Zavallı durumda gözüküyorsunuz. Aldıklarınıza bakıyorum, çaresizliklerinize bakıyorum, her şeyden önce duygularınıza ve tutkularınıza bakıyorum; çok yetersiz görüyorum. Siz bu kişiliklerle bir çorbayı bile kurtaramazsınız. Halbuki devrim çok kudretli görme, kudretli vurma, yıkma ve yeniden kurma hareketidir. Dikkatli olmuyorsunuz, kendi ellerinizi, kollarınızı vuruyorsunuz. Düşman nerede, siz nerede? En kötüsü de gelişmek istemiyorsunuz. Hep zavallıları ve çaresizleri oynuyorsunuz.
Devrim çok ciddi bir olaydır; siyaset ve askerlik çok ciddi olaylardır. Bunların kenarından bile geçmiyorsunuz. Tutkunuz yok. Önemli bir aşkınız yok. Bir sigaradan aldığınız keyfi, bir laklaktan aldığınız keyfi, altın değerinde olan askeri bir dersten, bir kişilikten alamıyorsunuz. Sizin çürümüşlüğünüz buradadır. O kadar küçük şeylerle uğraşıyorsunuz ki, kendinizi o kadar basit yaşam alışkanlıklarıyla meşgul ediyorsunuz ki, ben size altın değerinde kahramanca bir yaşam sunsam bile, bu size sıkıntı veriyor.
Neden böylesiniz? Nasıl büyük işleri amaçlayan, kendisine büyük bir iradeyi yakıştıran kişiler haline gelebilirsiniz diye çok düşünüyorum. Yaşamı ve dolayısıyla savaşı kendi içinizde bu kadar kilitlemişsiniz. Büyük tutkular o kadar dumura uğramış, yine kin ve intikam duygularınız o kadar çarpıtılmış ki, bakış gücünüz o kadar çarpıtılmış ki, size acımamak elde değil. Gerçekten benim işlerim çok zor. Ama bana acımıyorsunuz sanıyorum. Çünkü ben kendimi gerçekten yaşatabiliyorum. Öyle ahım-şahım olmasa da, doğru yaşama tarzım ileri. Sorun ben değilim; sorun ben olsaydım, kendimi lime lime edip yeniden yapardım. Zaten bunu çoktan yapıyorum.
Nereden bakılırsa bakılsın, biz önümüzdeki savaşı ya vereceğiz, ya vereceğiz! Ucuz ölümü kim kabul edebilir artık? Size acıyorum! Siz görünüşte genç, delikanlı insanlarsınız. Sizi nasıl ucuz kaybedelim? Buna inanıyor musunuz? Bu halinizle gücünüz neye yeter? Aslında ben çok konuşmak da istemiyorum. Ancak şu anda dünyanın en çok konuşan Önderi biçimine gelmişim. Çünkü anlama kabiliyetiniz çok sınırlı. Pratik yapmak isterdim, ama buna imkan yok. Çünkü pratik yapabilmek için öğrenmek gerekiyor. Benim pratik yapma imkanımı adeta durdurmuşsunuz. Her zaman söylediğim gibi, içinizde komutanlıkta iddialı olan herhangi biri var mı? Çoğu zavallı oğlu zavallı. Aslında mesele mevzilerin, imkanların kıtlığı değil. Çok ihtiraslı, davasının gereklerine göre büyük ihtirasları olan biri olsaydı, durum farklı olurdu. Çok imkan var, çokları bunu göremiyor bana göre.
Güney üzerine konuştum. Güneyde ordulaşma, düşmanı oldukça yenilgiye götürebilecek işleri planlama üzerinde çok durdum. Bütün bunların imkanları var. Ama en değme arkadaşlarımız bunları yaz-boz tahtasına çeviriyorlar. O kabiliyetleri yok. Aylar geçecek, eğer bizim müdahalelerimiz olmazsa, sonunu iyice getirecekler. Öyle sanıyorum ki, gönüllerinde bir fethetme durumları yok, tutkuları yok. Devrime inanıp inanmadıkları da aslında belli değil. Belki de devrim başlarına bela olmuş. Halbuki bu doğru değil.
Kişiliklerinize bakıyorum; gerçekten yırtıcı bir devrimci yok içinizde. Bize şu anda gerekli olan sayının çokluğu, kaba anlamda hamalvari çabalar değil. Bize gerekli olan; işini bilen, işlerinin üzerine amansızca yürüyen, işleri çok iyi yürüten, hem sonuç alan ve hem de düşmanı ödünü kopartan yürüyüşçüler ve yürüyüşün komutanlarıdır. Bu yok! Ben sorunu artık objektif şartlar, subjektif şartlar bağlamında görmüyorum. Devrim şu anda çok hazır olsa da, kişilikleriniz onu sonuca götürmeye yetmez. Çünkü çok aşırı hata yapılıyor, aşırı yetersizlik gösteriyorlar. Sanki hepsi benim babamın çiftliği için çalışıyor. Böyle başa bela olmuş bir devrimcilik tarzı!
Halbuki devrimcilik yaşamımızın biçimidir, kabul edeceğimiz tek yaşam tarzıdır. Hatta serbest bıraksak, çoğunun çok az şeyle yetinerek, “bu beladan kurtulalım” diyecekleri açık. Kafalarında sonuna kadar gitme fikri yok. Niçin sonuna kadar gidilmiyor? Çünkü aslında onu keskinleştirememişsiniz. Devrimcilik yaptığınızı veya devrimcilikten fazla anladığınızı da sanmıyorum. Çoğu kendi yanlışlıklarının, çoğu adeta düşmanın deyişiyle oyuna gelmişliğin kurbanı! Bu kişilikler büyüyemez, çok büyük ve kararlı bir yürüyüşün sahibi olamaz.
Yine de yaşamak istiyorsunuz. Benim de her zaman size verdiğim bir söz var: Ben dünyanın neresine gidersem gideyim, hangi ortama gidersem gideyim, kendi işlerim için yaşayabilirim. Şundan eminsiniz ki, nereye, hangi ortama gidersem gideyim, devrim için yaşarım. Ama siz aynı sözü bize veremiyorsunuz. En elverişli devrimci alanlara gidiyorsunuz, orada bile işlerin suyunu çıkarıyorsunuz, işlerin sonunu getiriyorsunuz ve kendinizi bitiriyorsunuz. Bahane de çok, “şu engel çıktı, şu benimle oynadı” diyorsunuz. Bunlar yanlış! Ben bu grubunuzun bile devrim işleri için yeterli olması gerektiğini düşünüyorum. Zaten böyle olmasa sizinle ilgilenmem. Bu grubun bir fetih grubu olmaması için hiçbir neden yok diye düşünüyorum. Böyle düşünmek zorundayım. Sizin buna karşılığınız ne oluyor? Aldığımız raporlar, büyük bir kesiminin yarı yolda çakılacağı biçimindedir. Öyle kudretli militanların çıkacağına dair işaretler az. Yazık! Böyle olmamalıydı.
Biz yaşamı fethediyoruz.
Düşmanı günlük olarak izliyorum. Sizin düşmanı izleme gücünüz de yok. Düşman kendinde öyle bir yaşam hakkı görüyor ki, benim her şeyimi elimden alıyor. Mutlak yaşama haklarımı, yaşama onurumu, yaşamamın bütün maddi ve manevi gerekçelerini elimden alıyor. Düşman tutkulu, akıllı ve vurucu. Sıra yaşamını kurtarması gerekenlere gelince ölgün, iddiasız, vurgusuz ve zavallı kalıyorsunuz. Ağzında bir lokma varsa, düşman bir yumruk indirir, ağzından alır. Ağzından lokmasını da çıkaracak kadar gevşemiş. Biz bu insana ne yapalım? Bunlar sizlersiniz, ben değilim. Şimdiye kadar kimse benim elimden değer kopartamadı. Dünya tanıktır ki, ben değer yaratıcısıyım. Benim elimden silah çıkmadı, ben silah biriktirdim; elimden boşa para çıkmadı, müthiş ilişkiler topladım. Bu ilişkileri parçalayıp dağıtan kim? Bu soruları kendinize hiç sormuyorsunuz. Çoğu arkadaşımıza göre bu sorunlarla hiç uğraşmamaları gerek. Mühim olan onların beylik keyfidir, ağalığıdır. Ağalık olur da böyle olmaz! Yanlış!
Aslında ben buna bir ideoloji bulmaya çalışıyorum. Bu neyin ideolojisidir, neyin kişiliğidir? Ben kendimi de çok akıllı sanmıyorum ama, en azından kaybetmeyen bir kişilik tarzı hakimdir. Herkes şahit, kolay kaybetmediğimi herkes biliyor. İmkanlarımız sınırlı diyemem. Hayır, şu anda geniş imkanlar verelim, yetkiler tanıyalım. Yine kaybedecek, beki daha da kötü olacak. Demek ki bu kişilik devrim yapamaz. Yani içindeki düşmanı mı desem, içindeki lümpen kişiliği mi desem aşamamış. Kendimize “biz işe yaramayız, fazla başarılı olmaya gelmeyiz, bize komutanlık lazım değil” desek, bu olmaz! Biraz bunu demeye getiriyorlar. O zaman işiniz bitmiştir. Bu alışkanlık yüzünden devrim yapamazsınız. Size yazık!
Bu, aslında iki yaşam tarzının çarpışmasıdır: Biri, kendiliğindenci, çoktan ölmüş-bitmiş, teslim olmuş veya sürüklenen bir yaşam tarzı; diğeri, bunun tam tersini bir yaşam olarak değerlendiren, en yeni düşünen, en yeni kopartan, en yeni kararlaştıran tarz! Budur aslında aramızdaki ilişki. Ben şunu kesinlikle normal göremiyorum; bunca silahı ve imkanı ortaya çıkardıktan sonra bu savaşın kaybedilmesini, bu savaşı ucuzca çarçur edecek tacizden öteye gitmeyen bir tarzla sınırlandırılmasını kabul edemem. İstediğiniz kadar gerekçe uydurun, benim hassasiyetlerim var. Benim hassasiyetim buna inanamaz, bunu kaldıramaz. İstediğiniz kadar kılıf uydurun, beni inandıramazsınız.
Artık şunu da anlamak gerekiyor; ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin! Yani ya bu savaşı doğru kavrar ve bu kişiliğe doğru gelirsiniz, ya da yok olup gidersiniz! Bu diyardan mı gidersiniz, bu ülkeden mi gidersiniz, adınızı mı silersiniz bu halkın içinden; bu sizin bileceğiniz iş! Ama bizimle yürümeye geliyorsanız, bu işin söylendiği ve yapıldığı gibi olması kaçınılmazdır. Ben imkansız da görmüyorum. Sizi zora sokan ve özellikle bu keyfiliğe götüren şey nedir bunu anlamak istiyorum. Niye iyi bir asker haline gelemiyorsunuz, niye hep zavallıları oynuyorsunuz?
İnsanoğlu hakkında şu yargıyı oluşturabilmek doğru olabilir mi; insanların büyük bir kısmı kölelik için yaratılmıştır, sömürülmek için vardır ve yücelemez. Hayır! Bu egemen sınıfların görüşüdür. Yıllardan beri sömürücü egemen sınıflar yalan-dolanla bunu kanıtlamaya çalışıyorlar. Biz bunu aşmak için ilk adımları attık; ideoloji aslında bunun içindi, bütün eylemlerimiz bunun boşa çıkarılması içindi. Siz ise davranışlarınızla bunu doğrulamak istiyorsunuz. Ben dürüstlüğünüzden, kaba anlamda hamalvari çalışmanızdan dem vurmuyorum. Onlarda yamansınız, benden daha iyisiniz. Ama yalnız bununla zafere ulaşılmıyor, bununla kazanılmıyor. Neden şimdiye kadar bizi anlamadınız? Neden anlamaya yanaşmıyorsunuz? Anlamaya ihtiyacınız yoksa söyleyin. Çok iyi biliyor ve anlıyorsanız, o zaman bu pratik neyin nesi? Neden kusurlarınızı bu kadar ortaya döküyorsunuz? Anlamışsanız neden yapamıyorsunuz? O zaman kendinizi eğitin. Yalnız burada değil, gece-gündüz eğitin kendinizi. Yapmak için bu gerekiyor.
Ben şunu hiçbir zaman kabul edemem; “sen öyle yaşa, biz böyle yaşayalım”. Bu, düşmanın istediği önderliksiz yaşamdır. Keyfi yaşamın bu biçimi kölelere özgüdür. Düşman iradelidir, düşman merkezidir, düşman tek otorite ve kararlıdır. Ona karşı ancak tek idare ve tek kararla yaşayabilirsin. Keyfilik dediğiniz; kararsızlıktır. Herkesin kendine göre üslubu dediğiniz; dağınıklıktır, disiplinsizliktir, iradesizliktir ve sonuçta bir güce ulaşamaz.
Bunlar temel askeri yaklaşımlardır. Belki bunlar neyin nesi diyorsunuz ama, bunlar asker olmanın ABC’sidir. Siz asker olmak istiyorsunuz. Siz kesinlikle kendinizi bana asker diye dayattınız. Silahtan hoşlanıyorsunuz, ben daha askerliğin kenarından geçemiyorum. Ancak uzaktan, yani cephe gerisinden askerliğin bazı işleriyle uğraşıyorum. Askeri pozisyon bende size göre bin kat daha güçlü. Yine askeri tarza göre kendimi yaşama biraz hazırlamışım. Hassas mı hassas, uyanık mı uyanık, ölçülü mü ölçülü; çok az hata yapar. Taktikte çok az düşmanın oyununa gelir. Ama savaşın içinden gelen sizlere bakıyorum; her davranışınız kusurlu, her adımda bir kaybetme var. O zaman neden kendinizi beğeniyorsunuz?
Biliyorsunuz, düşman beni bir kişi olarak görüyor. Bunu ben abartmıyorum. Her gün reklam yapıyor; “o bela olmasa bu gençlerimiz iyi çocuklar” diyor. Hatta benim için “o şeytan” diyor. Bunları ben değil, faşist partinin başı size söylüyor. Demek ki burada kendi üzerinde düşünmesi gerekenler sizlersiniz. Ben düşmana karşı güçlülüğümü kanıtlamışım. Madem düşman benden bu kadar rahatsızdır veya düşmana zarar veriyorum, o zaman iyi savaşçıyım. Peki neden düşman sizden bu kadar razı? Hatta neden ucuz imhalarınızı kendi zaferi yapıyor? Ucuz ölmek, düşmana zafer imkanı hazırlamaktır. Can sizin de olsa ucuz ölmeyeceksiniz. Dikkat edin, içinizde ucuz ölmeyecek olan kaç kişi var? Yaşamını düşmana pahalıya ödettirecek kaç kişi var? Benim bütün marifetim ucuz ölmemektir. Aslında sizin gibi pek savaşmıyorum da. Ama ucuz ölmemenin yollarını buluyorum. Ömrümü her uzatışım düşmanı kahrediyor. Siz de biraz böyle olmalıydınız. Bazı şeyleri niye anlamıyorsunuz? Hani askeri olacaktınız? Asker olmak; düşmanı kahretmek demektir.
Düşman bir çırpıda nasıl kahredilir? Bir, günlük olarak düşmana müthiş vurmakla; iki, düşmana daha fazla vurabilmek için, halk savaşı esprisine göre uzun vadeli savaşçı kişilikler edinmekle. Bu ikisi de siz de yok. Kendinizi ne uzun vadeli olmaya ayarlayabiliyorsunuz, ne de günlük olarak vurabiliyorsunuz. Boşa çıkıyor kişiliğiniz. Bizde meşhur bir halk deyimi vardır; “adam olmak için öcünü alacaksın” derler. Yani birisi sana küfretmişse sen de edersin; biri sana tokat vurmuşsa sen de vurursun. Düşman insanlığımıza yönelmiş, varlığımıza yönelmiş; siz bu büyük darbeyi böyle sineye çektikten sonra, öç almak için gereken gücü ortaya çıkarmadıktan sonra, tersyüz edilmiş namus kavramını düzelterek söyleyeyim; siz bir namussuzsunuz! O zaman kaç para edersiniz? Böyle bir düşmana vurmasını bilmeyen namussuzdur! Kocakarı gibi dırdır edeceğinize vurmasını öğreneceksiniz. Vurmasını öğrenmek askerliğin özüdür.
Askerliğin en temel tanımı şudur; temel amaçlarda, bir halkın, bir sınıfın ve hatta cemaatin hayati tehlikeye düşmesi karşısında ve hayati değerleri elinden alınmak istendiği zaman, kendisine uzanan tehlike arz eden elin sahibinin elini kırmaktır. İşte askerlik, işte asker! Çoğunuzun gerçeğine bakalım; askerlik, en hayati amaçların ucuzca elinden alınması, dağıtılması ve parçalanması için bir bahanedir veya askerlik düzeyiniz adeta düşmana fırsat sunuyor. Komutanlık çizgisi, vuruş tarzı ve yaşam tarzı düşmanı yüreklendiriyor. Düşman, “ülkesine sahip çıkan bu hareketin militanlarının zayıflıklarını iyi vuracağım ve mutlaka sahip çıkacağım. Bu halkın ülkesine ve hayati çıkarlarına sahip çıkacağım, onları hayvanlar gibi kendim için kullanacağım” diyor. Bundan kim sorumludur? Bundan askeri durumunuz, askeri kişiliğinizin gelişmemesi sorumludur.
Siz bazı şeyleri derinliğine anlamamak için sarhoşları oynuyorsunuz. “Ben sarhoşum, fazla anlamaya gelmem” diyorsunuz. Anlamaya gelmezseniz asker olamazsınız. Kimdir size her gün ucuz kaybettirenler? Kaybetme, sarhoşluk tarzından ötürüdür. Her gün gelen haberlere, askeri faaliyeti yürütenlere bakın; ciddi bir görev belirlemesi yoktur, ciddi bir üslup ve tarzı yoktur. Gruplar kaybediliyor. Bu kararı siz de verebilirsiniz, yürüyenler siz de olabilirsiniz. Bizim gibi hem karar konusu, hem de kararı veren kişilersiniz. İkisi de birbirinden ağır sonuçlara yol açıyor. Öyle sanıyorum ki, aslında siz askerliğin temelde hangi anlama geldiğini hâlâ anlamış değilsiniz. Temel askeri kişilik sorunu kavranmış değil. Kendinizi aldatıyorsunuz. Lafta bilseniz de pratik yaşamınız, kişilik olarak kendinizi disipline etmeniz zayıftır. Karar ve irade olarak askeri çizgiyi tutturmada inanılmaz çelişkileriniz var. Kendinizi müthiş aldatıyorsunuz. Hemen ardından kendinizi partiye taşıtıyorsunuz. Buna fırsat vermemek gerekir. Ordulaşmanın ilk dersi budur.
Size söyleyeyim; içinizde oldukça iyi niyetli arkadaşlar çok. Bunlar gerçekten bir şeyler yapmak istiyorlar. Anlayın! Düzeltmeniz gereken öyle çok kişi ve ilişki var ki, öyle büyük mücadele vermeniz gereken konu var ki, bilmezseniz size yazık olur. Açık söyleyeyim; ben size acıyorum. Çünkü yapmayı bilmiyorsunuz. Aylar geçti, yüzde doksanı bile bu devreyi anlamadı. Sizin için başka ne yapayım? Büyümeyi amaçlamış bir insan ya fırtına gibi bir militan, ya da başa bela olur. Orta yol yok. Çoğunuz bana hayat sınavında başarısız kalmış ve iflas etmiş kişiliklerin çaresizliği içindesiniz gibi geliyorsunuz. Militan bunu kesinlikle kendisine yakıştıramaz. Militana yazık olur. Eğer siz askerleşmez ve bunca derslerimize rağmen anlamazsanız, size çok yazık olur.
Ayakta gezişiniz mezardaki halinizden daha kötüdür. Neden iyi bir asker olamadınız, neden iyi bir ordu kurmayı olamadınız? Buna üzülüp durmamak elde değil. Halk sizden kurtuluş bekliyor. Halk gerçekten “ordumuz” demek istiyor size, komutanlığınıza gerçekten pirim vermek istiyor. Bu kutsal beklentiyi boşa çıkarmamalısınız. Beni bile beğenmeyin. Ben bile sadece ahırları temizleyen birisiyim. Yoldaşlarımıza da söyledim; önderlik bazında olsun, militanlıkta olsun benden ne istiyorsanız, her an her şeyimi size katmaya hazırım. Ben bunun için burada yaşıyorum. Acaba siz ne istediğinizi biliyor musunuz?
