12 Mart darbesinin özel savaş yönteminde özel bir yeri vardır. 1970'lerin ilk defa düzenle kopuş temelinde ortaya çıkan devrimci dinamiklerine sert bir karşılık olan ve esas itibariyle o dönemlerin geliştirilen ve bunun çok önemli bir parçası olan Kürdistan kurtuluş mücadelesine yönelik de çok önceden, daha tohum halindeyken ezici bir darbe veya tasfiye çabasını ifade eden, devrimci gençlik hareketi gibi iktidara yürüme şansı son derece zayıf olan, fakat yol açtığı değişiklik nedeniyle birçok önemli gelişmeye imkan hazırlayan bu devrimci döneme karşı planlanan bir özel savaş darbesidir. Kaldı ki bizim hareketimizin de bu dönemlerin objektif temeli üzerine yükseldiğini, devrimci gençlik hareketiyle direkt bağlantılarla birlikte ortaya çıktığını ve bu anlamda yeni bir dönemi başlattığını göz önüne getirirsek, aynı zamanda böyle bir darbe bizi yakından ilgilendiren, mücadelemizin ortaya çıkışı kadar, onun gelişmesini belirleyen özelliklere de sahiptir.
Dönemin devrimci gençlik örgütleri ve hızla partileşmeye dönüşmek isteyen anlayışları ancak çok kısa süreli direnebildiler. Bazıları kahramanca direnerek şehit düştüler. Fakat düzenin çok etkili geliştirdiği tedbirler, özel savaşta olsun, pasifikasyonda olsun, özellikle de saptırma biçimindeki geleneğe bağlı yaklaşımlarda olsun, devrimci hareketler bu dayatmaları aşamadılar, önemli oranda yozlaştılar, çarpıklaştılar. Kalanlar da eskilerin veya bağlı olduklarını söyledikleri önderliklerin çok gerisinde gittikçe sağcılaştılar ve devrimci ideolojik-politik temellerden koptular. Böylece düzenin oldukça etkisine giren ve birçok sızmalarla birlikte boğuntuya getirilen bir konuma düştüler. Lafazanlığın çok gelişkin olduğu, fakat doğru-devrimci örgüt ve eylemliliğin bir o kadar zayıf kaldığı bir süreç biçiminde kendilerini götürmek istediler. Sonuçta bilindiği gibi 12 Eylül'le birlikte en ufacık, ciddi bir direnme emaresinin bile gösterilemediği, gösterenlerin de çok hızla kendini tasfiyeden kurtaramadığı göz önüne getirilirse, aslında 12 Mart'ın hayli etkileyici olduğunu belirtmek gerekiyor.
O dönemin direnen gençliği ve önderlerinin tutarlı bir demokratik ve sosyalist inanca, ideolojiye bağlı olduklarını ve bu konuda gözünü kırpmadan kendini feda etmeye kadar gittiklerini biliyoruz. Dolayısıyla çok radikal bir düzen karşıtlıkları vardır. Bir adım sonra, sosyalizmin kılavuzluğunda baktıkları, çok etkili olan kemalizme karşıt bir temelde bir ideolojik bağımsızlığa kadar gitmek istediklerini biliyoruz. Yine Kürt hareketindeki ilkel milliyetçiliğin, bütün o devrimci ideolojiye, yani sosyalizmin ulusal soruna uygulanmasına karşıtlığına rağmen, ulusal soruna da ilk defa bağımsız bir ideolojik, yani sosyalist bir yaklaşımla baktıkları, el attıkları, darbenin aslında bu gelişmeleri tohumlama halindeyken önlemeyi amaçladığı, ama buna rağmen ne kadar ezici de olsa, ne kadar ağır bir güç dengesizliği ortamında da boy verse, kahramanca atılan adımlar ve yaşanan şahadetler çok etkisiz kaldı denilemez.
Bizim de hareketimizin o dönemlerde ortaya çıktığını, bu darbenin günümüze kadarki tarihine dayattığımız büyük ideolojik-politik-askeri savaşımı göz önüne getirirsek, bir anlamda 1970'li yılların, devrimciliğin hem çok sağlam bir mirasçısıyız, hem de dökülen kanların boşa gitmediğini kanıtlayan hareketiyiz. Diğer yandan bu dönemin ideolojik-politik devrimci çizgi bağımsızlığını daha da derinleştirerek, sosyalizmin yaratıcılığında gerçek bir ulusal kurtuluş ve demokrasiye yol açmayı gündemleştirerek, çabaların boşa gitmesi, dökülen kanların unutulması şurada kalsın, bunu neredeyse bir iktidarın eşiğine kadar getirdiğimize bakarak, adeta yalnız Kürdistan'ın değil, Türkiye'nin de devrimci partisi gibi çalışarak kesintisiz bir devrim tarihini kendi hareketimizin somutunda böyle önemli bir gelişmenin içine çekerek ve iktidara yönelterek, o dönemin önderliklerinin ardılı geçinenlerin bütün olumsuzluklarına rağmen bunu böyle sağlayarak hak edilen yere ulaşılmıştır, dökülen kanlara layık olunmuştur, dayatılan her türlü tasfiyeye, işkenceye karşı direnilmiştir ve sonuçta buraya kadar gelinebilmiştir. Biz, Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesine (bu anlamda) aynı zamanda Türkiye'nin demokratik kurtuluş mücadelesi de diyebiliriz ve kesinlikle de öyledir. Biçimde Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi ve PKK, özünde Türkiye'nin demokratik kurtuluş hareketi ve Türkiye'nin devrimci partisi anlamındadır; bu işlevi de görüyor.
Buna karşılık Türkiye solunun kendini örgütleyememesi, devrimci çizgi temelinde partileştirememesi, eyleme-gerillaya kavuşturamaması, birçok nedeniyle ortaya konulduğu gibi, henüz çok sayıda olan grupların sorumsuzluğundan, devrimci değerlere yabancılığından, çarpıtmalarından, özellikle önderlik sorununu halletmemelerinden kaynaklanır. Bu ağırlıklı olarak Türkiye devrimcilerinin bir göreviydi, ama bütün çabalarımıza, desteğimize rağmen başaramayışları, özellikle düzen kişiliğinin, kemalizmin etkisinin ne kadar güçlü olduğunu, düzenin kendini Türkiye'de ne kadar kurumlaştırdığını, hakim kıldığını da gösterir. Ama 12 Mart darbesine büyük bir kararlılıkla karşı koyan adımlara bağlı kalınamaması, bunun derinleştirilememesi, ortaya çıkan sorunlara çözüm bulunamaması ve bir yerde önderlikteki cüceleşme, saptırma ve çarpıtma esas belirleyici etkenler olarak mevcut durumdan sorumludur. En isabetli davranışı bizim gösterdiğimiz şimdi daha iyi anlaşılıyor.
O dönemin gerek THKP-C, gerek TİKKO, gerekse THKO önderlikleri tutarlı anti-emperyalist ve demokratik önderliklerdir. Ulusal soruna, Kürt sorununa cesaretle yaklaşım gösteriyorlardı. Cesaretle ilk defa tabuları kırarak böyle bir sorunun olduğunu ve devrimci tarzda çözümün gerektiğini vurguluyorlardı. Biz de bu değerlendirmelerden sınırlı olarak etkilenmiştik. Hiç şüphesiz bizi de devrimci harekete çeken önemli bir çıkıştı, hakkını vermek gerekir. Daha sonraki derinleştirme ve somuta uygulama kuşkusuz bizim görevimiz olmuştur ve gerekleri yerine getirilmeye çalışılmıştır. Demek ki o günden bugüne bu şehitlerin de anısına bağlı olarak, ama ortaya çıkan bütün sorunlara kendi bağımsız ideolojik-politik hattımızda cevaplar vererek yürümeyi bildik. Örgüt tarihimiz, parti tarihimiz biliniyor ve gerçekten buna bir de böylesi bir çıkışın etkisini eklemek gerekir. Kendi kökenleri sorununa daha doğru yaklaşım göstermek gerekir.
Hiç şüphesiz olumsuz etkilenmeler de vardır, ama olumlu yönlerini de oldukça değerlendirmek büyük önem taşır. 12 Mart darbesinin silindir gibi ezici olduğunu ve 12 Eylül'ün aslında bunun daha derinleştirilmiş bir biçimi olduğunu ve yine öyle sadece bir günle veya birkaç ayla sınırlı olmadığını, bütün bir süreci (geçen 20-25 yıllık zamanı) etkilediğini, esasta politikanın da, ekonominin de, her türlü yaşamın da bu darbelerin hazırlıkları ve gerçeklikleri tarafından belirlendiğini göz önüne getirdiğimizde, göreceğiz ki bizim de bir anlamda ortaya çıkışımız, gelişmemiz bu askeri rejime veya (ki buna 1920'leri de eklemek gerekir) TC'nin bu askeri niteliğine karşıdır, başka türlü değerlendirilemez. Aslında dayatılan bir askeri cumhuriyettir, bir anti-demokratizmdir, bir faşizmdir. Ona karşı da ortaya çıkan her şey bir demokratizmdir, bir ulusal kurtuluşçuluktur, bir sosyalizmdir. 1970'lerden günümüze kadar devam eden aslında budur.
Bunu iyi görmek gerekiyor. TC, herhangi bir cumhuriyet değil, askeri faşist yanı ağır basan ve halkların demokratik ulusal taleplerini başından itibaren kanla bastıran ve bu yönüyle bütün gelişmelerde rol oynayan kişilikleri de etkileyen gelişmenin adıdır. Tüm isyanların, komünist hareketin ezilmesi bu cumhuriyetle, bu cumhuriyetin kökleşmesiyle yakından bağlantılıdır. Anadolu halklarının kültürlerinin bütünüyle tahrip edilmesi ve çarpıklaştırılması bu cumhuriyet rejiminin diğer bir sonucudur. Binlerce yıllık halk kültürleri muazzam bir cenderenin içine alındı ve sıkıştırılarak eritildi. Sonuçta çok sahte bir ucube kemalist ajanlık, çok zengin olan bu halklar mozayiğini bozdu. Bozmakla da kalmadı, asimile etti ve en şoven bir yaklaşımla hastalıklı bir Türk ulusçuluğunu halkların başına bela etti. Belki de denilebilir ki, bu, Hitler'i (ki o yalnızca bir Alman için ulusçudur), yine tanıdık birçok diktatörü bile geride bırakan amansız bir diktatörlük anlayışıyla yapıldı. Nitekim Türk halkının da oldukça çarpıklaştırılmasında, kendi demokrasisini bulamamasında en önemli sebep teşkil eden bu cumhuriyet, bu askeri dikta aslında her zaman vardı. Özellikle devrimci hareketler, isyanlar biraz boy verdiğinde, bütün acımasızlığıyla halkların başına bela kesildi.
12 Mart da bunun bir aşamasıdır; 12 Eylül ise bunun daha derinleştirilmiş kapsamlı bir aşamasıdır. Kaldı ki ondan şimdiye kadar yaşanan tümüyle bir ordu rejiminin geliştirebileceği özel savaşın her türlü biçimidir.
Hiç şüphesiz bunun arkasında bir Osmanlı tarihi de vardır. Osmanlı despotizmi ve ona bağlı çok sayıda feodal-aşiret beylikleri ve bir yığın gerici, baskıcı, boğucu kurumlaşmalar vardır. Bunlar birkaç yüzyıldan beri egemenliklerini üzerinde sürdürdükleri halkları son derece güçsüz bıraktılar ve tabii bazılarını tarihten sildiler. Çok sayıda halkın tarihten silinmesinin yanısıra en gelişkin kültürlere sahip olan halkların; Helen kültürünün, Ermeni kültürünün, hatta ne kadar yayılmacı temelde de olsa bir Arap kültürünün, hatta İran kültürünün geriletilmesi (ki hepsi geri bir temelde oluşmuştur), bunun yerine birkaç yüzyıldan beri emperyalizmin ajanlığına soyunularak, özellikle Tanzimat'tan beri daha da geliştirilerek, kemalizmle birlikte neredeyse en yabancılaşmış bir rejimi, bir kişiliği, toplumsallık kadar bireyselliği de dayatarak, işte yaşamımızı böyle işin içinden çıkılmaz hale getiren bir tarihi dayatarak, çok acılı ve işkenceli, çok sömürülü ve baskılı bir halde kılarak, yaşamı yaşanmaz hale getirerek bu rejim ömrünü doldurmaya çalışmaktadır.
