Geçmiş hataların aşılma şansı vardır. Hatta suçların bile kat be kat telafi edilebilmesi için pratiğe girilebilir. Madem dönem böyledir, o zaman kendini kanıtlamak isteyen, şans isteyen bunu böyle değerlendirir. Şimdiye kadar söylenen tarzı, bizimle olan ilişkilerinizi biraz bu yönüyle değerlendirin. En değerli destek ve yoldaşça yardım sunulmuştur. Hiç kimse mevcut gelişmeleri ne eksik ne de yanlış yorumlamalıdır. Tutturduğumuz düzey, tarihimizde elde tutulacak ne varsa odur; en önemlisi de, parti tarihimizin yaşama ilişkin söyleyip bize sunacağı ne varsa odur. Önünüze serilen budur. Bu bizim için kişiliktir, onun fedakârlık ve cesaret düzeyidir; başlı başına da büyük bir yaşam fırsatıdır.
Yaşam savaştır, savaş da yaşamdır. Bu noktaya geldik dayandık. Karşımızdaki zorba güç, dünyanın bütün gerçekleriyle, tarihin bütün insanlık gerçekleriyle alay ediyor. Bu uğursuzluk, alçaklık ve lanetlilik hiçbir gerekçeyle kabul edilemez. Düşman, insanlık dışı dayatmalarını son bir çabayla da olsa başarıya götürmek istiyor. Bizim gerçekliğimiz de şunu söylüyor: Bir kişi tek başına da olsa, böyle bir zorbalığı kabul edemez. Eğer akıllıysa, tek başına da olsa, bu zorbalığa karşı durup onu başarısızlığa uğratabilir. PKK’nin tarihi biraz da budur. Bunu her zamankinden daha iyi anlıyorsunuz. Bunun öyle fazla okumuşlukla, fazla tecrübeyle de ilişkisi yoktur; biraz kişilikle, onurlu ve namuslu biri olmakla ilişkisi vardır. Sanıyorum, hepiniz de biraz böylesiniz. Bugünlere kolay ulaşmadığınızı belirtmeliyim.
Size verebileceğimiz en değerli armağan, sizi böyle bir güne ulaştırmaktır. Verilen bu kadar şehitler, çekilen bunca acılar, görülen işkenceler, halkın bütünüyle yoksulluğu aslında anlam olarak size verilen özgürlük ve savaş değerleridir. Eğer bunu büyütmek, halktan biri, partiden biri olarak değerlendirmek istiyorsanız, böyle olduğunuzu asla göz ardı etmemelisiniz. Siz bu değerlerin ürünüsünüz. Bu anlamda kendinizi başka türlü gösteremez, başka türlü kılamazsınız. Ancak ve ancak bu değerlerle büyüyebilirsiniz; hem büyüyebilir, hem büyütebilirsiniz.
Bizim için bu yaşam, kabul edilebilecek tek yaşamdır. Öyle zorlukları varmış, bilmem altından çıkılamazmış gibi sorunlar bizim için hiçbir zaman mevcut olmadı. Tam tersine, bu yaşamın dışında her şey çok zordur, kabul edilemezdir. Bu tek kabul edilebilecek yaşam, yıllarca bekleseniz de, rüyalarınızda ve hayallerinizde bulamayacağınız bir şanstır. Bir günlük de olsa, şiddetli bir savaş içinde de geçse, o şans da bir şanstır. Bu şans hepinize tanınmıştır. Eğer bunlar doğruysa, eğer siz de biraz kavrıyorsanız, şimdi içinde bulunduğunuz durumdan büyük bir tutkuyla, aşkla kurtulabilir, ne mutlu bize diyebilirsiniz.
Kendi lanetli gerçeğimizle karşılaştırdığımızda, şu anki özgürlük gerçeğimiz yaşamın özüdür, yaşamın en istenilip de gerçekleştirilecek olanıdır. Bu hem de en çarpıcı, en yaratıcı biçimiyle yaratmaya, partileşmeye, ordulaşmaya götürür. Eğer özgürlük değerlerimizi, yaşamın gerçekleştirilmesini biraz anlamışsanız, “Örgütten anlamam, savaş gerçeğini fazla göz önüne getiremem” demeniz, ancak bir gaflet olabilir. Gafillerin de yeri bellidir. Şimdi bu aşamaya geldikten sonra, gelişememeyi çok zor bir durum olarak görüyorum. Yıl yıl gelişmelerde ne zorluklar yaşandığını anlarım. Yirmi iki yıllık bir çizginin bir hikâyesi var; neredeyse her yılın, her günün, hatta her saatin zorluklarını da anlarım. Ama bu aşamaya ulaştıktan sonra da yürümemeyi, yürüyüp de önemli başarılara ulaşmamayı hiç anlamam. Bunun anlamı yoktur.
Bazıları “İlla lanetli kişiliğimizi tekrar dayatırız” diyor. Bu, Kürd’ün eski hikâyesidir. “Birbirimizle uğraşırız, uğraştırırız” diyorsa, ona karşı da hazırlıklı olduğumuzu belirtmeliyim. Biz böyle bir Kürtlükle amansız savaştık. Bu, kendini insanlığa layık görmeyen, kendisini ana topraklarına ve temel özgürlük istemlerine göre hazırlamayan bir Kürt’tür; bizim için ölümden bin defa beter bir Kürtlüktür. Hiçbir gerekçeyle, şu veya bu nedenle kimse bu eski hikâyeyi bize dayatamaz. Kılıf, maske giydirerek bize anlatamaz. Bunu artık kesin anlamak gerekir derken, bunu kastediyorum.
Kendimize inanıyor muyuz, özgürlüğe inanıyor muyuz? Özgürlüğün bizde artık gerçekleşmeye doğru yüz tutmaya başladığını görüyor muyuz? Buna evet diyorsanız, bunun karşılığı, önümüzde hiçbir şey durmamalı olmalıdır. Her türlü gelişmeyi anlarız, gereklerini yerine getiririz. Bu ordu olabilir, parti olabilir, cephe olabilir, eğitim olabilir, ciddi bir eylem olabilir. Çok yaman bir eylem planlaması olabilir, inanılmaz bir başarının kendisi olabilir. Bunların tümüne güç yetirilebilir. Eğer siz yaşamı böyle anlıyorsanız, bunun doğal sonucu da bu yönlü gelişmelerdir. “Yok, biz yine eski kafayla hareket edeceğiz” derseniz, bu ülkede yaşamayı kendinize yakıştıramazsanız, düşmandan önce biz kendimizi yerin dibine batırmalıyız. Yoldaşlarımızı sevemiyorsak, yoldaşımızla anlaşamıyorsak, düşmandan önce biz birbirimizi bitirmeliyiz. Düşmanın bizi vurmasına hiç gerek yoktur.
Yine sana bu kadar kötülük yapılacak; vurulmadık, el değdirilmedik, hakaret edilmedik tek bir hücren kalmayacak ve bir de intikam ve hesap sorma günü gelecek, kendini bu temelde değerlendirip intikama göre ayarlamayacaksın, ondan sonra da ‘bana yaşam’ diyeceksin; hem de bunu parti saflarında, hem de komuta gerçekliğinde yapacaksın! Bizden her şey istenebilir de, bize her şey yutturulabilir de, ama bu olmaz. Sende çok sınırlı bir insanlık, namus duygusu varsa, yılların intikamını alacaksın. Düşünün, bir ailede bile bir zorbalık yaşandı mı, kırk yıl sonra da olsa intikam almadan bahsedilir veya bir aile bütün bir ömür boyunca kendini buna göre ayarlar. Şimdi sen bin yılların intikamını almayla ve haksızlıkların halen sonuna kadar sana dayatılmasıyla karşı karşıya bulunuyorsun. Kendini sınırlı bir vatan evladı ve bir halktan sayıyorsan, insani bir değere bağlı olduğunu söylüyorsan yürürsün. Hangi hedef, hangi çalışma olursa olsun, ister kendi içimizde ister düşmana yönelik olsun, üzerine gider ve başarıyı elde edersin.
Bir kişinin gücünü belirleyen, yaşam çizgisinin, yaşam felsefesinin ondan ne istediğidir. Yaşam çizgimiz de bizden bu temelde özgürlük istiyor, özgür yaşam istiyor. Önünde engel varsa, direnişin, azmin ve yıkıcı öfken bunu yıkmaya yeter. Bu arada olumlu, kabul edilebilir bir yaşamın inşasını da yapabilir, kendinden başlayıp bütün vatan sathına yayabilirsin. Bunları yaşam düzeyinizde, eylem düzeyinizde kabul edilemez birçok gerilik olduğu için tekrarlıyorum. Bunlara halen aşılamazmış gibi sarılanlar var. Oysa buna gerek yoktur. Bununla ne onur, ne yetenek, ne güç kazanılır. Yenilmemeye cesaret etmeliyiz. Madem gün yenilik ve diriliş günüdür, bu yeniliği ve dirilişi kendimizde gün be gün, saat be saat gerçekleştirmeliyiz. Sizi başka türlü yönetemiyoruz, sizinle başka türlü yol alamıyoruz. İş beceremezseniz yoldaşınızla bile konuşamazsınız, normal bir birimi bile düzenleyemezsiniz. Sizinle nasıl konuşalım, nasıl birlikte yaşayalım? Birlikte yaşayamazsak, kendimize nasıl ulus diyeceğiz, nasıl halk diyeceğiz, nasıl yoldaş diyeceğiz? Bu konularda anlayışlı olmanızı istiyoruz. Başka çareniz de yoktur. Kendini sarhoş etmenin, allayıp pullamanın bir faydası olabilir mi? Kendini sağa sola yatırmanın, mecnun etmenin bir çıkarı, bir yararı olabilir mi?
Bütün bunları şunun için belirtiyorum: İşimiz zordur veya zorluk bu işin doğasında var. Ama emredilen görev, ulaşılması gereken hedef, bütün zorlukları yerle bir edecek kadar çekicidir. İrademiz içinde bulunduğumuz koşullara dayanılarak çelikleştiriliyor, kişilik böyle oluşturuluyor. Bu da bizde artık ispatlanmıştır. Kaldı ki bu başarılabilir, inanılmaz her türlü gelişmeye yol açabilir. Biraz bunu kanıtladık. Her kişi bunu kendine göre alır, uygular ve bununla kendini büyütür. Büyüyen benim babam veya sülalem değil, büyüyen siz oluyorsunuz, insanlığınız oluyor. Yaşayan biz değil, siz olacaksınız. Tabii ki kendi yaşamınıza kastedemeyeceksiniz, çünkü kendi yaşamınızla alay etme özgürlüğünüz, hakkınız olamaz. İlkelliğe ve ihanete eskiden özgürlük deniliyordu. Şimdi örgütlenmemeye, ordulaşmamaya, işleri sağlam geliştirmemeye özgürlük ve inisiyatif istenmez. Çünkü bunlar kişiye yarar getirmez, ancak ölüm getirir. Dolayısıyla bu sınırlarda seyretmek, aklı başında olanın bir talebi olamaz. Yine bütün bunları, gelişmemeyi bir felsefe haline getirenlere, doğru yönetmeme ve doğru işletmemeyi bir alışkanlık haline getirenlere, işleri ilerletmeyenlere, kendini, yoldaşını ve halkını geliştirmeyenlere söylüyorum. Bu konuda kendinizi savunacak hiçbir gerekçeniz yoktur. Tabii bunu olumsuzluklar ve yetmezlikler anlamında belirtiyorum.
PKK’yi tanırım, ne olup ne olmadığınızı da biliyorum. Sizi de az çok tanıyorum. Sizden ancak ve ancak doğru bir partililik çıkabilir. İflah olmaz birisi değilseniz, şu veya bu nitelikte bir ajan değilseniz, çok sınırlı bir ilgi bile sizi yaman bir yoldaş yapar. Bunun dışında hiçbir durumu kabul etmem. Kendinizi nasıl dayatırsanız dayatın, kendinizi nasıl sergilerseniz sergileyin, yine de kendinizi aldatamazsınız, kabul de göremezsiniz. Kendinizi bir şef, şöyle etkili yetkili bir kişilik halinde de tutamazsınız. Bütün bunların önü alınmıştır. Aklın yolu bir, idealin yolu bir, insanlığın yolu bir, gelişmenin de yolu birdir. O da bu söylenenlerde yatıyor. Bunu esas almak tek çarenizdir, çözümünüzdür.
Bunu “Evet, doğrudur, ama uygulamaya geçiremiyoruz” dediğiniz için belirtiyorum. Bunu uygulamaya geçirememek, yaşamla bütünleştirememek demek, yine daha da tehlikeli bir yalancı, bir düzenbaz, bir münafık olmak demektir. Herhalde bu savunulamaz, bu aşamadan sonra bize yakışmaz. Eskisi gibi, “Köleyiz, başarmaya fazla ihtiyacımız da yok, hatta şimdi eskisinden bin kat daha özgürüz, bu yetmiyor mu?” demeye hiçbirinizin hakkı yoktur. Sorun, kesintisiz başarı yolunda mıyız sorudur. Bundan aşağısı kabul edilmiyor, üstü ise yiğit olanadır. Bunu böyle anladıktan sonra, hem iyi yaşamı hem de yaşamınızı savaşla sonsuza dek güzelleştirebilirsiniz.
Botan sizin oluyor. Halkı emeğinizle oldukça özgürleştiriyorsunuz. Her zaman belirttik: Bu ülke insanlığın beşiğidir. İnsanlık yaşamı, tarih o dağların doruklarında başlamıştır. Biz çocuk değiliz, bunları biliyoruz. Sen halen anlamazlık edemezsin. İnsanlık nasıl başlamışsa, şimdi de en güzel bir biçimde başlatılabilir. Zagros etekleri, Toros etekleri uygarlığın başladığı yerlerdir. Biz insanlığın başlangıcını yeniden oluşturacak kadar kendimize güveniyoruz. Güncel gerçekler de bunun öyle pek hayali olmadığını, insanlığın da buna ihtiyacının olduğunu gösteriyor. Bunlar ne kadar insani olduğumuzu da iyi ortaya koyduğuna göre, işler orada şahane geliştirilebilir. Bir turist bile böyle bir yaşamı büyük bir şans sayabilir. Yani hiçbiriniz, burada şu zorluklar, bu zorluklar var demesin. Dünyanın dört bir ucunu gezin görün, bazılarınız belki görmüştür, o dağlardan daha güzeli, tutkulusu, daha şanlısı yoktur. Anlamayan anlamalı, anlayanlar da anlatmalıdır.
Bütün bunlar size, ister duygu dünyanızı, ister savaşçı dünyanızı, ister bilinç dünyanızı nasıl elde edeceğinizi gösteriyor. Birbirine güvenebilecek bir birliği, işlere başlamak için bir silahı isteyebilirsiniz. Belki bazılarınızın buna gücü yetmeyebilirdi; ama hepinize bunun kazanılabileceğini, verilebileceğini de gösterdik. Bu birliğe, bu güce, bu araç gereçlere kendiliğinden ulaşmadınız. Bu, emekle bağlantılıdır ve verilmiştir. Bunun değerini bilmek size düşer. Fazlasını istemek haddini bilmemektir, emeğe saygısızlıktır. Yine kolay düşürmek, emeğe saygısızlıktır. Her şeyi yapın, ama ne fazla isteyin ne de kolay düşürün. Bu değerlerin üzerine ibadet eder gibi titremelisiniz. Bir dağ parçasına ulaşmak, yüzlere şehidin kanı pahasına olmuştur. Anı anına, dakikası dakikasına büyük sabırla, büyük sorumlulukla, yaşamımızla, mücadelemizle mümkün olmuştur. Bunun değerini bilmeyen özgürlükten anlamaz, özgürlükten anlamayan da savaşamaz.
Doğayı, onu vatan olarak görmeyi, onun halka özgürce yansıtılışını anlamalıyız. Bunun değer ve emekle, acı ve işkenceyle bağlantısını kurmalısınız. Zindanda çekilen işkenceyi, her gün inim inim inleyen halkımızı orada dağa taşa, silahınıza sindiremezseniz, tutarlı bir yurtsever olduğunuzu gösteremezsiniz. Halkımızın binlerce yıldır çektiği acıları silahınızın namlusuna sürüp savaşamazsanız, iyi bir savaşçı olduğunuzu öne süremezsiniz. Bu halkın başına gelen her şey ve ona dayatılan her türlü yokluk ve çirkinlik bir ideoloji, bir siyaset olup beyninize, silahınıza sürülmezse, yüreğinize nakşedilmezse, siz iyi bir komutan, iyi bir savaşçı olamazsınız.
Gerçekleri biraz böyle anlamanın zamandır diyorum. Bu kadar söylenenden sonra anlarsınız, anlayıp da gereklerini yerine getirirsiniz. Çünkü siz bir insansınız. Şimdi eğer bütün bunlara itiraz yok diyorsanız, o zaman ben de parti gerçeğine, ordu ve savaş gerçekliğimize ilişkin söylenenler açıktır diyorum. Bu konuda herhangi bir taktik sorun, bir çözümsüzlük asla kabul edilemez. Herhangi bir eylem, herhangi bir ilişki, herhangi bir tarzın yerine başka bir tarzın konulması asla sorun teşkil etmez. Hepsine bu anlayış içinde karşılık vermek mümkündür.
Günlerdir sizinle yaptığımız tartışmalar, düşmana olduğu kadar kendinize de doğru yaklaşmanız içindir. Sanıldığından daha fazla felsefi yaklaştık. Çünkü kendinizi ideolojik ve siyasal gerçeklikten koparmışsınız. Bunun doğal sonucu olan örgüt ve ordu gerçekliğinden kendinizi koparmanıza -bu eski, bitmiş tarzdır- fırsat vermedik, sizi onunla bütünleşmeye çağırdık. Bu büyüklüktür, büyümenin başlangıcıdır. Düşünün: Yıllardır o dağlarda kalacaksınız, bir ordu kurmayı beceremeyeceksiniz! Bu kabul edilemez. Çok önemli savaş taktikleri söz konusu olabilecekken, bunun bile dişe dokunur bir tarzda gelişmesi söz konusu olmayacak! Bu da kabul edilemez. Eğer sizin durumlarınızı normal karşılarsak, şimdiye kadar nasıl gelmişse öyle gider. Buna da hakkımız yoktur. Burada kendinizi gözden geçirir, ihtiyacınız neyse ona göre bir ayarlama yaparsınız. Bu bir görevdir, herhangi bir çabanın gereğidir ve yerinde, zamanında başarıyla sonuçlandırılır. Bunu şimdiye kadar görmemeniz, bizim ısrarlı olmamızı ve halen dayatırsanız, bin defa daha ısrarlı olmamızı getirecektir. Önderlik dediğiniz olay biraz da budur; önderlik bir tutum, bir ısrar, bir doğruyu götürme ve ondan taviz vermeme meselesidir. Bağlılık dediğiniz olay, bunu biraz görüp hakkını vermektir.
Tüm partiyi esas alanlara, özellikle de ordu gerçekliğimiz içinde her türlü savaşçı ve komuta gerçekliğine hazırım diyenlere şunu diyorum: İçine girdiğiniz dönem, düşmanın dayattığı gibi imha dönemi değildir. Onun tehlikesi bertaraf edilmiştir. Düşman şu anda derin bir krizi yaşıyor. Zaten bu, dünyaya yansımıştır. Hiç şüphesiz, bu krizin faturasını katliamlarla halkımızın başına, yine gerillanın başına ödettirmek isteyecektir. Bundan kuşku duyulmamalıdır. Can çekişen bir canavar gibi sağa sola saldıracaktır. Ama bu onun çok güçlü olduğu anlamına gelmiyor, sadece eceli gelen bir canavarın ölümü anlamına geliyor. Tabii ki sizi eline geçirirse paramparça edecektir. Nitekim vahşidir, katlediyor. Cenazelere bile nasıl vahşice yaklaştığını biliyorsunuz. Genç kızları nasıl paramparça ettiğini, çırılçıplak yapıp sokaklara, caddelere attığını biliyorsunuz. Savaş tarihinde bunun örnekleri görülmüş müdür? Ama bu düşman bunu gösterebiliyor. Cenazeden ne istiyor? Biz onun bir tek askerine bile olumsuz bir söz söylemedik, ama o bunu dayatıyor, özel savaştır diyor. Bu onun nasıl canavarlaştığını gösteriyor. Hatta bir canavar bile böyle yapmaz. Bu ancak en aşağılık sadist kişiliklerden beklenebilir. Bunu yapıyorlar, daha da yapacaklar. Tükenişi yaşayan bir düşman, hiçbir haklı gerekçesi olmayan bir savaşı yürüten bir düşman böyle yapar. Daha da yapacaktır.
Bu düşmanın siyasal durumu nedir? Bunu vurgulamaya gerek yok, her gün izliyorsunuz. Partiler, seçimler neydi, gördünüz. Bunların hepsi özel savaşın yöntemleridir. Kimi sağ, kimi soldur. Sağcısı solcusundan beter; solcusu sağcısından beterdir. Hepsi özel savaş ayarlamasıdır, buna aldanmayın. Dincisi de öyle, komünisti de öyledir; yani çıkarlarıyla birbirlerine bağlanmış bir güruhtur. Özel savaş ekonomisi, şimdi durumu biraz daha kurtarmak istiyor. Kendi halkının başına bile ne getirdiğini görüyoruz. Hiçbir ülke halkının kabul edemeyeceği bir biçimde bir günde Nisan yağmuru gibi zam yağmuru ile ne hale getirildiğini görüyoruz. Aşiret reisi bile kendi aşiretine bunu yapmaz. Bir faşist bile kendi halkına bunu yapmaz, ama onlar yapıyorlar.
Bu, düşmanın yürüttüğü özel savaşla bağlantılıdır. Zulmün ve soygunun bu kadarının olamayacağını, bu halk şimdi kendisi görüyor. Bizim bunu fazla açıklığa kavuşturmamıza da gerek yoktur. Günlük gerçekler güneş kadar herkesi yakıyor, mızrak gibi gözlerine sokuyor. Biz daha önce de bunu söylemiştik, şimdi açığa çıkıyor. Dış alanda da ne hale geldiğini, en kirli müttefiklerinin bile artık kendisini bu haliyle kabul edemeyeceğini görüyoruz. En güvendiği müttefikleri bile, “Bu işi biraz kurallarına göre yürüt. İmha ediyorsan et, ama bu kadar da baştan çıkmışlık olmaz” diyor. Evet, müttefiklerinin de tavrında bunu görmek zor değildir.
Tüm bunlar bizim açımızdan düşman gerçekliğini çok derin bir biçimde değerlendirmemizi gerekli kılıyor. Kesinlikle ne yıkılamaz ve aşılamaz gibi, ne de basite alınır gibi ele alabileceğimizi gösteriyor. O vahşetini sonuna kadar götürecektir; fakat bunun içinde de yıkılma var, çözülme var, adım adım çözülüyor, gerçeklik budur. Ekonomik ve sosyal yapıdaki çözülüş siyasal yapıya yansımıştır, siyasal tıkanıklığın kendisidir ve askeri olarak da çözülüyor.
Burada önemli olan, düşmanın askeri durumundaki çözülmedir. Sizin yapamadığınız, askeri çözülmeyi veya bunun askeri olarak da ne anlama geldiğini görmektir. Kendi askeri avantajlarınızı anlamadığınız kadar, düşmanın da askeri olarak neyi ifade ettiğini fazla kestiremiyorsunuz. Neden? Çünkü iyi bir askeri teoriniz, iyi bir halk savaşçısı teoriniz fazla gelişmiş değildir; sadece öküzün trene baktığı gibi bunlara bakılıyor. Elinizde muazzam bir askeri alan var. Kendi ordulaşmanızı, kendi askeri faaliyetinizi ve bunu kurumlaştırmanızı mümkün kılan önemli gelişmelerin içindesiniz. Aslında bu yönüyle düşmanın askeri durum değerlendirmesini biraz daha derinliğine yapma gereğiniz de var. Birçok savaş birliğini, korucuyu da devreye sokması gücünü göstermiyor; savaştaki çözümsüzlüğünü ve çözülmeyi gösteriyor. Ama bundan sonuç çıkarabilir misiniz? Özellikle tempoya ve vurucu tarza dönüştürmeyi bilecek misiniz? Bunun çok büyük bir takibi, bir arayışı içinde olabilecek misiniz?
Ne kadar yeterli ve etkili olduğunuzu belirtmeyeceğim. Çünkü iyi bir askeri çözümlemeyi yapmaktan uzaksınız. Bazı durumları görüyorsunuz. Zaten zorluklar kat be kat artıyor. En son yaşanan operasyonların bir amacı da buydu. Sözüm ona ne kadar etkili, ne kadar güçlü olduğunu göstermek istiyor. Bizi salt pasif bir savunma durumuna çekmek istiyor. Aslında bu savaşı bu denli yürüten bir ordu, bu kadar yıl içinde düzenli ordu mantığıyla başaramadığına göre, bundan sonrasında da başaramaz. Eğer biz başaramazsak yazık olur.
Kendi askeri gerçeğimizi halen anlayamamışız. Askeri teorimiz, askeri pratiğimiz düşman gerçekliğiyle nasıl iç içedir? Ondan kopartılan bir gün, ondan kopartılan bir karış toprak nedir? Saati saatine nasıl değerlendirilir? Bir düşman takibi olmazsa gerileyen nedir, ilerleyen nedir, biz nereden nereye geldik, o nereden nereye geldi? Bunu hem tarih içinde hem de parti öncülüğümüzdeki savaş süresince yoğun bir değerlendirmeye tabii tutmazsanız, taktik sorunlara ve pratik gelişmelere hakkıyla cevap veremezsiniz.
Sizin durumunuz düşmanın durumundan daha vahimdir. Vahim derken, tabloyu biraz umutsuz göstermek için değil, önemli bir gelişmeyi görememe ve başarıyı yakalayamama açısından belirtiyorum. Yoksa öyle imha olacak, yaşayamayacak durumda değilsiniz. Bunu doğru anlayalım. Eğer böyle devam ederseniz, yüksek bir askeri anlayış, onun mutlak orduya dönüşümü, savaş tarzına ve taktiğe yansıtılışı olmazsa, bu halinizle ancak biraz yaşayabilirsiniz. Bazılarınız çok, bazılarınız az yaşayabilir, ama bundan da başarı bekleyemezsiniz.
Sizin gibi askeri bir işe el atmadım veya sizin gibi somut sıcak durumlar içinde değilim. Cephe gerisinden biraz destek sunmaya çalışıyorum. Ama buna rağmen, eğer ben bugün onun gereğini duyuyorsam, sizin önünüzde göremediğinizi buradan görebiliyorsam, işlerin ne kadar önemli olduğunu anlatmak içindir. Askeri sorunlara sizin gibi kafa patlatacak durumda değilim. Bu benim görevim değildir; hele hele günlük taktikleri belirlemek, benim görevim hiç değildir. Bu sizin görevinizdir. Ama sizden daha fazla bazı yanlışları buradan görüyorsam, işlerin geliştirilmesine ilişkin anlayış düzeyinde, hatta pratikte de daha fazlasına yol açabiliyorsam, sizin kendi durumunuzu anlamanız gerekir. Bir asker olarak, hele bir komutan olarak ne kadar yetmezlik içinde olduğunuzu, görevinizin ne olması gerektiğini bilmeniz gerekir.
Bir asker olarak, hele bir kurucu kadro olarak, kurmay olarak -ki çoğunuzun durumu biraz böyledir- düşman gerçekliği kadar kendinizi de, askeri gerçekliğinizi de görmeniz gerekiyor. Şunun için belirtiyorum: Aylardır kendi birimini çalıştırmayanlar, eğitmeyenler, moralinden tutalım eğitimine kadar birçok hususta yoksul bırakanlar var. Çok rahat düşürülebilecek bazı hedefler var, ama bunun üzerine yürüyemeyenler var. Bir de hedeflerin üzerine körcesine yürüyenler var. Bu da işin diğer garip bir tarafıdır. Bunların askerlikle bir ilgisi yoktur. Olgun olmama, iticilik, yoldaşlık ruhunun derinliğine yaşatılmaması var. Bütün bunların kişilikle, Önderlikle, halk kurutuluş militanlığıyla, hele hele askeri yaşamla hiçbir ilgisi yoktur.
Sizin tümüyle ileri sürdüğünüz gerçekler, “Biz isyan topluluğuyuz, kin öfkeyle hareket ederiz” temelindedir. Halk savaşında bunlara yer yoktur. Tarih boyunca hep böyle hareket ettik ve hep kaybettik. Sizin kişiliğinizi bu yönüyle anlamak veya bir de bizden böyle olsun demek, bin yıllık bitiş tarihini tekrarlamaktır. Doğrusu biraz bizim ortaya koyduğumuz tarzdır. Sanıyorum bunun için de yeterince materyal sunuldu. Kendi yaşamımızı size sunduk. Hiç kimse kendini övmüyor. Ama bu olanaklardan sonra herhalde bir şeyler yapabilirsiniz. Uzun vadeli savaşla bağlantısını kurarak yaşamınızı yürütebilirsiniz. Sizden istenilen budur. Zaten cesursunuz, fedakârsınız, ama onu askerliğe ve savaşı geliştirmeye dönüştüremiyorsunuz. Biz kendinize layık olmanızı istiyoruz.
Düşmanın askeri gerçeği hem çözümsüzlüktedir, hem de çözülüyor. Biz de önemli bir inşayla karşı karşıya bulunmaktayız. Nasıl asker olunurdan tutalım nasıl bir kurmay olunur? Birlik nasıl oluşturulur, nasıl sevk edilir, nasıl harekete geçirilir? Eylemin en anlamlısı, planlısı, sonuç alıcısı nasıl düzenlenir? Bununla karşı karşıyasınız. Bu da düşünce istiyor, yaklaşım istiyor, amansız bir pratik çaba istiyor, ciddiyet ve disiplin istiyor. Bunlar olmadan bu aşamayı atlatamazsınız. Başkalarına da, bana da atlattıramazsınız. Atlattırmak isterseniz, ben de bu aşamayı size atlattırmaya çalışırım. Çünkü görev görevdir, ona soyunmuş olan, eğer bu aşamaya karşılık verirse başarır. Siz de aşamayı başarıyla aşmış olursunuz. Askerileşmek, ordulaşmak açısından olanaklar buna elveriyor. Düşmanın olası bütün operasyonları da bizim için mükemmel bir ordulaşmaya zemin teşkil ediyor. Zaten ordulaşmayı savaşarak geliştirebiliriz. Kişilikler kendini savaşla kanıtlayarak gelişebilirler. Başka türlüsü de mümkün değildir.
Bu açıdan bu operasyonları ve daha ağır geliştirilecek olanı bile gelişmeler önünde ciddi bir engel olarak görmüyorum. Tam tersine, gelişmeleri bu operasyonlara dayandırarak geliştirirsek, bu en sağlıklısı, zafer için en teminatlısı ve en gerçekçisi olur. Sizin de bu operasyonlar süresince ordulaşmayı bütün yönleriyle geliştirmeniz zor değildir. Hatta yaman bir ordulaşma böylesine pratikler içinde ortaya çıkar. Bizim burada ordulaşmayı fazla geliştiremeyişimizin anlaşılır nedenleri var, ama sizin orada geliştiremeyişinizin hiçbir anlaşılır nedeni yoktur. Yakıcı ateş içinde insan çelikleşir. Eğer komutanız diyorsanız, siz de savaşçınızı bu savaş potası içinde döversiniz, geliştirir ve yenilmez kılarsınız.
O halde mükemmel bir ordulaşma ve savaşma fırsatı var. Bütün eyaletlere yeterince güç ulaştırılmıştır, hatta ülke bölgelere kadar parsellenmiştir. Etki sahamız olmayan bir karış toprak bile yoktur. Bu bir halk savaşı için mükemmel bir başlangıçtır. Düşünün, her yerde gerilla çekirdekleri var ve bu kendini büyütmenin bütün sınırlarına gelip dayanmıştır. Temel kitle bağlantıları, mükemmel coğrafyası var; araç gereç donanımı, tecrübesi, güveni var. Partisi, partisinin öncülüğü var. Bu da bir büyüme için, bir hamle yapma için, büyük bir savaş kampanyası için her şey var demektir. Şimdi binlerce mevzimiz var. Artık sayımız yüzlerce değil binlercedir, karargâh olarak ifade edebileceğimiz bir mevzi durumuna ulaşmıştır. Bir halk savaşı için ne gerekiyorsa o var. Büyüme ve yetkinleşme sorunlarına tümüyle karşılık verebilecek durumdayız. Sayıyı hızla tırmandırabilirsiniz. Dünyayı bile alt edebilecek kadar sayıya ulaşmak işten bile değildir. Araziyi tutabilirsiniz. Bir ordunun bile tutamayacağı alanlar, dağlar var. Böyle yüzlerce mevzi var. Bir dağımız bile bugün bir orduya bedeldir. Böyle binlerce dağ tutulmuştur. Tabii ki hakkını vereceksin ki başarıyı sağlayasın. Başarı kendiliğinden olmaz, bunu görmek gerekiyor. Orada bunu görmek sizin işinizdir. Etrafınızda insanlar katlediliyor, bunu önlemenin yolunu düşünebiliyor musunuz? Birlikleriniz biraz zayıftır; onu yetiştirmek, bu işte ben varım diyene düşer.
Düşünmek, sizin şimdiye kadar yaklaştığınız gibi, armut piş ağzıma düş biçiminde olmaz. Bu mümkün değildir. Her şey karış karış tırnakla sökülüp elde edilmezse, emeğin değerini takdir edebilir misiniz? Savaş emeğinin değerini takdir edebilir misiniz? Edemezseniz komutan olabilir misiniz? Olamayacağınız açıktır. Bütün bunlardan çıkarılacak sonuçlar var. Mükemmel bir halk savaşı başlangıcına ulaştık. Şimdiye kadar olan biteni iyi bir başlangıç olarak değerlendirebiliriz. Savaşın ülkenin her tarafına yayılması, bir ordunun başarısına bağlıdır. Bu konuda gereken mevziler tutulmuştur. Temel çekirdekleri yerleştirmek açısından yeterlilik sınırlarını aşmışsa gerisi büyümedir, kaliteli eylemlerdir, savaşın düzeyini ve biçimini geliştirmedir. O da biraz komutana veya “Bu işte ben varım ve geliştirmeye adayım” diyene düşer. Bir dağı, bir alanı ilerletmek bize, sıradan bir savaşçıya ve halka değil, o işin sorumlusuna veya komutana düşer. Komutan dediğin, bu başlangıcı sağlam ele alıp yürümeyi bilen, ilerletmeyi bilen kişidir. İlla komutanlıktan bahsedecekseniz, kendinizi buna layık görmek istiyorsanız, bu gelişmeyi göstermek zorundasınız. Bu aşamanın sorunlarına cevap verecek kişiliğe ulaştığınızda siz komutansınız.
Dolayısıyla ordulaşmada ve onun her türlü savaş biçiminin geliştirilmesinde engel görmüyorum. Olsa olsa komuta engeli olabilir, komutayla oynayan kişi engel olabilir veya komuta rolünü oynamayan, onun çabasını, düşünce gücünü, örgütlülük ve eğitim gücünü gösteremeyen kişi komutanlıkla oynar. Tabii böyle bir oynama da oldu mu, hazır bir zaferin içinde de olsak, gerisin geriye kaybederiz. Bu konuda da hiç kimse ne bizi ne de kendisini yanıltmalıdır.
Taktik düzenleme komutanın işidir; taktiğe göre örgüt, taktiğe göre birlik, taktiğe göre hareketlilik, taktiğe göre vuruş, taktiğe göre savunma, taktiğe göre pusu ve her türlü taktiği sergilemek komutanın işidir. Bu işte yirmi dört saat komutanlık yapanın işidir. Nereye, nasıl gidilir? Nereden, nasıl çıkılır? Akşam ne yapılır? Bir takımla ne yapılır? Silahla veya silahsız ne yapılır, eylem anında ne yapılır? Eylem sonrasında, eylem öncesinde ne yapılır? Bunu tabii ki kendine hakim bir komutan belirler. İyi belirleyen amansız sonuç alır. Onu ağa gibi ben belirleyemem. “Şöyle yaşarım, böyle de yaşarım” diyen, sonradan ya düşmanın darbeleri ya da bizim darbelerimiz altında ezilip gider. Kürdistan gerçeğinde eski kafayla yaşamak, yer bulmak mümkün değildir. Bu konuda akıllı olalım.
Bu böyledir diye kimseye eşsiz bir destan yaz diye dayatmada bulunmuyoruz. Sadece kazanımların, başlangıcın düzeyini ve bundan sonra devrimci emekle, ordulaşma çabasıyla sergilenmesi gerekenin ne olması gerektiğini, buna talip olanın nasıl olması gerektiğini belirtiyoruz. Düzenleme sizin işinizdir. Konferanslar yaptınız, birçok görev belirlediniz. Ben ona müdahalede bulunacak durumda değilim, o sizin işinizdir. Yine birçok plan geliştirdiniz. Talimat, perspektif, yönetmelik geliştiriyorsunuz, daha da geliştirebilirsiniz. Değerlendirmelerimizden de yararlanarak birçok ayrıntıya ilişkin talimatlar geliştirilebilir, yeni görevlendirmeler olabilir. Bunlar hep sizin işinizdir, yaratmanız gereken işlerdir. Hareket tarzlarınızı günbegün değiştiriyor, geliştiriyorsunuz.