Bana gerçekten düşmanın üzerine yürümesini bilen militanlar lazım. Lütfen bunu böyle bilin! Gece-gündüz sizinle tartışabilirim. Ama ikide bir ülkede yürüttüğünüz pratiği bana dayatmayın. Bu pratikten nefret ediyorum, büyük öfke duyuyorum. Ben sizi zorla pratiğe yürütmek istemiyorum. Ben, devrimcilerin büyük tutkusuna, iradelerine, görkemine inanan biriyim. Benim için askerlik çok şerefli bir çalışmadır. Benim için Önderlik yaşamın en sonuç alan kısmıdır. Bunlara bir yük gibi anlam veremezsiniz. Bunlara bu tarzda daraltıcı ve boşa çıkartıcı yaklaşamazsınız. Siz bu tanınmaz tarzınızı, bu kişiliklerinizi bana dayatmaya nasıl cesaret edebiliyorsunuz? Aylardır bu saflardasınız. Kendinizi nasıl bu kadar ucuz bıraktınız? Üslubunuzdan şikayet akıyor, zavallılık akıyor. Bunlar ayıptır! Benim dünya kadar işim var. Ben hiçbir gün hayıflanmadım, şikayet etmedim. Sizin ise, şikayet akmayan tek bir sözcüğünüz, tek bir cümleniz yok. Rahatlıkla da bunlar düşmana hizmettir diyorsunuz. Askerlikte buna yer yoktur.
Genç kızlar olarak askerlik istiyorsunuz. Askerlik eşittir; eşitlik ve özgürlüktür. Siz bununla çelişiyorsunuz. Belki bazı güzel şeyler istiyorsunuz ama, hangi kişilikle, hangi düşünce ve karar gücüyle? Saflarımızı ardına kadar kadın ordulaşmasına da açtık. Halbuki siz kadın köleliğinin etkilerini öyle yaşıyorsunuz ki, hazır orduyu bile boşa çıkarabilirsiniz. Bundan kim sorumlu? Bundan kendini iyi eğitemeyen, geleneksel kadın köleliğinin bütün özelliklerini yansıtan sizler sorumlusunuz. Sorumluluğu kendinizde göreceksiniz. İyi bir asker olmanın, işini bilen bir komutan olmanın gücünü, parti sayesinde, biraz da bizim sayemizde siz göstereceksiniz. Ama siz bir aile kızı gibi veya geleneksel bir kadın gibi yürüyüşle gidelim istiyorsunuz. Bu yakışmaz!
Sizlerle el sıkışmanın temel koşulu; katı özgürlük kararlısı, katı özgürlük eylemcisi olmaktır. Bunun dışında sizlerle konuşmak bile haramdır. Benim şartım budur. Kim bu özgürlük kararcısı ve eylemcisi değilse, kesinlikle bize yaklaşmamalıdır. Ayıptır! başkalarının malı-mülkü bir genç kızı veya kadını biz ne yapalım? Onun sahibi vardır, o başkalarının malıdır, mülkiyetidir. Düşünün; acaba bunu aşmış mısınız? Çok kısa süre içinde kendinizi ele veriyorsunuz.
Bunun için savaş gerekiyor, özgürlük iradesi savaşı! Bu olmadan hangi özgür yaşam ve kişilikten söz edilebilir? Bu savaşı ne kadar verdiniz? Bu savaşı kime karşı ve nasıl verdiniz? Bunu ne kadar başardınız? O zaman neden kendinizi kandırıyorsunuz? Aşiret usulü Kürt namus anlayışına göre sizlerle yaşamalıyız, sizlere sahip çıkmalıyız. Bu işin kendisi her türlü geriliği, bağımlılığı ve kaybedişi barındırır. Yürekleri bizimle büyük savaşa kalkamayanların, yüreklerimize katılmaya da hakları yoktur. Kendinizi aldatıyorsunuz. Yazık oluyor, neden kendinizi bu kadar kandırdınız? Neden kendinizi biraz ayağa kaldıramadınız?
Dikkat ederseniz, çok zavallısınız veya basit bir çok şeyle yetiniyorsunuz. Gerçekleriniz belki militanlık ölçülerinin yüzde beşini bile karşılayamaz. Bunun için eğitim gerekli, bunun için savaşçılık gerekli. Size karşı eşitliği ve özgürlüğü uyguluyoruz, ama bu gücü gösterecek misiniz? Ben cinsiyetler arasına fark koymuyorum ama, onun muazzam özgürlük sorunları var. Çözüm yolları bilince çıkarılmak durumunda ve yapılmak durumunda. Ona göre kendinizi mutlaka bir yerlere taşımak zorundasınız. “Parti beni böyle taşısın” veya “hamalca çalışırım, bir kadın da zaten bunu yapar, böyle yaşar” diyorsunuz. Alışkanlığınız hep böyledir. Bu özgürlük değildir. Bununla yaşam özgürleştirilemez, güzelleştirilemez. Zavallısınız ve zavallı da gidersiniz. Zaten çoğunuz da öylesiniz.
Ben size doğruları söylemek zorundayım. Artık bazı doğruları anlamalısınız. Birbirimize başka ne yapalım? Biz “deli” insanlarız, sizin gibi kimseler bize hiç yaklaşmamalı. Yırtıcı bir savaşçı olmayan, hele bu bir genç kızsa, bizim saflarımıza hiç yaklaşmamalı. Biz belki denetimi sürdürüyoruz, ama sizi yiyip yutarlar. Bana bakıp aldanmayın. Bizi fetişleştirmeyin, manevi değer gibi görmeyin. Biz günlük çabalarımızla idare ediyoruz sizleri. Başka özgür yaşamın yolu yok. Ağlamakla da bu iş halledilmez, geleneksel kadınlık olgularına baş vurmakla da halledilmez. Sizin de özgürlük savaşçısı olmanız gerekir. İnsan halinize bakıyor; yarınızı neredeyse evine göndermek istiyor. Bu da yakışmaz. Mesela o şikayet edenler, hal ve hareketlerine baktığımızda son derece zavallılık arz edenler nereye gönderilebilir? Göndersek bile ağırınıza gitmez mi?
Bize bağlısınız, öl desek belki ölürsünüz, ama bu bizim için hiçbir şey ifade etmez. Biz savaşmasını bilenler topluluğuyuz. Hem anlayan, hem hızlı yapanlar topluluğu, engel tanımayanlar topluluğu. Böyleyseniz birbirimizi götürebiliriz, yaşatabiliriz. Şunu demeye getiriyorum; sizin durumunuz da kadınlardan pek farklı değil. Ayrı ayrı hitap etmeye de gerek yok. Onlar sizden, siz onlardan betersiniz. Ben bunları söylemek zorunda değilim, ama pratiğiniz bunları söyletiyor. Bir asker, önderini böyle bir değerlendirmeye götürmez. Ben kendi Önderliğimden bile esef ediyorum. Neden? Ciddi bir Önderliğin böyle askerleri olur mu? Demek ki yetersizlik bendedir diyorum, onun için her gün kendimle dövüşüyorum. Halbuki beni de neredeyse son derece kutsal bir varlık gibi görüyorsunuz. Ama ben kendimi öyle görmüyorum. Bana kalsa, bu tutumunuz anlamadığı ve bilmediği Tanrıya yalvaran, onu kutsallaştıran köylünün tutumuna benziyor. Tutumunuz bu ideolojinin yansımasıdır.
Tüm bunları niçin söylüyorum? Dersiniz ordu dersi ve kurumlaşma. Sorumlu veya komutan arkadaşlarımız bunu söylediler. Kurumlaşma nedir diye düşünmeye başladım. Savaşı anlamışlar da sıra kurumlaşmaya mı gelmiş? Ordulaşma, yani örgüt düzeni; korkak adımlarla yürüme gücünü gösterme, uygun adımlar, örgütlü savaşçılık, keyfiyetin durduğu, iradelerin resmi askerleştiği, bu gücün gösterildiği noktaya gelmek demektir. Hemen hallerinize bakıyorum; kurumlaşmayı acaba ne kadar kaldırabilirler diye düşünüyorum? Ben kurumlaşmaktan zevk alırım. Görkemli bir ordu gibi yürümek bizim için altın değerindedir. En değme kurumlaşmalarımız, karargahlarımız var. Hepsine gidip bakın, düşmanın onda biri kadar disiplin yoktur, düzen yoktur, biçim yoktur. Gördünüz ve geldiniz. Niye bazı dersleri anlamaya çalışmıyoruz, neden iyi bir asker olmayı kendimize yakıştırmıyoruz?
İyi bir kurumlaşmayı oturtmak için doğru görüş, doğru görüşte inat, doğru görüşün uygulama ustalığı, onun sabrı, onun denetimi, gereklerinin sonuna kadar yerine getirilmesi, kendini sonuna kadar bunun için ayakta tutma olmalıdır. Bunu kim gösteriyor? Yok! Hepsi kaytarmacı! En değme karargahlar, yani kurumlarımız olması gereken yerde, kurum başlarının yaptığı, en temel işlerini nefere yaptırmak oluyor. Kurmay işini nefere devretmek; “yetkiyi al, o köyü hallet, git o eylemi yap” deniyor. Kurmay bu işte!.. Bir aşiret başkanı bile kendi aşiret üyelerini böyle kurumlaştırıp savaştırmamıştır. Ama bizde var. Karargahların hepsi sorumsuzluk merkezleridir. İçinizde böyle yapanlar da var.
Askerini kurumlaştıran, askerini kendi çizdiği plana göre yürüten tek bir komutan gösterin bana. Hepsi kaytarmacı, baştan savmacı! Ben burada sizi ciddi olarak kurumlaştırma gereği duymuyorum. Çünkü burada köklü bir kurumlaştırma imkanı yoktur. Kurumlaşmanın zemini burası değildir. Ama yine de dikkat edin, buradaki kurumlaşma düzeyi ülkenin sıcak savaşım alanlarındakinden daha disiplinli ve güçlüdür. Karargahlarımızın veya onların komutanlarının keyfiliği dillere destan olmuştur. Kaç tane karargah keyfilikten ötürü yüzlerce şahadete yol açmıştır? Kurum olsaydı, “bu dağda şöyle değil de böyle üslenilir, bir birlik şöyle değil de böyle mevzilenir, bu hazırlık şöyle değil de böyle yapılır” diyebilseydi, birkaç kişi bunu namusluca tartışabilseydi, aslında hiçbir sıkıntımız olmazdı. O zaman mükemmel kurumlaşır ve ordulaşırdık.
Sözüm ona komutan olan kişi, kurumlaşma gerçeğini iyi bir keyfilik alanı olarak düşünüyor. İşte ne oldum delisi, erken iktidar olma sevdalısı, bir günde paşalık heveslisi bu adam, muazzam bela kesiliyor, “keyfim ha keyfim” diyor. Bizim için bir takım, bir manga çok önemlidir. Biz bir mangayı ancak beş yüz düşmanı götürerek kaybedebiliriz. Örneğin, benim askeri tarzımda bir manganın feda edilmesi, ancak beş yüz düşmanın imha edilmesiyle ödeştirilirse kabul edilebilir. Ama bizimkinin ufku ve tarzında şu var; eline yetki geçirmiş, etrafındaki bütün kuvvet dağılır, ama düşman gitmiş mi, gitmemiş mi umurunda bile değil. Böyle sözüm ona kurum başları bizde çok.
Sizde böylesiniz, sizde böyle yaşadınız. Peki ben ciddiyetinize nasıl inanacağım? Kurum dersini, ordu dersini görüyorsunuz. Böyle yaşayan kim, ben mi böyle yaşıyorum? Kaldı ki yaşamayı bilmeyen kimdir? Size göre ne de olsa siz alışmışsınız. Böyle yaşamak kurum gerçeğine aykırıdır. Böyle yaşamayacaksınız, kurumlaşma burada başlar. Acaba size bunu anlatabiliyor muyum? Siz bir işe doğru başlayabilecek misiniz? Acaba taviz vermeden yürütebilecek misiniz? Alanlar var, bir yığın karargahımız var, başlatabilir miyiz? İçinizden iddialı bazı kurucular çıkabilir mi? Onun için nefes nefese buradasınız.
Bütün bunların da ötesinde, kanımca sizlerde başka şeyler de yok. Sizin ruhunuzu bile sorgulamak gerekiyor. Belki ruhunuz askerlikle terstir. Duygularınız ne? İçinizde büyük hissetme yok, büyük duyma, fırsatçılık, başarma tutkusu yok. Bunlar da olmadan ne kurumu, ne ordusundan söz edilebilir? Ben sorunu yanlış ele almamak için kendimi iyi değerlendirmeye çalışıyorum. Sizde bence daha başka bazı şeyler yok. Çünkü bu gerçeğinize baktığımızda, bir çok yanlarınız ordulaşmayı ve askerliği inkardır. Hatta bir tane iyi duygunuz olsaydı, belki bu bile başarıya götürebilirdi. Bu da yok.
Sık sık kendime soruyorum; bunlara ne gerekli diyorum. Beni sürükleyen temel duygu neydi? Acaba bunu paylaşan kaç kişi var? Raporlarınıza bakıyoruz; hemen söyleyeyim, dehşete düşüyorum. Bir insanı sürükleyen tek bir cümle bile yok raporlarınızda. Ama boşa çıkaracak ne kadar durum varsa hepsi sıralanmış. Bu bir protestoculuktur, bu bir tasfiyeciliktir. Yöntem baştan yanlış, kendiniz yanlışsınız veya yanlışa, boşa gidersiniz. Acı duyuyorum.
Ben size biraz kendi yaşamımı açtım. Beni sürükleyen şey neydi? Benim taktik yürüyüşüme yol açan nedir? Nasıl siyaset yapıyorum, iç ve dış dengelerim nedir, kritik durumlar karşısında nasıl tavır takınıyorum? Zorluklar ve kolaylıklar karşısında neye nasıl yöneliyorum? Aslında bunlar çok önemliydi ve bunları anlattım, ama siz bundan sonuç çıkaramadınız. Ruhunuz sarsılmadı bile. İşte Hz. Musa’nın lanetli kavmi buna denilebilir. Bu kaç yıl sürdü biliyor musunuz; birkaç bin yıl!
Lanetli bir sürece girdiğimizi biliyorsunuz. Binlerce yıllık ana topraklarından böyle kopartılanlar lanetli bir yürüyüşe başlamış demektir. Eğer ben bunun önünü alamazsam, belki de Afrika’nın zencisinden Yahudilerden daha utanmaz ve lanetlice savrulup gideceksiniz. Benim kıyamet koparmamın nedeni bunun önünü almak içindir. Ülkesini kolay bırakan, savaşı kolay kaybeder, hatta savaşmadan kaybeder. Gençliğinizi böyle kolay elden çıkarmanız gerçekten bize büyük acı veriyor. Ben bile kendimi iyi savaştırmadığıma hayıflanıyorum. Ve suç bende değil diyorum. Keşke birileri bana daha fazla savaşma imkanı verselerdi! Günlük olarak bu imkanları kendim elde ediyorum. Neden kafam böyle çalışıyor? Daha fazla savaşma imkanı elde edebilmek için. Boğazımı yırtıyorum, neden? Bu belki olanakları biraz daha artırır diye. Kendinize bakın; hazır olan elden gidiyor, fırsat gözlerine mertek olmuş giriyor, umurunda değil. Böyle asker olunamaz!
Dikkat ederseniz, temel askeri kişilik, duygu itibarıyla bile gelişmemiş. Taktik düzenlenişini, kurumlaşmasını bırakın, duygusunda ciddi eksiklikler var. Ben bir örgütsel imkanın peşinden amansız yürüyorum. Mesela kolay kaybetmemek için korkunç yürüyorum. Bana bunu dayatan duygular var. Nedir bu: Düşman karşısında kolay yenilgi alınmamalı, bir halk böyle kolay kaybetmemeli, bir halk böyle sürünmemeli. Sizde bu duygular fazla yok. Olsaydı böyle çaresiz kalır mıydınız, böyle subjektif niyetler ve keyfiyetlerle hareket eder miydiniz? Kesinlikle hayır! Böyle temel halk gerçekliğini gece-gündüz doğru yakalar ve onunla yaşarsanız, yine düşmanın acımasız gerçekliğini gece-gündüz yakalar ve onunla yaşarsanız, kolay hata yapmazsınız. İğne ucu kadar fırsatı görürseniz değerlendirirsiniz. Benim pratiğim bunu söylüyor.
İşte kurumlaşma söz konusu olduğunda, kurumlaşmayı bilmeyen kimdir? Kimdir engel teşkil eden? Kimdir ordulaşmaya, onun her türlü örgütlenmesine ve disiplin esaslarına gelmeyen? Bu bir çırpıda anlaşılır ve kimse de kolay kolay gereklerini yerine getirmezlik yapmaz. Niye kendimizi kandıralım? Bu iş büyük bir tutku işi, bu iş ya olur, ya olur işidir. Engel de ne demek, “saptırıldım, oyuna geldim” demek de ne demek! Bu kelimelerin kullanılması bile suçtur! Gerilla tarzını kavramamak da ne demek! Özellikle hayatını ortaya koyanlar için bunu söylüyorum. Belki benim gücüm buna yetmiyor? Zaten kendimi sizinki gibi bir komutanlığa yakıştırmıyorum. Ama madem ölümü bu kadar göze aldınız, madem silah da patlattınız, nerede kaldı bunun taktik esasları? Nasıl oldu bu kadar yanlışlık?
Devam edeceğiz; bu tartışmayı bıkmadan, usanmadan sürdürebilirim. Benim sizden tek istediğim şu: Acaba bu sefer anlayabilecek misiniz? Ama doğru anlamak, adam gibi anlamak! Hiç de birbirimizi idare etme sözlerine gerek yok. Kesinlikle yenmek için bize çok gerekli olduğu kadar anlamaktır. Başarılı yapmak için gerekli olduğu kadar anlamaktır. Bu kadar eksiğiniz ve yanlışınız varsa, onları ortadan kaldırmak için, gerektiği kadar anlamak, anlamak, anlamaktır!
REBER APO
16 Haziran 1995
- Ayrıntılar
Nasıl yaşamalı, nasıl savaşmalı? Doğumumuzdan ölümümüze kadar peşimizi bırakmayacak olan soru iki tanedir. Cevabını verirseniz; yaşamdan savaşa, savaştan da yeni bir yaşama çıkış yapabilirsiniz. Tabii sizleri anlayabilmek için, anlatabilmek için kendimizi anlamak gerekiyor. Onu yapıyoruz, yaptık biraz. Teorik konuşuyorsunuz savaş üzerine, bol bol halkların savaş devrimlerinden yine bahsettiniz. Ama bir soru var ki, çok eksik. Siz yaşıyor musunuz, savaşıyor musunuz veya yaşam ve savaş gerçeğinin neresindesiniz? Tabii öyle anlaşılıyor ki, benim şu anda böyle iddialı bir konumda olmam, yaşam ve savaş arasındaki bağı az-çok çözmemle gerçekleşebilmiştir. Nasıl yaşamalı ve savaşmalı sorusuna yönelirken, soruya cevap önem kazandıkça, bunun en ağır sorumluluğunu yaşayan kişiliğin üzerinde müthiş durmanız yöntem olarak en doğrusu oluyor. Çünkü siz gerçekten benim deyimlerime göre, yaşamın da, savaşımın da çok dışındasınız. Ve durumlarınız yürekler acısı. Çok üzülüyoruz size ve şahadetlere.
Bana göre hiçbir zaman savaşçı böyle kolay düşmemeli. Tabii bunun da nedenini araştırıyorum. Gelip yaşamınızda düğümleniyor. Yaşam büyük bir arayıştır. Siz ise düşman ne kadar hazırlop, yani balığı tutmak için oltaya yem taksa hemen ona takılıp gidiyorsunuz. Yaşam karşısındaki pozisyonunuz bu. Düşmanın uzattığı olta yemine takılan balıklar ne kadar yaşıyorsa, siz de o kadar yaşıyorsunuz. Bu, çok kötü bir yaşam biçimi oluyor. Size belki gücüm yetmez ama, nasıl oltalık olmadığımı çeşitli yönleriyle anlatmaya devam edeyim. Daha ilgi çekici ve örgütleyici oluyor bu yöntem; çok açık tabi! Benim hatırlayabildiğim kadarıyla, çocukluk öfkelerim, hayallerim, istemlerim, arzularım, yani kendimi duyumsadığım her şeyimle; adı da gitmiş, kendisi de gitmiş bir ülke ve halk içinde çıkış yaptık, buraya kadar geldik. Bunun hikayesi müthiş!
Siz bu hikayeyi henüz öğrenememişsiniz. Hayret! Halbuki gerçekten büyük bir merakla öğrenmeyi bilmeliydiniz. Çünkü bu hikaye hepinizin hikayesidir. Direnmek isteyen bir halkın yaşam ve savaş hikayesidir bu. Ne yazık ki, halktan gelmenize rağmen, kavrayamamışsınız. Neden? Tabi düzen halkı nasıl etkisizleştiriyor ve kendi dayattığı, adına kader-yazgı denilen düzene mahkûm yaşam içinde nasıl tutuyorsa, sizi de öyle tutmuş. Siz düzenin hikayesini yaşıyorsunuz. Ben ise düzene isyanın hikayesini yaşıyorum. Fark burada, büyük bir fark tabi.
