın yıkılmasının en önemli iç nedeni buydu. Dış nedeni de dediğimiz gibidir, yani yeni düzenin artık ANAP türü, 12 Eylül türü bir rejime destek vermemesi rol oynamıştır.
Emekçilerin daha fazla sömürülmesi de artık mümkün değildir. Gerçekten geçen on yıl içinde sömürü yöntemleri alabildiğine gelişti ve ancak bu kadar sömürüyle dış ticaretin geliştirilmesi, döviz girdi-çıktısı sorununun halledilmesi gibi sonuçlara ulaştılar. Bunu da daha fazla geliştirmeleri düşünülemez. Emeğe daha fazla pay düşecek bundan sonra. Yeni hükümet bu temelde emeğe daha fazla pay, halka daha fazla demokrasi tanıyabilir mi? Yine içerde bu yönlü baskılara olumlu cevap verilebilir mi? Görünüşe bakılırsa mevcut koalisyon hükümeti, Demirel'in önderliğindeki koalisyon hükümeti bunlara öncelik vereceğini söylüyor. Öncelikli sorun demokrasidir, emekçilerin konumlarına biraz daha dikkat etmedir; onları daha fazla sömürme değil. Geçmiş on yılda kaybettiklerini biraz kazandırmadır. Ama hangi kaynakla? İç ve dış kaynaklar artık elvermiyor. Sermayeye yönelmeleri gerekir, tekelciliğe yönelmeleri gerekir. Ama tekelciliğe ne kadar yönelebilirler? Sermayeye karşıt bir konuma yönelme güçleri olabilir mi? Bu çok zordur; dolayısıyla ekonomik sorunların çözülmesi biraz zor. Biraz daha fazla demokrasi; burada daha fazla demokrasi bir defa halkın mücadelesini hızlandıracaktır, daha fazla örgütlenme ve eylemliliğe yol açacaktır. Bu, kaybettiklerini hem ekonomik hem siyasi düzeyde kazanmak, yine sosyal-kültürel tahribatları gidermek i-cin halkın çok yönlü bir ayağa kalkışı gerçekleştirmesi ve bu yılların hesabını sorması anlamına gelecektir.
O halde bu hükümet bir yandan sermayenin hem demokrasi hem de emekçilerin haklarını vermeme dayatması, ama diğer yandan da halkın daha fazla demokrasi ve emeğe karşılık istemesi gibi bir çifte baskı altında kalma ve böyle iki çelişkili güç arasında yol alma gibi bir gelişme çizgisiyle kendisini karşı karşıya bulacaktır. Uluslararası alandan da artan bir biçimde, demokrasi ölçülerine uyması, eski şoven politikalardan uzaklaşması için bir baskıyla karşı karşıya bulunacaktır. Bütün dünyadan bu yönlü baskılar karşısına dikilecektir.
Böylesine güçlü bir baskı altında bu hükümet ne kadar yaşayabilir veya bu baskılara bu hükümet ne kadar karşılık verebilir? Gerçekten dikkatle değerlendirilmesi gereken bir süreç olacağı daha şimdiden açıktır. Dolayısıyla bu bir darboğazdır, artan bunalımdır; fakat halkın lehine, halk demokrasisinin lehine gelişme imkanlarının fazla olduğu, bunalımın halk lehine, emek lehine, ulusal kurtuluş lehine çözüme zorlayacağı bir süreçtir de. Yani '80'lerin başındaki durumun tersine bir durum '90'lar-da yaşanıyor, daha da hızlı yaşanacaktır. Bir anlamda '80'lerin başından itibaren geliştirilen dıştan destekli muazzam baskı ve sömürü, '90'ların başından itibaren yine dıştan bir destekle de demokrasinin, sömürüye karşıt olmanın hamlesine dönüşecektir. Demire! önderliğindeki koalisyon, bunu fazla kavgaya dökmeden, iki tarafı da idare eden bir mantıkla frenlemek ve böylece ciddi bir devrim seçeneğinin gündeme gelmemesi için tüm gücünü ortaya koymak isteyecektir.
Bu konuda sosyal demokratları da -ki, Türkiye'de anlamı içeriği nedir biliniyor- kullanarak gidişatı kurtarmaya çalışacaktır. Gelişecek demokrasi, devrimci demokrasi hamlesi altından, özellikle de baş sıradaki ulusal kurtuluş hamlemizin etkisi altından TC'yi, onun yeni durumunu kurtarmaya çalışacaktır. Hükümet bu nedenle tamı tamına olası bir devrimsel gelişmeye karşı düzeni sigortalama, hükümetidir. Egemen sınıflar koalisyonu içindeki durum gerçekten karmaşık; çok şeyin hesabının sorulabileceği, buna karşı kendilerini ne kadar savunabilecekleri, savunma için nelere başvurabilecekleri gibi konularda tartışmalar gelişmektedir.
Dikkat edilirse yeni partiler, yeni koalisyonlar, yeni seçimler çok kısa süreler içerisinde boy verebilir. Yine Anayasa değişiklikleri, parti seçim yasalarının değişikliği hukuki alanda hızla gündeme gelebilir. Veya emeğin kendisini örgütlendirmesi hız kazanabilir. Burada asıl anlaşılması gereken, egemen düzenin ordusu ve sivilleriyle aslında ne 12 Mart'larda, ne 12 Eylül'lerde olduğu gibi bir müdahale gücünde olduğu; asker ve sivilin birbirlerini idare etmeleri döneminin de artık geçtiği, bunların kaynaştıkları, içice eridikleridir. Ne sivil kliğin ve ne de askeri kliğin artık durumu kurtarmasının, bir on yılı, bir beş yılı kazandırmasının mümkün olmadığı bir durum yaşanıyor. Daha fazla bütünleşecekler ama bu bunalımın daha da genelleşmesi ve kliklerle de artık idare edilemeyeceğinin anlaşılması, bu anlamda çözümsüzlüğün netleşmesi, ya tam tutarlı bir demokrasi ve bu anlamda yeni bir TC gerçekliği ve TC'nin bir halk demokrasisine dönüşmesi gerçeği; demokratik bir cumhuriyete dönüşmesi gerçeği ya da bunalım içinde çökmesi anlamına gelir. Bu açıdan bir devrimci gelişme ile mi dönem kapanır, yoksa bir reformlar paketiyle mi kapanır, şimdilik kesin bir şey söylenemez.
Düzen kendini reformizme etmek istiyor; başarırsa cumhuriyeti reformlarla biraz allayıp-pullayıp yenileyecek, başaramazsa devrim seçeneği ağır basacaktır. Devrim seçeneğinin ağır basması, özellikte her şeyden önce buna önderlik eden ve bu durumların ortaya çıkmasında baş rolü oynayan Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin ve onun PKK önderliğinin kendini bu hükümet döneminde de güçlendirerek geliştirmesine bağlıdır. Özellikle de özel savaşın kendini daha da yetkinleştirerek sürdürmek iddiasında olduğunu iyi görmek gerekir. Olağanüstü hal kalkar mı kalkmaz mı, bu hiç önemli değil. Sıkıyönetim mi gelir, o da önemli değil. Zaten Kürdistan'daki mevcut yönetim tamamen askeri-faşist sömürgeci niteliktedir. Bu her zaman için böyledir. Zaman zaman bazı Kürt işbirlikçilerine dayanması fazla bir şey değiştirmiyor. Bu tip işbirlikçiler zaten aşıldı. Sivil maskeli idare edilmesi askeri hakimiyeti fazla örtbas edemez bizde, dolayısıyla olağanüstü hal olmuş, sıkıyönetim olmuş; bu ayrımları fazla ciddiye almak mümkün olmadığı gibi, olsa da ayrıntıdır. Ordu ağırlığı, ordu denetimi -ki, günümüzde çok iyi tanıdığımız özel savaş, dikkatle değerlendirmeyi gerektirecek bir biçimde hüküm icra edecektir. Aslında hükümetin idaresinden ziyade, Kürdistan'da özel savaşın idaresi diyeceğiz. Hükümet yine onun ekonomik, siyasi, diplomatik ihtiyaçlarını gidermekle mükelleftir. Esas karar, esas uygulama özel savaş subaylarınca geliştirilecektir. Özel savaş aslında başından beri uygulanıyor; önce gizli uygulanıyordu, şimdi açığa çıkıyor. Unutmayalım ki, gerçekten dikkatli bir göz, Türk basınını bile incelediğinde milimi milimine bize yönelik, Kürdistan'a yönelik bir özel savaşın uygulandığını görecektir. Camilerdeki hutbeyi okuyan resmi maaşlı müftüsünden tutalım hocasına, o-kuldaki öğretmenine kadar hepsi özel savaşın hizmetindedir. Belediyesidir, partileridir, hatta her türlü ekonomik, sosyal içerikli kuruluşlardır; hepsine özel savaşın elemanları sızdırılmıştır. Onların direktifleri doğrultusunda çalıştırılmaktadırlar. Maddi-manevi bütün resmi-gayri resmi düzeydeki kuruluşlar bunların kontrolü altındadır. Biz biraz üzerine yürüdük gerilettik, bazılarını açığa çıkardık ve fakat tümünü açığa çıkarmak, geriletmek, büyük savaşım ister. O halde özel savaşın karakterini, özelliklerini daha iyi görmek gerekir. Şimdiye kadarki kavrayışımızın sınırlı olduğu, ona karşı geliştirdiğimiz savaşın bu nedenle zayıf kaldığı göz önüne getirilerek, bu hükümetin de aslında özel savaşı kaldırması surda kalsın ona daha iyi hizmet etme gibi bir çaba içinde olacağını göz ardı etmeden ve fakat özel savaşın da hiçbir dönemle kıyaslanmayacak kadar gerileme içine girdiğini, deşifre edildiğini, bir anlamda küçümsenmeyecek oranda etkisizleştirildiğini iyi görerek ve nihai olarak özel savaşımın direkt ve dolaylı anlayış ve kurumlaşmalarını ve şiddete yönelik yanlarını dikkate alan kapsamlı bir devrimci savaş taktiğiyle karşılamayı bilmek gerekir.
Demek ki önümüzdeki dönemin devrimin lehine gelişmesi için her şeyden önce birincil planda ağırlıklı rol gerilla savaşında olmak üzere özel savaşın şiddete dayalı bütün uygulamalarını aynı şiddetle karşılamak, bunun için gerillayı derinliğine ve genişliğine iyi oturtmak büyük önem taşıyor. Biz şimdiye kadar gerillanın çocukluk aşamasını yaşadık. Gerillanın toyluk, amatörlük aşamasında kaldık. Olgun bir gerilladan bahsetmek zordur. Hatta ağırlıklı olarak silahlı propagandaydı bizim yaptığımız. Gerillanın bazı temelleri atıldı şimdi, ama gerçekten bir gerillacılık yaptığımıza inanıp kendimizi kandırmamalıyız. Gerillanın alt yapısı biraz oluşturuldu ve gerillaya benzer bazı eylemler, çabalar içine girildi ama çok yetersiz. Her kim ki, iyi gerillacılık yaptık, hem de nerdeyse en iyisini veya işte ancak bu kadar yapılabilir diyorsa, o kendini aldatıyor; o gerilladan, onun ordulaşma aşamasından bir şey anlamamıştır. Biz çok iyi biliyoruz ki, bu konumda olan birçok öğe var. Bunlar hiç şüphesiz önümüzdeki dönemin özel savaşına sağlam bir karşılık veremezler. Zaten dikkat edilirse şu anda en çok üzerinde durduğumuz da gerilla çalışmalarını engelleyen böylesi çabaların önünde durmaktır. Bir türlü gerillayı geliştirmeme, gerillaya rolünü oynatmama, gerillanın emrettiği eğitim, örgütleme, lojistik, üslenme ve hareket tarzını geliştirmeme, bunları bir türlü ordu esaslarına, onun yönetmeliğine bağlayamama ve bu konuda objektif olarak gerçekten bir tasfiyeci rol içinde bulunma durumu eğer asılmazsa gerillanın yozlaşması ve kendi kendini tasfiye etmesi göz ardı edilemez. Gerçek bir tehlikedir bu. Çoğunun iyi niyetli olması, köylü usulü savaşması bu durumu daha da tehlikeli hale getiriyor. Burada şunu çok iyi bilmek gerekiyor ve özellikle sizlerin çok iyi bilmesi gerekiyor, halihazırda savaşa varım diyenlerin müthiş anlaması gerekiyor: Mevcut düzeyin her ne kadar bir gelişme düzeyi olarak alsak da son derece zor bela ayakta tutulan bir düzey olduğunu, bizim, özellikle önderliğin çabalarının ardı arkası gelmez katkılarıyla ayakta tutulduğunu göz ardı edemezsiniz. Birlik savaşçılarının, komutanlarının konumu eğer her gün ihtimamla, sağdan-soldan destekle yönlendirilmezse düşmeleri kaçınılmazdır, diyoruz. Yani savaşçı ve komutan rolünü oynamaktan uzaktır.
Bu anlamda bu devrenin veya bu devrenin şahsında bütün partinin gerilla savaşı içine giren savaşçı ve kadrosunun üzerinde durulmasının en temel nedeni de bu durumu aştırmak, salt önderlik çabalarıyla veya alışılmış silahlı mücadele biçimleriyle bizim bu durumu artık daha fazla ilerletemeyeceğimizi, kurtaramayacağımızı iyi bildirmektir. Ve eğer gerekenler yapılmazsa, özellikle bizim çabalarımızın şu veya bu nedenle arkası kesilirse, değil gelişme, tasfiyenin kaçınılmaz olduğunu size göstermek içindir. Burada özel savaşı karşılayacak, ona göre gerillayı geliştirecek pozisyonu, gerilla savaşçılığını, gerilla örgütlendirmesini, ordulaşmasını sağlamak gibi ertelenemez, üzerinden, altından, sağından, solundan geçilemez, mutlaka gereği yapılması gereken emredici bir görevle karşı karşıyayız. Önümüzdeki dönemde özel savaş eğer iyi bir gerillayla karşılık bulmazsa, başarı kaydeder. Mevcut gelişmelere, bizim çabalarımıza, partinin dışta-içte yürüttüğü siyasal çabalarına güvenerek sahte bir gerilla yaşamına kimse kendini kaptırmasın. İçinizde özellikle bu yönlü tehlikeli eğilimler, yaklaşımlar var. Partinin büyük tecrübesine dayanan gelişmenin üzerinde ucuz yaşanmak isteniyor. Gelen bütün raporlar, hiç çaba harcamadan, ucuz komutanlık talepleriyle dolu. Bir Türk teğmeni dört yıl genelkurmaylık okur, staj dönemi vardır, askeri liseden geçer, daha öncesinde ilkokulu, ortaokulu okur. Bu kadar kapsamlı bir eğitimden geçen kişi teğmen, yani bir takımın komutanı olur. Bizimki ise daha doğru dürüst iki kelime konuşamıyor ama bir günde bir takım da değil, bölük komutanlığını istiyor, bizden. Artık bu gaflete bir son vermeliyiz. Böyle ucuz komutanlık olmaz! Böyle komutanlık anlayışını yerle bir edeceğiz. İki keçi gütmesini bilmeyen, ben komutanlık istiyorum diye kendisini hangi cesaretle dayatabilir? Bizim bir ordulaşma imkanı yarattığımız doğrudur. Savaşçı derlediğimiz doğrudur. Fakat bunlardan komuta teşkil etmek, takım komutanlığı teşkil etmek, doğru dürüst bir-iki kelimeyi konuşamayan, doğru dürüst bir nizamı bile kendine yedirmeyen adamın tasarrufuna bunları bırakmak kendimize yapılabilecek en büyük kötülüktür. Biz kendimize bu kötülüğü yapıyoruz şimdi. Yapmayalım; edebinizi bulacaksınız, terbiyenizi, nizamınızı bulacaksınız. Bu işe gönüllü geliyorsunuz, 'Varım" diyorsunuz, talep üstüne talepte bulunuyorsunuz ve fakat özüne, nizamına gelmezseniz sizden daha alçağı yoktur. Ordulaşma en oynanmayacak savaş biçimidir, örgüt biçimidir. Ülkedeki birimlerin durumuna bakıyoruz; gerçekten, eğer birlik komutanı olursam yaşadım, diye düşünülüyor. Biz bu partiyi bu aşamaya getirmek için kendimizi lime lime ederken yaşama diye bir şey aklımıza geldi mi? Bir takım insanı yiyeceğinden giyeceğine, ruhuna kadar biz donatacağız. O adam da gidecek üzerine oturacak! Böyle gözü kara adamlar şimdi peydan olmuş. Bir defa tepeden tırnağa kadar disiplin kesilmezsen, muazzam bir çalışma gücüne ulaşmazsan, teori kadar işin pratiğini bilmezsen bunun cesaret ve fedakârlığı sende olmazsa, nasıl komutan olmak istiyorsun! Ama ne yazık ki, parti adına önderlik eden, parti adına bu çalışmaları gözetmekten sorumlu olanlar da bir o denli sorumsuz. Ve hiç de ölçülere uygun olmadığını bildikleri halde, bu iş böyle yürümez, böyle komutan olunmaz, böyle savaşçı bile olunmaz diyemiyorlar. Bu konuda görevlerini maalesef yerine getiremiyorlar. Gerillayı geliştirmek, sorunları böyle kavramak ve çözüm gücü olmakla mümkündür. Son yıllarımızı ve bu son devremizi çok büyük bir çabayla biz bu sorunların çözümüne boşuna hasretmedik. Şimdi tekrar söylüyorum: Gönüllü geliyorsunuz, anlam ifade etmesi için çelikten bir disiplini, ordu çalışmasına dayatmalıyız. Bir komutan kimdir, bir savaşçı kimdir, görevi nedir? Bu sorulara cevap vermeden yaklaşmayın diyorum size. Söz veriyorsunuz, hiç olmazsa biraz namuslu bir biçimde bu sözün adamı olun, ama bu da bu yönlü görevlerin başarılmasına bağlı. Bu gücü kendinizde oluşturun. Hiç şüphesiz biz burjuva okullarında olduğu gibi, harp okullarında olduğu gibi uzun süreli bir eğitim görmeyeceğiz. Halkın okulları bunlardır. Halkın askeri okulları bunlardır. Halkın evlatları bu okullarda gerilla için, kadro ordulaşmaları için gerekeni alırlar ve biz de gerekeni veriyoruz. Fazlası var, eksiği yok aslında. O zaman layık olalım. Verileni alalım. Halk savaşçılarına, halk ordulaşmasına ne lazımsa onu kendimizde üretelim. İmkansız değil bu, koşullar çok olgun hale gelmiştir.