Her zaman belirttiğim gibi, yirmi dört saatlik, hatta saatlik durumlar değerlendirilerek taktik tersine de çevrilebilir. Mutlak bir taktiğe saplanma olmaz. Yirmi dört saatte tersine de değişebilir, kesinleştirilir de, hatta temel taktik tutum haline de getirilebilir. Bu konuda büyük bir maharet ‘savaşta gelişmek istiyorum, ilerlemek istiyorum’ diyenin kişiliğinden beklenir. Onlar yaparsa iyi bir komutan olabilirler. Kendiliğinden komutanlık, kör inatla, kör dayatmayla komutanlık olmaz. Hele gelişen bir PKK çizgisinde böyle bir komutanlık söz konusu olamaz. Bastırarak, dayatarak, sağa sola çekiştirerek, başkalarının emeğine ucuz kurularak, kafayı çalıştırmayarak hiç kimse komutan olacağını sanmasın.
Bütün bunlar işlerin nasılına ilişkin sorulara yeterince cevap veriyor. Tecrübeleriniz bunun için yeterlidir. Olanaklarınız bundan sonraki işleri düzenlemeye yeterlidir. Size artık güvenmek veya bu işlerin başarılı gelişmesini size bırakmak gerekir. Gerçi şimdiye kadar da size bıraktığımızı sanıyorduk. Bu sandığımız gerçekleşmedi veya gelişmeler çok sınırlı kaldı, ama bundan sonra yine inanmak isteriz. Bunca gelişmelerden sonra kendimize, bu yıla ve bu son sürece müthiş yükleniyoruz. Sanıyorum bu sonuç alacaktır, hatta şimdiden sonuç alıyor bile.
Avrupa gibi bir alanda, bizim ulus olarak bütünüyle tükenip gitmemizi, başımızı bir daha kaldırmamamızı isteyenlere nasıl başkaldırdık? O son derece kahraman iki değerli kızın (Bedriye Taş-Ronahi, Nilgün Yıldırım-Berivan) Newroz’daki şahadetini düşünelim. Bunlar Avrupa’da büyümüşler, ama PKK çözümlemelerini ve özgürlük anlayışını biraz özümsüyorlar; kendilerini düşmanın yakmasına bile fırsat vermeden kendilerini yakıp meşale halinde tutarak, söndürülmemeleri için de bütün tedbirleri alarak şahadete ulaşıp bir halkı böylesine ayağa kaldırıyorlarsa, bu PKK’nin vardığı düzeyi gösterir. PKK’nin özgürlük düzeyini, cesaret düzeyini gösterir. Avrupa’daki halkımız ayağa kalkıyorsa, üçüncü kuşak gençliği bile PKK’yi böyle anlıyorsa, bu diğerlerinin de ne yapması gerektiğini oldukça ortaya çıkarıyor. Her türlü katliam denemesinden geçen halkımızın da öyle kolay boyun eğmeyeceği kanıtlanmıştır. Gerillayla o dağlarda neler yapamaz! Bu sorulara da siz cevap vereceksiniz. Nasıl olur gibi bir kargaşa içine girmenin anlamı var mı? Yine bütün bunlara rağmen, kimse kolay başarı sağlanır diye düşünmesin. Ucuz başarı da vaat etmiyoruz. Fakat direndik, dayandık, büyük bir sabırla buraya kadar geldik.
Tabii bundan sonra da gelişmeler kaçınılmazdır. Yine şahadetler olacaktır. Fazlasıyla şehit vereceğiz. Ama bütün bunlar eğer kazanma yolundaysa, gereken yapıldıktan sonra veriliyorsa, bizim için kabul edilebilir. Yanılgıya, hele hele gaflete asla düşmek istemiyoruz, hiçbirinizin düşmesini de istemiyoruz. Oldukça kazanmaya doğru geldiğimiz bu günleri geriye götürmeye hiç mi hiç rıza göstermek istemiyoruz. Hiçbir gerekçeyle, hiçbir kişiliğin kendini dayatmasıyla asla gelişmenin bir karış bile gerisine düşmesini kabul edemeyiz. Tekrar söylüyorum: İdeolojik ve siyasal düzeyimizden tutalım, pratik-örgütsel düzeye kadar kazanılıp gelinen aşamayı görmemek, onun gerisinde seyretmek kabul görmez. Parti demek, en yüce, en zirvede seyretmeyi bilmek demektir. Parti buna ulaşmıştır, bu artık saygıyla karşılanmalıdır. Dost düşman bile buna saygı duyuyorsa, militanların hayli hayli duyması kaçınılmazdır.
Savaş önümüzdeki yıl nasıl gelişebilir? Nasıl gelişirse gelişsin, biz kendi temel yaklaşımlarımızı böyle geliştirip savaşa girdikten sonra, savaş ister çok ister az şiddetli geçsin, ister şu kadar ister bu kadar kayıp olsun kabulümüzdür. Yeter ki gerekli olana sonuna kadar karşılık verilsin. Kimse mutlak zafer diye bir şey de istemiyor. Ama bütün olanaklar, olasılıklar göz önüne getirildiğinde diyoruz ki, önemli başarılar bizi bekliyor. Haklıyız, bu temelde doğru değerlendirmelerin sahibiyiz. Her hazırlığımız da her insanoğlundan en üst düzeyde başarı bekleyebilecek düzeydedir ve sonuç gelişmedir. Bunun nasıl yansıyacağını, üç ayın, altı ayın nasıl geçeceğini günlük gelişmeler, çalışmalar belirler. Eğer güne çok güçlü yüklenirsek, altı ayda kazanacağımızı bir günde de kazanabiliriz veya altı ayda kazandığımızı kötü bir yönetimle bir günde de kaybedebiliriz. Bu da taktiğin bir sonucudur. İhanet eden veya görevlerine çok yanlış yaklaşan bir komutan bir bölgeyi bir günde düşürebilir. Ama çok iyi takip eden, çok ısrarlı olan birisi de, gerçekten bir altı ayda yılların kayıplarını da telafi ettirebilir veya şimdiye kadar kazanamadığını kazanabilir. Bütün bunlar mümkündür. Yıllarca, hatta yüz yıllarca kaybedileni de insan bu dönemde elde edebilir, parti tarihimiz boyunca yapılanı da bu önümüzdeki aylara sığdırabilir.
Tersi de söz konusudur. Düşmanın şiddetli yüklenimini, düzeyini eğer iyi değerlendiremezseniz ve gerekeni yapamazsanız kaybedersiniz. Yirmi yıldır kazandığınızı size kaybettirebilir. Belki bazıları, “Bütün partiye kaybettiremez, partiyi bütünüyle kaybetmek mümkün değil” diyebilir. Öyledir, ama bu senin sayende olmayacaktır. Sana kalsa, senin bölgene kalsa, partiye mutlak anlamda kaybettirilmişti. Bu anlamda sen her şeyi kaybettiriyorsun. Parti tabii ki kaybetmeyecektir, ama sen mutlak anlamda kaybediyorsun. Genelin kaybetmemesi, senin kaybetmediğini göstermez. Aslında alanlarınızda biraz da bu var. Partinin kaybetmemesini, kendinizin kaybetmemesi olarak değerlendiremezsiniz. Bu doğru değildir. Parti genelde kaybetmemenin bütün tedbirini almıştır. Halk zaten kaybetmez, o düzeyi yakalamıştır. Ama bu senin birçok değerin canına okuduğunu, birçok bölgeyi çoktan düşürdüğünü, eğer tamamen düşmemişse, bunun da parti sayesinde olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Her militan bir de bu yönüyle kendine doğru bakmalı; ‘kaybettiriyor muyum, kazandırıyor muyum’ biçiminde bir değerlendirmeyi anı anına yapabilmelidir. Böyle yaparsa, bütün bu işlerde verilen kayıpların bir anlamı olur ve bundan sonuç çıkarılır. Kayıplar kazanca dönüştürülür, kazançlar daha da büyütülür. Bütün bunlar da belirlediğimiz çerçevede yüzyılların, parti tarihinin bütün kazanımlarını aşabilecek bir kazanmaya da dönüştürebilir.
Bütün eyaletlere ilişkin yaptığım konuşmaları tekrarlamayacağım. Sanırım tek tek ve bölgeler düzeyinde de konuşuldu, bazı ipuçları verildi. Günlük taktiğe ilişkin de temel tutumlar aslında belirlendi. Alanlara nasıl yükleneceğiniz konusunda, Serhat’tan tutalım Binboğa’ya, Binboğa’dan tutalım Zagroslara kadar, Cudi’den tutalım Amanoslara kadar genel bir çerçeve çizilmiştir. Belirttiğim gibi temel başlangıçlar için de olanaklar serpiştirilmiştir. Düşman da kendi hazırlığını yapmıştır. Ekonomik krizle de bu savaşın bilançosunu halka nasıl dayatmak istiyor? Bunun intikamını bizden nasıl çıkarmak istiyor? Bunlar da gösterilmiştir.
Geriye ölüm nereden gelirse gelsin karşılayacağız diyoruz. Eğer her savaşçımız, her militanımız durumu böyle değerlendiriyorsa, biz ne olursa olsun, fazla itiraz etmeyeceğiz. Bizim itirazımız, her zaman belirttiğimiz gibi kendi gerçekliğimizle alay etmek, çok rahatlıkla ülkeye girilebilecekken durumları ve süreçleri görmemek, yandan sıyırmak, teğet geçmek, aldatmak, aldanmaktır. Bunu kesinlikle bertaraf ediyoruz. Bütün itirazımız, bu tutumların şu veya bu biçimde gösterilmesinedir. Onu da artık kesinlikle aşmak durumunda olduğumuzu ve artık son verilmesi gerektiğini belirtiyorum. Bunların tümü anlaşılmışsa ve pratikte gerekleri aşağı yukarı böyle belirlenen bir çerçevede yerine getirilirse, biz sağlam bir konumdayız demektir.
Bu baharın tazeliği kadar, taze bir başlangıç halindeyiz. Umutlarımızın, tutkularımızın büyüklüğünü pratikte anbean gerçekleştirebilecek kadar şanslıyız. Böyle şanslı ve umutlu olanların da yaşamı bir başarıdır. El atacakları her mesele, sonuçta başarıya götürür. Dökecekleri bir damla kan, verecekleri şahadetler de sadece ve sadece başarıyı biraz daha yakınlaştırır. Bunun tersi belirttiğim gibi baş aşağı gidişe götürür. Biz bunu önlemek istiyoruz. Görülüyor ki, bütün savaşanlarımız parti, ordu ve cephe sahalarında oldukça iddialıdır ve şanslı bir dönemi kendimize yakıştırmalıyız. Çektiğimiz zorluklar pahasına da olsa, bunca şehidin anısına bağlılığın bir gereği de olsa, yine halkımızın bize bağlılığının bir sonucu da olsa, bu şanslı dönemi yakalamış bulunuyoruz. Gerisi, gerçekten sizlere düşüyor. Özellikle gerilla ordulaşması ve savaşımında yer alanlara düşüyor. Bir tek kişinin tek bir damla kanı bile doğru hesaplanarak dökülmelidir. Bir yaşamı değil, bir günü değil, bir tek nefesi bile düşünülerek an’a yüklenilmelidir. Kendini böyle sürece yayan bir parti, hele on binleri aşan bir ordu gücü sonuç alabilecektir.
Bir kez daha bu değerlendirmeler ışığında durumlarınızı gözden geçirin. Nihai hazırlıklarınızı, eylemliliklerinizi gözden geçirin. Eksiklikleri de var, yanlışlıkları da var. Onları da çözmeye çalışın. Karış karış değerlendirilmesi gereken coğrafya ve kitle ilişkileri, yaz ve kış hazırlıkları şimdiden planlanmalıdır. Bir yıl sonrasını da düşünüyoruz, geçmiş yılı da düşünüyoruz. Bizim öyle planlanmayacak, planlanıp da gerekleri karşılanmayacak bir durumumuz da yoktur. Bunu, bütün ülkemizi ve ülkemizin cephe gerilerini de sağlama alacak durumdayız. Ülkemizin dört tarafı eskiden bizim imhamız için çalışırdı, şimdi ise cephe gerimizdir. Uluslararası alan da bir geri cephedir. Bu başarılmıştır. Dağlarımız terk edilmiş sahalardı, şimdi yaşamın çekici güneşidir. Daha fazlası ne olabilir? Bir kurtuluş için her şey olgun değil mi? Başarı olabilir, başarı için başarı üstüne başarı olabilir. O da kendi elinizdedir.
Bunu söylerken, ne kimse zorlukları abartarak altından çıkılamayacak gibi göstermeli ne de fazla rehavete kapılmalıdır. İmkânlarımız sınırlıdır, fakat yine de küçümsenmeyecek işler yapılıyor. Her zaman belirttiğim gibi, yaşadıkça bu işte gerilemeye fırsat vermeyeceğimiz bilinir. Kendi yaşamımdan sorumluyum. Bu sürdükçe hiçbir alanda, hiç kimse eskisinden daha geri bir durumu dayatamaz, dayatıp da sonuç alamaz. Bu, düşman için böyledir, dostlar için böyledir, sizin için böyledir. Bu işlerin başında nasıl olduğumuzu, nasıl yürüttüğümüzü biliyorsunuz. İnsana özgü olanı, insana layık olanı da esas aldığımız kesindir. Şimdiye kadar ki gelişmeler, gerçekleşmeler bunun böyle olduğunu göstermiştir. Bunu anlamanız gerektiğini tekrar vurguluyorum.
Tarihi anlamda, ulusal, siyasal ve sosyal içerikleriyle bir Önderlik tarzı kurumlaştırılmaya çalışılıyor. Ben bunu şahsım adına, sülalem adına geliştirmiyorum. Bir halk adına, biraz da insanlık için özen gösterdiğimin farkındayım. Kurumlaşma gelişiyor, yavaş yavaş buna uygun kişilikler de gelişiyor. Temel özellikler halka mal olmuştur. Bağlılık kişiye değildir, bu temeldedir. Hatta bağlılığın bana olup olmaması da önemli değildir, önemli olan tarihsel bir kurum olmasıdır. Bu da biraz ilerliyor ve bunu da derinleştireceğim. Mümkün oldukça da kişi olarak değerlendirmeye, temsil etmeye çalışırım. Bunun ne anlama geldiğini anlamanız gerekir.
Bir önderlik, boşuna kendine önderliğim demez. Şu veya bu kişinin keyfine göre de, ahbap çavuşluğuna göre de kendine önderliğim demez. Biraz tarihi bilir, insani gerekleri bilir, ne yaptığını bilir. Son derece objektiftir. İdeolojiyi esas aldığı gibi politikanın da en incesini bilir. Pratiğin de nasıl bir çaba ve emekle bağlantılı geliştiğini bilir. Biz de bunları bilerek hakkını vermeye çalışıyoruz. Herhalde bu konuda da doğru yaklaşımı, bağlılığı, güç alıp vermeyi bundan sonra yeterince ve doğrulara oldukça yakın bir biçimde yaparsınız.
Biz de aslında size, başta şehitler olmak üzere, halkımızın bu ilgisine layık olmaya çalışıyoruz. Ama bir kurum olunduğunu, biraz da tarihin bazı zorunlu ihtiyaçlarına cevap vermek durumunda olduğumuzu da biliyoruz. Kişinin hatırı için, sizlerin hatırınız için de devrim yapmıyorum. Bunu da gösteriyoruz. Esas olan da budur. Ama yine de tarihi işler tarih içindir; ulusal işler ulus içindir. Bir gün içinde olmayabilir. Eğer bütün bunlar böyleyse, Önderlik olayını da biraz anlamalısınız. Anladığınızda da kesin gerekli büyüklüğe de ulaşırsınız. Emredilen büyüklük neyse, herhangi bir iş için büyüklük neyse, bir kurum ne istiyorsa, onu oluşturup içini doldurabilirsiniz. Önderlik gerçeği de her zamankinden daha fazla büyüme sağlamıştır, ilerleme sağlamıştır, başarı sağlamıştır. Bu, sizin büyümenizdir. Layıkıyla karşılık verirseniz, her sahanın önderlik gerçeğini temsil edersiniz.
Biz tekrar bu temelde bu yaşam dolu, oldukça başarıya yakın günlere hakkını vereceğinizi, kaybettikleriniz neyse onu kazanabileceğinizi, çirkinlik adına ne varsa onu güzelleştirebileceğinizi, kötülük adına ne varsa onu söküp iyileştirebileceğinizi belirtiyoruz, buna inanıyoruz. Bu temelde çabalarınızın da size layık olanı size kazandıracağını söylüyoruz. Selamlarımız bu temeldedir, sevgilerimiz bu temeldedir. Hepinize bu mücadele yılını tekrar üstün başarılarla ve bizzat her birinizin biraz da tarihimizin de emrettiği gibi, sizlerin de kanıtlamak istediğiniz başarıların sizin için olmasını diliyoruz. Tekrar selam ve sevgilerimizi sunuyoruz.
9 Nisan 1994
Parti Önderliği
- Ayrıntılar
Son bir kaç günü mücadele cephesindeki güçlerimizle tartışarak değerlendirdik. Burada kapsamlı geliştirmeye çalıştığımız yaklaşımları daha yoğun ve özlü bir biçimde bir kez daha aktarmaya çalıştık.
Bilindiği gibi mücadele cephelerimiz baharı yakaladılar. Fakat bütün yönleriyle açığa çıkardığımız gibi, ağır tarihi sorumluluk, siyasi hassasiyet ve onun ordulaşmaya dönüşmesi konusunda bir sığlığı, yüzeyselliği, kendiliğindenliği ve ağır bir tempoyu yaşadıkları da bir o kadar gerçek. Dayattıkları tarz, orta tabaka, orta sınıf tarzını henüz aşamıyorlar. Partinin ideolojik, siyasi ve pratik öncülük düzeyi ile halkın ve çalışan kitlemizin ortaya çıkardığı dayanma durumunu orta kademe öncülüğümüz bir türlü anlamıyor ve buna gereken anlamı veremiyor. Yani PKK’yi bir orta sınıf partisi gibi düşünme alışkanlıkları hayli etkili. Bunlar fırsat buldukça gelişen ve kendini dayatan küçük-burjuva sınıf özellikleri oluyor.
İyi niyetler ne olursa olsun, yıllardır kendini eğitmeme ve yaşama emek gözlüğüyle bakmama gibi önemli oranda düşmanın dayattığı ve orta sınıf aile yapısının verdiği değer yargıları bireyleri fena halde bağlamış; bu nedenle partinin bütün yüceltici, kurtuluşçu çabalarına denk gelen bir karşılığa ulaşamıyorlar, onu göremiyorlar ve bu yüzden de zaferi pekiştirecek adımların sahibi olamıyorlar, yalpalayan ve kaybetmeye açık bir tarzı kıramıyorlar. İşte bu durumlar üzerine epey yüklenmek istedik. Hiç şüphesiz biraz etkili olur ve eskiyi biraz aşarız. Ama henüz PKK’nin zaferi getiren tarzını yakaladılar ve o temelde yaşıyorlar demek çok zordur.
Bahar hamlesi gerçekten epey gelişme fırsatı sunuyor. Bu kampanya büyük bir saldırı hamlesine kadar da götürülebilir. Fakat öncülük sorunu ve onun belirlemeye çalıştığımız çerçevedeki uygulanış sorunu güçlü bir çözümle cevap bulmazsa bu kampanya sınırlı kalır. O zaman düşmanın karşı hamlesi belki de tehlikeli olabilir. Çünkü düşmanın da bayağı büyük bir saldırı kampanyasıyla yüklenmeye çalıştığı, bunu gün gün geliştirerek ve güçlendirerek yürütmek istediği çok açık.
Bizim bu denli yoğunlaşmamıza rağmen, komuta düzeyimiz henüz kendi saldırı kampanyasını planlayıp yürütecek kudrette değil. Uzun yıllar süren parti içindeki değişik yaşam alışkanlıkları onları fazla yaratıcı kılmıyor. Halen parti değerleri üzerine kendini oturtma, kendini dayatma sürüyor. Yaratıcılık, ön açıcı olma, sürekli ilerlemeyi mümkün kılan bir tarzın sahibi olma gibi hususlara pek akıl erdiremiyorlar, çabaları ona yetişmiyor. “Evet, evet” diyorlar, ama pratikleriyle bunu kanıtlayamıyorlar. Bu gücü, bu yaratıcılığı bir türlü sergileyemiyorlar. Bu sınıf dışı özellikleri tam yıkmadan, parti içini de yıllarca biraz kaşarlanmış, kireçlenmiş ve hareketsiz bırakan özellikleri söküp atmadan böyle büyük bir kampanyaya ulaşmamız zordur.
Bizim başarmak istediğimiz, düşmanın mevcut konumunu hesaplayan bir saldırı kampanyasıdır. Bu konuda sizleri zorlamak istemiyoruz ama, kişilikleriniz buna hazır değil. Yılların ihmalkarlığı, siyasi ve askeri yönden kendinizi yetiştiremeyişiniz çabalarınızı son derece kısır bırakıyor ve sizleri problemli tutuyor. Bu da sizin gerçeğinizi ifade ediyor. Bir kişi kendine yıllarca böyle sevdalanırsa ve kendi bireyciliğini kıramazsa, tabii böyle önemli kampanyalara layıkıyla karşılık veremez. Ne yazık ki durumunuz böyle ve yaygın olarak yaşadığınız yaşam gerçekliğiniz böyle güçlü eylem ve hamlelere yetmiyor. Bu da sizin sorununuzdur diyorum. Biz onun nasıl aşılması gerektiğini ortaya koyduk burada; kişiliklerinizi nasıl hazırlayabileceğinizi ve gelişmelerin emrine nasıl sunabileceğinizi gösterdik. Bunu ne kadar anladınız ve ne kadar hazırsınız? Bu da sizin bileceğiniz bir iş.
Bir devrimcinin kendisine sorması gereken sorular ve kendi içinde vereceği karşılıklar vardır. Tabii bunlar hep başarı sözüdür ve eylemin adım adım hazırlanışıdır. Bir saniye bile ertelemeksizin tam bir tempoyla yol almadır. Sorumluluk duygusunu iliklerine kadar hissetmek ve fırsatı yakaladı mı onu gerçekten değerlendirmektir.
Dürüstlüğünüz ve çabanız ne olursa olsun, bu bir ustalık işi olduğu için, bütün yönleriyle sizleri böyle güven verici bulmak, doyurucu bulmak biraz zor. Biz bu zorluğu kırmaya çalıştık ve sizleri başarabilen yürüyüşçüler olarak göreve hazırlamak istedik. Aslında bütün gücünüzle yürüyorsunuz. Gerçekten çok yoğun bir çaba söz konusu. Fakat büyük oranda kendinizi yaşıyorsunuz. Bu çabayı bir türlü kolektivizme dökememe var. Özellikle fırsatı yakaladığınızda, ortamı tuttuğunuzda, görevi devraldığınızda ona hakkını vermeme, pratiğe yürüyerek hakkını vermeme, hep böyle çarpık kalma ve doğru değerlendirememe gibi yaklaşımlar sergileniyor.
Evet, bizim bu konuşmalarımızda böyle bir partiye ve onun savaşımına bundan daha fazla ne verilebilir? Sanmıyorum bundan daha fazla verilebileceğimi. Önderlik ancak bu kadar verir. Herhalde mevcut verilenler bile çok tekrar düzeyinde olmuştur. Aslında bu tip yaklaşımımız gereksizdir. Ama elimizden başkası da gelmiyor. Siz öyle durdukça biz de böyle duracağız. Bütün yaptığımız kendimizle oynamamak, yani mücadele gerçeğinden kopmamaktır. Bunun için aslında bütün marifetlerimizi sergiledik ve halkı da böyle mücadele gerçekliği etrafında tuttuk. Ama bunun hakkı ne kadar verildi, buna ne kadar ustaca yaklaşıldı? Hayır, gereken aslında yapılmadı. Ama biz, ciddi bir saptırmaya, gündemi düşmanın istediği bir biçime çevirmeye de fırsat vermedik.
Doğrultumuz, parti içinde ve dışında esas yürüyen ve söz sahibi olan doğrultudur. Bundan ne taviz verildi, ne de bunun etkisiz kılınmasına fırsat verildi. Hiç şüphesiz gelişmeleri belirleyen esas etken budur. Ama zafer için bu yeterli mi? Sizin mücadeleniz herhangi bir katkıya yol açabilir mi? Olursa iyi olur. Olmazsa da doğrultu kendisinden emindir. Sorumluluğu böyle götürüldükçe de başarı yolunu bulacaktır. Bazıları iyi katkı yaparsa, hiç şüphesiz onların da yeri iyi olur, katkıları olur, adları ve ünleri olur ve saygıyla anılırlar. Eğer bunu değerlendirebilirseniz sizin için onurdur. Sizler değerlendiremezseniz de, bu mücadele sürdükçe elbette bir yerlerden başarı sahipleri çıkacaktır.
Tarihimizde çokça görülen kendinde tıkatma, kendinde ihanetle işleri sarpa sardırma dönemin artık sona erdiğini söyleyebiliriz. En önemli bir gelişme de budur. İster parti içinde olsun, ister ulusal direniş cephelerinde olsun kişiler artık her şeyi kendileriyle gömemiyorlar. Bütün ihanet mantığına ve ihanet pratiğine rağmen, kişilerin kendileriyle birlikte her şeyi yenilgiye götüremeyecekleri biraz anlaşılmıştır. Çok çaba harcandı; böyle kendini ölü gibi tutarak, kendini bitirterek, kendini doğratarak, kendini öldürerek yere gömmeye çalışıldı; fakat buna fırsat verilmedi. Yani bir ulusal yazgı gibi görülen kendinde yaşamı mahvetme eğilimini kırdık diyebiliriz. Bu eğilimi, bu yaşamama ve ölme eğilimini kırdık, hem de adam akıllı kırdık. Ama tam yaşamın yoluna, başarının yoluna girildi mi? Tam girildi denilemez. Ancak mevcut olan da az bir gelişme değildir. Sizin bu ölümlü kişiliklerinizin, müthiş çirkince yaklaşımlarınızın kendisiyle birlikte her şeyi öldürmesine fırsat verilmemesi de bizim açımızdan önemli bir başarıdır.
Şimdi görüyorsunuz ki, en bağlıyım diye geçinenlerin bile ölümü temsil ettikleri bu son örneklerle iyice açığa çıktı. Ve bu ölümcülüğü neredeyse bütün yaşamı diriltme alametlerimize, işaretlerimize, olanaklarımıza dayatıyorlardı. Ve halen de sizleri sorguluyoruz. Ne kadar yaşamın içindesiniz, ne kadar dışındasınız? Ne kadar ölümcül, karartıcı ve soğuk noktalarsınız, ne kadar diriltici, aydınlık ve sıcak yaşamın olanaklarısınız? Bunları açığa çıkartmaya çalışıyoruz. Özellikle ne kadar çirkinleştirici, ayak bağı, körleştirici ve kötüleştirici yapıdasınız, ne kadar bunlarla çelişiyorsunuz? Güzelleştirme, iyileştirme, doğrultma çabalarıyla ne kadar bağlantılısınız? Bunlara da açıklık getiriyoruz. Bunlar da savaş kadar önemli işlerdir. Yani biz, bir de bu yönüyle çok yoğunlaştık.
Bu gelişme karşısındaki direnmeleri de halen görüyoruz. Peki ben mi sizi inkar ediyorum, siz mi beni inkar ediyorsunuz? Ben mi güzelliklerinizi karartıyorum, siz mi ortaya çıkarmaya çalıştığım güzellikleri çirkinleştiriyorsunuz? Ben mi aydınlığı oluşturuyorum, siz mi? Karartan kimdir, aydınlatan kimdir? Umudu yeşerten kimdir, umudu tüketen kimdir? Hırsız kimdir, emek sahibi olan ve değer yaratan kimdir? İşte bunlara biraz açıklık getirdik.
Elbette bunlar öyle basit, sıradan gelişmeler değildir. Yiğitlik, mertlik öyle kaba anlamda elde silah savaşmak değildir. Hele bizim gibi namertliğin her türlüsünün geliştiği bir toplumsal ortamda doğru, mert ve anlamlı insanı nitelemek ve biraz da böyle ortaya çıkarmak en zor işlerden birisidir. Alçağın, namerdin, döküntünün, çirkinin en iğrenç olanının bu kadar kol sardığı, etrafı kolaçan ettiği bir sistemde ve dönemde, bütün bunların üzerine yürümek ve bazı darbelerle onu sersemletmek basit bir iş değildir.
Hayır, bu basit olmadığı gibi, bunu kimin ve nasıl yaptığı da üzerinde durulmaya değerdir. Biz kendimizi bütünüyle burada özlü kılmaya çalıştık. Yani mühim olan gerçeklerin böyle anlaşılır kılınmasıdır dedik. Bazılarınızı gönüllerinin istediği gibi idare etmek yerine gerçeklerini ortaya çıkarmayı esas aldık. Bu kadar fanatiğin, bu kadar kendini kaybetmişin veya her an kendini kaybetmekle yüz yüze olanın bulunduğu bir gerçeklikte başka türlü davranmak, bu durumda olanlara karşı da saygısızlık olurdu. Ne kadar fanatik olduğunuzu, gerçeklerden ne kadar kaçtığınızı ve başarı gerçeğine yaklaşmak istemediğinizi göz önüne getirdiğinizde, durumların nasıl yakıcı olduğu ve kendine gelmenin ne kadar önemli olduğu çok daha iyi anlaşılır.
Bazı şeyleri kesin doğru yorumlamak ve hakkını vermek gerekir. Lafazanlıkla, bilmem şöyle yetmezliklerle, gerçeklerle oynamakla bu işler yürümez; bunlar aşağılık olmanın, şerefsiz olmanın en temel nedenidir. Bazı değerlere gözü yaşlıca ilgi göstermek ve karasevda gibi dayanmak da öyle sanıldığı gibi iyilik falan değildir. Bizde çok etkili olan bu yaklaşımın da çok yoğun bir namussuzlukla ilişkisi vardır. Onu da göstermeye çalıştık; en az sıcak savaş cephesi kadar, böyle bir ruhsal cephede de savaş verdik. Çünkü çirkinlikler had safhada. Çünkü kendi ruhunda karartan, yenilgiye götüren bir çok şey var. Bunların hepsini gösterdik. Yiğitse çıksın ortaya; ne diye karartıyor, kendi dipsiz kuyu kişiliğinde bir çok şeyi yutuyor! Bunlara fırsat vermek istemedik. Yine ne kadar ölümcül ve çürük olduğunuzu da ortaya koyduk. Yaşamaktan aciz, yaşamın bakış açısı, doğrultusu olmayan kişiliklerin aranızda ne kadar çok olduğunu gösterdik. “Çoktan ölmüş de farkında değilmiş” havasında olanları gösterdik. Bunlar yanında, çok çocukça da olsa yaşam heveslerimizi, istemlerimizi, tutkularımız da göstermeye çalıştık. Ayıp olan bu değil, ayıp olan kendi gafletini örtmektir; kendi bitmişliğini, kendi saygısızlığını, çürümüşlüğünü örtbas etmektir. Biz bu tür şeylere girmemekle gene en iyisini yaptık.
İşte görüyorsunuz, sıcak savaşım cephelerine de bir şeyler veriyoruz; kararmış, buz kesilmiş ruhlara da bir şeyler veriyoruz. Orada da bir temizlik hareketi geliştiriyoruz. İster hoşunuza gitsin, ister gitmesin biz böyle işlerle uğraşıyoruz ve tarzımız da böyledir. Karşı çare ve tedbirleriniz varsa ortaya sermekte özgürsünüz. Yeter ki yaşama büyük saygısızlık olmasın, her şeyi çirkinleştirip yerin dibine batırmasın. Bunu istemek savaşçılıktır, mücadeledir. Hiç kimse lafazanlıkla, demagojiyle işleri başka türlü veya keyfince göstermeye cesaret etmesin; adam olmayana adam, yetmeyene yeterlidir dedirtmesin; sahteye ve iğrence böyle unvan biçtirmesin. Herkesin gerçeği neyse öyle ortaya çıksın. Bu kadar yalanın egemen olduğu böyle bir ortamda yapabileceğimiz en büyük iyilik herhalde budur.
Gerçeklerin dili ve eylemi olmaktan kaçınan biz değiliz. Görüldüğü gibi biz, her şeye az-çok bir katkıyla cevap veriyoruz. Ama bizim adamlarımız pek oralı olamıyorlar; heybetli, otoriteli ve sonuç alıcı olamıyorlar. Bir komuta, bir önder üslubuyla cevap veremiyorlar. Kendi katkılarını ancak çok sınırlı ve çok zavallıca sunabiliyorlar. Peki biz mi böyle istiyoruz? Hayır. Tam tersine biz, tümüyle yeterliyi zorlayan bir havada olmaya büyük özen gösterdik ve bu temelde destek sunduk. Görüldüğü gibi, insan bir yolda ve bir yöntemde ısrar ederse gelişebilir. Bunun çarelerini kendimizde nasıl ortaya çıkardığımızı gösterdik. Bununla şu başarıldı: Tam başarı için istediğimizi belki elde edemedik, ama bazılarının bizi tam başarısızlığa götürmesine de fırsat vermedik. Ne düşmana bu fırsatı verdik, ne de içimizdeki dolaylı düşürenlere, başarısızlığa götürenlere.
Bizim iyiliğimiz işte buradadır. Bu konuda bize yutturamadılar, ne düşman yutturabildi, ne de onun içimizdeki dolaylı yansımaları yutturabildi. Sanıyorum yeterli ayakta durduk, karşı hamleleri karşıladık ve kendi hamlemizi de biraz dayattık. Peki bunu anlarlar mı? orası kendi bilecekleri iştir. Biz üzerimize düşeni böyle yoğunca yerine getirdikten sonra artık günah bizden gitmiştir. Ben günahın ne olduğunu bilirim biraz. Günahı kendi üzerimden attıktan sonra, günahkarlar nasıl ölürse ölsün, o beni ilgilendirmez. Hakkın yolunu, sevabın yolunu bu kadar göstermemize ve buna çağırmamıza rağmen, eğer bu yola girmemeye ve gerekeni yapmamaya ısrar ediyorsa, o günahkarın ve sefilin tekidir ve nerede, nasıl giderse gitsin, yeter ki etrafa zarar vermesin. İşte biraz bunun tedbirini alalım. Vicdan hesabı da ancak böyle verilir.
Görülüyor ki, baharın diriliğine biz de böyle cevaplar yetiştiriyoruz. Baharın dirilticiliğine karşılık bizim dirilticiliğimiz de bu oluyor. Bunu anlamayan ruhlar artık anlarlarsa kendi hayırlarına olur. Bir halkın içinde ısrarla bu kadar basitliği yaşayanlar, halkın her türlü baş aşağı gidişine izin verenler, gözünü hiç yükseklere dikmeyenler ve çare olmaya gönülden inanmayanlar olduktan sonra, bizim gibi bir devriminde kendini böyle ortaya koyması yadırganamaz. Bu bir intikamdır, biz niye boyun eğelim!
Ben hep böyle bir şeyler yaptım ve yapmaya da devam ediyorum. Buna karşı olanlar güçlü olsunlar ve bizim konumumuzu sarsmaya çalışsınlar. Benimki de bir savaşçılıktır, sizinki de. Ben, özveriyle kendi savaşçılığımda yer almak isteyenlere yönelik bir yaklaşım geliştiriyorum. Karşımdakilere karşı da bir şeyler geliştiriyorum. Karşımdakilerin de, yanımdakilerin de buna karşılık verme hakları vardır, fakat dökülüyorlar. Elbette bunun nedeni ben değilim. Düşman bile düşmanlığını iyi yapamıyorsa sorumlusu kendisidir. İçimizdekiler yandaşlıklarını iyi yürütemiyorlarsa sorumlusu kendileridir. İlla bizi düşürmek isteyenlerse güçlü olsun düşürsünler. Bir oportünist de kendini örgütleyebilir, bir oportünist de örgüt kurabilir veya bir partiyi boşa çıkarabilir. Böyle yapsanız bile bravo denilir size. Yani buna bile güç getirememe söz konusu oluyor bizim bir çok oportüniste benzer öğemizde.
Dediğim gibi, bütün bunların izahı vardır ve yapılmıştır. Biz de kendi işlerimizin başındayız. Sizi kandırmıyoruz veya illa gelin rica minnetle şu işi yapın demiyoruz. Bu işlere kendiniz talip oldunuz. O zaman “işin esasına göre hizaya gel” dememiz, “onun tarzına ulaş, onun terbiyesine ulaş” dememiz anlayışla karşılanmalıdır. Burada ağlamak söz konusu olamaz. Yiğitlik isteniyorsa, sen onu böyle zavallılıkla lekeleyemezsin, çaresizce duramazsın. Bu sanatın gerekleri vardır, yiğitlik sanatının gerekleri vardır; onu yerine getirirsen, o zaman ölümün bile bir adı, bir şanı olur. Aslında bütün bunlar önce de söylendi. Fakat size göre bunlar basittir, fazla anlaşılmazdır. Halbuki anlaşılmaz olan, basit olan siz oluyorsunuz.