Biz önceki devrede ‘İlk İsyandan Halk Savaşına’ adı altında düzenlenen değerlendirmelerde biraz açmaya çalışmıştık, ama hâlâ çok açımlanması gerekiyor. Dediğim gibi, siz ciddi ve saygılı yaklaşmıyorsunuz; yoksa bir çok yönüyle hikayeye açıklığa kavuşturdum. Kendinizi çok seviyorsunuz, beğeniyorsunuz. Ama içinde bir şey yok. Özellikle başarıya götüren ciddi, sevdalanacak hiçbir şey yok. Kendinizi sevecek, beğenecek çok az şeyleriniz var. Ben de kendimi sevmiş ve beğenmiş olsaydım, bu duruma yol açamazdım. İşe sahte düzen ölçülerine göre dayatılan sevgi ve beğeniyi reddetmekle başladım. Duyguların inkarı, anlamsızlığını veya hiç yaşamama gibi durumunu görerek başladım.
Halk savaşı, aslında çok basit bir sorunun çözümüyle anlaşılabilir. Öyle çok kitap okuyarak ve -yıllardır işte sözüm ona savaşın içinden geliyorsunuz- deneyimle de fazla anlayamıyorsunuz. Daha sade anlatmak gerekir veya çok basit bir sorunun temelinde anlamanız belki daha da mümkün olabilir. İşte o da, “ben nasıl yaşıyorum ve savaşa nasıl sıçrama yaptım?” sorusunu cevaplandırmakla mümkündür. Kendimi 1980’lerde anlatmayı istemezdim, 1985’lerde, hatta 1990’larda bile kendimi anlatmıyordum. Veya daha değişik anlatıyordum. Şimdi ise, böyle anlatma gereği duyuyorum. Neden? Çünkü büyük bir inatla yaşamı ve savaşımı öğrenmemeyi, çok tehlikeli bir biçimde ve neredeyse bir kadermiş gibi, yani yenilgi anlamında normal görüyorsunuz. Bu bizi çok sıktı. Bütün beklentilerimize rağmen, büyük yaşayan ve savaşan kişi çıkmadı. Çok uzun süre bekledim dikkat ederseniz.
Bu kadar anlamsız kayıp verdikten, yaşam ve savaşı böyle kördüğüme çektikten sonra kendime yönelme gereği duydum. Yani ben nasıl savaşsallaştım? Bunu anlatma gereği, sizden ötürü yoğunlaşıyor. Yoksa sizin gibi ana kuzularını bu ateşe niye atalım? Sizin en temel sorununuz; benimle nasıl arkadaş olmaya da fazla anlam veremeyişinizdir. Arkadaşlığa gelmeme, arkadaş olmayı bilememe de herhalde en temel sorunlarınızdan birisidir. Tabi halkı bir yandan birliğe çağırırken, sizi de ihmal etmeyiz. Hatta sizin öncü birliğinizi kesinlikle geliştirmek gerekir. Başka türlü zaten savaş yürütülemez. Ama neyin arkadaşısınız? Niçin arkadaşsınız? Bugün bile, bu sorulara cevap verdiğinizi sanmıyorum; doğru biçimde tabi.
İçinizde birbiriyle doğru-dürüst arkadaşlık, yoldaşlık edecek adam yok. Diken gibi batıyorsunuz, itiyorsunuz, daraltıyorsunuz, öfkelendiriyorsunuz, kaçırtıyorsunuz. Bu pratiğinizde çokça ortaya çıkmıştır. Aranızda arkadaşlığı çekici olan kaç kişi var? Şöyle yüce savaşçılığa çeken, anlamlı bir yaşama çeken kaç kişi var? Niye kendinizi aldatıyorsunuz ki? Halbuki benim halen ne kadar arkadaş canlısı olduğumu görüyorsunuz. Çok doğal olduğu kadar, çok iddialı, çok çabalı, kusursuz denebilecek bir arkadaş arayıcısı oluyorum. Bunu da tabi pratikte milyon kere kanıtladık. Sözüm ona savaş birliklerimizin, halkımızın örgütsel görevleri başındaki sözde militana bakalım; arkadaş olmayı bile bilmiyor. Farkında bile değil. Neyi konuşturduğu belli değil ve çoğu düşmana göredir. Çok azı halkın temel ihtiyacına göredir, kurtuluşa göredir.
Niye böyle oldunuz? Lanetli halk gerçeğine bağlayacaksınız; düşmanın ayartmasına, çok kötü terbiyeye bağlayacaksınız. Ama bu sizi kurtarmaya yetmez. Sadece neden saf olduğunuzu kanıtlamaya yeter. Böyle anlatmakla saflığınızın gerekçelerini ortaya koymuş olursunuz, kendisini değil. Mesela bana göre hanginiz çıkıp da “ben şekillendim”, “baştan böyleydim, çok istekliydim ve aslında başarıyordum da” diyebilir? Dikkat ederseniz pek yok. Güç getiremiyorsunuz. İyi niyetinizden kuşku duyulmaz, benden daha fazla fedakârsınız veya arkadaş canlısısınız. Ama amacı yok işte, savaşa giden yolda değil. Ahbap-çavuşçadır, kandırmaca tarza çok açıktır. Kolay bağlanıp kolay sökülür cinstendir. Yıkılmaz değildir bağlarınız, ilişkileriniz. Her an ters düşebilirsiniz, ihanet edebilirsiniz, belki de farkında olmayarak.
Mesela benim arkadaşlığım öyle değil. Ben, gerçekten düşmanımda bile büyük saygıyı yaratmayı bilen kişiyim. Dağlarımla, kurtlarımla, kuşlarımla, yılanlarımla, çıyanlarımla, otlarımla, her türlü bitkilerimle, her türlü yine hayvanlarımla aslında çok candan arkadaşım. Öncelikle ülkemle arkadaştım diyebilirim. Daha sonra insanlarla arkadaş olmaya sıra geldi. Halen hatırlıyorum, bazı ağaçlarım vardı, nasıl onlarla arkadaş olmaya çalışıyordum. Hepsi aklımda. Yılanlarla bile uğraşmam, tam bir alışkanlık biçimindeydi. O başını çıkarıyordu ben üzerine gidiyordum, aylarca böyle süren hikayeler var. Hiç birinizin aklına böyle şeyler gelmez. Kuş yuvalarım vardı, günde on defa ziyaret ederdim. Yollar vardı, sicim gibi akıp giderdim ve hep aklımda. Hangi ağacın neresine bakıyordum, hala hepsi zihnimde.
Sizin beyninizde sürekli böyle duran hatıralarınız var mı? Yani bu bir yerde yurtseverlik oluyor. Toprağa bağlılık. Bütün bunlar yürektedir ve günü geldiğinde biz bunları tarihe bağladık, teoriye bağladık. Siz ise hikaye. “Haydi bir çırpıda salla ayağını, koyuver gitsin” dediniz. Tabana kuvvet dediniz, kaçtınız gittiniz. Ben de ayrıldım ama, size ilk isyanda belirttim. Köye, aileye büyük tepki duydum, kopuşun ne kadar zor olduğunu ortaya koydum. Ama şu şartla kopmuştum, bir kez daha döneceğim ve her köye döndükçe devrimle döndüğümü iyi hatırlıyorum. Kesinlikle dönüşlerimde tekrar yoktu, devrim vardı. Bunu daha sonra ülkeyi de dolaştığımda, bir kez daha “döneceğim” dedim ve her dönüşüm bir devrim atılımıydı. Tabii bunu önce kendi içimde kararlaştırıyorum, yaşıyorum. Hiç ortada PKK, savaş diye bir şey yok. Yıllarca kendi içimde yaşamışım. Tabii ne kadar sadıkane bir yaşam olduğu açık.
Ben bunu “çocukluk anılarıma, hayallerime ihanet etmeme” biçiminde bir cümleyle tanımladım. Ama acaba sizin ihanet etmediğiniz, bir hayaliniz ve hatıranız kalmış mıdır? Belki de anlam veremiyorsunuz. Yaşamdan, savaşa geçiş kişiliğini anlatmaya çalışıyoruz. Öyle anlaşılıyor ki, siz çok yönlü kopuşlar yaşadığınız için, yurtseverliğe dönüş yapamıyorsunuz. Yapamadığınız için de, yüksek savaşçı özellikler gelişmiyor. Bir önemli neden bu olabilir. Çünkü, en görkemli dağ doruklarındasınız, orada bile yaşamayı bilmiyorsunuz. Tahmin ediyorum bakmasını bile bilmiyorsunuz. O bakışlar sizde yok. Yürek duyarlılığı da yok. Yüreği derinden etkilenen, herhangi bir gelişmeden, havadan, sudan, kurttan, kuştan, çiçekten, her şeyden sanmıyorum olsun. Bakmaz bile. Yani yaşamasını bilmiyor veya bilse de hayaline dalıp, savaşla bağını hiç aklına getirmez.
Dikkat ederseniz benim ilk isyanımdaki bir özellik çok önemlidir. Dün gibi hatırlıyorum; bir bağdayım, bağı güzelleştirmekte veya en azından bir bakımla uğraşıyorum. İyi bir iş yaptığıma eminim, bozmuyorum velhasıl. Aileden gelen kişi ise haksız veya fazla emek harcamadan belki de o düzeni bozmaya çalışıyordu. Kesin öfke ve karşı koyuş böyle başladı. Başka bir nedeni olduğunu sanmıyorum. Yani böyle bin bir tane hikayem var. Tabii üzerinde çokça durduğumuz için, belki de kafanızda canlı yaşadığı için söylüyorum. Hemen her günüm böyleydi. Bir işi doğru yaparken, birilerinin bozması anında öfke ve öfkenin artık kavga gücüne veya kavga duygusuna, kavga kinine dönüşmesi. Mesela gücüm oranında da, neydi ilk eylemim? Etrafımdaki taşlar. Hemen öfkelendiğimi hatırlıyorum. Önce bağırdım, biliyorsunuz hitap, yani propaganda. O ilkin öyleydi. Baktım bağırmayla gitmiyor, laftan anlamıyor, işte hemen etraftaki taşlara saldırma ve taş gücüyle adımı geriletme, kaçırtma. Ondan sonra adamın klasik gerici ilişkilere sığınması söz konusu. Ona da karşı çıkma gücünü gösterme. Yine büyük bir karşı koyuş.
Devrimi burada kesintiye uğratmıyorum. Kişiden aileye hevesle çatıyorum ve küçükten büyüğe, köye kadar da bulaştırıyorum. Köyün içinde de daha böyle gürültülü bir hal almasına yol açıyor, ondan da çekinmiyorum; bir adım daha. Köyü de gerektiğinde hiçe sayıyorum. Bunlar köyün gelenekleriymiş, pek umurumda değil. Yine büyük, taşlı kavgaya devam. Büyükmüş, babaymış yine de mühim olan devrimdir ve onu ona karşı da yürütüyoruz. Tabi köy güçlü, aile güçlü, sonuna kadar karşı koyamazsın; çünkü teksin ve çok çocukça bir konumdasın, sıradan bir geri çekilmeyi yaşadık. Sabahleyin kavgaya başladık. Öğleye doğru geri çekilme yaptık.
Tabii bizim bu şanlı gerillacılarımıza ithaf olunur. Bir çok köye giriyorlar, bir sigara, bir çay uğruna birimlerini imha ettiriyorlar. Hangi amaçla girişleri belli olmadığı gibi, niçin, nasıl çıkmaları gerektiğini de hiç anlamıyorlar bile. Ama bu çocuk havamda bile benim görebildiğim; sabahleyin başladık, şiddetlendirdik. Yine dün gibi hatırlıyorum; daha güneş tam öğleye doğru dikilmeden, ben o bilinen parayı da aldım, yani adamın hazinesine de ulaştım. Orda on lirayı çıkarabilme gücünü gösterdim. Yani adamın yalnız fiziki varlığına değil, maliyesine kadar biraz yöneldik. Ardından yine hiç kimse duymadan, süzülüp çıktık köyün karşısına. Hatırlıyorum yani, inkar mı edeceksiniz? Bir kavga biçimi. Neden böyle çok seri bir biçimde başladık, çok hızlı ve giderek sürekli yoğunlaşarak yaptık. İşte o eylemi, o ağacın altında gözden geçirdiğimizde, büyük bir öfkeyle “köye böyle dönmeyeceğim” dediğimizde, onun şu anlamı vardı: Daha sonra döndüm, belki de bir hafta sonra, ama ben değişik döndüm, direndim döndüm. Bir mesafe aldık. Boyun eğmedik.
Sizin ucuzca kullandığınız “uzlaşma” hayır, uzlaşmayı yapmadım. Kendimi kanıtladım. Tabii ardını da getirdim. Mesela gittiğimiz yer var. Hatta giderken yolda takındığımız tavırlar var. Birliklerimiz şimdi bile, bir yol yürüyüşünde “top düştü” diyorlar, bilmem “pusu kuruldu”. Her gün kayıp haberleri. Yine o zamanki tek halimle çok büyük bir öfke, isyan seli halinde olduğum halde birinci köyü geçerken, dükkanın önünden geçtiğimi hatırlıyorum. Son derece normal, okullu bir çocuğun bütün yeteneklerini takınırken, böyle süzüldüm geçtim. Ve hiç isyan ettiğimi görmediler, anlamadılar bile. Aynı şeyi arabaya binerken de, –posta arabasıydı- yani resmi araba, onu orada da gösterdim. Ve oradan işte Birecik’e ulaşabildik. Yine oradan ilk defa yol yürüdük ve köprüye kadar çıktık. Saat biri bulmuş ya da bulmamıştı. Birecik köprüsünün başında yine araba tuttuk ve sanırım öğle üzeri de kendimizi Nizip’e attık. İlginç bir hikaye fakat, son derece anlamı olan bir hikaye. Ve hemen orada işe koyulduk, yine çalışma sürecine girdik. O iki gün pale eylemimiz vardı. O gün, o palede sabah, akşam, öğle ayran içerdik. Ve yine şişen bileklerimiz, oradan yürüyüşle, apar topar tekrar ilçeye dönüş yapmamız söz konusu.
Bütün bunları şunun için anlatıyorum: Böyle bin bir hikaye var. Bir kişinin öfkesi, uğraşısı, öfkesiyle birlikte eylemi, eylemin sonuçları. Bunların hepsine yürekte yer olursa ve kendi içinde tutarlı olursa, savaş kişiliği için bir adım atılmış olur. Mesela sizin yaşamınızda böyle hikayeler var mı? Böyle kendinize ilişkin kaç tane hikaye anlatabilirsiniz? Hepsi ya teslimiyettir, ya uzlaşmadır. Yoksa böyle teorik anlamı olabilecek tek bir hikaye yaşadığınızı sanmıyorum. Var da, ama ana kucağında, aşiretine sığınma, aileye sığınma, babaya sığınma, şuraya sığınma, buraya sığınma, yalvarma, yakarma... Sanıyorum benim bu hikayemde böyle durumlar yok. Son derece bağımsız, özgür olmayı esas almışım. Kendi yaşam ilkesi var, yaşam ilkesine aykırı davranana hemen tavır koymuş ve bunları sürdürmüş. Bu bir yaşam biçimi, yaşamda bir tarz.
Aslında başka hikayeler da anlatılabilir. Pamuk tarlalarına da gittik. Halen hatırlıyorum; ilaç gözlerimizi yakıyordu, boynumuzu yakıyordu. Ve ondan önce de kamyonlara ırgat gibi doluyorduk. Onun utancını da duydum. Ben bir şehirden geçerken yanımdaki kişilerin arasına gizlendim; bizim millet görmesin diye. Ondan sonra çuvala yüz kilo doldurmak için, nasıl bir yarış içinde olduğumuz. Pamuk çuvalı yüz kilogram olduğunda büyük sevinç duyardık. O zaman kilosu on kuruştu. O da bir kanıtlamaydı. O işte okula geliyoruz, yine okula yetişeceğiz. Ama okula gelmek ve öğrenmek için büyük bir tutku var. Bu da bir yaşam biçimi sanıyorum. Biz çok dikkate değer bir şey çizmişiz. Öğretmenlerimin hepsi iyiydi, bizi nasıl değerlendiriyor idiyseler bilmem, ama onların gözdesiydim. Bayan olsun, erkek olsun bayağı böyle ilgi duyarlardı, özel ilgilerini hiçbir zaman eksik etmemişlerdi. Bunlar da bir yaşam biçimi. Daha bunun gibi bir sürü anı.
Mesela, bu ilk oyunlar meselesi var. Aslında ben oyunlarda fazla güçlü değilim. Ama bir tarz var ki, hepinizinkinden çok farklı. Yani siz yalancı pehlivanlar gibi, elli defa yenilseniz de, aynı oyunu rahatlıkla oynayıp gidiyorsunuz. Çok zordu oyunlara girmek. Zaten hiç oyun bilmem de. Mesela ben halen hayret ederim, bu halk oyunlarında nasıl beceriklisiniz diye. Ben aslında öyle fazla oyun bilmem. Hayret ediyorum bu becerilerinize. Kolay öğreniyorsunuz ama, sanıyorum anlamını bilmiyorsunuz. İyi bir oyuncunun, iyi bir savaşçı olması gereği arasında bağlantı kuramıyorsunuz. Onun için herhalde oyun size kolay geliyor. Benim için oynamak bir yaşam biçimi veya oyunda başarılı oldum mu, her şeyde başarılı olmam gerekiyor.
Sizde ise yaşamdan, başarılı olmaktan kaçınmak için oyunda başarılı olmayı bir yanıltma, kendini tatmin etme aracı gibi değerlendiriyorsunuz. Oyun tekniğinizle, oyuna yaklaşımınızla kişiliğinizi boşa çıkarmada, yaşamı örtbas etmede veya yaşamı ilerletmemede bir rol oynuyorsunuz. Ama oyunların gerçek tanımı, gerçekten sosyal anlamı, siyasal anlamı itibarıyla bir ön savaş adımı olarak değerlendirilmeli. Ama bizde çarpıklık çok gelişkin olduğu için, yücelmekten, savaşmaktan alıkoymak için oyunda tatmin var. İşte bugün spor böyle kullanılıyor, folklor da böyle kullanılıyor. Tabii benim için öyle değil. Oyunla yaşamı, oyunla savaşı birleştirerek yürütüyorum. Oyunla savaş arasında gayrı-ciddi bir bağ kurmuyorum. Savaşır gibi oynuyorum. Evet, oyunla savaş arasında çok ufak bir ayrıntı vardır. Ama bakın, sizin savaşçılığınız da, oyunbazlığınız da çok kopuk, çok karikatürize edilmiş oluyor. Aslında gerçekten bu anlamda, kesinlikle siz iyi oyuncularsınız. Daha doğrusu oyuna kolay geliyorsunuz. Zaten sık sık “oyuna geldim” demek de bu yüzdendir.
Doğrudur yani, kolay oyun öğrenmiyorsunuz, kolay başkalarına oyun oynuyorsunuz, kolay da oyuna geliyorsunuz. Benim en çok zorlandığım bir konu bu. Kolay oyuna gelmemek, kolay oynayamamak ama, oyunla savaş arasındaki bağı, yine savaşla, mücadele ile bağını inkar etmemek bende çok etkilidir. Her ikisine karşı da çok ciddiyim. Sizin gibi değil. Sizin yaşamınızın büyük bir kısmı oyunbazlık, bu konuda herhalde köyün en yeteneksiz çocuğu bendim diyebilirim. Neden acaba? Ailede biraz böyleydim. Olumlu bir özellik midir acaba? Bir geri düzey midir veya artık faydası mı oldu bana? Yaşamı basit bir oyundan ibaret görmemek, oyunlara dalıp kendimi kaybetmemek gibi bir sonucu olabilir. Hatta hatırladığım kadarıyla en iyi oynayanlar, en hafifmeşrep de olabiliyorlardı, fazla ciddi olamıyorlardı veya ben onlardan ciddiyet bekliyordum.
Reber APO
5 Haziran 1995
- Ayrıntılar
Mayıs şehitleri ayı ve 18 Mayıs Şehitler Gününde tüm şehitlerimizi saygıyla anarken, bütün gücümüzle anılarının gereklerini yerine getirmesini bilmeliyiz.
Hareketimizin ilk grup aşamasında ve kendini yaşama çekerken hiç beklemediğimiz, sonuçlarını düşmanın da, bizim de kestiremediğimiz gelişmeler ortaya çıktı. Dikkatlice ele alınmasaydı, gerekleri yerine getirilmeseydi tarih bambaşka olurdu. Ve öyle inanıyoruz ki doğru ele almamızla birlikte tarihin seyrini değiştirmeye çalıştığımız başta Haki Karer yoldaş olmak üzere ve ardı sıra gelen tüm şehitlerimizin anısına verdiğimiz doğru karşılıkla yaşam kavgamıza, onun olağanüstü özgürlük atılımlarına ve günümüzde de çok yoğunca yaşadığımız savaş gerçekliğine ulaştık. Kısmen de olsa onları saygıyla anabilme ve emrettiklerinin gereklerini yerine getirebilme görevlerimize sahip çıktığımızı söyleyebiliriz.