Reber APO
1991 Aralık Çözümlemelerinden Derlenmiştir- Ayrıntılar
Kürt sorununun çözümünde şiddetin yöntem olmaktan çıkması, inkâr ve baskı politikalarının sınırlı da olsa aşılması, demokrasi seçeneğinin özüne uygun biçimde açık tutulmasına yakından bağlıdır. Dil ve kültür üzerindeki eğitim ve yayın yasağı terörün en aşırı biçimi olduğu gibi, karşı şiddete de sürekli davetiye çıkarmaktadır. PKK’ de şiddetin oldukça kontrolsüz ve meşru savunma anlayışını çok aşan kullanımı olmuştur. Günümüzün birçok hareketinde daha aşırı biçimlere başvurulduğu iyi bilinmektedir. Buna karşılık tek taraflı ateşkes ve ağırlıklı olarak sınırlar dışında meşru savunma pozisyonunda kalma, “terörizm” suçlamasını geçersiz kılmaktadır. Yapılması gereken, diyalog sürecine ve demokratik birliğe açık kapı bırakan yaklaşımları devreye sokup, tümüyle silahın bırakılmasını sağlamaktır. PKK’nın mevcut konumunun bu kapsamda değerlendirilmesi, ileride telafisi güç gelişmeleri önlemek açısından da önemli bir fırsat sunmakta ve değerlendirmeyi gerektirmektedir. PKK’nın Türkiye somutunda yasal demokratik dönüşümüne açık kapı bırakılması, tümüyle yasaklama ve tasfiye sürecine sokma yöntemine göre daha gerçekçi ve uygulama şansı olan politik çözümün doğru yoludur.
Sınıfların ve her türden toplumsal olguların ortadan kaldırılması veya dönüştürülmesi zorla değil, ancak teknik ve bilimsel seviyenin değişmesiyle mümkündür. Zorla toplumsal olgu yaratılmayacağı gibi, ortadan da kaldırılamaz. Dönüştürülmede de belirleyici olan zor değil, bilimsel-teknik temeldir. Belki bazı sınıfsal ve toplumsal olgular fiziki olarak ortadan kaldırılabilir veya oluşturulabilir. Ama zora dayalı oldukları için, bunlar başka zorlar karşısında ortadan kaldırılmaktan kurtulamazlar. Zorun temelin-de cehalet belirleyici rol oynar. Pratik ve bilim cehaleti aştıkça, zorun anlamsızlığı daha da iyi ortaya çıkar. İnsanlık tarihinde zor, büyük oranda bilim ve pratiğin gelişmeyişinin bir ürünüdür. Zorun yeni doğmakta olan bir toplumun ebesi olduğuna ilişkin teori doğru anlaşılmak durumundadır. Bir annenin doğum sancısında ebenin görevi, daha az sancılı ve sağlıklı bir doğuma yardımcı olmaktır. Ama tarihte uygulanan zorların niteliği, daha çok doğmuş sağlıklı çocukları, yani insanları daha da küçültmeyi, özgür gelişiminden yoksun bırakmayı, hatta sürü kimliğine koymayı, kimi zaman da yok etmeyi belirleyen bir karakter taşımaktadır. Ebelikle ilişkisi fazla yoktur, daha çok cellâtlık ve tutsak kılmayla ilişkisi vardır. Tarihte zorun çok abartılı ve amansız kullanışı, toplumun doğal evrimini aşmakta ve onu zorlamaktadır. Teknik gerilik ve bilimin gelişmeyişi, bunun en temel nedenlerindendir. Sınıflı toplum uygarlığının emrindeki zor, başta devlet, ancak bu temel aşıldığında anlamını yitirir.
Bu tarihi dönem bir gerçek olmuştur. Dolayısıyla toplumun karşı-devrimci, gerici ve tutucu zorla devrimci zora dayalı dönüşüm ve yok etme teorileri anlamlı olmaktan çıkmışlardır. Çağdaş demokrasi toplumun doğal evrime uygun dönüşümünü esas almakta; bunun bilimsel-teknik temelinin güçlü bir biçimde var olduğunun bilincine dayanmaktadır. Bundan, demokrasi devrimci ve karşı-devrimci zorun bir uzlaşmasıdır gibi bir sonuç çıkarılamaz. Bu tür yaklaşımlar kesinlikle yanlıştır. Demokrasinin özünde zorla uzlaşma yoktur. Tersine demokrasi zorun toplumsal gündemden çıkmasını esas almaktadır. Bunun boyun eğmecilikle de ilgisi yok-tur. Tersine en doğru özgürlükçü gelişmenin zorun geçerli olmadığı ortamlarda gelişeceğine inanılmaktadır. Çağdaş demokrasi bu yönüyle zora dayalı her tür uygarlıksal varlığın özeleştirisini de gerektirmektedir. Demokrasi köklü bir özeleştiri rejimidir. Zor karşısında tavır taktiksel, hatta stratejik değil, ilkeseldir. Demokrasinin en temel ilkesi, zoru dışlayan bir tarihsel dönemin varlığına inanma, bilim ve tekniğin gücüyle buna ulaşmadır. Bu ilke derin bir felsefi temeli ifade etmektedir. Siyasi ve yönetsel strateji ve taktikleri esas almamakta, bunları daha çok pratiğin gerekleri biçiminde değerlendirmektedir. Zora yönelik bu yaklaşım, çağdaş demokrasinin barışçıl karakterini öne çıkarmaktadır. Toplumsal barış doğal gelişmenin biçimi olarak kavranmakta, buna inanılmaktadır. Barışın zora boyun eğme olarak anlaşılmaması gerekir, tersine zorun devreden çıkarılması gibi bir anlamı vardır. Savaşsız bir toplum ve uygarlık dünyasına inanmakta, bunu esas almaktadır.
Meşru savunma, çağdaş demokrasinin diğer önemli bir ilkesidir. Çağdaş demokrasi ilişkilerinin olmadığı veya demokrasinin saldırıya uğradığı toplumlarda, meşru savunma temelinde varlığını savunmak bir haktır, hem de en temel anayasal bir haktır. Demokratik olmayan yasalara ve rejimlere boyun eğmek, demokratik bir tutum olamaz. Bu yaklaşım, karşı saldırıyla antidemokratik güçleri yok etmeyi içermez. Daha çok toplumun genel bilinçlilik, örgütlülük ve gösteri hakkını süreklileştirip haksızlığı aşmayı öngörür. Uygulanan direnme kutsal savunma hakkına girmekte ve hukukun da özünü teşkil etmektedir. Meşru savunma, silahlı olma da dâhil, kaynağını çağdaş demokratik ilkelerden alır. Bunu aşan her eylem meşru savunma kapsamına giremez.
Sınıflı topluma dayalı uygarlık tarihinin aldığı en son biçim kapitalist uygarlık çağıdır. Bu çağın çöküş döneminde ortaya çıkan en önemli olgu, gerçekleşen büyük bilimsel-teknik devrimlerin meşru savunma koşulları dışında toplumların dönüşümünde zorun rolünü geçersiz kılmasıdır. Kaldı ki, tarihte egemen ve sömürücü politikaların hizmetinde zor büyük oranda tahribat ve yıkım dışında bir anlama sahip olmamıştır. Mülkiyetin hırsızlık karakterinin verdiği korkuyla yönetici kesimi en büyük güvence olarak zoru görmüş, onu kutsamış ve abartılı kahramanlık öyküleriyle sürekli yüceltme gereği duymuştur. Hatta ilk mitolojilerde zor nedir bilmeyen tanrılar, sınıflı toplumun gelişimiyle, özellikle feodal çağda en çok cezalandıran ve kahreden sıfatlar yüklenmişlerdir.
Zorun rolü toplumsal dönüşümlerde sanıldığından daha azdır. Toplumsal süreçlerin niteliksel sıçrama dönemlerinde, tutucu engelleri aşmak açısından, zor bir dönüşüm rolü oynamaktadır. Bu tür zor eylemleri kısa süreli ve niteliksel bir sıçrama gerçekleştirirken, sonra aşılmak durumundadır. Hâlbuki tarih boyunca uygulanan ve süreklilik kazanan zorun büyük kısmı fetih, işgal, talan ve benzeri eylemlerle haksızlık içermekte, tahribat ve yıkıma yol açmaktadır. Bunu örtbas etmek için, bu tür eylemlerin tanrının emri gereği olduğu söylenmekte; ölünürse şehit, kalınırsa gazi gibi sıfatlarla kutsanmakta, bu da yetmedi mi ganimetten büyük paylar verilerek mükâfatlandırılmakta, aslında böylece lanetli bir tarih yazılmaktadır. Bu anlamıyla yazılanların tarihi en lanetli tarih olarak değerlendirilirken, mazlumları da insanlığın gerçek vicdanı ve emek kahramanları olarak yüceltmek, doğru bir tarih yazmak anlamına gelmektedir. İlerici sistemlerin savunulması ve yayılması da gerçek özüne sadık olma koşullarıyla aynı yüceliğe sahiptir.
Uygarlık tarihinin zor çözümlemeleri doğru yapılmaktan uzaktır. Tarihe damgasını vuran şey, egemen ve sömürü sınıfın yüceltilmesini ve yönetici konuma gelmesini ifade eden mitolojik, dini ve felsefi görüşlerin ağır etkisidir. Tarih bu görüşlerin etkisiyle çok haksız, rolün gerçek sahiplerini tersyüz gösteren, gerçekten tarih olabilecek olguları göz ardı eden en tehlikeli kurgusal edebi metinler olmaktan öteye bir anlam ifade edemez durumdadır. Öncelikle bu tür tarihin tarihini doğru yazmak gerekir. Ancak bu görev başarıyla yerine getirilirse, daha çözümleyici bir tarih yazma şansı doğar. Belki de tarihte en büyük haksızlık, tarihin bu tür yazımına dayalı olarak yapılmıştır. Daha da olumsuz olanı, bu tarihi esas alan, bundan etkilenen ve adına tarihi kişilikler ve kurumlar denen olguların yaptıkları eylemlerin zincirleme hazsız akışıdır. Yanlış yazılan tarih hep yanlış yaptırır. Doğru pratiğin bir koşulu da bu nedenle ve öncelikle doğru bir tarih anlayışıdır. Doğru bir tarih anlayışı ise, uygarlığın doğru çözümlenmesinin başlangıç adımıdır.
Bu savunmayla yapmaya çalıştığımız da, en amansız bir süreçte doğru bir tarih ve uygarlık çözümüne taslak düzeyinde de olsa bir katkıda bulunmaktır. Ortada büyük haksızlık, komplo olduğunda ilk yapılması gereken iş, haksızlıkların tarihsel ve uygarlıksal temelini açıklığa kavuşturmak ve tarih yaptıklarını sananların alçak komplocular olarak çirkin maskelerini düşürmektir. Batının ve Doğunun tüm önemli merkezlerinden komplo tarzı yaklaşım sahiplerini, arkalarındaki dünya görüşlerini ve sefil yaşamlarını orta koymak, insanlığın büyük savunması anlamına gelmektedir.
En son olarak kapitalist uygarlık çağının yaşadığı süreç birçok değerlendirmeye konu olmuştur. Muhafazakâr tarih bakış açısına sahip olanlar, yaşanılan dönemi “tarihin sonu” olarak değerlendirirken, devrimci yaklaşımla bakanlar “sosyalizm çağı” olarak değerlendirmek istemişlerdir. Bu yaklaşımların arkasındaki felsefe birincisi için durgun bir idealizm olurken, ikincisi için kaba materyalizm olmaktadır. Bunlar yaşanılan çağın tüm karmaşıklığını görmekten ve çözümlemekten uzaktır. Post modern uygarlık yaklaşımları da fazlasıyla pragmatik ve günübirlik yaşama gömülmüş sistemsiz görüşlerdir.
Süreci derinliğine belirleyenin bilimsel-teknik devrimler olduğu doğru bir yaklaşımdır. Tüm toplumsal sistemlerin dönüşümünü belirleyen gelişmelerin maddi temeli, varılan teknik düzeydir. Fakat bu kendi başına tekniğin dönüştüreceği anlamına gelmez. Burada devreye girmesi gereken şey, ideolojik kimlik sürecidir. Eski düzenin aşılması ve yeninin uç göstermesi, ideolojik doğuş olmadan asla gerçekleşemez. Bunu şuna benzetebiliriz: Tarla olmadan tohum yeşermez. Açılan yeni tarlayı tekniğe benzetirsek, tohum da ideolojik kimliği çağrıştırmaktadır.
Kapitalist çağın ideolojik kimliği MS 15. ve 16. yüzyıllardaki Rönesans’la şekillenmiştir. Yeterince işlendiği için tekrarlamayacağız. 17. 18. ve 19. yüzyıllarda en büyük gelişmesini, kurumlaşmasını ve yayılmasını sağlamış ve tamamlanmıştır. Bu konular da ana hatlarıyla gösterildi. 20. yüzyıl ise, bunalım ve bunalımdan çıkış için yeniden paylaşım savaşları ile karakterize edilmektedir. İki dünya savaşı ve çok sayıda bölgesel savaşlarla sistemin aynen, klasik yöntemlerle kendini sürdüremeyeceği kanıtlanmıştır. Eski tarz emek sömürüsü, klasik ve yeni sömürgecilik uygulamaları kendilerini aşılmaktan kurtaramamışlardır. Ama bu durumlar yeni bir uygarlığın, hele bir dönemler yaygınca iddia edildiği gibi sosyalist çağın başladığı ve kurulduğu anlamına gelmemekte; daha çok üretimin, paylaşımın ve yönetimlerin dönüşüm geçirmesi an-lamını taşımaktadır. Bu gerçeklik daha çok 20. yüzyılın sonlarında netlik kazanıp, çağdaş demokratik uygarlık olarak tanımlanmak-tadır.
Çağdaş demokratik süreçte kapitalist sistem ortadan kalkmış olmamakta, ama daha önceki sınırsız egemenlik çağını geride bırakmış olmaktadır. Egemenliği, sömürüsü ve yaşam tarzı ileri düzeyde bir sınırlandırmaya tabi tutulmaktadır. Çağdaş demokratik kriterlerin kendileri kapitalizmin dizginlenmesi, zapturapt altına alınmasıdır; istediği gibi sömürme ve yönetme gücünü emekçilerle ve halklarla paylaşmaya zorlanmasıdır.
Şüphesiz bunda emekçilerin ve halkların mücadelesi belirleyici rol oynamakla birlikte, bu ancak teknik gelişmenin çok ileri boyutlara varmasıyla mümkün olabilmiştir. Tarih boyunca emekçiler ve halklar çok büyük mücadeleler verdiler. Ama iktidarların ve sömürünün en aşırı düzeyde uygulanmasını önleyemediler. Bunda en önemli etken yenilgileri değildir. Daha çok teknik düzeyin kendi lehlerine bir paylaşıma ve katılıma imkân vermemesidir. Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısındaki büyük bilimsel-teknik devrimler, artı-değer ve siyasi iktidar üzerinde bir yeniden paylaşıma ve katılıma imkan tanıyacak bir düzeye gelince, sömürü ve iktidarın sınırlandırmasının objektif koşulları güçlü bir biçimde doğmuş bulunmaktadır. Çağdaş demokrasi, bu objektif koşullardan sonradır ki büyük atılım göstermektedir. Hem ideolojik kimlik olarak, hem siyaset kurumlaşması olarak kendisini sistematize etmesi bu objektif koşullarla yakından bağlantılıdır.