Yürümeye ilişkin biz bazı değerleri ortaya çıkardık. Büyütmeye, yüceltmeye ilişkin ağırlık bizdedir, sizde değil. Ayrıca çıkış yapanlarınız da öyle fazla boy vermiyor. Şu ortaya çıktı; büyükleriniz, ana-babalarınız sizi güçlü yetiştirememiş. Kemalist veya aşiretçi-feodal etkili yetişmeniz sizi çaresiz kılıyor. Ne o özelliklerle fazla sonuç alabiliyorsunuz, ne de bizim yaratmaya çalıştığımız tarz da boy verebiliyorsunuz. Arada zorlanıp duruyorsunuz. Daha size ne yapalım ilerletmek için?
Biliyorsunuz, bizim işlere “çılgınca işler” denildi, siz de diyebilirsiniz, fakat gene de bir iştir. Bu da bir iş, yaşamın bir biçimi oluyor. çılgıncadır da diyebilirsiniz, mantığa pek sığmıyor da diyebilirsiniz, ama biz de şunu söylüyoruz: Peki senin karşı gerekçen ne, yaşam dediğin kaç para eder? Yani ülkeniz adına ne söyleyebilirsiniz, halkınız adına ne söyleyebilirsiniz? Hatta kendi adınıza ne söyleyebilirsiniz? Çoğu üzümün sapı bile olamaz, evin hademesi bile olamaz, efendinin karşısında döküntü bile olamaz. Peki öylelerinin kaç paralık değeri olabilir? Tabii bütün bunlar bizim iddiamızdır. Görülüyor ki başkaları fazla güçlü söz söyleyemiyor. Sözde en büyüklerinden tutalım en işbirlikçisine veya en aşağılık olanına kadar hepsi bitiktir. Güçlü sözleri yine biz epey söyledik. Tabii bundan sonra daha büyük sözleri bazıları söyleyebilir ve daha büyük işler ortaya koyabilir. Ve biz ona da hizmet etmeye hazırız.
Bizim tarzımız hizmet tarzıdır, emekle çok bağlantılı bir yaşam tarzıdır.
Daha yüce emek ve daha başarılı çabalar ancak bizim büyük övgümüzü, alkışımızı toplayabilir, desteğimizi alır ve katkımızı yanında bulur.
Görülüyor ki, bu konular öyle sandığınız gibi yüzeysel, hafif ele alınamaz. Bizim yürüttüğümüz işler öyle hesapsız kitapsız değildir. Bu işler öyle karasevda bağlılıkla, kendiliğindenlikle, ilgisizlikle götürülemez. Bizim işlerin mantığı ve ruhu çok farklıdır; tarzı, çabası, hesabı, kitabı vardır ve oldukça da yamandır. Okuyamıyorsanız ben ne yapayım! Bunların hepsi yazılmış ve kitap haline getirilmiştir. Ama kendinizi bir kara cahil gibi kılıyorsunuz, cahilin cahili oluyorsunuz. Bu durum elbette kötüdür ve bunu aşmak sizin için yaşamaktır. Gençsiniz, güç getirebilirsiniz diyorum her zaman. Kitaplarımızda çok şeyler yazılı, isteyene hemen hemen her türlü bilgi veriliyor, her türlü işin esası üzerine ders var. Her iş ve her konuda var bu. Meleklerin işlerine ilişkin de, şeytanların işlerine ilişkin de hemen her şey var. Amansız eylem ilişkilerine ilişkin de, en gelişkin duyguların durumuna ilişkin de bir izahı vardır. İsteyenler hepsini bulabilir.
Tabii bütün bu işlerin kendi arasında da çok sıkı bir bağlılığı vardır. Öyle hiçbir şey kendiliğinden, sizin yaklaştığınız gibi tek düze, yalıtılmış, birbirinden kopuk değil. Her şey son derece koordineli, örgütlü, etkilenen ve etkileyen bir yaşamsal bütünlüğe sahiptir. Elbette bunlar üzerinde çok yoğun durulursa ancak öğrenilebilir. İyi bir öğrenci olmayı bilmeniz bile hayli önemlidir sizin için. “Ben okurum okurum mektep okurum” derseniz, o zaman tabi o okuldan iyi bir öğrenci olarak çıkamazsınız. Bu bir okul aslında. Her şeyden önce, bizimkinin de bir okul olduğuna inanacaksınız.
Başkalarının okulu ile karıştırmayın bunu. Bu okulun da kendine göre bir kimliği vardır. Buna inanmalısınız ve mümkünse gereklerine ulaşmalısınız. Belki ahım-şahım değil ama, yine de bir okuldur. Kendi tarzını kendi kendine bile ilerletebiliyor. Böyle çok özgür bir okuldur. Ve bizim burada oluşturduğumuz bu geleneği siz dağlara öyle nakşedebilirsiniz ki, bin yıl bile geleceği belirleyebilir. Bunu yapamıyorsanız, zayıflığınız yüzünden, iyi bir öğrenci olarak çıkmayı bilemediğinizden ötürü oluyor. Yani o eski çobanlara benziyor, çoban bir kaç keçi güderek yaşamı idare eder. Yine kara sabandan başka elinden iş gelmeyen çiftçiye benziyor durumunuz. Fakat bizim okul hayli karmaşık ve dersleri de yoğundur. Bunu edinip uygulayabilirseniz, gerçekten büyük gelişmelere yol açabilir.
Görüyorsunuz ki böyle derin ve tarihi işlerle uğraşıyoruz. Bazıları ısrarla bizi anlamazlık ve uygulamazlık ederse, biz de gerçeğimizin böyle olduğunu açıkça dayatırız. Söyleyelim yani, bizi yüzeysel ele alan kim, layıkıyla gerekeni yapmayan kim, dersleri boşa çıkartan veya anlamını yitirten kim? Burjuva okulundaki ilginin bile onda birini gösteremeyen kim? Yani düzenin vereceği bir memurluğa kırk takla atarken, bizim burada verdiğimiz altına bile yüzünü çevirmeyen kişilik kimin kişiliği? Kendine karşı bu kadar saygısız olan elbette iflah olamaz. Kendi öğretisine gereken değeri veremeyen, ciddi olduğunu ileri süremez. Siz tabi akıllı köylülersiniz, akıllı küçük-burjuvalarsınız, hepsini kendinize göre ayarlarsınız. Fakat gerçek öyle değildir, gerçeklerin dili farklıdır.
Siz hep çok akıllı olduğunuzu sanıp öyle derinleşiyorsunuz. Ama gerçeklerin dilinin farklı olduğunu söylüyorum ben. Gerçekler sizin bütün yanılgılarınızdan, bütün gözü karalığınızdan çok daha inatçıdır. Onları da daha çok biz temsil ediyoruz. Gücümüzü de zaten buradan alıyoruz. Öyle başkalarının sandığı gibi kuru bir otoriteden, ucuz ayarlamalardan kesinlikle gücümüzü almıyoruz. Çünkü biz sıfırlardan buraya gelen ve nasıl geldiğini bilenlerdeniz.
Bu belirttiklerimden inşallah bir şeyler anlarsınız. Savaşa gidiyorsunuz, “çok çeşitli cephelerdeki mücadeleye varız” diye kendi kendinize sözler veriyorsunuz. Bunlar güzel şeylerdir, ama gerçeğin dili de dediğim gibidir. Yaman adamlar çıksa sizden kesin alkışlarız. Biz kıskanç filan değiliz. Ben halen büyüklükleri arama peşindeyim. Kendimi en büyük yerine koyma gibi bir hastalığım kesinlikle yoktur. Büyüklükleri Allah bile olsa aramaya çalışıyorum; evrende, hücrelerde, atoma dek her yerde arıyorum. İşte bu kadar araştırmacıyız. Çoğunun yaptığı gibi, kendimizi bastırıp da “benden büyüğü yok” demiyoruz.
Benden büyüğü yok ideolojisi bir gözü karalıktır.
“Ben hiçbir şeyim” biçimindeki zavallılık da onun ters yüz edilmiş biçimidir.
Kuşkusuz biz böyle değiliz. Görüyorsunuz ki, biraz gerçeklerin dili olma, yaşamın dili olma söz konusu. Siz de özen gösterseniz biraz daha iyi olabilirsiniz. Başka türlü bu PKK olayında yer almak, yürümek ve yaşamak çok zordur. Bunu herkes için söylüyorum. PKK’nin öyle fazla ustası yok. Hepsi birdir, eskisi de, yenisi de çocuk gibi, hatta bebek gibidir. Hepsi de öğrencisi olabilir bu okulun ancak, ben de dahil tabii. İyi okuyup da böyle tam hayata geçirecek biri olsa, düşmanı, çirkinliği, kötülüğü müthiş yok eder. Demek ki daha emekleme durumunda çoğu, daha ABC’yi sökmekle uğraşıyorlar. Fakat mevcut durum yine de bir öğrenmedir. Daha fazla özen gösterin, daha fazla öğrenin ve daha fazla uygulayın! Terbiyeli olun, hiç olmazsa haddinizi bilmezlik etmeyin, kara cahil gibi kendinizi dayatmayın. Az öğrenin ama, öz öğrenin ve yapın! Bu da kabuldür yani.
Düşmana karşı başka neler yapabiliriz? Böyle bir şeyler yapıyoruz işte. Sahamız dar olmasına rağmen, hâlâ işte bu çabaları sergileyebiliyoruz. “Yerim dardır, oynayamıyorum” demiyoruz sizin gibi. Çok dar bir yerde de mükemmel oynuyoruz. Büyük siyasi oyun, büyük askeri oyun neredeyse bütün dünyanın dikkatini çekecek kadar gelişti bizde. Sizin yeriniz geniş olmasına rağmen oynamasını bilmiyorsunuz. Ben hiçbir zaman sizin ulaştığınız yerlere ulaşmadım, ama ulaştığımda da hepinizin oynadığı yer ve zamandan daha az bir süre ve olanakla büyük işler çevireceğime eminim. Oysa arkadaşlar gidiyorlar bir çorbaya kendilerini bitirtiyorlar; bir alışkanlığa, bir kör geleneğe takılıp bitirtiyorlar kendilerini. Bu, onların ne mal olduğunu ortaya koyar. İyi yaşadığını mı? Hayır. Anlamını verememiş, tarzını yakalayamamış, ne kadar saf olduğunu kanıtlamıştır, o kadar. Bu kadar öğretmeye rağmen silahtan bir şey anlamıyor, dağdan bir şey anlamıyor, ilişkiden bir şey anlamıyor. Böyle serseriler kimi kandırabilir, kimi inandırabilir!
Evet, önderlik gerçeğimiz, üretim gerçekliğimiz, mücadele gerçekliğimiz böyledir. Elimizden gelen budur. Kimse bize bir şey vermedi ki daha fazla istesin. Siz de öyle fazla bir şey vermediniz ki isteyesiniz. Bulup buluşturduk bir şeyler, onu da veriyoruz. Elimizden gelen bu. Başka yerden hiç alamıyorsunuz, kendiniz de oluşturamıyorsunuz, “buna da bin şükür” demeniz gerekiyor.
Velhasıl bu bahar kampanyamızda teslimiyet yok, isyanda kırılıp dökülme yok. Bazıları ne kadar dökülse ve teslim olsa da, genel yürüyor. Halkın yürüyüşe geçmesi etkinliği az-çok varlığını sürdürüyor. Öncüler zor-bela da olsa yine ayaktadırlar. Bu, tarihimizde ilk defa adına biraz özgürlük yürüyüşü diyebileceğimiz, özgürlük savaşımı diyebileceğimiz bir olaydır, büyük bir eylemdir. Biz bunu daha da özenle götüreceğiz. İsterim iyi birer komutan olarak katılmanızı, yaman birer savaşçı olarak yer almanızı. Bunun için biz de bir çok şey verdik ve gerçekten teknik araçları bile hiç kimsenin kullanamayacağı bir biçimde, işlevinin çok üstünde ve hatta tersinden kullanarak yüklendik, belki arkadaşlar bir şeyler alırlar diye. Bu koşullarda ve bu çerçeve dahilinde verilecek bundan daha fazlası olamaz. Eğer almasını bilirseniz aslında her şey var. Mesajı almak isteyen ne ararsa bulur içinde. Dolayısıyla bahar kampanyasına böyle katılmak iyidir diyoruz. Kendi açımızdan gerekeni yaptık ve kampanya gelişsin, sonuçlarını da göreceğiz. Ömrümüz yeterse çıkacak sonuçlara verecek bir karşılığımız da mutlaka olacaktır. Sözümüz budur.
Böyle büyük bir hamleye girişirken kuşkusuz kendimizi kırıp dökmek istemiyoruz, böyle freni patlamış araba gibi bir yere çarpıp lime lime etmek istemiyoruz. Olası saptırmalara karşı da uyanığız ve ne kadar hız kazanmış da olsa yine de varışı sağ-salim yapmak istiyoruz. Bu da önemli bir hassasiyet gerektiriyor. Yani hem cevap vermek, hem sağlam temsil etmek ve hem de çok hızlı yürürken çarpmadan taşıyabilmek; işte bu bizim tarzımız oluyor. Sizin ki de böyle mi acaba? Hızı nerede çarpıp çarpmadığını fark ediyor mu, ne kadar kırıp döktüğünü görebiliyor mu? Kendi kendinize çok sormanız gereken bir sorudur bu. bazıları bir eşek kadar bile hızlı yürüyemiyor. Bazıları yürürken etrafta kırıp dökmedik bir şey bırakmıyor. Halbuki çok özenli bir yürüyüş ister bizim devrimimiz. Hızı kendine göredir, düşmanın ulaşamayacağı ve kendisinin de kırıp dökmediği bir hızdır.
Bütün bunlar elbette yaptığımız hizmetler de var ve biz de onu temsil etmeye çalışıyoruz. Yoksa kendimize zorumuz mu var? Tarzın kendisi emrediyor bunu. Eğer böyle isen sağ-salim limana vardırabilirsin gemiyi, aksi halde alabora olur her an ve bir girdapta boğulup gitmek işten bile değildir. Siz işte biraz öylesiniz. İnsan üzülüyor buna tabii. Acı duyuyor insan sizin durumunuzdan, erken ölümüzden, şahadetinizden, tutuklanmanızdan, hatta en önemlisi de saflardayken birer tutuklu gibi, tutuklu kişi gibi kalmanızdan, değer yaratamamanızdan. Halbuki bizim tarzımızın bu sizin tarzlarınızla hiç ilgisi yoktur. Bizim tarzımız hızlıdır, gerçekten yükü taşır ve limana da vardırır.
Şimdi sizin de kendinizi biraz daha gözden geçirme, hızını yeniden tayin etme, kırıp dökmeyen bir çalışma tarzına ulaşma fırsatınız var. Gençsiniz, yorulmamışsınız, anlayışı esas alsanız, ilkeyi esas alsanız, tutumu esas belleseniz kim sizi saptırabilir? “Doğrusu budur” deyip inat ederseniz ve bunda da hesabınızı tam yaparsanız, sizin sağlam bir biçimde limana ulaşmanızı ve yükü kırıp dökmeden, büyük zenginlikle oraya taşımanızı hiç kimse engelleyemez. İşte bu imkan elinizde diyorum. Tabii az bir yük değil, değersiz bir yük değil, ulusal bağımsızlık, eşitlik ve özgürlük yükü altın değerinde bir yüktür. Onu sağlam limana vardıracaksınız, başarı bayrağını yükseltecek ve altında toplanacaksınız. Bu kervanın sahipleri böyle kişilerdir.
Sizler de bunun farkında mısınız acaba? Böyle soruları kendinize sordunuz mu şimdiye kadar? Buna göre bir ayarlamanız, mesafe kat etmeniz, örgütlemeniz ve öncülüğünüz oldu mu? Bu soruları her zaman sormalısınız kendinize. Ders böyle alınır. Yoksa lafazanlıkla, demagojiyle, sağa-sola sataşmayla bu kervanın yürümeyeceği çok açık. Siz iyi niyetli de olsanız, kervanı yolundan çıkarmak isteyenler, delik açıp gemiye su sızdıranlar az değildir. Onları görebiliyor ve engelleyebiliyor musunuz? Akıllı bir kervanbaşı, akıllı bir kaptan bütün bunları düşünmek ve gerekeni yapmak zorundadır. Yoksa zordur, kervan ürker ve ürktü mü fincanlar birbirine değer ve kırılır. Bunları mutlaka ve derinliğine anlamaya çalışın. Ve böylece bu büyük kampanyaya, bu büyük zenginlik taşıma kervanına öncülük edin, kılavuzluk edin ve menzile sağlam ulaştırın!
Şimdi bu bahar kampanyamız yine Newroz’la birlikte özellikle Avrupa’daki kitlemizin anlamlı ve etkin çıkışıyla gelişiyor. Kürdistan’dan çok uzak yerlerde insanlarımız bedenlerini tutuşturarak bu tarihi hamleyi başlatıyorlar. Zaten üzerinde yoğunca durduğumuz hususlardan biri bu Newroz şehitler geleneğidir. Ve genelde şehitler gerçeğinin değerlendirilmesidir. Şehitlik gerçeği yaşam gerçeğimizdir. Mutlaka şehitlik gerçeğini yaşam gerçekliğine dönüştürmeliyiz. Şehitteki emri görüp yürüyebilmeliyiz. Şehit komutasını anlayabilmeli ve gerekeni yerine getirmeliyiz. Özellikle şehidin yaşam anlayışını kesin temsil edebilmeliyiz. Anıya gerektiği biçimde karşılık vermeme gibi büyük bir yüz karalığını ve aşağılık bir durumu kesinlikle kabul etmemeliyiz. Şehidin gücünü, şehidin tutkusunu, şehidin direnişini, şehidin acısını kendi şahsımızda mutlaka yaşatmalıyız. Mutlaka şehitle yaşam arasındaki köprü olabilmeliyiz. Şehidin yaşamıyla yaşayanların ölümü arasındaki farkı görmeliyiz. Namussuzca yaşam sahiplerinin çok olduğu veya basit yaşam kırıntılarına yapışıp kalanların neredeyse egemen olduğu bir halk gerçekliği içerisinde, bu büyük yaşam meşalelerini söndürtmemeliyiz.
Ben kendi payıma bu meşaleyi söndürtmemek için yetkin olmaya çalıştım. Onların yaşamla kurdukları bağı doğru değerlendirmeye özen gösterdim. Yaşayanların yaşamını şahadete yakın kılarak, böylece şehitleri yaşama, yaşamı yaşayanları da şehitlere yaklaştırarak köprü olma rolünü iyi oynamaya çalıştım. Çünkü başka türlü karşılık vermek mümkün değil. Şehidin yaşamındaki büyük anlamını bilmekle birlikte, onu bir yaşam gücü haline çevirmenin büyük ustalık istediğini, büyük sabır ve dayanma gücü istediğini bilerek, bunun sorumluluğunu duyarak bir köprü rolüne adam akıllı sarıldım. Gafilce yaşayanların gafletini durdurmaya, yaşama sahtekârlığına fazla geçit vermemeye çalıştım. Diğer yandan şehidi adeta teorileştirdik, savaş teorisine dönüştürdük. Böylece etkili ve egemen olmasına güç getirdik. Sahte yaşamın önünü kestiğimiz kadar, şahadetin teorisi ile yaşamı bir kez daha canlandırmaya, öyle kaynaştırmaya ve çare olmaya çalıştık. Gelişmeler oldu, şehit yaşama geçirildi, yaşam biraz şehide göre oldu.
Hâlâ ne kadar saygılı kaldığınız tartışmalıdır. Saygıyı sürekli kılmaya çalışıyoruz. Belki istenildiği kadar olmadı, ama büyük saygısızlık yapılmasına da fırsat verilmedi. Şu anda şahadet yolunda yürümeye hazır olmanız bunun kanıtıdır. Biz bu halkı da bu temelde tuttuk. “Gafilce ve haince yaşayamazsınız” demekle şehide biraz bağlı kalındığını gösterdik.
PKK tarihinde şehitlik üzerine bir çok değerlendirme yapıldı. Ben özellikle başlangıç şehitleri için en doğru değerlendirmeleri sunmaya çalıştım. Haki Karer yoldaşın anısına yapılan değerlendirmeden en son Newroz kahramanlık şehitlerinin anısına yapılan değerlendirmeye kadar, hepsinin yerinde bir değerlendirmesini yaptık. Bunu her şehit için yapmaktan da üşenmedim, ama fazla gerekli olduğuna da inanmadım. İnandığımda yaptım. Zaten kendini şehitlik çerçevesine oturtacak bir kişilik, bu kadar şehidi anlamıyla bilecek bir kişilik büyük olur. Bazılarınızın şehit yakını olduğunu söyleme durumunuz var, şehitlerin kendi şehidiniz olduğunu söyleme durumunuz var. Eğer bunda sahte değilseniz, eğer samimiyseniz, biraz da bizim bu gerçekleştirme tarzımıza benzer bir tarzı tutturmanız gerekir. Şehidi kendinde yaşatmak, şehidi doğru yaşatmak, şehitle çelişen yaşamın önünde durmak, “ya yaşayamazsın, ya da doğru yaşarsın” hükmüne bağlı kalmak büyük önem taşır. Öyle olursanız şehidin sahibi veya onun sürdürücüsüsünüz. Bu böyledir. Başka hiçbir biçimde kendimizi onurlandırmayalım.
Ben çocukken bile böylesi ölümleri kötü bulurdum, böyle anlamlı bulamazdım. Sonra da şunu gördüm: Ölümler aslında yaşayanların zavallılığını gösterme aracı oluyor. İnsanlar ölüler için döktükleri göz yaşını aslında kendileri için döküyorlar. Ölende kendilerini görüyorlar, kendi ölmüşlüklerini, hayattayken ölmüşlüklerini görüyorlar. Yoksa böylesine bir ölüm ağlayışı pek anlaşılır değil. Kendini bu kadar zayıf bırakma, kendini bu kadar ölüye benzetme söz konusudur ki, bir ölü de kıyamet koparıyorlar. Çok doğal bir yaşam sürecini böyle göz yaşına boğmak bana pek anlamlı gelmemişti. Nitekim şimdi şahadetlerde fazla ağlama yoktur. Şehitleri cesaret, güç ve yaşam gücü haline getirme vardır. Bu da kötü ölüme bir cevap oluyor, bizim cevabımız oluyor. Ölüm korkusunun böyle cesarete dönüştürülmesi küçümsenemez. Bu başlı başına büyük bir kazanımdır. Kürdistan halkındaki büyük ölüm korkusunu, bu büyük acılı ve gözü yaşı durumu şimdi böyle daha fazla cesaretle savaşmaya dönüştürmek çok büyük bir gelişmedir.
Bunu da biz yaptık, bunu özenle hazırladık ve şimdi herkes biraz da böyle ölümsüz kılınmıştır. Ölüme karşı anlayışı doğru geliştirmemiz, yine ölümle yaşam arasındaki bağı doğruya yakın değerlendirmemiz korkuyu yendi; daha fazla cesaret, daha fazla hayattayken ölmemek, fiziki olarak ölündüğünde de bunu ölüm sanmamak biçimindeki durumu biz ortaya çıkardık. Tabii bu da küçümsenemez bir gelişmedir. Bu, Kürdistan için büyük bir ihtiyacın giderilmesidir. Ölüm korkusunun giderilmesi sağlanmış, yaşamda ölümsüzlük duygusunu yaratma ihtiyacı giderilmiştir.
İşte bu büyük şehitler biraz bunun öncüleri oldular. Bu gerçeğin anlaşılması ve etkili kılınmasında en önemli rolü yerine getirdiler. Ben buna ölüm korkusunu yıkma, yaşamı ölümcül etkilerden arındırma, fiziki ölümlerden de korkmama veya şahadetlerden korkmama, kutsal değerler uğruna ölümde yaşamın mevcudiyetini gösterme ve böylece daha katlanılabilir bir ölümle bir yaşamın bağını kurabilme diyorum. Bu önemli bir gelişmedir.
Yaşamda yeni günün dirilişini temsil eden Newroz şehitleri üzerinde de biraz durduk. Bizim bazı değerli yoldaşlarımız böylesine yaşamsal bir ölümle bugüne karşılık verdiler. Mazlum yoldaşın şahadetini de az-çok anlamlandırdık. Mazlum yoldaşın Newroz şahadetinde gerçekleşen şeyin büyük bir teslimiyete, o vahşet döneminde özellikle umudun o son kırıntılarının da alınıp götürülmesinde, namuslu ve onurlu yaşam olanağı tümüyle elden çıkartmaya, bunun için gerçekleşen son derece vahşi saldırıya karşı kendi kişiliğinde bitebilecek en son direnme hamlesiyle karşılık vermek olduğunu, böyle bir anlamının bulunduğunu ortaya çıkardık. Müthiş bir karanlık içinde bir kibrit çöpünü aydınlık gerekçesi yapmak, yaşamın korkunç bir biçimde teslim alınmak istenmesine karşılık kendini böyle feda ederek yaşam için böyle iddia olmak, iddia olarak varlığını sürdürmek çok önemliydi ve bu gerçekleştirilmiş oldu. Çünkü o haliyle yaşamı daha fazla götürmek mümkün değildi. Öyle bir baskı, öyle bir vahşet var ki, özgür bir yaşamın, namuslu ve onurlu bir yaşamın sözü olabilmek ancak böyle bir eylemle mümkündü.
Dediğim gibi, Mazlum yoldaşın şahadetinin bu gerçeği ifade etmesi çok önemlidir ve bunu anladığı ortaya çıkıyor. O, ideolojimizi iyi bilen bir arkadaşımızdı. Partimizi ruhundan tanıyan ve öyle kalmaya büyük özen gösteren gerçekten görkemli bir kişilik. Bu anlamda bu kişilik tam bir PKK oluyor; PKK’nin yaşam sözü, onun zirvesi oluyor. Çünkü o dönemde kesinlikle bir teslimiyet dayatması var ve teslimiyet öyle bir kişiye dayatılmıyor. Hatta teslimiyet sadece PKK’ye de dayatılmıyor. Şüphesiz biz dışarıda direniyoruz. Bizim de yapacaklarımız var. Ama oraya dayatılan teslimiyet daha fazla belirleyici oluyor. O teslimiyetin ardından getirilecekler belki daha belirleyicidir. Bir Diyarbakır zindanına dayatılmış teslimiyetin tam başarısı, o Şahin-Yıldırım ihanetinin tam zafere ulaşması, binlerce teslimiyetin peşi sıra gelmesi olacaktır. Onun bir halkın başına bela yapılması da herhalde en azından Kemalizm’in –ki bunlar “Genç Kemalistler” adıyla bunu yapıyorlardı- 1925’lerdeki zaferi kadar bir zafer olacaktı.
Yine bu biraz Dersim gerçekliğinde ortaya çıkıyor, Kemalizm’in 1938’de Dersim de sağladığı zaferin bu aşağılık unsurların şahsında, hem de tam “Genç Kemalistler” olarak Dersim kişiliğinde adeta tam zafer kazanarak sonuca gitmesi oluyor. Mazlum da bir Dersim gerçekliğidir ve herhalde bunu çok iyi bildiği için böyle bir direnme tutumunu sergiliyor.
Dersim direnişçiliği Kürdistan’daki son direnişçiliktir.
Ne kadar geri ve yetersiz olursa olsun böyledir. Oraya dayatılan ihanet ve asimilasyon da en güçlü ihanet ve asimilasyondur. “Genç Kemalistler”in ifade ettiği gerçeklikte dile getirilen şudur: “Dersim budur, bunun karşısında başka herhangi bir gerçekliğin söz konusu olamaz. Bu aynı zamanda Kürdistan için söylenebilecek en son sözdür. Bu söz de bizim sözümüzdür. Direnemezsiniz, teslimiyetten başka yapacağınız hiçbir şey yok”. Zaten bunu günlük olarak çok çarpıcı ve korkunç bir yoğunlukla işlemişlerdir. Tek tek kişilerle uğraşarak yürütüyorlar. Yani sonuç almak için neredeyse günler sayılıdır.
Mazlum direnişçiliği işte bu noktada kendisini biraz daha devreye sokuyor. Çünkü orada her şey baş aşağı gidiyor, teslimiyet çok hızlı gelişiyor. Yapılması gereken şey bir eylem türüdür. O da bu eylem türüyle yine çok anlamlı bir günde, bir yaşam gününde, bir yeni günde, bir diriliş gününde bunu gerçekleştiriyor. Gerçekten de Mazlum yoldaşın direnişinin daha sonraki süreci tamamen etkilediği, teslimiyete karşı direnişçiliği egemen kıldığı biliniyor. Bu direnişin bizim direnişimizi de güçlendirdiğini, dağ direnişine de taşırıldığını çok iyi biliyoruz. Bunun da bir ulusal direniş ve diriliş olduğu şimdi çok daha iyi anlaşılıyor.
Mühim olan her şeyi bir şehide yüklemiyoruz veya her şeyi o doğurdu diye kendimizi aldatma yaklaşımı içinde değiliz. Ama daha derinlikli bir anlayış gerekliyse, o anlayışın da aşağı-yukarı böyle etkili olacağını kesinlikle söyleyebiliriz. Kesinlikle şehidin anlamı budur diyebiliriz. Anlamı daha da derinleştirilebilir, ama özcesi budur. Nitekim ondan sonra peş peşe gelen eylemlilikler vardır. Gerçekten de Newrozlar bu tarihten itibaren çok yaşamsal kılındı. Newroz günlerinin direniş günleri haline gelmesinde Mazlum direnişçiliğinin etkisi asla küçümsenemez.
Şimdi en son bu Newroz şehitlerimiz var. Biz Zekiye Alkan’ın şahadeti üzerine de bir değerlendirme yaptık. Bu da Diyarbakır’da oluyor. Bu şahadetin de Mazlum’un şahadetiyle bağlantısı açıktır. Mazlum nasıl zindanda partiye dayatılan teslimiyete karşı büyük bir eylemse ve şahadetiyle bunun bir zaferi oluyorsa, Zekiye Alkan’ın direnişi de Diyarbakır genelinde dayatılan, bu temelde de bütün Kürdistan’a ve Kürt halkına dayatılmış olan sinmişliği, korkuyu ve çaresizliği gidermek oluyor. En azından onunla bağlantısını kurarak, kendini böyle direniş durumuna taşırmak istiyor. Bu yoldaşımız hiç şüphesiz ortama dayatılan bütün çelişkileri en yoğun biçimde de yaşayabilirdi. Bu arkadaş için çelişkide olduğu söyleniyor. Bir kadın çelişkisini, özgürlükle düşkünlük arasında bir durumu yoğunca çözmeye çalıştığını söyler ki, anlamlıdır. Biraz da bu kişilikler böyle direnişler ortaya koyabilir. Çelişkisi olmayan kişiliklerin anlamlı direnişlere öncülük edebileceklerini sanmıyoruz.
Zekiye yoldaşın bir özgür kadın olmaya çalıştığı, fakat bunu başaramadığı, sıkıldığı, buna öfke duyduğu ve adeta böyle sürüp gittiği, tam da bu süreçteyken böylesine bir eyleme kalkıştığı söylenir. Bizim için bu daha anlamlıdır. Zaten rahat ve kendinden emin olan bir kişi büyük eylemliliğe girişemez. Kendi halinden memnun, kendine tutkun birisi kesinlikle böyle bir eyleme kalkışamaz. Kadın özgürlük arayışı önemlidir. Bu başlamadan da zaten öyle bir eyleme kalkışmak, ona cesaret etmek bile mümkün değildir.
Fakat tam çözüme gidememe de anlayışla karşılanmalıdır. Çünkü özgürlük savaşımını, onun eylemini daha örgütlü yapar, daha planlı geliştirir. Ama yine de büyük bir eylem, büyük bir özgürlük tutkusu olmak istiyor. Bunu da öyle bir Newroz’da Diyarbakır surlarında kendisini meşale gibi yakarak ilan ediyor. Yine anlamlı olduğu söylenebilir. Kadın olması daha anlaşılırdır. Çünkü insan ancak böyle yoğun bir çelişkiyi yaşamakla bu cesarete ulaşabilir.
Mazlum yoldaşın gerçeğinde de bu var. O parti ruhu oluyor, partinin büyük direniş ruhu oluyor. Orada artık bir insan vardır, kadın veya erkek olması da hiç önemli değildir. Orada en büyük insanın direnişi, onun büyük eylemi söz konusudur. Burada da bir kadın olması daha anlamlıdır. Neden? Çünkü Diyarbakır’ın kendisi en dökülmüş bir fahişe kadından daha beter bir durumu yaşıyor. Yani oradaki erkeklik bir kadından daha beterdir, daha aşağılık durumdadır. Bir fahişeden bile daha beterdir aslında. Mutlaka Diyarbakır’ın bir etkisinden söz edeceksek veya Kürdistan merkezli bir yerdir diyeceksek, fahişe kadın değerlendirmesi yapıldığında düşmüşlüğün sınırı çizilmek istenir, Diyarbakır o koşullarda biraz da buna benzer bir yerdir. Bu kadar sömürgeciliğin merkezi olacaksın, bu kadar sessiz kalacaksın ve her gün bu kadar çiğneneceksin, tecavüz edileceksin: Bu fahişe kadından daha başka bir anlama gelmez. Bu yönüyle ele alınması söz konusu olabilir. Ona mutlaka bir tepki gerekir. Fahişe kadının veya düşmüş kadının tepkisi anlaşılıyordur. Diyarbakır’ın kendisi öyle olduğuna göre, ona karşı öyle bir tepki gösterilmelidir. Bu şahadette bunun mutlaka bir etkilemesi vardır.
Diğer yandan bir kadın olarak da çelişkilerini anlıyoruz. Bir kadın olarak çelişkiyi duymak, özgürlük arayışı içinde olmak, gerçekten büyük bir zorlu sürece girmek demektir. Bir yandan bir kadın köleliğinin iğrenç durumunu bilince çıkaracaksın, diğer yandan özgür yaşam tutkuların gelişecek; bu korkunç bir zorlamayı beraberinde getirir. Gerçekten biz bunu da epeyce açmaya çalıştık.
Benim anlayışıma göre köle bir kadının, bizim toplumsal koşullarımızda, Diyarbakır koşullarında köle bir kadının bilince dönüşümünü, özgürlük yaşamına doğru yol almasını görmek, böyle çelişkili duruma kendinde bir yer bulmuş olmak kesin olarak PKK’nin etkilemesiyle olabilir. Zaten o dönemde PKK’nin etkisi Diyarbakır’ı sarmıştır. Zindanın sarması var, gerillanın sarması var, gençliği sarmıştır. Kadın özgürlük çabaları da biraz anlaşılır oluyor sanıyorum. İşte böyle bir kişiliğin bütün bu faktörlerden etkilenmesi söz konusu oluyor. Belli bir bocalaması var, başka türlü mücadele etme istediği de var, edebilir de. Ama o bu biçimini tercih ediyor. Kendine göre planlı, kendine göre anlamlı bir eylem.
Bu direniş Diyarbakır’daki zindana dayatılanlara, Diyarbakır’daki halka dayatılana, bir kadının yaşadığı büyük olumsuzluğa, bunların hepsine toptan bir tepki oluyor. Bu tepki de böyle yaşamsal kılmaya veya “yaşama ancak böyle anlam verebilirim” dedirmesine götürür. Eylem gerçekleşiyor. Buna vereceğimiz anlam da budur. Bu eylemin de bu çerçeve de geliştiğine kanıyız ve anlamı büyüktür. Nitekim bundan sonra Diyarbakır’daki gelişmenin farklı olduğu; halkındaki gelişmenin, kadındaki gelişmenin biraz daha özgürce olmaya doğru yüz tuttuğu biliniyor.
Bir direniş, İzmir kalesinde kendini yakma olayı var. Rahşan Demirel adında çok genç bir Kürt kızının direnmesi var. Oraya taşırılmış bir Kürdistan’ın Mardin gerçekliği var. Yurtseverlik zaten etkili. Bu genç kızda bir yandan savaş ve özgürlük tutkusu mevcut, ama öte yandan oldukça zayıf. Örgütsel savaşım gerçeği etkiler. Newroz’lu günler de yine hızlı ve yoğun yaşanır. Belli ki burada kendisini özgürlük savaşımına müthiş vermek ve bir şeyler yapmak istiyor. Fakat bunun teorik gücünü fazla bulamadığı ve pratik geliştirme olanağını yakalayamadığı için, yani bir yerde tutkusu teorisi ve örgütlülük düzeyini aştığı için, buna karşılık bir şeyler yapmaya ahdettiği için, farklı bir eyleme yöneliyor. Orada kitlemizin içinde yaşadığı utanç verici koşullar, kendi ailesindeki zor koşullar, kendisinin özgürlük ve özgür yaşam anlayışıyla bağdaşmayan alçaltıcı ve yaşam koşulları Newroz’un o dirilticiliği ve çekiciliğiyle birleşince, böyle bir meşale eylemi ortaya çıkıyor.