Bizim mücadelemiz, kısaca değerlendirdiğimiz böyle bir diktatörlüğe veya insanlıkla pek az bağlantısı kalmış bir rejime karşı verilen bir mücadeledir; bunu iyi görmek gerekiyor. "Biraz demokratikleşmek, biraz özgürleşmek istiyorum" diyen herkesin dikkatle değerlendirmesi gereken bir mücadeledir. "Biraz tarihe anlam vermek istiyorum, biraz tarihte yitirilenleri bulmak istiyorum, intikamımı almak istiyorum" diyen herkesin, halkın adına dikkatle değerlendirmesi gereken bir mücadeledir. Kendini yeniden var etmek isteyenlerin büyük değer biçecekleri bir mücadeledir. Yüzyıllardır kaybettiklerini her düzeyde bulmak isteyenlerin kendini ifade edecekleri, özlem olarak, pratik olarak bulacakları bir mücadeledir. Yani her ne kadar ideolojik, politik ve pratik gerçekleşmemiz tarihin derinliklerine uzanmamışsa da, bu konuda kişilikler özellikle çok çarpık olsa da, nasıl bir hareketin elemanı olduklarını, nasıl bir yaşamı temsil etmek istediklerini bilmiyorlarsa da, gerçek böyledir.
Hiç şüphesiz hareketimizin içindeki öğelerin böyle kapsamlı olarak tarihten haberdar oldukları veya bu tarihi anı anına yaşadıkları söylenemez; fakat hareketin objektifliğinin de böyle olduğu tartışılamaz. Ortadoğu halklarının çok muhtaç olduğu halklaşmayı, demokratikleşmeyi temsil ediyor. Özellikle en temel kördüğüm olan Türk barbar egemenliğini ve onun en son faşizm biçimini hedefleyerek muazzam bir çıkışın temel gücü oluyor. Bu mücadele başarılması halinde bütün Ortadoğu halklarının bir yandan ulusal yönden, diğer yandan enternasyonal, yani kendi aralarındaki kardeşlik yönünden çok önemli bir açılıma sahip olacakları gibi, kendi demokrasilerini, kendi ekonomilerini, kendi kültürlerini kendilerinin belirleyecekleri bir döneme gireceklerine büyük çıkış yaptırıyor, böyle temel bir değer veriyor. Zorlukları da bundandır. Böyle temel özellikleri olan bir harekettir. Ona düşmanlıklarının da o denli temel nitelikte olacakları, sahayı kolay kaptırmak istemeyecekleri, yine böyle bir azılı rejimi tutan, bundan çıkar uman çevrelerin gün geçtikçe bilinçlenecekleri ve bölge çapında bir gericiliği dayatacakları, kendi mücadelemizden iyi bilinmektedir.
Devrimci hareketimizin, eylemimizin bu tarihi özellikleriyle, TC'nin bu son önemli darbesel dönemlerine böyle cevap vermekle kimliğini biraz daha iyi koymaya çabalıyoruz. Verilen savaşın anlam ve önemini, böyle derinliğine bir temelde yakalanmasının önemini vurguluyoruz. Kendi ideolojik-politik çizgisinde yürümek isteyenlerin bu gerçekleri asla göz ardı edemeyeceklerini veya sınırlı bir bilinçle hareket edemeyeceklerini vurguluyoruz. Sadece halk alternatifi bir yaşam değil, yegane bir yaşam biçimini temsil ettiklerini vurgulamaya çalışıyoruz. Dolayısıyla inanıyoruz ki bu rejimlere karşı direnen bütün devrimcilerin de sağlam bir mirasçısıyız, onların özlem ve umutlarının gerçekleştiricisiyiz. Bundan da kuşku duyulmamalı ve her zamankinden daha fazla bu umutların gerçekleştiricisi olmak için her şeyimizi ortaya koymalıyız.
Zaten hareketimizin bölge çapında, hatta uluslararası çapta bu kadar ses getirmesi, ilgiyle değerlendirilmesi ve en çok da düşmanlarının birleşebilmesi salt bir ulusallıkla yetinemeyeceğimizi, sanıldığından daha da fazla enternasyonalist bir karakterde olduğumuzu ortaya koyuyor. Dolayısıyla bu rejimlere-darbelere karşı böyle ayakta kalmak, hele onun 23 yılını canımızda, kanımızda duyarak yaşamak çok büyük bir öneme haizdir. "Gerçek PKK'liyim" iddiasında olanlar, bir anlamda bütün bu devrimci değerlerin mirasçısıyım demeyi, onların amaçlarının gerçekleştiricisi olmayı, böyle kanıtlanmış bir kişilikle görevlerinin sahibi olmayı bilmelidir. PKK'nin özünü bu kadar tartışırken, öncülüğünü değerlendirirken bu gerçekleri göz önüne getiriyoruz ve her zamankinden daha fazla şunu söylüyoruz: Hiç kimse PKK'nin gerçeklerini göz ardı edemez. Bizi yaşayamayanların bizi temsil edemeyecekleri, bunun için PKK'nin büyüklüğüne yaraşır bir militanlığı esas almanın gerekliliği açıktır.
Kimsenin PKK'yi basit bir köylü örgütüne, basit bir aydın-demagog örgütüne götüremeyeceği bu nedenle vurgulanıyor. Bu kadar devrimci bir mirasın temsilcisi olan bir örgütü, bu kadar büyük direnişçilerin umudu olan bir örgütü hiç kimse kendi demagojisiyle, basit köylü kurnazlıklarıyla lekeleyemez, cüceleştiremez, basitleştiremez. PKK, büyük bir devrimci harekettir, çok büyük direnişçilerin anısının temsilcisi bir harekettir. Siz, o devrimcilerin tarihini, nasıl büyük direndiklerini, nasıl büyük acı çektiklerini bilmeyebilirsiniz, ama bir gerçektir. Ben kendi eylemimi bile bu devrimcilerin anısına bağlılığın bir gereği olarak ilerlettim. Bir yandan onların özlem ve umutlarının temsilcisi olmaya çalışırken, diğer yandan anılarına bağlı kalmak, intikamlarını almak için bu eylemi düzenledim. Ve bunlar, aynı zamanda halkların özlemleridir, umutlarıdır, intikamlarıdır. Bunu böyle bileceksiniz.
Burada bir tarih vardır, burada büyük yiğitlikler vardır, onlara layık olmak vardır. Bilmemek de ne kelime, kimin haddine? Bunlar son nefeslerine kadar büyük direnmeyi bilen devrimcilerdir ve PKK tamamen bu temellerde şekillenmiş bir partidir. Bunu görmemek, bu tarihten habersiz olmaktır. Kaldı ki bizim hareketimizin ocağında yüzde yüz çok büyük direnişçilikler vardır, onları saymıyorum bile. 12 Mart faşizmine karşı direnen devrimcilerin de büyüklüğünü hatırlatmak istiyorum. Birçokları belki onların anısına (yoldaşları adına) ihanet ettiler, ama biz onların anılarının sağlam temsilcileriyiz. Aynı dönemin generallerinin her birisi, şimdi bize karşı özel savaş generalidir veya o dönemin subayları, o dönemin özel savaş kadroları şu anda generaldirler ve Kürdistan'da savaşı yürütüyorlar. O dönemin devrimcilerini dağda zapt edenler, gerçekten şimdi Kürdistan'daki özel savaşımın kurmaylarıdırlar.
Bunları bileceksiniz ve özellikle 12 Eylül pisliklerini, ortaçağ geriliklerinin pisliklerini taşıyanlar, PKK'nin büyüklüğünü anlamak durumundadırlar. Biz, ilkel milliyetçiliğin de pislikleriyle az boğuşmadık, onların da işbirlikçiliklerini, ajanlıklarını az ortaya çıkarmadık. Bütün bunlar sizin bilinçlenmenizi tayin eder. Türk faşizmiyle de az boğuşmadık; onların düzenlerini, pisliklerini az ortaya çıkarmadık. Bunları bileceksiniz.
PKK'lileşmeyi böyle anlayacaksınız. Hareketimizi, tıpkı 12 Mart direnişçilerinin anılarına bağlı olduğunu iddia edenler gibi cüceleştirmek, küçük-burjuvalaştırmak kimin haddine? Açık söyleyeyim; ben, ne yaptığımın bilincindeyim, kendimi yitirmedim. Devrimcilerin (Türkiyeli devrimciler de dahil) anılarına bağlılığın nasıl yürütüleceğini, Kürdistan'da büyük devrimci eylemin nasıl yaratıldığını da biliyorum. Hepsini 23 yıldır anı anına, iliklerimde duyarak yaşıyorum. Lafazanlık dinlemem, gerilik tanımam. Sabretmeyi ve izlemeyi bilirim, ama asla affetmem. Hele ukalalık etmeyi hiç kabul etmem. Şimdiye kadar neden sabrettim? Karşımızda bir özel savaş var, zorluklar var, sizin büyük anlayışsızlıklarınız var, onun için sabrettim. Yoksa bu, affettiğim anlamına gelmez, öfkelenmediğim anlamına gelmez, çok değerli olduğunuz anlamına gelmez, çok iyi yaptığınız anlamına gelmez. Bu kadar işkence, bu kadar kan, bu kadar haksızlık dayatılacak, siz hala kendi düşkünlüğünüzden bahsedeceksiniz. Bu bir utanmazlıktır, tek kelimeyle düşkünlüktür ve devrimciler bunu asla ağızlarına alamazlar. Uyarıyorum!
Biz, tıpkı ilk çıkışımız gibi şevkliyiz, umutluyuz, canlıyız, yiğidiz. Bununla oynamayacaksınız. Tam tersine böyle olacaksınız. Devrimci ruhu bu kadar düşürmek, devrimci ruhun yiğitliğini, dürüstlüğünü bu kadar bulanıklaştırmak kimin haddine? Karşıma çıkmayın, diyorum, böyle hakaret etmek istemiyorum, ama nasıl olduğumuzu da bilerek bize yaklaşacaksınız. Yumuşak, esnek olduk diye tavizkar olduğumuzu sanmayın. Size büyük saygı-sevgiyle yaklaştık diye bizi çok ılımlı sanmayın. Bu kadar yapılana karşı bizim de yapacaklarımızın olduğuna inanıyorum. Daha iyi vurma günlerini hazırlamak için sabrettik, daha iyi intikam için sabrettik, hazırlandık. Bunu göreceksiniz, görüp de bu savaşa anlam vereceksiniz. Size birisi bir küfür etse, bir dayak atsa, acaba ne kadar tahammül edebilirsiniz? Yüz binlerce insana ve onların geldiği halklara bu kadar işkenceyi, bu kadar yoksulluğu, bu kadar ölümü dayatanlara, eğer biz tutarlı halk devrimcisiysek, nasıl karşılık vermeliyiz? Bunu hiç düşünmeyeceksin, bunu unutacaksın, ondan sonra bireysel bunalım teorileriyle, anlayış ve anlayışsızlıklarıyla partimiz içinde dolanıp duracaksın! Bu, kabul edilmez, bunu aşmanın zamanıdır.