O halde çağdaş demokrasi, başka bir açıdan, kapitalist uygarlık sisteminin tüm sömürü ve yönetme mekanizma ve kurumlarının emekçiler ve halk grupları tarafından yeniden paylaşıma ve katılıma elverecek tarzda düzenlenmesi ve yönetilmesi anlamına gelmektedir. Bu sistemde ne eskiden olduğu gibi kapitalizmin tek taraflı sömürüsü ve iktidarı belirlemesi, ne de emekçilerin ve halkların kapitalist sistemi tümüyle ve zorla devirip kendi sis-temlerini devrimci tarzda kurmaları söz konusudur. Tersine iki taraf da kendi katı ve tek taraflı ütopya ve çıkarlarını sınırlandırmayı kabul etmektedir. Barış içinde demokratik hukuk devle-tinin kurallarına göre bir yaşam tarzı esas alınmaktadır. Tekniğin yol açtığı verim, artı-değer ve diğer tüm alanlardaki değer üre-timleri, demokratik siyaset mekanizmaları kullanılarak yeniden paylaşıma tabi tutulmaktadır. Bunun için her kesime siyasi iktidara katılım hakkı tanınmaktadır. Kimi zaman zorlama ve sertleşmeler olsa da, bu sistem üzerinde uzlaşmak, kavga içinde yitip tükenmeye tercih edilmektedir. Daha doğrusu, bu da yine tekniğin belirlediği, insanlığı toptan yok edebilecek kadar gelişmiş silah teknolojilerine dayalı saldırı ve fetih savaşlarının herkese kaybettirmesinin kaçınılmazlığından ileri gelmektedir.
Böylesi bir objektif temel kazanan süreç içinde, kapitalizmin klasik biçimini dayatamayacağı açıktır. Hem teknik, hem de emekçilerin ve halkların mücadeleyle kazanılmış özgürlük düzeyleri buna izin vermeyecek bilinç ve örgütlülük düzeyine ulaşmıştır. Keyfi bir tercihin değil, koşulların belirlediği yeni bir dönem söz konusudur. Bu gerçekliğe, kapitalizmin demokratik dönüşüme razı olması da denilebilir. Kapitalizm kanlı maceralarla kazanıp yok olmaktansa, evrimci bir süreç içinde kazanma ve gerektiği kadar paylaşabilmeyi sistemin gereği saymaktadır. Bunlarla ne klasik kapitalizmin eski günlerine dönmesi söz konusudur, ne de devrimlerle yok olması geçerlidir.
Süreç içerisinde yavaş yavaş ve yeni uygarlık şekillenmeleri geliştikçe erimesi olanaklı görülmekte, tipik bir dönüşümün varlığına inanılmaktadır. Bunun da temeli yine bilimsel ve teknik geliş-melerde görülmektedir. Çağdaş demokrasinin 20. yüzyılın sonlarında bu kadar etkili olmasının temelinde de yine bu sürece en gerçekçi cevabı vermesi vardır. Bilişim ve iletişim teknolojisinin topluma kazandırdığı muazzam bilinçlenme olanağı, sivil toplumun üçüncü büyük alan olarak kazandığı güç ve siyasetle devletin demokratik kanallara açık olma zorunlulukları, tek başına bir sınıf-sal egemenliğe imkan vermeyecek karmaşıklıkta ve güçtedir. Demokratikleşen toplum ak veya kara ikilemini kaldıramayacak kadar çok renkliliktedir. Çok sayıda teknik mesleki kuruluş olmadan, sadece siyasi yönetimle toplum işleri bir gün bile yönetilemeyecek durumdadır. Daha da temel olanı, özgürleşen bireyi klasik otoriter ve totaliter anlayışla yönetmenin teknik nedenlerle imkansız hale gelmesidir.
Sonuç olarak, kapitalist uygarlık çağdaş demokratik ölçüler içinde kendini yeniden tanımlamakta, ideolojik kimlik kazanmaya çalışmakta ve tüm ekonomik, sosyal ve siyasal kurumlaşmalarda ilgili toplumsal kesimlerle uzlaşmaya dayalı bir yönetim ve yaşam tarzını kabul etmektedir. Bu durum sınırsız sömürü ve egemenlik çağlarının geride kaldığını kanıtlarken, yeni uygarlıksal gelişmelerin de tarihin gündemine girdiğini göstermektedir. Şüphesiz yeni uygarlık olguları ve ilişkilerinin belirlenmesinde, bilimsel-teknik gelişim objektif koşulların temelini teşkil etmektedir. Bu zemine dayalı yaratıcı ideolojik kimlik oluşumları, çağın temel bunalımlarının karakterini aştırabilecek kurumsal olgular serpilip boy verecektir.
Demokratik uygarlığın mekansal boyutları taze başlangıçlar halindedir. Fakat denilebilir ki, ilk defa coğrafi koşulların zorladığı bir uygarlık aşaması geride kalmış bir durumdur. Bu gerçeklik, yeni uygarlıksal gelişmenin belli bir coğrafi koşulu zorunlu kılmadığı anlamına sahiptir. Eskinin tüm uygarlık çağları gelişme ve yayılmalarıyla coğrafyanın şiddetli etkisi altında kalmışlardır. Kapitalizm çağıyla bu dönem sona ermiştir. Mevcut durumda kapitalizm dünyanın her parçasında dengesiz durmakla birlikte, yeniden dönüşerek yayılacak bir toprak parçasına gereksinim duymamaktadır. Aradığı, daha çok küreselleşme adı altında kendisi için tüm dünyada geçerli benzer hukuk koşullarının yaratılmasıdır. Uygun coğrafyadan çok, uygun hukuk aramaktadır. Tabiatıyla hukuktan kast ettiği, ekonomik ve siyasal kurumlaşmanın engel teşkil eden yapılardan kurtarılmasıdır. Çağdaş kapitalizm bu an-lamda milliyetçilik değil, kozmopolitizm yapmaktadır. Daha önce-ki kapitalizm dönemleri milliyetçilik ve milli devletler dönemini dayatırken, evrenselleşen kapitalizm artık çok zorunlu olmadıkça milliyetçilik ve milli devlete öncelik tanımamakta ve hatta bunları bir engel gibi görmektedir. İlk defa bilimsel-teknik devrimlerin olanaklarından yararlanarak küreselliği kendi çıkarlarına göre yeniden kurumsallaştırmaya çalışmaktadır. Artık milli ölçüler değil, küresel ölçüler geçerlidir. Her şey küresel ölçülere göre tartıl-makta ve ona göre değer bulmaktadır. Milli değerler uyum göstermediklerinde, eski eserler müzesine atılmaktadır. Kapitalizmin bu çağdaş hamlesi, onu içinde bulunduğu derin ve sürekli bu-nalımdan kurtaracak bir çare değildir. Kapitalizm daha çok ömrünü uzatmak ve bu süre içinde gerekli dönüşüme uğrayarak demokratik uygarlık içinde yeniden temel belirleyici bir güç konumuna erişmek amacındadır. Bu açıdan dönüşüm ihtiyacını teorik ve pratik düzeyde daha erken duyumsadığını ve bilince çıkardığını belirtmek gerekir. Tarihsel tecrübeden de yararlanarak, bilimsel-teknik devrimin zorunlu kıldığı değişiklikleri yapmada reel sosyalizmden erken davranarak üstünlüğünü kanıtlamıştır. Bu da-ha çok gelişkin kapitalizmin merkezleri için geçerlidir. 20. yüzyılın sonlarında reel sosyalizmle birlikte bütün dünyayı globalizm adı altında kendine bir çevre gibi yeniden eklemlemiştir. Merkez ve çevre ilişkileri yeni küreselleşmenin sıcak sorunlarını teşkil etmektedir.
BM kendini yenilemezse, aşılmaya mahkum bir devletlerarası model gibi durmaktadır. Benzer kıtasal ve bölgesel birlikler yenilenme ihtiyacıyla karşı karşıyadır. Siyasi alanda eski model devletlerarası birlik anlayışı ne kapitalizmin küreselliğine, ne de çağın demokratik uygarlık ölçülerine cevap olabilmektedir. Bunlar klasik kapitalizm ile reel sosyalizmin denge durumunun ürünüydüler. Bu dönem aşıldığına göre siyasi yapılanmaları da aşılmak durumundadır.
Temel askeri kurumlar olarak NATO ve Varşova Paktının da sona ermesi gerekmektedir. Varşova Paktı çoktan sona erdiğine göre, NATO aslında işlevsiz duruma düşmüştür. Yeni rol tanım-lamaları varlığını anlamsız kılmaktan kurtaramamaktadır. Bu ve benzeri askeri paktlar dönemi aşılmıştır.
Başta IMF ve Dünya Bankası olmak üzere, ekonomik kurumların yenilenmeden varlıklarını sürdürmeleri giderek zorlaşmaktadır. Bunların dayandıkları mantık, reel sosyalist ülkeleri ekonomik olarak tecrit etmek ve azgelişmiş ülke ekonomilerini güçlü ekonomi merkezlerine bağlamaktı. Bu kaba mantığın dayandığı dünya da aşıldığına göre, yeniden bir ekonomik düzenleme kaçınılmaz olmaktadır. Küreselciliğe karşıtlık aslında küreselleşmeye karşı değil, daha çok bu adil olmayan eski düzenlemesine karşı olmak-tadır.
Bu gerçekliklerin bilinciyle hareket eden çağdaş kapitalizm, i-kinci dünya savaşıyla birçok bölgesel ve yerel savaşın verdiği dersler temelinde, faşizm seçeneğinin bunalımdan başarıyla çıkışın yöntemi olamayacağının tamamen farkındadır. Eski burjuva demokrasisi deneyiminden de yararlanarak, hem merkez hem de çevre ülkeler için kendini yeni uygarlıksal gelişmeye uyarlamanın en doğru seçenek olduğuna ikna olmuş gibidir. Bu da demokratik uygarlığın gelişme şansını en çok artıran bir faktördür. Eskiden demokrasiden kaçan, gericiliğe ve faşizme sığınmaya çalışan kapitalist merkezler, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren genel bir tercih gibi demokratik sisteme dört elle sarılmışlardır. Kendi sınıf ölçüleri ve önceliklerinden vazgeçmemekle beraber, tümüyle kaybetmemek için genel demokratik ölçülere uymanın gereğini de en çok bilince çıkaran sınıf konumundadır.
Demokratik uygarlık, kesinlikle bir kapitalist yaratım ve olgu değildir. İlgili bölümde de açıklandığı gibi, bunalım çağından çıkmanın genel bir tarihsel ve toplumsal dönemi ve dayatmasıdır. Kapitalizmin burada başardığı, hızlı kavrama ve adaptasyondur. Bu bilinci ve uyarlanmayı zamanında gösteremeyen reel sosyalizm dağılmaktan kurtulamamıştır. Çünkü çağın mantığı ve akış gücü sonuçta en belirleyici etken konumundadır.
Demokratik uygarlığın mekansal boyutunun tali plana düşmesi, önceliğinin ne olduğunu sorgulamaya götürür. Bunda başta gelen etken, bilimsel-teknik gelişmenin evrensel niteliğidir. Bilim ve teknik, tüm insanlığın ortak malı olarak değerlendirebilecek en temel toplumsal değerlerdir. Hiçbir uygarlığa, sınıfa ve ulusa mal edilemeyecek kadar kolektif karakterlidirler. Tüm insanlığın bu gelişmede payı vardır. İlk klan topluluklarının vahşi çağlarda at-tıkları bir iki küçük adım, ABD'li veya Avrupalı bilim adamlarının attıkları adımlardan daha az önemli değildir. Tarih, bilim ve teknikteki gelişmede M.Ö. 6000-4000 yılları arasında Verimli Hilal’de gerçekleştirilenlere denk gelen ikinci bir dönemin ancak MS 1600 yıllarından itibaren ortaya çıktığını göstermektedir. Neolitik bilim ve tekniğin hem süre hem de kapsam bakımından insanlık açısından en evrensel sonuçları doğuran ve yaşatan gelişmeler olduğu genelde kabul edilen bir görüştür.
Bilim ve tekniğin evrensel özellikler taşımasıyla dünyanın yeni-den paylaşımının eski tarzının anlamlı olmaktan çıkması, taşıdıkları kapsam itibariyle ilk defa gerçekleşen olgulardır. Bu olgular, mekansal yayılmayla gelişme arasında eski tarzda sıkı bir bağ kurulamayacağını göstermektedir. Bu gerçeklik demokratik uygar-lığın bir bölgenin has ürünü olarak değerlendirilemeyeceğini, tıpkı bilim ve teknik gibi evrensel bir yaratım olarak anlaşılmasının daha doğru olacağını göstermektedir. Demokratik uygarlık, in-sanlığın ortak deneyiminin tarih boyunca süzülmüş en değerli uy-garlık ürünüdür. Gelişimi, kapsamı ve biçimlenmesi üzerinde tanımlama düzeyinde kapsamlı durduğumuzdan tekrarlamayacağız. Daha çok evrensel boyutta gerçekleşme durumunu gözden geçirmenin yararlı bir bilgilendirmeye yol açması açısından ana hatlarıyla değerlendirmeye çalışacağız.
Demokratik uygarlığa en erkenden ulaşma gücünü kapitalizmin güçlü merkezleri göstermektedir. Bu özellik, demokratik uygarlıkla ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeler arasındaki bağı da kanıtlamaktadır. Daha doğru olan, demokratik uygarlığın gelişmeler üzerindeki belirleyici etkisidir. Hangi ülke ve toplumsal düzen bu gelişmeyi kapsamlı yaşıyorsa, ekonomik ve politik yapısını da-ha üretken ve yaşamsal kılabilmektedir. Kapitalizmin gelişmiş merkezleri bunun farkına en erkenden ve kapsamlı olarak vardıkları için, yeni dönem gelişmesinin öncülüğünü de yakalayabilmişlerdir. Demokratik teori ve pratiği titizlikle inceleme, özümseme ve uygulamada hayli ileri gitmişlerdir.
Avrupa bu konuda öncü rolü oynamaktadır. Aralarında farklılıklar olsa da, tüm Avrupa ülkeleri demokratik sistemi özümseyip daha da geliştirmeleri gerektiğinin farkındadırlar. Özellikle yüz-yıllarca süren dinsel ve milliyetçi kavgaların yol açtığı çok ağır ve kanlı bilançolar, Avrupa’yı demokrasinin uzlaşıcı ve barışçıl karakterine sımsıkı sarılmaya götürmüştür. Ne kadar karmaşık olurlarsa olsunlar, sorunların siyasi sınırlar, farklı din ve ideolojiler, etnik ve ırksal nedenlerle çatışmaya dönüşmeden çözüme kavuşturulması, yeni siyasi kültürün en önemli özelliğidir. Bu geliş-menin en somut ifadesi, Avrupa Birliği (AB) olgusunun giderek gelişmesidir. AB sadece bir siyasi birlik olmayıp, genel uygarlık prensibidir. Birliğin genişleme ve derinleşme sorunları vardır. Tüm Avrupa ülkelerini federal bir çatı altında birleştirmesi güçlü bir olasılıktır. Daha geri bir Avrupa’ya yol açması düşünülemez. Avrupa’nın dünyayı da en çok bu yeni uygarlık projesiyle etkilemesi gündemdedir. Demokratik uygarlığı ne kadar derinleştirir ve genişletirse, dünyadaki öncü konumunu da o denli pekiştirebilir. Fakat kapitalizmi doğuran koşulların varlığı ve kapitalist yaşamın kök salmış olmasından ötürü, bu konumu fazla ilerleme potansiyeline sahip değildir. Yeni uygarlıksal gelişmenin sağ güçlerini temsil edecektir. Diğer birçok uygarlıksal gelişmede görül-düğü gibi, yeni merkez rolün ancak ona uzak ve hatta onunla çelişkili bir konuma sahip alanda gelişmesi gerekmektedir. Bu rolü alanın coğrafi koşullarından çok, kültürel koşullarının belirleyeceği konum arz ettiği vurgulanmıştır.
Avrupa uygarlığı potansiyelini büyük oranda kullanmış sayılmak-tadır. Doğuracak yenilikleri fazla kalmamıştır. Kapitalist zihniyet ve ruh son derece sert dokularını oluşturmuş olduğundan, yeni uygarlık kişiliğine açılımı sınırlı olacaktır. Ama yine de iç çelişkilerinden ötürü, birçok kişi ve güç odağı yeni uygarlık alanında katkı rolünü oynamak durumundadır. Avrupa özelliklerini tümüyle inkar etmek ancak gericilikle mümkündür ve ilerlemeye imkan tanımaz. Yapılması gereken, eleştirel yaklaşımla alınması gerekeni alarak, tutuculaşan kabuğunu parçalayıp atmaktır. Avrupa’nın kendi refleksleriyle yeni uygarlığa yol açma yeteneği olmadığından, rolü ancak katkı düzeyinde olabilir. En doğru tutum, ne bir kurtarıcı rol beklemek ne de inkar etmektir. Çözümlemek ve yeni ideolojik kimlikle aşma gücü göstermek bu tutumun gereğidir. Avrupa; Sümer, Mısır, Grek ve Roma uygarlık merkezlerinin bir dönem yaşadığı duruma benzer bir konuma gelecektir. Aslında bu sürece girmiştir. Bu süreci derinliğine yaşaması gerekir. Daha şimdiden birçok çevre, merkezi Avrupa’yı aşılmayla karşı karşıya getirmektedir. Doğurdukları olgunlaşırken, kendisi ihtiyarlaş-maktadır.