Mümkündür, böyle bir ruhta böyle bir cesaret ve ardından böyle bir eylem ortaya çıkabilir ve çıkıyor da. Bu eylemi anlamlı bulduğumuzu söyledik. Bu şahadetin metropol kitlemizi aydınlattığı, düşkün yaşam koşullarındaki yüzlerce kişiyi savaşıma çektiği, onlara dayatılan mezarı deldiği, metropol halkımızın kendine getirilmesinde ve ülkeye taşırılmasında bir kaldıraç ve köprü rolünü oynadığı daha çarpıcı görülmüştür. Mesaj bu anlamda meşale değerinde kendini kanıtlamıştır. Bir komuta gücü olmayı kanıtlamıştır diyorum. Çünkü yüzlerce kişiyi yürüttü mü, o bir komutalık rolü oluyor. Özellikle kadına ilişkin olarak çok sayıda katılıma yol açması, neredeyse erkek sayısından daha fazla bir kadın katılımına yol açması, onun kadın özgürlüğüne de büyük bir katkı, bunun komuta ve ordu gücü olduğunu gösteriyor.
Son olarak Avrupa’daki Newroz şehitlerimiz var. Bunların üzerinde biraz daha durulmaya değer. Berivan (Nilgün Yıldırım) ve Ronahi (Bedriye Taş) yoldaşlar, bu Kürdistan kızları anlamlı mektuplar bırakmışlar. Ben bazı röportajlarına da tanık oldum. Yine herhalde epeyce mektupları, bazı değerlendirmeleri ve raporları da vardır. Bazılarını biz de gördük.
Bu kişilikleri daha iyi tanımak açısından, kendilerinin imzalayıp bıraktıkları mektuplara bakmakta yarar olabilir sanırım. Bir mektupları şöyle:
“Alman devleti son aylarda düşmanlığını açık ilan etmiştir. Derneklerimiz kapatılmış, ulusal renklerimiz, ulusal bayraklarımız gasp edilmiş, onlarca yurtseverimiz tutuklanmış, gözaltına alınmıştır. Almanya Türk ırkçılarının peşinden gitmektedir. Demirel-Çiller-Güreş kliğinin “ya bitecek, ya bitecek” sözlerini ellerini ovuşturarak desteklemekte, kirli savaşın sürmesi ve Kürt halkının imha edilmesi için her türlü desteği sunmaktadır. Kürdistan’daki katliamlar Almanya’nın verdiği silahlarla gerçekleşmektedir. Son olarak 1994 Newroz yürüyüşünde Almanya’nın çeşitli kentlerinde Kürt yurtseverlerine Hitler’i geride bırakacak uygulamaların gerçekleştirilmiş olması bizim için bardağı taşıran son damla olmuştur. Cizre’de, Şırnak’ta, Diyarbakır’da uygulanan vahşette Alman devletinin çok büyük sorumluluğu vardır. Alman devleti yaptıklarıyla insanlık suçu işlemiştir ve bunun hesabını mutlaka verecektir.
Diyarbakır zindanlarında üç kibrit çöpüyle Kürt halkına çıkış yolu gösteren Mazlum Doğan’ı, bu anlamlı çıkışa bedenlerini tutuşturarak cevap veren Ferhatları, “Newroz, Newroz ateşi yakılarak kutlanır” diyen ve Diyarbakır surlarında bedenini tutuşturan Zekiye Alkanları, özgürlük mücadelesinin neferleri olarak, saygı ve minnetle anıyoruz. Onlardan devraldığımız bayrağın burçlara dikileceğinin çok yakın olduğunu görüyoruz. “Ateşi söndürmeyin” diyen Necmilerin yolundan kendi özgür irademizle giriyoruz. Emperyalizme ve sömürgeciliğe en büyük yanıt bedenleri tutuşturarak verilir”.
“Dün akşam İçişleri Bakanı Manfred Kanther’in “bundan sonra PKK’ye karşı tavrımız çok daha sert olacaktır. PKK’liler şunu anlamalılar ki, her yerde serbest hareket edemezler” sözleri kararımıza bizi bir adım daha yaklaştırdı. Biz biliyor ve inanıyoruz ki, yaktığımız özgürlük ateşi daha büyük ateşlerin yanmasına neden olacaktır. Bedenlerimiz, düşüncelerimiz Kürt halkına ve bütün insanlığa armağan olsun”.
“Selam olsun özgürlük mücadelesinde toprağa düşenlere, selam bağımsız-birleşik Kürdistan mücadelesi yürütenlere, selam Başkan APO’ya!”
“Kahrolsun sömürgecilik ve emperyalizm!”
“Kahrolsun Alman şovenizmi!”
“Yaşasın PKK-ARGK-ERNK!”
“Yaşasın Ulusal Önderimiz Başkan APO!”
Diğer bir mektup da şu:
“Yüce Kahraman Halkımıza!
“Newroz’unuzu candan kutlarken, hedefimiz olan insani bir yaşam için sizlerin daha çok direnmeniz gerektiğini, Parti Önderliğimizin de vurguladığı gibi kendimizden çok az da olsa başlatıyoruz ve sizlere devretmek istiyoruz.”
“Özellikle Avrupa’daki halkımızın da Parti Önderliğimizin belirttiği gibi, devrimi Kürdistan’a taşırmaları vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Bu temelde kadınlarımıza da böylesi büyük görevler düştüğünden dolayı, tam ayakta durmalarını, parti Önderliğimizin de yol göstericiliği ile becerebilmelidirler. Sizlere, yüce halkımıza içten inanıyoruz ve güvenimiz sonsuzdur.
“Yaşasın Başkanımız APO!”
“Yaşasın PKK, ARGK, ERNK!”
“Yaşasın Enternasyonalizm!”
Bu arkadaşlar anlamı hayli büyük olan mektuplar bırakmış oluyorlar. Büyük saygı duymamak gerçekten mümkün değil. Oldukça bilinçli ve hem de çarpıcı değerlendirmeleriyle dolu dolu yaşadıkları anlaşılıyor. Eylemlerini de öyle planlıyorlar ki, başarısızlığa yol açmayacak kadar güçlü, kendini yitirmeyen, kesin sonucu önceden planlanan bir eylem ancak bu kadar olabilir. Kendini cayır cayır yakmayı böyle planlayabilmek, bir başarısızlık olasılığını bile ortadan kaldırmak için başkalarının gelip de ateşi söndürebilecekleri bir alanı seçmemek, kendilerinin ne kadar planlı ve sonuç alıcı olduklarını gösteriyor.
Bu arkadaşların öteki raporlarında da bir şeyler gördüm. Bir Röportajlarındaki başka bir cümle de aklımda. Bu çözümlemelerden de epey etkilendikleri anlaşılıyor. Özellikle bizim istediğimiz militan tipi olmaya büyük özen gösterdikleri gibi, buna layıkıyla karşılık verilmemesinin hayretleri içerisinde kalan arkadaşlar oluyorlar. Yani bu arkadaşlarımızın yaşam özelliklerinden biri de sahte olmama, Avrupa’nın o düşürülmüş ve düşürülmeye elverişli ortamı kadar yaşamını oradaki zeminde kolayca yitirenlere rağmen kendilerini böyle diri tutmaları, çözümlemelerden güç alarak kendilerini böyle militanlaştırmaya çok açık hale getirmeleri oluyor. Bu tutum gerçekten de örnek düzeyinde. Benim bir raporda gördüğüm biraz buydu. Ben bir çok şehidin raporunda da buna benzer şeyler gördüm. Aslında bunların da bu çapta yoldaşlar olduğu anlaşılıyordu. Burada önemli olan sadelik, özlü olma ve bu yönleriyle sahteliğe fırsat vermemedir. Bu kişilikleri bu anlamıyla kesin bilmek gerekiyor.
Şimdi onlar şahadete gittiler de siz kaldınız derken, şunu vurgulamak gerekir: Yaşayacaksan onlar gibi yaşayacaksın. Anıya bağlılık biraz da böyle olur. Aslında militanlaşmanın en özlüsü olmaya yakınlar. Arayışları böyle, gün gün gerçekleşmeleri böyle. Genç kız olmaları, Avrupa koşullarında ikinci ve hatta üçüncü kuşak olmaları –ki bunun ne kadar düşürücü olduğunu biliyoruz- bunu engelleyemiyor. Avrupa’da doğup büyümüş bir kaç şehitte de bunu gördüm. Hem Fırat arkadaşımız, hem de Hüseyin Çelebi arkadaşımızda bunu gördüm. Bunlar ikinci kuşaktan, daha çok o koşullarda yetişmişler. Kişilikleri oldukça ilginç, ilginç olduğu kadar da vatanseverlikleriyle, görev anlayışlarıyla hiç Kürdistan’dan çıkmamış, hatta bölgeden de çıkmamış olanlara taş çıkartır cinsinden bir savaşçılıkları söz konusuydu. Yani biraz da tam PKK’nin istediği militan tipi olmak ancak böyle olabilir diye düşünüyorum.
Bu arkadaşlarımız da öyle; bu temelde bir gelişmeye sahip olduklarını, gelişmelerinin bu yönlü olduğunu gösteriyorlar. Bilinç düzeylerini biraz daha iyi anlamakta yarar olabilir. Tabii bu mektuplar bunu yeterince ortaya koyuyor. Çok güçlü siyasi değerlendirmeler gerçekten ancak bu kadar yapılabilir. Doğruları bundan daha fazla belirlemek mümkün değil. Tam bilinçli diyebileceğimiz siyasal yaklaşımları söz konusu. Bir de düşmana cevap olmasını da çok iyi biliyorlar. Yani siyasi değerlendirmeyle yetinmiyorlar. Alman emperyalizminin sözcüsü bir İçişleri bakanına çok yaman bir karşılık veriyorlar. Alman bakan “PKK bundan sonra çok daha sert bir tavırla karşılaşacaktır” diyor. Onlar da “biz de bu kararımızla bir karşılık vereceğiz” diyorlar. Yani düşman dayatmasına karşı bir militanın dayatmasına çok duyarlılar.
Tabii kendi sahaları Avrupa sahası, ama Avrupa’nın özgüllüğünü de ihmal etmiyorlar. Bir de bu özgülde halka sesleniş var. Şüphesiz bu da bu şahadetlerin kıymetini kat be kat arttırıyor. Aslında onlar tarih ve insanlık şehitleridir. Kesinlikle enternasyonalizm çağrısı var. Anti-sömürgecilik ve anti-emperyalizm kadar, insanlığa çağrıları ve bu temelde özgürlük şehitlerine selamları var. Bu yönleri kesin. Yani hem kavrayış derinliği, hem de cevap verme; hem yurtseverlik, hem de insanlık bağlılığı kesin.
Biz biraz da kadın yönleriyle üzerine durmayı gerekli görüyoruz. Çünkü röportajlarındaki çarpıcı bir kaç değerlendirme hâlâ aklımda. Gerici, ilkel-milliyetçi önderlik üzerine çarpıcı belirlemeleri, bu önderliği ayak bağı olarak görmeleri ve gericiliktir biçiminde karşılık vermeleri var. Bizim kadın yaklaşımımızı özgürlük tutkusu olarak değerlendirdikleri anlaşılıyor. Yine cinsellik alanına ilişkin çarpıcı bir değerlendirmeleri var. Çelişkilerin en yoğun olduğu alan olduğunu söylüyorlar, böyle çok mücadeleci bir alan olarak değerlendiriyorlar. Sanırım cinsellikte köleleştirmeye karşı da büyük bir anlayış ve özgürlük yaklaşımıyla dolu olmaları söz konusu. Yani önderlik anlayışları, kadın özgürlük anlayışı ve cinsellikte de mücadele anlayışları hayli derinlikli. Öyle kendini feda eden sıradan bir yurtsever değiller. En değme militanın ulaşamadığı bir bilinç, bir özgürlük tutkusu ve felsefesi kadar, pratik yaşamına da sahip olduklarını gösteriyorlar.
Bu anlamda bizim parti gerçeğimizde netleştirmeye çalıştığımız, hem de yoğun bir biçimde işlediğimiz doğru önderlik anlayışı bu şahadetlerde büyük anlam ifade ediyor. Gerekli olan ucuz duygular için yaşam değil, özgürlük tutkusunun yaşanmasıdır. Bu çok güçlü ifade ediliyor. Önemli olan cinsel düşkünlük ifadesi değildir; cinsellikteki mücadeleyi, oradaki düşkünlüğü, oradaki savaşımı görebilmeliyiz deniliyor. Bizim de biraz açmaya çalıştığımız buydu. Bu yoldaşlar bunu da çok iyi değerlendirip öyle bir anlamda ve bu anlama denk düşen büyük bir eylemlilikle karşılık veriyorlar ki, değerleri bir kat daha artıyor. Büyük kadın özgürlük savaşçılığı diyeceksen, bunu bu anlayışta göreceksin. Yoksa ucuz laf edip de birer dedikodu küpü olmaktan çıkmayan ne kadar militanımız olduğunu da biliyoruz. Onları bu temelde bu arkadaşlara saygılı olmaya davet ediyoruz. Yine bir sürü kadından beter erkek var, cinselliği en iğrenç biçimlerde yorumlayanlar var. Onlara da bu cümlelerdeki oldukça çarpıcı anlayışı yakalamalarını salık veriyoruz.
Eğer şehitlere bağlı olacaksak, böyle kişiliklerin birazcık çözümlemesini ve çözümlenmiş olan bu kişilikleri doğru anlamalıyız. Başka türlü onların büyüklükleri anlaşılamaz. Kendinize başka türlü yiğit kadın ya da erkek diyemezsiniz. Nitekim ben de bazı değerlendirmeler yaptım. Benim de son bir-iki yıl içinde kadın özgürlüğüne ilişkin olarak yaptığım değerlendirmeler var. Bu yoldaşlar özellikle bu değerlendirmelerden çok etkilenmişler. Veya onları kendi kişiliklerinde çözümlemişler. Bu yönüyle beni de yakından ilgilendirir. Bir yerde kadın özgürlük hareketinin öncüleri oldu. Böyle özgürlük arayışının günlük tutkusu içinde olmak, cinsellikte böyle tek doğru çözümlemeye ulaşabilmek, bu temelde gericiliği yargılamak, emperyalizmi yargılamak, militanlaşmayı yargılamak, bizim bu son yıllarda en çok peşine düştüğümüz ve sonuç almaya çalıştığımız konulardır. Bu konularda en etkin davranışı, en makul ve doğru olanı, en doğru tavrı göstermek demektir. Bunlar onun şehitleri oluyorlar, kadın özgürlük militanları oluyorlar. Bu yönüyle değerleri hayli yüksek diye düşünüyorum. Kesinlikle hakkını vermek gerekiyor.
Bunlar yaşamı anlamayan yoldaşlar değil, yaşamı en iyi anlayan yoldaşlar oluyorlar. Yaşamın baharında, böyle pırlanta gibi yaşamakla yüz yüze olan kişilikler oluyorlar. Açık, değerlendirmeleri karşımızda. Yaşları çok genç. Biliyorsunuz Avrupa’da yaşamın her türlüsüyle gün gün, saat saat karşı karşıyalar. Buna karşı Avrupa’da böyle bir eylemi gerçekleştirmek, gerçekten benim bile değerini tarif etmekte güçlük çektiğim bir büyüklüğü temsil etmekte olur. Ki PKK’nin büyüklüğünde bunları bulmak zor değil. PKK’nin böyle binlerce şehidi var. Çok iyi biliyorum, teslim olmamak için yaşamını adayanlar arasında en başta genç kızlarda böyle bir direnme olayı var. Zaten Newroz şehitlerinde de ağırlık onlardadır. Yine bunun gibi en zor koşullarda teslimiyete karşı binleri aşan direnişçi de var. Ama bu kadar çarpıcı olanına, hem de bilinçli ve planlı temsilcisi olanına da bu yoldaşların şahsında rastlıyoruz.
Kuşkusuz çıkarılması gereken sonuçlar var. Özgürlüğün PKK’deki gerçekleşmesine dikkat etmek anlamında çıkarılması gereken sonuçlar var. Veya bu şehitlerin anısına bağlı olmanın gerekleri nelerdir? Bunlar nasıl yerine getirilir? Buna ilişkin mesaj çok çarpıcı, çağrıları çok anlamlı. Bilinç yoğunluğunu en çok yaşayan yoldaşlar olmaları, dediğim gibi bunu çözümlemelerin bütün derinliğine ulaşmış olarak ortaya koymaları bizi “PKK’de çözümlemeleri sonuna kadar özümse, özgürlük tutkusunu esas al, cinsellikte bile doğruyu yakala, cinselliği bir egemenlik veya köleleştirme aracı olarak görme, saygılı ol, gerici önderliklere ve önderlik özelliklerine karşı sonuna kadar diren; emperyalizme, sömürgeciliğe ve onların her türlü ittifakına karşı en çok güçlüyüz dedikleri ve en çok saldırdıkları dönemde en güçlü eylemi koy” sonucuna götürüyor. Bütün bunlar büyük çağrılardır ve tabii hakkını vermek biz geride kalan yoldaşlara düşer. Tabii anlamına göre savaşarak, anlamına göre militanlaşmayı bilerek karşılık vermek en doğrusu ve yegane yoludur. “Anlayamadım, derinliği kavrayamadım, kendime göre uyguluyorum” demek, şehitlere saygısızlıktır, bu büyük Newroz şehitlerine kötülüktür. Tabii buna hiç birimizin hakkı olmadığı gibi, gerçekten onların ardılıysak, gerçekten bu tasa altında bu şehitlerin anısına bağlı özgürlük savaşçıları olacaksak, o zaman ona göre bir yaşam, ona göre bir savaşım şarttır.
Bu gücü kendinizde gördünüz mü, bu güçle savaştınız mı, siz bu yoldaşlara layıksınız. Onların komutansından bir şeyler anlamışsınız, gerçekten onları yaşatıyorsunuz, anılarına bağlı olarak yaşatıyorsunuz, yaşamla bütünleştirerek yaşatıyorsunuz, savaşa taşırarak başarıyorsunuz, o zaman ne mutlu bize diyebilirsiniz. Böyle şehitlere sahip olmak kadar, onların bizim önümüze koydukları görevlere sahip çıkmak ve bu görevleri başarma olanağını yakalamak da yakıcıdır.
Ben de kendi payıma hiç şüphesiz bu şehitlerin değerini anlayabilecek durumdayım. Önderlik uygulamaları var. Öğrenebildikleri ve söyleyebildikleri kadarıyla bir değerlendirme. Evet, bunlar olmadan önce de vardık ve bu yoldaşların şahadetinden sonra daha güçlü var olmaya çalışırız. Bizim öyle sıradan bir var olmayla karşılık vermediğimiz biliniyor. Özellikle kadın şehitlerin böyle çarpıcı tarzda ortaya çıkmaları, bizim de kadın kişiliğine gösterdiğimiz ilgiyle yakından bağlantılıdır. Bu şehitler sizin sandığınız gibi öyle kendiliğinden ortaya çıkmış veya size layık olmak için çıkmış şehitler değil. Çözümlemelerle bağını biraz kurdum. Bu şahadetlerin bizim kadın sorununa yaklaşımımızla ilişkileri kesin.
Daha da açabilirim. Bu özgürlük çözümlemeleri ile bu şehitlerin yaşamı arasında nasıl bir bağ vardır? Çözümlemeleri biraz okursanız, üzerinde yoğunlaşırsanız bu bağı görürsünüz. Büyük kişilik nasıl gerçekleşiyor? Şimdi biraz böyle gerçekleşmiş. Kendilerinin de belirttikleri gibi, bu ilerde daha büyük gerçekleşmeye götürecektir. “Özgürlük ateşi daha büyük ateşlerin yanmasına neden olacaktır” diyorlar. Çözümlemeler onlara yol açtı, onlar daha büyük yaşamlara yol açacaklardır. Zaten onu söylüyorlar.
Dediğim gibi, siz şehitlere bağlı olmak isteyebilirsiniz, hiç şüphesiz onlara saygılı olmaya çalışacaksınız. Ama bu derinden bir etki biçiminde olmasa ve yaşamsal bir güce dönüşmezse, ikiyüzlü bir anma olur veya çok gözü yaşlı, o eski ölümlere dökülen gözü yaşlılığa benzer bir anma olur ki, yakışmaz ve şehitlere hakaret olur. Aslında onun da anlamı vardır. Belli ki tam hakkını vermek, ancak savaş gerçekliğimizi emperyalistine, sömürgecisine ve işbirlikçisine karşı sürekli geliştirmekle mümkündür. Bu kadın özgürlüğünü, yine aynı zamanda erkeğin de kendine özgürce yaklaşmasını gerekli kılar. Tek boyutlu değildir, tek yanlı değildir, bu konu derinlik kazanmak anlamına gelir. Bence bu çok kesindir. Yani illa büyüklüğüne anlam vereceksek, artık bununla oynamamanız gerekiyor. Hele kızların, hele kadın-erkek yaklaşımlarının bununla oynamaması gerekiyor. Oynarsak ne olur derseniz, lanetlenirsiniz. Hem bu değerlere bağlı olduğunuzu söyleyeceksiniz, hem de onların meşalesi altında kirli işler yapacaksınız; özgürlükle çelişen, militanlıkla çelişen, savaşla çelişen ilişkiler içinde olacaksınız! Bu hakarettir ve kabul edilemez. Bizim bu sonucu çıkarmamız gerekiyor.
Onlar da duyguların en yücesini biliyorlardı, onlar da Önderliğin özgürlük tutkusunu çok iyi biliyorlardı. Karşılık biraz böyledir, sizin verdiğiniz gibi değildir. Onlar yaşamı anlıyorlar. Burası da çok önemli. Cinselliği bile bu kadar yorumladıktan sonra anlamaz olurlar mı? Sizin için de bu ne demektir? Bu, temel dürtüleri bile savaş gerçekliğiyle bağlantılı olarak değerlendirmek demektir. Bu aynı zamanda önünüze büyük görevlerin konulması demektir ve kesinlikle böyledir. Çünkü biz bunları olmamış gözüyle değerlendiremeyiz. Büyük şehitlerdir onlar, planlı ve kesin sonuç alıcı bir eylemi gerçekleştirmişlerdir. Anlamı da böyledir. Çağrısı çok nettir bu şahadetlerin. Çünkü partimizin şehitleri oluyorlar. Hep “yaşasın PKK-ARGK-ERNK!” diyorlar. Eğer bu adlar şehitlerle yaşıyorsa, bu değerlere sahip çıkmak zorunludur. Onlar kendilerini herhalde şuraya buraya, aile gericiliğine, bilmem şu gericiliğe, şu emperyaliste, şu düşkün yaşama kesinlikle teslim etmediler. Amansız savaşarak kendilerini ortaya çıkardılar.
Şimdi elden gelseydi de, bu yaşamları biraz daha açıp halklaştırsaydık, tarihselleştirseydik. Aslında o bize düşüyor. Özellikle savaşımın içinde bulunan kişiler olarak bize düşüyor. Onlar küçük bir eylem yapmadılar. Eylemleri gerçekten çok zordu ve çok görkemli bir eylemdi. Sizin o dağdaki gerillanızdan veya bu savaşçılığınızdan bin kat daha fazla gerillayı besliyorlar. Çünkü onların şahadetinin ardından daha bir-ki hafta geçmeden, on binlerce Kürt kadını en özgür bir yürüyüşü gerçekleştirdi. Yine Avrupa’daki yüz binlerce insanımızı derinliğine ülkeye bağladı. Maddi ve manevi katkılarını artırdı. Hangi gerilla buna yol açtı diyelim? Kaldı ki, her yıl bu daha da artarak devam edecek. Demek ki bu öyle sıradan bir eylem değil. Bir çok gerillamızın bile eylemleriyle ne kadar kayba yol açtıklarını göz önüne getirirsek, bir çok örgütçümüz ve cephe çalışanımızın bile yüzlerce kişiyi yakalatıp etkisizleştirdiğine ve buna yol açtığına çok tanık olduğumuzu görürsek, en belirleyici eylemin, en sonuç alıcı ve kendisini sürekli böyle üretecek eylemin bu olduğunu göreceğiz. Onlar bunu gerçekleştirdiler.
Bundan çıkarılması gereken sonuç; herkes böyle eylem yapsın olamaz. Hayır, birileri yüz yılda, bin yılda bir yapar bu eylemi. Onlar da böyle tarihe geçerler ve bu şeref onlara mal olmuştur. Birisi Diyarbakır surlarında, birisi İzmir’in Kadife Kalesinde, bir eylem de Almanya kalesinde oldu. Evet, bunlar kendi tarihimizin, yazgımızın hep olumsuz bitirilmeye çalışıldığı kalelerdir. Diyarbakır ulusal imhamızın can çekiştirilerek sonuçlandırılmak istendiği yerdir. Batı metropolü, Türkiye metropolü, İstanbul, İzmir hakeza öyledir. En az Kürdistan’ınki kadar kitlenin mezara gömülmek istendiği bir yerdir. Avrupa’sı da, Almanya’sı da Kürdün beterin beteri bir biçimde mezara gömülerek sonunun getirilmek ve “bittiler” biçiminde ilan edilmek istendiği bir yerdir. Bu büyük zulüm, imha ve bitiriliş kalelerinde böyle bir kaç büyük eyleme ihtiyaç olabilir. Böyle yerlere bunlar talip oluyor ve bu eylemleri gerçekleştiriyorlar. Başkalarının yapması artık karikatür olur, gerekmez de.
Dediğim gibi bu eylemi yüz yılda bir, bin yılda bir birileri yapar ve onlar da bunlar olmuştur. Fazlasına gerek yoktur. Başka yerlerde başka tür eylemler olur. İşte gerilla eylemliliği diyoruz. Örgütçü ol, onlarca serihildan gerçekleştir; bunun militanı ol, bunun şehidi ol. Yüzlerce gerilla alanı var, gerilla ordusunu kur, eylemini gerçekleştir, onun şehidi ol. Çıkaracağın sonuç budur. Büyük bir gerilla şehidi olmak için gerilla ordusunu geliştirmek ve gerilla savaşını biraz daha tırmandırmak zorunludur. Biz Mahsum Korkmaz yoldaşın şahadetinde de buna benzer şeyler söyledik. Gerilla da ısrar kişiliği dedik ve anısına yapılacak tek doğru karşılığın Kürdistan dağlarında gerillayı bölükler düzeyinde dolaştırmakla mümkün olacağını belirttik. Anıya bundan başka türlü bağlılık olamaz.
Nitekim bunu biraz kanıtlamaya çalıştık. Yine eğer ille de böyle şehitlere ihtiyaç duyulacaksa, onlar daha üst bir savaşımın yolunda yürürlerse, ona layık olabilirler. Savaşı bir zirvenin eşiğine getirirlerse veya ona yol açabilirlerse, şahadetleri bir anlam ifade edebilir. Hareketimiz böyle şehitlere açıktır. Ama bu öyle kolay gerçekleşmiyor. Böylesi şehitlerin anlamı yücedir. Onu ne çok daraltarak, ne çok abartarak, ne onların gölgesine sığınarak, ne de onları yadsıyarak karşılamak doğru bir karşılama tarzı olabilir. Bu çerçevede şehitleri anmak, onları yaşama geçirmek ve komutaları altında savaşıma katılmak en doğru anma biçimidir.
Ben kendi eylemimi de büyük oranda şehit gerçekliğine bağlı kalmanın eylemliliği olarak değerlendirdim.
Onlar bizi güçlendiriyorlar. Fakat bizim gerçekleştirdiğimiz eylemlilik de kesinlikle onların yolunda yürüdüğümüzü gösteriyor. Bu çok zor bir yürüyüştür, amansız bir mücadeledir. Mücadelemizin özü bunu gerçekleştiriyor, bizde saygıyla karşılıyoruz. Şimdiye kadar yapanı da, yapılanı da daha amansız ve tam zaferi biraz daha yakalamış bir tarzda götüreceğiz ve tarihte, yaşam gerçeğimizde mutlaka yerini bulacaktır. Bu temelde onları yalnızca bir günde değil veya böyle sıkça anma günlerinde de değil, her an yaşamımızda ve mücadelemizde anlamlı kılarak anıyoruz ve yaşatıyoruz.
11 Nisan 1994
Reber PO
- Ayrıntılar
Şehitlik Gerçeğimiz Yaşam Gerçeğimizdir
Şimdi bu bahar kampanyamız yine Newroz’la birlikte özellikle Avrupa’daki kitlemizin anlamlı ve etkin çıkışıyla gelişiyor. Kürdistan’dan çok uzak yerlerde insanlarımız bedenlerini tutuşturarak bu tarihi hamleyi başlatıyorlar. Zaten üzerinde yoğunca durduğumuz hususlardan biri bu Newroz şehitler geleneğidir. Ve genelde şehitler gerçeğinin değerlendirilmesidir. Şehitlik gerçeği yaşam gerçeğimizdir. Mutlaka şehitlik gerçeğini yaşam gerçekliğine dönüştürmeliyiz. Şehitteki emri görüp yürüyebilmeliyiz. Şehit komutasını anlayabilmeli ve gerekeni yerine getirmeliyiz. Özellikle şehidin yaşam anlayışını kesin temsil edebilmeliyiz. Anıya gerektiği biçimde karşılık vermeme gibi büyük bir yüz karalığını ve aşağılık bir durumu kesinlikle kabul etmemeliyiz. Şehidin gücünü, şehidin tutkusunu, şehidin direnişini, şehidin acısını kendi şahsımızda mutlaka yaşatmalıyız. Mutlaka şehitle yaşam arasındaki köprü olabilmeliyiz. Şehidin yaşamıyla yaşayanların ölümü arasındaki farkı görmeliyiz. Namussuzca yaşam sahiplerinin çok olduğu veya basit yaşam kırıntılarına yapışıp kalanların neredeyse egemen olduğu bir halk gerçekliği içerisinde, bu büyük yaşam meşalelerini söndürtmemeliyiz.
Ben kendi payıma bu meşaleyi söndürtmemek için yetkin olmaya çalıştım. Onların yaşamla kurdukları bağı doğru değerlendirmeye özen gösterdim. Yaşayanların yaşamını şahadete yakın kılarak, böylece şehitleri yaşama, yaşamı yaşayanları da şehitlere yaklaştırarak köprü olma rolünü iyi oynamaya çalıştım. Çünkü başka türlü karşılık vermek mümkün değil. Şehidin yaşamındaki büyük anlamını bilmekle birlikte, onu bir yaşam gücü haline çevirmenin büyük ustalık istediğini, büyük sabır ve dayanma gücü istediğini bilerek, bunun sorumluluğunu duyarak bir köprü rolüne adam akıllı sarıldım. Gafilce yaşayanların gafletini durdurmaya, yaşama sahtekârlığına fazla geçit vermemeye çalıştım. Diğer yandan şehidi adeta teorileştirdik, savaş teorisine dönüştürdük. Böylece etkili ve egemen olmasına güç getirdik. Sahte yaşamın önünü kestiğimiz kadar, şahadetin teorisi ile yaşamı bir kez daha canlandırmaya, öyle kaynaştırmaya ve çare olmaya çalıştık. Gelişmeler oldu, şehit yaşama geçirildi, yaşam biraz şehide göre oldu.
Hâlâ ne kadar saygılı kaldığınız tartışmalıdır. Saygıyı sürekli kılmaya çalışıyoruz. Belki istenildiği kadar olmadı, ama büyük saygısızlık yapılmasına da fırsat verilmedi. Şu anda şahadet yolunda yürümeye hazır olmanız bunun kanıtıdır. Biz bu halkı da bu temelde tuttuk. “Gafilce ve haince yaşayamazsınız” demekle şehide biraz bağlı kalındığını gösterdik.
PKK tarihinde şehitlik üzerine bir çok değerlendirme yapıldı. Ben özellikle başlangıç şehitleri için en doğru değerlendirmeleri sunmaya çalıştım. Haki Karer yoldaşın anısına yapılan değerlendirmeden en son Newroz kahramanlık şehitlerinin anısına yapılan değerlendirmeye kadar, hepsinin yerinde bir değerlendirmesini yaptık. Bunu her şehit için yapmaktan da üşenmedim, ama fazla gerekli olduğuna da inanmadım. İnandığımda yaptım. Zaten kendini şehitlik çerçevesine oturtacak bir kişilik, bu kadar şehidi anlamıyla bilecek bir kişilik büyük olur. Bazılarınızın şehit yakını olduğunu söyleme durumunuz var, şehitlerin kendi şehidiniz olduğunu söyleme durumunuz var. Eğer bunda sahte değilseniz, eğer samimiyseniz, biraz da bizim bu gerçekleştirme tarzımıza benzer bir tarzı tutturmanız gerekir. Şehidi kendinde yaşatmak, şehidi doğru yaşatmak, şehitle çelişen yaşamın önünde durmak, “ya yaşayamazsın, ya da doğru yaşarsın” hükmüne bağlı kalmak büyük önem taşır. Öyle olursanız şehidin sahibi veya onun sürdürücüsüsünüz. Bu böyledir. Başka hiçbir biçimde kendimizi onurlandırmayalım.
Ben çocukken bile böylesi ölümleri kötü bulurdum, böyle anlamlı bulamazdım. Sonra da şunu gördüm: Ölümler aslında yaşayanların zavallılığını gösterme aracı oluyor. İnsanlar ölüler için döktükleri göz yaşını aslında kendileri için döküyorlar. Ölende kendilerini görüyorlar, kendi ölmüşlüklerini, hayattayken ölmüşlüklerini görüyorlar. Yoksa böylesine bir ölüm ağlayışı pek anlaşılır değil. Kendini bu kadar zayıf bırakma, kendini bu kadar ölüye benzetme söz konusudur ki, bir ölü de kıyamet koparıyorlar. Çok doğal bir yaşam sürecini böyle göz yaşına boğmak bana pek anlamlı gelmemişti. Nitekim şimdi şahadetlerde fazla ağlama yoktur. Şehitleri cesaret, güç ve yaşam gücü haline getirme vardır. Bu da kötü ölüme bir cevap oluyor, bizim cevabımız oluyor. Ölüm korkusunun böyle cesarete dönüştürülmesi küçümsenemez. Bu başlı başına büyük bir kazanımdır. Kürdistan halkındaki büyük ölüm korkusunu, bu büyük acılı ve gözü yaşı durumu şimdi böyle daha fazla cesaretle savaşmaya dönüştürmek çok büyük bir gelişmedir.
Bunu da biz yaptık, bunu özenle hazırladık ve şimdi herkes biraz da böyle ölümsüz kılınmıştır. Ölüme karşı anlayışı doğru geliştirmemiz, yine ölümle yaşam arasındaki bağı doğruya yakın değerlendirmemiz korkuyu yendi; daha fazla cesaret, daha fazla hayattayken ölmemek, fiziki olarak ölündüğünde de bunu ölüm sanmamak biçimindeki durumu biz ortaya çıkardık. Tabii bu da küçümsenemez bir gelişmedir. Bu, Kürdistan için büyük bir ihtiyacın giderilmesidir. Ölüm korkusunun giderilmesi sağlanmış, yaşamda ölümsüzlük duygusunu yaratma ihtiyacı giderilmiştir.
İşte bu büyük şehitler biraz bunun öncüleri oldular. Bu gerçeğin anlaşılması ve etkili kılınmasında en önemli rolü yerine getirdiler. Ben buna ölüm korkusunu yıkma, yaşamı ölümcül etkilerden arındırma, fiziki ölümlerden de korkmama veya şahadetlerden korkmama, kutsal değerler uğruna ölümde yaşamın mevcudiyetini gösterme ve böylece daha katlanılabilir bir ölümle bir yaşamın bağını kurabilme diyorum. Bu önemli bir gelişmedir.
Mazlum Direnişçiliği Partinin Büyük Ruhudur
Yaşamda yeni günün dirilişini temsil eden Newroz şehitleri üzerinde de biraz durduk. Bizim bazı değerli yoldaşlarımız böylesine yaşamsal bir ölümle bugüne karşılık verdiler. Mazlum yoldaşın şahadetini de az-çok anlamlandırdık. Mazlum yoldaşın Newroz şahadetinde gerçekleşen şeyin büyük bir teslimiyete, o vahşet döneminde özellikle umudun o son kırıntılarının da alınıp götürülmesinde, namuslu ve onurlu yaşam olanağı tümüyle elden çıkartmaya, bunun için gerçekleşen son derece vahşi saldırıya karşı kendi kişiliğinde bitebilecek en son direnme hamlesiyle karşılık vermek olduğunu, böyle bir anlamının bulunduğunu ortaya çıkardık. Müthiş bir karanlık içinde bir kibrit çöpünü aydınlık gerekçesi yapmak, yaşamın korkunç bir biçimde teslim alınmak istenmesine karşılık kendini böyle feda ederek yaşam için böyle iddia olmak, iddia olarak varlığını sürdürmek çok önemliydi ve bu gerçekleştirilmiş oldu. Çünkü o haliyle yaşamı daha fazla götürmek mümkün değildi. Öyle bir baskı, öyle bir vahşet var ki, özgür bir yaşamın, namuslu ve onurlu bir yaşamın sözü olabilmek ancak böyle bir eylemle mümkündü.