Ben, insanlığın soylu, yiğit direnişçilerinin anısına mı bağlı kalacağım, yoksa bu yaramazlıklara mı bağlı kalacağım? Burada orta yol da yoktur. Ya yiğit insanların sağlam yol arkadaşlıkları olmak, ya defolup gitmek vardır. Ortayolculuğa, kafa karışıklığına, onun her türlü saptırmalarına asla cesaret etmeyelim. Aksi halde o darağaçlarındaki yiğit insanların anısına nasıl karşılık verilir? Her gün hala çok acımasız koşullarda şahadetlere giden yoldaşlarımıza nasıl karşılık verilir?
Artık ciddi olmanın zamanıdır. Bu kadar amansızlıklara karşı elde edilmiş bir silahı, bir örgüt değerini doğru kullanmanın zamanıdır.
Rêber APO
12 Mart 1994
- Ayrıntılar
MED/TV.: Sayın Başkan, …
Öncelikle 8 Mart’ta, Dünya Kadın Hareketlerinin birleşmeleri gereken nokta ne olmalıdır? Aynı zamanda 8 Mart’a Kürdistan kadını açısından siz nasıl bakıyorsunuz? Yarattığınız kadın hereketiyle, 8 Mart arasındaki bağı nasıl kuruyorsunuz? Bunları açıklammanız, izleyicilerimiz açısından önemli olacaktır.
Abdullah ÖCALAN: Herşeyden önce, yalnız bir 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olmasını yadırgıyorum. Bütün günlerin kadınlı, özgür kadınlı olması yaşamın vazgeçilmez bir koşuludur. Ama bu 8 Mart gerçeği bile şunu çok açıkça gösteriyor ki, yaşamda kadın yoktur. Sadece böylesi bir günde anılmaya değer gibi yaklaşılması, kölelik boyutunun derinliğini göstermektedir. Benim için giderek yoğunlaştığım bir çalışma alanıdır. Savaştan bağımsız görmüyorum. Hatta devrimlerin tümünde olduğu gibi, günümüz devrimlerinin ve özellikle Kürdistan Devrimi’nin başarmasi gereken en temel konusu; kadın etrafındaki yaşamı çözme işidir. En gelişkin savaş sorunlarından tutalım, barışa ve onun özgür temeldeki gelişimine kadar işlerin odağında yer almaktadır.
Kadın, etrafındaki örülmüş zihniyet, ideoloji, örgüt, baskı, sömürü gerçekligiyle ele alınmadıkça, çözümü bu temelde derinleştirmedikçe; devrimi dolayisiyla savaşı kadından kopuk olarak ele aldıkça, ne savaşın tam bir özgürlük savaşı olması mümkündür, ne de ardından gelişebilecek barışın gerçek bir barış olabilmesi mümkündür. Bunun temel ve çok köklü bir koşulu, kadın etrafındaki ilişkiler ağının çözülmesidir.
Ai1eden tutalim ahlaka, hatta felseye, dini yaşama ka-dar hepsi bu konuda ne söylüyor? Bundan da öteye ne yapmişlardır, ne yapmayı düşünüyorlar? Bizzat nasıl bir düzen kurulmuştur? Bütün bunların çözümlenmesi hayatidir.
Kürdistan Devrimi üzerinde yoğunlaştıkça, soruna daha fazla ilgi duymamın ve bunda bir çözümü aramamın öyle savaştan kopuk olmadığını belirtmek istiyorum. Hem savaşi geliştirmede, hem de onun doğru anlamı üzerinde mesafe kaydetmede, bu sorunu ciddi olarak ele almaya ihtiyaç duyuyorum. Kald ki "kadınsız devrim olmaz, yaşam olmaz" denilir, bu doğrudur. Fakat günümüzde neredeyse bu haliyle kadınlı yaşam, hele mevcut statüko altında erkekli yaşam, benim halen kabul etmekte zorlandığım bir yaşam biçimidir. Hatta kendi devrimimi, bu yaşam tarzını degiştirmek amacıyla geliştirdiğimi söylesem, belki de bir gerçeği çarpıcı bir şekilde dile getirmiş olacağım.
Alışıla geldiği gibi, "8 Mart, dünya kadınlığı açısından ne anlama gelebilir" diye bir soru sorulduğunda; verilecek cevap; derinleşmiş bir köleliğin hatırlanması-anılması, çok sembolik ve hatta bana göre biraz da gayri-ciddi bir önemin verilmesi anlamina gelir. Neden bir gün kadın günü oluyor? Ya-şamın vazgeçilmez bir öğesi neden bir günde anılmaya değiyor? Ve buna anneler günü gibi bir günde hediye ediliyor.Bunlar bana göre samimiyetsizliğin ifadesidir, bunu aşmak gerekir. Bütün günleri "8 Martlar" gibi geliştirmek,ele almak gerekir.
Kürdistan boyutuyla bizim bugün için söyleyeceğimiz fazla birşey yok. Kadınlı devrimi biz büyük bir çaba halinde sürdürmekteyiz. Hergün 8 Mart’ın klasik anılmasının da çok üstünde geçmektedir. Hatta bizde işler öyle bir hal almış ki, bu konuda aşama yapamayan bir kadın veya erkeğin pek yaşama hakkını bulacağını da sanmıyorum. Sadece Kürdistan halkı için de değil, uluslararası düzeye yönelik tutum belirlemek isteyen güçler, özellikle kadınlar bu süreci anlamak is-tiyorlar. Sanırım bu tartışmalarımızda biraz bunu açıklığa kavuşturacağım.
Umarım önümüzdeki süreçte kadınlı toplantılara daha fazla önem vereceğim. Kendi payıma düşeni yapmayı bir borç olarak görüyorum. Özellikle bizde hep anılmaya ihtiyaç duyulan şehitler var. Gerek kendini "bombalaştırarak patlatanlar" ve böylece de insan soyunun belki ulaşabileceği en ciddi eylemlerin, özgürlük eylemlerinin sahibi olanlar, gerekse kendini yakarak bu biçimiyle de kendisini temizlemek isteyen kadın soyunun, bize yüklediği görevleri bu şehitler şahsında yerine getirmek benim için bir borçtur. Bugün vesilesiyle bunu özellikle belirtmem yerinde olacaktır.
MED/TV.: Sayın Başkan, PKK Önderliğinin, PKK’nin, özellikle kadın sorununa bakış açısı dünyanın dört bir yanındaki kadınların ilgisini çekiyor. Yani şu andaki tartışma düzeyiniz ve yaklaşımlarınızla bir ilgi odağı durumundasınız. Hareketinize Kürt kadınları dışında diğer uluslardan da birçok katılım var. Anlamaya-kavramaya yönelik, yoğun bir istem var. Kadının kendini PKK Önderliğine yakın hissetmesini neye bağlıyorsunuz? Sizce diğer uluslardan gelen kadın niçin kendisini yakın hissediyor?
Abdullah ÖCALAN: Kadın ilgisinin giderek gelişeceği kanaatindeyim. Bunun esas nedeni, erkek egemenlikli bir dünyanın geçerliğini eskiyi de aratmayacak bir biçimde sürdürmekteki ısrarıdır. Hatta erkek egemenlikli ideoloji, onun yaşama yansıtılışı, kadın sorununu daha da ağırlaştırmıştır. Özellikle son dönem 20. yy. devrimlerinde kadın açısından bazı açılımlar olmuşsa da tam çözüme gidilememiştir. Hatta reel sosyalizmin gerçekleştiği, resmileştiği ülkelerde bile bunun kadın devrimine taşırılmadığı, klasik yaşam ölçülerinin en benim diyen sosyalist önder kişiliklerde bile sürdürüldüğü açıkça ortada. Bana gelince, benim bunu biraz daha değişik ele aldığım ve sorunu çok daha derin ve çok genel (evrensel) ele aldığım doğrudur.
Hatta güncel dönemi kurtarmak açısından "nüfusun yarısıdır, onlarsız devrim olmaz" gibi dar bir anlayış içerisinde de değilim. Daha köklü uğraşıyorum. Benim için bir felsefe ve moral çalışmasıdır bu. Kendi sosyalist anlayışımı gerçekleştirmem için, bunu çözmem gerekiyor. Bir erkek kişiliği olarak, halen yaşam arayışı içindeyim. "Kadınlı yaşam nasıl olmalı, genelde yaşam nasıl olmalı" sorusunu sorarken, "kadınlı yaşam nasıl olmalı" sorusu benim için halen üzerinde yoğunlaşılması gereken bir sorudur.
…
Yaşamın her alanını ilgilendiren bu soruna geleneksel düzen yaklaşımlarının çok ötesinde, ideolojik olmaktan tutalım pratik birlikteliklere, evliliğin bile yeniden sorgulanmasına kadar her boyutta yeni yaklaşımlara ihtiyaç olduğu kanısındayım. Bu yönlü yaklaşımlarım dikkat edilirse, çok evrensel bir yaklaşımdır. Salt ulusal kadın kitlesiyle ilgili değildir. Bu yönlü uluslararası alanda da ilgi gelişmektedir. Bu yönlü gelişecek bir sosyalizm anlayışı, şüphesiz kadını çok daha fazla gündemleştirecektir. Kadın sorunu salt cins boyutlarında, -örgüt boyutlarında değil- toplumun tüm alanlarında "nasıl olmalı" biçiminde sorgulanacaktır. Ve cevaplar geliştikçe görülecektir ki esasta savaş ve barış bir kadın sorunudur. Kadın iradesi, kadın kişiliği gündeme girmedikçe, salt erkek egemenlikli anlayışlara dayalı çözümlerin, ne savaşı, ne barışı tek başına halledemeyeceği anlaşılacaktır.
Dolayısıyla önümüzdeki dönem devrimlerinin hatta 21.yy. devrimlerinin savaşların da ve onların ardından gelişecek barış süreçlerinin de sağlıklı kılınabilmesi için kadın devrimini derinleştirmemiz gerekiyor. Sanırım ilginin esas nedeni budur.
MED/TV.: Sayın Başkan, siz kadını ele alırken, kadın hareketini geliştirirken, özgürleşme konusunda belirli bazı noktaları ortaya koyarken, kadında neyi gördünüz? Kadının özgürlüğünde ne var?
Abdullah ÖCALAN: Ben, kadında herşeyden önce tehlikeyi görüyorum. Kendimi tanıdığımdan beri anamla hesaplaşmaktan tutalım, sizin gibi kızlarla uğraşmaya, hesaplaşmaya kadar, derin bir tehlikenin farkında olmak gibi bir özellik benim için etkileyicidir. Karşı cinsler beraber olmadan, tek başlarına olamazlar. Ama genelde öyle bir durum var ki, bu ilişki fazla kazandırmıyor. Bu ilişki doğru çözümlenmediğinde, neredeyse yaşamı bütünüyle tehdit ediyor. Hep bunun endişesi içindeyim ve bu endişe beni çok yoğun bir çözümleme gücüne götürüyor.
Başlangıçta sezgi yoluyla "bu ilişkilerde bir hastalık var, bu ilişkilerin böyle olmaması gerekir" diyordum. Çok iyi bildiğiniz köylerde, başlık parası ile yanıbaşımda en sevdiğim veya birlikte olmak istediğim kızların, birden bire adeta ortadan kaybedilişi, bir yitiklik gibi gelirdi. "Bu işte doğallık yok" diyordum. Ardından tüm düzene baktığımda para gücü olanın, baskı gücü olanın, aslında kadını çoktan aldığını gördüm. Özgürlük ilkesine göre, güzellik ilkesine göre ilişkilerden eser kalmadığını, sadece hayalde bunun mevcut olduğunu farkettim. Şiirde, edebiyatta, resimde, sinemada aslında ne kadar sahne, senaryo düzenlenirse düzenlensin, son tahlilde bunların kitleleri adeta afyonlaştırmada kullanıldığını gördüm. Esas olanın baskı ve sömürünün kadın konusunda en vahşi kanunlanırını uyguladığını ve aşkı öldürdüğünü herşeyden önce gördüm. Bu beni adeta bir intikamcılığa kadar yöneltti.