ABD, Avrupa’nın ilk elde başka kıtada doğurduğu en hoyrat evladı durumundadır. Kuzey Amerika’nın elverişli ve bakir coğrafyası hızla büyümesine yol açmıştır. Avrupa’nın maceracı eğilimlerine tanık olan coğrafya, başlangıçta Kızılderili katliamlarıyla karşılaşmıştır. Belli bir ayaklanmadan sonra, son iki asır içinde bağımsızlaşmış ve birçok alanda üstünlüğü yakalamıştır. Dünyanın her tarafından akan göçler bir dünya modelini ortaya koy-muştur. Buna yeni yetmeler dünyası da denilebilir. Hoyrat ve gün görmemişliği bu özelliğinden ileri gelmektedir. Ülkelerinde kaybetmenin hırsı ve kiniyle hareket eden nüfus; acımasız, her şeyi para olan, bütün ölçülerinde menfaati ve pragmatizmi esas alan soğuk mantık yapısını ve vicdansız bir ruh dünyasını oluşturmuştur. Denilebilir ki, insanlığın en köksüzleri burada birleşip karşı bir dünya oluşturmuş gibidir. ABD bir yana, dünya bir yana ikilemini doğurmuşlardır.
20. yüzyılın bir ABD yüzyılı olduğunu söylemek bazı yönleriyle doğrudur. Bilim ve tekniğin gelişiminde katkıları önde gelmektedir. Demokratik uygarlığın gelişiminde de rolü küçümsenemez. Her iki alanda da Avrupa’nın bir eki ve tamamlayıcısı olmakla birlikte, küreselleşmede daha güçlü ve hızlı adımların sahibidir. 20. yüzyılın sonlarında kendini dorukta görmektedir. Ama içten içe büyük bir çürümeyi yaşadığı kesindir. Roma’nın son günlerine benzemese bile, yine de yükselişin değil, çöküşün işaretleri daha çok geçerlidir. Dünya için geliştirmek istediği yeni sömürgecilik Vietnam’la aşılmıştır. Küreselleşme adımları ise, mevcut özellikleriyle her geçen gün daha çok tepki toplamakta ve tecrit edilmektedir. BM'li, NATO'lu ve IMF'li dünya egemenliği çok hantal işlemekte ve astarı yüzünden pahalı olmakta; bu egemenliğin 21. yüzyılda aşılması ve ikincil plana düşmesi kaçınılmaz görünmektedir.
Bu durum Avrupa’nın bir yansıması olarak da görülebilir. Ana merkezin yaşadıklarını evlatlarının yaşamaması düşünülemez. ABD’nin demokratik uygarlık çağı için geliştireceği fazla bir yenilik yoktur. Ama yine de dünya çapında sınırlı da olsa oynayacağı rol AB'ninkiyle örtüşmektedir. Daha otoriter ve faşist eğilimleri beslemesi çıkarına olmaktan çıkmıştır. Açık müdahaleleri yürütecek gücü yoktur. bilimsel-teknik gücüne dayanarak, demokratik örtü içinde küreselleşmeyle kendini sürdürmeyi temel strateji durumuna getirmiştir. Hem dıştan hem de içten giderek sorgula-nacağı ve etkisinin sınırlandırılacağı kesindir. Tarihte bir dönem Grek dünyasının Roma’nın karşısında yaşadığı durumu, Avrupa ve ABD ikileminde görmekteyiz. Sanki tarihi bir tekerrür söz konu-sudur. Kaderlerinin de birbirine benzemesi doğaldır. Nasıl bar-barların hamlesi Roma’ya yönelerek çözülme sürecini hızlandırmışsa, tüm dünyanın barbarları denilmese de, benzer konuma sahip akınlar ABD'ndeki bunalım ve çözülüş için benzer rolü oyna-maktadır. 21. yüzyıl bu biçimde bir diyalektikle ABD'yi Rusların reel sosyalizmde yaşadıkları duruma düşüreceğe benzemektedir.
Uygarlıkların ana kıtası Asya, parçalı bir gelişime tanık olmak-tadır: Kuzeyde ve ortada Rus önderlikli blok, Doğuda ve Büyük Okyanusta Çin, Güneyde ise Hindistan. Japonya ve Avustralya’nın özgün konumlarından bahsedilemez. Batı uygarlığının uzantısı durumundan öteye rolleri yoktur.
Ruslar ve Rusya, ne tam Avrupalı ne de Asyalı karakterleriyle derin bir ikilemi yaşamaktadır. Bir özgünlüğü yakalamaktan uzaktır. Reel sosyalizmin önderliğine soyunmaları hem kendilerine hem dünyaya pahalıya mal olmuştur. 20. yüzyılın tahripkar ve kanlı geçmesinde rolleri önemlidir. Bir nevi dogmatizmle ütopyacılığın en anlamsız biçimini deli gömleği gibi sosyalizm adına in-sanlığın sırtına geçirmeye çalışmışlardır. Bu tutmayınca, sanki hiç sorumlulukları yokmuş gibi utanmazca sıvışmayı politika sayarak düşkünlüklerini kanıtlamışlardır. Uç bir komünizm umacılığından diğer uca, kapitalizmin mafyacı tarzına düşmeyi karakterlerine yakıştıracak kadar bir düşkünce ve üstünce ikilemi yaşamaktan çekinmemişlerdir. Şu anki durumları sersemleşmeye benzemekte, nereye yönelecekleri kestirilememektedir. Ama karakterlerindeki ikilemi sürdürmeleri kaçınılmaz görünmektedir. Kapitalizmi derinleştirirken, reel sosyalizme benzeyen durumları yaşa-maktan da geri durmayacaklardır. Toparlanır toparlanmaz, başta Orta Asya ve Kafkasya’da olmak üzere, etkili olmak isteyeceklerdir. Ama 21. yüzyılda 20. yüzyıldaki seviyelerine gelmeleri de beklenemez. Bir çevre merkezi olarak konumlarını pekiştirmeyi ve ehlileşmeyi yaşamaları kaçınılmazdır. Bilimde, teknikte ve demokratik uygarlıkta ABD ve AB'ye öykünüp benzemeye çalışacaklardır. Özgün bir katkıları düşünülemez.
Çin, daha ilginç gelişmelere konu olabilir. Şimdiden ekonomide kapitalizmle, siyasette ise reel sosyalizmle çirkin bir evliliği sür-dürme başarısını göstermektedir. Tam gayri meşru bir evlilik; “Çin işi, Maçin işi” tekerlemesini doğrularcasına. Nüfus büyüklüğü ve çalışkanlıkları ejderhavari bir büyümeye yol açacaktır. Ne kadar özgün bir uygarlık olacağı belli değildir. Tarihte Çin’in rolü, büyük uygarlıkları mükemmelce taklit etme yeteneğinde bir üs-tünlüğe sahip olmasında görülmüştür. Çinlilerin müthiş taklitçi oldukları söylenebilir. Japonlar ve diğer Hindi Çini halkları da bu dalgaya dahildir. Reel sosyalizmi taklitleri de müthiş ve başarılı olmuştur. Şimdi tüm sistemlerden yararlı olanı almaya devam etmektedirler. Bunun karşılığında dünyaya neyi nasıl saçacakları belli değildir. Sakinlik ve barış ihtimali yüksektir. Ama herhangi bir dünyalı güçle takışmaları halinde, felaketi geliştirebilecek güçlerin başında gelmektedir. 21. yüzyılın yükselen bir gücü olması kaçınılmaz görünmektedir. Çirkin evliliğin nasıl sonuçlanacağı en çok merak uyandıran bir konudur. Ama farklı bir uygarlıksal çıkış merkezi olması beklenmemelidir. Çinliler en değme kapitalistten daha kapitalist, en değme komünistten daha komünist olma cambazlığını gösterme yetenekleriyle ancak taklitte ilerleye-bileceklerdir. Yeni bir sentezle ilgileri yoktur.
Hindistan’daki durum, özgünlüklerinden çok, tarih boyunca yaşadığı kültürlerin işgal derinliğini sürdüreceğe benzemektedir. Hindistan bir dönemler Aryen kültürün muhteşem sesleriyle çınlayıp gelişti, Brahmanizm’e kadar ulaştı. Buda’yı yarattı. İslami kültürü yaşadı. Feodalizmi derinliğine kendine mal etti. Tanımadığı ve özümsemediği işgal kalmadı. Daha çok her işgalciyle ya-tan, ama kendine mal eden kadını andırmaktadır. İngiliz kocasıyla kapitalist evliliği kendisine yaramışa benzemektedir. Liberal demokrasiyi uygulayabilmektedir. Bilim ve teknikte ABD'ye bile ulaşabilir. Barışçı yanı ağır basan bir halk mozaiğine sahiptir. En renkli bir kültür olarak Asya’nın geleneğindeki yerini koruyacak-tır. Ama yeni bir uygarlıksal adımdan çok uzaktır. İngiliz çizgi-sinde sadıkane gelişmesini sürdürecektir. Bu çerçeve altında tarihsel kimliğini koruyarak gelişecek ve varlığını sürdürebilecektir.
Asya’nın birçok marjinal kültürü de vardır. Türkler, İranlılar ve Endonezya gibi. Ama bunlar daha çok Ortadoğu denkleminde yer almaya yatkındırlar. Rusya, Çin ve Hindistan’ın ortak bir Asya potasında birleşmeleri beklenemez. Bir ABD veya AB olmaları, mevcut özleri itibariyle şimdilik mümkün görünmemektedir. Genel bir ittifak konumları bile ufukta görünmemektedir. Tarihte Asya nasıl idiyse, öyle olmaya devam edecektir. Tüm uygarlıkların büyük arka cephesi olmayı sürdürecektir. Ama dev gibi görünme konumundan da hiçbir zaman vazgeçmeyecektir.
Latin Amerika, Avrupa ve ABD'nin bileşkeli uzantısıdır. İkisiyle kurduğu ilişkiler kendisi gibi harika bir melezliğe yol açmıştır. Irkların, kültürlerin, sistemlerin melezliği, güzellik yanları da dahil, ne kadar çarpıcıdır? Bundan bir özgünlük çıkması zordur, ama bireysel kahramanlıklar ve özgünlüklere en çok gebe bir kültür-dür. Bolivar’ları, Zapata’ları, Che'leri ve Castro'ları çıkarmayı sürdürebilir. Büyük ağabeylerin Hint ve Çin benzeri taklitçiliği beklenmemelidir. Asidirler, ama mevcut aşılanmış kişilikleriyle yeni uygarlıksal adımları doğurmaları zordur. Yine de devrimci çıkışlarla yeniliğin umutlarını en çok diri tutacak bir kıta parçası ve kültürünü temsil etmeleri beklenmelidir. Zordakilerin onurlu umut kişilikleri olmayı kolay kolay bırakmayacaklardır. Ama güçleri bir sistem yaratmaya yetmez. Çağdaş demokratik uygarlığı özümsemelerinin 21. yüzyılda gerçekleşmesi bile kendileri için başarı sayılmalıdır.
Kara Afrika’sı en alttakileri oynamaya devam edecektir. Siyah ırk büyük sorun olarak duracaktır. AIDS bu gerçeğin bir sembolüdür. Halbuki kıta olarak en görkemli bir ana olabilecek her şeye sahiptir. Ama kötü kocaların, hem yerlisi hem yabancısının elinde en kötü durumlara düşmekten kolay kolay kurtulamayacaktır. Ama geç de olsa doğuşu, güzel siyah ana biçiminde olacaktır. Erkeğin değil, kadının rengiyle doğacak uygarlığın en kolay yayıldığı alan olacaktır. Bunu Latin Amerika ve Hindistan izleyecektir. Üçünün de ana ve kadın geleneği güçlüdür ve umut vaat etmektedir. Geç ve güç de olsa, Afrika direnecek ve belki de gerçek kişiliğini yeni uygarlıksal gelişmenin tam zaferinde yakalayacaktır.
Uygarlığın gelişimi yönünde eskiyi sürdürmeye dayanan dogmatizmle, yeniyi belirleme hayallerini ifade eden ütopyacılığın gücü önemli kırılmalara uğramıştır. Sürükleyici yetenekleri büyük bir kuşkuyla karşılanmaktadır. Tarihte buna benzer dönemlere tanık olmaktayız. M.Ö. 2 binin sonlarında Sümerlerin çöküşü ile dönüşümü, miladi yıllarda köleci bakış açılarının çözülüşü ve MS 1500'lerde Rönesans’ın doğuşu dönemlerinde geçmişe ilişkin kuşku ve şüpheler artmaktadır. Geleceğe ilişkin karamsarlık ve arayış iç içe olmaktadır. 2000 dünyası benzer bir konumu yaşamak-tadır. Dogmatizm adeta can çekişirken, ütopyaların içine düştüğü durumda da hayaller yıkılmakta, sığ bir pragmatizmin etkisi in-sanlığı heyecansız ve biraz da çaresiz bırakmaktadır. Adeta "vur patlasın, çal oynasın" felsefesi yaşanmaktadır. Kapitalizmin yeni hayaller yaratması olası görünmemektedir. Bu hayalleri ancak ABD, Hollywood film dünyasında yaratabiliyor ki, bununla insanlığı uzun süre oyalamak ve uyuşturmak pek mümkün değildir. Tüketim toplumuyla yürüyen pragmatizmin köklü bir felsefi gelenek oluşturması ve hayal yaratması özüne aykırıdır. Her şeyi günü-birlik yaşamak geçerlidir. Bu, bunalım dönemlerinin tipik günü gün etme anlayışıdır. Komünizm ütopyacılığının temelindeki sakatlık, idealize ettiği amaçlara ters pratik sergilemesi, reel sosyalizmin kötü örneğinde sosyalizmin çekiciliğine büyük kuşku duyulmasına yol açmıştır. Sosyalizm kendini yenileme ve köklü dönüşüm çabalarına ihtiyaç duymaktadır.
Çağımızın insanı bu gerçeklik karşısında yeniden büyük bir arayış içine girmek durumundadır. Eldekiyle güncelliği kurtarabilir, ama geleceğin köklü inşasını gerçekleştiremez. Dogmatizmden fazla medet umacak durumda olmadığının bilincine erişmiştir. bilimsel teknik temeli yeterli olmayan ütopyaların peşine takılmanın da dogmatizmden pek farklı sonuçlara yol açmadığını görmüş ve denemiştir. Bunlarla birlikte tarihin en büyük bilimsel teknik devrimler çağını yaşamaktadır. Bu temelin mümkün kıldığı demokratik uygarlık dünyayı sarmaktadır. Fakat demokratik uy-garlığın kendisi de zıt uçların vahşet aşamasını bile geride bırakan varlığını yumuşatma ve uygun uzlaşı platformlarıyla çözümü kolaylaştırmaktan öteye köklü olma, kalıcılığı uzun süreli ve temelli kılma zaaflarını tümüyle aşmış olmaktan uzaktır. Mevcut aşama aslında tipik bir araştırma, arayışları derinleştirme, daha köklü çözümler bulma anlamında yaşanması zorunlu ve oldukça uzun sürmesi gereken bir tarih aşamasıdır. Yaşamadan atlanamaz. Aksi halde Paris Komünü’nden reel sosyalizmin birçok felaketli örneklerine kadar olgunlaşmayan çözümlerin tahripkar sonuçları önlenemez.
Birçok yüce amaçlı ve kutsal çabalı devrimci pratiklerin karşılaştığı acı sonuçlar, bu gerçeklikle bağlantılıdır. Demokratik uy-garlık döneminde yeni insanlık sentezi, çok yönlü ve karmaşık birçok tez ve antitez, daha insani ve çok renkli evrensel hukukun meşru savunma hakkı dışında şiddete yer vermeyen mücadelesi sonucunda doğacaktır. Çağımız, dünyanın birçok önemli merkezinde bu yönlü gelişmelerin birikimine sahip olmakla birlikte, sen-tezi doğurmaktan uzak bir durumdadır. Anlayış ve gözlem gücümüzü yeniden uygarlığın beşiği olmuş, gençliğini yaratmış Orta-doğu kültür geleneğine çevirmek, olası sentezi ortaya çıkarmaktaki potansiyel gücünü ve ufkunu değerlendirmek çözümleyici bir nitelik taşımaktadır.