Dediğim gibi, Mazlum yoldaşın şahadetinin bu gerçeği ifade etmesi çok önemlidir ve bunu anladığı ortaya çıkıyor. O, ideolojimizi iyi bilen bir arkadaşımızdı. Partimizi ruhundan tanıyan ve öyle kalmaya büyük özen gösteren gerçekten görkemli bir kişilik. Bu anlamda bu kişilik tam bir PKK oluyor; PKK’nin yaşam sözü, onun zirvesi oluyor. Çünkü o dönemde kesinlikle bir teslimiyet dayatması var ve teslimiyet öyle bir kişiye dayatılmıyor. Hatta teslimiyet sadece PKK’ye de dayatılmıyor. Şüphesiz biz dışarıda direniyoruz. Bizim de yapacaklarımız var. Ama oraya dayatılan teslimiyet daha fazla belirleyici oluyor. O teslimiyetin ardından getirilecekler belki daha belirleyicidir. Bir Diyarbakır zindanına dayatılmış teslimiyetin tam başarısı, o Şahin-Yıldırım ihanetinin tam zafere ulaşması, binlerce teslimiyetin peşi sıra gelmesi olacaktır. Onun bir halkın başına bela yapılması da herhalde en azından Kemalizm’in –ki bunlar “Genç Kemalistler” adıyla bunu yapıyorlardı- 1925’lerdeki zaferi kadar bir zafer olacaktı.
Yine bu biraz Dersim gerçekliğinde ortaya çıkıyor, Kemalizm’in 1938’de Dersim de sağladığı zaferin bu aşağılık unsurların şahsında, hem de tam “Genç Kemalistler” olarak Dersim kişiliğinde adeta tam zafer kazanarak sonuca gitmesi oluyor. Mazlum da bir Dersim gerçekliğidir ve herhalde bunu çok iyi bildiği için böyle bir direnme tutumunu sergiliyor.
Dersim direnişçiliği Kürdistan’daki son direnişçiliktir.
Ne kadar geri ve yetersiz olursa olsun böyledir. Oraya dayatılan ihanet ve asimilasyon da en güçlü ihanet ve asimilasyondur. “Genç Kemalistler”in ifade ettiği gerçeklikte dile getirilen şudur: “Dersim budur, bunun karşısında başka herhangi bir gerçekliğin söz konusu olamaz. Bu aynı zamanda Kürdistan için söylenebilecek en son sözdür. Bu söz de bizim sözümüzdür. Direnemezsiniz, teslimiyetten başka yapacağınız hiçbir şey yok”. Zaten bunu günlük olarak çok çarpıcı ve korkunç bir yoğunlukla işlemişlerdir. Tek tek kişilerle uğraşarak yürütüyorlar. Yani sonuç almak için neredeyse günler sayılıdır.
Mazlum direnişçiliği işte bu noktada kendisini biraz daha devreye sokuyor. Çünkü orada her şey baş aşağı gidiyor, teslimiyet çok hızlı gelişiyor. Yapılması gereken şey bir eylem türüdür. O da bu eylem türüyle yine çok anlamlı bir günde, bir yaşam gününde, bir yeni günde, bir diriliş gününde bunu gerçekleştiriyor. Gerçekten de Mazlum yoldaşın direnişinin daha sonraki süreci tamamen etkilediği, teslimiyete karşı direnişçiliği egemen kıldığı biliniyor. Bu direnişin bizim direnişimizi de güçlendirdiğini, dağ direnişine de taşırıldığını çok iyi biliyoruz. Bunun da bir ulusal direniş ve diriliş olduğu şimdi çok daha iyi anlaşılıyor.
Mühim olan her şeyi bir şehide yüklemiyoruz veya her şeyi o doğurdu diye kendimizi aldatma yaklaşımı içinde değiliz. Ama daha derinlikli bir anlayış gerekliyse, o anlayışın da aşağı-yukarı böyle etkili olacağını kesinlikle söyleyebiliriz. Kesinlikle şehidin anlamı budur diyebiliriz. Anlamı daha da derinleştirilebilir, ama özcesi budur. Nitekim ondan sonra peş peşe gelen eylemlilikler vardır. Gerçekten de Newrozlar bu tarihten itibaren çok yaşamsal kılındı. Newroz günlerinin direniş günleri haline gelmesinde Mazlum direnişçiliğinin etkisi asla küçümsenemez.
Zekiye Alkan: Her Türlü Köleliğe En Anlamlı Tepkidir
Şimdi en son bu Newroz şehitlerimiz var. Biz Zekiye Alkan’ın şahadeti üzerine de bir değerlendirme yaptık. Bu da Diyarbakır’da oluyor. Bu şahadetin de Mazlum’un şahadetiyle bağlantısı açıktır. Mazlum nasıl zindanda partiye dayatılan teslimiyete karşı büyük bir eylemse ve şahadetiyle bunun bir zaferi oluyorsa, Zekiye Alkan’ın direnişi de Diyarbakır genelinde dayatılan, bu temelde de bütün Kürdistan’a ve Kürt halkına dayatılmış olan sinmişliği, korkuyu ve çaresizliği gidermek oluyor. en azından onunla bağlantısını kurarak, kendini böyle direniş durumuna taşırmak istiyor. Bu yoldaşımız hiç şüphesiz ortama dayatılan bütün çelişkileri en yoğun biçimde de yaşayabilirdi. Bu arkadaş için çelişkide olduğu söyleniyor. Bir kadın çelişkisini, özgürlükle düşkünlük arasında bir durumu yoğunca çözmeye çalıştığını söyler ki, anlamlıdır. Biraz da bu kişilikler böyle direnişler ortaya koyabilir. Çelişkisi olmayan kişiliklerin anlamlı direnişlere öncülük edebileceklerini sanmıyoruz.
Zekiye yoldaşın bir özgür kadın olmaya çalıştığı, fakat bunu başaramadığı, sıkıldığı, buna öfke duyduğu ve adeta böyle sürüp gittiği, tam da bu süreçteyken böylesine bir eyleme kalkıştığı söylenir. Bizim için bu daha anlamlıdır. Zaten rahat ve kendinden emin olan bir kişi büyük eylemliliğe girişemez. Kendi halinden memnun, kendine tutkun birisi kesinlikle böyle bir eyleme kalkışamaz. Kadın özgürlük arayışı önemlidir. Bu başlamadan da zaten öyle bir eyleme kalkışmak, ona cesaret etmek bile mümkün değildir.
Fakat tam çözüme gidememe de anlayışla karşılanmalıdır. Çünkü özgürlük savaşımını, onun eylemini daha örgütlü yapar, daha planlı geliştirir. Ama yine de büyük bir eylem, büyük bir özgürlük tutkusu olmak istiyor. Bunu da öyle bir Newroz’da Diyarbakır surlarında kendisini meşale gibi yakarak ilan ediyor. Yine anlamlı olduğu söylenebilir. Kadın olması daha anlaşılırdır. Çünkü insan ancak böyle yoğun bir çelişkiyi yaşamakla bu cesarete ulaşabilir.
Mazlum yoldaşın gerçeğinde de bu var. O parti ruhu oluyor, partinin büyük direniş ruhu oluyor. Orada artık bir insan vardır, kadın veya erkek olması da hiç önemli değildir. Orada en büyük insanın direnişi, onun büyük eylemi söz konusudur. Burada da bir kadın olması daha anlamlıdır. Neden? Çünkü Diyarbakır’ın kendisi en dökülmüş bir fahişe kadından daha beter bir durumu yaşıyor. Yani oradaki erkeklik bir kadından daha beterdir, daha aşağılık durumdadır. Bir fahişeden bile daha beterdir aslında. Mutlaka Diyarbakır’ın bir etkisinden söz edeceksek veya Kürdistan merkezli bir yerdir diyeceksek, fahişe kadın değerlendirmesi yapıldığında düşmüşlüğün sınırı çizilmek istenir, Diyarbakır o koşullarda biraz da buna benzer bir yerdir. Bu kadar sömürgeciliğin merkezi olacaksın, bu kadar sessiz kalacaksın ve her gün bu kadar çiğneneceksin, tecavüz edileceksin: Bu fahişe kadından daha başka bir anlama gelmez. Bu yönüyle ele alınması söz konusu olabilir. Ona mutlaka bir tepki gerekir. Fahişe kadının veya düşmüş kadının tepkisi anlaşılıyordur. Diyarbakır’ın kendisi öyle olduğuna göre, ona karşı öyle bir tepki gösterilmelidir. Bu şahadette bunun mutlaka bir etkilemesi vardır.
Diğer yandan bir kadın olarak da çelişkilerini anlıyoruz. Bir kadın olarak çelişkiyi duymak, özgürlük arayışı içinde olmak, gerçekten büyük bir zorlu sürece girmek demektir. Bir yandan bir kadın köleliğinin iğrenç durumunu bilince çıkaracaksın, diğer yandan özgür yaşam tutkuların gelişecek; bu korkunç bir zorlamayı beraberinde getirir. Gerçekten biz bunu da epeyce açmaya çalıştık.
Benim anlayışıma göre köle bir kadının, bizim toplumsal koşullarımızda, Diyarbakır koşullarında köle bir kadının bilince dönüşümünü, özgürlük yaşamına doğru yol almasını görmek, böyle çelişkili duruma kendinde bir yer bulmuş olmak kesin olarak PKK’nin etkilemesiyle olabilir. Zaten o dönemde PKK’nin etkisi Diyarbakır’ı sarmıştır. Zindanın sarması var, gerillanın sarması var, gençliği sarmıştır. Kadın özgürlük çabaları da biraz anlaşılır oluyor sanıyorum. İşte böyle bir kişiliğin bütün bu faktörlerden etkilenmesi söz konusu oluyor. Belli bir bocalaması var, başka türlü mücadele etme istediği de var, edebilir de. Ama o bu biçimini tercih ediyor. Kendine göre planlı, kendine göre anlamlı bir eylem.
Bu direniş Diyarbakır’daki zindana dayatılanlara, Diyarbakır’daki halka dayatılana, bir kadının yaşadığı büyük olumsuzluğa, bunların hepsine toptan bir tepki oluyor. Bu tepki de böyle yaşamsal kılmaya veya “yaşama ancak böyle anlam verebilirim” dedirmesine götürür. Eylem gerçekleşiyor. Buna vereceğimiz anlam da budur. Bu eylemin de bu çerçeve de geliştiğine kanıyız ve anlamı büyüktür. Nitekim bundan sonra Diyarbakır’daki gelişmenin farklı olduğu; halkındaki gelişmenin, kadındaki gelişmenin biraz daha özgürce olmaya doğru yüz tuttuğu biliniyor.
Rahşan Demirel: Metropol Kitlemizin Ülkeye Taşırılmasında Bir Köprüdür.
Bir direniş, İzmir kalesinde kendini yakma olayı var. Rahşan Demirel adında çok genç bir Kürt kızının direnmesi var. Oraya taşırılmış bir Kürdistan’ın Mardin gerçekliği var. Yurtseverlik zaten etkili. Bu genç kızda bir yandan savaş ve özgürlük tutkusu mevcut, ama öte yandan oldukça zayıf. Örgütsel savaşım gerçeği etkiler. Newroz’lu günler de yine hızlı ve yoğun yaşanır. Belli ki burada kendisini özgürlük savaşımına müthiş vermek ve bir şeyler yapmak istiyor. Fakat bunun teorik gücünü fazla bulamadığı ve pratik geliştirme olanağını yakalayamadığı için, yani bir yerde tutkusu teorisi ve örgütlülük düzeyini aştığı için, buna karşılık bir şeyler yapmaya ahdettiği için, farklı bir eyleme yöneliyor. Orada kitlemizin içinde yaşadığı utanç verici koşullar, kendi ailesindeki zor koşullar, kendisinin özgürlük ve özgür yaşam anlayışıyla bağdaşmayan alçaltıcı ve yaşam koşulları Newroz’un o dirilticiliği ve çekiciliğiyle birleşince, böyle bir meşale eylemi ortaya çıkıyor.
Mümkündür, böyle bir ruhta böyle bir cesaret ve ardından böyle bir eylem ortaya çıkabilir ve çıkıyor da. Bu eylemi anlamlı bulduğumuzu söyledik. Bu şahadetin metropol kitlemizi aydınlattığı, düşkün yaşam koşullarındaki yüzlerce kişiyi savaşıma çektiği, onlara dayatılan mezarı deldiği, metropol halkımızın kendine getirilmesinde ve ülkeye taşırılmasında bir kaldıraç ve köprü rolünü oynadığı daha çarpıcı görülmüştür. Mesaj bu anlamda meşale değerinde kendini kanıtlamıştır. Bir komuta gücü olmayı kanıtlamıştır diyorum. Çünkü yüzlerce kişiyi yürüttü mü, o bir komutalık rolü oluyor. Özellikle kadına ilişkin olarak çok sayıda katılıma yol açması, neredeyse erkek sayısından daha fazla bir kadın katılımına yol açması, onun kadın özgürlüğüne de büyük bir katkı, bunun komuta ve ordu gücü olduğunu gösteriyor.
Berivan ve Ronahi Yoldaşlar Devrimci Militanlığın Özüdürler.
Son olarak Avrupa’daki Newroz şehitlerimiz var. Bunların üzerinde biraz daha durulmaya değer. Berivan (Nilgün Yıldırım) ve Ronahi (Bedriye Taş) yoldaşlar, bu Kürdistan kızları anlamlı mektuplar bırakmışlar. Ben bazı röportajlarına da tanık oldum. Yine herhalde epeyce mektupları, bazı değerlendirmeleri ve raporları da vardır. Bazılarını biz de gördük.
Bu kişilikleri daha iyi tanımak açısından, kendilerinin imzalayıp bıraktıkları mektuplara bakmakta yarar olabilir sanırım. Bir mektupları şöyle:
“Alman devleti son aylarda düşmanlığını açık ilan etmiştir. Derneklerimiz kapatılmış, ulusal renklerimiz, ulusal bayraklarımız gasp edilmiş, onlarca yurtseverimiz tutuklanmış, gözaltına alınmıştır. Almanya Türk ırkçılarının peşinden gitmektedir. Demirel-Çiller-Güreş kliğinin “ya bitecek, ya bitecek” sözlerini ellerini ovuşturarak desteklemekte, kirli savaşın sürmesi ve Kürt halkının imha edilmesi için her türlü desteği sunmaktadır. Kürdistan’daki katliamlar Almanya’nın verdiği silahlarla gerçekleşmektedir. Son olarak 1994 Newroz yürüyüşünde Almanya’nın çeşitli kentlerinde Kürt yurtseverlerine Hitler’i geride bırakacak uygulamaların gerçekleştirilmiş olması bizim için bardağı taşıran son damla olmuştur. Cizre’de, Şırnak’ta, Diyarbakır’da uygulanan vahşette Alman devletinin çok büyük sorumluluğu vardır. Alman devleti yaptıklarıyla insanlık suçu işlemiştir ve bunun hesabını mutlaka verecektir.
Diyarbakır zindanlarında üç kibrit çöpüyle Kürt halkına çıkış yolu gösteren Mazlum Doğan’ı, bu anlamlı çıkışa bedenlerini tutuşturarak cevap veren Ferhatları, “Newroz, Newroz ateşi yakılarak kutlanır” diyen ve Diyarbakır surlarında bedenini tutuşturan Zekiye Alkanları, özgürlük mücadelesinin neferleri olarak, saygı ve minnetle anıyoruz. Onlardan devraldığımız bayrağın burçlara dikileceğinin çok yakın olduğunu görüyoruz. “Ateşi söndürmeyin” diyen Necmilerin yolundan kendi özgür irademizle giriyoruz. Emperyalizme ve sömürgeciliğe en büyük yanıt bedenleri tutuşturarak verilir”.
“Dün akşam İçişleri Bakanı Manfred Kanther’in “bundan sonra PKK’ye karşı tavrımız çok daha sert olacaktır. PKK’liler şunu anlamalılar ki, her yerde serbest hareket edemezler” sözleri kararımıza bizi bir adım daha yaklaştırdı. Biz biliyor ve inanıyoruz ki, yaktığımız özgürlük ateşi daha büyük ateşlerin yanmasına neden olacaktır. Bedenlerimiz, düşüncelerimiz Kürt halkına ve bütün insanlığa armağan olsun”.
“Selam olsun özgürlük mücadelesinde toprağa düşenlere, selam bağımsız-birleşik Kürdistan mücadelesi yürütenlere, selam Başkan APO’ya!”
“Kahrolsun sömürgecilik ve emperyalizm!”
“Kahrolsun Alman şovenizmi!”
“Yaşasın PKK-ARGK-ERNK!”
“Yaşasın Ulusal Önderimiz Başkan APO!”
Diğer bir mektup da şu:
“Yüce Kahraman Halkımıza!
“Newroz’unuzu candan kutlarken, hedefimiz olan insani bir yaşam için sizlerin daha çok direnmeniz gerektiğini, Parti Önderliğimizin de vurguladığı gibi kendimizden çok az da olsa başlatıyoruz ve sizlere devretmek istiyoruz.”
“Özellikle Avrupa’daki halkımızın da Parti Önderliğimizin belirttiği gibi, devrimi Kürdistan’a taşırmaları vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Bu temelde kadınlarımıza da böylesi büyük görevler düştüğünden dolayı, tam ayakta durmalarını, parti Önderliğimizin de yol göstericiliği ile becerebilmelidirler. Sizlere, yüce halkımıza içten inanıyoruz ve güvenimiz sonsuzdur.
“Yaşasın Başkanımız APO!”
“Yaşasın PKK, ARGK, ERNK!”
“Yaşasın Enternasyonalizm!”
Bu arkadaşlar anlamı hayli büyük olan mektuplar bırakmış oluyorlar. Büyük saygı duymamak gerçekten mümkün değil. Oldukça bilinçli ve hem de çarpıcı değerlendirmeleriyle dolu dolu yaşadıkları anlaşılıyor. Eylemlerini de öyle planlıyorlar ki, başarısızlığa yol açmayacak kadar güçlü, kendini yitirmeyen, kesin sonucu önceden planlanan bir eylem ancak bu kadar olabilir. Kendini cayır cayır yakmayı böyle planlayabilmek, bir başarısızlık olasılığını bile ortadan kaldırmak için başkalarının gelip de ateşi söndürebilecekleri bir alanı seçmemek, kendilerinin ne kadar planlı ve sonuç alıcı olduklarını gösteriyor.
Bu arkadaşların öteki raporlarında da bir şeyler gördüm. Bir Röportajlarındaki başka bir cümle de aklımda. Bu çözümlemelerden de epey etkilendikleri anlaşılıyor. Özellikle bizim istediğimiz militan tipi olmaya büyük özen gösterdikleri gibi, buna layıkıyla karşılık verilmemesinin hayretleri içerisinde kalan arkadaşlar oluyorlar. Yani bu arkadaşlarımızın yaşam özelliklerinden biri de sahte olmama, Avrupa’nın o düşürülmüş ve düşürülmeye elverişli ortamı kadar yaşamını oradaki zeminde kolayca yitirenlere rağmen kendilerini böyle diri tutmaları, çözümlemelerden güç alarak kendilerini böyle militanlaştırmaya çok açık hale getirmeleri oluyor. Bu tutum gerçekten de örnek düzeyinde. Benim bir raporda gördüğüm biraz buydu. Ben bir çok şehidin raporunda da buna benzer şeyler gördüm. Aslında bunların da bu çapta yoldaşlar olduğu anlaşılıyordu. Burada önemli olan sadelik, özlü olma ve bu yönleriyle sahteliğe fırsat vermemedir. Bu kişilikleri bu anlamıyla kesin bilmek gerekiyor.
Şimdi onlar şahadete gittiler de siz kaldınız derken, şunu vurgulamak gerekir: Yaşayacaksan onlar gibi yaşayacaksın. Anıya bağlılık biraz da böyle olur. Aslında militanlaşmanın en özlüsü olmaya yakınlar. Arayışları böyle, gün gün gerçekleşmeleri böyle. Genç kız olmaları, Avrupa koşullarında ikinci ve hatta üçüncü kuşak olmaları –ki bunun ne kadar düşürücü olduğunu biliyoruz- bunu engelleyemiyor. Avrupa’da doğup büyümüş bir kaç şehitte de bunu gördüm. Hem Fırat arkadaşımız, hem de Hüseyin Çelebi arkadaşımızda bunu gördüm. Bunlar ikinci kuşaktan, daha çok o koşullarda yetişmişler. Kişilikleri oldukça ilginç, ilginç olduğu kadar da vatanseverlikleriyle, görev anlayışlarıyla hiç Kürdistan’dan çıkmamış, hatta bölgeden de çıkmamış olanlara taş çıkartır cinsinden bir savaşçılıkları söz konusuydu. Yani biraz da tam PKK’nin istediği militan tipi olmak ancak böyle olabilir diye düşünüyorum.
Bu arkadaşlarımız da öyle; bu temelde bir gelişmeye sahip olduklarını, gelişmelerinin bu yönlü olduğunu gösteriyorlar. Bilinç düzeylerini biraz daha iyi anlamakta yarar olabilir. Tabii bu mektuplar bunu yeterince ortaya koyuyor. Çok güçlü siyasi değerlendirmeler gerçekten ancak bu kadar yapılabilir. Doğruları bundan daha fazla belirlemek mümkün değil. Tam bilinçli diyebileceğimiz siyasal yaklaşımları söz konusu. Bir de düşmana cevap olmasını da çok iyi biliyorlar. Yani siyasi değerlendirmeyle yetinmiyorlar. Alman emperyalizminin sözcüsü bir İçişleri bakanına çok yaman bir karşılık veriyorlar. Alman bakan “PKK bundan sonra çok daha sert bir tavırla karşılaşacaktır” diyor. Onlar da “biz de bu kararımızla bir karşılık vereceğiz” diyorlar. Yani düşman dayatmasına karşı bir militanın dayatmasına çok duyarlılar.
Tabii kendi sahaları Avrupa sahası, ama Avrupa’nın özgüllüğünü de ihmal etmiyorlar. Bir de bu özgülde halka sesleniş var. Şüphesiz bu da bu şahadetlerin kıymetini kat be kat arttırıyor. Aslında onlar tarih ve insanlık şehitleridir. Kesinlikle enternasyonalizm çağrısı var. Anti-sömürgecilik ve anti-emperyalizm kadar, insanlığa çağrıları ve bu temelde özgürlük şehitlerine selamları var. Bu yönleri kesin. Yani hem kavrayış derinliği, hem de cevap verme; hem yurtseverlik, hem de insanlık bağlılığı kesin.
Biz biraz da kadın yönleriyle üzerine durmayı gerekli görüyoruz. Çünkü röportajlarındaki çarpıcı bir kaç değerlendirme hâlâ aklımda. Gerici, ilkel-milliyetçi önderlik üzerine çarpıcı belirlemeleri, bu önderliği ayak bağı olarak görmeleri ve gericiliktir biçiminde karşılık vermeleri var. Bizim kadın yaklaşımımızı özgürlük tutkusu olarak değerlendirdikleri anlaşılıyor. Yine cinsellik alanına ilişkin çarpıcı bir değerlendirmeleri var. Çelişkilerin en yoğun olduğu alan olduğunu söylüyorlar, böyle çok mücadeleci bir alan olarak değerlendiriyorlar. Sanırım cinsellikte köleleştirmeye karşı da büyük bir anlayış ve özgürlük yaklaşımıyla dolu olmaları söz konusu. Yani önderlik anlayışları, kadın özgürlük anlayışı ve cinsellikte de mücadele anlayışları hayli derinlikli. Öyle kendini feda eden sıradan bir yurtsever değiller. En değme militanın ulaşamadığı bir bilinç, bir özgürlük tutkusu ve felsefesi kadar, pratik yaşamına da sahip olduklarını gösteriyorlar.
Bu anlamda bizim parti gerçeğimizde netleştirmeye çalıştığımız, hem de yoğun bir biçimde işlediğimiz doğru önderlik anlayışı bu şahadetlerde büyük anlam ifade ediyor. Gerekli olan ucuz duygular için yaşam değil, özgürlük tutkusunun yaşanmasıdır. Bu çok güçlü ifade ediliyor. Önemli olan cinsel düşkünlük ifadesi değildir; cinsellikteki mücadeleyi, oradaki düşkünlüğü, oradaki savaşımı görebilmeliyiz deniliyor. Bizim de biraz açmaya çalıştığımız buydu. Bu yoldaşlar bunu da çok iyi değerlendirip öyle bir anlamda ve bu anlama denk düşen büyük bir eylemlilikle karşılık veriyorlar ki, değerleri bir kat daha artıyor. Büyük kadın özgürlük savaşçılığı diyeceksen, bunu bu anlayışta göreceksin. Yoksa ucuz laf edip de birer dedikodu küpü olmaktan çıkmayan ne kadar militanımız olduğunu da biliyoruz. Onları bu temelde bu arkadaşlara saygılı olmaya davet ediyoruz. Yine bir sürü kadından beter erkek var, cinselliği en iğrenç biçimlerde yorumlayanlar var. Onlara da bu cümlelerdeki oldukça çarpıcı anlayışı yakalamalarını salık veriyoruz.
Eğer şehitlere bağlı olacaksak, böyle kişiliklerin birazcık çözümlemesini ve çözümlenmiş olan bu kişilikleri doğru anlamalıyız. Başka türlü onların büyüklükleri anlaşılamaz. Kendinize başka türlü yiğit kadın ya da erkek diyemezsiniz. Nitekim ben de bazı değerlendirmeler yaptım. Benim de son bir-iki yıl içinde kadın özgürlüğüne ilişkin olarak yaptığım değerlendirmeler var. Bu yoldaşlar özellikle bu değerlendirmelerden çok etkilenmişler. Veya onları kendi kişiliklerinde çözümlemişler. Bu yönüyle beni de yakından ilgilendirir. Bir yerde kadın özgürlük hareketinin öncüleri oldu. Böyle özgürlük arayışının günlük tutkusu içinde olmak, cinsellikte böyle tek doğru çözümlemeye ulaşabilmek, bu temelde gericiliği yargılamak, emperyalizmi yargılamak, militanlaşmayı yargılamak, bizim bu son yıllarda en çok peşine düştüğümüz ve sonuç almaya çalıştığımız konulardır. Bu konularda en etkin davranışı, en makul ve doğru olanı, en doğru tavrı göstermek demektir. Bunlar onun şehitleri oluyorlar, kadın özgürlük militanları oluyorlar. Bu yönüyle değerleri hayli yüksek diye düşünüyorum. Kesinlikle hakkını vermek gerekiyor.
Bunlar yaşamı anlamayan yoldaşlar değil, yaşamı en iyi anlayan yoldaşlar oluyorlar. Yaşamın baharında, böyle pırlanta gibi yaşamakla yüz yüze olan kişilikler oluyorlar. Açık, değerlendirmeleri karşımızda. Yaşları çok genç. Biliyorsunuz Avrupa’da yaşamın her türlüsüyle gün gün, saat saat karşı karşıyalar. Buna karşı Avrupa’da böyle bir eylemi gerçekleştirmek, gerçekten benim bile değerini tarif etmekte güçlük çektiğim bir büyüklüğü temsil etmekte olur. Ki PKK’nin büyüklüğünde bunları bulmak zor değil. PKK’nin böyle binlerce şehidi var. Çok iyi biliyorum, teslim olmamak için yaşamını adayanlar arasında en başta genç kızlarda böyle bir direnme olayı var. Zaten Newroz şehitlerinde de ağırlık onlardadır. Yine bunun gibi en zor koşullarda teslimiyete karşı binleri aşan direnişçi de var. Ama bu kadar çarpıcı olanına, hem de bilinçli ve planlı temsilcisi olanına da bu yoldaşların şahsında rastlıyoruz.
Kuşkusuz çıkarılması gereken sonuçlar var. Özgürlüğün PKK’deki gerçekleşmesine dikkat etmek anlamında çıkarılması gereken sonuçlar var. Veya bu şehitlerin anısına bağlı olmanın gerekleri nelerdir? Bunlar nasıl yerine getirilir? Buna ilişkin mesaj çok çarpıcı, çağrıları çok anlamlı. Bilinç yoğunluğunu en çok yaşayan yoldaşlar olmaları, dediğim gibi bunu çözümlemelerin bütün derinliğine ulaşmış olarak ortaya koymaları bizi “PKK’de çözümlemeleri sonuna kadar özümse, özgürlük tutkusunu esas al, cinsellikte bile doğruyu yakala, cinselliği bir egemenlik veya köleleştirme aracı olarak görme, saygılı ol, gerici önderliklere ve önderlik özelliklerine karşı sonuna kadar diren; emperyalizme, sömürgeciliğe ve onların her türlü ittifakına karşı en çok güçlüyüz dedikleri ve en çok saldırdıkları dönemde en güçlü eylemi koy” sonucuna götürüyor. Bütün bunlar büyük çağrılardır ve tabii hakkını vermek biz geride kalan yoldaşlara düşer. Tabii anlamına göre savaşarak, anlamına göre militanlaşmayı bilerek karşılık vermek en doğrusu ve yegane yoludur. “Anlayamadım, derinliği kavrayamadım, kendime göre uyguluyorum” demek, şehitlere saygısızlıktır, bu büyük Newroz şehitlerine kötülüktür. Tabii buna hiç birimizin hakkı olmadığı gibi, gerçekten onların ardılıysak, gerçekten bu tasa altında bu şehitlerin anısına bağlı özgürlük savaşçıları olacaksak, o zaman ona göre bir yaşam, ona göre bir savaşım şarttır.
Bu gücü kendinizde gördünüz mü, bu güçle savaştınız mı, siz bu yoldaşlara layıksınız. Onların komutansından bir şeyler anlamışsınız, gerçekten onları yaşatıyorsunuz, anılarına bağlı olarak yaşatıyorsunuz, yaşamla bütünleştirerek yaşatıyorsunuz, savaşa taşırarak başarıyorsunuz, o zaman ne mutlu bize diyebilirsiniz. Böyle şehitlere sahip olmak kadar, onların bizim önümüze koydukları görevlere sahip çıkmak ve bu görevleri başarma olanağını yakalamak da yakıcıdır.
Eylemliliğimiz Şehit Anısına Bağlılığın Eylemliliğidir.
Ben de kendi payıma hiç şüphesiz bu şehitlerin değerini anlayabilecek durumdayım. Önderlik uygulamaları var. Öğrenebildikleri ve söyleyebildikleri kadarıyla bir değerlendirme. Evet, bunlar olmadan önce de vardık ve bu yoldaşların şahadetinden sonra daha güçlü var olmaya çalışırız. Bizim öyle sıradan bir var olmayla karşılık vermediğimiz biliniyor. Özellikle kadın şehitlerin böyle çarpıcı tarzda ortaya çıkmaları, bizim de kadın kişiliğine gösterdiğimiz ilgiyle yakından bağlantılıdır. Bu şehitler sizin sandığınız gibi öyle kendiliğinden ortaya çıkmış veya size layık olmak için çıkmış şehitler değil. Çözümlemelerle bağını biraz kurdum. Bu şahadetlerin bizim kadın sorununa yaklaşımımızla ilişkileri kesin.
Daha da açabilirim. Bu özgürlük çözümlemeleri ile bu şehitlerin yaşamı arasında nasıl bir bağ vardır? Çözümlemeleri biraz okursanız, üzerinde yoğunlaşırsanız bu bağı görürsünüz. Büyük kişilik nasıl gerçekleşiyor? Şimdi biraz böyle gerçekleşmiş. Kendilerinin de belirttikleri gibi, bu ilerde daha büyük gerçekleşmeye götürecektir. “Özgürlük ateşi daha büyük ateşlerin yanmasına neden olacaktır” diyorlar. Çözümlemeler onlara yol açtı, onlar daha büyük yaşamlara yol açacaklardır. Zaten onu söylüyorlar.
Dediğim gibi, siz şehitlere bağlı olmak isteyebilirsiniz, hiç şüphesiz onlara saygılı olmaya çalışacaksınız. Ama bu derinden bir etki biçiminde olmasa ve yaşamsal bir güce dönüşmezse, ikiyüzlü bir anma olur veya çok gözü yaşlı, o eski ölümlere dökülen gözü yaşlılığa benzer bir anma olur ki, yakışmaz ve şehitlere hakaret olur. Aslında onun da anlamı vardır. Belli ki tam hakkını vermek, ancak savaş gerçekliğimizi emperyalistine, sömürgecisine ve işbirlikçisine karşı sürekli geliştirmekle mümkündür. Bu kadın özgürlüğünü, yine aynı zamanda erkeğin de kendine özgürce yaklaşmasını gerekli kılar. Tek boyutlu değildir, tek yanlı değildir, bu konu derinlik kazanmak anlamına gelir. Bence bu çok kesindir. Yani illa büyüklüğüne anlam vereceksek, artık bununla oynamamanız gerekiyor. Hele kızların, hele kadın-erkek yaklaşımlarının bununla oynamaması gerekiyor. Oynarsak ne olur derseniz, lanetlenirsiniz. Hem bu değerlere bağlı olduğunuzu söyleyeceksiniz, hem de onların meşalesi altında kirli işler yapacaksınız; özgürlükle çelişen, militanlıkla çelişen, savaşla çelişen ilişkiler içinde olacaksınız! Bu hakarettir ve kabul edilemez. Bizim bu sonucu çıkarmamız gerekiyor.
Onlar da duyguların en yücesini biliyorlardı, onlar da Önderliğin özgürlük tutkusunu çok iyi biliyorlardı. Karşılık biraz böyledir, sizin verdiğiniz gibi değildir. Onlar yaşamı anlıyorlar. Burası da çok önemli. Cinselliği bile bu kadar yorumladıktan sonra anlamaz olurlar mı? Sizin için de bu ne demektir? Bu, temel dürtüleri bile savaş gerçekliğiyle bağlantılı olarak değerlendirmek demektir. Bu aynı zamanda önünüze büyük görevlerin konulması demektir ve kesinlikle böyledir. Çünkü biz bunları olmamış gözüyle değerlendiremeyiz. Büyük şehitlerdir onlar, planlı ve kesin sonuç alıcı bir eylemi gerçekleştirmişlerdir. Anlamı da böyledir. Çağrısı çok nettir bu şahadetlerin. Çünkü partimizin şehitleri oluyorlar. Hep “yaşasın PKK-ARGK-ERNK!” diyorlar. Eğer bu adlar şehitlerle yaşıyorsa, bu değerlere sahip çıkmak zorunludur. Onlar kendilerini herhalde şuraya buraya, aile gericiliğine, bilmem şu gericiliğe, şu emperyaliste, şu düşkün yaşama kesinlikle teslim etmediler. Amansız savaşarak kendilerini ortaya çıkardılar.
Şimdi elden gelseydi de, bu yaşamları biraz daha açıp halklaştırsaydık, tarihselleştirseydik. Aslında o bize düşüyor. Özellikle savaşımın içinde bulunan kişiler olarak bize düşüyor. Onlar küçük bir eylem yapmadılar. Eylemleri gerçekten çok zordu ve çok görkemli bir eylemdi. Sizin o dağdaki gerillanızdan veya bu savaşçılığınızdan bin kat daha fazla gerillayı besliyorlar. Çünkü onların şahadetinin ardından daha bir-ki hafta geçmeden, on binlerce Kürt kadını en özgür bir yürüyüşü gerçekleştirdi. Yine Avrupa’daki yüz binlerce insanımızı derinliğine ülkeye bağladı. Maddi ve manevi katkılarını artırdı. Hangi gerilla buna yol açtı diyelim? Kaldı ki, her yıl bu daha da artarak devam edecek. Demek ki bu öyle sıradan bir eylem değil. Bir çok gerillamızın bile eylemleriyle ne kadar kayba yol açtıklarını göz önüne getirirsek, bir çok örgütçümüz ve cephe çalışanımızın bile yüzlerce kişiyi yakalatıp etkisizleştirdiğine ve buna yol açtığına çok tanık olduğumuzu görürsek, en belirleyici eylemin, en sonuç alıcı ve kendisini sürekli böyle üretecek eylemin bu olduğunu göreceğiz. Onlar bunu gerçekleştirdiler.
Bundan çıkarılması gereken sonuç; herkes böyle eylem yapsın olamaz. Hayır, birileri yüz yılda, bin yılda bir yapar bu eylemi. Onlar da böyle tarihe geçerler ve bu şeref onlara mal olmuştur. Birisi Diyarbakır surlarında, birisi İzmir’in Kadife Kalesinde, bir eylem de Almanya kalesinde oldu. Evet, bunlar kendi tarihimizin, yazgımızın hep olumsuz bitirilmeye çalışıldığı kalelerdir. Diyarbakır ulusal imhamızın can çekiştirilerek sonuçlandırılmak istendiği yerdir. Batı metropolü, Türkiye metropolü, İstanbul, İzmir hakeza öyledir. En az Kürdistan’ınki kadar kitlenin mezara gömülmek istendiği bir yerdir. Avrupa’sı da, Almanya’sı da Kürdün beterin beteri bir biçimde mezara gömülerek sonunun getirilmek ve “bittiler” biçiminde ilan edilmek istendiği bir yerdir. Bu büyük zulüm, imha ve bitiriliş kalelerinde böyle bir kaç büyük eyleme ihtiyaç olabilir. Böyle yerlere bunlar talip oluyor ve bu eylemleri gerçekleştiriyorlar. Başkalarının yapması artık karikatür olur, gerekmez de.
Dediğim gibi bu eylemi yüz yılda bir, bin yılda bir birileri yapar ve onlar da bunlar olmuştur. Fazlasına gerek yoktur. Başka yerlerde başka tür eylemler olur. İşte gerilla eylemliliği diyoruz. Örgütçü ol, onlarca serihildan gerçekleştir; bunun militanı ol, bunun şehidi ol. Yüzlerce gerilla alanı var, gerilla ordusunu kur, eylemini gerçekleştir, onun şehidi ol. Çıkaracağın sonuç budur. Büyük bir gerilla şehidi olmak için gerilla ordusunu geliştirmek ve gerilla savaşını biraz daha tırmandırmak zorunludur. Biz Mahsum Korkmaz yoldaşın şahadetinde de buna benzer şeyler söyledik. Gerilla da ısrar kişiliği dedik ve anısına yapılacak tek doğru karşılığın Kürdistan dağlarında gerillayı bölükler düzeyinde dolaştırmakla mümkün olacağını belirttik. Anıya bundan başka türlü bağlılık olamaz.