Mayıs ayı en çok şehidin mevcut olduğu, sanırım şimdiye kadar her gününe bir şehit değil, bu ayın belki de her saatine bir şehit sığdırdığımız bilinir ve biz de bu şehitler ayı anısına bağlı olarak işlerimizi en sağlam bir hamlenin gereği olarak yürütürüz. Mayıs ayı bizim hamle ayıdır, şehitlerin anısına bağlı olmanın ayıdır. Ve hepsi de görkemli hamlelerle karşılanır, biz birçok şehide söz verdik. Davamızı yaşatacağız diye söz veriyorsunuz, bu tamamen kesintisiz giderek büyüyen, savaşan bir örgütle mümkündür. İşte biz bunu mümkün kıldık. Söze bağlı olmak basit değil. Bize inanarak şehit düştüler. Denizler, Türkiyeli sosyalistlere, Kürt sosyalistlerine inanarak idam sehpasına cesur çıktılar, cesur şiar attılar, tekmeyi savurdular idam sehpasına. Çıkarılacak tek sonuç bu cesarete karşılık vermektir.
Birçok devrimci bu anılara bağlı olmanın gereği olarak örgüt de kurdular, ama hiçbirisi bizim kadar layık olmadı, hiçbirisi bizim kadar bunların savaş şiarlarına işlerlik kazandırmadı. Bu da bir gerçektir ve çok önemlidir. İdam sehpasında can vermek deyip geçmeyin ve bazı şiarlar atıldı deyip geçmeyin, onlar büyük eylemlerdir. Her zaman Büyük saygıyla anılması ve gereklerinin yapılması gereken eylemlerdir, kişiliklerdir. Bu çok önemlidir. Bizim en büyük değerlerimizden birisi de şehitlere gerçekten böyle layık olmasını bilmektir.
Bu şehitler ayı düşmanın beklentilerinin tersine, onu derinden bir bunalıma iterek, krizini her düzeyde daha geliştirerek, kendine güvenini zayıflatarak, tam tersine halkımızın umudunu büyüterek, gerillayı da sağlam temellere oturtarak, tüm mevzilere daha şimdiden bu bahar perspektiflerini ulaştırarak büyük bir güçlenmenin yolu açılmıştır, bunun imkanını elde etmiştir. Biz bu çalışmayı bu temelde yürüttük. Bu bahar çalışmalarımızı, bahar derslerini, perspektiflerini, diğer tüm baharları bir tarafa bile bıraksak, yalnız bu baharı böyle kendimize mal edersek zafer için yeterlidir.
Son konuşmamla nasıl öğrenmeniz gerektiğini, neden mutlak öğrenmeniz gerektiğini vurguladım. O temelde militanlığı öğrenirseniz, bahar dersleri muhtaç olacağınız bütün gücü veriyor. Her engeli aştırabilir, her sorunu çözdürebilir. İster ideolojik-siyasi, ister askeri tüm ele alacağınız çalışmalarda büyük bir sıçrama yaptırabilir, yeter ki, dersleri yakıcı bir biçimde ısrarla, sonuna kadar öğrenin. Öğrenmek bu anlamda en büyük eylemdir. Eylemde, eylemin örgütlendirilmesinde eğitim temeldir. Ve burada da verilen eğitim, gerek sağlam örgüt ölçülerini yakalamak, gerekse onun sonucu olarak eylemi geliştirmek için oldukça kapsamlıdır. Öğrenme işinde ısrarlı olacaksınız.
Bu şehitler halen diri ve karşınızda. Düşmana gösterdikleri çok onurlu ve büyük kini, öfkeyi unutmayız. Her an onların günlük emir komutasındayız, gücümüzce layık olmaya çalışacağız. Onların kini, onların yaşamının emrettiklerini yerine getirmek için, durup dinlenmek yok. Ben biraz bağlı kalmaya çalıştım, biraz onların sözcüsü olacağım dedim. Sanıyorum biraz layık oldum. Daha fazlasını bundan sonra karşılamaya çalışacağım. Arkadaşlarımı hiçbir zaman yalnız bırakmayacağım. Siz de eğer benimle geliyorsanız, bu yoldaşların yoldaşı olmayı bilmelisiniz. Başka hiçbir şey sizi, onlara layık bir yoldaş kılmaz ve bunlar tarihin değerleridir.
Ben, kendini yakan bir genç kızın anısının unutulmasını affetmem. Bu direnişçiliğin anlamını göz ardı eden insanı, insan yerine koymam. Hele PKK’liyse, kendi başına bile bir parti olan bu değerleri kendine hakim kılamazsa, asla onu bir PKK’li sayamam. Çünkü ben onların yoldaşıyım.
Biz her zaman şunu söyledik; eğer görevlerimize biraz böyle bağlı kalabilmişsek ve eğer halen direnişten vazgeçmiyorsak, burada rol oynayan en temel husus; kesinlikle bütün direnişçilerin ve özellikle de direniş şehitlerinin anısına gösterdiğimiz bağlılıktır.
REBER APO -DERLEMELER
- Ayrıntılar
isyanda biz ne yaptık? Sanmayın ki o ilk isyandı. O, ilk ve son isyandır veya genel isyandır, genel hareket tarzıdır. Ben orada ne yapmıştım? Çok geri bir anlayışa veya hiç hoşa gitmeyen geri, fazla anlamı bulunamayan ve tepki duyulan bir konuma karşı çıkmıştım. Daha da somutlaştırırsam; aile içinde, kardeş ailenin küçük bir mülkü var, onun içinde çalışma var, kimisi çok çalışıyor. Az çalışanla çok çalışan, çalışkan olanla tembel olan arasında kavga oluyor. Birisi, iyi bir işe, emekle kazanılması gereken bir işe kendini fazla veremiyorsa, hatta bozmaya geliyorsa orada bir kavga gelişiyor. Buradaki kavga, bir yerde emek kavgasıdır. Aile içinde olduğu için sosyal bir kavga, köy içinde olduğu için köye karşı bir kavga. İlk etapta bu boyutları açıklıkla söylenebilir. Peki, bu kavgaya aile ekonomisinde yer var mı? Ailede, köy toplumunda yer var mı? Aslında yer yoktur, çelişkiler doğar. O bilinen gevşek köylü tarzıyla, ailede birbirini reddetme yok, radikal savaşma yok, köyde de olsa, köy sınırları dahilinde kalır. Bir başka yere gittin mi, köylü olmaktan çıkarsın. İsyancı bir ailen olursa, başka bir yere gider ve yiter gidersin. Veya ancak bir köylü olup gidersin, bir aile olarak gidersin, yoksa bir eşkıyalaşma durumu ortaya çıkabilir, bir birey olarak gitmek çok zor. O eşkıyalaşma durumu da, köylü değer yargılarının isyancı tarzıdır. Fazla yaşaması da mümkün değildir. Yeni bir toplum yaratma şansı yoktur.
Benim farkım şurada; bende radikal bir yaklaşım var, en sert mücadele biçimi var. Aile olmasa neresi olursa olsun buna karşı çıkılacak, ailenin hakimi ana babadır diye durulmayacak, sonuna kadar onlara da karşı çıkacaktır. İşte bu aile devrimi oluyor. Köy kurallarına bağlı kalınmıyor. Köyün hiçbir ciddi geleneği dikkate alınmıyor, ona da karşı çıkılıyor; o da bir köy devrimi oluyor.
Ondan sonra akıllıysan, bunları unutmayacaksın ve adım adım kendini ilk isyana göre şekillendireceksin. Ailenin, köyün hiçbir değerine fazla anlam vermeyeceksin, fakat her şeyi birden bire başaramayacağın için de, alternatifini buluncaya kadar ve gücünü toplayıncaya kadar da kendini ezdirmemenin kuralına bağlı kalacaksın. Bir anlamda bütün yıllarını böyle planlayacaksın, böyle geçireceksin. İlkel isyan duyguların varsa, böyle biçimlendireceksin, başarmayı çok istiyorsan örgütleneceksin, yeni bir toplum modeline gitmeye kadar cesaret edeceksin. Bu iş böyle başarılabilir. Bunun için yaşamın çok şiddetli geçecek, yeni yaşamın eskisinden farklılığını ortaya koymak için teori gerekecek, düşünce gerekecek. Devletle temasa geçtiğin zaman, onu anlamak isteyeceksin. Birisinden kurtulmaya çalışırken diğerine takılmayacaksın. Aileye karşı, devlete karşı oldun mu, bu sefer siyasal devrim işinin içine girer. Ulusal kurtuluş süreci başlar. Bütün bunlar başlangıçtan itibaren davranışlarımızda, fazla bilinçli olmasa da ifadesini buluyor.
Böyle bir tarzla bugüne kadar geliyoruz. Şimdi sizin tarzınızla bizimkini mukayese edelim. Siz ailede, devlet içinde, geleneksel toplumda ve resmi toplumda yutulmuşsunuz. Onun için tutulacak fazla bir yeriniz kalmamıştır. Belki isyancılığınız var ama o da bir çocuğun kendini yere atmasından, etrafını bozmasından öteye bir anlam ifade etmiyor. Sizin bütün isyanınız ağlamaktır. O da, etrafını bozmaktan öteye başka bir şans vermiyor. Benim yaptığım isyan ise çok ilginç, farklı bir durumdur. Neden böyle yaptığım, ayrı bir tartışma konusudur. Herkes isyan eder, kimi kardeşini, kimi anasını öldürür, kimi köylülerle kavga çıkarır. Ben hiç birisini geleneksel kurallara göre yapmadım. Mesela aile içerisinde mal kavgası hiç yapmadım, köylü kavgasına hiç girişmedim bile. Malı mülkü onların olsun diyerek, olduğu gibi bıraktım. Köyü olduğu gibi bıraktım, köy de onların olsun dedim. Devletle ilişkilerimde ise, imkânlar daha farklı sunuldu ama ben ‘gözüm görmesin’ dedim. Devlet üzerime gelmek isteyince, hiç fark ettirmeden, devlet karşısında ezilmeyecek hangi yöntem varsa onu buldum.
Burada sizin yaşadıklarınızla, benim yaşadıklarım arasında çok farklı durumlar var. Bütün bu konularda durumlarımız çok farklı. Ayıp olmasın ama bu halinizle sizi öncü bir savaşçı olarak kabul etmem çok zor. Burada bazılarınızın ilgisi yüksekse, ‘Önderlik gerçeğinden öğrenme nedir’ diyerek, bu hikâyeyi biraz öğrenmelidir. Ben, sizin yaklaşımlarınızın ezici bir kısmından nefret ediyorum. Taktik icabı olmasa size dayanmam mümkün değil. Size olan karşıtlığımı içimde mahkûm ediyorum, onu örgüt gücüne dönüştürüyorum, taktiğe dönüştürüyorum ve pratikleştirerek intikam alıyorum. Siz ise, “Ben de ancak bu kadar yaparım, benden bu kadar” diyorsunuz. Bu bir savaş tarzıdır. Sizin devletten aldığınız geleneksel etkilenme, tepkilenme tarzınız var. Onunla ortamı zorluyorsunuz.
Ama dikkat edilirse, öncülük olayında halen güçlü olan ÖNDERLİKTİR. Mesela dışımızdaki örgütlere, toplumun genel düzeyine ve merkezimize karşı mücadele etmede güçlü konumdadır. Bu önemlidir, çünkü uyuşmak, uzlaşmak demek, gelişmeyi durdurmak demektir. Sizin bütün yaşamınız kirli işlerle uzlaşmaktan ibarettir. Tepkileriniz, sadece rahatsız olduğunuz konulara ilişkindir. Bir ilkeye göre tepki ve onu sonuna kadar götürme, kişiliğinizde fazla gelişmemiştir. ÖNDERLİKTEKİ seçkincilik veya yükseliş durumu ile sizin yaşama, ilişkilere kapılıp gitmeniz, ya bastırma, ya da uzlaşma durumlarınız arasında büyük bir terslik var. Mesela sosyal gerçekliğin derin etkisi altında, sözde kadro olma durumunuzu göz önüne getirelim. Ağzınız neyi konuşuyor, nasıl konuşuyor? Düşünce gücünüz ne kadar çalışıyor, neye göre çalışıyor belli değil. Neyi kurtarabilir, daha çok da ne kadar batırıyor, anlaşılmaya değerdir.
Benimle sizin aranızdaki mücadele bir savaş durumudur. Genelde ulusal kurtuluşçuluğun toplumdaki özgürlük iradesini sürekli yaygınlaştırmadır. Bunu Parti içine de daha şiddetli taşırmadır. Savaş, Parti içinde durmuyor daha da gelişiyor. Temel çelişkileriniz çözüm gücüne ulaşıncaya kadar da gelişmek zorunda olması, çok anlaşılır bir durumdur. Temel çelişkileri çözecek güce ulaşamazsanız, yenilgi gücüsünüz demektir. Uzlaşmanız yenilgi, savaşmanız yenilgi, her tür örgütlülük içinde tepki durumunuz var, hepsi yenilgiye götürüyor. Dolayısıyla sizinle savaşılacak. Ne zamana kadar; temel çelişkilere hükmedip, çelişkileri anlayıp, gereken örgüt gücü ve enerjisi ile çözene kadar.
Örgüt içi savaşım veya kişiliğinize, kimliğinize karşı savaşım durursa, gelişme de durur. Gelişme durursa, yenilgi olur. Dolayısıyla sizin konumunuz, ister yaşayarak ister ölerek olsun, yenilgi yanı ağır basan bir konumdur. Burada sizin, artık normalde yaşamaya aday bir durumunuzun olmadığı açıktır. Bırakalım yaşamayı kelleyi kurtarmanız bile çok önemli. Düşman her gün kılıç sallıyor, en azgın bir biçimde üzerimize geliyor. Kelleyi nasıl kurtaracaksınız? Burada da düşmanın, sizi an be an imha etmek istemediğine ilişkin derin bir yanılgı var, anlamak istemiyorsunuz. Nasıl anlamak istemiyorsunuz? Dağdasınız, dağda savaş imkânını ele geçirmiş bir gerilla gücüsünüz; üzerinde çok düşünülürse, tedbirleri alınırsa muhtemelen kelleyi kurtarabilirsiniz. Bu potansiyel olarak işlense kurtulma imkânı vardır. Ama en basit bir tedbirsizlikten, grup grup imha gerçekleşiyor. Bu ne anlama geliyor? Aslında kellenizi bile kurtaracak güçten yoksun olduğunuz, bir nevi isyancı kişiliğin yenilgisi, pasifizme boğulması anlamına geliyor. Yine isyancının, bir anlamda eşkıya kişiliğinin, çar naçar bazen de düşmana teslim olmasıdır. Direnen ve teslim olan neredeyse aynı. Oysa kelleyi kurtarmak isteyenin davranışları çok çarpıcıdır. Bir defa tehlikeyi sezdi mi, müthiş davranması lazım.
Siz dağda bir eğitimi bile yapamadınız. Herhangi bir toplum içinde, bir gelişme imkânını bile değerlendiremiyorsunuz. Şimdi doğru olan sizin bu konumunuz mu, yoksa düşmanın vurma-biçme hareketi mi? Hatta en ağır savaş koşullarında; “Acaba biraz da kendimi yaşayamaz mıyım” diyebiliyorsunuz. Zaten gerçeklerle bağınızı öylesine koparmışsınız ki, yaşam ile ölüm arasındaki sınır silinmiş. Özgür yaşam ile düşmanı yaşama arasındaki sınır silinmiş. Önderlik yaşam tarzı ile, öncünün yaşam tarzı arasında çok fark var. Dışımızdaki devrimci örgütleri, aydınları kendi halleriyle baş başa bırakalım, onlardan fazla sorumlu değiliz. Ben içimizdekini çözmeye çalıştım. Sizi bunun için mücadele saflarına alıyoruz. Buna da yetmez bir konumla cevap verince, böylece durumunuz kesinlikle düşman kılıcından boynunu kurtaramama durumuna gelip dayanıyor.
Durum buyken, sosyal olarak nasıl yaşayacaksınız? Bu konuda en iddialı olan, az çok en üst düzeyde duran ve imkânı olan benim. Halen görüyorsunuz ki bu şiddetli yoğunlaşmış kişilik nedeniyle, en basit sosyal gereksinime bile yanaşamıyorum. Hiçbir ilişkide, sizin kadar rahat olamıyorum. Bizim yaşam tarzımız, yemeden, içmeden tutalım, uykuya kadar, değişik bir kişiliğin yaklaşım ve yaşam tarzı oluyor. Dikkat edin, sizin gibi rahat konuşamıyorum, sizin gibi ders veremiyorum. Sizin gibi hiçbir şey yapamıyorum. Ama kendime göre de, yine bir şeyler yapıyorum. Bu, oldukça farklı, olağanüstü bir durumdur. Daha da açarsak, her şey savaşa göre oluyor. Yurt dışında on sekiz yılını kızgın bir savaşa göre yaşayan, ülkenin herhangi bir dağındaki savaşçılığın bile ilerisinde, savaşçı bir durumdayım. Yani kim gelirse gelsin hepsini hazır ola geçirecek, en doğal bir ilişkiyi bile savaşa bağlayacak; yetmiş yaşındaki adam bile olsa, onu da ciddiyete davet edecek, gerçeği anla diyecek bir konumdur. Rahat yemek içmek yok, rahat konuşmak yok. Size göre en bayıltıcı, kendini yitirecek durumlar bile, bu yemek içmek mi olur, kadın mı olur, erkek mi olur, onu da hemen savaşa göre hazır ola geçirtecek, yatakta bile olsa öyle kılacak bir yaşam. Eş bile olsa öyle yapacak. Dost bile olsa öyle yapacak. Çünkü bu müthiş bir yaşam. Ve bir de bunu, giderek yoğun ve sürekli yapacak. ‘Buna can mı dayanır’ diyeceksiniz. Zordur ama dayanacaksınız. Çünkü sen çözüm gücü olmak istiyorsan, bir yerde kendi toplumsal hastalığına köklü bir cevap vermek istiyorsan; böyle olacaksın ki adın öncü olsun, adın önder olsun.
Bu Önderlik modelini, sizin gerçekliğinize uygulayalım. Acaba durumunuza ne kadar uyuyor? Ağız yapınıza, hitap tarzınıza uyarlayalım, belki biriniz kalkıp önderlik tarzına göre iki kelimeyle anında cevap verebilir ama gerisi bomboş. Çok iyi hatırlıyorum; en iyi olanları bir anlık ayakta durabilecek haldeydiler. Ama diğer tüm zamanlarda yerde sürükleniyorlardı. Ve neredeyse hepsinin kerpetenle ağzını yokluyorum, konuş diyorum, fukara bir kaç söz buluyor, o da zor bela, belki yarım kilo terledikten sonra konuşuyor. Tabi bunun büyük bir savaşı ve sürekli olarak ne kadar yürütülebileceği tartışmalıdır. Adam iki kelimeyi yeterince konuşamıyor bile. Peki, bu pratiği nasıl yürütecek? Sözde bana karşı sorumlu; ‘gel diyorum’ eziliyor, büzülüyor. Bu neyin başı, komutanı olacak? ‘Biz bunları nereden bilelim? Biz kendimize, gücümüze göre, bu işe heves ettik’ diyeceksiniz. Doğru, o da bir tarzdır ama bu tarzın düşman karşısında kellesini bile kurtaramayacağını ben yüz bin defa kanıtlıyorum. Bu ağızla hiç bir şey yakalanamaz. Bu yapış tarzıyla siz, çorbayı bile kurtaramazsınız. Yani bırakalım sosyaliteyi yaşamayı, oturaklı olmayı, benim karşımda bile duramıyorsunuz. Benim dışımda, gidin nasıl yaşarsanız yaşayın, ama benim sahama girince bunun kuralları var.
Tüm bunların hikâye kısmını size, başlangıç itibarıyla anlattım. Adam kardeş olmasına rağmen ‘sen böyle karşımda duramazsın’ dedim. O gün bu gündür elimden zor kurtuldu ve bir daha da yaklaşmadı ve kendime yaklaştırmadım da. Kim olursa olsun, tembelse yerinde kalsın. Anam olsun, babam olsun, bunu kabul etmiyorum. Adam gibi sağlıklı çizgiye gelirse, merhabaya layık olabilir. Siz, sözüm ona komutanlarımız olarak kendinizi adlandırmak istiyorsunuz. Karşınızdaki adamın veya başkomutanın herhangi bir özelliğiyle fazla bağ kuramıyorsunuz. Bunun için gülünç duruma düşüyorsunuz. Ama ben yine sizi kovmam. ‘Hoş geldiniz, beş ettiniz’ derim, ama siz de beni, burada olduğumu bileceksiniz.
Çoğunuzun dürüst olduğu kesin. Bir yoğunlaşma çabası içinde olun, yalancı olmayın, kandırmayın, çünkü bu sonuç vermez. ÖNDERLİĞİ kandırmak mümkün değil. Ama daha düne kadar, birer kandırmacı, birer yalancı durumdaydınız. Bırakalım savaşçılığı, benim savaşım imkânlarımı bile düşmana peşkeş çektiniz. “Bizim bir kimliğimiz, kişiliğimiz var” demeniz yalan. Ben olmasam, savaşçılık anlamında -mevcut düşman gücüne karşı savaş kişiliği olarak söylüyorum- sıfırsınız. Öyle olmadığınızı iddia ediyorsanız, benim imkânım, komutam veya öncülük ettiğim işlerin dışında özgücünüzle direnmeye çalışın ve ben de size yardımcı olayım. İstediğiniz kadar para, silah, hatta bir grubu da emrinize verelim, eğer sağlıklı olarak kendinizi üç ay, bilemedin altı ay yaşatabilirseniz, size büyük hayranlık duyarım ve hatta her şeyi size teslim ederim. Ancak içimizde en benim diyenler, bütün desteğimize rağmen kaybettirmekten öteye gidebiliyorlar mı?