- Ayrıntılar
Kendi yaşam öykümü geliştiriyorum. Çünkü orada bir durum anlatılmak isteniyor. Hemen hepinize hakim olan durumlar var, yaşam tarzları var. Bu yaşam öyküsü güvensiz, bilinçsiz, örgütsüz, iddiasız ve yenik bir kişilik düzeyini yerle bir etmenin savaşıdır. Hepinizin zayıflıkları, iddiasızlığı, çeşitli zavallılıkları ve güçsüzlükleri bu hikayede aşılmıştır. Tabii bu bir halkın önderliğidir. Bir halkın zayıflıkları ve güçsüzlükleri aşılmıştır. Büyük bir ustalıkla bunu yaptım, bu öykünün büyüklüğü de buradadır. Bu kesinlikle bir bireyin öyküsü değil, yaşamda gerçekleştirilen bir halkın diriliş öyküsü oluyor. Bu öyküde çok büyük bir ustalık, sabır, incelik ve zorluk var. Kitle arasına bile girmeden bu kadar örgütleyici gücümün olması yaşamın gücünden ileri geliyor. Sizin kadar dolaşmıyorum, fazla kimseyi de gördüğüm yoktur, ama çok büyük bir etkileyici gücüm var. Bu kesinlikle yaşam tarzından kaynaklanıyor. Halk için yaşıyorum, sürekli düşünüyor ve her zaman çok akıllı adımlar atıyorum. Çok sorumlu, iddialı, inatçı, dikkatli ve kırk defa ölçüp biçerek bunu yapıyorum. Sonuç, her geçen gün bir ileri adım daha atmaktır. Siz de kendinizi böyle ayarlarsanız, kesinlikle bu işi yüksek bir başarıyla yürütürsünüz. Zaten bunun başka yolu da yoktur. Bu konuda Önderlik gerçekliğini incelemelisiniz. Parti gerçekliği, Önderlik gerçekliğidir. PKK’lileşmek demek, Önderlikleşmek demektir. Sıradan insan ilişkilerinde çıkıp yücelen, kapsayıcı, toplumsal ve ulusal düzeye, hatta onu aşan insanlık düzeyine ulaşmak demektir. PKK’lileşmenin en doğru tanımı budur. Bu daha somutta nasıldır? Yaşadığınız her türlü bireycilikler ve darlıklardan kurtulacaksınız. Örneğin şu anda hiçbir bireycilik beni tatmin etmiyor. Eskiden bir sigara içerdim, şimdi onu da bıraktım. Eskiden uykuyu, rahatlığı, kısacası kendi alışkanlıklarımı severdim; şimdi ise bunlar bana yüktür. Beni sevindiren şey yüksek özgürlük gelişimidir, başarılı yürüyüştür. Bunun dışında her şey benim için anlamsızdır. Yücelmenin başka türlü ifadesi de olamaz. Siz de bunu ruhunuzda gerçekleştirdiğiniz ve pratiğinizle bunu pekiştirdiğiniz oranda PKK’lileşiyorsunuz demektir. Örneğin, bireysel bir alışkanlığa çok tapmanız ve bireysel keyfi tutumların üzerinizde çok etkili olması, bunlara tenezzül edip anlamsız alışkanlıklardan vazgeçmemeniz partileşmenizin önünde kesinlikle bir engeldir. Ben kendi deneyimimi size anlatıyorum, bu tecrübe bana bunları söyletiyor. Kolektif özgürleşme olmadan, birey olarak yaşamı çok anlamsız buluyorum. Zaten beni şimdiye kadar bu büyük çabaya zorlayan da budur. Çünkü bana göre insanlar özgürleşmedikçe birer alçaktırlar ve hepsini bu durumlarından kurtarmak gerekir. Sokağa çıkıp insanlar arasında dolaşırım, birçoğunun halleri bana karınca gibi gelir. Bu insanların yarısını ıslah oluncaya kadar eğitimden geçirmek gerekir derim. Çünkü bana göre hepsi küfür içindedir ve adeta ihanete uğramışlar. Yaşam tarzlarına öfke duyuyorum. Basit bir evi kurtarmak için ömürlerini tüketiyorlar, mahvolmuşlar. Bunu da aileyi kurtarmak, bireysel bir ekmeği veya bir çorbayı kurtarmak için yaşam içinde kırk takla atarak yapıyorlar. Başka nasıl olacak diyeceksiniz. Bireyciliğin vardığı sonuç budur. Orada siyaset ve yücelik yoktur. Bireyi kurtarmak, aileyi kurtarmak adı altında kendini bitiriyor. Onun için aile namustur, çok önemlidir. Milyonlarca çocuk var, onların durumuna da bir bak desen hiç bakmaz bile. Bütün çocuklar senin çocuğun gibidir, hatta daha da güzelleri var desen, bunu hiç düşünmez bile. Gözünü karartmış, sürekli ‘ben, ben, ben’ der ve bu ölünceye kadar da böyledir. Bizde herkesin yaşamı az çok böyledir. Ben de sizin yaşlarınızdayken bunu yaşıyordum. Ancak o zamanlar kendimi adeta parçalıyordum.
Tek olmama rağmen, kimse yol göstermediği halde, nasıl gelişeceğim diyor ve kabıma sığmıyordum. Benim için cıva gibi derlerdi. Halen hatırımdadır, o zamanlar yerimde duramazdım ve halen de öyleyim. Durulacak bir şey yoktur, çünkü göz göre göre yaşam elimizden alınmıştır. Topraklarına ihanet ettirilmişsin, toplum olarak bitirilmişsin. Senin büyük vicdanın, isyanın olmazsa ve bu sorunların çaresini bulamazsan bir hiçsin. Onun için ben bu insanlara saygılı olamam ve hep öfke duyarım. Geçmişte onların yanında bile oturmak istemedim, onlardan kaçtım, onlara tepki duydum ve düşündükçe bunun karşıtını geliştirdim. Direniş öykümüzde bunları görmeniz gerekir. Çocukluk isyanlarımızdan tutalım bugüne kadar yürüttüğümüz mücadelenin her önemli dönemini anlamanız gerekir. Ben sizin gibi isyan etmedim. Siz de çok ağladınız, çok tepki duydunuz, ama bunların sizde bir zincirin halkaları gibi özgürlük temelinde geliştiğini belirtemem. Benim durumum öyle değildir; ben giderek bütün öfkelerimi, tepkilerimi ve isyanlarımı bir zincirin halkaları gibi bugünkü halk önderliğine, PKK gerçeğine dönüştürdüm ve halk önderliğinde birleştiriyorum. Maalesef tecrübeli arkadaşlarımız dahi benim böyle bir halk önderliğini geliştirmek için nasıl yaşadığımı, bunun için çok müthiş bir çaba sergilediğimi, çok düşündüğümü ve adeta büyük bir düşünce savaşımı verdiğimi anlayamıyorlar. Bunu bilmeniz gerekir. Pratik siyasete atıldığımda, her gün ölümle burun buruna gelerek adım atıyordum. Eğer ben de sizin gibi tehlikeye gözümü kapamış olsaydım, bugün sağlıklı olarak buraya kadar gelemezdim. Biz PKK’yi ölümle burun buruna gelerek sırat köprüsünden geçer gibi inşa ettik. Partileşme halk tarihimizin ve insanlığın en anlamlı ifadesidir. Benim her yılım çok büyük bir savaş yılıdır. Bu büyük savaş yılını anlayamayanlar PKK’yi anlayamazlar. PKK’yi anlayamayanlar da asla savaşamazlar. Keşke bizim mücadelemizin yıl yıl anlama işini doğru başarmış olsaydınız! Halen hatırımdadır, bu çizgiyi kendi içimde, düşüncede resmen başlatmaya karar veriş sürecim 1972 sonlarıdır ve ondan sonraki her günüm nefes nefese bir çabayla geçti. Kaldırımları dershane gibi kullanıyordum. Yatakhanelerin ve tuttuğumuz bazı küçük evlerin -tek odada on kişi kalırdık- hepsini bir okula dönüştürdük. Derslerdeki tüm oturuşum mücadele anlamına gelirdi. Etrafımıza kim gelirse ideoloji saçıyorduk. 1973’te büyük bir cesaretle bu ideolojiyi dile getiriyordum. 1974’te daha cesaretle gruplaşmayı ortaya çıkardım. 1975’te resmi bir Yüksek Öğrenim Derneği’nde (ADYÖD) en önde gelen bir görev aldım. 1976’da büyük bir mitinge öncülük ettim. 1977’de Haki Karer yoldaşın şahadeti ardından ‘Program Taslağı’nı bizzat kaleme aldım. 1978’de artık PKK ismiyle ‘Kuruluş Bildirgesi’ni yayınlayarak bu mücadelede dönülmez bir adım attım. 1979’da güçlü bir eylem olan Hilvan-Siverek direnişçiliğiyle düşmana karşı resmi olarak PKK adı altında açık bir savaş ilan ettik. Başlattığımız bu sürece karşı geliştirilecek yönelimlerin ağır sonuçlarını kaldırabilmek için Ortadoğu sahasına açıldık. 1980’de 12 Eylül faşist darbesini göğüslemeye çalıştık. 1981’de tekrar ülkeye yönelişin pratik hazırlığını yaparak derli toplu bir konferansı Ortadoğu sahasında gerçekleştirdik. 1982 yılında ülkeye dönüşün hem teorik hazırlıklarını yaptık, hem de büyük bir çabayla hazırladığımız grupları –ki sayısı birkaç yüzü geçer- ülkeye taşırdık. 15 Ağustos 1984 Atılımı’nı zorla da olsa veya istediğimiz gibi olmasa da gerçekleştirdik. 1985-86 yılları arasında düşmanın dayattığı o büyük operasyona rağmen,15 Ağustos Atılımı’nı kesintiye uğratmamak için tekrar Ortadoğu sahasında çalışmaları derinleştirdik ve III. Kongre’yi gerçekleştirdik. 1987 yılı, bu sefer silahlı propagandayı aşan gerillayı kalıcılaştırma savaşımını verme ve ‘Olağanüstü Hal’ uygulamalarını boşa çıkarma yılıdır. 1987 yılı, ‘Olağanüstü Hal’in birinci yılında düşmanın bizi zindanda ve dağlarda bitirme planına karşı mücadeleye biraz daha derinlik ve süreklilik kazandırarak bir adım daha atma yılıdır. 1989 yılı gerillanın yenilmezliğini ve kalıcılığını bir kez daha kesinleştirme yılıdır. 1990 yılı, düşmanın bütün tasfiye planına karşı, serhildanları da ekleyerek gerilla ile serhildanı iç içe geliştirme ve mücadelenin yenilmezliğini ortaya çıkarma yılıdır. 1991 yılı düşmanın yeni bir arayışını, hükümet değişikliğini, hatta yeni bir darbeye yönelmesini mücadeleyle karşılama yılıdır. 1992’de bir ileri adımı daha oldu. Bu yıl Güney savaşımının aleyhimize gelişmesini önleyemediğimiz bir yıldır. 1993’te mücadele mevzilerinde taviz vermeden, düşmanın özellikle Güney hamlesini boşa çıkardık. 1994 yılı, düşmanın ‘ya bitecekler, ya bitecekler’ politikasını boşa çıkarma yılıdır. 1995’te de artık bu politikanın sahipleri bunalım içine atılarak geriletildi. Şimdi de yeni bir hamleyi nasıl hazırladığımı görüyorsunuz. Bir çırpıda bunları belirtebilirim. Ayrıca her yıl için önemli ideolojik cevaplar vardır: sömürgecilik tezlerini 1973’te bilince çıkardım, 1974’te bir gruba malettim. 1975’te ilk defa yazılı hale getirdik, 1976’da bildiriler biçiminde yaydık, 1977’de ‘Program Taslağı’na, 1978’de de ‘Manifesto’ya dönüştürdük. 1979’da broşürler haline getirdik. 1980’de Kürdistan’ın sömürge gerçekliğini, PKK ideolojisini ve politikasını daha kapsamlı olarak belgelendirdik. 1981’Politik Raporu’nda ise bunu kapsamlı ve sistemli bir biçimde yazdık. 1982’de ‘Gelişme Sorunları ve Görevlerimiz’ adlı değerlendirmeyle ortaya çıkan sorunlara cevap verdik. 1983’de kişilik problemini daha da derinliğine ele alarak çözmeye giriştik. Yine 1982’de ‘Kürdistan’da Zorun Rolü’ nü kaleme aldık. 1983’te Ulusal kurtuluş problemi ve çözüm yolu daha derinliğine işlendi. 1984’e çok geliştirilmiş bir politik raporla başlanarak, merkezileşme sorunlarına daha ağırlıklı yer verildi. 1985’te çeşitli konulara ilişkin çok sayıda broşür hazırlandı. 1986’da Kongre konuşmalarıyla birlikte karar düzeyi çok ileri boyutta çözümlendi. 1987’de çözümlemeleri daha derli toplu geliştirme süreci başlatılarak, hemen her yıl giderek derinleşen çözümlemelerle sorunlara cevap arandı. Bu çalışma hızından hiçbir şey kaybetmeksizin sürdürüldü ve günümüzde de her ay neredeyse birkaç ciltlik kapsamlı çözümlemelere ulaşılarak ideolojik yetkinlik en güçlü bir konuma getirildi. Bu yıllarda politik olarak da büyük adımlar atıldı. 1973’ün o dar grup adımı bile sömürgecilik politikasına indirilmiş büyük bir darbe oldu. Küçük bir ideolojik adım, politik etkilerin temelini atma anlamına gelir. Bu, sömürgeci ideolojiden ve onun sosyal şovenizminden kopuşun büyük bir adımı ve temel bir politik başlangıç oluyor. 1974’te grubun gelişmesi çok cesaretli bir politik tavırdır. İnsanlarımız artık köle olma politikası yerine, düşmanın birer esiri olmaktan kurtulup özgücüne dayalı olarak yaşama gücünü gösteriyorlar. 1975’te bunu daha da akıllı bir taktikle uygulayarak, solla değişik bir birliği geliştirip düşmanı yanıltarak çok önemli bir sıçramaya yol açtık ve kitleye açılmak için bir adım daha attık. 1976’da yine çok cesur ve düşmanı oldukça şaşırtan bir kitlesel gelişmeye ulaştık. Bu dönemlerde politik etkinlik ve Kürdistan halkının giderek yeni politikasının şekillendiği görülüyor.1977’de Kürdistan’da oldukça iyi yayıldığımız ve her tarafta bağımsız eylemin gelişmeye başladığı görülüyor. 1978’de buna ek olarak giderek gelişen silahlı politikayı, yani şiddet temelinde politikayı geliştirdik. Artık yerel işbirlikçiliğin korkulu bir rüyasıydık. 1979’da ortam adeta kasıp kavruluyordu. İşbirlikçilik ve geleneksel düşman etkileri karşısında müthiş bir politik güç haline geldik. PKK’nin kuruluşunun ilanı zaten yüksek bir politik eylemdi. 1980 yılında daha da tırmandırılan yönelime, biraz büyük silahlar da karıştırılarak yaygınlaştırılan bir savaş konumuna yol açılıyor. Bu, 12 Eylül faşist karşı devrimci darbesine yol açıyor. 1980-81 yıllarında geri çekilme ve uluslar arası alana açılma büyük bir politik adım oluyor. Bu adım isyanın ezilmemesi ve süreklilik kazanması için alınan ciddi bir politik tedbirdir. Yine Kürdistan tarihinde ilk defa bir isyanın yenilmemesi, tam tersine süreklilik kazanması için temel bir politik adımdır. 1982 yılında ülkeye yeniden dönüş, yurtseverlik temelinde çok köklü tarihi bir adım ve yüksek bir politik tavırdır. Çünkü her isyan daha sonra ardından bir iz bile bırakmadan yitirilirken ve giden de bir daha dönmezken, bu sefer ne isyanın sürekliliği engelleniyor ne de geriye gidenler dönmeme gibi bir olumsuzluğa düşüyorlar. 1983’te ülke içinde silahlı propaganda temelinde muazzam bir politikleşme dönemi başlattık. Bütün kitleler yeni bir politik döneme ve yeni bir tarihi döneme gözünü açıyorlar. 1984 yılı da bunun atılım yılı oluyor. 1985’te düşmanın bütün yıldırıcı seferlerine rağmen ulusal kurtuluş savaşından vazgeçmeme ve ulusal kurtuluş politikasını ısrarla dayatma gerçekleşti. 1986 yılı çok zorlu bir süreci aynı kararlılıkla sürdürme, Kürdistan’ın diplomasi ve siyaset alanlarında giderek nefes alma imkanlarını genişletme, içeride ve dışarıda artık yeni bir dönemin geliştirilebileceğini kanıtlama yılı oluyor. Tabii düşmanın da bu yıllara dayattığı provoke etme ve etkisiz bırakma yönelimlerine karşı politik taktiklerle aynı şekilde yanıt verme gelişiyor. 1989-90 yılları da devrimci yurtsever politikayı kitleselleştirme yıllarıdır. 1991-92’de mücadeleyi kitleselleştirmeyi, serhıldanlaşmayı daha da yükseltme söz konusudur. Yüksek devrimci bir politikayla politik bir sürecin içine girilmiştir. Kürt halkı tarihinde ilk defa çok büyük bir politikleşme sürecine tabi tutulmuş ve kitle temelinde birlik tutumu geliştirilmiştir. 1992-93’te savaş artık Güney’de ve Kuzey’de yayılmıştır. Bu dönemde PKK’nin politikası Kürdistan çapında ilgi görüyor ve kitleleri etkiliyordu.