Nitekim bunu biraz kanıtlamaya çalıştık. Yine eğer ille de böyle şehitlere ihtiyaç duyulacaksa, onlar daha üst bir savaşımın yolunda yürürlerse, ona layık olabilirler. Savaşı bir zirvenin eşiğine getirirlerse veya ona yol açabilirlerse, şahadetleri bir anlam ifade edebilir. Hareketimiz böyle şehitlere açıktır. Ama bu öyle kolay gerçekleşmiyor. Böylesi şehitlerin anlamı yücedir. Onu ne çok daraltarak, ne çok abartarak, ne onların gölgesine sığınarak, ne de onları yadsıyarak karşılamak doğru bir karşılama tarzı olabilir. Bu çerçevede şehitleri anmak, onları yaşama geçirmek ve komutaları altında savaşıma katılmak en doğru anma biçimidir.
Ben kendi eylemimi de büyük oranda şehit gerçekliğine bağlı kalmanın eylemliliği olarak değerlendirdim.
Onlar bizi güçlendiriyorlar. Fakat bizim gerçekleştirdiğimiz eylemlilik de kesinlikle onların yolunda yürüdüğümüzü gösteriyor. Bu çok zor bir yürüyüştür, amansız bir mücadeledir. Mücadelemizin özü bunu gerçekleştiriyor, bizde saygıyla karşılıyoruz. Şimdiye kadar yapanı da, yapılanı da daha amansız ve tam zaferi biraz daha yakalamış bir tarzda götüreceğiz ve tarihte, yaşam gerçeğimizde mutlaka yerini bulacaktır. Bu temelde onları yalnızca bir günde değil veya böyle sıkça anma günlerinde de değil, her an yaşamımızda ve mücadelemizde anlamlı kılarak anıyoruz ve yaşatıyoruz.
Parti Önderliği
11 Nisan 1994
- Ayrıntılar
Anaya ve analara karşı oldukça mücadele ettim ve anlam vermeye de büyük çaba gösterdim. Çoğunuz anlarınıza saygı ve sevgi dolu yaklaşımlar göstermiş, mektuplar yollamışsınızdır. Ben bunları fazla yapmadım. Hediyeler ise hiç göndermedim. Ama şimdi ana, anavatan gerçeği üzerine tartışıyoruz. Ayrıca PKK gerçeğinde anaların yüreği yanıyor. Onun için üzerinde durmaya özen gösteriyoruz.
Analar çok fazla ağlıyor. Hem karşı taraftan ölen askerlerin anaları, hem de bizim saflarımızda en yiğit ve gencecik yaşta olanların anaları... Bundan dolayı benim üzerimde analar oldukça manevi bir baskı teşkil ediyorlar.
Yaşam ana gerçekliğiyle oldukça bağlantılı. Her şeyden önce fiziksel anlamda yaşama geliş, ana gerçeği demektir. Aslında bunlar o kadar fazla önemli de değil. Benim ilkem biraz daha farklı. Onun için de kamuoyunun dikkatini çekiyor, araştırmalara konu oluyor. Hatta düşman bile anamı sorgulamıştı, "bu neyin nesi oluyor" diye. Öz kavgacılığımızı ana atmosferinde başlattık. Anılarda ne kadar canlı olduğunu, belki de çok tuhafınıza giden bir biçimde anlatmaya çalıştık.
Kavgacılığımıza ne ad verilebilir? Anamın temel bir kaygısı veya bize tamamen hakim kılmak istediği, kendine göre bir namus meselesiydi. Bunu hiçbir zaman terk etmedi. Bundan dolayı da bir kavga anlayışı söz konusuydu. Kavgayı sonuna kadar sürdürdü. Bu durumda ben ne yaptım? Ne kadar namus peşindeyim, ne kadar kavgayı bildim? Beni ne kadar etkiledi veya ben ne kadar gereklerini yürüttüm, nasıl yürüttüm? Adını ne koyabiliriz? Çelişkili miydim, yoksa namus peşinde miydim?
Yaşam hala düşündürtüyor.
Kendimi tanıdığım günden bugüne kadar aynı endişeler sürüp gidiyor. Çok yoğun ve insanı da zorlayacak bir biçimde. Şüphesiz her ana-babanın ve çocuğunun kavgası vardır. Kendine göre bir mantığı, geleneklerine göre sıkı bir eğitim, çabaları vardır. Bunların olmadığı tek bir aile düşünülemez. Fakat bizim ailenin bazı özgün yanları olmalı ki, bu kavgayı bugüne kadar getirebildik. Namus uğruna değişik bir savaşımı veya çok çelişkili bir tarzı buraya kadar getirdik. İlginç bir kavga türü gelişti. Anlamakta büyük yarar var. Sizlerin yetiştiği aile ortamlarından farklı olduğu açık.
Hatırlıyorum:
Köy ortamında anamın bazı düşmanları vardı. Çok yamandı ve mutlaka başarılı olayım diye dayatmaları sözkonusuydu. Daha sonra birkaç kuruşluk eşya, yiyecek, giyecek; aslında bunlar o kadar da önemli değildi. Namus meselesi daha önemliydi. Ben bu namus meselesini bir türlü anlayamadım ve halen çözmeye çalışıyorum.
Namus veya namussuzluk...
Çok ilginç, yaşanmamış olsaydı söylemezdim. Nenemin kızına benim hakkımda "bu namussuz çıktı" demesi bende büyük bir kaygı olarak yer etti. Ve o günden bugüne kadar farklı bir moral değerle yaşamaya çalıştık.
Bir kere oldu diyelim.
İşte bundan sonra ardını getirmek gerekiyor. İş, sadece bu çatışmayla başlamadı. Toplumsal çelişkiler çözümlendi, ulusal sorun görüldü. İdeolojik dünya, siyasi dünya anlaşılmak istenildi. Epey mesafeler de alındı, ama işin başlangıcı hayli önemli. Daha sonraki gelişmeleri anlayabilmek için başlangıç tahlili oldukça önemli. Tabii, bu sizler için daha da önemli. Çünkü ben az çok çözüme gidiyorum. Böyle sıradan veya fazla ipe sapa gelmeyen mi desek veya çok önemli mi desek; dengesiz bir aile ortamındaki çatışmalı bir yaşamdı.
Ne aşiret çatışmasına, ne sınıf çatışmasına, ne ulus çatışmasına benziyor.
Belki de en düşmüş, son sınırına gelip dayanmış insanın, namus anlayışı için savaşımı oluyor. Şüphesiz bunun altında bir haklılık aranabilir. Fazla içeriği, güçlü bir amacı olmasa da sonucu önemlidir. Çünkü hepinizin kavgacılığının altında bu var. Bunun için çözmemiz gerekiyor. Ben kendi kavgacılığımı çözmek için kırk yılımı verdim. Ama sizler üzerinden atlıyorsunuz. Onun için de gelişemiyorsunuz.
Çelişkilerini doğru çözemeyenler güçlü kişilikler olamazlar.
Yaşamınıza büyük oranda mücadelesizlik sızmış. Mücadelesizliğin sızdığı yaşam, düşmanın sızdığı yaşamdır. Kavganın şiddetli olduğu bir yaşama düşman kolay kolay sızmaz.
En çok öfkelendiğim bir durum da, ana-babaların sizleri böyle dünyaya getirip büyütmeleridir. Bir türlü kabullenemiyorum. Çünkü büyük bir suç ve hiç saygı, başarısı olmayan bir yaşam var. Zaten ana çelişkimi bu temelde ele almıştım.
Halka da söylüyorum:
Hazır değilseniz, verecek bir dünyanız yoksa; ne diye çoluk-çocuk, mal-mülk, eş-dost diye kendi kendinizi aldatıyorsunuz? Bir şeylere hazır değilseniz, neden kendi kendinizi adam yerine koyuyorsunuz? Hiçbir şeye gücünüz yetmiyor, başarınız yok.
Analar neden çok ağlar?
Bunun sosyo-psikolojik çözümlemesini yaptık. Hiçbir bilinçleri, dolaylı ve hissi olarak çocuklarına verecek bir dünyaları yok. Çocuk büyüyecek, aç, sefil, bakımsız olacak; bunun için analar çok ağlıyorlar. Bu aynı zamanda büyük çaresizliktir. Çünkü kendilerine hükmedebilecek güçleri de yok. Ana çocuğuna düşkün, karısı kocasına, kocası karısına düşkün ve bu da sınırsız bir teslimiyete götürüyor.
Tepkilerim, ilk sezgilerim bunlara karşıt gelişti. Anama karşıt gelişti. Baba fazla üzerime gelmiyordu, gelseydi ona da tavır koyardık. Ama ana daha fazla hak-hukuk sahibi olduğunu söyleyerek üzerime geliyordu.
Tabii, biz de çocuk savunmasını yaptık.
Bu önemli bir savunmaydı. Şimdi milyonlarca Kürt çocuğu dünyanın en perişan, sahipsiz, başlarına gelecek bütün felaketleri bilmeden yaşamaya terk edilmişler. Bunun sorumlusu kim? Bunu görmemek, görüp de bir şeyler yapmamak hangi insanlıkla bağdaşır?
Bütün anlara-babalara soruyorum: Ne diye bunları hazırlıksız, eğitimsiz benim üzerime atıyorsunuz. Sizlere de sordum. Kim sizi üzerime attı? Ben gönüllü çağrı, davetiye çıkarmadım. Kendinizi yere atar gibi üzerime atıyorsunuz. Ama çok hazırlıksızsınız. Tabii, bundan biraz da analarınız ve babalarınız sorumludur. Yetiştirme, terbiye diye bir şey görmemişsiniz. Benim de öyle terbiye görecek halim yoktu, bana öğretecekleri bir şey de yoktu. Ben kendi kendimi terbiye ettim. Sizlerden temel ve büyük farkım bu. Bu büyüklüğümü kendimi terbiye etmeme borçluyum. Kocamış bebekler gibisiniz, ciddi bir intikamcılığı olan yok. Ancak "zamansız, yersiz gitti" diye, cenazenize bol bol ağlanabilir. Hanginiz adını, ününü amansız konuşturuyor? Hanginiz kendini zavalılıktan, problem olmaktan kurtarıyor? Bütün bunları ilkin analara söyledik.
Anama da söylemiştim:
"Üzerime gelme" dedim ve onu durdurdum, -hem de erken yaşta.
Bana kabul ettirmek istediği değer yargılarını, kavgacılık biçimlerini durdurmak gerektiğini çok erken yaşlarda fark ettim. Sezgilerimle, yaşam tutkularımla böyle olmaması gerektiğini bildim ve tavrımı geliştirdim.
Düşman anamı da konuşturmuştu, "Dizinin dibinde oturamadığım" biçiminde bir değerlendirmesi vardı. Dizinin dibinde oturmak, boyun eğmektir, teslimiyettir. Yine düşman, "kavgacı ortamlarda, sevginin, saygının fazla gelişkin olmadığı ortamlarda büyümekten" bahsediyor. Tabii, bahsettiği ortamı düşmanın kendisi yok etmiştir.
Sahte sevgi ve saygıyla büyümenin anlamlı olmadığını erkenden farkettik. Bize gösterilecek fazla sevginin olmadığı açıktı. Ben ta o zamanlar anamdan en ufak bir sevgi beklemedim. Hayret, beklemediğim gibi, göstermedim de. Bu da oldukça gerçekçi bir tutumdur. Olmayan şeye, neden "olur" diye kendimi aldatarak cevap vereyim veya kabul edeyim ki.
Sahte sevgiler ana kucağında başlar ve en gözükara sevdalara kadar bu sürüp gider.
Hepsi sahtedir; birinin size verecek sevgileri, saygıları yoktur. Sizin de birilerine ne vereceğiniz sevgileriniz, ne de saygılarınız var. Ama kişiliklerde aldanma, öyle gözükme tarzı; hiçbir ulusta görülmemiş derecededir. Elbette biz bu konuda da ikiyüzlülüğe düşmemeyi büyük bir gelişme olarak değerlendiriyoruz. Yoksa ben "neden varım" diyeyim, öyle değilsem neden kendimi öyle sayayım. Bu da en tutarlı bir gerçekliği ve gelişmemizin önemli bir nedenini ifade etmektedir. Olmamış şeyi kendine mal etme ve en kötüsü de kendisine layık görme, beklentiler, talepler, isteme veya istetme, gerçekliğinizin temeli olmaktadır.
Sizler hep "birileri bizi sevmeli, hep bizi kabul etmelidirler" anlayışındasınız. Ama bana göre ne ben, ne birileri; beni ne saymalı, ne sevmeli, ne de birileri beni kabul etmeli. Peki nasıl olmalı? Anlayarak, gerçeğe ulaşarak, mücadele ederek, kendinize saygıyı bularak, sevgi yakalayarak bu olabilir. Belki böyle olur diye çabaladık ve bunun doğru olduğu da ortaya çıktı. Bu da bir maddi zemine, savaş gerçeğine dayanıyor. Görülüyor ki, insanlar şimdi doğru temellerde daha saygılı, sevgili, edepli duruma gelmişler.
Aslında anamdan kalma daha birçok husus var. Babamı beğenmezdim; haklı olabilirdi, ama çaresizdi. Kadın hiçbir zaman kendisine göre erkek nedir bilmemiştir. Tanıdığı erkek cahil, nasıl geldiğini, nasıl gördüğünü bilmiyor. Ona verilmiş, böyle kaba bir güç olarak, kendisini tehdit eden bir güç olarak görmüş. Toplumsal gerçeklik de böyle. O toplumsal koşullarda böyle bir kadını, bir kızı anlayacak, gönlüne göre, sevgisine göre anlayacak herhangi bir durum yok, ortam yok. Hatta iradesi, bir kişiliğinin ne kadar olup olmadığı bile tartışılabilir. Aile çıkarı için veya istemi üzerine "al sana" denilmiştir, o olmazsa diğerine verilecektir. Zaten bundan çıkaracağı sonuç da öyle fazla anlamlı olamaz. Bir de kişilik itibariyle fazla moral bırakılmamış, daha doğrusu kendisine göre kocası diye anılan erkek ve köyde erkek diye bellenenler, kendisine anlamsız veya düşmanca tutumlar içinde bulunmuş. O da "madem onlar bana bu kadar yaptılar, bende kuralsız, hatta fazla utanmaya gelmeyen, sonuna kadar ve çığırından çıkmış bir kavgacılığı dayatırım" demiş.
Çok uysal bir kadın olsa, fazla kavgacı olmasa, kocaya olduğu gibi yaslansa veya bu çaresizliği gösterse, teslim olsa, belki biz de teslim olurduk veya "anam nasıl yapmışsa bütün kadınlar öyle yapsın veya babam ne etmişse, erkek ne yaptıysa öyle kabul edilsin" derdik. Ama bu kavgacılık ortamı mutlaka bir iz bırakmıştır. Bu da herhalde faydalı bir iz olarak düşünülebilir. Benim geliştirdiğim bir kadın mücadelesi var. Bu mücadele bugün ileri boyutlarda seyretmektedir. Temeli olmasaydı bu mücadelenin, bu kadar gelişmesi mümkün olamazdı.
Fakat onunki öyle ilkeli, örgütlü değil; tam tersine ilkesi de, taktiği de hiç olmayan bir mücadeleydi. Ama kendini orta yere at, sonuna kadar fırla, yürü, bağır, çağır, saldır; -mücadele biçimi buydu. Güç dengesi sıfır, hedefi hiç gözönüne getirmez, ama işte ne kadar isyan edebilirsen o kadar isyan et veya isyanda sınır tanıma. Tabii biz bunun böyle olmayacağını daha başta görüyoruz. Kavga olacaksa bile bunun belli bir mantığının olması gerekir.
Mantığın çok aşıldığı bir yerde mantık aramak, erkenden gözönüne getirdiğim bir husustu. Bu da çok aşırıya karşı bir tedbir oluyor. Elbette pratikle yakından bağlantılıdır. İlle kavga edilecekse, -bunu bana erken yaşta öğretti. Etkisi hala var. En önemlisi, tek başına biri de olsa, çok kuralsız da olsa hem aile içinde, hem aile dışındaki bazı erkeklere karşı büyük savaş vereceğini o örnekte görmüş oluyoruz.
Bir gelenek olarak bir çocuk bunu görmezse, anası mışıl mışıl uyumlu, her şeye "evet" diyorsa, sanırım çocukları üzerinde de bunu sürdürür. Sonuna kadar erkeğe, babaya, köylüye, karşısına çıkan herkese bağlı olur. Bu böyle olsaydı, bizim bu biçimde bir kadın mücadelesini fazla ilerletmemiz (en azından bu biçimde geliştirmemiz), bu kadar etkili olamazdı. Veya bu etkinin de bu eski mücadelede bir ön izi olabilir. Çünkü bir kadın bu kadar mücadele etmişse, o da ana ise, herhalde o çocuk da büyüdüğü zaman kendisine şunu soracaktır: "Benim anam gibi bir kadın bunu yaptığına göre, neden başka kadınlar bunu yapmasın ki!" Aristo mantığıyla bile bu sonuca varmak zor değil.
İşte, anaya bağlı olma mı denilir?
Anam sağken onu bu kadar derinliğine incelememiştim. Öyle mektup da göndermedim. "Nasılsın" demedim. Fakat anma denilen olayı bu son yıllarda önemli oranda geliştirdik. Son yıllardaki kadın mücadelesine baktığımızda belirgin bir gelişmenin olduğunu görüyoruz. Herhalde bütün önemli şahadetlere, ödünlere karşı verdiğimiz karşılığın bir benzerini de bu gelişme çerçevesinde yapmışız.
Haki Karer yoldaşın anısına karşılık partiyi ilan ettik. Mazlum'ların anısına verdiğimiz karşılık, daha fazla savaşa, ülkeye yönelmeydi. Agit'lerin anısına bağlılık ise, daha fazla gerillaya, ordulaşmaya yönelmekti. Buna benzer şahadetlerin anlamını gerçekçi bir mücadele ile geliştirmek istedik. Ana olayında da herhalde bu gözüküyor. Böyle bir ödün bizi kadın konusunda daha fazla böyle yapmaya götürmüş olabilir. Bu da bir etkidir diye düşünüyorum.
Kadın savaşımı bu nedenle anamın tam istediği biçimde ve onun yaptığı gibi olmazsa da; şimdi daha bilimsel, daha örgütlü, planlı ve usta taktiklerle yürütülmektedir. Erkeğin haksızlıkları var, bu açık. Bunu kabul ettik. Ama onu çözümlemek oldukça zordu. En önemlisi de anamın yaptığı gibi değil, daha mücadeleci, doğru bir mücadele anlayışı ve yöntemiyle. Tabii bu bir sonuç, onun ortasında gelişme de vardır. Anamın kişiliğine baktığımızda, kadınlardan uzak durmam gerektiğini ilk elde gözönüne getirdim. Anam böyleyken bu kadar beni zorluyorsa, kadın konusuna da kolay kolay girmemem gerekir.
Yaşanan ağır sorunları ve anamın babamla yaşadığı çok kavgalı ve zor yaşanılır aile gerçeğini gördükçe, bu önemli dersi almıştım. Bu tehlikeyi yaşamamak için oldukça temkinli, bilinçli hareket etme gereğini duydum. Babamla-anamın başına gelen neden benim başıma gelsin ki! Dikkat etmeliydim. Bu da kadın-erkek ilişkilerindeki gerçeği etkiledi.
Ana-baba arasındaki ilişki veya çelişki bütün yaşamımı en çok etkileyen özelliktir.
Ama sizler yaşamınızda buna pek dikkat etmediniz. Eğer ana-baba ilişkilerinizin gerçekliğini dikkatli bir şekilde gözden geçirseydiniz, böyle rahat yaşayamazdınız. Ama bu rahat yaşamın pek de rahat olmadığını şimdi benim çelişkili savaşımla, kişiliğimle ödüyorsunuz. Benim şansım veya şanssızlığım bu çelişkili aile gerçeğini en üst düzeyde yaşamış olmamdır.
Çocukken kendimi şanssız görüyordum. Hala hatırlıyorum, "keşke benim de falan arkadaşımın anası-babası gibi anlayışlı bir anam-babam olsa" diyordum. Daha sonraları, "keşke bir Türk aileden olsaydım" diyordum. Zorluğa gelmemek için, çelişkilerin acımasızlığını yaşamamak için bunları düşünüyordum. Ama daha sonra bu çelişkinin mücadeleyi tahrik etmesi nedeniyle, bir şans olduğu ortaya çıktı.
Şanssızlığı şansa dönüştürdüm.
Bunun da büyük bir yürütme eylemi olduğu şimdi daha iyi anlaşılıyor. İşte sizlerin başlangıçta böyle bir şanssızlığınız yok, şanslısınız. Ama sonuçta da büyük şanssızlığınız bu şanslı yaşamınızdan kaynaklanıyor. Bunun diyalektik ifadesini bulmamanız halinde pek iflah olmazsınız veya şansı şanssızlığa, şanssızlığı da şansa dönüştürmeyi gerçekçi temelde, doğru temelde yapamazsınız. Benim ana-baba çelişkilerimin bütün köyün alayına, dalga geçmesine yol açması ve benim üzerimde bunun yarattığı büyük üzüntüler, ayıplamalar büyük bir şanssızlıktı. Ama bunun beni sürekli ezmesi, zorlaması beni yaratıcılığa itti. Bu da gelişmenin ana dinamiğidir.
En önemlisi de ailecilik konusunda hayale kapılmadım, sizin yaşadığınıza benzer kolay ailecilik hayallerini esas almamam çok önemli. Çekinmem, ihtiyatlı olmam, tepki duymam daha sonraki süreçlerde oldukça yararlı olmuştur. Hala kadın-erkek ilişkileri üzerine bu kadar önemle duruyorsam, bu çelişki nedeniyledir. Şimdi çok açık görülüyor ki, eğer bu çelişki çözümlenmese ne sınıfsal, ne ulusal çelişki anlaşılır. Bırakın çözümlenmesi, sizler şu anda bu çelişkinin birer kölesi gibisiniz. Bu çelişkiyi anlamaya ya da kendi üzerinizdeki etkisini sıyırmaya gücünüz yoktur. Daha sonraki tespitlerimizde "aile kördüğümü insanımızın iradesini de, düşüncesini de kör etmiştir" dedik. Bu yüzden yetenekler gelişmiyor. Kavgacılık en ilkel tarzda, anlayışlar oldukça dar, kişilikler oldukça cüce. Neden? Çünkü aile kördüğümü sizi baştan bağlamış. Ama ben yırttım, nitekim köyde, "ipini koran adam, anasını-babasını dinlemeyen adam, yoldan çıkmış adam, vah vah, kimsenin çocuğunun böyle olmaması gerekir" denen bir çocuktum. Ama dediğim gibi, bu şanssızlığı daha sonra şansa dönüştürdük. Sizler ise bağlandınız. Aileler her gün yenilgiyi aşılar, "oğlum adam ol, her gün büyüklerine bağlı ol, al seni çok seviyorum, oğlum al sana en iyisi, büyüklerine saygılı ol." Bütün bunlar yalandır. Olmayan şeylerin olur gibi sunulmasıdır. Onun için ne sevginiz, ne saygınız, ne bir yüksek çözüm gücünüz, ne de kavgacılığınız var.
Çelişkiler çözümlenmez ve uğruna büyük savaşlar verilmezse, kişilik koca bir yalandan ibarettir.
İşte benim şanssızlığımın şansa dönüşmesi de bu yalana düşmemeyi öğrenmek temelinde olmuştur.
Çelişkiler tahrik edilmiş durumda.
Mevcut durumda çelişki yöntemi bende dünya çapında ustalıklı temeldedir. Bana kimin gücü yetebilir ki! Halkın deyişiyle "Adam oğlu olma" bence buna denilebilir. Bunu bir kader olarak görmedim. Ama sizler yaşamla ilişkiyi öyle görmüş ve öyle bellemişsiniz ki, bu kadercilik yüzünden haliniz orta yerde duruyor. Benim ise kollarım zincirlerinden boşalmış, yüreğim de öyle. Serbest hareket ediyorum. Ama sizler hareket edemiyorsunuz. Ne kadar acı, -bütün savaş imkanlarını sizlere vermemize rağmen...
Kimse bana bir şey vermedi, ben kendi kendimi yetiştiren biriyim. Analar sizler için çok ağlayacaklarına, sizin gibileri doğurup, büyütmeseydiler daha iyi ederlerdi. Böyle yeteneksiz, çaresiz, hep ağlanılacak çocukları ne yapayım?
Ağlamayı da erkenden kestim, -bu da ilginçtir.
Hatırlıyorum, çocukken benim kadar ağlayan yoktu. Öyle ağlıyordum ki, köyde duymayan yoktu. Sonra anladım ki, bu da beyhudedir. Ağlamakla hiçbir yere varılamaz. İlk isyanda istediğim kadar ağladım ve ondan sonra durdum. O gün bugündür fazla ağlamaya gelmem. Bu da ana ve aile gerçekliğiyle bağlantılıdır.
Savaşta komutanın en temel özelliği ağlamamasıdır. Ama neredeyse ağlamayanız yok gibidir. Dediğim gibi, olmayan vicdanı, rahatlığı, sevgiyi olur gibi, varmış gibi görmenizin vicdansızlıkla bağlantısı oldukça somut. Saygılı olmayan, sevgili olmayan, duyarlı, hassas duygularınız sizleri büyük bir vicdansızlıkla karşı karşıya bırakıyor. Yanlış yetişme tarzı, geleneklere göre kötü şekillenmeniz, vicdansızlığın en temel kaynağıdır.
Bu vicdana nasıl ulaştım?
Büyük savaşımla.
İlkin ana-babaların bana fazla verecekleri bir sevgi, bir saygı olmadığını görünce, kendim denemeye giriştim. Çevremi oluşturdum. Çevre oluşturmak için de büyük iyilikleri yapman gerekiyor. Bir kuşu bile beş-on parçaya bölüp dağıtmam ilk sevgi, bağlılık ilişkilerine duyduğum ihtiyaçtan dolayıdır.
"Yalnızlığımı gidermek istiyorsam, havadaki kuşu avlayıp etrafıma dağıtmam gerekir" düşüncesine ta o yaşlarda ulaştım.
Bu bir örgütleme tarzıydı.
Şimdi bakıyorum, siz hazır imkanları bile hiç hakkınız olmadığı halde büyük bir vicdansızlıkla (ki, onu da ana-babanızdan öğrenmişsiniz) harcıyorsunuz. Çünkü büyük bir kısmınızın, ya başkaları sizin emeğinizi hırsızlamış; ya da sizler büyüklerinizden öğrendiğiniz gibi hırsızlamışsınız. Sizlere de bunu öğretmişler ve değerlere hep bu gözle bakıyorsunuz. Dağıtıp kötülüyorsunuz, aslında kendinizi dağıtıyorsunuz. Kendinizi bile yok ediyorsunuz. Adeta beleşten satıyorsunuz, ama farkında değilsiniz.
Kazanmasını bilmeyenler, paylaşmasını da bilmezler. Kendi emeğiyle kazanmasını bilmeyenler, hovardaca harcalar. Bunun için değerlerin kıymetini bilmek gerekiyorsa, onun amansız kazanımını bilmek lazım. Ben bunu defalarca söyledim.
Neden erkenden kuş avlamak zorunda kaldım? Yine babamın, hatta bazı böyle kişilerin, ailelerin değerlerini, gittim kopardım. Gücü etrafıma dağıtıp belli bir örgüt gücü oluşturdum, hatta rüşvet almayı da buna bağladım. Zorlu süreçlerde örgütü oluşturmak için başka türlü yapılamazdı. Ama şimdi örgütümüzün başındakiler, değerleri öyle bir çalıyorlar ki... Hatta bazıları hırsızlayıp kaçıyorlar. Vicdan bunun neresinde? Sizlere göre değer savaşımı yoktur. Değer savaşımı üzerine kan dağıtıyorsunuz, ama vicdanınız bile sızlamıyor. O erken yaşımda bir kuşun nasıl avlandığını ben biliyorum. Ayrıca grup oluşturmaya ihtiyacım var, ne ile yapacağım onu? Marifetin olmazsa, senden bir çıkar görmezlerse gelirler mi?
Okuma işi de öyleydi. Birkaç kelime öğrendiğimizde ilk etapta grupa vermek istedik. Başka türlü çocukları etrafımıza nasıl toplayacağız? Bütün hayat süreçleri böyle olmuştur. Sizler bunu da anlayamıyorsunuz. Bundan dolayı ne kendinize, ne de çevrenize yararınız oluyor. Haydan gelen huya, çar gelen naçar gidiyor. Sonuçta vicdan diye bir şey kalmıyor. Ama biz öyle değiliz, büyük bir vicdan oluşturmuşuz ve bu da özgür yaşama duyduğumuz istektendir.
Anam şunu sıkı sıkıya belletirdi:
"Çalışmadan sana tek bir kuru ekmek yok."
Saç üzerindeki bir ekmeği almak benim için büyük bir meseleydi. Hedefimiz o ekmeğe ulaşmaktı. Anam öyle yüksek bir yere koyardı ki, ona ulaşmak oldukça zordu, hatta gizlerdi. Ekmeği bulmak için bayağı mücadele verirdik. Ekmek kavgası ta o zamanlarda başlamış ve hala devam ediyor.
Çocukluk anılarımıza ihanet etmemek bizim için önemli bir ilkedir.
"Çalış kazan" diyorlardı. Bunu da iliklerimize işletinceye kadar dayatıyorlardı. İşte ekmek kavgası böyle başladı. Sanıyorum yetişme tarzından dolayı, ciddi bir ekmek kavgasına girişmeden sizlere hep hazır verildi. Her şeyi hazır Allah'tan bekler gibi beklediniz. Ekmek için kavgayı bilmiyorsunuz. Sizlere göre yemek yemek çok kolay, çocuklar ağladıkları zaman önüne yemek koyarlar. Anaların en büyük hatası sizi ekmek kavgacısı olarak yetiştirmemeleridir. Sizlere çok yumuşak davranmışlar. Varını-yoğunu biriktirip vermişler. Gerçek dışı bir yaklaşımla büyütülmüşsünüz.
Emeğe fazla saygılı olmayan bir nesil.
Sonradan da ana-babaların parası bitmiştir ve serserileşme dönemi başlamıştır. Tıpkı savaştaki gerçeğiniz gibi. Ana-babaların kabahati budur. Ekmek kavgacısı yapamayacaksa, bu çocuğu neden büyütüyor? Savaştırmasını bilmiyorsan, neden bunları çıkardın karşıma? Bu ülkede, bu halkın maddi gerçeğinde ekmek kavgacısı olmak bütün kavgaların başında yer alır. Ama şimdi bakıyorum, yediklerinin yarısını atıyorlar. Bana inanılmaz bir suç, sorumsuzluk gibi geliyor. Adeta bütün attığınız o ekmekleri alıp yemek istiyorum. Bir aralar beni ziyaret eden bir Fransız gazetecisi hayretler içerisinde kaldı: "Nasıl böyle soğan ve ekmekle idare ediyorsunuz" dedi. Elbette, bu benim yaşam ilkem, belki ayıplarsınız, ama kavgacılığımı doğru göstermek zorundayım.
Daha sonraki yaşlarda kontrolden çıktığım için, her ana gibi herhalde o da düşünmüştür: "Bunun sonu nereye gidecek?" Her ana çocuğunu başgöz etmek isteyebilir. O süreçlerde sanıyorum pek umudu yoktu. Beni akıllı bulmuyordu. Geleneklere göre kızlarını veriyordu, oğullarına bilmem kız alıyordu. Ama benim durumum farklıydı. Ne olacağımı pek anlayamamıştı. Kız verme-kız alma meselesinde herhalde yaklaşımı geleneksel etkiyi kırmaktı. Kıramadığı, etkisi altında olduğu açık. Fakat bende etkisi nasıl olabilir? Objektif olarak, konuyu küçümsememek, konuyu ciddi ele almak gerekir. Aileye göre insan yetişmeyince, her şey biraz daha altüst olur. Tam koltuğunun altında, dizinin dibinde olsaydım mutlaka kendilerine göre birisi yaparlardı beni. Ucuzundan bir koca veya bir karı olarak çocuklarını gerçekleştirmek isterlerdi. Tabii bu daha sonraki bütün düşüşlerin, bütün toplumsal gereklerin, yine bizim toplumsal gerçekliğimiz sözkonusu olduğunda tükenişin, başarısızlığın, düşüşün, toplumsal gerçekliğimiz ne kadar kabul ediyorsa o kadar olmasının sonucuna götürecekti. Bu tuzağa düşmemek, bu aile gerçeğiyle biraz bağlantılıdır.
Ama sizler kontrol altındasınız. Objektif olarak üzerinizde geleneklerin ve geleneksel toplumun etkisi büyük. Bu da geliştirememenin, cüce bırakılmanın en büyük nedeni ve hala sizlerle bu temelde uğraşıyoruz. Geleneksel karı-koca olmaya çok yatkınsınız. Zaten bizim ailede bu da fazla gelişmemişti. Ne babam iyi bir kocaydı, ne anam iyi bir karıydı. Hatta bana göre bu konuda en büyük sorunu yaşayan karı-kocaydı. Babamın kendini başarılı bir erkek görmesi mümkün değildi veya "ben şöyle bir kocayım" demesi çok zordu. Anamında "ne güzel bir karıyım" demesi çok zordu. Başarılı, mutlu oldukları, saygılı, anlayışlı oldukları hiç söylenemez.
Bunun üzerimizdeki etkisi ise oldukça ilginç.
Şans mı, şansızlık mı?
Sizin için iyi mi, kötü mü? Yorumu sizlerin. Ama genel Kürdistan ailesini gözönüne getirdiğimizde bunun çok çarpıcı bir şans olduğu ortaya çıkıyor. Kürdistan ailesi her ne kadar geleneklerin ağır etkisi altında terbiye görmüşse de, erkek kadını korkunç derecede namus meselesi yapıyor. Kadın da hiç içeriği, özü olmadığı halde, erkeğin kadını olmak için kendini geleneklere göre olağanüstü zorluyor. Ve geleneklerin güçlülüğü en temel kaybetme nedenidir.
Köleliğin en temel kaynağı, kurumu bu ise, demek ki bizim ailede bir türlü geleneğe göre kurulamayan karı-koca ilişkisi büyük bir çözüm zeminiymiş. Anamın babaya iyi bir karşı koymayı becerememesi veya onu mümkün görmemesi, böyle bir kocayı kabul etmemesi, üzerimde bayağı etkili olmuş. Adam çeşitli nedenlerden dolayı böyle davransa da, yine anamın özgün nedenleri de olsa, bunun böyle gelişmesi daha doğru sonuçlara yol açıyor. Ve Kürdistan ailesi tarihin bu sürecinde en problemli, diğer yandan çelişkiyi gizleyen, çözümsüzlüğü yaşatan en önemli kurumdur. Bunun bizim aile gerçekliğimizde neredeyse tam bir çözülüşü, anlamsızlığı yaşaması, benim de bu ortamı değerlendirmiş olmam, gelişmemizin en önemli bir çıkış nedeni oluyor.
Başlangıçta şanssızlık dediğim, daha sonra büyük bir şansa dönüşüyor.
Eminim ki, iyi bir karı-koca olsaydı bunlar, erken yaşlarda ben de onlara özenirdim. Tabii ananın da kendine göre bulduğu zayıf kocayı karşısına alması, ona karşı sürekli savaşım içinde olması bende iki yönlü düşünce ve duygu geliştirdi. Böyle koca olmamak gerekir. Ama böyle karı da olmaz, olmaması gerekir. Fakat olmuş, nasıl aşacaksın? Böyle koca olunacağına hiç olma. Veya bir kadının böyle zorlaması mı, zorlanması mı? En sağlıksızı, en sakıncalısı daha sonra anlaşıldı.
Bu bir Kürdistan çelişkisidir.
Artık Kürdistan'da maddi ve manevi olarak alt ve üstyapıda aile çözülüyor, klasik ilişkiler bozuluyor. Yenisinin de pek imkanı yok. Eski hiç taşınmıyor. Bu iliklerine kadar herkeste ve her yerde gözüküyor. Ama yenisini kurmak konusunda kimsenin en ufacık bir mecali, gücü yok. Tam da bu noktada olağanüstü bir çözüm gücü olarak bir şansı yakalamış oluyorum veya şanssızlığı şansa dönüştürüyorum. Büyük çaresizliği çareye dönüştürüyorum. Eminim ki, böyle aşırı bir çözülme veya çelişki olmasaydı bu kadar büyük yeniliğe amansız atılmazdık.
Hatırlıyorum, her eve gidişimde, her bu ilişkiye tanık oluşumda gırtlağıma kadar öfkeyle doluyordum. Ve fırlıyordum, metropole, okullara ve orada bu çelişkiyi çözmek için birikim yapıyordum. Her altı ayda bir köye gelişlerim benim için büyük bir devrim sıçraması demekti.