Aşk kutsal bir kavram. Aşkın katledilişi benim için kolay kolay kabullenilemez bir duygu, bir düşüncedir. Ben bu konuda herkesin yaptığı gibi bir bireyciliğe saplanmadım. Klasik erkek yaklaşımlarıyla kendimi çözmek istemedim. Biraz güç toparlayarak, örneğin bugün adı sanı belli bir güç kişisiyim, buna dayanarak bu sorunu çözmek istemedim. Doğru değil, cins tatminlerini güce dayanarak çözmek istemedim. Bu bana biraz ahlaksızca geldi. Gönüllükten yoksun, özgürlük iradesinden yoksun, güce dayalı bir tehlikeyi kendimde görmeye başladıkça, kendimi kaybetmemeye de büyük özen gösterdim.
Bu aynı zamanda şu tehlikeyi de beraberinde getiriyor; güç geliştikçe, erkekte ilk uygulama alanı, insanlar üzerinde bir statü geliştirmektir. Nedir statüsü? Kendisini ya bir manevi şahsiyet gibi, olağanüstü propagandalarla -çömezleriyle bunu yapar- kabul ettirir, ya da baskı aygıtlarıyla -buna sömürüyü de ilave ederek- insanları zayıflatarak kendine bağlamak ister. Erkekte yoğunlaşan gücün gelişim süreci böyledir. Bu kadında çok daha tehlikeli bir biçimde boyutlanır. Erkek böylece baskı ve sömürü gücünü kendi kişiliğinde yoğunlaştırdıkça, kadına yaklaşımı malesef çok dengesiz, çok tehlikeli bir mal yoğunlaştırması biçimindedir. Getirdiği boyut aslında esef vericidir. Kadını son derece tutsaklıkta bir incelmeye tabi tutar, metalaşmada bir incelmeye tabi tutar. Kendi egoizmini tatmin etmek için, sonuna kadar kadını güçsüzleştirir, iradesizleştirir ve bir kukla haline getirir. Efendisinin bir süs köpeği haline getirir ve bundan da gurur duyar, tatmin olduğu için.
Neredeyse bütün sınıflı toplumların gelişiminde durum böyledir. Sınıflı toplum geliştikçe ağırlıklı olarak erkekte güç yoğunlaşır. Erkekte güç yoğunlaştıkça, kadın gücünde muazzam bir yitiklik meydana gelir. Buna daha da açıklık getirelim. Ortadoğu din geleneklerinde bilindiği üzere, özellikle ilkel klan toplumlardan kurtulup -bunu sanırım tarihte en iyi gerçekleştiren alan Mezopotamya oluyor- kadının toplayıcılıktan üretime geçiş aşamasındaki gücü tartışmasızdır. Ve dinler öncelikle kadın tanrıçaları biçiminde ilk ifadesini bulmuştur. Ve halen çok etkili bir isim olan, Kürtçe'de de "yıldız" anlamına gelen "İştar", -Arapça’da vardır, bütün dillerde vardır- günümüzde "Star, Sterk" kadın tanrıçalığını ifade etmektedir.
Bu tanrıça aslında şöyle bir tarihi role sahiptir; ilk yerleşik toplum yaratıcısıdır. İlk köy topluluklarının kurulmasından tutalım, toplumsallaşma devriminin en önemli aşamasının büyük ölçüde kadın eylemi etrafında geliştiğini kabul etmek gerekiyor. İştar tanrıçasının herhalde tarifi böyle yapılabilinir. Kadın toplumu demek ki, bu ilk kuruluş sürecinde bir büyüklüğü temsil ediyor. Ondan sonraki süreç, sınıflı topluma geçiştir. Ve sınıflı topluma geçiş, esasta bir erkek hakimiyetine geçiştir. Erkek hakimiyetindeki gelişme o kadar sınırsız olmuştur ki, daha sonraki bütün tanrılar erkektir, aslında hiçbir kadın tanrıçası kalmamıştır. Bütün imparatorlar erkektir. Çok az istisnalar dışında kadın olsa da, onlar da erkeksi kadınlardır. Bütün komutanların, bütün bürokratların %99’u erkektir. Bunda tabii çok dengesiz bir hakimiyeti göstermektedir.
Şüphesiz sınıfsallaşmayla ilgisi olmakla birlikte, herhalde insanlığın tek gelişim gerçeğidir, demek abartılı olur. Yani "erkek hakim olmadan yaşam olmaz" demek, başlı başına bir baskıcı ve sömürücü zihniyeti esas almak demektir.
Sosyalizmin bununla ilişkili olması hatta buna karşı olması gerektiğini düşünüyorum. Görüldüğü üzere, düşünce tarzımızda ve bundan kaynaklanan yaşam tarzımızda özgürlük var. Eğer sosyalizmde israr edeceksek, uygarlık tarihi boyunca geliştirilen bu kadın boyutunun güçten düşürülüşünün doğal olmadığını kavramalıyız. Bunun toplumsal gelişmeyle, sınıfsal gelişme türüyle bağlantılı olduğunu ve günümüzde de muazzam bir sorunlar kaynağı haline geldiğini görmekteyiz. Bunları çözdükçe devrimin derinleşebileceği ve bu anlamda da erkeğin fazla erkeksiliğiyle, kadının fazla kadınsılığı arasındaki orantısızlığı kaldırmak gerektiği kanısındayım. Bunun üzerinde çok yoğunlaşıyorum. Erkek nasıl bir erkek ol-malı, sorusu kadar kadın nasıl bir kadın olmalı sorusu benim için yakıcıdır. Çünkü tarih bu soruyu sormamızı gerekli kılıyor.
Aynı zamanda, Kürdistan’da, özellikle düşen erkeğin durumu, beni bu soruna daha da çekmiştir. Kürt halkının genelde -bazilari yanliş aleyhimizde kullanmak istiyorlar- "karılaştırılmış bir halkdır" dedim, bunun anlamı şuydu; tarih boyunca sürekli işgal ve istilalar halkimızın başından eksik olmadığı için, her işgalciye, yani her zorbaya, her despota -ki buda biraz hakim erkeğe benziyor- bağlı kalan bir halk. Bu anlamda "köle kadına benzetilmiştir" dedim, anlamlıdır. "Bunda Kürt erkeğinin rolü nedir" sorusuna geçtiğimde rolünün yürekler acısı durumda olduğunu gördüm. Klasik anlamda da, diğer uluslardan erkeklere pek benzemediği, çok farklı bazı yanlarının olduğunu gördüm.
Baskıcı sistemlerin etkisi altındaki erkek, bunun bütün acısını kadınlardan ve çocuklardan çıkarır. Yine ilginçtir, bütün sevgisinin kaynağınıda buradan görmek ister. Yani hem döver, hem söver, hem gözyaşı döker. Çok çelişkili bir kişilik! Sevmek istiyor, öldürüyor. Sevme tarzında öldürme var. Çocukları için de bu böyledir. Bu erkeği çok çaresiz gördüm. Çaresiz gördükçe bu erkeğin çözümlenmesi, bana nerdeyse en az kadın çözümlenmesi kadar önemli gözüktü. Şimdi, aslında sorunu kadın sorunundan ziyade, bir erkek sorunu olarak da çözüme tabi tutmam, büyük bir önem taşıyor.
Bunlar birçok ideolojide böyle ortaya konulmamıştır. Ideolojilerin çoğunluğu erkek egemenlikli olduğu için erkeği fazla çözmeye tabi tutma gereği duymazlar. Çok derin bir sosyalist kişilik olmazsa, erkek kendi iktidarını tehlikeye sokabilecek düşüncelere fazla yer vermez, kendini fazla eleştiri konusu yapmak istemez. Bu durum erkekte çok içselleşmiş bir yaklaşımdır.
Benim durumum biraz farklı. Klasik erkekle kopuşu ileri düzeyde sağladığım için cesaretle erkeği eleştiriyor ve çözüme tabi tutuyorum. Bu bir özgünlüktür, şüphesiz. Kadını da klasik boyutlarda çoktan erkekten hem koparmış, hem de özgürleştirmede önemli bir mesafe almış olduğum için, bu konuda da yaklaşımlar epey özgürleşmiştir. Çok dinamik bir çerçevede ele almaktayim. Ve bazı yeni kavramlar geliştirmeye çalışıyorum. "Erkekliğin öldürülmesi"nden tutalım, aynı bir biçimde "kadının yeniden yaratılması" ve "kadınsılığın öldürülmesi" gibi kavramlar ilgimi çekiyor. Sadece kavramlar düzeyinde değil, kadın ordulaşması gibi bir çaba içerisindeyiz. Çoğunun şaşırdığı, hatta büyük tepkilere de yolaçan gelişmelerdir.
Şüphesiz bunlar derin bir anlayişin ürünüdür. Ken-diliğinden yerleri olsa da esas itibariyla, bütün bu eleştirileri karşılayacak yeni yaşam tarzının temelini atmak için eşit ve özgürlüge dayalı bir çıkışın zeminini yaratmak zorunludur. Giderek plan-program bu temelde geliştirilmektedir. Dolayısıyla yeni topluma doğru yol alırken herkesın bilmesi gereken, burda da gelişkin bir planın giderek hayata geçirilmek istenildigidir. Özellikle yapimiz bunu bilmek zorundadır.
Bu bana hem çok önemli görünüyor, hem de yapacağımız bir çok işin devrim sonrasında değil, başında haledilmesidir. Bu konuda tarihi bir hatanın yapılmaması gibi bir anlayış da oldukça etkilidir. Eskiden derlerdi; "ulusal sorun sosyalizmden sonra çözülür", değil! Yine "kadın sorunu sosyalizmden sonra çözülür", degil! Anı anına, günlük olarak çözüme tabi tutulmadıkça ne sosyalist devrim olur, ne uluslar kurtulur, ne de cins kurtulur.
MED/TV.: Sayin Başkan, getirdiginiz çözümler aslında oldukça çarpıcı; dünya halklarının da oldukça ilgisini çeken çözümlerdir. Öncelikli olarak, yine erkeğin yaklaşımlarını biraz daha açmak istiyoruz. 8 Mart erkekler için neyi ifade ediyor? Aynı zamanda erkeğin bu 8 Mart’tan anlaması gereken şeyin ne olduğunun biraz daha ortaya konulması daha yararlı olacaktır. Bir de konuşmanızda kadını erkekten kopardığınızı, aslında cinsler arasında bu kopuşun aynı zamanda bir birleşmeyi de getirdiğini söylediniz. Bu birleşmenin içeriğini biraz daha koymak ve "erkeği öldürmek" kavramının çapını biraz daha açıklamak yararlı olur.
Abdullah ÖCALAN: 8 Mart, erkek için fazla birşey ifade etmez. Erkeğin mevcut düzeyiyle 8 Mart olsa olsa, kandırdığı kadına bir hediye almak gibi bir anlama sahiptir. Çoğunun gücü buna da yetmez. Erkeğin 8 Mart konusunda fazla bir sorunu olacağını sanmıyorum. Kendi anlayışımı da vurguladım. Eğer erkek kadına ilgi duyuyorsa -özellikle bizim devrimimizle bağlantılı olarak- şüphesiz böyle bir süreçte daha ciddi olma gereğini bilince çıkarmalıdır. Bu işler pek de benim ailemden, çevremden öğrendiğim gibi yürümez, öyle kadınla olunamaz veya "bende eskisi gibi bir erkek olamam" gibi bir sorgulamayı, bugünlerde daha sıkça kendisine uygulamalıdır. Bunu öneriyorum.