Büyük bir yanılgınız daha var. Omuzda silah yılların savaşçısı geçiniyor. Bazen ben buna gülüyorum. Moral bozmamak için, fazla üzerinize gelmiyorum ama gerçekleri açıkça ortaya koymak gerekir. Siz nasıl yaşadığınızı anlamamışsınız. Bırakalım kendi özgücünüzle yaşamayı, aldığınız güçle bile nasıl yaşadığınızı bilmiyorsunuz. Nasıl asker olacaksınız? Nasıl düşmanını bir adım gerileten olacaksınız? En benim diyenler, giderek içe büzülüyor ve beklenmedik bir biçimde sonunu getiriyorlar. Bütün bunlar açıktır. En benim diyenler askeri sahada, örgütsel sahada, şu sahada, bu sahada büzülmekten ve kendisiyle birlikte birçok imkâna da zarar vermekten kurtulamıyor. Gerçeğiniz bunu ifade ediyor. Abartmıyorum, büyüklüğünüze toz kondurmuyorum, sizi ayıplama durumum da yok. Kimin kime ne verdiği çok açık. Yıllarca tek başıma kaldım ama sonuçta ezilip büzülmedim, daralmadım. Herkes biliyor ki, gittiğim ortamda büyük sonuç alabildim. Onu bozan ben değil, sizsiniz. O imkânları bana veren siz değil, benim.
Biraz daha somuta indirgersek; acaba ÖNDERLİK gerçeği karşısında ne olacaksınız? Askeri, siyasi alanda nasıl olunuru bir tarafa bırakalım, sosyal yaşam gerçekliği açısından ne olabilirsiniz? Bazı yiğit arkadaşlarımız yok demiyorum, PKK’nin tarihinde kahramanca direnenler var. Onların önderlikle bağlantıları da somuttur. Mazlumlar, Kemaller, Hayriler, Hakiler, Ronahiler, Zilanlar aslında nasıl olunması gerektiğini sembolik olarak ifade ediyorlar. Ne yazık ki pratik yaşamda değil, ancak bir sonuç kişiliği olarak, nasıl olunması gerektiğini gösteriyorlar, ama pratikte yaşayan, savaşan kişiler olarak, yine fazla kimse yok. İyi niyetli olduğunuz için söyleyeyim; herhalde bundan sonra bir ÖNDERLİK sahtekârı olarak yaşamak istemiyorsunuz, dürüst olmaya dair inancınız var. Bu sözlerden doğru anlamlar çıkarılmak isteniyorsa, ÖNDERLİĞİN ayakta duruş şeklini anlayacaksınız. Nasıl konuşuyor, nasıl bakıyor, iradesi nasıl ayaktadır, nasıl örgütlüdür, nasıl toplantı yapıyor, nasıl karar veriyor ve uyguluyor, nasıl denetim yapıyor, tüm bunları kendinize uyarlayacaksınız. Ama sizin durumunuz tersini ifade ediyor. Türk subayları gibi hareket etsem, sizi sille, tokat dışarı atmam gerekir. Bu onların tarzı, benim öyle yapmaya niyetim yok. Ama yine de, dünya görüşü açısından onlardan daha şiddetli, bize göre bir tarz gerekli. Emekle bağlantılı olarak, bunları aşacak bir biçimde, disiplin anlayışımızı da geliştirebiliriz. Sizin durumunuz bırakalım emek tarzına, sosyalist dünya görüşüne göre olmayı, düşmanın bile yaklaşımının yüz kat gerisindedir. İşte kurtarmalık durumunuz böyle ortaya çıkıyor.
ÖNDERLİK gerçeğine göre; siz daha ekmek yiyip, su içmesini bile bilmiyorsunuz. Bu haldeyken, hangi sosyal yaşamın, hangi kadın-erkek ilişkisi diyorsunuz? Bunlar, sizin daha tanımlamakta bile güçlük çektiğiniz konulardır. Kadın kadınlığının ne olduğunu bilmiyor, erkek erkekliğinin ne olduğunu bilmiyor veya erkeklik diye anlaşılan olayın içinde başlı başına bir tehlike var, kadın ondan da beter. Yine ÖNDERLİK gerçeğine göre çözümlersek; kadın olabilmek, erkek olabilmek, genelde de insan olabilmek çok farklı bir iştir. Sizin bu erkekliğiniz baştan sona tehlikeli, kadınlık zaten daha geri bir tehlike.
PARTİ ÖNDERLİĞİ
30 MAYIS 1997
- Ayrıntılar
Çağdaş dünyamızın 1 Mayıs geleneğini iki bine beş kala yaşamaya, değerlendirmeye ve emekçiler içinde mücadele ve dayanışma günü olarak kutlamaya çalışırken; bunu partimizin sosyalist mücadele gerçeğinde görmek, göstermek güncel anlamda da büyük önem taşıyor. Emekçilerin, ezilenlerin, sömürülenlerin, hiç şüphesiz bir dünyası, bir dünyaya bakış açıları, çıkarları, ona dayalı dayanışma, örgütlenme ve mücadeleleri, tarihin başlangıcından beri sürüp gelmektedir. Sosyalizm mücadele tarihi, insanlık var oldukça, böyle devam edip gidecektir. Oldukça bilimsel bir temele kavuşan bir insan toplumunun yaşamı, günümüzde de büyük çelişkiler içinde çalkalanmaktadır. Ne vahşi hayvanı aratmayan cinsten insanlık içinde ortaya çıkan canavarca yaklaşımlar, ne de cennet ütopyaları amaçlarına ulaşmaktan uzaktırlar. Toplumsal ülküler kadar, toplumun aleyhine çok aşırı bireyci çılgınlıkları, zıtlaşmaları keskinleştirerek sürdürüyorlar.
Toplumsallık, insana özgü, onsuz olunmayacak bir varlık biçimidir.
Zaten kavgada burada başlıyor. Toplumsallık ne kadar birey için geçerlidir? Bireyin toplum içindeki özgürleşmesi, toplum için ne kadar gereklidir? Çelişkinin özü bu. Bunun için çeşitli ideolojileri, çok çeşitli çözümleri sürekli geliştirerek günümüze kadar, işte bilime yakın sosyalist yaklaşımlara kadar gelişebilmişlerdir. Toplumsal çözümleme sadece sosyalizmle olmamış, ama bilimsel ifadeye en yakını sosyalizm oluyor, daha önceleri de hemen hemen bütün dinler, sihirler, hatta bir çok başka tür düşünce, insanın toplumsallaşma gerçeğine olumlu veya olumsuz yönlerde etkide bulunmuşlardır. Gericilik-ilericilik kavgası, karanlık-aydınlık düşüncesi, dostluk-düşmanlık yaklaşımları hep bu çelişkinin ürünüdür. Öyle anlaşılıyor ki, insanlık tarihi boyunca –onun artık ne iradesi dahilinde olur, ne kadar iradesi dışında olur- sonuçlanıncaya kadar sürüp gidecektir.
Bu genel kavramları şunun için belirtiyoruz; özellikle günümüzde haksız, sömürücü konumdaki kişileri, sosyal sınıf veya tabakalarca, bu çıkarlarını örtbas etmek için ısrarla ve gittikçe yoğun olarak bastırdıkları propagandayla, sosyalizmin sonunun geldiği, artık mutlak egemen olanın bu çıkarları dile getiren yaklaşımlar, propagandalar olduğu bir kadermiş gibi, kaçınılmazmış gibi tekrarlanmak isteniliyor. Baş emperyalist güçler, devletler, onların çeşitli düzeylerdeki ideologları fırsatı yakalamış iken, bunu tüm güçleriyle tam zafer için kesinleştirmek istiyorlar. Hele reel-sosyalizm, o yetmiş yıllık çok büyük bir gelişmeyi yaşayan sosyalizmin bir türünün çözülüşü veya aşılması durumu, bu iddiaları daha da güçlendirme biçiminde kullanılmaya çalışılmıştır.
Tarihin her döneminde böylesi süreçler yaşanılır. Çıkarcı, statükocu, daha çok ezen ve sömüren güçler “fırsattan istifade” deyip, kendi çıkarlarının sonsuza dek hakim olması gerekirmiş gibi, bütün hünerlerini konuştururlar. Dikkat edilemezse bayağı da başarılı olabilirler. Bu anlamda sosyal mücadeleler açısından güncel gerçekliği bütün yönleriyle, yine derinlikli kavramak önemlidir. Bütün dünya insanlığı için, ezilen, sömürülen kesimleri için, hiç şüphesiz bir yaşam anlayışları, dünya kavrayışları ve onun uğruna mücadeleleri olacaktır. Kurulan sosyalizm bunun bir aşamasıydı. Hatta önce de Fransız Devrimi’nde de vardı. Fransız Devrimi öncesinde de bütün devrimlerde, hatta İslam Devrimi’nde de vardı. Bütün bu devrimlerin en altta, en ezilenleri, sömürülenleri olduğu gibi, onların radikal dünya görüşleri veya savaşımları da olmuştur. Tarih boyunca hemen her halkta, her tarih kesitinde çok yaygın yaşanmıştır. Tabii bunlar günümüzün daha belirleyici olan gerçeklerini görmemizi engellemez. Ne abartmacı, ne inkarcı yaklaşımlarla gerçeği bütün yönleriyle değerlendirmekten uzak kalmamalıyız.
Şu da söylenebilir; ezilenler, emekçiler her zaman sığ düşünmeye, özellikle politik-felsefi düşünmemeye, bu konuda son derece hakim olan, sömürücü olanın izleyicisi biçiminde bırakılmaya özen gösterilmişlerdir. Kendi bağımsız ideolojik-politik gerçekliklerini görmek ve devrimle değiştirmek için ya zorla alıkonulurlar, ya da çoğunlukla kandırılarak alı konulurlar. Günlük yaşam endişeleri, gittikçe daha da zorlaşacak maddi yaşam koşulları, durumu, her zaman emekçilerin aleyhine kapatıyor. Bu, bugün de çok yaşanıyor. Ufuklu olmamak, güne dayatılması gereken adımı dayatmamak son derece yaygındır. Gerek dünyada, gerek özellikle Türkiye-Kürdistan gerçeğinde bu çok daha somuttur. Ve tarihte ezilenlerin lanetli gerçeği de böyle ortaya çıkmıştır.
Bu anlamda bizim sıkça kullandığımız lanetli halk, lanetli sınıf gerçekliği de budur. Kendi egemenlerinin, kendi ezenlerinin kuyruğunda, onların çıkar ilişkilerini ağından kurtulamama, hatta ona yaltaklanma lanetli bir halk veya sınıf, kişi olma anlamına geliyor. Bu da her türlü düşkünlüğün, aşağılanmanın, hor-hakir görülmenin temel nedenidir. Kendi gerçekliğini özgürce görememek; kendi hakimlerinin, sömürücülerinin, bir anlamda düşmanlarının izinde yürümek, yaltaklanmak, hatta dalkavukluk etmek içine düşürülecek en aşağılık durumdur. Ahlaksızlığın temeli de budur. Her türlü kıt düşünmenin, hatta maddi olarak asgari çıkarlarını bile karşılayamamanın da nedeni kesinlikle budur. Israrla biz de bu noktada “iğrençlik, alçaklık” kelimelerini çok yaygın kullandık ve yerindedir. Bunda son derece ısrarlıyız. Bu anlamda sosyalizm ufkunu büyük bir kararlılıkla savunmak, bunu oldukça özgürce ve savaşarak yapmak önemlidir. Yaparken dogmatik olmamak, saplantılar içinde kalmamak çok önemlidir.
Çünkü toplumu bilimsel anlamda ancak emekçiler daha iyi anlayabilir. Hemen her emek dışı sınıf, yalana, her türlü dogmatizme başvurabilir. Çok çeşitli uydurmaları kalıcı ideolojilermiş gibi, hatta mutlakmış gibi dayatabilir. Ama tarihinin her döneminde olduğu gibi, emeğin sahibi olanlar, onun sonuçlarıyla yakından ilgilenenler ise, yeni devrimci olan ideolojiyi geliştirmekte zorluk çekmezler, bunda kararlıdırlar ve ortaya da çıkarırlar. Günümüz sosyalizm tartışmalarında en çok yetmiş yılı aşkın ve oldukça da dünyanın büyük bir kısmını etkileyen, kurulup da bugün çözülen veya aşılan sosyalizm tartışılıyor. Buna bir kez daha değinmekte yarar olabilir. Biz bu sosyalizmi genel olarak da değerlendirebiliriz. Sosyalizmin her şeyiymiş gibi, bu kurulmuş sosyalizmi değerlendirmek büyük bir darlığı içerir. Zaten Leninizm’in de esas itibarıyla politik-taktik yanı ağır basan yaklaşımları göz önüne getirildiğinde, bunu sosyalizm tarihinde bir taktik aşama olarak değerlendirmek en uygunudur. Nedir bu aşamanın en temel özellikleri?
Kapitalist-emperyalizmin çok açık çelişkileri ve insanlık için gerçekten o iki dünya savaşını dayatması var. Öncesinde de birçok anlamsız savaş, dünyanın halkları aleyhine bölüşülmesi, emekçileri üzerinde yine çok kaba sömürü biçimlerinin sürüp gitmesi, bu arada bilimin, tekniğin çok hızlı gelişmesi, emekçilerin bu temelde hızlı bir uyanışa, yine ulusların, halkların hızlı uyanışı ve uluslaşmaya yönelmeleri çağında Leninizm büyük bir özgürlük hareketinin adı oluyor. Ve gerçekten de çok büyük bir etkinliğe yol açıyor. Denilebilir ki; 20. yüzyıl Leninist yüzyılıdır. Her ne kadar günümüzde “gözden düştü” deniliyorsa da, aslında yüzyılı bütünüyle etkileyen Leninizm’dir. Başlangıcında iyi biliyoruz ki, bilimsel-sosyalizm Marks-Engels’le büyük bir aşama kaydetmiştir. Özellikle dünya görüşü daha bilimselleşmiş ve örgütlenmeye doğru da yol almıştı. Ama politik-taktik anlamda fazla gelişmiş değildi. Özellikle Paris Komünü deneyimin de olsun, buna benzer bazı ayaklanmalarda olsun etkisi çok sınırlıydı. Leninizm, ona bu politik-taktiği usta bir biçimde yerleştirdi ve dünyanın devrimle değiştirilmesine, sosyalist devrimin geliştirilmesine büyük bir ivme kazandırdı. Onun ideolojik-moral yönlerine hiç şüphesiz fazla öncelik tanımadığı gibi, eski sömürücü dünyanın ve en başta da kapitalist-emperyalizmin etkilerini de çok yönlü gözden geçirip, çözümleyecek durumda değildi.
Onun kurtarmak istediği; çok kaba sömürü ve baskı düzenini aşıp, emekçiler, halklar için biraz daha uygun yaşam dünyasını yaratmaktı. Ve bunda da aslında başarılı olunmuştur. Biz, bu anlamda reel-sosyalizmin öyle tümüyle çözüldüğü, başarısız kaldığını söyleyemeyiz. Bu büyük bir yalan olur. Hiç şüphesiz sosyalizmle bağdaşmayan yetersizlikleri, yanlışlıkları oldukça fazla olmakla birlikte, emekçilerin özgürleşmesinde, maddi ve manevi gelişimlerinde çok büyük bir aşamayı ifade eder.
Aynı biçimde halkların uluslaşmasında ve özgür, bağımsız gelişiminde de Leninizm gerçekten tarihin en önemli bir aşamasını ifade eder. Veya sosyalizmin bu aşaması, bu anlamda oldukça büyük başarılarla doludur. “Peki çözülen, aşılan gibi gözüken nedir?” denildiğinde, bu, aslında kendini yenileyememesi, yeniden güncelleştirememesi, yeni sorunları ve çözüm yollarını görememesi biçiminde formüle edilebilir. Yüzyılın başlangıcındaki program aslında az-çok Sovyet deneyiminde uygulandı ve başarıldı. Örneğin asrın son çeyreğinde komünizme bile ulaşmaktan bahsediliyordu. Bunun bir hayal olduğu, abartma olduğunu daha o zaman biz kendimiz görebiliyorduk. Kapitalist-emperyalist dünyanın o kadar güçlü olduğu ve hatta daha önceki köleci toplum biçimlerinin bile yaygın yaşandığı, hele bireyde yaygın yaşandığı bir süreçte komünist iddialardan bahsetmek kendini abartmak, yanıltmaktır.
Bununla anlaşılması gereken; Leninist taktiğin sonu veya görevini yerine getirerek yeni bir aşamanın eşiğine getirmesidir. İşte daha geçenlerde özellikle Türkiye’yi de ilginç bir biçimde dolaşan bir Gorbaçov var. Bu çözülüş işinde adından en çok bahsedilen kişidir. Anlayarak veya anlamayarak da olsa bu çelişkiyi aslında yaşıyor. Belki de söylemeye çalışıyor. Fazla kanıtlamaya gerek yok ki, halkların özgürlük düzeyi 19. yüzyılla kıyaslanamaz bir biçimde ilerledi. Yine emekçilerin özgürlük düzeyi de hakeza kıyaslanmaz bir biçimde ilerledi. Bunlar tamamen bilimsel-sosyalizmin, onun en önemli Leninist pratik-taktik başarılarının bir sonucudur.
Bunda hiç şüphesiz kurulan partiler vardır. Özellikle bu partilerin mücadele taktikleri vardır. Hepsi de Leninizm de kapsamlı işlenmiştir. Ama günümüze doğru geldiğimizde artık alınması gereken mesafe alınmış, ulaşılması gereken hedeflere az-çok ulaşılmış, yeni hedefler belirlemek gerekiyor. Bu da insanlığın güncel durumunu değerlendirmek, bundan yeni hedef-programları çıkarma, ya eski komünist partileri yenilemek, ya yenilerini kurmak, böylesine yeni bir aşamaya, evreye sosyalizmi ulaştırmaktı. Gerekli olan buydu. Fakat yeterince yapılmayan da buydu. Biraz da yapılması zordu. Çünkü Sovyetlerdeki devletleşme düzeyi buna engeldi. Asıl çelişki burada. Hiç şüphesiz sosyalizmin bu aşaması için devletleşme gerekliydi. Bu inkar edilemez, ama devletleşmenin bu kadar abartılması, büyütülmesi sosyalizmin özüyle çelişirdi.
Öyle anlaşılıyor ki, sosyalist bir devlet, hatta proletârya diktatörlüğü kurmak sosyalist bir toplum kurmak değildir. Sosyalist bir insan yaratmak hele hiç değildir. Yanılgı veya yanlışlık ağırlıklı olarak buradadır. İyi bir devlet kurmanın her şeye yeterli olacağı sanıldı. Ve neredeyse günümüzde devletçilik anlayışı en ultra düzeye kadar gelmiştir. Hemen herkes kutsalmış gibi “devlet, devlet çıkarı” diyor. Ama ilginçtir ki, bugün en çok da aşırı devletçilikten herkes şikayet ediyor. En çok devletçilik yapanlar, devletçilikten en çok çıkarı olanlar bugün devletçiliğe karşı çıkma gereği duyuyorlar. Bu sosyalizmin ne kadar gerekli olduğunu açıkça ve kendiliğinden gösteriyor. Devletleşmeye en çok karşı duran aslında sosyalizmdi. Hatta devletin tükenişi, sönüşünü teorik olarak ifade etmiştir.
Diğer bütün sömürücü ideolojiler devletçiliğe çok kutsal yer verdiler. Sosyalizm yer vermez, ama tuhaftır, bugün de en çok liberal-kapitalizm yanlıları, en çok devletin aleyhine tartışma yürütüyorlar. Türkiye’de işte en çok kapitalist olanlar, özelleştirmeden, devletin küçültülmesinden bahsediyorlar. Aslında sosyalizmin yapması gereken işi, sosyalizm adına hem de yalanla, ikiyüzlüce ve biraz da daha kendini sürdürmek için yapıyorlar. Demek ki, her şeyden önce yeni güncel sosyalizm, bu devletçiliğe karşı, herhangi bir ideolojiden daha fazla çıkmak durumunda. Devletin küçültülmesini, söndürülüşünü, toplum üzerindeki, hatta birey üzerindeki çok tehlikeli, anlamsız ve gerçekten belki de baş çelişki durumunu görerek nasıl aşılacağını göstermesi gerekirdi. Yapılmayan biraz bu oluyor. Hatta Sovyet devlet aygıtı bu anlamda en temel bir engelleyici olarak karşımıza çıkıyor.