Yetmeyen, tamamen çözülme aşamasına gelmiş, fakat geleneklerin çok ağır olan etkisi nedeniyle de dışa vurmayan namus anlayışı adı altında, karılık-kocalık geleneği vardır. Toplumumuzda güçsüzlüğün ifadesi olarak, belki de hiçbir toplumda görülmemiş ölçüde onlara sarılma güçlüdür. Kocanın hiçbir şeye gücü yetmez; karısı üzerindeki hukukuna, geleneğine de dayanarak bütün gücünü konuşturur. Yine kadın çok çaresizdir. Her şeyiyle kocaya sığınma gereğini duyar. Bu da köleliğin en temel bir nedeni oluyor. Kürdistan çapında en temel bir çelişki oluyor. Çözülme hızlandıkça bu daha da gericileşiyor, tutuculaşıyor.
Kürdistan'ın bu en baş çelişkisi bizim koşullarımızda, felaket halini alıyor.
İşte talih veya talihsizlik.
Tam da bu noktada artık bunu aşmamız gerekiyor. Bırak aile namusunu, bırak ailecilik yapmayı, karılık-kocalık yapmayı; bunları fazla ciddiye alma, kendine ve kendinde yeniyi ara. Bildiğiniz gibi, kendimizi çare olmaya doğru götürme, en tabu konularda bile özgürlüğü esas alma, yaratıcılığı esas alma; bu anlamda çözümü yakalayabilme yönelimimiz devam ediyor. İyi karılar, iyi kocalar olma yerine, iyi savaşçı olmak esas alınıyor. Çözümleyici savaşçı, başarılı savaşçı; ana ocağından çıkardığımız en temel bir sonuçtur. Bana göre iyi savaşçı olamayanların hiçbir yaşam şansları olamaz. Bırak karı-koca olmalarını, insan bile olamazlar.
Bugün dolayısıyla açıklıkla söylemeliyim ki, anamın bana öğrettiği en temel gerçeklik budur. Önce iyi adam ol, iyi savaşçı ol. Biz bu yaşımıza gelmişiz hala iyi savaşçı olma peşindeyiz. Tabii aileler ise iyi savaşçı olmayı önlemek için daha 12-13 yaşlarında "iyi karı ol, iyi koca ol" çağrısını vermiş ve uygulatmışlardır. Bizim ailede bunun fazla geçerli olmaması, benim üzerimde etkisinin fazla gelişmemesi önemli.
Düşünün, bu yaşlarda böyle bir geleneğin etkisine girmek her şeyin bitişidir. Fiilen girmeseniz bile duygu, namus itibariyle girmiş olmak; savaşçılığın hiç gelişmemesinin temel nedenlerinden biridir. Benim kavgacılığımın patlama göstermesi bu geleneği erken yaşlarda yıkmamdan dolayıdır. Aile gerçeğine göre erken yaşlarda bir karılaşma, kocalaşma; işin bitişi demektir. Bakın ben bu çelişkiyi, biraz doğru ele aldım. Sizi bu yönlü iyi karılar, iyi kocalar olmaktan alıkoyduğumuz için gücünüz, enerjiniz, bilinciniz, dolayısıyla savaşçılığınız biraz devam ediyor. Belki geleneklere göre bir yaşam sizi rahatlatabilirdi. Ama bana göre, bunun maddi temeli yoktur. Maddi temeli olmayan bir şeye göre kendinizi yatırmanızın da hiçbir anlam yoktur.
Bu ülkede yaşamak istiyorsanız, bu iyi bir eş, dost, ahbap-çavuş, hemşeri olmaktan geçmez; tam tersine iyi bir toplumsal savaşçı ve ondan sonra ulusal savaşçı olmaktan geçer. Çözümlemeler ortaya koymuştur ki, iyi bir hemşericilik, ahbap-çavuşluk, yarenlik, hele hele iyi bir eş-dostluk, kadın-erkek ilişkisi savaşçılığı bitirir. Bunun yerine biz hangi bağları esas aldık? Hemşericilik bağları yerine, ulusal bağları, ahbap-çavuşluk bağları yerine, sınıfsal, siyasal bağları; ucuz eş-dost, sahte karasevda bağlılıkları yerine, yaman örgütsel ilişkileri, yoldaşlık ilişkilerini esas aldık. Düşünün, ben bu konuda, olağanüstü bir şekilde hem temellerini dikkatli atıyorum, hem pratiğini yürütüyorum. Görüyorsunuz ki, bu dünyanın hayretini çekiyor. Bu kadar geri toplumsal koşullarda nasıl böyle çelikten bağlar oluşmuş diye. Bu mücadele gerçeğiyle bağlantılıdır.
Tam da bu noktada, kadın ordulaşmasının da, erkek ordulaşmasının da ne anlama geldiği şimdi daha iyi anlaşılıyor.
Hiçbir kitapta böyle bir ordulaşma ilkesi yoktur. Ama bana göre bizim toplumsal gerçeğimizin çözümlenmesinde böyle ilkelere ihtiyaç vardır. Hala tam anlamamışsınız, ama toplumsal gerçekliği sağlam çözümleyen birisi bunu yakalayabilir. Kürt erkeğinin durumunu çözmek için, olağanüstü tedbirlere ihtiyaç var. Bunlardan biri de kadın ordulaşmasıdır. Tabii, bunu da yanlış anladılar. Silahı verirsin eline, erkek nasıl yapıyorsa o da öyle yapsın. Bu anlamda bir ordulaşmanın mümkün olmadığını bilmekte fazla zorluk yoktur. Daha değişik bir ordulaşmadır. İşte anamın kavgacılığı, bilmem hiç kurala, kaideye gelmeyen, kadın ordulaşmasına dönüştürülüyor diyelim. Bu çok gerekli. Neden gerekli? Madem anam kocayı beğenmiyorsa, kocayı ortaya çıkarması lazım. Nasıl ortaya çıkaracak? Mücadeleyle; mücadeleyi bilmesi lazım.
Şimdi bütün kızlar, haklı olarak karşılarında anlayışlı bir erkek görmek isterler. Bunun için ne gerekli? Kavga.
Anlayış desen, fazla imkan yok. Kocanın veya erkeğin sana vereceği fazla bir şey yok. Kendisi çaresiz. Kürt erkeği bu anlamda oldukça zavallı. Hem komik, hem trajik bir durumu yaşıyor. Kızlar daha zavallı, daha bilinçsiz ve çaresiz. Peki bu ikisinin kaynaşımı neye yol açar? Trajik-komik bir duruma yol açıyor. İşte buna da fırsat vermemek, devrimciliğimizin en önemli bir yanıdır. Hatta günlük olarak da pratikte ben birçok erkek kadın veya delikanlı-kız çözümlemesini yapıyorum. Gelenlerin büyük bir kısmı, geleneklerine göre aslında evde fazla bulamadıklarını, kolektif bir kaçış pratiğine girerek karşılamak istiyorlar. Saflarımızda her kız neredeyse kendine göre bir erkeğe kaçmış aslında. Ama yanlış, bunu düzeltmek gerekiyor. Çaresizlikten dolayı geliyor. Yanlış. Kavgalı ve bilinçli bir şekilde örgüte gelmesi gerekiyor.
Önderliği tanımak gerekiyor. Kavga temelinde başladı ve şimdi oldukça planlı ve örgütlüdür. Erkek eski erkek, kız da eski kız. Benim açımdan bunların hiçbiri kabul edilmez. Ama diyeceksiniz ki, "biz böyle yetişmişiz, sen öyle yetişmişsin" anlayışı düşmanın egemenliğine götürüyor, toplumsal çözümsüzlüğü derinleştiriyor. Gerçekler böyle söylüyor. Senin nazik yetişmene, anlayışına ben ne diyeyim? Yaşamak istiyorsun; bunun için benim kadar savaşan var mı? Kavgasını vermeden neyi yaşayacaksın? Ben bütün sadakatimle ve açıklığımla şunu size söyledim; isteyen yaşasın bakalım. Parçalamadan, dökmeden kaçırtmadan.
Hayretler içindeyim, arkadaşlarımız bu kadar yaşlanmışlar. Hatta bu kadar kadın-erkek birikmiş saflarımızda. Geliştirilen ilişkilerin hepsi bana göre çok tehlikeli. Her gün raporlar alıyorum. Kadın fırsatı buluyor mutlaka düşürüyor. Erkek buldu mu daha tehlikeli oluyor. Zaaflarını konuşturuyorlar. Çok aşağılık mı desem, bunları kovsam mı diyorum. Bunları nasıl eğitelim? Her gün kafamda binbir türlü evirip çeviriyorum. İşte kadın ordulaşması, savaşçılığı, erkeği hizaya getirme, geliştirme, savaştırma bu derin endişelerle bağlantılı. Gün gibi belli. Savaşçılığı önleme temelinde geliyorlar veya savaştan kaçmak için yaklaşım geliştiriyorlar. Ama bayılıyorlar.
Günlük alan raporlarına bakıyorum; ana karargahtan tutalım herhangi bir bölgeye kadar, en değme militanımızın, erkek ve kızımızın ilişkisine bu basit emelleri yerine gelmezse "intihar ederiz" diyorlar, fırsat buldular mı derhal koalisyon kuruyorlar. Kime karşı, niçin? Basit, belki de varsa bir yaşamları; sevmesini bilseler ben de alkışlardım. Onu da becerdikleri yok. Sırf laf olsun, hayalleri, güdüleri tatmin olsun diye. Büyük aşkı yakalamak veya büyük yiğitliği, savaşçılığı esas almak ödürsen aklına gelmiyor. Tepkiyle ve zoraki bir memur gibi, "biraz PKK'ye çalışırım, ondan sonra kendi ilkelliklerimi, güdülerimi yaşarım" zihniyeti içindeler.
Ama maalesef yaşananlar da bunlardır. Geçen gün bir raporda okudum, bir kız arkadaşımız diyor, "bizim yaptığımız temel hata, toplumsal temelde günde on defa evleniyoruz. Parti Önderliği ise bakireliğini sımsıkı koruyor." İlginç bir değerlendirme. Evet, sizler her gün evleniyorsunuz. Klasik anlamda ve toplumsal temelde bağlılık düzeylerinizi, alışkanlıklarınızı gözönüne getiriniz: Her gün evleniyorsunuz.
Aşkı, ilişkiyi doğru anlamak, hiç kimsenin yanından geçmediği bir durum oluyor. İlle de "ya teslim olur, ya teslim oluruz." Bırak toplumu, saflarımızda tam bir bela durumu. Kabul etmeyeceğimiz açık. Yüksek savaşçılık özelliği göstermeyen kadını da, erkeği de ben adam yerine koymam. "Ya kadınsız, erkeksiz olunur mu?" diyeceksiniz, olunmaz ama her şeyden önce kavgasız da olunmaz. Kavgayı biliyor musunuz? Kavgayı bilmeden yaşamı anlayamazsınız. Yaşamın kıymetini, dolayısıyla çok doğal, çok zorunlu olan kadın-erkek ilişkisini da anlayamazsınız. Anlayamadığınız en temel bir önderliksel savaş özelliğidir.
Eski tarzla ilişki geliştiremezsiniz. Örgüt imkanlarını kullanarak, örgütün özgürlük ortamını yanlış kullanarak, "ya işte bak etki altına alacağım ne kadar kız var, erkek var. Yetkim, kanun gibi kurallarım da var. Fırsat buldukça uygularım." Hayır. Belki toplumda rahattın, ama PKK içinde bunlar çok zor. "Bazıları uyguluyor" diyeceksiniz. Uyguluyorsa açığa çıkıyor. Ben her şeyden önce kendime uyguluyorum, bu yaşa gelmişim, dikkat edin.
Savaşa göre olmayan ilişki, aşk; kaç para eder. Ben bile daha tam cesaret edemiyorum. Herkes beni belki korkak olarak da değerlendirebilir. Ama sen kim oluyorsun? Savaşçılığın yanından geçmiyorsun. Savaşçılığı da kaba anlamayın, "öyle silah sıkıyoruz. Vay birkaç eylem de yaptık. Daha bizden ne isteniyor?" demeyin. Ben bu anlamdaki savaşçılığı yüzde bir bile savaşçılık saymam. Savaşçılık kapsamlıdır. Ruhtan tutalım fiziğe kadar, sıcak savaşımdan ruhsal savaşıma kadar, hepsi savaşçılığın kapsamına girer.
Önderlik ilkesi, her şeyden önce savaş ilkesidir. Ondan sonra yaşam gelir, ekmek gelir, vicdan gelir, sevgi gelir, aşk gelir. Bırak aşkı, siz ilkel güdülere bile anlam veremiyorsunuz. Oysa PKK savaşçılığında bunları muazzam dönüştürme diyalektiği geçerlidir. Bu halinizle bırak size erkek demek, eskiden olsaydı köle diye piyasada satmazlardı veya alıcı bile çıkmazdı. Kızlar için de öyle. Çünkü fazla biçimli olmayan kızları kimse köle, cariye diye satın almazdı. Gerçeklik bu. Sarsılmak için bunları bilmeniz gerekiyor. Yaşamın kolay olmadığını, savaşçılığın boş bir iş olmadığını mutlaka anlamanız gerekiyor.
Neden bu kadar zorladım? Keyfimle mi seçtim bu durumu? Yok. Ezildim ezildim, boğuldum; boğuldum, büzüldüm; büzüldüm, vuruldum; vuruldum ve daha sonra "çıkış" dedim.
Dikkat edin, kendim içim yapmadığım, yaşamadığım ortamları size yaptırıyorum, size yaşatıyorum. Benden daha arkadaş canlısı kimse olamaz. Anamın "senin çalıştığın gibi çalışmazlar" diye bir sözü vardı. Toplum mantığıyla alakası yok. Ama ben bu konuda da isyanı esas aldım. Tabii o bunu fark ediyordu. Anasının istemine göre bir grup oluşturmak tehlikeliydi. Ama biz bunu denedik ve sizler bunun ürünüsünüz. Anama rağmen, grup kurmaya cesaret edişim, sizi siz yapan temel özelliktir. Sizler bunları bilmeden kendinizi adam yerine koyamazsınız.
Belki kendinize göre çok ulaşılmaz veya tehlikeli, anlamsız bulursunuz. Ama ben de söylüyorum; biz bu kavgayı şimdiye kadar böyle yarattık ve şimdi ise kavganın başıyız. Hatta neredeyse ilah kadar başındayız. Kendimi zorla mı dayattım? Hayır. Toplum itiyor, sizler her gün istiyorsunuz. Ben güçlü bir merkez, militan olmanızı isterdim. Fakat her şey bana yıkılıyor. O zaman sizlere düşen bunu öğrenmektir. Buna katılmamak, bunu boşa çıkarmak değil, hiç olmazsa doğru bir öğrenme gücü göstermek. Ondan sonra karar verin, varsanız "evet", yoksanız "hayır, bu deli işidir" deyin. Ya izin isteyerek, ya da isyan ederek kaçın. Biz ikisine de varız. Neden her gün Önderlik yeminleri ediyorsunuz? Gerçeğinizi biraz öğrenmek için değil mi? Herkes "bütün gücümüzü sizden alıyoruz" diyor. Ama bu gücün nasıl bir güç olduğunu, nasıl oluştuğunu kimse anlamak istemiyor. Tersine çarçur ediyor. Basit bir ekmek kavgası, hatta savaşçılık bile, Önderlik gerçeğinde bu biçimdedir. Neden kaçacaksınız? Ben mi anama, "beni dünyaya getir" dedim. Yok. Topluma göre, kendime göre oldum. Ondan sonra kendimi korumaya almam, özgürlüğün ilk adımıydı ve yaptım. Günah mı bu? Sizler için çok mu kötü oldu? Başka nasıl iyi evlat olunur? Şimdi hiç olmazsa nizamınız var. Birliktesiniz, biraz gücünüz var. Hatta bu ülkede en güçlüsü de oluyorsunuz. Bu, savaşçılıkla mümkün olmadı mı? Başkaları mı yaptı? Sizlere bırakılsa, acaba kaç saat ayakta kalırsınız?
Hikaye böyle.
Namus belası mı dersiniz, namus sorunu mu dersiniz, ne derseniz deyin, içine girdik ve buraya kadar getirdik.
Anlayışlı çocuğun namus meselesi, şimdi bir ülke meselesi, bir savaş meselesi, bir parti meselesi, bir kişilik meselesi, bir kadın meselesi, bir erkek meselesi oldu.
Kendisine saygılıydı. Özgürlüğü esas aldı ve bunlar için savaştı, sonuçta buraya kadar geldi. Ağlayacağınıza, sızlayacağınıza anlamaya çalışın. Anlamaya çalışırsanız iyi edersiniz.
Kırk yıldan sonra anaya olan gerçek sevgi şimdi anlaşılıyor.
Anaya layık olmanın büyük bir savaşçılıkla mümkün olduğu bugün ortaya çıkmıştır. Şimdi olsaydı anam, belki anlam vermeye çalışırdı. Aslında düşündüğüm kadar kötü birisi de değildi.
DEP kongresine gittiğinde Musa Anter'le elleri havadaydı.
Musta Anter eski bir yurtsever, diğeri de anaydı.
Fakat elleri buluşmuştu. Yani bir şeylere aklı erişmişti.
Anaya doğru saygı göstermem en temel gelişmelerden biridir. Zaten anaların bu kadar evlatlarını hiçbir gözyaşı dökmeden Önderliğin emrine vermeleri bunu çok açık gösteriyor. Bu büyük bir gelişme.
Anaları gururlandıracak kadar büyük işler yapmışız.
Kürdistan analarına bu hem yaraşır, hem de bu kurtarabilir.
Kadın emeği üzerine, kadın çabası üzerine yatan bir kişi değiliz. Bu ana da olsa, bir kadını ucuz kullanmaya, onu kendimiz için çalıştırmaya tenezzül etmeyiz. Bu anlayıştan yola çıkarak, kişiliğimiz itibariyle daha fazla vermemiz gerektiğini, büyük vermemiz gerektiğini düşünüyoruz. Anamın benden bu kadar talepte bulunması, ısrar etmesi, benim de bunlara büyük bir cevapla karşılık vermiş olmam önemlidir. Basit hediyelerle bunun olmayacağını, analık hakkının böyle çalışarak, işte küçük bir memur, birkaç kuruş para, yiyecek, giyecekle karşılanamayacağını gösterdik.
Bu basit bir hediye, ama en büyük hediyenin böyle bir kadın çalışması olduğunu düşünüyorum. Bu da yapılmıştır. Bu anma, bu anlamda bir gerçekleştirmeyle, gerçek karşılığını vermeyle hesabını gördürmüştür. İlle birisi ana hakkına, bir ana da ille kendi hakkınakarşılık istiyorsa, böyle bir savaşımı kabul etmelidir ve hatta bu savaşımı istemelidir. İşte biz bunu yaptık. Şimdi bütün analar da bunu anlıyorlar ve ana büyüklüğü bu temelde anlam buluyor. Kadınlar içinde bu savaş anlam bulabiliyor. Yiğit oğul böyle olur, bana göre, kadına göre, anaya göre. Ama dediğim gibi bu sadece bir savaştır. Dahası savaşı ustalıkla yürütmeye bağlıdır. Sanırım anam buna bir şey demezdi. Sonuna kadar o da kavga ediyordu. O zaman ben de sizin için sonuna kadar doğru temelde kavga edeceğim. Ne isterseniz bu kavgayla bağlantılı bulabilirsiniz. Başka hiç kimse oğlunu yanlış anlamamalı ve ondan yanlış talepte bulunmamalı.
Anaların yüreğini az çok anladığım söylenebilir.
Anlamayanlar partimiz içinde, erken şahadetlere yol açan kişilerdir. Ben bunların analarına da, yoldaşlarına da pek saygılı olmadıklarını söylüyorum. Yaşam için kavga ne kadar zor olursa olsun, bunu sonuna kadar geliştirmeye varım. Ama en az onun kadar bu kavganın yol yöntemlerine müthiş bir yürekle karşılık vermek gerektiğini açıklıkla gösteriyorum.
Sizler de analara saygılı olmalısınız. Onların gerçekliğine yalnız benim hesap vermem doğru değildir. Sizlerin de vermeniz gereken hesapları var. Kötü savaşıyorsunuz, düşüyorsunuz. Bundan dolayı anaların istemi hep bana düşüyor. Anama doğru dürüst hesap vermiyorum. Hepinizin analarına nasıl hesap vereceğim? Olmadık yerde düşerseniz, savaşmayı doğru-dürüst bilmezseniz, "sizde hiç vicdan yok mu" demek gerekiyor.
Bu kadar ana yüreği nasıl dayanacak?
Biraz vicdanlı olun. Yeter bu kadar vicdansızlık, inkarcılık. Ağlamayı durdurmakla analara büyük iyilik yaptığımızı düşünüyoruz.
Analar şimdi daha az ağlıyor.
Birkaç oğul verenler bile bazen hiç ağlamıyor. Bu büyük bir gelişmedir. Ama ağlayışlarına yol açmamak da, onlara yaraşır oğul ve kızlar olmak da, bize düşer. Bu bizim temel görevimizdir.
4 Nisan 1996
Parti Önderliği
- Ayrıntılar
AGİT'i anmak, O'nun mücadelesini anlatmak; gerçekte ulusal ve toplumsal özgürlük ve demokrasi mücadelemizin önde gelen kahramanlarından birini anmak ve bu destanını anlamaktır. Bir halkın ve yine onun mazlum sınıflarının soylu geçmiş ve geleceğini kişiliğinde birleştirmiş olanların ölümünden ya da yitirilmesinden bahsedilebilir mi?
Büyük insanları, seçkin önderleri, halkların kurtuluş umudu olan yaşamı yaratanları anlatmak çok zor. Yaşamları, bilinen anıları, bugüne ulaşmış söz, belirleme ya da tutum- davranışları düşünülebilir. Onların sıradanlığı aşan yanları, ayırt edici özellikleri bir bir sayılabilir. Ama yetmiyor. Her biri bir roman kahramanı, yaşamlarının her bir anı destan konusu olan bu seçkin insanları anlatmaya yetmiyor. Çünkü onlar sıradanlığı aşıp doğaüstü güçlerle donanmayı başaran, maddi yaşam içindeki duruşlarıyla yıkılmaz değer yaratanlar, kutsallığa erişmiş insanlar oluyor.
Örgütçülüğü, disiplini, dinamik yapısı, ilkeli yaklaşımı, emekçiliği, mütevazi yaşamı, birleştirici yanları ile O, 'bir çizgi militanı olarak Apoculuğun havarisi olarak' işe başladı. Binlerce yıllık Kürdistan tarihinin yarattığı umutsuzluk ortamı karşısında o hep bir umut kaynağı oldu. Ve ayrılıkları değil, birlik yanları öne çıkararak bölücülüğe, parçalanmaya karşı amansız bir savaş verdi. Hepsinden önemlisi O, değer tüketen değil, yaratandı. Yaratılan değerlerin savurganlığı karşısında bir öfke yumağıydı. Hep öğreniyor ve öğrendiklerini paylaşmak için hep öğretiyordu. Yoldaşlarına, dostlarına bu kadar güç, moral veren, karşıtlarına ve ihanetçilere de elbette ki korku salar. Onun için hep karşıtlarınca izlenen ve etkisizleştirilmek için çaba harcanan bir hedefti. Bin yılların tarihini bugünle buluşturup gelecekle köprüsünü kuran bu eşsiz insan, en verimli çağında, yani halkımız/halklarımız için en yararlı çalışmaları üreteceği bir dönemde 28 Mart 1986'da Şırnak'ın Gabar (Küpeli) dağı kırsalında haince bir komplo sonucu ölümsüzler kervanına katılırken; geride bir korku, kaygı değil, korkunç bir kararlılık ve kazanma hırsı bıraktı.
Layık olmak, bizleri tarihle buluşturanları tarihin sonsuzluğu içinde yaşatmak tarihi, kutsal bir görev olarak karşımızda duruyor. Büyük örgütçü, büyük mücadele adamı, 15 Ağustos Atılımı'nın büyük komutanı, büyük insanlık militanı Mahsum KORKMAZ’ı (AGİT) anmak, anısını yaşatmak; ancak sarsılmaz bir inançla geleceği yaratma mücadelesinde, O'na layık bir yaşamla dimdik ayakta durmakla mümkündür.
Çünkü; "Şehitler dünde kalmadı, şehitler sadece geçmiş tarihimiz olmadı, bugünün çelişkilerinin çözümüne öncülük ettikleri gibi geleceğimizi de aydınlatmaya; tarih bilincimiz ve geleceğe yol gösteren öncülerimiz olmaya devam edecekler".
Kahramanlık döneminin sembolü
Agit yoldaş!
Evet, O'nu tanımak ve anlamak gerekir. Agit yoldaş şirin, Agit yoldaş cesur, Agit yoldaş fedakâr insan!
Bu can yoldaşı anmak ve aramak gerekir. Hele hele günümüzde tarihin o utanılası mirasını hala boynunda ve ayağında bir zincir gibi taşıyan halkımızın o katlanılmaz yaşam tablosu gözler önündeyken böylesi bir kişilikle tanışmak, O'nun oluşturduğu akımın içinde yer almak, O'nun yoldaşı olmak ve büyüklüğüne erişmek nefes alıp vermek gibi bir zorunluluktur. Agit yoldaş, başından sonuna kadar tüm şehitler zincirinin beyni ve yüreği olmasını bilmiş, yine tüm halkın yüreğini ve beynini bir kişiye sığdıracak güce ulaşmış büyük bir insandır. Bir kişi eğer onun niteliklerine ulaşabilmişse yücelik ve yiğitlik sıfatlarına layık olabilir. Böylesi bir gerçekliği yaratmış biri için ölümden bahsetmek ne kelime! Yaşamın en soylusu içinde erimiş, onun ta kendisi olmuş biri ölebilir mi?
Eğer yaşam sayısız niceliğin kısa bir zaman aralığında bir araya gelmesi ise bunun belli bir süre sonraki adı da ölümdür denebilir. Ama eğer yaşam, evrenin sonsuz bir kavranışı ve insan soyunun gelişim halkalarının sonsuzluğu olarak ele alınacaksa, yaşamın bu soylu kavranışını kişiliğinde abideleştirmiş birinin ölümünden söz edilemez. Böyle bir kişiliğe ve Öndere sahip olan halkımız da O'nun şahsında gerçekte şanlı bir dirilişe ve ölümsüzlüğe ulaşmıştır. PKK ve halkımız O’nunla gurur duyuyor. O, her zaman ulusal direniş mücadelemizin kahramanlık döneminin sembolü olarak anılacaktır.
- Ayrıntılar
Parti Merkez Okulumuz, Mahsum Korkmaz Akademisi’nin değerli öğrencileri, partililer ve tüm ARGK’liler, Newroz’unuz kutlu olsun!
Tüm Partililer, ARGK’liler, Halkımız, Dostlarımız!
Kutsal direniş, diriliş savaşımımız, 25. Newroz’unu da büyük bir başarıyla karşılama gücünü göstermiştir. Büyük tarihi düşüşü belki de Med’lerin yıkılışıyla başlatırsak, -ki bu bir Mezopotamya uygarlığıydı- 2500 yıllık gibi bir düşüşün ardından; belki de onun tam karşılığı olan, yani her bir yılı bir yüzyılı bulan bu 25. yıl gerçekten bir diriliş oluyor ve oldukça da kurtuluşa yakındır. Nerden geldiğimizi, nasıl bir duruma sokulduğumuzu anlayabilir ve nasıl olmamız gerektiğine dair düşünebilir ve neler yapabileceğimizi kararlaştırabilirsek göreceğiz ki, adına yaşam denilen ama ölümden beter bu durumdan, kendi insanlığımıza ve toprakla karışmış özgür kimliğimize ulaşırsak; bunun sınırlı bir nefes alışverişinin bile ne kadar değerli olduğunu mutlaka takdir etmek gerekir.
Büyük bir minnettarlıkla başta büyük Newroz şehitlerimiz Mazlum Doğan’ın, Zekiyeler’in, Rahşan, Ronahi ve Berivanlar’ın o büyük şahadetlerini ve hemen her yıl o kutsal serhıldan isyanlarımızın son ifadesi, ’90’ yıllarındaki Nusaybin, Cizre, Şırnak, Lice, Van ve giderek bütün Kürdistan kent ve köylülerinin o şehitlerini de bu Newroz’un özüne yerleştirirsek göreceğiz ki; yaşamın başka türlü anlaşılması, savaşın da başka türlü verilmesi gerekiyor. Bu yirmi beş yıl üzerinde sürekli durulmalı, dersler çıkarılmalı ve varsa insanlık iddiamız, gerçekten ana topraklarımızda bir yaşamaya güç getirmek, yürekten ve irade ile bunu başarmak istiyorsak; kesinlikle bu yıllar, kendimizi yeniden yapma, yaratma ve hemen hemen kaybedilen her şeyi bulma yıllarıdır. Bu savaşın, bir özlü düşünceden tutalım, özgürce bir nefes alışverişe kadar, esasta bunun en son çabası olduğunu bilerek anlayabilmelisiniz.
Bu anlamda PKK; bir diriliş olayı, yeni gün olayı ve bir Newroz olayıdır. Biz bugüne boşuna PKK’yle başlamadık. Ama aynı zamanda bu, korkunç bitişin ve karanlığın eşiğindeki zayıf insanımızın, kendisine dürüst bir ad vermesidir. Kendine ‘ben dürüst olacağım’ sözünü vermesidir. İnsanımızın hiçbir umut işaretinin olmadığı bir dönemde bile, inandırıcılığı ve hiç bir şansı bile olmasa, ‘ben bu kimlikle ve bu söz için yaşayacağım, gerekirse savaşacağım’, diyebilmesi işin özüdür. Başka türlü olmuyor.
Ben o günü şu an gibi hatırlıyorum. Düşmanın başkentinde silik, iddiasız ve yutulmayla karşı karşıya olan bir gençlik döneminde, hem de sömürgeciliğin bütün çekici imkanlarıyla karşı karşıyken ve sizin hiçbir ilginize değmeyecek kadar geriyken, bitmişken böylesine bir günde bir tercih yaptım. İmhacı sömürgeciliğin oldukça imkan dahiline giren yaşamına hayır dedim. Oldukça umutsuz, olanaksız ve belki de imkansız gibi gözüken bu özgürlük umuduna, herkesin, mensupları da dahil hiç inanmadıkları, belki her şeye anlam verseler de anlam veremeyecekleri bir adıma, biz başlasak ne olur dedim. Belki de bunun tarihte eşi bile yoktur. Biz bu kararı verdik. İki sözcükle olacaksa, ana topraklı ve kimlikli bir yaşam, özgürlükle olsun dedik. Ve gerçekten o büyük umut savaşına giriştik.
Bu tarihi, şüphesiz bir hitapla dile getirmek mümkün değil. Bu yirmi beş yılı mümkünse sürekli incelemeye, değerlendirmeye almak ve gittikçe daha da derinleşen teorisini ortaya çıkarmak kadar, ki başlangıcından itibaren de iradesi vardır. Onun siyasetteki ifadesi nedir? Geliştirmek istediği yaşam ve askerlik dilindeki ifadesi nedir? Neyi gerçekleştiriyor. Gerçekleştirilen; bütün yönleriyle bir değil bin daire çizerek daha derin ve giderek yükselen bir biçimde bu yılları böyle anlayabilmek, bu yıllarla büyüyebilmek, bu yıllarla yeniden yaratılmaktır. Önderlik gerçeği denilen, PKK gerçeği denilen olay bu. İçinde neler yok ki: Silik insandan tutalım en hainine, eşsiz kahramanlarından tutalım en düşkününe, en güzelinden tutalım en çirkinine, en korkağından tutalım en kahramanına, en dirisinden tutalım en ölüsüne kadar her şey var. Bu yıllar, bu çağdaş Kürdistan yılları; PKK dışında her şeyin bittiği, adının bile kalmadığı son bir çare olarak, olacaksa insanlığımız, yaşayacaksa kimliğimiz, mümkün olacaksa kurtuluşumuz, her şeyden önce gelin bunu tartışın deme hareketidir. Daha sonra mümkünse bir karara, ondan da daha ötesi bir iradeye ve bir savaşa yol açabilir miyiz hareketidir.
Bugün büyük öfkelerimizi az da olsa dindirmişiz. Ama asıl büyük kavga için, kurtuluş için bu günleri yaratmanın bir başlangıç olduğunun da bilincindeyiz. Çağdaş partiler için yirmi beş yıl, zafer yıllarıdır. 20. asrın, hemen hemen büyük devrim yapan bütün partileri bu işi, on yıl, on beş yıl bilemedin yirmi yıla sığdırmışlardır. Bazıları da başarısız olmuş, hatta devlet kuranlar bile, devletini de kaybetmişlerdir. Biz ne devlet kurabildik, ne de tam başarısız olduk. İkisinin orta yerindeyiz. Önemli olan burası da değil. Önemli olan ve bizi ilgilendiren; bu büyük tartışmayı, aydınlamayı, iradeleşmeyi ve daha da önemlisi gerçekler ne ise olduğu gibi görmeyi ortaya çıkarmaktır. Kürdistan’daki çok kirli, işgalci ve imhacı gücün savaşı kadar, yine Kürt gerçeğindeki sosyal bir anlamı olmayan, bir eşkıya kavgası kadar değeri kalmayan o çok çirkin, bitik ve hiçbir amacı olmayan kavgacılığı ve bütün bunların Partimizin içine bir daha hesaplaşmak üzere çekilmesi bayıldığımız işlerdendi. Anlamsız kavgalara sınır çekmek istedik, kavga olacaksa bir çizgi temelinde, bir anlamı olan ve tarafları olan bir kavga olsun dedik. Bunu yapmak, sanırım hayırlı bir işti.
Kendi tarihine bu kadar ihanet etmiş, çağdaş insanlık içerisinde sıfırlanmış bir kimlik, bir gerçeklik ne kadar utanç vericidir. Bu parti, bununla hesaplaşmak için gerekliydi. Bu yirmi beş yıl, bunu güzel çerçeveledi, çemberledi. Her şey yeniden, fazla inancı olmasa da, iddiasız ve hatta kendini örtbas ederek de olsa burada tartışıldı. Bu yirmi beş yılın içerisine girmeyen tek bir Kürt insanı, bir Kürdistanlı kalmadı. Tek bir sömürgeci de kalmadı. Hatta emperyalistler de bunun içine çekildi. Bütün dünya çekildi. Gelin Kürdistan’a kavganızı açıkça yapın, hepinizi çekti. Gelin boyunuzun ölçüsünü alın dedik. Ben başarıyı biraz burada görüyorum. Yani kim nedir açığa çıksın. Kavgada önce tarafların açıklığa kavuşması gerekir. Eğer bir ülkede bu yoksa herkes düşmanın istediğinden daha fazla düşmanın ajanıysa, yaşam hainiyse, utanılası ve lanetli bir gerçeğin ifadesiyse, öncelikle yapılması gereken bunu açıklığa kavuşturmaktır. Bu, Partiyle mümkün oldu. Kimisi içinde, kimisi dışındadır ama hemen hepsi ilgilidir. Bu önemli bir gelişme ve kazanımdır. Diriliş bunsuz olmaz, direniş bunsuz olmaz, kurtuluşa daha zaman da olsa önce bu gerekli. Güzel bir tespit. Yerinde ve doğru bir adım.
Bu yıllara o kadar iradeyle bağlandık ki, kavgası o kadar nefes nefese, o kadar çelişkili, hırslı ve o kadar kinli verildi. Ancak bazıları da o kadar silikti ki, gidişleri kadar gelişleri de anlamsızdı. Bütün bunlar öfkeyi müthiş geliştiriyor, ama bir şey olmaz veya öfkenin gelişmesi eğer bir hataya dönüşmezse iyi bir kavga başlatıcısıdır. Bunu, yalnız Parti’nin gerçek mensupları için değil, karşıtları için de söylüyorum. Kavgada anlamlı bir düzey ortaya çıkarmak da bir gelişmedir. Ben ne yapacağım? Siz köleliğinizle zafer bile kazansanız, bana göre bu, hiçbir şeye yaramaz. Ben ne yapacağım ki, düşmanı koynunuzda beslemiş, ama PKK’li geçinmişsiniz. Kurşun patlatmış ve isyan edip, savaşmışsınız, fakat ben, sizleri hiçbir şey sayamam. Benim için bunlar, hiçbir şey ifade etmez. Hatta bazı zaferleriniz olmuş, bunun değeri de yoktur. Çünkü bunlar hangi yaşamla ilgili, sizi hangi temel amaca doğru götürüyor, o kişinin kendisini nasıl yaratıyor, bu daha önemli.
Bu yıllar, aynı zamanda PKK’nin bu anlamdaki yıllarıdır. Sizleri açığa çıkarabilmek önemlidir. Neyin ve kimin kişiliğisiniz? Neyin ve nasıl bir yaşamın peşindesiniz? Bunları açığa çıkarmak, kurtuluştan daha değerli veya kurtuluş için öncelikle gerekli olandır. Diriliş bunun acı sancılarıyla olmuştur. Ben tam doğuş yaptığınıza veya doğmuşsanız da doğru büyüdüğünüze inanamıyorum. Kuşkularım var, ama bunlar iyi kuşkular. Bunun her gün örnekleri açığa çıkıyor. Çeşitli kılık kıyafetlerde, kadında, erkekte, yenide, eskide bunları daha da açığa çıkarmak iyi oluyor. Yani burada insan artık gizli kalmayacak. Dost da, düşman da, yoldaş da hain de ne kadar açığa çıkarsa o kadar iyidir.