Bazı arkadaşlarımızın canı erken erkek istiyor, kadın istiyor, özellikle erkekler kadın istiyor. Bilinmeli ki bu konularda, bizim hem çözümleme düzeyinde büyük bir savaşımımız var, hem de savaşla bağlantılı, özgür yaşamla bağlantılı planlarımız var. Bunlara çözüm getirmedikçe bir erkeğin gizliden, hele hele klasik yetkilerine dayanarak veya gücüne dayanak, kadın araması boşunadır ve tehlikelidir. Aynı zamanda bazı köle kadınların da kendi cinsini, cinselliğini biraz fırsat bilip ortama dayatması da tehlikelidir. Bu günlerde daha çok bu konular üzerine yoğunlaşılması gerektiği kanısındayım. Ve giderek, sizi zorlayan bir sorunsa geliştirilen çözümler var.
Şimdi kadın savaşı veya bu temelde yaşam savaşı deyip geçmemek gerekiyor. İş ciddi. Doğru yaşam, iki cinsin birlikteliği temelinde olur. Ama nasıl bir birliktelik? Bizim toplumsal gerçekliğimize baktığımızda bu birliktelik, perişan bir birlikteliktir. Gücü kaybettiren bir birliktelik. Nerdeyse daha 15 yaşında kız, başını -adeta bir arı kovanına sokar gibi- bir aileye sokmuştur. Erkekte tüm namus anlayışını, tüm erkekliğini bir kadın üzerindeki hakimiyetinde görme gibi bir ucube duruma gelmiştir, hem de en erken yaşlarda. O yaşlarda artık bizim erkeğin karısından ve dolayısıyla çocuklarından başka düşünecek, ne bir vatanı vardır, ne güzel bir yaşam arayışı. Tam tersine, sırf karın doyurmak için sömürgecinin kapısında kırk takla atar. Hatta bugün bütün köy korucularının ve toplumumuzun, işbirlikçiliğin, en değme hainlerin bile, esasta bu duruma gelmelerinin nedenidir. Yaşam anlayışlarının, aile yaşam anlayışlarının onları getirdiği sonuçtur. Bunları çok iyi görüyorum.
Ben yurtsever bir insanım. Benim için önce ev değil; önce vatan sorusu geçerlidir. Nasıl olursa olsun, bir yaşam olsun anlayışı değil; özgür yaşam benim için esastır. Ve ben namus-onuru da burada görüyorum. Bunlar olmadıkça ne aile benim için ailedir, ne de saraylarım olsa, benim için saraydır. Hiçbir anlam ifade etmez. Böylesine yaman bir çelişki içinde bulunmaktayız. Maalesef erkeğimizin elinden gelen, 13’ünden, 25’ine kadar sırf bir başlık parası için, çeyiz parası için veya bir kadını elde etmek için diyar diyar dolaşmaktır. Kırk takla atar, kendini türlü türlü satar, bir kız buldu mu, ondan sonra da -cahil bir kadındır, erkeğe vereceği hiçbir şeyi yoktur- kaba cinselliğinden ve giderek sorun kaynağı olan bir kaç çoçuktan başka hiçbir şey sunamaz. Ne dili var konuşabilsin, ne yaşam hakkında bir felsefesi var tartışsın, ne bir gücü var herhangi bir soruna çözüm dayatsın. Bunlar yok. Dilsiz ve erkeğine en geriden bağlı olmaktan başka hiçbir özelliği yok. Bu, erkeği de boğar, kendisini de boğar.
Benim vicdanımın bunu kaldırması mümkün değil. Bizimle ilgilenen çevrelerin öncelikle bunu görmesi gerekiyor. Bazıları bizi eleştiriyorlar, birlikte yaşam nasıl, ne zaman olacak? Bu soruyu kendinize soracağınıza, "bu tehlikeli yaşamdan nasıl vazgeçeceğiz" diye sorun. Açık belirtmem gerekiyor ki, en değme arkadaşlarımız da, -saflarımız da dahil buna- "al sana dünya güzeli bir kız, nasıl yaşayacaksın" de-sek, nefes alış-verişini bile düzenleyemez, şaşa kalır. Kişiliği örgütsüzdür, kişiliği plansızdır. Kaba cinsel güdüleri ayaklanabilir. Bana göre, bu da düşük düzeyli bir paylaşımdır. Bir kadınla konuşmayı bile beceremez. Becermesi, kaba yönlü güdülerini tatmin etmeye yöneliktir. Ama bu büyük bir ayıptır.
Neden önce insan olarak anlaşmıyorsunuz? Çok temel sorunlarınız var. Sıkça örnek gösteriyorum; işte birlik kurmak isteyenler için çarpıcıdır. Kuşların yuvalarına bile bakın, insan eli yuvasına, yumurtasına değse, kuş orayı terkeder. Oraya artık "yuvamdır, yumurtamdır" demez, bırakır. Ama gelin görün ki bizim yuvamızın, yani vatanımızın, evlerimizin düşman işgalinin değmediği, sadece elinin değil, çizmesinin altında ezmediği tek bir noktası yoktur. Bu açık! Bir jandarma, bir polis her aileye istediği gibi girer; erkeğin kızına, karısına istediği gibi el atar, her türlü hakareti yapar. Bu açık bir gerçek. Bu durumda bizim erkeğin erkekliği kaç para eder? Kadının kadınlığı kaç para eder? Gerçekleri cesur tartışmaktan, ele almaktan çekinmemeliyiz! Ben bunları gördüm.
Benim için ilişki kutsaldır. Benim için ilişki çok özgün ve çok değerlidir. Ama ikinci gün bir işgalci gelmiş, kaba anlamda işgalciye gerek yok. Sürüm sürüm sürünüyorsunuz. Hiçbir ekonomik gerekçesi yok. Birlikte yaşam kültürü yok, sağlık yok. Başa bela! Bunlar ciddi sorundur. "Nasıl yaşamalı" derken, bu konularda neler yapabiliriz? "Vay başımıza gelen nedir" demeliyiz. Bunun belli bir onur düzeyini yaşadığını sanan bütün kızlarımızdan, erkeklerimizden önemle üzerinde durmalarını istiyorum. Haydi kölelik statüsü altında olanlara benim fazla diyeceğim yok. Ama bizim saflarda ilkesiz, fırsatçı kadın-erkek arayışları olmamalı. Sorunlarımız ağır. Kaldı ki, savaşı da bunu çözmek için gündemleştirmişiz. Bu öncelikle anlaşılmalıdır ve ben fazla açmakta istemiyorum.
Çok çarpıcıdır, hiç kimsenin inkar edemeyeceği bir ger-çekliktir. Herkesin yaşadığı gerçekliktir. Hem de bitirici bir biçimde, tüketici bir biçimde. Tabii ben bunu bir kader olarak görmüyorum. Aşılabileceği kanısındayım. Aşılacak gücü de kendimizde görmekteyim. Devrimi bunun için en önemli araç olarak değerlendiriyorum. Tam bir ustalıkla da gereklerini yerine getiriyorum.
Şunları soruyorum veya çözüm için şunları geliştirmek istiyorum: Düzen temelinde yüzyıllardan beri alışılagelen kadını da, erkeği de öldürmek! Tabii fiziksel anlamda kastetmiyorum. Moral düzeylerini, duygu düzeylerini, ilişki düzeylerini, kanunlara dayalı da olsa, gayrı-meşru ilan etmek! Ne böyle erkek olunur, ne böyle kadın olunur. Bunun, ilk yapmam gereken iş olduğuna inanıyorum. Biraz daha iyi anlaşılması için, kimse de bundan yanlış sonuç çıkarmamalı: Genel bir boşanma hareketi geliştirmek. Nedir genel boşanma ha-reketi? Şunu yine kimse istismar etmesin; varolan evliliklere karşı benim saygım var, kanunlar karşısında olmuş, imam nikahıyla olmuş. Ben bu tip birlikleri "yıkın, dağıtın" demiyorum. Ama yok işkence gibiyse de herkesin bunu dağıtma hakkı vardır. Yani bunu öldürmek gibi tutucu yaklaşımım da yoktur, anlayışta genel bir boşanma hareketinden bahsediyorum. Hatta evli olanların, sözlü olanların önce klasik anlayışlardan kendilerini boşamaları gerekiyor. Gerekirse resmi evlilikleri devam edebilir, resmi ilişkileri diyelim. Ama özde bir değişiklik yaratmak ve bu anlamda genel bir boşanma hareketi gerçekleştirmek bana çok çekici gelmektedir. Herkesin devrimden az-çok nasibini alabilmesi için birincisi bu.
İkincisi; bunun olması demek klasik kadınlığın ve erkekliğin öldürmesi de demektir. Bu ne demektir? Erkeğin özellikle kendini cinsel boyutuyla-cins boyutuyla kendini erkek sandığı ve onun üzerine inşa ettiği hayallerden, ahlaki değer yargılarından hatta düşünce demeyeceğim düşüncesizliğinden kendisini kurtarması gerekiyor. Ölüm budur. Yani bir yerde yeni yaşama başlangıç yapmak için ölmek denir, buna. Kadın için bu daha fazla geçerlidir. Mevcut kadınlıkla bu haliyle hiçbir şey kurtarılamaz. Hatta bana göre kadın mevcut kadınlığı da, mevcut erkekliği de en çok vurması gereken bir kişidir. Çünkü başına bela yağdırmaktan öteye hiçbir değeri yoktur. Herşeyi anlamsız kılıyor, güçsüz kılıyor. Kadınlığı başına bela olmuş, korkunç bir işkence haline dönüşmüş. Erkekliğe sunduğu kadınlık, erkeğe de felaket getirir. Giderek yalnızca tüm topluma, kaba anlamda soy sürdürür.
Toplumsal olarak bizim gerçekliğimizde özellikle, soy söndürüyor-sürdürmüyor bu önemlidir. Ulusal düzeyde soy söndürme var. Vatan düzeyinde vatansızlaştırma var. Özgürlük düzeyinden bahsetmeye bile değmez. Bunlar eğer ger-çekçi olarak görülürse, demek ki yaramız derin ve ağır operasyonlarla parça parça bazı yerlerin koparılmasını gerektiriyor. Diri yanlarımız kalmayacak mı? Bana göre kalır. Diri yanlar, yaratılacak yanlar vardır. Tabii ben bunlar üzerine de epey yoğunlaşıyorum. Herkesin de belli bir yoğunlaşmayı yaşama-sını isterdim. Bu bana göre önemli bir düşünsel boyuttan tu-talım, estetik boyuta kadar, askeri boyutundan tutalım, sportif boyutlarına kadar, komple ele alınması gereken bir yeniden yaratılma eylemidir. Ve bu bana çekici gelmektedir.
Saflardaki kadınları bu temelde ele alıyorum, erkekleri de bu temelde yenileştirmeye çalışıyorum. Kadına çok yönlü olarak müdahale ediyorum, bu hiç ayıp değil. Bana göre fiziğinin şekillendirilmesinden tutalım ruhunun, konuşma tarzının, giderek düşüncesinin nasıl olması gerektiğine kadar. Burada ayıplıktan öteye, çok cesaretli olmak gerekir. Bu vazgeçilmez bir görevin yerine getirilmesi gereği var. Görev de değil bu, yaşamın yaratılması gibi bir durum karşımızda.
8 Mart 1857'de New Yorklu binlerce dokuma isçisi kadın, 10 saatlik iş günü, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, eşit iş, eşit ücret gibi talepler için greve gitti. İşveren, işçiler arasındaki dayanışmayı önlemek için fabrikanın kapılarına kilit vurdu. Sonra kuşkulu bir şekilde çıkan yangında 129 kadın işçi yanarak can verdi.
Bu olay büyük tepkiye dönüştü. 1903 yılında ABD'de kadının ekonomik, politik, ve kişisel haklarını savunabilmek için Kadın Sendikaları Koalisyonu kuruldu.