PKK’ye dayatılan PKK’siz politika yapma anlayışı ve PKK’siz ulusal çözüm arayışları nihai darbeyi yedi. Her türlü işbirlikçi politikalar etkisiz kaldı. Bu güçlerin en son umudu 1992 savaşıydı. Ancak bu konuda alınan tedbirlerle bu umutları da boşa çıkarılarak PKK’nin yurtsever politikası kesin öncülük düzeyine ulaştı. 1994-95 yıllarında düşmanın ‘ya bitireceğiz, ya bitireceğiz’ adı altındaki imha politikası pratikte boşa çıkarılarak, yarattığı büyük şovenist dalga kırılarak, halkın umudunu yerle bir etme çabaları da önlendi. Türkiye ve Kürdistan kitlesinin de artık kaçınılmaz ve geri dönülmez bir biçimde devrimci yurtsever politikanın etkisi altına alınması ve onun temel bir gücü haline getirilmesi sağlandı. 1995’le birlikte tarihin en büyük operasyonlarına rağmen, devrimci yurtsever politikanın artık kitlelerden kopartılamayacağının anlaşıldığı, düşmanın bizi bitirdiğini ilan etmek için düzenlediği sahte seçimlerin tersini kanıtladığı bir durumu ya kaladık. Görüyorsunuz ki, her yıla böylesine muazzam politik gelişmeler sığdırılmıştır. Aynı zamanda bu yıllar taktik savaş yıllarıdır. TC’nin tarihinde her başkaldırıya ve her devrimci harekete dayattığı provokasyonlar vardır. Bu yıllar aynı zamanda sürekli provokasyonları dayatma yıllarıdır. 1972-73’te zaten ‘Türkiye Solu’nun kendisi de sosyal şovenist hareketleriyle bir provokasyon dayatması içindeydi. 1974 yılı onların etkisine karşı direnme ve giderek bunu örgütsel bir direnme gücü haline getirme, ‘ayrı ideolojiler, ayrı örgütlenme olamaz’ komplosunu boşa çıkarmaydı. 1975’te devletin özellikle Ankara’da bizi kendi kontrolü altına alıp etkisizleştirme amacıyla bizzat içimize kadar sızma taktiğine karşılık, 1975-76-77 ve ’78 yıllarında devletin bu taktiğini ona karşı bir silaha dönüştürdük. Tarihin en önemli gelişme adımlarını bu temelde atabilmek ve Ankara’dan sağlam çıkmayı başarmak önemliydi ve bunu başardım. 1978-79 yıllarında dayatılan Hilvan-Siverek komplosunu tekrar silahlı bir mücadeleyle karşılık vererek boşa çıkardık. ‘Türkiye solu’ eliyle dayatılan komploları boşa çıkardığımız gibi, aynı zamanda Kürt solculuğu adı altındaki sözüm ona KUK, ‘Beş Parçaçılar’, ‘Tekoşinciler’ gibi komplocu örgütleri de etkisizleştirdik. 1980’de bizzat 12 Eylül komplosu söz konusuydu, buna karşı zamanında tedbir alarak yurtdışına açıldık ve yine silahlı mücadeleyi doğru temelde geliştirme adımını attık. Aynı komploların yurtdışında da gelişmemesi için son derece inatçı bir savaş yürüttük. Semir komplosundan tutalım, neredeyse her yıl dayatıldığı gibi dayatılan kapsamlı bir komplo yılını daha boşa çıkardık. İçimize taşırılan düşmanın dolaylı veya direkt ‘ülkeye dönemezsiniz, PKK’yi yeniden kuramazsınız’ dayatmalarına karşı çok inatçı bir mücadele sergilendi. Provokatörler ‘bunların bir teki bile Kürdistan’a adım atamaz’ dediklerinde, ülkeye dönüş hamlesini yüksek bir biçimde başlatmayı gerçekleştirdik. Ülkeye ulaşır ulaşmaz dayatılan ‘Irak Komünist Partisi’ ve KDP’nin komplolarını önledik. 1984-85 yıllarında uluslararası dayanaklarıyla birlikte ‘Sol Birlik’ adı altında dayatılan, PKK’yi Avrupa’dan tecrit etme komplosuna karşı büyük bir savaş içine girdik. Hem ülkede, hem ülke dışında, hem de zindanda büyük direnişlerle karşılaşan bu komplo çabaları, yine büyük bir çabayla boşa çıkarılmaya çalışıldı. 1985-86 yıllarında özellikle başından beri sızdırılan kişiliklerle komployu sonuca götürme girişimleri karşısında yürüttüğümüz mücadeleyle, devleti tarihindeki en köklü başarısızlığa uğrattık. 1986’da artık komplo sahiplerinin teşhir ve tecridini kesinleştirdik. 1987’de bunlardan önemli oranda kurtulduk. 1987-88’de yeni komploları, özellikle zindan ağırlıklı geliştirilen komploları boşa çıkarmayla uğraştık. Yine dağlarda geliştirilen komploları da boşa çıkardık. Özellikle 1988’de neredeyse komploların tümünü tersine çevirdik. Devletin en çok umut bağladığı bu yılda, özellikle Avrupa’nın ilkel milliyetçiliğin gücüyle, hatta Kürt ve Türk solculuğuyla birlikte yürüttüğü bu komploları yenilgiye uğrattık. 1989’da bu anlamda komploculuğa büyük bir darbe indirerek partimizin önünü açtık. 1990’lara dayatılan zindanda başarıya ulaşmış komplonun elebaşını 1992’de parti içinde yakaladık, giderek teşhir ve tecridini gerçekleştirdik. Tabii bu işlerin hepsi çok büyük bir güç ve çözümleme kabiliyeti istiyordu. 1991’de de düşmanın, en üst düzeyde Özal’ın bizzat anayasa ilkesini bile gerektiğinde göz önüne getirmeyerek provokasyonlara yardımcı olma biçimindeki yaklaşımlarını etkisizleştirdik. Yine 1992 Güney savaşındaki komplo ve bunun içteki yansımalarını görmemiz söz konusuydu; 1993’te bununla mücadele ettik ve aştık. 1994’de içe dayalı komplocu etkileri tamamen aşma ve küçük komplocukları görüldüğü yerde ve zeminde silip süpürme işiyle uğraştık. Bu anlamda da tarihi boyunca komplolar ve darbelerle iş görmüş sömürgeciliği büyük bir başarısızlığa uğratma, PKK tarihinde çok çarpıcı bir biçimde başarılmıştır.
Bütün bu gelişmeler kongreler boyutunda da ele alınabilir. 1973 yılında grup olduğumuzu ilk defa ilan edip, gün yüzüne çıktık. 1978’de I. Kongre ile parti ilanını yaparak politik savaşımı karşılama kararı verildi. 1982’de II. Kongre ile birlikte ülkeye dönüşün kesin kararı verildi ve bunun adımlarının atılması gerçekleşti. 1986’da III. Kongre ile ’15 Ağustos Atılımı’nın sürekliliği ve gerillada ısrar kararlaştırıldı. 1990’da IV. Kongre ile gerillanın yaygınlaştırılması, bunun serhildanlarla bütünleştirilmesi, iç engellemelerin boşa çıkarılması ve ikili iktidar durumuna ulaşma sağlandı. 1995’te V. Kongre ile parti içinde olgunluğun yakalanması, ulusal birliğin sağlanması, iktidarlaşma ve ordulaşmanın sağlam zemine oturtulması ve savaşımın yenilgisini bekleyenlerin bunalıma sokulması gerçekleştirildi. Görülüyor ki, parti tarihi bütün bu konularda büyük bir savaşım tarihidir. Hepsinde de gelişme vardır ve bütün bunlar et ile tırnak gibi birbirine bağlıdır. Bu çalışmaların hepsi büyük bir ideolojik savaş ve bu savaşın dolaylı yansımaları olarak da değerlendirilebilir. Parti tarihini inceliyorsanız, bu yönlerini ana başlıklar altında kalın kırmızı çizgilerle beyninize kazımanız gerekiyor ki, sağlam bir tarih bilincine ulaşasınız. Kaldı ki her yıl için söylenecek ve yazılacak yüzlerce öykü ve roman var. Parti tarihinde üzerinde destan yazılacak birçok olay var. Biz bunların belki de yüzde birini bile yazıma geçiremedik, anlatamadık. Parti tarihi fazla bilince çıkarılmış ve yazılmış değildir. Üzerinde ne bilimsel ne de edebi çalışmalar fazla yürütülebilmiştir. Bu çalışmalar daha sahibini bekliyor. İleride koşullar elverirse, eminim ki her yıl için beş on ciltlik bilimsel, edebi ve diğer sanatsal değerlendirmeler ve çalışmalar ortaya çıkacaktır. Parti tarihine bu kadar kapsamlı yaklaşacak ve saygılı olacaksınız ki, bu büyüklükten payınızı alasınız ve bu büyüklükle yürüyesiniz. Bu büyüklükte ne kadar şehit var, ne kadar işkenceye karşı dayanma var, bunların adını bile söyleyemiyoruz. PKK fiiliyatta şehit kanıdır, işkenceye karşı direniştir, açlığa ve susuzluğa karşı direnme savaşıdır, büyük sabır, fedakarlık ve cesarettir. İnsanlık emelleri uğruna insanoğlunun tanık olmayacağı düzeyde, hiçbir bireysel çıkara yer vermeyen bir savaşımın adıdır. PKK tarihi, bir çok adsız kahramanın emekleriyle bugüne kadar getirilmiş bir tarihtir. Bu tarihi kesinlikle bu yüce değerlerin toplamı biçiminde görmek gerekiyor. Parti tarihini bütün bu değerlerin bir bileşkesi olarak yüreğinize ve beyninize kazıyamazsanız, hakiki bir PKK’li olamaz ve dolayısıyla büyük bir militan haline gelemezsiniz. Ben belki çok genel bir dökümünü yaptım; sizler mümkünse bu tarihin dökümünü katbekat daha fazla yaparak; PKK nedir, nasıl temsil edilir ve PKK’ye nasıl ulaşılır sorularına mutlaka yetkin cevaplar vermelisiniz. Aksi halde bu büyük tarihe hakaret etmiş olursunuz. Bu büyük tarihi böyle özümseyemezseniz, bu kadar büyük değere kesinlikle hakkını vermemiş ve layık olmamış olursunuz ki, bu da en sığ, en saygısız ve değersiz bir yaklaşım olur. Partimiz bu kadar yüce değerlere sahip olduğu halde bunları görmemek, hatta boşa çıkarmak, bireysel ve keyfi tutumları için kullanmak, üzerinde keyfi yönetimler geliştirmek veya tıkatmak ihanetten daha kötüdür. Hiç kimse hiçbir gerekçeyle parti içinde kendini böyle tutamaz. Bu yüce değerlere böyle yaklaşanlar çarpılır. Nitekim bunun örnekleri her gün ortaya çıkıyor. Bu tarih sıradan kullanılacak ve görmezlikten gelinecek veya görülüp de gerekleri yerine getirilmeyecek bir tarih değildir. Çünkü bu tarih bir iradedir, hem de en canlı yaşayan bir iradedir. Kim buna iradesini katmaz ve bu iradeyle kendini güçlendirmezse parti içinde savaşamaz. PKK büyük bir partidir ve çok geniş kapsamlıdır. Bu kadar çaba harcamama rağmen, PKK’ye layık olup olmadığımı kestiremiyorum. Unutmayın ki, biz çıplak yüreğimiz veya bireyciliğimizle savaşmıyoruz. PKK’de böyle bir savaşçılık yoktur. Bugün halen mücadeleyi yürüten ve bizi savaştıran güç bu partinin temel değerleridir, şehitleridir; birçok adsız kahramanın, köylünün, emekçinin ve aydının zindanda işkenceye karşı direnişidir. Bu değerler kutsaldır. PKK tarihinin her saatinin bir destan değerinde olduğunu kanıtlayabilir, PKK’nin her bir şehidinin de büyük bir kahraman direnişçi olduğunu belirtebilirim. Umarım partileşmeyi bu derinlikte ve bu kapsamda artık hem anlıyor, hem özümsüyor, hem de bir daha silinmemecesine bilincinize ve yüreğinize kazıyorsunuz. Parti her zaman en büyük değerdir. Şu anda halkımız, ulusumuz ve hatta insanlık için de onur duyulacak en büyük gerçeklik, PKK’de yoğunlaşan ve biriken bu gerçekliklerdir. Böyle bir partiyi aşındırmak, onun gereklerini yerine getirmemek gibi çok kötü ve lanetli bir duruma düşmek şurada kalsın, onu paylaşmak ve yaşamak en büyük tutku olarak hepinizde ifadesini bulmalıdır. Çünkü bu parti buna layıktır ve bunu an be an emreden bir partidir. Şehitlerin son vasiyetlerini kim unutabilir ve son nefes verişlerini kim göz ardı edebilir? O büyük direnişlerin anlamını kim unutabilir? Bu büyük zorluklarla, kıyamet kadar açlık, soğuk ve sıcakla savaşımı kim unutabilir? Bütün bu direnişler yüce amaçlarımız, insani amaçlarımız, ulusal ve sınıfsal amaçlarımız için gösterilmiştir. Bu konuda partililere düşen görev, en son temsilciler veya bayrağı en önde taşıyan militanlar olarak bu bayrağı yere düşürmemek ve daha da yükseklere kaldırarak karşılık vermektir. En önde savaşacak partililik veya partileşme böyle ifade edilebilir. Yoksa ‘partinin itibarı büyüktür, olanakları fazladır, onunla kendimi büyütür ve partiye dayatırım’ demek, bu partiye yapılacak en büyük hakaret oluyor. Partileşme, halk tarihimizin en yüce, ulusal kurtuluşun ve insanlığın da en anlamlı ifadesidir. Bu çok büyük bir direniş tarihiyle günümüze kadar başarıyla getirilebilmiştir. Yaşamımızı tamamen bunun içinde erittik ve ölümsüzlüğü bu parti içinde böyle geliştirdik. Buna katılan kişi en başta bu değerlere layık olmayı bilmelidir. Bu değerlere toz kondurmamalı, tam tersine daha da yücelmesi için katkısını sunmalıdır. Gerçek partileşme, PKK’lileşme böyledir. Böyle bir PKK’lileşme her zaman yücelmiş ve kazanmıştır. Kesin zafere gidecek PKK’lileşme de böyle olacaktır.
Reber APO
- Ayrıntılar
Büyük parti davamız, Amed’in Fis köyünde ne olduğu ve ne olacağı fazla belirgin olmayan bir grupla, en az donanımla ve fazla gelişkin olmayan iddialarla partileşmeye adım attığından günümüze kadar destansı diyebileceğimiz bir süreci yaşamanın adıdır.
Şüphesiz parti tarihimizin daha öncesi de vardır. 1973 baharı, partileşmemizin daha alt düzeyde rüşeym haliydi. Bu da ciddi bir adımdı ve daha sonraları her yılın kuruluş anlamında böyle bir yeri vardır. Nasıl ki her bahar yeşerme, filizlenme ve tohuma gelmede yeni bir yaşamın başlangıcıysa, partimizin her yılının da kesinlikle böyle bir anlamı vardır. Hem her yıl filizlenir, tohuma gelir hem de yalnız bir yıl için değil, ikinci yılda daha değişik bir ürün ve üçüncüsünde de daha değişik ve daha fazla ürün verir. Şimdi partileşmemizin on sekizinci yılındayız. Ürünleri çok çeşitlidir, hem de oldukça niteliklidir. PKK’yi bu zenginleşme içinde buraya kadar getirdik. Mücadelemiz salt ulusal kurtuluş ürünü, salt parti ürünü ve salt savaş ürünü değil, buna benzer bir çok ürün veriyor. Bugün sosyalizmin de en iddialı ürünlerini veriyor, kadın özgürlüğünün ürününü veriyor. Tarihte eşine ender rastlanan bir özel savaşa karşı ayakta durmanın ürününü veriyor. Karşısında tüm dünya da birleşse, zaferin kazanılabileceğinin imkanını ve ürününü veriyor. Bunlar, parti davasında iddialı olanların eşsiz hazineler olarak görüp değerlendireceği, sınırsız zafer umudu ve tutumuyla kendini silahlandıracağı büyük değerlerdir.