Tam bir zafer beklemek bizim gibi varlıklar için olabilir de olmaz da; olmadı diye üzülmemek gerekir. Çünkü ardılları vardır. Tüm büyük hareketlerin sıradan bir takipçisi olsa bile, çok iyi sonuçlar alabilir. Bizim harekette de bu böyledir. Ben bu imkânlarla bakıyorum, sıradan herhangi biriniz bu tanımlara bağlı kalırsa, benden daha fazla iş yapar. Bunu da abartmasız söylüyorum. Artık hepiniz benden daha fazla başarabilirsiniz. Biraz bunun gerçeğine bağlı kalarak, özde ve tarzda, hitapta ve yapış usullerinde inatçı olun, ölçüp biçerek yapmaya çalışın. O zaman başarılar gelir. Bu anlamda aslında zafer elde edilmiştir. Gerisi, herkesin bir tuğlayı kullanılacak yere kadar taşımasıdır. Plan yapılıp temel atıldığı gibi, çatıya kadar da yükseltilmiştir. Gerisi ev işlerinin, ev içinin düzenlenmesidir. Bu da hiç zor değildir. Bu anlamda ülkenin temeli atılmış, binası yükseltilmiş, hatta çatısı da kurulmuştur
Bu temelde bu şanlı, zaferli ve PKK'li 25. Newroz'u siz tüm değerli partili militanlarımıza ve halkımıza kutluyorum. Hepinizi selamlıyorum ve sevgilerimi sunuyorum!
21 Mart 1998
Rêber APO
PKK Militanları ve ARGK Savaşçılarına
Merhaba Yoldaşlar!
Newroz Bayramınız Kutlu Olsun!
Mücadelenin ateşi içinde doğan Newroz’u, günümüzde de adeta yeniden ateşle yoğrularak, özgür bir halkı, onun yaşamını hissederek kutluyoruz.
Yaşam odur ki, insanın varoluşunun temel esaslarına, belki de insanlık tarihinde izah edilemeyecek bir tarzda kastetmiş, sadece yaşam dışı bırakmakla kalmamış, ölümden daha betercesine bir yaşamın içine ittirilmiş bir gerçeklikti. Bu gerçeğin parçası olmak, sadece baskı ve sömürüye de izah edilemeyecek yüzkarası bir konumda tutulmaktı. Sanıldığı kadar, yaşanıldığı kadar acı ve zor olmaktan da öteye, son derece kahredici, yaşamın bir suç haline getirildiği, karşılığını veremezsen her gün ölümden daha beterinin yaşatıldığı, ama karşılığını vermenin de muazzam direniş istediği bu gerçekliğimizin ayrılmaz bir parçasıyken, biz, bu Newroz günlerinde yeni bir yaşam seçeneğine adım attık.
Düşmanın ana karargahında, merkezinde, bireysel anlamda uzun bir hazırlık sürecinden sonra, insan olarak, halk gerçeğimizle bağlantıyı inkar etmeden, ama zorlukları da hep göz önüne getirerek, “acaba bir adım atabilir miyiz, umut olabilir miyiz?” diyerek, umutsuz mu umutsuz, iddiasız mı iddiasız, alacakaranlık bir dönemde, ağzımızdan bir-iki söz çıkararak, ülkemizin, halkımızın adını ve özgürlüğünü düşüncemize getirerek ve dilimize söyleterek, böylesi bir Newroz gününde sadece diriliş veya kurtuluş değil, bütünüyle mutlak yaşam hareketi olarak da değerlendirilecek bu partinin, bu hareketin ilk adımını attık.
Bu bahar bu adımın yirmi dördüncü yılına giriyoruz. Dile kolay diyeceğim, ama halen anlatılması bile çok zor bir yirmi üç yıl geride bırakıldı. Onun öncesi de vardır. Belki daha kahırlıdır ama, biz sadece bu hareket adına, korkunç bir şekilde nefes nefese yaşamı başlattık.
Tarih her zamankinden daha fazla bu süreci değerlendirebilir. Nasıl bir halk tarihi haline geldiğini, nasıl bir savaş tarihi olduğunu da daha iyi açıklayabilir. Ama gerçekten bu başlangıcın ne anlama geldiğini, birey olarak bizim nasıl başladığımızı, ne olduğunu ve kelimelerle niteliğini tam anlatabilmek zordur. Zor olduğu içindir ki, sancılar çekiyorsunuz, halk olarak da halen en ağır tehditler altında bulunuyorsunuz.
Bizim her zaman söylediğimiz bir gerçek var; yeni yaşam tarzının bir söylemi var, bir mücadele ifadesi var, kendini günlük olarak dile getiriş ustalığı vardır. Bunlar kazanılmadan tehlike her zaman üzerinizde sürecek ve düşmanın lanetli tarihi sürdürmesi sürüp gidecektir. Her baharı, halkımız için gerçek bir bahar haline getirmek için büyük çabalar harcadık. Özellikle önce parti şahsında ve savaşan güçleri temelinde yeni günleri, yeni bir yaşamı yakalayabilmek için, bu baharlara yüklendikçe yüklendik. Her şeyimizi verdik, bütün coşkumuzu ve direncimizi bu günlerde daha anlamlı, daha yüceltilmiş olarak gösterdik. Ve biz halen daha hızından hiçbir şey kaybetmeden, yine öyle coşkulu, iddialı, bilinçli ve yaşama da mal ederek yürüyoruz.
Karşımızdaki düşmanın da ne kadar inatçı olduğu görülmektedir. Sadece tarih de değil, günümüz de böyledir. Bu sefer bu bayramı, inanılmaz bir ikiyüzlülükle çalarak, daha düne kadar saldırarak, bir halkın şahsında katliamlarla karşılayarak yok etmek istediği bu Newroz’u, kendine mal etmekte ve halkımıza da kahretmektedir. Utanmadan kendisine özgür bit kutlama, bize alabildiğine yasaklama ve kahretme var. Düşman, doğasından gelen bu özelliği sürdükçe böyle yapacaktır. Halkımızın da daha iyi anlayacağına inanıyoruz ki, bu düşman bayram kutlattırmaz. Hele biraz milli ve özgürlük temelinde oldu mu, hiç mi hiç kutlatmaz. Bunu halkımız görmekte ve kendi gerçeğini daha iyi tanımaktadır. Kutlanılan bayramların kendi bayramları olmadığını da artık daha iyi anlamaktadır. Ve biz de oldum olası bu bayramlara ilgi göstermedik. Bizim olması gereken bayramlar ise savaşla, özgür düşünceyle, iradeyle kazanılacak bayramlardır.
Biz bu son yılların bayramlarını, özellikle de Newroz Bayramlarını bu anlamda geliştirirken, düşmanın da uyanışı, saldırışı daha iyi anlaşılmaktadır. İnsan soyunun, bir halkın kendine yapabileceği en büyük kötülük, kendisini yaşam dışı bırakan düşman gerçeğini benimsemesi, onunla düşüp kalması, onunla kendisini özdeşleştirmesi, hatta erimesidir. Bu öyle bir çirkinlik, utancı o kadar büyüktür ki, bizim de gerçekten kişilik yapımızın temelinde bu utanca, bu çirkinliğe bir son vermek vardır. Biz bu hareketin gerekçesini uzun yıllar düşünürken, hazırlarken, hep çirkinlik ve utançtan kurtulmayı esas aldık. birey olarak da bu böyledir. Nasıl söyleyeyim ki, biz gözümüzü kaldırıp kimsenin yüzüne iyi bakamıyorduk. Ben halen bunun izlerini derinliğine taşıyorum. Bir yandan yaşamın bizim de hakkımız olması gerektiğini düşünürken; bir yandan bunun üzerindeki kara iz, düşman hükmü, iradesi ve onun utancı kahrediyor. Bu ikilem, halkımızın da kimliğine, kişiliğine kazınmıştır. Utanır bir halktır; ama bir türlü de yaşamdan umut kesmemektedir. Bazen yılana sarılırcasına yaşamak istemektedir. En inanılmaz yalanlara inanarak da yaşamak istemektedir.
Mantığı duran, iradesi çoktan kaybettirilmiş bir halk, ama buna rağmen garip bir yaşam tarzı var. Çok havada ve temelleri olmayan bir yaşam, çirkin bir yaşam, çok yenilgilerle dolu, savaşı kendisi için olmayan bir yaşam söz konusudur. İşte gel de bu yaşamı çözümle, gel de işin içinden sıyrıl. her düşünen ve bende insanım, bende temel insani özelliklerden vazgeçmeyeceğim diyen bir insan için bu, gerçek bir trajedidir. Utancı ve laneti öyle kolay kolay silkinip atılamaz. kader mahkumu, gerçekten zindandaki prangalardan daha çok prangalara takılmış bir yaşam mahkumudur. Duyamıyorsanız, hissedemiyorsanız, her gün sarsılamıyorsanız, siz biraz da düşmanın silik bir gölgesisiniz de ondan. Şeref onur çoktan yitirilmiş, maskaralık çoktan benimsenmiş ondandır. Ve maalesef insanımız çoktan beri böyledir de ondan.
Ben bu insanların yüzüne baktıkça hiç umutlanamadım. Hep ezikliğin utancını, yaşam dışılığını gördüm. Çarpık, özgür ve cesur olmayan yaşamların sahiplerini gördüm. Sözü çok eğri-büğrü, iradesi ne kadardır belli değil, iddiası belli değildir. Bunu yıllardır sadece toplum gerçeğimizde değil, parti saflarımızda yansıtılışını da gördük. Bunu gerçekleri abartarak söylemiyoruz. Çok açık, günümüzde düşman da “böyle bir kimlik, kişilik yok” diyor. “Bir başkaldırı varsa, savaş tarihinde bile görülmemiş her şey denenecek, oynanacak ve ezilecektir” diyor.
Diğer yandan, sözde direniyoruz. Ben bu direnişi çok eleştirdim. Düşmana göre çok zayıf, başarı için çok zayıf ve yetersiz; ama buna rağmen de, hiç olmamasından daha iyidir dedik. Uzun süredir yaklaşım buydu. Halen tüm gücümüzle gerçek direnişçiyi ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Biz yaşam konusunda hata yapamayız. Hatalar vardır, sıradandır, hiç önemli değildir. Ama hatalar vardır, bütün bir halk için, onun öncü savaşçıları için öldürücüdür. Sizlere bunlar çok basit gelebilir, ama söylemeliyim ki; yaşamın ve savaşın doğru tarzı yakalanmadıkça her şey boştur. Onun için yaşamları ciddiye almıyorum, sizleri de ciddiye almıyorum. Normal bir insani ihtiyacınız var mı, yok mu; bu benim için hiçbir anlam ifade etmez. Çünkü doğru bir yaşam ve savaş tarzı olmadıkça her şey boştur. Bunu göstermeye çalıştık.
Bunu şunu için göstermeye çalışıyoruz. Muhtemelen yaşamı kazanabilirsiniz. Neden hata yapalım, neden bir reformist gibi gerçeklerle oynayalım? Biz de reformizm bu anlamda, düşman için en kolay başarı yoludur. Düşmana bir savaşta bile en rahat başarıyı gösteren yoldur. Onun için direniş, radikal, çok köklü ve eğer varsa, bir ıslah olmayı özümsetebilir kadar güçlü olmalıdır. Bu temelde bütün yaptıklarımız gerçeklerle bağlantılıdır. Kendinize güveniyorsanız, gerçeklerin gücünü göreceksiniz. Gerçeklerin gücünü görmeden, ister düşman gerçeğinin gücü, ister bizim geliştirmek istediğimiz yaşam gücü, ister bizim geliştirmek istediğimiz yaşam gerçeğinin gücünü görmeden, sizler asla ezilmekten kurtulamazsınız. Büyük başarmak şurada kalsın, hiç de sandığınız gibi olmayan kötü bir sonuç gelir sizi götürür. Diğeri büyük duymayı, büyük yaşam isteğini, ama en çok da amansız mücadele tarzını gerektirir. Bunu göstermek tek çaredir. Bütün yaptıklarımız, bunu anlaşılır kılmaktır. Anlaşılmadan zaten yaşama geçemezsiniz.
İşte görüyorsunuz, doğa ne kadar canlanıyor. Gerçekten olağanüstü yeşeriyor, kusursuz denilecek bir biçimde çiçekleniyor. Ama bize bakın, ne kadar çarpığız, ne kadar yaşamdan uzaklaştırılmışız. Doğaya ters düşmüşsüz. Bunu anlamadan kendine saygıyı nereden bulacaksın, nasıl yaşayacaksın. Hatta ölüm bile başına bir beladır. Ölmek bile sana kolay nasip olmaz.
Bütün bunlar bizim aynı zamanda, yeni gün, yeni yaşam sorunlarımızdır. Hiç küçümsemeye kalkışmayın. Sıradan düşüncelerle veya alışılageldik tarzlarınızla sonuç alacağınızı sanmayın. Olmayacaktır. Çok alışılagelmiş, kopya edercesine katlanan günleri hiç tekrarlamaya gerek yoktur, hiç kıymeti de yoktur. Bu zaten yaşama en kötü saygısız yaklaşım olacaktır. Çok açıkça tekrarlamalıyım ki benim bütün yaptığım, yaşamı elden kolay bırakmamaktır. Ucuz yaşamamak kadar, ona saygısız olmamak, yaşamı büyük bir sorun haline getirmektir. Ve bunu biraz başardık. Şu anda yaşam büyük bir sorundur.
Görüyorsunuz, bugün bile halkımızı nasıl bir yaşam sorunuyla karşı karşıya getirdik. Milyonları ağır bir yaşam sorunuyla savaşır duruma getirdik. Bu yaşama saygıdan ötürüdür.
Şunu çok açıkça söylemeliyim ki, çok değerli yoldaşımız Mazlum Doğan, bugünün akşamı bir ölüm kararını verdi. Şahadetinin on beşinci yılına da giriyoruz. Bu karar önemlidir. İnançlı, yaşama karşı bu cesur yoldaşımız, partimizin ideolojik-siyasi esaslarına oldukça bağlı, sonuna kadar kendini adamış bu yoldaşımız, bu yaşam gününü, diriliş gününü; kışın geçtiği, baharın geldiği bu günü, neden kendisi için bir ölüm günü haline getirdi? Vicdansız mıydı, intihar mı etti, yaşama saygısız mıydı? Asla! En bilinçlisiydi. Yaşama oldukça özlü, özgür bağlı birisiydi. PKK militanlığının en tutarlı örneği olarak çok iddialı bir yaşam tutkusunun sahibiydi. Ama buna rağmen ölüm kararını vermiştir. Biz bu kararı değerlendirmeye çalıştık; bulduğumuz sonuç, orada yaşama tek saygı bu ölüm kararını vermektir. Tarihi bir karardır. Tarihi ve yaşama saygı gösterme kararıdır. Hiçbir ölüm bu kadar yerinde ve anlamlı olamaz.
Tarihine biraz saygılı mı olmak istiyorsun, soylu yaşama bir nebze olsun katkı sahibi olmak mı istiyorsun, artık bu karar kaçınılmazdır. Ve bu karar verilmiş ve uygulanmıştır. Bilinir, o zaman direniş zindanda başka bir hal aldı. Arkasından Ferhat Kurtayların şanlı ölüm kararı geldi. O da çok büyük bir kararıdır. O da bir bahar günün de oldu. Mazlumların Newroz ateşini bedenlerinde, Dörtlerin çırası biçiminde tutuşturarak sürdürdüler. O ölüm kararı da çok büyük bir ölüm kararıdır. Zindanı aydınlatma, o dayatılan müthiş zulmü karanlığı boğma eylemiydi. Mazlumunki yaşama iddiasıyken, yaşama saygılı olmada vazgeçmeme iken, kararın temel gerekçesi bu iken; Dörtlerin yanması, bunu daha da pratikleştirmek, daha da kitleselleştirmek, daha da yaşamsal kılmak kararı idi. Çok büyük bir karardı.
Kararın amacı kadar, içeriği ve gerçekleşme biçimi müthiştir. Mutlaka tüm yönleriyle anlamak ve yaşam gerekçemiz, halk gerekçemiz, militan gerekçemiz haline getirmek, her namusluyum diyenin, bağlıyım diyenin temel görevidir. Ve yakılma kararı bir ulus kararıdır, bir yaşama saygı kararıdır, bunun için çok büyük direnme kararıdır. Ulusal kuruluş için alçaltılmış yaşama karşı insanın büyüklüğünü göstermek için verilmiş çok büyük bir direniş kararıdır. Mutlaka tüm insanlarımıza, hatta insanlığa taşırma gücünü göstermeliyiz. Geride kalan biz militanlara bu büyük vasiyet düşmektedir.
Daha sonra büyük ölüm oruçları kararı da vardır. Onlar da bu büyük karar zincirlenin bir halkasıdır. Yine yaşamaya saygı, yaşamanın insansal biçiminden vazgeçmeme, bunun PKK ile başlatılmış ifadesine sahip çıkma, partiden vazgeçmeme, dolayısıyla onurlu yaşamdan vazgeçmeme kararıdır. Güçleri o kadardı. Onlar da bedenini yakarak değil de, kendilerini kemiklerine asarak, dördü yakarak, dördü de kurutarak gerçekten çok büyük bir dokuzu teşkil ederler. Ardı sıra yüzlercesi gelir, ama Dokuzlar, zindanda bitirilmek istenen bir umudun bir parti şahsında ısrarın, vazgeçememenin, o müthiş zulmün, “üstü öyle betonlanmıştır ki asla bir daha dirilemezler” denildiği bir zeminde patlayan bahar çiçekleridirler. Kasıp kavruldular, ama yine de onların böyle bir çiçeklenme olduğu bugün çok açıktır.
Hatırlıyoruz, biz de o günlerde bu büyük karar sahiplerinin anısına bağlılığın bir gereği olarak, ölümün yolu düzlendi dedik. Bu büyük ölüm korkusu aşıldı. Ölüm ile yaşam arasında kurulan köprü oldular, rahatça üzerinden ölümden yaşama, yaşamdan ölüme geçeceğiz; bu köprü öyle bir köprüdür dedik. Bu köprüden onlarca, yüzlerce ve binlerce kişi geçerek şehitler kervanına katıldılar. Bugün bütün halkımız gözünü kırpmadan şehitler kervanından geçmeye hazırdır. Ve ben bugün şunu söylüyorum; başta gerillamız olmak üzere tüm savaşanlarımız, herhangi bir gerilladan da öteye, dağlarda klasik gerillayı oynamaktan da öteye, birer intihar gerillası haline geldiler. Veya kararımız, bugün bir intihar gerillası gibi savaşmaktır.
Nedir intihar gerillası gibi olmak? Önce sınırsız bir fedai gücü haline gelmek, ölümü hiçe saymak ve bu büyük kuvveti arkasına alarak kendini en büyük eylemci haline getirmektir. Dağlarda artık belli bir aşamaya gelen savaşçı, kentlerde de, düşmanın geniş yığınları içinde de büyük bir patlayıcı haline kendimizi getirerek yürütmek demektir. Öyle anlaşılıyor ki, bundan sonra çok sayıda intihar gerillamız, daha bilinçli, daha planlı; ucuz ölmek için değil, dayatılan ölümü yok etmek için, düşmanın bu ölüm seferini yerle bir etmek için, üstün yetenekli savaşçılar olarak yeni savaş alanlarının gücü olacaklar.
PKK gerillası, PKK savaşçısı, militanı, sadece dağdaki gerillası ile değil, sıradan sempatizanı ile artık bu noktaya gelmiştir. Düşman bu noktaya getirmeye zorlamıştır. Her gün sıradan köylüleri alıp kurşuna dizmek, tek bir seçeneği bırakır, intihar gerillası gibi olmak. Böyle haince, zalimce ölümü bekleyeceğine, bin intihar gerillası olarak kendini donatmak ve patlatmak. İşte bu günleri böyle değerlendirmekte ve kararlaştırmaktayız.
Düşman bir kez daha yanıldığını görecektir. Dayattığı savaş tarzının, bizim tarafımızdan daha yaratıcı bir savaş tarzıyla karşılandığını görecektir. Gerekirse tüm bir halkı fedai getirmek de artık işimizdir. O yol açılmıştır, halkımız o yola girmiştir. Nitekim bugün tüm dünya bu cesur halkın tarzından bahsetmektedir. Bir Almanya’ya, Amerika’ya bakın, tırnaklarına kadar silahlanmışlardır. Dünya da emperyalist sömürü tarzlarını en güçlü yürüten güçlerdir. En donanımsız halkımız karşısında, hatta kadınlar karşısında bile dehşete kapılmaktadırlar. “Bunlar gözü kara savaşçılardır” diyebiliyorlar. Bununla anlatılmak istenilen; fedai durumuna gelen bir halk haline gelmiş olmamız, hem yaşamın, hem savaşın sahibi olmamızdır. Bundan korkuyorlar. Yoksa onları tehdit edecek elimizde fazla teknik yok. Çıplak yürekleriyle savaşıyorlar. Ama onun anlamı eğer iyi örgütlendirilirse, iyi yönetilirse bu onların en kahrolacakları bir halk savaşının sahibi olunması anlamına gelmektedir. Bu ona büyük bir görevdir.
Her halk bireyi, hatta sıradan sempatizan, yürüyüşçüsü bile bir intihar gerillası gibi saldırdıktan sonra bu savaşı kazanmamak demek, kendi kendisiyle alay etmek demektir. Hele özellikle öncü gücün derin bir gaflet içinde olması demektir ki, bu da affedilmez bir durumdur.
Halkı böyle cesaretlenmiş ve ölüme yürüyen, bütün militanları böyle fedaileşmiş, ölüme yürüyen, bütün militanları böyle fedaileşmiş, ölümü hiçe sayan bir öncü gücü, yönetim gücü eğer doğru değerlendiremeze tarih ondan en büyük hesabı soracaktır. Bizden soracaktır. Öncü güçlerden, yönetim, komuta güçlerinden soracaktır. Öncü güçlerden, yönetim, komuta güçlerinden soracaktır. Dolayısıyla PKK’de artık komutanlık, halk temelinde savaştırmaktır. Bunu çok iyi görüp, her birisi bir atom bombası haline gelebilecek bu fedaileri bu içerikte, bu yiğitlikte savaştırmaktır. Başka türlü komutanlık, Önderlik olmaz.
Anlamayan, anlamamakta isteyenler varsa onların değil öncü saflarımızda, halkımızın içinde bile yeri olmadığı, birer münafık olmaktan, birer sahtekar olmaktan başka bir değeri olmadığı da görülecektir. Kısaca, halkı bu hale gelen, savaşçıları bu hale gelen bir hareketin komutanları da artık, nasıl olması gerektiğini bileceklerdir. Bu günleri yaşıyoruz.
Bunu layık olamamak, hakkını verememek tarihimizde sıkça görülen arkadan hançerlemenin, oyunlara gelmenin ve kaybetmenin klasik bir tekrarı olur, ki günümüzde bize düşen en önemli bir görev de artık bunu, bir daha dirilmemecesine tarihimizden ve kimlik, kişilik gerçeğimizden söküp atmaktır. Bu günler de gelmiştir. Son yıllar çözümlemesi, bir yandan nasıl yaşamalıya cevap ararken, diğer yandan yaşamın nasıl yönetici gücü olunur sorusuna cevap vermektir. Bunu özellikle siz, önde gelen partili ve ordulu militanlar iyi anlayacaksınız. Çok açıkça söyleyeyim, bu görevinizi böyle belirlerken, ne kadar zorlu olduğunu açıkça ortaya koyarken, şimdiye kadar görüldüğü gibi, belki de kendimize yaptığımız en büyük kötülük olan bu doğru yönetememe, doğru komutanlık edememe, Önderliğe cevap verememe gerçeğini en büyük sorun yaptık ve nasıl aşılması gerektiğini de tüm gücümüzle gösterdik. Son yıllar çabamız esas olarak budur.
Bizim sorunumuz halkımızla ilgili değildir. Halktan yana hiçbir sıkıntımız yoktur. İstediğimiz kadar gereken gücü, temeli vermekte, teşkil etmektedir. Sıradan partiliden de, savaşçıdan da bizim hiçbir sıkıntımız sorunumuz yoktur. O da partinin her türlü emirlerine cevap verecek kadar kendini hazır tutmaktadır. Ama komuta, yönetime gelince burada yakamızı bırakmayan, art niyetten bahsetmiyoruz, ama yeteneği kazanamayan, yaratmayı sağlayamayan, gerçekten önderlerin oynayacağı role kendini hazırlayamama sorunudur, ki çok çeşitli gerekçelerle bunu böyle boşa çıkarmak, hakkını verememek, lanetli tarihimizin, düşman yansımalarının en son ifadesi olmaktadır.
Bu günleri bunu aşmak için olağanüstü değerlendirin. Şu son bir kaç Newroz’dur kadın da, erkek de, zindanda, dağda, yurt içinde, yurt dışında artık yönetebilme gücü olabilmek, bunun için sayıca da olsun, nitelikçe de olsun, gereken kapasiteyi göstermek en önemli sorundur dedik. Ve artık bu da hem çözümlenmiştir hem de gerçekleştirme temelinde kullanmalısınız. Ve bu anlamda yaşama doğru ve çok kapsamlı yaklaşım kadar, onun her koşul altındaki mücadelecisi olmayı kesinleştirmelisiniz. Daha güzel bir şans, gereklerinin sıkı sıkıya yerine getirilmesini emreden yeni kimlik, yeni kişiliğimiz oluyor.
Israrla vurguluyorum; burada yalpalamayın, ikiyüzlülük etmeyin, samimi olmayan, anlamı kadar pratik gerçekleşmesi yeterli olmayan gösterilerde, tutumlarda bulunmayın. Önderlik’de zorlama yoktur. Bu iş büyük gönül işidir, büyük tutku işidir, büyük azim işidir. Bireyin kendisini kurtarmasıyla alakası yoktur. Bu hareketin artık şahlı komutanları olmak, böyle maddi teşviklerle, biraz keyfi yaşam tarzlarıyla ancak prangalanabilir, zincire vurulabilir. Tarihin bütün ünlü komutanlarına bakın; onların temelinde basit teşvikler, ucuz, keyfi yaklaşımlar yoktur. Onlar büyük ihtiraslı büyük iradeli, dur durak bilmeyen, yenmekten başka düşünmek istemeyen kişilikler olarak karşımıza çıkarlar. Şimdi böyle insanlar olmaya çalışıyoruz. Bunu mutlaka anlayabilmelisiniz. Partimizin, ordumuzun önde gelen militan gücü, tarihte rol oynamanın artık böyle bir kişilikten geçtiğini anlamalıdır.
Partiden, halktan beklentilerimiz; en başta elinize ne kadar silah verdiği olmak üzere, diğer savaşım olanaklarını ne kadar emrinize verdiği olmalıdır. Büyük savaşmak isteyenin istemleri olmalıdır. Büyük savaşmak isteyenin istemleri olmalıdır. Yiğitliği bunun için istenilmelidir. Komutanlık tamı tamamına ancak böyle istenilmelidir. Bunu çok bönce, çok geri ya düşmandan, ya yenilmiş toplumsal yapımızdan etkilenerek istemek kendi kendimize yapabileceğimiz en büyük kötülüktür, gaflettir ve sonuçta da bu kişi er geç mahkum olmaya, en ağır cezayla cezalandırılmaya götürür.
Bugünlerde bunu iyi anlamalısınız. Özellikle bu kapsamlı eğitime alınan, komutanlığa alınan bütün önde gelen yoldaşlar iliklerine kadar hissetmeli, başaracak kadar anlayabilmeli ve yürütme iradesini göstermelidirler. Artık dost, düşmanda biliyor ki bu noktaya gelmişiz. Böyle yürütmek zorunda olan bir hareketiz. Ya bizi kötü yenecekler, ya da biz büyük yeneceğiz. Bunun orta yolu yoktur. Ve her şey bunu açıkça gösteriyor. Biz, bu savaşı bile bu hale getirmeyi büyük bir şans olarak görmeniz gerektiğini söylüyoruz.
Ben her zaman söyledim; en geri yaratıklardan daha geri bir yaşamın sahibi olarak sürdürmek en büyük cezadır ve sizi bu cezadan kurtardık. Doğru bir yaşam tarzının umudu, sahibi olmak için, bu size kazandırdıklarımız hiçbir değerle ölçülemeyecek kadar, karşılığı verilemeyecek kadar, eğer verilecekse bir şanlı zaferdir diyebileceğimiz kadar değerlendirin, değerli bir olanaktır.
Siz, değer istemeyi, değer olmayı böyle anlamak durumundasınız. Anlarsanız belki bu şanlı yürüyüşte bir yeriniz olacaktır. Bunun dışında hiçbir yaşam gerekçesine sarılmayalım. Olsa da tenezzül etmeyelim. Ucuz yaşamakmış, başkalarının emeği üzerine konmakmış, başkalarının emeği üzerine konmakmış, bazılarının başarısına dayanmakmış, bilmem daha büyük koşullarda yemek, içmek, yatmakmış bunlar bir savaşçı için sadece engeldir. Buna kendisini biraz veren, eğer bir yönetici, komutan ise kaybetti demektir. Ben açıkça kendimi de söylemeliyim; benim için bu ülkede herhalde istediği gibi yaşayabilmenin imkanlarına en çok kavuşan kişi de denilebilir. Ama bakıyorum ki, böyle yaşayamıyorum. Yaşamı daha fazla intikam duygularının büyüklüğü kadar, günlük olarak sarsan taktikler nasıl olabilir diye düşünerek geçiriyorum. Diğerleri altın da olsa, şeker şerbet de olsa beni fazla bağlamıyor. Veya savaşa çektiği kadar değer veriyorum; örgüte, yıllara çektiği kadar ilgi gösteriyorum.
Bir Önderlik tarzı var ki, bence artık anlaşılabilir. Çünkü kanıtlanmıştır, başarmıştır ve açıklığa kavuşturulmuştur. Bunu kendiniz için büyük bir güç kaynağı olarak, destek olarak görmeli ve kendi gücünüzle birleştirmelisiniz. Özgürce, yaratıcı bir biçimde taklit ederek de değil, hakkını vererek, bir katkı da benden diyerek başarmalısınız. Eğer bir mutluluk aranacaksa, bu da artık böyle bağlanılan bir yaşam tarzı kadar, onun savaşla gerçekleştirilmesine duyulabilir. Başka bir umut kaynağı olamaz. Başka bir mutluluk kaynağı yoktur. Halkımız bütün umutlarında hayal kırıklığına uğramamış mıdır? Bütün mutlulukların arkasında onu kahredici gelişmeler karşılamamış mıdır? O halde artık doğru umudun ve doğru mutluluğun doğru kaynağını bir şans olarak değerlendirmelisiniz. Bunu süreklileştirme, tam zaferle herkesle paylaşmayı, coşkunun bitmeyecek kaynağı kadar; azmin, iradenin de en keskinleştirici dürtüsü olarak değerlendirmelisiniz.
İnsana güvenmek gerekiyor. Ben kendime bu temelde güvendim. Kendimi bir silah haline getirmeme imkanını buldum. En çaresizler, en yaşamın kenarından geçemeyecek olandan, yine en korkaktan, en ürkekten kudretli bir savaşımın sahibi olmaya kadar çare buldum. Büyük bir çaredir. Bütün güçsüz insanlar için bir çare; yine cemaatler için, kültürler için, halklar için de bir çaredir. Ve düşünüyorum, kendimi şöyle kılmakla insanlık için en iyisini yapmışım.
Size sunulabilecek eğer ciddi bir yardımdan bahsedeceksek işte bu çare olma gücünü göstermenizdir. Başka türlü hiçbir şey sizin için ne çare olabilir, ne destek olabilir. Tabii ki bunun da diğer bir anlamı; hep hayal kırıklığı, hep başarısızlık, çaresizlik içinde boğulup gitmedir. Bunu tüm insanların kaderi olarak görmediğiniz gibi halkımız için de sizler için de bir kader olarak görmüyoruz. Çareyiz. Benim bir nevi kendim için söyleyebileceğim en önemli değerlendirme budur.
Ve insan isterse en zor koşullarda yalnız kendisi için değil, tüm takipçileri için, halkı için, insanlık için, iyi bir umut olabilir. Ve hatta onu büyük gerçekleştirebilir de. İşte yeni gün olan, yeni yaşam olan, bahar olan bu Newroz günlerini, gerçek anlamına kavuşturmuş olarak ve bir daha da elimizden kolay alınamayacak bir tarzda bir mücadele, bir savaş gerçeğiyle karşılıyoruz. Bu en zor kazanılan, ama “tutarlıyım, dürüstüm, gereklerine bağlı kalacağım” diyenin; bir o kadar zorlukla, ne pahasına olursa olsun sürdürmesi ve tam zafere kavuşturması gereken bir gün gerçeğidir, bir yeni yaşam gerçeğidir. İçinde istediğimiz kadar özgürlük vardır. Maddi manevi her türlü zenginlik vardır; yeter ki bu yaşamın bu günün ve emrettiği savaşımın gereklerini yerine getiresiniz. Sonuna kadar azimle ve bir o kadar ustalıkla ölçüp biçerek, özellikle yine savaşımda önderler rolünü oynayarak gereklerini yerine getiresiniz. Bu yaşam büyük kazanılmış, siz yaşamı büyük değerlendirmiş ve kendinize mat etmişsinizdir.
Halkımız bu temelde yaşamaya karar vermiştir. Parti öncülüğümüz bu temelde kabul görmüştür. Hiçbir gerekçeyle ne halkımız, ne partimiz artık bu yaşamdan vazgeçmeyecektir. Bu büyük özgürlük tutkuları bir daha içimizden eksik olmayacaktır. Her zaman özgür, tutkulu, yaşama böyle günlerde selama duracağız. Ve bir yıl, onun tüm gereklerini gerektiğinde en şiddetli savaşla kahramanca şahadetlerle karşılık vererek değerlendireceğiz. Ve bu da mutlak başarı oluyor. Bu toprakların bu insanlık beşiğinin, insanlık adına eski bulduğu kadar, yeni dönemin kararmış insan ufkunda da, tek umudu olarak yerini bulacaktır.
Daha şimdiden Kürdistan dağlarının eteklerindeki yaşam sevinci en benim diyen, en zenginim diyen emperyalist dünyanın yaşam sevincinden bin kat daha güçlüdür, yaşam çağrılarıyla doludur. Orada bitmiş tükenmiş bir insanlık durumu varken, bizde her bakımdan gelişen, yeni yaşama göz açan bir insanlık durumu vardır. Orada insanlar enkaz haline gelirken, monotonlaşıp robotlaşırken; bizde insanlar bütün güzellikleriyle yaşama yeniden göz açıyorlar. Duygularıyla, özgürlük tutkularıyla, bilinçleriyle nasıl yaşamalı, nasıl savaşmalı gerçeğinde kendilerini, yaşamını örgütleyenler ve savaşımını verenler olarak toplumsallaştırılmakta, ulusallaştırılmakta, yeni insan haline getirilmektedirler.
Bu büyük umudu, en başta bu kahraman şehitlerimize borçlu olduğumuzu söylemeliyiz. Yine en başta da bizde yaşam kadın adıyla da özdeşleştirilmiştir. Bugünlerde dört tane Kürdistanlı kızın kendini yakması da vardır. Zekiyeler, Rahşanlar, Berivanlar, Ronahiler, “jin”i “jiyan” haline getirmenin de en büyük adıdırlar. Kadın her zamankinden daha fazla yaşamın güçlü bir tarafı olarak bu savaşta yerini bulmaktadırlar. Ve bu kahraman kadın şehitlerimizi, bu büyük Newroz şehitlerini, yaşamın bu güçlü kararlarını selamlamadan yaşamı anlamak, hakkını vermek de mümkün değildir.
İşte bu kadar yaşamın gerçeğine ulaşmış, kararını vermiş, her türlü savaşımını göze alan bir halk olarak sadece kendimiz için değil, bütün insanlık için iddialıyız diyoruz. Yine bu temelde öncülüğe soyunmuş bir parti, yalnız dar bir ulusal kurtuluşun partisi değil, tüm Ortadoğu halklarının önemli umut kaynağı haline gelen bir parti olarak, her zamankinden daha fazla rolünü oynayacaktır. Halkımız da her zamankinden daha fazla bu lanetli tarihe düşmeyecek kadar, o tarihi kat be kat ödettirecek kadar bir özgür yaşam tarihinin içine girecektir. Bu en kapsamlı zafere kadar da bütün insanlığa mal oluncaya kadar da sürüp gidecektir.
Bu temelde tekrar oldukça anlamlı, başarılı kazanılmış ve kesinleşmiş Newroz günleri temelinde siz tüm partilileri, ARGK savaşçılarını selamlıyor; üstün başarıların sahibi haline gelinceye kadar sözünüzün amansız takipçileri olmanızı diliyor, sevgilerimi sunuyorum.
21 Mart 1996
Rêber APO
NOT: Değerlendirmenin tamamı olmayıp, bir kısım olarak düzenlenmiş halleridir.
- Ayrıntılar