1908'de şubat ayının son pazar günü sosyalist kadınların New York'ta oy hakkı, politik ve ekonomik hak istekleri ile yürüyüşleri ilk kadın günü gösterisi olarak kabul edildi.
Amerikalı kadınların hak arayışları, Manhattan'da 1909'da 2 bin kişinin katıldığı gösteri ile devam etti, bunu 20-30 bin kadın tekstil işçisinin daha iyi ücret ve çalışma şartları için başlattığı genel grev izledi. Kadın Sendikaları Koalisyonu grevdeki kadınların ihtiyaçlarını karşılayıp, bu grev esnasında tutuklanan kadınların kefaletlerini ödedi.
Amerikalı kadınların mücadelesi Avrupalı kadınları da etkiledi. 1910 yılında Kopenhag'da toplanan II. Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansında, dünya kadınlarının isteklerini dile getirebilecekleri uluslarası bir günün kararlaştırılması ile ilgili Clara Zetkin'in önerisi kabul edildi. Kesin bir gün belirlenmeyen bu kararın ardından ilk Dünya Kadınlar günü 19 Mart 1911'de Almanya, Avusturya ve Danimarka'da kutlandı.
Dünya Kadınlar Günü'nün 8 Mart'ta kutlanmasına ise 1972 yılında Sydney'de yapılan Mart Hareketi adlı büyük bir organizasyonla başlandı.
Birleşmiş Milletler'in 1975-1985 yılları arasını; Birleşmiş Milletler Kadınlar On Yılı; ilan etmesinin ardından 16 Aralık 1977'de 8 Mart'ın 'Dünya Kadınlar Günü' olarak kutlanmasına karar verildi. Bunu izleyen yıllarda da Birleşmiş Milletler'e üye ülkeler 8 Mart'ı Dünya Kadınlar Günü olarak kutlamaya devam ettiler.
8 Mart 1998 günü Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan tarafından kamuoyuna ilan edilen kadın kurtuluş ideolojisi bu başarıyı evrenselleştiren bir adım olarak tarihte yerini almıştır. Kadın kurtuluş ideolojisi salt bir kadın-erkek eşitliği yaratma amacıyla ya da salt kadın cinsinin kurtuluşuyla sınırlı olmayıp yeni yaşam bakış açısıyla yoğrulan bir kültür yaratmayı hedefler. Bu anlamda toplumsal düzlemde yaratılacak olan değişimi ve dönüşümün başat öğesi olan kadının, kendi doğasına, ilk toplumsallığına dönüş yapması ve bu ideolojiyle öngörülen dönüşümü kendinde somutlaştırmasını gerektirir.Yaşanan yüzyıl kaosundan en yaratıcı, yenileyici ve dinamik olarak çıkmak, tarihsel gelişim eğrisini özgürlüğe doğru çevirmek ancak kadının kurtuluşunu hedefleyen, toplumsal cinsiyetçiliğin aşılıp kadın yanlı yeni bir yaşam yaratmaya yönelen kadın kurtuluş ideolojisi ile olacaktır.
Abdullah ÖCALAN
I.Yurtseverlik
“Kürdistan söz konusu olacaksa eğer veya ana topraklar diyelim, o ananın da bahsettiği gibi yani o topraklarda yaşamak en güzeli diyorsak, herşeyden önce kadın ideolojisi topraksız olmaz. Hatta toprağın ekine açılması, üretime açılması, biraz da kadın sanatıyla bağlantılıdır. Demek ki kadın ideolojisinin birinci ilkesi, doğduğu topraklarda yaşamaktır.
Kadın kurtuluş ideolojisinin başlangıç ilkesi, yurdunu sevmek, toprağına anlam vermek, toprağının üzerinde yaratılan tüm değerlere saygılı olmak ve onları korumak, bu temel yaklaşımla yeni değerler yaratmakla yaşamsallaştırılabilir. Bu ilkeyle örgütlü kadın gücü, Kürdistan kadını öncülüğünde halkın kendi kültürüyle, kendi değerleriyle, maddi ve manevi tüm tarihsel değerleriyle buluşmanın, onları anlamlandırarak, büyüterek geleceğe taşımanın temel yürütücüsü olur. Kadının, tanrıçalaşmayı yaşadığı Mezopotamya topraklarının mevcut durumda yaşadığı insansızlaştırmaya, Mezopotamya insanının topraktan uzaklaştırılmasına karşı yaklaşımı, kadın kurtuluş ideolojisinin yurtseverlik ilkesi doğrultusunda bir mücadeleyi esas almak olmalıdır. Kürdistan’da değer bilincinin insan, madde ve her türlü üretimle birlikte anlam kazanması toprağın, özgür bireyle ancak özgür bir nefes alma imkânını getirecektir. Bununla birlikte ancak doğru bir yurtseverlik bilincinin sağlanması, ezilen psikolojisinin, ulusal inkârcılığın, köksüzlüğün aşılarak doğru bir yurt sevgisinin oluşturulması, dünya insanlığıyla doğru bir bütünleşmeyi getirecektir. Kadın kurtuluş ideolojisi doğrultusunda yurtseverlik ilkesini yaşamsallaştırabilmek, evrenselleşmenin de önemli bir aşamasını oluşturacaktır.
II. Özgür Düşünce, Özgür İrade İlkesi
En somut bir ifadesi ile kadın istediği gibi yaşar, kararlaştırır. Onun düşüncesine güveneceğiz, onun iradesine saygılı olacağız. Kadın Kurtuluş İdeolojinin vazgeçilmez bir ilkesi de budur.
İnsan türünün maddi gerçeklik içinde kendini farklılaştırarak yeni bir kimlik kazanması, onun düşüncesinin yansımaları olan ve toplumsallaşmaya zemin hazırlayan edimlerle gerçekleşmiştir. Varlığı koşullayan bir boyut da özgür ve iradi düşünme, buna göre yaşamadır. Özgür ve iradi düşünmenin inkârı varsa öz varlığın yaşamasından söz edilemez.
III. Özgürlüğe Dayalı Bir Yaşam Paylaşımı Ve Örgütlülük İlkesi
Özgürlüğe dayalı bir yaşam paylaşımı için örgütlülük gerekir. Örgütsüz insan bir hiçtir. İlk örgütlenme kadınla başlamıştır. En çok örgütlenmeyi esas alması gereken güç kadındır.
İnsanın varoluşuna, toplumsallaşma gerçeğine aykırı olmasına rağmen köleleştirmenin, sınıflı toplum tarihi boyunca varlığını sürdürmesi, kendini örgütlü bir güç olarak somutlaştırmasından kaynağını alır. Sümer tapınağı olan zigguratlar, hiyerarşik devletçi sistemin oluşturulduğu, eril zihniyetin şekillendirilerek kurumlaştırıldığı bir dölyatağı rolünü üstlenmiştir. Burada başlayan örgütlülük toplumun sınıflandırılarak köleleştirildiği, bunun tüm topluma dayatıldığı bir örgütlülüktür. Tahakkümcü sistemin gelişim yılları boyunca sağlamlaştırdığı, insan zihni ve bedeni üzerindeki egemenliğini derinleştirerek arttırdığı örgütlülüğe yönelerek onu aşabilmek ve özgürlüğe dayalı bir yaşam yaratabilmek ancak güçlü bir örgütlenmeyle mümkündür. Mevcut sistemin tüm örgütlenme ve kurumlaşmaları erkek karakterlidir. Bu eril hâkimiyetin örgütlenme diyalektiğindeki cinsiyetçilik, kadın üzerindeki hâkimiyet kadar ezilen sınıf, ulus ve tüm sömürülen kesimlerdeki erkek üzerinde de hâkimiyet kurmakta, onu da hiçleştirmektedir.
IV. Örgütlülükle Birlikte Mücadele İlkesi
İdeolojik-politik esaslar başta olmak üzere, örgütselliğe ilişkin, kültüre ilişkin velhasıl kendisini güçlendirebilecek her alana ilişkin kadının tam bir mücadeleci olması gerekiyor.
Mücadele kavramı varlıkla birlikte varolan ve olmaya devam eden bir olgudur. Çünkü varlıkların doğasında mücadele vardır.
Tahakkümcü sistemden kendini kurtararak, örgütlü bir güç halinde varlığını korumak, eril zihniyete karşı kadın eksenli bir ideoloji yaratmayı amaçlamak, ancak sağlam temelli bir mücadele gücünü kendinde oluşturmakla olanak dâhiline girebilir. Özgürlük mücadelesi saflarındaki kadın, bu durumda tarihsel bir bilinçle özgün örgütlülüğünü ele almalı ve mücadele yürütmelidir. Bu durumda bir kadın militanın her an hatırlaması ve ona göre kendi yürüyüşüne yön vermesi gereken gerçeklik mücadelesizliğin onu sistemle bütünleştireceği, mücadelesiz geçen her anın sistemin bir kazanımı olarak zamanda yer edineceği gerçeğidir. Mücadele ilkesini kendi kişiliğinde süreklileştirebilmek güçlü bir örgütlenmeyi ve özgür iradeyi de açığa çıkaracaktır. Kadına biçilen sessiz, verili olanı kabul eden, kendi iradi duruşu olmayan sıfatlandırmaları ancak bu ilkenin güçlü uygulanarak, kadın cinsinin öziradesini yaratarak, adım adım başarıya yönelerek aşılabilir ve kadın bu yolla kadın kurtuluş ideolojisinin öngördüğü yaşama yakınlaşacaktır.
V.Yaşamın Estetikle, Güzellikle Olan İlişkisi İlkesi
“Güzel yaşamın büyük ve kutsal ilkeleri kadar, onun nakış işlemesi gibi ilmik ilmik dokunması gereği vardır. Gözle, davranışlarla her şeyin estetik yani güzellik sınırlarında yürütülmesi gerekir. Büyük yaşamın özü örgüt ise örgütlülük düzeyi ise bunun elbisesi de güzel nakışlardır. Veya böyle bir dokunmayı gerektirir. Nedir bunlar? Dildir, davranış güzelliğidir.
Eğer özgürleşmek amaç olarak belirleniyorsa başlangıç olarak estetiğin çıkış noktası erkek eksenlilikten, erkeğe göre olmaktan çıkmalıdır. Bununla birlikte düşüncesinden fiziğine, davranışlarından üslubuna, konuşmasından beden diline ve ifade gücüne kadar bir bütün olarak amaçlı, anlamlı ve estetik bakış açısına sahip bir yaklaşımın esas alınması gerekmektedir. Yaşamın kadın kurtuluş ideolojisi ilkeleri doğrultusunda ele alınması, örgüt bütünselliği ve disipliniyle somuta yönelmesi ve estetik bakış açısıyla biçimlendirilmesi kadını başarıya yakınlaştıracaktır.
Ancak bununla kadın doğal toplumdaki gibi yaşamın cazibe dolu bir öğesi olacak, kendi somutunda köleliği değil özgürlüğü derinleştirecek, kendine yakınlaşanı sistemin ağlarından kurtararak özgürlüğe çekecek olan özüne kavuşacaktır.
İnsan her şeyin en güzeline layıktır. Kadın kurtuluş ideolojisini kendilerine temel alan özgürlük arayışçısı kadınların kendi güzellikleriyle yaratacakları yeni özgür yaşam, tüm insanlara güzelliği verebilecek bir dünyanın garantisi olacaktır.
8 Mart 2000 kadınına!
Seninle yaşamak için
Aramızda, Adem ile Hava'dan beri
Ekilen kara çalıların sökülmesi,
Yükseltilen duvarların kaldırılması gerekir!
Bunun için,
İlk sınıf, ilk hakim
Yalancı ve zalim erkekliğin yenilmesi
Ve uygarlığın çaldığı ateşin, alınması gerekir!
Bunun için,
Tüm Prometuslara bedel bir kavgayı göze aldım!