Hiç şüphesiz bunda eski sömürücü toplumların izleri var. Kapitalist-emperyalizmin dayatmaları etkili olmuştur; ama sosyalist iradenin bunu aşmaması esas belirleyici nedendir. Ve sorumlu tutulması gereken husustur. Sovyetlerde bile aslında bugün özelleştirmeden, bireyselleştirmeden, liberalizmden bahsedilmesinin nedeni bu. Öyle bir devlet yaratılmış ki, toplum altında nefes alamaz durumda. Bu anlamda aslında yapılan belki tümüyle kapitalizme dönüş değil, zaten kapitalizmin bir biçimi. Onun devletçi biçiminin abartılması buna yol açıyor.
Devlet kapitalizmini sosyalist sanma, bu duruma yol açmıştır. Bundan kurtulma, bireye daha fazla ağırlık verme, daha fazla liberalizm, daha fazla demokrasidir ki, bu, devlet kapitalizminin aşılmasıdır. Yoksa kapitalizmin geliştirilmesi filan değildir. Hiç şüphesiz bireysel kapitalizme de, özel kapitalizme de yol alınacak, ama tümüyle gidişatın bu olduğunu söylemek gerçekleri çarpıtmak demektir. Ama bu tartışma daha bitmemiş, Sovyet deneyimi bu açıdan yoğun tartışılmaya devam ediliyor. Ve onu izleyen modeller de, yeni adımı buluncaya kadar, aynen tartışılmaya, gözden geçirilmeye devam edilecektir. Ve tabii sorun, kurulan sosyalizmin sadece kendini gözden geçirmesi, yenilmesi değildir.
Kapitalist-emperyalist çelişkinin insanlığın başına yığdığı sorunlar hiç de 19. yüzyılın sonlarınkinden, yine 20. yüzyılın başlarınkinden daha az değildir. İnsanlık şimdi her zamankinden daha fazla büyük felaketlerle karşı karşıya bırakılmıştır. Kontrol altına alınamayan toplumsal süreçler söz konusu. Özellikle kapitalist ekonominin çevreyi, doğayı müthiş tahrip etmesi neredeyse dünyanın sonunu getirecek. Yine çok kontrolsüz toplum yapısını dünyaya sağdıramaz duruma getirmesi, bunda rol oynaması söz konusudur. İdeolojik-moral açıdan da insanları büyük bir umutsuzluk içinde bırakması, çok anlamsız biçimlendiği bir durumla yüz yüze getirmesi söz konusu. Bu gün ideologları da değerlendirme geliştiriyor. Bu, şu anlama geliyor; kapitalizm insanlıkta artık idealizm bırakmamıştır. İddia, umut bırakmamıştır.
Tarihin sonu demek; insanda iddianın, umudun tükenmesi demektir. Bu da eşittir kapitalizmdir. Kapitalizm artık ufuk, umut vermiyor. O zaman tam bu noktada ne gerekli? İnsanlığa umut, ufuk verecek ideoloji, o da olsa olsa sosyalizm olacak. Kendi sonunu insanlığın sonuymuş gibi, kendi tarihinin sonunu insanlık tarihinin sonuymuş gibi göstermek, her egemen ideolojinin bir özelliğidir. Kendisinden sonra hiçbir şeyin olmayacağını söylemek, yaşamları açısından gereklidir de. Bu her önemli çağda görülmüştür.
Bir dönemler belki de Roma kendini en yıkılmaz düzen olarak koyuyordu. Feodal imparatorluklar hakeza öyle. Birçok yine kapitalist imparatorluk da –bir ABD- kendini en son insanlık gibi yutturmaya çalışıyor. Ama gelişme doğanın bir yasasıdır. İnsanlığın sonunun gelmesi bu haliyle mümkün değil. Ne evler alt-üst oluyor, ne insan çok ciddi bir iç yıkımla, hastalıkla karşı karşıyadır. Sorunları, ideolojik-politiktir, sosyal-ekonomiktir. Çözümleri de hiç şüphesiz ideolojik-politik; sosyal ve ekonomik; kültürel, moral olacaktır. Burada kendini insanlığın kaderiyle en çok bağlantılı gören, onun kaderiyle ilgilenen, çözmek için kendini görevli hisseden tutumlar, davranışlar etkin olacaksa ki, bunda da toplumsallık, dolayısıyla sosyalizm, en iddialı olması gereken ve oldukça da bilimsel-ideolojik yaklaşımlardır. Bu temelde sosyalizm kendini yeniden formüle edebilir.
Kapitalizmin günümüzde gerçekten verebileceği fazla bir şey yok. Mesela bu serbest piyasa mekanizmalarına baktığımızda da, bütünüyle rant, faize dayalı bir sömürücü kesim oluşturmuştur. Kapitalizmin daha önceki yüzyıllarında üretimle, ticaretle ilgilenirlerdi. Şimdi üretim, ticaret, teknik bir tarafa bırakılmıştır, günlük piyasa, faiz endeks oranlarıyla oturup kalkıyorlar. Bunun üretimle hiçbir ilgisi yok. Kapitalizm bu kadar anlamsız, işlevsiz hale gelmiştir. Ve bütün iri, temel kapitalist ülkelerde bu piyasa, borsa oyunları egemendir. Bu da kapitalizmin tam başardığını değil, bir hiç durumuna geldiğini, anlamsızlaştığını gösterir. Borsa oyunlarıyla nereye varılabilir? Bu kumarın bir biçimidir. Onlar alıyor diğerine veriyor. El değiştiriyor sürekli. Bu da kumarın ta kendisidir.
Demek ki, kapitalizm günümüzde tam bir kumar oyunu durumuna gelmiştir. Kapitalizm için hiç yeni tanımlar yapmaya gerek yok. İyi bir kumarcılık düzeni, günümüzde kapitalizmi en iyi ifade ediyor. O halde tam da bu noktada, hiç şüphesiz bu büyük kumar, insanlık üzerinde oynanıyor. Trilyonlar dönüyor insanlık üzerinde. Ve bu trilyonlar dünya için felaket, insanlık için bir felakettir, bütün olumsuzlukların esas nedenidir. Bunu görmemek, görüp de karşı durmamak, insanlığın –Neron’dan daha tehlikeli bir biçimde- yakılıp seyredilmesine eştir. O halde, eğer insanlıktan umut kesilmiyorsa, insanlığın daha umutlu ve iddialı olmasına inanılıyorsa, hiç şüphesiz onun yaratma eylemine bu kumar düzenini aşmaya da güç getirmesi gerektiği, bundan kaçınmak şurada kalsın, bir tutku halinde, yüksek idealizm ve de mücadeleyle buna yüklenmesi gerektiği açıktır.
Bugün başta hareketimiz olmak üzere devrimci hareketlere yakıştırılan tek ad, –sanki en büyük tehlikeymiş gibi- çok ucube bir biçimde yansıttıkları bir terörizm iddiasıdır. Özellikle ABD ideologları ve politikacıları “terörizm” deyip, oturup kalkıyorlar. Her şeyi bu sözcükle izah etmeye çalışıyorlar. Aslında en çok da kendilerini bu sözcükle değerlendirmek gerekir. En büyük teröristin ABD’nin politik güçleri ve ekonomik güçleri olduğunu söylemek yerindedir. Çünkü insanlığın başına en bela olan, en tehlikeli oyunu oynayan, dolayısıyla işkenceyi en amansız uygulayan bu bir avuç borsa teröristidir, politik teröristtir. Çünkü ellerinde müthiş yıkım silahları var. Her gün tehdit olarak elinde bulunduruyorlar. Zaman zaman da gözlerine kestirdikleri güçlere, halklara karşı kullanarak bu terörizmi müthiş uyguluyorlar. Biraz da Yavuz hırsız misali, yani hem bastırıyor, hem kendini güçlü gösteriyor.
Hem insanlığın evini soyuyor, hem de insanlığın sahiplerini suçlu gösteriyor. Özellikle PKK’ye son günlerde ısrarla dayatılan “dünyanın en tehlikeli terörist örgütü” suçlaması ile bunu şimdi daha iyi anlıyoruz. İnsanlık ailesi içinde insanlığa bağlı olarak en büyük özeni gösteren partimize, ABD’nin böyle “baş terörist” demesi, bir gerçeği ifade ediyor. Yavuz hırsız misali kendi suçunu bize yıkıp kendini gizlemek istiyor. Bu, tarihin her döneminde başvurulan bir taktiktir.
Roma’yı hatırlarsak, o dönemin ilk Hıristiyanları gerçekten ezilenleri, mazlumları temsil ediyorlardı. Neron ise bir çılgındı. Roma’yı yaktı, o fukara Hıristiyanların başına yıktı ve hepsini aslanlara parçalattı. Bu örneği günümüzde ABD’nin imparatoruna ve onun yardakçılarına uygularsak; evet, yalnız bir Roma’yı değil, bütün dünyayı ve bu arada ülkemizi, Türkiye’yi, bir çok ülkeyi yakıyorlar. Kim yaptı? “PKK teröristleri”. Bir de böyle kendilerince büyük basın-yayın gücüne dayanarak “teröristler şurayı yaktı, şurayı yıktı” diyebiliyorlar. Çok abartmaları ve çarpıtarak eylemleri de kullanabiliyorlar. Evet, Neron bir defa Roma için; Hıristiyanları suçladı, fakat bunlar her gün, her yerde bütün insanları, insanlığı suçlayarak kendi büyük yıkma hareketlerini örtbas etmeye ve bu temelde ömürlerini uzatmaya çalışıyorlar. Burası çok önemli. Bu temelde büyük bir ideolojiyle saldırıya girişme gereği var. Az-çok partimizin bunu biraz yapabileceği ortaya çıkıyor. ABD’nin ideologları, istihbarat şebekeleri, politik güçleri bu anlamda akıllıdırlar, tespit ederler.
Reel-sosyalizmin büyük hataları, kusurları içinde aşama yapamaması ve bunda en kararlı örgütlerin başında bizim yer alışımız, PKK’nin kontrole alınmamış, iddialı olmakla da kendi eylemini yaratıcılıkla sürdürmesi, bunun en azında Ortadoğu için geliştirmek istediği düzene engel teşkil etmesi, kudurmasına yetiyor. Yani çok tuhaftır! İsa’nın çıkışı da bu topraklardaydı. Roma o zaman bütünüyle dünyaya egemendi. İsa, iki elin parmak sayısını aşmayacak bir küçük havari grubuyla birlikte Kudüs’te ve çevresinde söz eylemiyle bu büyük zulmü açığa vuruyordu. Tabii bunun karşısında Roma’nın büyük cezalandırma hareketini biliyoruz. (Çarmıha gerilme, daha sonraki ardıllarının da arenalarda aslanlara yem yapılması.) Yani çok güçlü olan Roma’nın buna ihtiyacı var mıydı? Evet. Ufak bir gediğin bile açılması, Roma’yı böyle hunharca hareket etmek zorunda bırakıyordu.
Günümüzün de buna benzer yanları var. Biz ABD için niye bu kadar büyük tehlike olalım ki? Ama emperyalizm “gedikler meselesini” çok iyi bilir. Nitekim Leninizm’inde döneminde emperyalizmin en zayıf halkasından bir gedik açma hareketi olduğu biliniyordu. Günümüzde de deniliyor ki; “PKK emperyalizmin en zayıf halkasından gediği adam akıllı açıyor ve bu gedikten tehlikeli bir dünya görüşü ve yaşam tarzı fışkırabilir”. Bunun için tarihten aldığı tecrübeyle yüklendikçe yükleniyor. Hatta Türkiye gibi tarihin tanıdığı en barbar ve günümüzde de çok faşist bir rejimi, onun saldırı ve imha seferlerini yeterli görmüyor. Hatta “niye erkenden bitiremedin?” diye kızıyor. Diğer irili-ufaklı emperyalist ülkelerde alabildiğine destekleyin “niye bu terörizmi önlemiyorsun?” diyor. Karşı çıkışları başarısızlıklarındandır.
Gizliden, on yılı aşkındır bütün güçleriyle desteklediklerini biliyoruz. Son saldırı operasyonlarına da tüm yönleriyle destek verdiklerini biliyoruz. Ama artık mızrak çuvala sığmıyor. Tüm dünya halkları gördü ki, bu bir işgal-istiladır. Nereye bunlar saldırıyor ve kimin desteği var? Biraz daha halklara karşı çok güç durama düşmemek için, görünüşte de olsa “karşıyız” diyorlar. Ama kendini en güçlü hisseden Amerika, halen utanmadan çok açıkça “destekliyoruz” diyebiliyor. Utangaçta olsa işte “yeter, operasyonları geriye al filan” diyor. Bunu söylemesinin nedeni ise; başarısızlıktır ve gittikçe kendileri açığa çıkıyor, tehlike büyüyor. Tıpkı Roma döneminde olduğu gibi Hıristiyanlık giderek kökleşiyor, kendileri ise tüm o görkemliliklerine rağmen daraldıkça daralıyorlar, kudurdukça kuduruyorlar.
Neron’un bütün Roma’ya hükmetmesi, imparator olması, hiç de Neron’un güçlü olduğunu göstermez ve nasıl bir sonuca gittiğini biliyoruz. Şu anda baş emperyalist gücün de durumu böyledir. Onun en önemli yardakçısı, Ortadoğu’daki işte Kudüs valisi gibi Anadolu’daki valisi de zor durumda. Ne kadar çıldırırsa çıldırsın fazla ilerleyemiyor. Dolayısıyla işte PKK’ye en büyük terörist örgüt diyebiliyor. “Tek bir dünya devleti veya insanı yardımcı olmamalıdır” demesi, bu tarihi özellikten ötürüdür.
Böylesine engin bir tarihi açıdan bakıldığında ABD’nin bu iddiası anlaşılır. Tabii Anadolu’daki valisi, kıt-dar düşünür, belki çok tahrip etmek ister, ama yarattığı olumsuz sonuçları görmeyebilir. Avrupa’nın da eleştirileri bu temeldedir. Anlaşılıyor ki; bu kadar dünyanın baş köşesine oturmamız, aslında salt bir ulusal kurtuluş hareketi özelliğinden ötürü değil, yine mahalli bir şiddet örgütü, hatta sosyalist örgütü olmadan da değildir. Mevcut emperyalist sistemi en tehlikeli yerinden deldiği ve kendilerine göre çok kötü bir örnek olma durumunu sezdikleri içindir.
Tabii hareketimizin gelişimi de biraz buna uygun. PKK’nin bir insanlık hareketi olduğu tartışma götürmez. Sosyalist ideallere daha başlangıcından itibaren oldukça bağlı, iddialı ve onun bilimsel anlamına bütün yönleriyle dikkat ediyor. Bu anlamda, tam böyle bir emek hareketi olmanın özelliklerine sahip olmaya çalışıyor. Yirmi yılı aşkındır, özellikle asrın son çeyreğinin çözülen, aşama yapamayan reel-sosyalizmine karşı aşama yapan, en önde gelen parti hareketi oluyor. Bu önemli. Ayrıcalığı burada, farkı burada. Gerçekten aşama yapamayan reel-sosyalizm, PKK’nin baştan itibaren eleştiriye tabii tuttuğu sosyalizmdi. Aşırı devletleşmesini, bütün dünyanın sosyalist-komünist partilerinin dış politikasının, devletinin bir eklentisi haline getirmesini kabul edilemez bir yaklaşım olarak görüyordu ve bu konuda da olumsuzlukları gördü. Özellikle TKP gerçeğinde ve Türk Sol gereğinde –ki hepsi de bu reel-sosyalizmden etkilenmişlerdir- oldukça yüklendiler. Kendisi de çok yoğun bir mücadele yürüttü. 1970-‘80 arası, bir anlamda reel-sosyalizmin olumsuz etkilerine karşı, devletçi sola karşı mücadeleydi. Ki Türkiye’de bu eşittir Kemalizm’in solu biçiminde kendisini göstermiştir.
Sol, Türkiye’de Kemalizm’dir.
Ve halen de bu özelliğini aşmış değildir. Bu da çok somut olarak; bir sosyal-şovenizm, Türkiye’de aşırı devletçilik ve ulusalcılık, Kürt gerçeğinin imhasına dek inkar edilmesi, yok edilmeye rıza gösterilmesidir. Ve bunun da yüzde yüz sosyalizmin inkarı olduğu açık. Yine baştan beri bunun, kuruluş aşamasındaki Kemalizm’le bağlantısı kadar, çözülüş sürecinde de Kemalizm’in en büyük destekçisi olması, evrensel etkileri olan bir gerçeklik idi. İşte biz bu gerçekliğe yüklendik. Kurulan sosyalizmin bu en temel yanlışı süreçle gelişti. Ki, 1925’lerde bu görülmeye çalışıldı.
Komünist enternasyonal içinde Kemalizm’e TKP türü yaklaşmanın sosyal-şovenizm olduğu, sosyalizmin özüyle bağdaşmadığı, ama Leninistlerin o zaman buna bir taktik olarak bakılması gerektiği, ancak daha sonra bunun bir taktik değil, nerede ise tamamıyla bağlı kalınan bir politik tutum olduğu ortaya çıkınca genelleşti, evrenselleşti ve sonuçta, sosyalizmin çözülüşünün en baş nedenlerinden birisi oldu.
Kemalizm’in kendisi de bu anlamda en çok reel-sosyalizmden yararlanan rejimin adıdır. Onun solu da, en sosyal-şoven soldur. Dolayısıyla Türkiye’deki emekçi halka hiçbir şey veremeyen sol, bu nedenle verememiştir. Kemalizm özünde ne kadar halk karşıtıysa da, solun da sosyal-şoven niteliği gereği o kadar karşıt olacağı açıktır. Bu açıklık günümüzde o kadar açığa çıkmıştır ki, emekçileri din ideolojileri dahil, en bayatlamış liberal veya milliyetçi ideolojiler bile etkileyebiliyor, umut olabiliyor. Sözüm ona en radikal solum diyenler zırnık kadar emekçiler dünyasında etkili olamıyorlar. Bunu değerlendirememeleri, nedenlerini ortaya çıkaramamaları hayli düşündürücüdür.
Biz tabii anlamakta güçlük çekmedik. Anlamak kadar da etkili bir mücadeleyle yüklendik ve PKK’yi PKK yaptık, PKK’nin ideolojik anlamda belki de söylenebilecek en olumlu ve güçlü yanı; genelde reel-sosyalizmin ve bu Kemalizm’e yönelik yaklaşımlarındaki hatalarına düşmemek, onu hem ilkede, hem pratikte kıyasıya eleştirip aşmak olmuştur. 1970-‘80 arasında bunu çok güçlü yaptığımız için, daha sonrasını getirme özünü koruyabildik. Eğer diğer sol gruplar gibi olunsaydı, hiç şüphesiz, 1980 sonrası atılım gösterilemeyecekti. Diğer gruplar zayıf oldukları için değil, ideolojik olarak sol-Kemalist konumu aşamadıkları için gelişme sağlayamadıklar ve emekçilerle birleşemediler. Bugün emekçiler belki de evcil hayvanlardan daha kötü durumdadırlar.
Dünyanın hiçbir emekçi halkı, Türkiye’deki emekçi halk kadar düşürülmüş düzeyde değildir. Ne Afrika’nın halkları, ne Asya’nın, ne Latin Amerikan halkları, emekçilerinin hiç birisi Türkiye halkı kadar onursuz bir durumu yaşamıyor veya yaşatılmamıştır. Özellikle Türkiye halkı adına düşünmek durumunda olanların, bu onursuz durumu bütün yönleriyle kavramaları, mümkünse bir çözüm göstermeleri gerekiyor. Hiçbir yerde emekçi halkın bu duruma düşürülmesi görülmemiştir. Neden düşürüldü? O zaman bunu TC gerçeğinde, hatta Türk egemen sömürücü gerçeğinde yerli yerine oturtmak gerekir. Bu oturtulmadan bugün dayanılmaz boyutlardaki baskı, sömürü ortadan kalkmaz. Dünyada –kendileri söylüyor- en kolay yönetilen emekçiler Türkiye’dedir. En kolay sömürülenler Türkiye’dedir. Bir emekçi halk onursuz kılınır, lanetli kılınır da bu kadar kılınmaz.
Biz Kürdistan halkı için de benzer değerlendirmeler yaptık. Bizim ki daha da tarihidir, daha da yoğundur. “Lanetli halk” dememiz yerindedir. Çünkü bu kadar kolay sömürülmeye, bastırılmaya rıza göstermek, en lanetli olma durumunu ifade eder. Biz biraz direndiğimiz için bu lanetliliği yıktık, aştık ve yüz aklı olma durumu sağlanıyor. Ama Türkiye’de bu yok. O açıdan durumları daha kötü. Emekçilerin ufku son derece karartılmıştır, eylemi cılız bile değildir. Eylemsizdir, kişiliksizdir, amaçsız, iddiasızdır, çaresizdir her yönüyle. Kırıntılara bile razıdır, verilmiyor. Her gün kendileri istatistiklerinde gösteriyorlar. Nasıl yaşadıkları biraz mucizedir. Belki de bu anlamda Türk halk gerçeği üzerinde düşünmek, günümüzde çok evrensel bir konum arz ediyor.