Parti davasının önemini anlayamamanız veya bütün kapsamıyla değerlendirip gereğini yerine getirememeniz, sizin için gerçek bir yetersizlik ve dolayısıyla bir üzüntü kaynağı olmalıdır. Bu aşamada, bu kapsamda parti ülküsü kadar hiçbir ülkünün ve değerli bir çalışmanın olacağını sanmıyorum. Ben çoğunuzun yaptığı gibi ne kitleler içinde, ne de sıcak savaşım alanlarında çaba harcama imkanına kavuştum. Ama bir parti üzerinde, bir partinin fikri örgütlenmesi ve özellikle kadro çalışması üzerinde yoğunlaştığımda ne destanlar yaratılabileceğini gösterdim. Bundan daha değerli bir çalışma olamaz. Çok zor koşullarda yürüttüğümüz bu çalışmanın bile nelere kadir olabileceğini şimdi görebilirsiniz. “Parti davası çok büyük bir olaydır, partileşmek en büyük bir güçtür” diyeceksiniz. Tüm gücümü partileşmekten alıyorum, benim başka güç kaynağım yoktur. Parti üzerine yoğunlaşmak, partinin ilkelerine göre yaşamak ve partinin örgütleşmesine güç vermek tüm güçlerin esasıdır. Bu çok açık. Parti kadroları olarak çalışmalara yüklenmek ve etkili olmak istiyorsunuz. Bunun yolu partileşmek ve ilkelerin gerekli kıldığı tarza ulaşmaktır. Bunu gösterdiğinizde güçlüsünüz. Bu ülkede, ordu içinde ve hatta tüm düşmanlarımıza karşı güçlenmenin başka yolu düşünülemez. Önderlik çizgisinin gücü, partileşmenin yoluna kendini yatırmanın gücüdür. Daha da açarsak; Önderliğin ilkeleri, bu ilkelerle tutarlı çabaları ve bu çabaları yerli yerinde, ustaca sergilemesi var. İşte Önderlik, işte başarı!
Son zamanlarda, “parti ölçüleri de, gerilla da aşındı, yurtdışında Avrupa’da yaşam aşındı” diyorsunuz. Bir PKK kadrosu için bu sözleri söylemek, söyleyip de acı duymamak, acı duyup da kendisine karşı savaşmamak kadar tehlikeli bir tutum olamaz. Ama ne yazık ki, sadece bunları söylemekle yetinmiyor, olumsuzu da yaşıyorsunuz. Bana göre kaybetmenizin en temel nedeni budur.
PKK’nin bütün şehitlerinin anısına belirtirim ki, partileşmek kadar değerli hiçbir çaba yoktur. Parti ölçülerinde ısrar, parti yaşam tarzında ısrar, parti görevlerinde ısrar, cephede kazanacağınız en son nihai zaferden bile daha değerlidir. Nihai bir zafer gelip geçicidir, belki ardından bir yenilgi de gelebilir, ama kapsamlı bir partileşmenin önünde her zaman başarı vardır ve bu başarı süreklidir. Kapsamlı partileşen nihai zafere kadar kazanır. Onun için zafer kişiliğinde ısrarlı olan, öncelikle partileşmenin tüm gereklerine ulaşmalıdır. Buna anlam vermek için fazla söze gerek yok. Benim pratiğime bakın; daracık bir yerde ve çok kısıtlı olanaklarla yürüttüğümüz parti çalışmaları bugün bizi nereye getirdi, nerelere taşırdı. Başarılarımızın ne kadar olduğunu hesaplayabiliyor musunuz? Parti tarihinden öğreneceğiniz en temel husus; bütün başarıların sırrı partileşmededir, partinin ölçülerine, tarzına, temposuna, ahlakına sahip olmada karar vermededir ve bu kararda ısrardadır.
Parti tarihinin dönemleri, her yılı ve hatta her saati vardır. Her bir saati kesinlikle diğerinden daha değerlidir. Bir zincirin halkaları gibi sürekli göğe yükselen helezonvari sütun gibi hep birbirini ilerletir, amacına ulaşıncaya kadar dur-durak bilmez, kopukluklar, sistemsizlikler yoktur, tarz-tempo kesindir, düşmanın ulaşamayacağı ve dağıtamayacağı kadar güçlüdür. Küçük bir tohum olarak serpildiğimizde onun çürümemesi için gereken yapılmış, en önemlisi de düşmandan korunmuştur. Yani bu tohum sert bir rüzgardan kurak kalıp çürümekten korunmuştur. Bu, üzerine titreyerek, bir ananın çocuğuna olan bakımından daha fazla bakarak gerçekleştirildi. İdeolojik çalışmayı bunun için geliştirdik. Düşman tehlikelerinden uzak olmak için gizli tuttuk ve bu başarıldı. İdeolojik gelişme süreci kesinlikle olmazsa olmaz kabilinde bir süreçti. Ondan önce bu halkta sadece kendinden utanç duyma vardı. Toplum, bireylerine kadar parçalanmıştı ve dolayısıyla zayıflığı vardı. Toplumda iddia, karar ve bir araya gelme hiç yoktu. Kardeş kardeşi bile kabul etmez ve bir arada bir saat tutamazdı. İdeolojik hamle sürecimiz buna bir son verme süreciydi. Yıllarca inkar edilmiş “ben bir daha sana gelemem, ben bir daha seninle yaşayamam” denilen toprağımıza ve insanımıza bir bakıştı. Birbirlerine hain gibi bakanların dost gibi bakmaya başlamalarıydı. Birbirlerine müthiş yabancılaşmış olanların tanışmışlığa gelmesiydi. İşte ideolojik gerçeklik budur ve bu bakış yaratıldı. Dost bakışı, birlik bakışı, ruh yakınlığı ve ülke bakışı oldukça önemlidir. Yürümeden önce bakacak, yapmadan önce de göreceksiniz. Bunlar olmadan tek bir adım bile atılamaz.
Örgütlenme yürüyüşe geçmedir; bakış açısı yaratıldıktan ve verilmesi gerekenler tespit edildikten sonra ona yürümedir. Toprağa ve halka yürüyüş tek kişiyle değil, ancak örgütle olur. Bakışlarımızda tutarlıysak görmemiz gerekenlerle birlikte yürüyeceğiz. Çünkü ulusal amaç, bir avuç hainin ve onda ısrar edenlerin dışında herkesin amacıdır. Özgürlük, bir halk içindir, herkes içindir ve dolayısıyla herkesin yürüyüşünü gerektirir. Örgütün gereklerini yerine getiremeyenler yalancıdır; örgütle yürüyemeyenler hem bakış, hem de yürüyüş yoksunudur. Bu kişiliklerin ülkesine ve halkına bakışı yoktur. Bunlar kördür, kendilerini körce veya sersemce yürütebileceklerini sanırlar. Biz bu yılları kısa aralıklarla yaşadık.
1980’lere merdiven dayadığımızda, toprağa yürüyüş ve halka ulaşma asgari düzeyde gerçekleşmişti. Bu, ideolojiden politikaya aşama yapıldığı, politikanın doğru olduğu, halk yürüyüşünün gerçekleştiği ve politik anlamda özgürlük savaşımın artık başladığı anlamına gelir. Bakış açısını yok eden, “senin ülken ve halkın yoktur” diyen güç, bakışın oluştuğunu ve politikanın başladığını görünce, tek ferdimiz kalıncaya dek bizi yok etmek için bize karşı faşist bir süreci geliştirdi. 12 Eylül son tahlilde bu bakış açımızın ve halk yürüyüşümüzün yok edilmeye çalışılmasıdır. Bu savaş, büyük ve özel bir savaştı. Biz, 12 Eylül’ün ayak sesleri geldiğinde yurtdışına çıktık. Yürüyüşümüzün kesilmemesi için bu bir taktikti. Taktisyenler, ayak sesleri bile çok uzaklardan gelirken, bizim neden bu adımı attığımızı kendilerine sormalıdırlar. 12 Eylül’ün ayakları altında nasıl ezilmeyeceğiz diye adeta iliklerimize kadar titriyorduk. Sorumluluk duygusu budur. Yüreklerimizin, bu bakış yok olmasın ve bu yürüyüş kesilmesin diye nasıl sık attığını acaba düşünebilecek misiniz?
Bu süreçte yakalanırsam kopan sadece benim yüreğim olmayacak, bir halkın yüreği olacaktı; karartılan bakışlar sadece benim bakışlarım olmayacak, kendi toprağından özgürce ve ulusalca bakması gereken bir halkın bakışları olacaktı. Bu nedenle kendimi korudum; korumak ve yaşatmak için de kendimi iğne ucundan geçirme taktiğini uyguladım. Bunun için dur-durak, kendini yere atmak ve ucuz ölüme terk etmek olmazdı. Çünkü bende gören göz artık bir halkın gören gözüdür, bende atan yürek bir halkın yüreğidir. Buna nasıl ihanet edilebilirdik ki! Eğer gerçek böyleyse, milyonlar yüreğinizde atıyorsa, gözleriniz milyonların gözleriyse ve büyük görüyorsa; o kişi duramaz ve görmezlik edemez. İşte biz böyle yaşamaya başladık. Partinin bakıştaki iddiası ve soluksuz yürüyüşü böyle anlamlıdır. Gelişmeyi biz böyle sürdürdük. Çoğunuzun halen anlamadığı bu gerçeklik, bizim yürüyüşümüzde veya partimiz adına bende böyle gelişti ve böyle anlam buldu. Halen bu bakış açısına ve yüreğe sahip olamayanlarınıza şaşırıyorum. Bu, ne kadar acı ve ne kadar iflah olmaz bir durum. Partimiz adına yapılanlar düşman çizmesiyle yerle bir edilmek istendiğinde, buna karşı bir savaşçı yetiştirmek için canımızı dişimize takıyorduk. O süreçte arkamda yer alanlar, “bir daha ülkeye dönüş mü” diyerek dalga geçiyorlarmış. Kendini en fazla sorumlu tutması gerekenler böyleydi. Fakat yapılacak başka bir şey yoktu. Bir savaşçı yetiştirmek için o zamanlar bunun dışında bir şeyle uğraşmak mümkün olamazdı. Her şey oradaki ısrara bağlıydı. Tarihi kaybetmek istemiyorsanız, yüreğinizin sökülüp kurutulmasını istemiyorsanız savaşta ve savaşçıda ısrarlı olacaksınız. Hiç kimse bunun anlamını bilmedi, “neden bu arkadaş bu kadar ısrarlı” demedi. Israrlı olmak gerekirdi, çünkü bu başarılmasaydı geriye hiçbir şey kalmıyordu.
Şimdi sizin bakışlarınızda ve yürek atışlarınızda bu noksanlığı görüyorum. Çokça söylendiği gibi, trene bakan gibi mi, mandanın yürek atışı gibi mi sorularını soruyorum. Eğer benim gibi bakılsa ve duyulsa, eminim ki o çabanın önünde hiçbir engel duramaz. Hele parti görevlerinde, savaş görevlerinde böyle başarısız ve çaresiz de kalınamaz. En çok hayıflandığım bir konuda budur. Bunlardaki bakışlar kimin, bu toprağa nasıl gitmişler? Özgürlükle iç içedirler, ancak bir keçi kadar bile orayı sevemiyorlar. Cudi dağındaki keçinin Cudi dağına sevdası daha fazladır. Ama oradaki gerillanın bu dağlara bağlılığı henüz gelişmemiştir, buna öfkeliyiz. Yürekleri sanki manda yüreği kadar duyarsız. Orada bir tarihin canlandığını, orada bir özgürlüğün adım adım geliştiğinin farkında bile değiller. İşte hayıflandığımız durum budur. Buna hiç mi hiç saygılı olamadılar ve her zaman büyük öfke ile karşıladılar. Bana göre bu büyük bir suçtur.
Siz savaşanlar bunun bizdeki hikayesinin nasıl geliştiğini bile bilmiyorsunuz. O zaman hangi yürekten bahsedilebilir? Bizim bakış açımıza dahi ulaşmamışsınız. Böyle olunca bakışlarımız size hiç güç veremez ve onun sonucu olarak da tarzınız-temponuz düşer. PKK’yi anlayamadınız, PKK’nin bizim tarafımızdan yürütülüşünü göremediniz, duyamadınız. Onun için şimdi de fitne-fesat topluluğu haline geldiniz. Bu da bize yapılabilecek en büyük kötülüklerden birisiydi. Sizin bu bakışsız ve yüreksiz yaklaşımlarınızdan dolayı çektiğim zorlukları ve buna duyduğum öfkeleri düşmanın en büyük seferlerine karşı bile duymadım. Hele hele ülkeye adamakıllı yerleşmenin, onun havasını solumanın, sadece ülkeyi görmenin değil onu yaşamanın da gerçekleşmeye doğru gittiği, halkla kaynaşmanın ve bayramlaşmanın imkan dahiline girdiği bir süreçte halka dayatmalarda bulunmanız, sanki ülke yaşanılamayacak ve kaçılacak bir yermiş gibi davranmanız kadar beni öfkelendiren hiçbir tutum yoktur. Bu en lanetli tutumdur.
Biz o yıllarda tarihimizin en önemli ve bizim için tek yaşam yolu olan savaşımı başlatmıştık. 15 Ağustos Atılımı’nın öncesi ve sonrası öyle nefes nefese geliştiriliyordu ki, bunun tüm zorlukları benim için bir hiçti, hatta zorluklar beni daha da kamçılıyordu. Ancak bazıları “bu çabaların üzerine nasıl konulur, onların ürünü nasıl ele geçirilir” diyordu. Bu ne vicdansızlıktır, bu ne saygısızlıktır. Savaşı anlamamak, savaşın tarihini böyle anlamak ne kadar büyük bir yanlışlık, büyük bir yürekten yoksunluk, saygıdan uzaklık ve verilen çabayı hiç anlamamaktır. Sizler bunu nasıl yaptınız? Savaş komutanları, savaş birliklerinin başında yer alanlar neden bunu anlayamadılar? Savaş tarihine hiç anlam vermemek, bir silahın elde edilişinde kimlerin ne kadar rol oynadığını, onlarca silahın nasıl temin edildiğini, bir savaşçının yetiştirilmesi için yıllarca sürdürülen çabayı, bir ülke uğruna günde beş-on kişiyi kaybettiğimizi bilmemek sizi ancak lanetli yapar. Bu anlamda siz, parti tarihini anlamak şurada kalsın, adeta kara bir leke gibi ortamımızda yer işgal ediyorsunuz.
Partinin savaş tarihini anlamamak büyük vicdansızlıktır. Oysaki bu süreci başlatmamız mucizevi bir olaydı. Tarihte hiçbir Kürt isyanı bir kaç aydan öteye gidememiş ve hepsi de baş aşağı gidişin bir adımı olmuştur. Bizim başlattığımız mücadeleyle ilk defa giderek yükselen ve başarı umudu veren bir süreç yakalanmıştır. Bunun en büyük sorumlulukla değerlendirilmesi, bir yapı taşı da benden dercesine bir çaba gösterilmesi gerekirken, “savaş kurallarını gevşetelim, olanakları çarçur edelim, bu komutanlık sayesinde kendi güdülerimizi tatmin edelim” dediniz. Bu en büyük düşkünlüktür. Adı, ünü ne olursa olsun, eğer tarih bir gün bana sonucu gösterirse, zaferi yakalamış birileri dahi olsalar bu kişilerden hesap soracağım. Daha önceki yıllarda o kadar şehit gömülmüş ve o kadar umut dirilmiş ki, bunlara hakkını vermemek mümkün değildir. Bu anlamda, bu yıllara anlam verip vermediğiniz konusunda kendinizi gözden geçirin.
Karşımızdaki özel savaş fırtına gibiydi. Çok iyi biliyorum ki, özel savaşın arkasındaki güçler şunu söylüyordu; “bunları bin yıldır yerle bir ettik, ama daha ölmemişler, içlerinden başkaldıranların ve ‘ben yaşamak istiyorum’ diyenlerin başını ez.” Bin yıllık tarihleri onlara bunu dayatıyordu. Sırf o olumsuz tarihi kurtarmak için bir hücum dalgası daha; küfürle, savaş tarihinde hiç yeri olmayan özel savaş yöntemleriyle yüklen ha yüklen! Şunu belirtmeliyim ki, “savaşmak istiyorum, gerilla olacağım” diyenler, eğer bize ve kendilerine saygı duymak istiyorlarsa, düşmanın bu dalga dalga gelişimini görmelidirler. En önemlisi de büyük emredici olarak uyanan yaşam umutlarına mutlaka sahip çıkmak ve ölümcül olan yanlışı, yetersizliği de gidermenin büyük çabası içinde olmak gerekiyor. Bunu yaşamadan, bunun gerekliliğini hissetmeden nasıl savaşacağınızı sanıyorsunuz? Yürekleriniz neden böyle kaskatı kesilmiş? Utanmadan, sıkılmadan halen karşımıza bir savaş adayı, hatta komutan adayı olarak dikiliyorsunuz. Sıkça bunlar da kim diye kendi kendime soruyorum.
Kendimi dağlara sizin gibi taşırma ve geniş halk yığınları içine girme imkanım da olmadı. Ama küçük bir mevzide kolay kolay zapturapta alınamaz yaşamımı davamız uğruna yatırdığımda neler yaptım. Peki siz ne haldesiniz? Bunları değerlendirmeniz gerekiyor. İyi bir komutan, hele namuslu ve şerefli bir savaşçı olmak kolay değildir. Eğer savaşa inanıyor ve “savaşa varım” diyorsanız, hesap verecek bir durumunuz olmalı. Ben hatırınızı kırmamak için sizleri kovmuyorum. İnsanları kovma gibi bir özellik benim tabiatımda yok ve kimse de beni kovamaz. Savaşın şerefiyle, onuruyla, amaçlarıyla ve sizdeki tarihiyle oynuyor, hatta bunu görmezlikten geliyorsunuz. Ben bunu kabul edemem. Bana biraz saygınız varsa bunları anlamak zorundasınız, ancak anlamıyorsunuz. Size açıkça gösteriyorum ki, bu savaşı belirttiğim çerçevede yürütüyorum, öyle sandığınız ve kendinizi aldattığınız gibi değil.