Dünyayı karşımda buldum..
Ve Prometeus'un memleketinde
haince esir düşürüldüm..!
Ey kutsal ana
Ve Sevda kadını!
Reber APO
8 Mart 2000
- Ayrıntılar
MED/TV.: Sayın Başkan, …
Öncelikle 8 Mart’ta, Dünya Kadın Hareketlerinin birleşmeleri gereken nokta ne olmalıdır? Aynı zamanda 8 Mart’a Kürdistan kadını açısından siz nasıl bakıyorsunuz? Yarattığınız kadın hereketiyle, 8 Mart arasındaki bağı nasıl kuruyorsunuz? Bunları açıklammanız, izleyicilerimiz açısından önemli olacaktır.
Abdullah ÖCALAN: Herşeyden önce, yalnız bir 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olmasını yadırgıyorum. Bütün günlerin kadınlı, özgür kadınlı olması yaşamın vazgeçilmez bir koşuludur. Ama bu 8 Mart gerçeği bile şunu çok açıkça gösteriyor ki, yaşamda kadın yoktur. Sadece böylesi bir günde anılmaya değer gibi yaklaşılması, kölelik boyutunun derinliğini göstermektedir. Benim için giderek yoğunlaştığım bir çalışma alanıdır. Savaştan bağımsız görmüyorum. Hatta devrimlerin tümünde olduğu gibi, günümüz devrimlerinin ve özellikle Kürdistan Devrimi’nin başarmasi gereken en temel konusu; kadın etrafındaki yaşamı çözme işidir. En gelişkin savaş sorunlarından tutalım, barışa ve onun özgür temeldeki gelişimine kadar işlerin odağında yer almaktadır.
Kadın, etrafındaki örülmüş zihniyet, ideoloji, örgüt, baskı, sömürü gerçekligiyle ele alınmadıkça, çözümü bu temelde derinleştirmedikçe; devrimi dolayisiyla savaşı kadından kopuk olarak ele aldıkça, ne savaşın tam bir özgürlük savaşı olması mümkündür, ne de ardından gelişebilecek barışın gerçek bir barış olabilmesi mümkündür. Bunun temel ve çok köklü bir koşulu, kadın etrafındaki ilişkiler ağının çözülmesidir.
Ai1eden tutalim ahlaka, hatta felseye, dini yaşama ka-dar hepsi bu konuda ne söylüyor? Bundan da öteye ne yapmişlardır, ne yapmayı düşünüyorlar? Bizzat nasıl bir düzen kurulmuştur? Bütün bunların çözümlenmesi hayatidir.
Kürdistan Devrimi üzerinde yoğunlaştıkça, soruna daha fazla ilgi duymamın ve bunda bir çözümü aramamın öyle savaştan kopuk olmadığını belirtmek istiyorum. Hem savaşi geliştirmede, hem de onun doğru anlamı üzerinde mesafe kaydetmede, bu sorunu ciddi olarak ele almaya ihtiyaç duyuyorum. Kald ki "kadınsız devrim olmaz, yaşam olmaz" denilir, bu doğrudur. Fakat günümüzde neredeyse bu haliyle kadınlı yaşam, hele mevcut statüko altında erkekli yaşam, benim halen kabul etmekte zorlandığım bir yaşam biçimidir. Hatta kendi devrimimi, bu yaşam tarzını degiştirmek amacıyla geliştirdiğimi söylesem, belki de bir gerçeği çarpıcı bir şekilde dile getirmiş olacağım.
Alışıla geldiği gibi, "8 Mart, dünya kadınlığı açısından ne anlama gelebilir" diye bir soru sorulduğunda; verilecek cevap; derinleşmiş bir köleliğin hatırlanması-anılması, çok sembolik ve hatta bana göre biraz da gayri-ciddi bir önemin verilmesi anlamina gelir. Neden bir gün kadın günü oluyor? Ya-şamın vazgeçilmez bir öğesi neden bir günde anılmaya değiyor? Ve buna anneler günü gibi bir günde hediye ediliyor.Bunlar bana göre samimiyetsizliğin ifadesidir, bunu aşmak gerekir. Bütün günleri "8 Martlar" gibi geliştirmek,ele almak gerekir.
Kürdistan boyutuyla bizim bugün için söyleyeceğimiz fazla birşey yok. Kadınlı devrimi biz büyük bir çaba halinde sürdürmekteyiz. Hergün 8 Mart’ın klasik anılmasının da çok üstünde geçmektedir. Hatta bizde işler öyle bir hal almış ki, bu konuda aşama yapamayan bir kadın veya erkeğin pek yaşama hakkını bulacağını da sanmıyorum. Sadece Kürdistan halkı için de değil, uluslararası düzeye yönelik tutum belirlemek isteyen güçler, özellikle kadınlar bu süreci anlamak is-tiyorlar. Sanırım bu tartışmalarımızda biraz bunu açıklığa kavuşturacağım.
Umarım önümüzdeki süreçte kadınlı toplantılara daha fazla önem vereceğim. Kendi payıma düşeni yapmayı bir borç olarak görüyorum. Özellikle bizde hep anılmaya ihtiyaç duyulan şehitler var. Gerek kendini "bombalaştırarak patlatanlar" ve böylece de insan soyunun belki ulaşabileceği en ciddi eylemlerin, özgürlük eylemlerinin sahibi olanlar, gerekse kendini yakarak bu biçimiyle de kendisini temizlemek isteyen kadın soyunun, bize yüklediği görevleri bu şehitler şahsında yerine getirmek benim için bir borçtur. Bugün vesilesiyle bunu özellikle belirtmem yerinde olacaktır.
MED/TV.: Sayın Başkan, PKK Önderliğinin, PKK’nin, özellikle kadın sorununa bakış açısı dünyanın dört bir yanındaki kadınların ilgisini çekiyor. Yani şu andaki tartışma düzeyiniz ve yaklaşımlarınızla bir ilgi odağı durumundasınız. Hareketinize Kürt kadınları dışında diğer uluslardan da birçok katılım var. Anlamaya-kavramaya yönelik, yoğun bir istem var. Kadının kendini PKK Önderliğine yakın hissetmesini neye bağlıyorsunuz? Sizce diğer uluslardan gelen kadın niçin kendisini yakın hissediyor?
Abdullah ÖCALAN: Kadın ilgisinin giderek gelişeceği kanaatindeyim. Bunun esas nedeni, erkek egemenlikli bir dünyanın geçerliğini eskiyi de aratmayacak bir biçimde sürdürmekteki ısrarıdır. Hatta erkek egemenlikli ideoloji, onun yaşama yansıtılışı, kadın sorununu daha da ağırlaştırmıştır. Özellikle son dönem 20. yy. devrimlerinde kadın açısından bazı açılımlar olmuşsa da tam çözüme gidilememiştir. Hatta reel sosyalizmin gerçekleştiği, resmileştiği ülkelerde bile bunun kadın devrimine taşırılmadığı, klasik yaşam ölçülerinin en benim diyen sosyalist önder kişiliklerde bile sürdürüldüğü açıkça ortada. Bana gelince, benim bunu biraz daha değişik ele aldığım ve sorunu çok daha derin ve çok genel (evrensel) ele aldığım doğrudur.
Hatta güncel dönemi kurtarmak açısından "nüfusun yarısıdır, onlarsız devrim olmaz" gibi dar bir anlayış içerisinde de değilim. Daha köklü uğraşıyorum. Benim için bir felsefe ve moral çalışmasıdır bu. Kendi sosyalist anlayışımı gerçekleştirmem için, bunu çözmem gerekiyor. Bir erkek kişiliği olarak, halen yaşam arayışı içindeyim. "Kadınlı yaşam nasıl olmalı, genelde yaşam nasıl olmalı" sorusunu sorarken, "kadınlı yaşam nasıl olmalı" sorusu benim için halen üzerinde yoğunlaşılması gereken bir sorudur.
…
Yaşamın her alanını ilgilendiren bu soruna geleneksel düzen yaklaşımlarının çok ötesinde, ideolojik olmaktan tutalım pratik birlikteliklere, evliliğin bile yeniden sorgulanmasına kadar her boyutta yeni yaklaşımlara ihtiyaç olduğu kanısındayım. Bu yönlü yaklaşımlarım dikkat edilirse, çok evrensel bir yaklaşımdır. Salt ulusal kadın kitlesiyle ilgili değildir. Bu yönlü uluslararası alanda da ilgi gelişmektedir. Bu yönlü gelişecek bir sosyalizm anlayışı, şüphesiz kadını çok daha fazla gündemleştirecektir. Kadın sorunu salt cins boyutlarında, -örgüt boyutlarında değil- toplumun tüm alanlarında "nasıl olmalı" biçiminde sorgulanacaktır. Ve cevaplar geliştikçe görülecektir ki esasta savaş ve barış bir kadın sorunudur. Kadın iradesi, kadın kişiliği gündeme girmedikçe, salt erkek egemenlikli anlayışlara dayalı çözümlerin, ne savaşı, ne barışı tek başına halledemeyeceği anlaşılacaktır.
Dolayısıyla önümüzdeki dönem devrimlerinin hatta 21.yy. devrimlerinin savaşların da ve onların ardından gelişecek barış süreçlerinin de sağlıklı kılınabilmesi için kadın devrimini derinleştirmemiz gerekiyor. Sanırım ilginin esas nedeni budur.
MED/TV.: Sayın Başkan, siz kadını ele alırken, kadın hareketini geliştirirken, özgürleşme konusunda belirli bazı noktaları ortaya koyarken, kadında neyi gördünüz? Kadının özgürlüğünde ne var?
Abdullah ÖCALAN: Ben, kadında herşeyden önce tehlikeyi görüyorum. Kendimi tanıdığımdan beri anamla hesaplaşmaktan tutalım, sizin gibi kızlarla uğraşmaya, hesaplaşmaya kadar, derin bir tehlikenin farkında olmak gibi bir özellik benim için etkileyicidir. Karşı cinsler beraber olmadan, tek başlarına olamazlar. Ama genelde öyle bir durum var ki, bu ilişki fazla kazandırmıyor. Bu ilişki doğru çözümlenmediğinde, neredeyse yaşamı bütünüyle tehdit ediyor. Hep bunun endişesi içindeyim ve bu endişe beni çok yoğun bir çözümleme gücüne götürüyor.
Başlangıçta sezgi yoluyla "bu ilişkilerde bir hastalık var, bu ilişkilerin böyle olmaması gerekir" diyordum. Çok iyi bildiğiniz köylerde, başlık parası ile yanıbaşımda en sevdiğim veya birlikte olmak istediğim kızların, birden bire adeta ortadan kaybedilişi, bir yitiklik gibi gelirdi. "Bu işte doğallık yok" diyordum. Ardından tüm düzene baktığımda para gücü olanın, baskı gücü olanın, aslında kadını çoktan aldığını gördüm. Özgürlük ilkesine göre, güzellik ilkesine göre ilişkilerden eser kalmadığını, sadece hayalde bunun mevcut olduğunu farkettim. Şiirde, edebiyatta, resimde, sinemada aslında ne kadar sahne, senaryo düzenlenirse düzenlensin, son tahlilde bunların kitleleri adeta afyonlaştırmada kullanıldığını gördüm. Esas olanın baskı ve sömürünün kadın konusunda en vahşi kanunlanırını uyguladığını ve aşkı öldürdüğünü herşeyden önce gördüm. Bu beni adeta bir intikamcılığa kadar yöneltti.