Bir emekçi sınıf, bir emekçi halk neden bu duruma düştü, düşürüldü? Ve neden bu durumu böylesine sinesine çekebiliyor, çekemiyorsa neden karşı koyamıyor? Oldukça yalnız. Türkiye’deki aydınların, varsa sosyalistlerin değil evrensel anlamda, herhalde bir çok sosyal bilimcinin, sosyalistin düşüneceği bir gerçektir, konumdadır. Biz bunu az-çok biraz anladığımızı söylüyoruz. Özellikle kendi halk gerçekliğimizi çözmekle, aslında Türk halk gerçekliğini de önemli oranda çözdüğümüzün farkındayız. Zaten bu farkında oluştur ki, devrimimizin enternasyonal yönü bütün yönleriyle ortaya çıkıyor.
İşte “PKK dünyanın en tehlikeli uluslararası terörist örgütüdür!”. Bunun da sadece Kürdistanlı değil, kendileri için çok gerekli olan Türkiye’yi de tehdit ettiği için, bütün irili-ufaklı emperyalist-kapitalist güçler, desteğine koşma gereğini duyuyorlar. Çünkü en anlamsız bir halk gerçekliği var ve bunun –PKK örneğinde olduğu gibi- Kürt halk gerçeğinde aşılması, tehlikenin kat be kat büyümesi anlamına da gelir. Demek ki, baskı ve sömürünün bu kadar anlamsızlaştığı, yoğunlaştığı bir yerde bir halkın özgürleşmeye yönelmesi, bu denli tehlikeli olabilir.
Burada tabii bizim Türkiye Devrimi’ne bakışımız da çok açık ortaya çıkıyor. Kürdistan Devrimi’nin bu kadar Türkiye Devrimi’ni doğurtması; hem uluslararası anlamda, hem de Türkiye halkının gerçeğinin anlaşılmasında büyük bir rol oynuyor. Ve bu anlamda sadece sosyalizmin yeni aşaması konusunda umutlu olmak, ufuklu olmak ve bazı çıkış yolarını göstermek değil, onu hızla Türkiye’ye taşırdığımızda, bir o kadar da bu taşırılma işi Ortadoğu’ya yansıtıldığında, bu mevcut şer, sömürücü, baskıcı güçler için hiç de az bir tehlike değildir. Hem çok güncel, hem de mutlaka hal edilmesi gereken bir baş ağrısı meselesidir.
Bu son Güney operasyonunda dolayısıyla açığa çıkan en önemli bir gerçek de budur. 1992 operasyonunda da bu açığa çıkmıştı, ama bu son operasyon bunu bütün dünyaya gösterdi, PKK’yi de bütün dünyaya tanıttı. Dolayısıyla ABD’nin iki de bir rapor yayınlayıp “en terörist örgüttür” demesi boşuna değildir. Etkisini kırmak, çok çarpık, farklı bir şekilde gösterme ihtiyacından ileri geliyor. Bu kuşku götürmez.
Unutmayalım ki, PKK’nin Güney Kürdistan’a da yayılması, Ortadoğu’nun bir çok ülkeleriyle –ister anlamlı ilişkiler, isterse çatışmalı bir biçimde olsun- yol kat etmesi ciddi bir gelişmedir ve tedbirler alınmazsa pratik anlamda politik sonuç almaya son derece yatkındır. Sadece ufuk olarak, ideolojik olarak değil, örgüt olarak değil, pratik gerçekleşen bir politika olarak da her an bir alanı düşürebilir. Bir alanda kendi politikasını kurabilir. Bu tabii en az Ekim Devrimi kadar ve tarihte bir çok devrim başlangıcında olduğu gibi onlar açısından tehlikeli bir gelişmedir. Kıyamet bundan kopuyor. Türkiye’ye aşırı destek bu nedenledir. Tabii iddialı devrimler de, gerçekten iddialarına denk gelen bir çabayı gösterirlerse, başarılı olmayı da rahatlıkla sağlayabilirler. Bunu yaşıyoruz.
Hiç şüphesiz PKK’nin bu durumu bir başlangıcı ifade ediyor. PKK politik olarak zafere ulaşmış olmaktan uzaktır, yine özündeki çözümlemeleri insana tümüyle özümsemekten uzaktır. Bırak insanlığa, daha halkına bile çok sınırlı olarak yansıtmamıştır. Hatta halkına yansıtmayı bırak, kendi içimizde sözüm ona PKK militanı olduğunu iddia edenlere bile bu çözümlemeleri ne kadar yansıttığımız her gün tartışılıyor. Yüksek bir çözümleme gücünü ortaya çıkardık. Özellikle yeni insanı nasıl ele almak gerektiği, bunun oldukça farklı bir insan şekillenmesi olduğu anlaşılıyor. Ama bunu henüz örgüte hakim kılmak, halka hakim kılmak ve bir sistem olarak insanlığa taşırmak çok sınırlıdır. Burada mühim olan demek ki, ufuk ve ona ulaşmanın çözümleme gücü, yeteneğidir. Bu gösterildi.
Parti henüz bu konuda daha yeni de olsa, oldukça iddialı ve giderek kendini geliştirme iddiasını sürdürüyor. Bu aynı zamanda dezavantajlarını, zayıf yönlerini de ortaya koyuyor. Çünkü başlangıç aşamasında olan her hareket tehlikelerle karşı karşıyadır. Zaten TC sözcülerinin kıyameti koparması da budur. “Bunu bugün önlemezsek” diyor, “hepinizin başına tehlike olur, hatta PKK terörizmi evrensel bir sorundur. Evrensel sorunu çözmek için bütün evrenin şer güçleri bana yardımcı olmak zorunda ve ben tarihi uluslararası bir misyon yüklenmişim” diyor. Bu özel savaşın baş yürütücüleri, işte “böylesine bir başarıya da biz ilk defa sahip olmak istiyoruz” diyorlar. İlginç! Sadece Türkiye’nin bir milli meselesi değil, dünyanın bir terörizm meselesini PKK şahsında çözmek istiyorlar. Dünyaya örnek olacaklar, öncülük edecekler.
Çağrı üstüne çağrı yapıyorlar “işte bütün sistemin çıkarlarına uygun bir savaş yürütüyoruz, sistem kayıtsız-şartsız bizi desteklemelidir” diye. Kendileri bizzat bunu söylüyorlar. Böylece gerçeği farkında olmayarak da dile getiriyorlar. Evet, bu terör kendi terörizmlerini açığa çıkarttığı gibi, halklar için çok gerekli olan ufku, amacı ve direnme imkanını ortaya çıkarmıştır. Ve bu anlamda eğer ısrar edilirse, halkların, özellikle Ortadoğu halklarının içine biraz taşırılırsa –ki biraz da yapılan budur- sonuç gerçekten önemli devrimsel aşama olabilir.
Özellikle sosyalist bir parti olma, dönemin tartışmalarına açıklık getirme, sosyalist tartışmalarına açıklık getirme, sosyalist tartışmalarına cevap verme anlamında iyi bir örnek olabilir. Bu özelliği PKK giderek geliştiriyor. Ayrıca, en politik bir taktik olarak başarıya ulaşabilir. Bu da Ortadoğu’da çelişkilerin ne kadar yoğun olduğunu göz önüne getirsek, çözümde son derece iddialı bir gelişme olabilir. Demek ki, hem sosyalizm için, hem Ortadoğu politik halk demokrasileri için böylesine gelişmelere öncülük etmesi, evrensel değerini kat be kat ortaya çıkarabilir. Bu gerekli midir? Son derece gereklidir. Özellikle günümüzün sosyalist tartışmaları için gereklidir.
Ezilenlerin, sömürülenlerin, özellikle hemen her ülkede zengininde de, fakirinde de kapitalizmin başlangıçta belirtilen büyük tehlikelerine karşı bir ufuk olarak, bir umut olarak böylesine sosyalist bir iddia çok gereklidir. Ortadoğu halkları içinde de politik bir gelişme olarak çok gereklidir. Demokrasiye, özellikle emperyalist işbirlikçilere karşı bu halkların şiddetle kurtuluş ihtiyaçları var. Ona da önemli oranda katkı veriyor. Demek ki, pratik-politik olarak da PKK çok gerekli. Hem o ufuk ve umut olarak insanlık için anlamlı olmaya doğru yüz tutuyor, hem de bölge halklarının şiddetle –belki tüm dünya halklarından daha fazla- ihtiyaç duydukları demokratik kurtuluşları için, işbirlikçilerden kurtulmaları için, yüzyılların, hatta bin yılların tarihi uygarlıklarına yaraşır bir biçimde tekrar tarih sahnesine çıkışları için, PKK oldukça gerekli.
Bu iki amaç nedeniyle PKK üzerinde durmak hem kutsal bir yurtseverlik görevi, hem de bir enternasyonal görev oluyor. PKK, bütün iç-dış yetersizliklere ve dayatmalara rağmen, bu konudaki iddia ve pratik adımları atmaktan alıkonulamamıştır, geriletilememiştir. Tam başarısını sağlamaya çalışıyoruz. Tam başarı için, günümüzde özellikle politik ve askeri taktikler üzerinde yoğunca duruyoruz. Buna gereksinim vardır. Ama unutmamak gerekir ki, PKK esas itibariyle insanlık ufkunu açma ve umudunu güçlendirme hareketidir. Özellikle reel-sosyalizmde ufku kararan, ufuksuz kalan, yine sosyalist iddialardan yoksun kalan bu partilerin düştüğü durumu ki, bu çözülüşün, başarısızlığın veya kendilerini yenileyememelerinin en temel nedenidir. Bu anlamda işte ufuk olmazsa, iddia kesilirse, moral da yok olunca o sistem dünya sistemi de olsa çözülmeye mahkûmdur. Olan da buydu. Dolayısıyla PKK’nin bugün bir çoklarına anlamsız da gelse ufku, umudu sürekli diri tutması, genişletmesi, çok önemli ve devam ediyor. Bunu sonuna dek de böyle götürmek, PKK’nin en temel bir özelliği olsa gerek.
Bazı örnekler verirsek; bugün İran’da bile eğer tüm eleştiriler rağmen öyle sağlam yürüyorsa, orada bir manevi kuvvet vardır. İşte kimi “mollalar” der, kimi “Ayetullah” der. Bu nedir? Bu bir ufuk, bir moral, bir ideal kuvvettir. Bu çok gereklidir ve bir rejim yaşatılmak isteniyorsa her zaman bu moral, manevi kuvveti öncü kılmak zorundadır. Sosyalist ideolojiye de kılavuzluk rolü, öncülük rolü verildi. Bu kesildiği için sistem çözüldü. Dolayısıyla sosyalist ütopyayı, ideali, morali bugün güçlü tutmak başarı için esastır. Bu iddialar içinde bir grup insan yeterli ölçüde nitelik ve nicelikte bu işlerin öncülüğünü yapacaklar, moral için yaşayacaklar, iddia, umut için yaşayacaklar ve bunun gereklerini, düşüncede, ruhta hep hem geliştirecekler, hem yaşayacaklar, yaşatacaklar. Buna biraz da ideolojik önderlik denilir. Moral önderliği, hatta ruhsal önderlik de denilebilir.
Tabii bunun hiç şüphesiz bilimle ilişkisi vardır, hayalle ilişkisi vardı, maneviyatla ilişkisi vardır. Maddiyatla da ilişkisi vardır. Dengeler hepsini. Ve toplumu sağlam, diri götürecek ne gerekliyse onu temsil ederler. Tarihte de böyledir. Eğer sosyalizm kendisini yenilemek istiyorsa böyle bir kurumu mutlaka geliştirmek, oturtmak durumundadır. Bir dönemlerin şeyhleri, dervişleri neyse sosyalizm için de böyle şeyhler, dervişler, pirler gereklidir. Bunu örnek olsun diye söylüyoruz. Fakat bu yetmez tabii. Bir de onun pratik-politikası gerekli. Politikayı, yani taktiği de geliştirmek zorunda.
PKK bu yönüyle de aslında gelişme halindedir. Kendi mensuplarının yüksek ideolojik-moral konumunu sağlam tutmakla ve esas almakla kalmıyor, –ki biz bunu büyük bir mücadeleyle yürüttük- aynı zamanda güncel taktiklere de ne kadar yüklendiğimizi, belki de hiçbir partiye nasip olmayacak tarzda taktikler üzerinde durduğumuzu biliyoruz. İster örgüt taktikleri, ister gösteri taktikleri, ister bizzat savaş taktikleri olsun, bugün en çok yoğunlaştığımız diğer bir çalışmamız bu. Bu çalışmaya biz güncel politik çalışmalar da deriz. Askeri taktikler de son tahlilde politik taktiklerdir, politikanın daha şiddetle sürdürülme biçimleridir. Özel savaş başka türlü politika yapmaya izin vermiyor, acımasız şiddet uyguluyor. Bu nedenle bizim politik taktiklerimizin şiddet yönü, askeri gerilla yönü daha fazla geliştirilmek zorunda. Bunu yapmaya çalışıyoruz. Bu konularda da ölçüyü kaçırmamak, özel savaşla bağlantılı olduğu oranda politik taktikleri şiddetle geliştirmek, başarı için kaçınılmazdır.
Bu konuda da yaşanılan önemli yetmezlikler vardı. Zaten bir çok parti, örgüt bunu yapmadığı için, Türkiye’de aşıldı, işleviz kalındı. Biz taktikleri biraz zamanında geliştirdiğimiz için, özel savaşa karşı bu konuda taktiksiz kalmadığımız için geliştik. Sadece ideolojik-moral üstünlük yeterli değildir. Bir de günlük pratik örgüt çalışması, doğru eylem, askeri eylem faaliyetleri geliştirildiği için bugün PKK iddialı, yenilmezdir. Bu doğru taktiklerde ısrar edildiği için başarıya gitme gerçeği ortaya çıktı
Demek oluyor ki, bir emekçi hareket olarak PKK’nin hem ulusal düzeyde, hem de uluslararası düzeyde bu kadar yankı yapmasının temel nedeni; evrensel çapta reel-sosyalizmin çözülüş, aşınma sürecinin sorunlarına iyi bir cevap teşkil ettiği, bu konuda benzer hastalıkları olmadığı içindir. Kendi yaratıcı gelişmesini sürdürmesi, yine pratik-politikada da kendisini taktiksiz bırakmaması, bunun direnişini hemen her sahada, zindanda, dağda, ülke içinde ve dışında göstermesi, onun böyle emperyalizmin en çok korktuğu ve baş etmekte güçlük çektiği baş hareket haline getirebilmiştir.
Hiç şüphesiz bu anlamda bir emekçi hareketi, partisi olarak önemini korumak durumunda. Bu da başarıyla ancak mümkün olacaktır. Çünkü kendisine karşı yalnız bir özel savaş gücü değil, yalnız Türkiye faşistlerinin en saldırdıkları bir hareket olması değil, arkasında bütün uluslararası gericiliğin saldırısını görmesi gerekiyor. Dolayısıyla kendini hep ufukta, amaçta, moralde çok çok güçlendirmesi, tabii pratikte de yoğun savaşıldığı için taktiklerde çok yoğunlaştırması gerekiyor. Var olan, kendini başarılı kılan gelişmeleri bir sonuç olarak değil, hep bir başlangıç olarak görüp yetkinleştirmesi gerekiyor. Bu anlamda militan çözümleme büyük anlam taşıyor.
Bizlerin son dönemlerde örgüt içinde geliştirdiğimiz çözümlemeler, aslında PKK’nin başarısı için kaçınılmaz oluyor. Şunu çok açıkça ortaya koyduk ki; oldukça düzenden etkilenmiş ve çağlar ötesi kalıntıların çok güçlü olduğu bu birey, başlı başına bir özel savaş öğesidir. Ve şunu yine gösterdik ki; bunun çözümlenmesi, bundan kaynaklanan direkt-dolaylı tehlikelerin aşılması, PKK’yi PKK yapan temel bir özelliktir. İçinde böyle bir mücadeleyi yürütmesi, hastalıklı bireyi tespit edip aşmaya çalışması, aslında başarısının özünü ifade ediyor. Şu çok açıkça ortaya çıktı; ne kadar “ben mücadeleye varım” desin, ne kadar kendini adamış olursa olsun, kapsamlı olarak kendini çözememiş her birey, her militan, hatta her önder tip çok kısa bir süre içinde bir engel olmaktan, hatta kendini bir bela gibi çok tutucu bir öğe olarak dayatmaktan kurtaramamaktadır. Zaten bu reel-sosyalizme öncülük eden partilerin de çözülüşü burada başlıyor.
Bu partilerin politik bürosunda, merkezinde tutuculaşma, bürokratlaşma geliştiğinden, dalga dalga bütün devlete, topluma yayıldı. Ve çözülme, aşamayı yapmama olayı gelişti. PKK’de bu tehlike bin defa daha fazla var. PKK içindeki tip reel-sosyalist ülkelerden kat be kat daha fazla hastalıklı bir tiptir. En köhne, çapul, bir üçüncü elden kapitalizmin etkileri, Kemalist kapitalizmin etkilediği tiptir. Aynı zamanda çok çağ ötesi kölelik biçimlerinin aileciliği, kabileciliğin, bireyciliğin en geri biçimlerinin çarpıttığı bir tiptir. Bu tipin kendi başına on tane devrimi yerle bir etmeye yeter olduğunu biz kendi pratiğimizden iyi biliyoruz. Çözümlemeler bunu çok yüksek seviyede gösterdi.
Partimiz içinde herkes şunu iyi biliyor ki; bu tip eğer aşılmasaydı, değil PKK’yi 1995’lere getirmek, 1985’lere bile getiremezdik. 1975’lerde de ortaya çıkaramazdık. Bu, tabii aynı zamanda sosyalist parti niteliğinde bir gelişmeyi ifade ediyor. Sınıf mücadelesinin sadece kaba, sınıfın veya halkın objektif-fiziki ortamında değil, onun beyni olan örgütü içinde de, beyninde de yürütülmesi gerekiyor. En kılcal damarlarında, akciğerlerinde, kalbinde yürütmek gerekiyor. Eğer sınıf mücadelesinde tam başarıya ulaşılmak isteniliyorsa, bürokratlaşmaya, tutuculaşmaya karşı –kendi kendilerine karşı sürekli karşı çıkılmak isteniyorsa- bu iç mücadeleyi, nefs mücadelesini giderek yoğun bir biçimde sürdürmek gerekiyor. Her ne kadar bazı ustalar sosyalist aşamada da sınıf mücadelesi durmaz deyip, daha da geliştirilmek durumunda kalmışlarsa da, bu çok genel, çok kısa bazı sözcüklerle ancak değerlendirilmiştir.
Bir Lenin de bundan bahseder; “sosyalizm küçük-burjuva, küçük meta üretiminden adeta fışkırır. Bu da sosyalist düzeni sürekli tehdit edecektir” der. Ama söz bu kadardır. Bunun nasıl parti içinde yürütüleceğini ne kendisi görebilmiştir –ömrü buna yetmemiştir-, ne de daha sonra geliştirilmiştir. Stalin’in çok kaba bir sınıf mücadele anlayışı vardır. Bazı ele başları demiştir, abartmalı bir biçimde ve onlar da kendilerini ya gizlemişlerdir, gizlemeyenler de kaba bir biçimde tasfiye olmuştur. Sonuç; bu yaklaşımın büyük başarısızlığı. Mao da buna benzer değerlendirmelerde bulunmuştur. Fakat her ne kadar Çin, halen biraz kendisini sürdürüyorsa da, bunu çok yönlü geliştirmiş olmaktan uzaktır.
Çin’de bir Sovyet deneyimine benzer gelişmeler yoğundur. Ama eğer sınıf mücadelelerini yoğunlaştırırlarsa belki. Onun da Sovyetlerdeki partinin hastalıklarına düşmeden özellikle sosyalist numaralı demokrasi, enternasyonalizm hususlarında ne kadar görevlerini yerine getirdiği tartışılabilir. Ama eğer halen biraz yaşıyorsa, biraz da bu mücadele ilkesine bağlı kalmalarından ötürüdür. Tabii, biz sadece bir devlet kurma döneminde değil, çok erken bir dönemde bunu fark ettik. Ve bu fark ediş sadece parti içinde, işte bazı sağ ve sol sapmalara karşı çıkma biçiminde değil, her ne kadar bunu göz ardı etmediysek de, çok kaba sağ-sol yaklaşımlara, onların temsilcilerine gereken mücadeleyi verdiysek de, bunun yetmediği daha sonra –özellikle günümüze doğru geldiğimizde- çok açık bir biçimde ortaya çıktı.
Sağ ve sol sapmalarla mücadele yetmez. Sağ ve sol sapmaları besleyen daha derin nedenleri var. Ve bir baktık ki, aslında günlük olarak en önder durumunda olan bile mücadeleyi kendi içinde geliştiremezse, en benim diyen militan yapıda günlük moral, eğitim kadar pratik yeterlilik eğitimi yürütülemezse, aslında o parti öncü parti olmaktan çıkacaktır. Ve nitekim PKK’nin bütün dönemsel taktik adımlarına baktığımızda, bir kaç kişinin tıkatması büyük başarısızlıkları ve kayıpları beraberinde getiriyor. Bu büyük mücadeleye rağmen eğer bu böyle oluyorsa, tehlike büyüktür demektir. O zaman çere nedir? Çare; partinin içini hem moral düzeyde, hem de pratik-politik düzeyde yeterli kılabilecek çözümleme gücünü, bunun mücadelesini kesintisiz ve giderek yoğun bir biçimde vermektir.