Görkemli On Sekiz Yılımız Amansız ve Aydınlıklı Mücadele Yıllarıydı
PKK tarihi çok kapsamlı ve yeniliklerle dolu olduğu için, en önemlisi de PKK tarihini anlatılmaz kıldığınız için onu anlatmaya gücüm yetmiyor. Bu büyük tarihe yanaşmadığınız, bu büyük tarihi kirlettiğiniz ve hataya bu kadar müsait olan çarpık kişiliği dayattığınız için size öfkeleniyorum. Size rica ediyorum, bir an önce bu tarihin önünde engel olmaktan çıkın, çünkü hızımı kesiyorsunuz. Yoksa bu tarihin önünde ezileceksiniz. Bu tarihe göre yiğitlik mümkün değil mi? PKK’nin her birisi bir abide değerinde anlam ifade eden bu kadar şehidi olacak, bunun karşısında sizin bu kadar çarpıklığınız olacak! Bir halkın yaşam olanağı bıçak altında olacak, buna karşın siz bu kadar duyarsız olacaksınız! Olanaklar savaşı bu kadar amansız olacak, siz bunları bu kadar çarçur edeceksiniz! Bu değerler karşısında böyle kolay duruşa geçilmez, hele sizin gibi hiç durulmaz. Bu kadar hatayla, yetmezlikle parti davasında kalınmaz, kalınırsa size, “düşmanlık yapıyorsunuz” denilir. İnsan bu tarihe karşı nasıl düşmanlık yapar? Eminim ki, düşmanın bir ajanı burada olsaydı, ben onu yüreklendirir ve kendimle yürütürdüm. Dolayısıyla, PKK tarihine doğru dönüş yapacak ve doğru anlam vereceksiniz. Bu yıldönümü dolayısıyla çok açıkça belirtebilirim ki, bu tarihe böylesine bir dönüşü yapmayanlara ve hakkını vermeyenlere benim hiç saygım olmadığı gibi, metelik kadar değer bile vermeyeceğim. Parti tarzına göre olmak benim için her şeydir. Böyle olan benim yüreğimdir, ruhumdur ve sevgimdir. Biz zaten bunlar için varız. Başka türlü bizi kimse kullanamaz ve kimse bu değerleri paylaşamaz.
1990 sonrası, halkın mücadeleye daha köklü kalkışması ve cesaret etmesi vardır. Serihildanlar döneminde ARGK’nin, yani ordumuzun hızla elli binlere tırmanma imkanı doğduğunda artık bu, yüreğimize sığmıyor ve çalışmalarda sınır tanımıyorduk. Şu daracık sahamda dört bin kişiyi eğitiyorum. Yurtdışının çok az imkanları var. Siz ülkedesiniz, ülkenin her bölgesine akın akın savaşçı geliyor; kitlelerle de iç içesiniz, ancak kitleyi uzaklaştırıyor, kaçırtıyor ve çok kolay imha olmalara terk ediyorsunuz. Bu tarihte bunun kadar öfke verici bir şey düşünülemez. Düşman bu yıllar için daha yeni yeni şunu itiraf etti; “1992’lerde Kürdistan’ı kaybetmiştik.” Karşımızdaki kontrgerillacıların tüm iddiası şu; “biz kaybedilen Kürdistan’ı yeniden kazandık.” Buna kim yol açtı? Gerçekten kazanmaya doğru giden bu Kürdistan’ı ve bu devrimi kim kaybetti? Bunu ciddiyetle kendinize soracak mısınız veya tarih karşısında kendinizi sorgulama cüretini gösterecek misiniz? Bu büyük kazanmanın imkan-olanaklarını görme ve gerektiği kadar bunu işleme görevini anlayacak mısınız? Bu görevi yapamadığınızda düşmana nasıl kazandırdığınızı görecek misiniz? Bunları görmeden yürek büyütülemez, düşünce geliştirilemez, askeri stratejiye ve taktiğe anlam verilemez. Ne yazık ki, bu yaramaz ve yetmez kişiliğinizle bu tarihi her yerde kırk defa yenilgiye uğratacak hale getirdiniz.
Yıllık çalışma bilançom; yalnız bu sahada binlerden aşağı olmayacak savaşçı ve PKK kadrosunu yetiştirmeye çabalamak ve tabii bir de bunları silahlandırmaktır. Dünyadaki hiçbir kurtuluş hareketinin tarihinde bu görülmüş müdür? Bütün yurtdışı alanlarında çalışan önderlerin örgütlediği insanların sayısı yüzü bulmamıştır. Oysa ben bu süreçte kendi elimle yalnız otuz bini aşkın insan yetiştirdim. Bu işe meteliksiz başladım, ancak daha sonraları trilyonlarla para harcayarak hepsini silahlandırdım. Sizler ise, “ne de olsa yağmur gibi olanak ve savaşçı geliyor” diyerek bu imkanları çarçur ettiniz. Bunu Botan’da, Amed’de, kısacası her yerde yaptınız. Şimdi bazıları Güney’de bunu yaparak, o yaramaz ve sefil ruhlarını sözüm ona orada doyuracaklar. Her yıl dayattığınız yenilgileri size rağmen karşılayarak dayandık. Benim için savaş bitmedi, tam tersine geçen savaşları bir hazırlık süreci olarak değerlendiriyorum. Diplomasiden savaş cephelerindeki çalışmalara kadar her şey bir hazırlıktan ibarettir. Ve kendimi bu hazırlıklar temelinde yeniden mücadeleye verdim.
Düşman benimle savaştı, siz de ağırlıklı olarak düşmana karşı savaştınız. Bu konuda emeğinizi inkar etmiyor, tam tersine çabanızı sizden daha fazla takdir ediyoruz. Bizim öfkelendiğimiz husus, kendinize yaptığınız saygısızlık ve emeğinize değer biçmemenizdir. Bu konuda öfkelenmenize hiç gerek yok. Kendisine saygısızlık edenlerin ancak kendisiyle savaşma hakkı vardır, vereceği hiçbir sözü de yoktur. Biz bu anlamda sizlerle de savaşarak hazırlıklı hale geldik. Düşmanın bugün çıldırdığı bir konuma gelmesinde benim tarzım sonuç almıştır. Daha düne kadar, bizzat düşmanın içinden gelen bir bilgi şuydu; “Devleti de toplumu da bu hale getirenler başarısızlar, sizin kişiliğinize suikast yaparak kendi kurtuluş yollarını arıyorlar, aman kendinize dikkat edin. Kire bu kadar bulaşmış olanların aklanmaması için kendinizi yaşatın.” Bunu siz değil, düşman cephesinden biri belirtiyor. Biz bu savaşı biraz böyle geliştirdik. Kirli savaşın yürütücüleri kendi toplumuna, hatta kendi devletinin de başına bela getirerek bu sonuca ulaştı. Büyük insanlık savaşımımız, kendimizi büyük inatla buraya kadar getirişimiz düşman cephesini parçaladı ve kirli savaşçıları kendi içlerinde bile taşınamaz bir yük haline getirdi.
Düşman çözülüyor, eğer siz yanlış tutumlarınızla yardımcı olmazsanız yenilecekler. Bu da kaçınılmaz bir yenilgidir. Düşmanın en çok umut bağladıkları sizlersiniz, “mücadele eden bir kişi var, onu öldürürsek bizim savaşmamıza hiç gerek yok, geriye kalanlar zaten kendileriyle savaşıyor” diyorlar. Zaten siz, Ana Karargahımızda bunu kanıtlamadınız mı? Halen bazı raporlarda, “bölüğü dağıtıyorlar” deniliyor. Bugünkü düşman basını bile bunu söylüyor. Kirli özel savaş çetesinin en büyük umutları sizler oluyorsunuz. Benim ölüp ölmemem veya ben ölsem de savaşın yürütülüp yürütmemesi ayrı bir konu. Savaşımımızı kendi ölümümüzle sınırlamıyoruz. Ama düşman için böyle umut olmak sizin için en büyük ayıptır, şerefsizliktir. Bu durumunuzdan kurtulmanın tek yolu bir an önce bu düşmandan kurtulmaktır. Hiç kimse “bu kadarı banadır, bu kadarı bana değildir” demesin. Herkes bu suçta çok büyük bir sorumluluk payına sahiptir.
Siz fazla yorgun değilsiniz, çok genç ve oldukça atılım yapabilecek durumdasınız. Hem büyük bir şansa sahip, hem de savaşın olanaklarına hakimsiniz. Fakat bunun üzerine bu son yıllarda görüldüğü gibi, “ele geçireyim, kendimi yaşatayım” diye hesap yapılmaz. Bunun düşmanın yapamadığını yapmak anlamına geldiğini zaten düşman size söylüyor, ben söylemiyorum. Bu, savaş hainliğinden daha kötüdür. Çok özel bir kontra bile, iç cephede karşıt savaş yürütme ve bizi bitirme işini bundan daha tehlikeli yürütemez. “Keyfimiz, benliğimiz, yaşam hakkımız” diyeceksiniz, böyle yaşam hakkı, böyle bencillik mi olur? Bu yaptığınız bencillik bile değil, güdülerine körce takılıp gitmektir. Bu kadar küçük amaçlar için savaşılır mı? Sizin suçunuz bu kadar bencil davranarak savaşta yalnız kendi komutanızı görmek, savaşın tümünü görmemektir. İliklerinize kadar böylesiniz. Böyle savaşılmaz, bu olsa olsa düşman adına savaşmadır. Düşmanın bu kadar bel bağladığı kişiler artık benim için değersizdir. Halkların huzuruna başarıyla çıkma, halkların tarihine, hele bizim halkımızın biricik özgürlük umuduna böyle başarıyla yaklaşma imkanı doğmuşken, siz kimin adına böyle kalabilir, kimden bu cesareti alabilirsiniz? Bunun kör bencilliğinizden, egoizminizden başka bir izahı var mı? Çok çürümüş, bitmiş tükenmişliğinizden başka bir izahı var mı? Düşman buna umut bağlıyor, çürüyen ve dökülen düşmana böyle umut olmak kimin haddinedir.
Demek ki, çok zor olduğu kadar anlamlı olan önümüzdeki bu tarihi savaş sürecine önderlik tarzımızda yürürken, böylesine görkemli olan mücadele tarihimizi arkamıza almışken, özel savaş cephesinde de insanlık suçu işleyen bu düşmanı karşımıza almış ve bu laneti yok etmek üzereyken herhangi sıradan bir savaşçı gibi, hele hele birçok hata işleyen bir komutan gibi olmanın izahı yapılamaz. Sonuna kadar yenme azmimi, kararlılığımı, en azından verdiğim emek kadar çabamın amansızlığını, tecrübemin gücünü ve bizzat kazandığım mevkileri göz önüne getirerek bu sürece varım diyorum. Sizler de bu işin komutasız olmayacağını düşünüyor ve “başsız yürünmez” diyorsanız, o halde benim varolma tarzıma göre “varım” diyeceksiniz. Özellikle orduda bu kesinlikle böyledir. Yetki alıp kendinizi yaşatmayı asla bir daha değil dilinize, beyninize bile getirmeyin. Bu yetersizliklerle ve yanlışlıklarla değil bizden izin almak, semtime bile uğramayın.
Burada şunu görüyorsunuz; biz parti davasında da, ordu davasında da zayıf değiliz, hükmetmeme gibi bir konumda da değiliz. Bunu görmeme gibi bir durumunuz yok. Size büyük bir şans verilmiştir, oysa siz bunu yanlış anlıyorsunuz. Özgürlük davası öyle kolay değildir. Tarihin bu adlaşma süreci sıradan bir süreç olarak ele alınamaz. Bu mücadelenin iki kelimelik fikri bile beni büyük heyecana getirdi ve mücadele öyle başladı. Bugün başarı bu kadar gerçekleşmeye doğru gitmişken, insan hiç heyecansız durur mu, hiç hücumsuz kalabilir mi, anlayışsız olabilir mi? Bu dönemler kartal kanatla uçma dönemidir. Bu dönemler, yüreğin sonuna kadar haykırdığı ve yaşama hakkına hiçbir dönemde bu biçimde yaslanılmadığı bir dönemdir. Bu dönemler bayram dönemleridir. Sadece ulusal amaçlarımız için mücadele etmiyoruz, sosyalizmimiz dünya halklarının ilgisini çekiyor. En köhnemiş kapitalist ülkelerin aydınlarında bile bir umut yaratıyor. Katliam altındaki bir halkın devrimini başarmakla kalmıyor, en gelişmiş uluslardaki umutsuzluğa da umut oluyoruz. Parti ve savaş gerçeğimiz budur.
Bu şanlı on sekiz yıla büyük değerler sığdırılmış ve en önemlisi de büyük bir patlamanın özgürlük şafağının çarpıcı aydınlığına gelip dayanılmıştır. Her kim ki bunun heyecanını yürekte duymuyorsa, o büyük bir sefil veya münafıktır. Ona hiçbir derman artık çare olamaz. Ama insanın yaşamla, halkıyla ve insanlıkla bağı varsa bu dönemler bayram dönemleridir. Biz bunu, yaşamı bir sigara dumanından veya insanlığın o ilkel dönemlerdeki toplayıcılıkla karın doyurmadan ibaret görmeyenlere söylüyoruz. Ve insan olmanın yüce değerlerine sonuna kadar sahip çıkmanın bir gerçekleşmesi olarak anlam veriyoruz. Bu yılların mücadelesinde haklıyız, haklılığımızı bu yılları kazanıp mücadelenin ürünlerini çok zenginleştirmekle ve bollaştırmakla gösteriyoruz. Mücadele etmenin fikri güzel, maddesi güzel, bundan daha değerli ne olabilir ki. Öfkesi yerinde, sevgisi yerinde, bundan daha yerinde olan ne olabilir ki. İşte size böyle bir yücelikler dünyası veriliyor, bundan daha yüce ne talep edilebilir ki. Parti bu kadar büyüktür ve bunları size, en çok hayata geçirmek isteyenlere sunmuştur. Bundan daha değerli armağan ne olabilir ki. Bunu anlamayan, takdir etmeyen, çok bireyci ve keyfince güya yemek isteyenler kadar zındık olan, hırsız olan kimdir.
Sizlere sunulan şehitlerimizin kanıdır, böyle yüceltilen değerlerin altında yatan adsız milyonlarımızın emeğidir. Bunun kadar kutsal karşılanacak bir değer var mıdır; bu değerlere kadir bilmezlikle hiç yaklaşılabilir mi? Görüyorsunuz ki, parti tarihinin bu on sekiz yılı görkemli, amansız, öfkeli, aydınlıklı, savaşlı, başarılı ve trajik olaylarla geçmiştir. Bunların hepsini iç içe yaşıyoruz. Önümüzdeki günlere büyük bir aydınlıkla ve büyük bir başarı umuduyla ulaşılacaktır. Bu temelde sizleri, tüm PKK’lileri ve onun dostlarını, tüm halkı, her cepheden savaşanları böylesine büyük bir dava partisine, yenmeye doğru ve yenilmezliğe götüren partiye sahip çıkmaya, onun başarısı için bütün yeteneklerinizi bir kez daha göstermeye, imkan-olanakları doğru parti taktikleriyle, en başta onun savaş stratejisi temelindeki gerilla taktikleriyle, döneme uygun planlanmış hazırlık tarzıyla karşılamaya çağırıyoruz. Mücadelenin birinci dereceden sorumluları olarak en başta parti militanlarını bu süreci ideolojik, siyasi, örgütsel yaklaşımlarla karşılamaya; parti içinde, yaşamında ve öncülüğünde onunla uyuşmayan ne varsa silip süpürmeye; doğrular için ne gerekiyorsa onun savaşımını ve başarılı çabasını vermeye çağırıyoruz.
Bu temelde kaybettiğimiz yılları bu eşsiz şansla yeniden değerlendirmeye ve mutlaka başarmaya; affedilecek yanlarınız varsa, kendinizi hızla ıslah ederek çalışmalara katılmaya; başarmak isteyip de başarmamak durumunuzu gidererek yine önünüze verilen bu imkanları ve parti yetkilerini yerinde, yeterlice değerlendirmeye; on sekizinci yılı kendi yaşamımızın tek büyük davası haline getirmeye çağırıyoruz. Bundan sonraki yılları emredilen ve oldukça yakın olan zafer şiarı temelinde yakalamaya; bu temelde kendinizi amansız yoğunlaştırmaya, zaferi kaçırtacak tek bir yetersizliğe fırsat vermemeye ve bu yılları mutlaka zafer yılları haline getirmeye çağırıyor, başarı diliyoruz.
-Yaşasın PKK!
26 Kasım 1996
- Ayrıntılar