PKK biraz bunu son yıllarda verdiği için gelişmekten alıkonulamadı. Zaten ABD’nin başta olmak üzere “en terörist örgüt” demesi de bu nedenledir. Diğer bütün örgüt modelleri aşıldığı halde, PKK’nin bu yöntemle aşılmaması, onun özgün yönünü ortaya koyuyor. Yine TC’nin bütün çözdürücü çabalarına rağmen, neredeyse çözmediği tek bir Kürt sol grubu kalmadı. PKK’nin tam tersine bu büyük özel savaşına rağmen varlığını daha da etkili kılması, yine bu çözümleme gücünün yetkinliğinden ileri geliyor. Ve bu anlamda da sosyalist parti deneyiminde, hatta sosyalizmde sınıf mücadelesi, sosyalist partilerde, bunun beyninde sınıf mücadelesi çok ileri düzeyde yürütüldüğü için denilebilir ki, sosyalist partiler tarihine bu anlamda bir ilerleme, bir geliştirme şansı, bir katkı oluyor.
Günümüzde bir parti hem sosyalist niteliğini korumak istiyorsa, hem de sadece pratik-politik başarılarla değil, moral üstünlüğüyle kendini yürütmek istiyorsa, o halde biraz da PKK için olmak zorundadır. İşte PKK’nin evrenselliği olsa olsa böyle tanımlanabilir. Belki de tam istediğimiz gibi formüllendirmiş olmayabiliriz, ama bütün belirtiler PKK’nin bu niteliklerinin bundan sonra başarılı olmak isteyen, genelde her örgütlenme için, özelde sosyalist örgütlenmeler için kaçınılmazdır. İnsanlığın ağır sorunlarına, özellikle çok çaba isteyen, incelemek isteyen politik görevlerine, moral görevlerine başka tür karşılık verilemez. İşte onun için Türkiye’nin bütün siyasi partileri tıkandı, aşındı, yeniliyor. Sağıyla-soluyla bütün dünyada, bugün bir Fransa’da, bir Almanya’da, hatta bir İngiltere’de partilerin hemen hepsinin eskidiği, aşıldığı ve hatta artık ilgi gösterilmediği söyleniyor.
Doğrudur, klasik bütün sağ-sol partiler aslında aşılıyor ve hatta “halkın ilgisizliği çok gelişiyor” deniliyor. Fakat yeni parti arayışına cevap verilmiyor. Sınırlı bir cevap verme halkın desteğini çığ gibi büyütüyor. Türkiye’de bile çok liberal ve işte yaşamak durumunda olan Türk burjuvazisi için bir yeni demokrasi hareketi var. Popüler olmaya çalışıyor ve oluyor da biraz. Neden? Çünkü eski bütün sağ-sol partiler bir yerde tutuculaştığı için bu böyle oluyor. Dünyada da bu böyledir. Bu yeni değişim rüzgarları diye sunmak istedikleri –çok çarpık da olsa- gerçeklik aslında budur. Hatta denilebilir ki, eski model devlet anlayışı artık aşılmak zorunda. Bugün devletçilik çok geliştiriliyor ve bu bir anlamda eski sağ-sol partilerin, reel-sosyalizmiyle ve de liberal kapitalizmiyle devlette ifadesini bulan bütün rejimlerin ve bunların daha da dayandıkları köhnemiş devlet yapılarının, artık insanlık için bir dar gömlek durumunda kalmasından ötürüdür.
Bütün bu devletler artık toplumlar için bir dar gömlektir ve yırtılmak zorundadır. Tabii çözüm bulunamıyor, bulunamadığı için sıkıntılar giderek artıyor. Demek ki, günümüzün en temel bir çelişkisi de, bu insanlığın başına artık gerçekten zırhlı bir gömlek gibi sıkıştırılıp durulan devletleri aşmaktır. Onun sağ ve sol parti dayanaklarını aşmaktır. İnsanlık buna gerçekten ihtiyaç duyuyor. Bir çok belirti kesinlikle bu aşamaya gelindiğini gösteriyor.
Demek ki, 21. yüzyıl bir anlamda bu tip devletlerin aşılmasıdır. Sadece sınıf diktatörlüklerinin aşılmasını demiyoruz, reel-sosyalizmin olsun, liberal kapitalizmiyle veya devlet kapitalizmiyle adı ne olursa olsun, mevcut modeller artık insanlık için ciddi bir engel teşkil ediyor. Tam da bu nokta da sosyalizmin devletin tüketilmesi, söndürülmesi teorisine yeniden bir açıklık kazandırılabilir. Bu anlamda bu tip devletlerin sönmesi gerekiyor, aşılması gerekiyor. Ve sosyalizm bu konuda en iddialı sözlerin sahibi olabilir. Halkları artık mevcut devletleri taşıyamıyorlar. Muazzam bir bürokratik yığın olmuşlar, hiçbir yaratıcı gelişmeye fırsat sunmuyorlar. Sadece rantı toplayıp, çok çalışmayan kesimlere dağıtmakla uğraşıyorlar. Bu dayanılmaz bir durumu ortaya çıkarır, bir felaketi geliştirir. O halde sosyalizmin devlet teorisi yeniden parlak bir biçimde hem ileri sürülebilir, hem de doğrulabilir.
Sosyalizmi kurmak, bir devlet kurmak olmadığı, hatta devletin çok temel bir biçimde aşılma görevi olduğu artık anlaşılmak durumundadır. Sosyalizmin bu ilk aşaması bunu göremedi veya gördüyse de gereklerini yerine getiremedi. Bu yeni aşaması kesinlikle devletlerin bu aşılma durumunu hem görmek, hem göstermek, hem de bizzat değiştirmek durumundadır. Bunu sağladığında sosyalizmin en iddialı ideolojik-moral ve politik bir güç olacağı açıktır. Tabii bunun somut yansımaları, işte toplumun kendi içinde yeterli bir nüfus, yeterli beslenme, sağlık, eğitim ona indirgenecektir. Yine çevreye özellikle yansımaları olacaktır. Sosyalizmin bu sorunlar üzerinde yoğunlaşması kaçınılmazdır. Ama politik devrim olarak da bu devletleri az-çok aşmak zorunda olduğu, bunlar yerine getirilmeden hiçbir reformun kendi başına yeterli olmayacağı görülüyor.
İşte yeni bir çok parti doğuyor, reformist yeşil partiler. Bu partiler, bu devlet sistemlerini aşmadıkça, hiçbir zaman amaçladıkları sağlıklı bir çevreye, doğanın tahribatının önlenmesinin önüne geçemeyeceklerdir. Yine toplum içindeki moralin tüketilişinin, yaşam umutlarının sönmesinin önüne geçemeyeceklerdir. Bu anlamda günümüzdeki reformizm deneyleri fazla başarılı olamazlar. Sosyalist teorinin bu kadar kapsamlı olması, bu dev gibi sorunların çözülmesi açısından gereklidir, kaçınılmazdır.
Her ne kadar “reformlar”, işte “kaçınılmazdır”, işte “başka türlü bu sistemi aşmak mümkün değil” denilirse de, –tıpkı 19. yüzyılın sonlarındaki reform ile sosyalist ideolojiye dayatılan reformist partiler gibi- bu sadece kapitalizmi daha tehlikeli bir biçimde büyütmeye, yaşamını sürdürmeye, yine tıpkı reel-sosyalizm deneyiminde görüldüğü gibi, kapitalizme yanaşarak onunla uzlaşmaya ve giderek kapitalizmi daha tehlikeli sorunlar biçiminde büyütmeye götürür. O açıdan reformizmi görerek, reformizmi devrimin gelişmesine bağlamak, onunla ne sağ, ne de sol tarzda uzlaşarak veya çelişerek, doğru bir yaklaşımla karşılayarak devrimin hizmetine kullanabilmekte önem taşıyor.
Görülüyor ki, emekçilerin bu 1 Mayıs dayanışma ve mücadele günü her zamankinden daha fazla bir sosyalist ufkun, umudun ve onun programını, pratik-politik olarak da taktiklerinin geliştirilmesi üzerine bizi oldukça düşündürüyor. Partimiz PKK, bu konuda şanslı bir durumu yaşıyor veya oldukça bilinçli, çabalarıyla bugünü anlamlı bir biçimde karşılıyor. Hatta denilebilir ki, en başarılı bir biçimde karşılayan bir parti oluyor. Buna dayanarak önümüzdeki sürece en iddialı, umutlu yaklaşılabilir ve pratikte yürüttüğü, insanlık dışı özel savaşa karşı da insanlığın en soylu, kutsal devrimci savaşımını geliştirebilir. Yaşanılan süreç; hem umutta, iddiada, ruhta bir büyük gelişme, hem de pratik-politikada başarılması gereken devrimdir. Bunun heyecanı, kendi başına militanı canlandırmaya ve büyük oynamaya götürmeye yeterlidir.
Biraz daha da taktik ilkelerine, esaslarına dikkat edilirse, PKK bünyesinde her militanın çok önemli gelişmeleri göstermemesi düşünülemez. Hatta Kürt halkı gibi çok geri bir halkın, PKK’yi izlemesinin yol açtığı gelişmelerin daha büyüğünü, bundan sonra başta Türkiye halkı olmak üzere bölge halklarının göstermesi işten bile değildir. Bu sürecin içine de girilmiştir. Özellikle Türkiye emekçilerinin dayanılmaz yaşam koşullarını, dayatılan son derece lanetli bu durumu aşmaları en ivedi sorunudur. Neredeyse bütün koşullar, Türkiye emekçi halkında bir ayağa kalkma gereğini dayatıyor. Ve PKK’de buna en çok yardımcı olan, onun bizzat ortaya çıkarıcı, destekleyici gücü oluyor Bu da tarihi bir fırsat anlamına geliyor.
Her zaman söylediğimiz gibi, bu temelde görevlerin başarılması bir Ortadoğu’da büyük gelişmenin, yeni bir devrimsel gelişmenin başlangıcı oluyor. Ortadoğu halklarının tarihlerinde, çok şerefli uygarlık dönemlerinde birliktelikleri vardır. Uygarlığa ilk geçiş bu topraklarda olmuştur Görkemli köleci imparatorlukların, uygarlıkların kurulması ve en yaratıcı yönleri de burada ortaya çıkmıştır. Yine feodal uygarlıklar döneminin en görkemli biçimi bu topraklarda ortaya çıkmıştır. Kapitalizmin –ki onun değişik bir biçimde reel-sosyalizmi kendisine benzeştirme anlamında olsun- genel gelişmesi, bugün Batı dediğimiz uygarlık biçiminde karşımıza çıkıyor. Ve bu Ortadoğu halkları aleyhine çok dengesiz, tarihi gelenekleriyle son derece çelişen, çok cüceleşmiş bir insanın, bir insanlık toplumunun adeta kötü bir örneğinin ortaya çıkmasına yol açıyor. Ortadoğu halkları bunun mahkûmu olamazlar. Kendi tarihlerinin, kendi büyük uygarlık gerçeklerinin farkına her geçen gün daha da vararak doğru sahiplenişi başarırlarsa ancak yaşayabileceklerini gün geçtikçe fark edecekler.
Şu son bir kaç yüzyıldır aşılanan kapitalizm müthiş bunalım getirmiştir. Denilebilir ki, insanlığın en yaşanılmaz bazı topluluklarına ve toplum biçimlerine burada yol açmıştır. İnsanın doğduğu beşiğe, insanlığın mezarı gibi olma rolünü biçmiştir. Hiç şüphesiz bunu gördüklerinde daha büyük bir tepkiyle ayağa kalkabileceklerdir. İşte partimizin söylemi bu, yaptıkları da bu. İnsanlığın beşiğini, insanlık mezarına değil çevirme, tekrar bu insanlık için büyük bela olan, tam bir kumar rejimi olmaktan öteye varmayan çapulcu kapitalist-emperyalizme bir cevap vermek, tıpkı uygarlık başlarken olduğu gibi, sınıflı toplumların aşılması ve bu çapul kapitalizmin aşılması biçiminde de bir beşiklik görevi görmek!
Partimizin ilk çıkışında da biz bu değerlendirmeleri yaptık. Şafak vaktinde nasıl bir rol oynadıysa bu topraklar, bu halklar, uygarlığa açılmada, sınıfsız bir topluma, onun uygarlık seçimlerine açılma anlamında da tekrar bir beşiklik görevini görmemesi için hiçbir karşı neden yoktur. Olsa da bu büyük bir tarihi görev için engel olarak görüp boyun eğilmez. Bu kadar ufku büyük düşünüyoruz. En önemlisi de, güncel olarak dayanılmaz yaşam engelleri var. Bu engellere günlük olarak karşı çıkmak bile, bir insanın yaşaması için belki de ekmek-sudan, havadan daha değerli oluyor. PKK’yi zaten günlük olarak yaşatan, insani özelliklere bu kadar şiddetli gereksinimi olmasından ötürüdür. Demek ki, hem bu kadar büyük ufku, uzun vadeyi görebilmek, hem de güncel olarak hiçbir biçimde kabul edilemez yaşam engellerine karşı olmak, bir insanı atom bombasından daha değerli, güçlü kılıyor.
PKK biraz bunu gerçekleştirdi. PKK’deki önder tip bunun az-çok gerçekleşmesinin adı da oluyor. Eğer ısrar edilirse, her militan tip bu tarz bir kişilikleşmeyi yaşarsa ve bunu sürekli kılarsa, gerçekten en büyük umutların bile, en uzun vadeli ütopyaların bile, önemli bir gerçekliğe dönüşmemesi için hiçbir neden yoktur. Zaten PKK’nin bir çoklarına mucizevi gibi gelen pratik başarısı da bunu gösteriyor. Biz bu temelde sosyalist ideallerimize, yine halkların tarihlerine olduğu kadar, güncel çıkarlarına da bağlılığımızı ve bu anlamda emekçilerin dayanışma gününe bağlılığımızı belirtiyoruz. Partimizin oldukça iddialı ve başarılı mücadelesiyle bunu selamlıyoruz, bütün insanlığa ve halkımıza kutluyoruz.
Reber APO
(1 Mayıs 1994 Çözümlemeleri Derlemesi)
- Ayrıntılar
“Çağdaş Kürt ulusal gerçekliği iki zıt yönlü eğilim içinde kendini var kılmaya ve özgürleştirmeye çalışmaktadır. Birincisi, sömürge ötesi bir statü altında kapitalist modernite kaynaklı istila, işgal, imha, tenkil, tedip, asimilasyon ve soykırımlara dek varan yöntemlerden oluşan tasfiye etme, ulus olmaktan çıkarma, özgür ulusal toplum haline gelmekten alıkoyma ve sonuçta yok etme eğilimidir. Bu eğilimde dikkat edilmesi gereken temel husus, Yahudi, Kızılderili veya Ermeni soykırımları gibi fiziksel yanı ağır basan soykırımlardan ziyade, görünüşte Kürtlük yaşıyormuş ve kendisine dokunulmuyormuş izlenimi veren sahte Kürtçü ve bol hainli gruplarla meşrulaştırılarak yürütülen kültürel soykırım yöntemleridir. İkinci eğilim, birinci eğilime karşı kendiliğinden veya onunla birlikte bilinçli, örgütlü ve eylemli olarak yürütülen Kürt ulusu olarak var olma, varlığını sürdürme ve bu varlıkla birlikte onun bütün parçalarının bütünleştirilmesi ve özgürleştirilmesi, böylelikle özgür Kürt ulusal toplumunun inşa edilmesi eğilimidir. Çağdaş Kürt kimliğinde bu iki eğilim zıtlık halinde bulunmaktadır. Öldüren, yaşamı her geçen gün ortadan kaldıran ve anlamsızlaştıran eğilimin mi, yoksa yaşamı var kılan, bütünleştiren anlamlı ve özgür yaşam eğiliminin mi üstünlük sağlayacağını aralarındaki mücadele belirleyecektir. Ulusal varlığını koruma ve özgür kılma mücadelesi diyebileceğimiz, son iki yüz yıldır devam eden bu çağdaş süreci, Kürt kültürel varlığının ideolojik, askeri, siyasi, sosyal, ekonomik ve diplomatik alanlarda verdiği, vermekte olduğu ve vereceği, ölümüne bir direnişi esas alan özgürlük ve demokrasi güçlerinin kapsamlı strateji ve taktiklerle yürüteceği mücadele belirleyecektir.
Cumhuriyet Türkiye’sinde Kürt sosyal gerçekliği ağır tasfiyeyi yaşayan bir gerçekliktir. Kürt gerçekliği çelişik bir konumu yaşamaktadır. Var olmakta ısrar bir direnme gerekçesi iken, homojen toplum yaratma adına tasfiye planı da bir yok etme gerekçesidir. Dolayısıyla Kürt sosyal gerçekliği herhangi normal bir sosyal gerçeklik değildir. Üst tabakası tarihsel olarak Kürt sosyal gerçekliğinden kültürel ve siyasal kopuşu gerçekleştirmiş, işbirlikçi ve ihanetçi bir konuma savrulmuş iken, geriye kalan ideolojisiz ve öncüsüz ana kitle asimilasyona yatırılmıştır. Bu yetmezse, herhangi bir bahaneyle başlarının ezilmesi devreye girer. Hedef, Kürtlükten kolektif olarak tamamen vazgeçirmek, geriye hiçbir iddiası olmayan, Kürtlüğünden utanan, Kürtlüğe bulaştı mı başına en büyük tehlikeyi alan, işsiz ve beş para etmez bir duruma indirgenmiş bir Kürtlük (eğer geriye bir şey kalmışsa) bırakmaktır. Belki de çağdaş dünyada bu tür bir sosyal realitenin ikinci bir örneği yoktur. İşin daha da vahim tarafı, gerçeğin bu yönlü bilincine ya çok az varılması ya da hiç varılmamasıdır. Ortada bilinçli ve kültürlü olarak ne Kürt burjuvazisi (Zaten buna niyet bile edilmedi) ne de çağdaş proleter veya küçük burjuva sınıf vardır. Bu durumda gölge veya sanal sınıflardan bahsetmek gerekiyor. Kürt yurtseverliğini, ulusallığını ve toplumsallığını biraz da bu sanal hale getirilmiş gerçekliğe karşı inşa etmenin ne denli zor olduğu bu çözümlemeler temelinde herhalde daha iyi anlaşılacaktır.
Hareketin, özellikle PKK Hareketi’nin dayanmak istediği zemin, Kürt varlığının kendilik olmaktan çıktığı, hayal kabilinden bile olsa öz bilinç edinme cesaretinin gösterilmediği, Kürt insanının direniş konumuna geçtiğine bin pişman edildiği, anavatan, ulusallık ve öz sosyallik ideasının ya hiç edinilmediği ya da çoktan terk edildiği bir zemindi. Bu zeminde varlık ve özgürlük ideolojisi ile direniş-kurtuluş hareketi olmanın ne kadar zor olduğu daha iyi anlaşılacaktır
Hem küresel sermaye hem de Türk sermayesi bir Kürt burjuva oluşumuna yoğun ilgi göstermekte, adeta kendilerinin uzantısı, maketi durumunda olan bir sosyal oluşum inşa etmektedirler. Esas hedefte Kürdistan’da canı ve malıyla ve zihinsel olarak ağır bedeller ödemiş ulusal ve toplumsal güçlerin devrimci demokratik hareketini bölme ve etkisizleştirme vardır. Bunu başardıkları oranda, kendi geleneksel çıkarları kadar, yeni ortaya çıkan sermaye ve rant edinme imkânlarını koruyup geliştirebileceklerini sanmaktadırlar. Daha önce Kürtlüğü inkâr etme temelinde sağladıkları ve korudukları çıkarlarını bu sefer sahte Kürtçülükle (uğrunda hiçbir fedakârlıkta bulunmadığı gibi, bulunanları, can ve kan verenleri şiddet yanlısı ilan edecek denli pervasızlaşan bir Kürtçülük) hem devam ettirmek hem de büyütmek istemektedirler. Kürt işbirlikçileri bu konuda tarihsel olarak tecrübeli ve esen rüzgâra göre hareket etmede ustadırlar. Güncel tartışmaya sunulan devlet federalizmi ve Erbil merkezli küçük Kürt ulus-devletçiği küresel sermaye ile yakından bağlantılıdır. Türk ve Arap ulus-devletçiklerinin bir nevi Kürt versiyonu oluşturulmaktadır. Gelişen demokratik modernite perspektifli Demokratik Özerk Kürdistan projesine karşı bu temelde bir alternatif sunulmaktadır.”
Rêber APO’nun son savunması “DEMOKRATİK UYGARLIK MANİFESTOSU, Beşinci Kitap: KÜRT SORUNU VE DEMOKRATİK ULUS ÇÖZÜMÜ, Kültürel Soykırım Kıskacında Kürtleri Savunmak” kitabından bir alıntı;
Reber APO
- Ayrıntılar