Aşk kutsal bir kavram. Aşkın katledilişi benim için kolay kolay kabullenilemez bir duygu, bir düşüncedir. Ben bu konuda herkesin yaptığı gibi bir bireyciliğe saplanmadım. Klasik erkek yaklaşımlarıyla kendimi çözmek istemedim. Biraz güç toparlayarak, örneğin bugün adı sanı belli bir güç kişisiyim, buna dayanarak bu sorunu çözmek istemedim. Doğru değil, cins tatminlerini güce dayanarak çözmek istemedim. Bu bana biraz ahlaksızca geldi. Gönüllükten yoksun, özgürlük iradesinden yoksun, güce dayalı bir tehlikeyi kendimde görmeye başladıkça, kendimi kaybetmemeye de büyük özen gösterdim.
Bu aynı zamanda şu tehlikeyi de beraberinde getiriyor; güç geliştikçe, erkekte ilk uygulama alanı, insanlar üzerinde bir statü geliştirmektir. Nedir statüsü? Kendisini ya bir manevi şahsiyet gibi, olağanüstü propagandalarla -çömezleriyle bunu yapar- kabul ettirir, ya da baskı aygıtlarıyla -buna sömürüyü de ilave ederek- insanları zayıflatarak kendine bağlamak ister. Erkekte yoğunlaşan gücün gelişim süreci böyledir. Bu kadında çok daha tehlikeli bir biçimde boyutlanır. Erkek böylece baskı ve sömürü gücünü kendi kişiliğinde yoğunlaştırdıkça, kadına yaklaşımı malesef çok dengesiz, çok tehlikeli bir mal yoğunlaştırması biçimindedir. Getirdiği boyut aslında esef vericidir. Kadını son derece tutsaklıkta bir incelmeye tabi tutar, metalaşmada bir incelmeye tabi tutar. Kendi egoizmini tatmin etmek için, sonuna kadar kadını güçsüzleştirir, iradesizleştirir ve bir kukla haline getirir. Efendisinin bir süs köpeği haline getirir ve bundan da gurur duyar, tatmin olduğu için.
Neredeyse bütün sınıflı toplumların gelişiminde durum böyledir. Sınıflı toplum geliştikçe ağırlıklı olarak erkekte güç yoğunlaşır. Erkekte güç yoğunlaştıkça, kadın gücünde muazzam bir yitiklik meydana gelir. Buna daha da açıklık getirelim. Ortadoğu din geleneklerinde bilindiği üzere, özellikle ilkel klan toplumlardan kurtulup -bunu sanırım tarihte en iyi gerçekleştiren alan Mezopotamya oluyor- kadının toplayıcılıktan üretime geçiş aşamasındaki gücü tartışmasızdır. Ve dinler öncelikle kadın tanrıçaları biçiminde ilk ifadesini bulmuştur. Ve halen çok etkili bir isim olan, Kürtçe'de de "yıldız" anlamına gelen "İştar", -Arapça’da vardır, bütün dillerde vardır- günümüzde "Star, Sterk" kadın tanrıçalığını ifade etmektedir.
Bu tanrıça aslında şöyle bir tarihi role sahiptir; ilk yerleşik toplum yaratıcısıdır. İlk köy topluluklarının kurulmasından tutalım, toplumsallaşma devriminin en önemli aşamasının büyük ölçüde kadın eylemi etrafında geliştiğini kabul etmek gerekiyor. İştar tanrıçasının herhalde tarifi böyle yapılabilinir. Kadın toplumu demek ki, bu ilk kuruluş sürecinde bir büyüklüğü temsil ediyor. Ondan sonraki süreç, sınıflı topluma geçiştir. Ve sınıflı topluma geçiş, esasta bir erkek hakimiyetine geçiştir. Erkek hakimiyetindeki gelişme o kadar sınırsız olmuştur ki, daha sonraki bütün tanrılar erkektir, aslında hiçbir kadın tanrıçası kalmamıştır. Bütün imparatorlar erkektir. Çok az istisnalar dışında kadın olsa da, onlar da erkeksi kadınlardır. Bütün komutanların, bütün bürokratların %99’u erkektir. Bunda tabii çok dengesiz bir hakimiyeti göstermektedir.
Şüphesiz sınıfsallaşmayla ilgisi olmakla birlikte, herhalde insanlığın tek gelişim gerçeğidir, demek abartılı olur. Yani "erkek hakim olmadan yaşam olmaz" demek, başlı başına bir baskıcı ve sömürücü zihniyeti esas almak demektir.
Sosyalizmin bununla ilişkili olması hatta buna karşı olması gerektiğini düşünüyorum. Görüldüğü üzere, düşünce tarzımızda ve bundan kaynaklanan yaşam tarzımızda özgürlük var. Eğer sosyalizmde israr edeceksek, uygarlık tarihi boyunca geliştirilen bu kadın boyutunun güçten düşürülüşünün doğal olmadığını kavramalıyız. Bunun toplumsal gelişmeyle, sınıfsal gelişme türüyle bağlantılı olduğunu ve günümüzde de muazzam bir sorunlar kaynağı haline geldiğini görmekteyiz. Bunları çözdükçe devrimin derinleşebileceği ve bu anlamda da erkeğin fazla erkeksiliğiyle, kadının fazla kadınsılığı arasındaki orantısızlığı kaldırmak gerektiği kanısındayım. Bunun üzerinde çok yoğunlaşıyorum. Erkek nasıl bir erkek ol-malı, sorusu kadar kadın nasıl bir kadın olmalı sorusu benim için yakıcıdır. Çünkü tarih bu soruyu sormamızı gerekli kılıyor.
Aynı zamanda, Kürdistan’da, özellikle düşen erkeğin durumu, beni bu soruna daha da çekmiştir. Kürt halkının genelde -bazilari yanliş aleyhimizde kullanmak istiyorlar- "karılaştırılmış bir halkdır" dedim, bunun anlamı şuydu; tarih boyunca sürekli işgal ve istilalar halkimızın başından eksik olmadığı için, her işgalciye, yani her zorbaya, her despota -ki buda biraz hakim erkeğe benziyor- bağlı kalan bir halk. Bu anlamda "köle kadına benzetilmiştir" dedim, anlamlıdır. "Bunda Kürt erkeğinin rolü nedir" sorusuna geçtiğimde rolünün yürekler acısı durumda olduğunu gördüm. Klasik anlamda da, diğer uluslardan erkeklere pek benzemediği, çok farklı bazı yanlarının olduğunu gördüm.
Baskıcı sistemlerin etkisi altındaki erkek, bunun bütün acısını kadınlardan ve çocuklardan çıkarır. Yine ilginçtir, bütün sevgisinin kaynağınıda buradan görmek ister. Yani hem döver, hem söver, hem gözyaşı döker. Çok çelişkili bir kişilik! Sevmek istiyor, öldürüyor. Sevme tarzında öldürme var. Çocukları için de bu böyledir. Bu erkeği çok çaresiz gördüm. Çaresiz gördükçe bu erkeğin çözümlenmesi, bana nerdeyse en az kadın çözümlenmesi kadar önemli gözüktü. Şimdi, aslında sorunu kadın sorunundan ziyade, bir erkek sorunu olarak da çözüme tabi tutmam, büyük bir önem taşıyor.
Bunlar birçok ideolojide böyle ortaya konulmamıştır. Ideolojilerin çoğunluğu erkek egemenlikli olduğu için erkeği fazla çözmeye tabi tutma gereği duymazlar. Çok derin bir sosyalist kişilik olmazsa, erkek kendi iktidarını tehlikeye sokabilecek düşüncelere fazla yer vermez, kendini fazla eleştiri konusu yapmak istemez. Bu durum erkekte çok içselleşmiş bir yaklaşımdır.
Benim durumum biraz farklı. Klasik erkekle kopuşu ileri düzeyde sağladığım için cesaretle erkeği eleştiriyor ve çözüme tabi tutuyorum. Bu bir özgünlüktür, şüphesiz. Kadını da klasik boyutlarda çoktan erkekten hem koparmış, hem de özgürleştirmede önemli bir mesafe almış olduğum için, bu konuda da yaklaşımlar epey özgürleşmiştir. Çok dinamik bir çerçevede ele almaktayim. Ve bazı yeni kavramlar geliştirmeye çalışıyorum. "Erkekliğin öldürülmesi"nden tutalım, aynı bir biçimde "kadının yeniden yaratılması" ve "kadınsılığın öldürülmesi" gibi kavramlar ilgimi çekiyor. Sadece kavramlar düzeyinde değil, kadın ordulaşması gibi bir çaba içerisindeyiz. Çoğunun şaşırdığı, hatta büyük tepkilere de yolaçan gelişmelerdir.
Şüphesiz bunlar derin bir anlayişin ürünüdür. Ken-diliğinden yerleri olsa da esas itibariyla, bütün bu eleştirileri karşılayacak yeni yaşam tarzının temelini atmak için eşit ve özgürlüge dayalı bir çıkışın zeminini yaratmak zorunludur. Giderek plan-program bu temelde geliştirilmektedir. Dolayısıyla yeni topluma doğru yol alırken herkesın bilmesi gereken, burda da gelişkin bir planın giderek hayata geçirilmek istenildigidir. Özellikle yapimiz bunu bilmek zorundadır.
Bu bana hem çok önemli görünüyor, hem de yapacağımız bir çok işin devrim sonrasında değil, başında haledilmesidir. Bu konuda tarihi bir hatanın yapılmaması gibi bir anlayış da oldukça etkilidir. Eskiden derlerdi; "ulusal sorun sosyalizmden sonra çözülür", değil! Yine "kadın sorunu sosyalizmden sonra çözülür", degil! Anı anına, günlük olarak çözüme tabi tutulmadıkça ne sosyalist devrim olur, ne uluslar kurtulur, ne de cins kurtulur.
MED/TV.: Sayin Başkan, getirdiginiz çözümler aslında oldukça çarpıcı; dünya halklarının da oldukça ilgisini çeken çözümlerdir. Öncelikli olarak, yine erkeğin yaklaşımlarını biraz daha açmak istiyoruz. 8 Mart erkekler için neyi ifade ediyor? Aynı zamanda erkeğin bu 8 Mart’tan anlaması gereken şeyin ne olduğunun biraz daha ortaya konulması daha yararlı olacaktır. Bir de konuşmanızda kadını erkekten kopardığınızı, aslında cinsler arasında bu kopuşun aynı zamanda bir birleşmeyi de getirdiğini söylediniz. Bu birleşmenin içeriğini biraz daha koymak ve "erkeği öldürmek" kavramının çapını biraz daha açıklamak yararlı olur.
Abdullah ÖCALAN: 8 Mart, erkek için fazla birşey ifade etmez. Erkeğin mevcut düzeyiyle 8 Mart olsa olsa, kandırdığı kadına bir hediye almak gibi bir anlama sahiptir. Çoğunun gücü buna da yetmez. Erkeğin 8 Mart konusunda fazla bir sorunu olacağını sanmıyorum. Kendi anlayışımı da vurguladım. Eğer erkek kadına ilgi duyuyorsa -özellikle bizim devrimimizle bağlantılı olarak- şüphesiz böyle bir süreçte daha ciddi olma gereğini bilince çıkarmalıdır. Bu işler pek de benim ailemden, çevremden öğrendiğim gibi yürümez, öyle kadınla olunamaz veya "bende eskisi gibi bir erkek olamam" gibi bir sorgulamayı, bugünlerde daha sıkça kendisine uygulamalıdır. Bunu öneriyorum.
Bazı arkadaşlarımızın canı erken erkek istiyor, kadın istiyor, özellikle erkekler kadın istiyor. Bilinmeli ki bu konularda, bizim hem çözümleme düzeyinde büyük bir savaşımımız var, hem de savaşla bağlantılı, özgür yaşamla bağlantılı planlarımız var. Bunlara çözüm getirmedikçe bir erkeğin gizliden, hele hele klasik yetkilerine dayanarak veya gücüne dayanak, kadın araması boşunadır ve tehlikelidir. Aynı zamanda bazı köle kadınların da kendi cinsini, cinselliğini biraz fırsat bilip ortama dayatması da tehlikelidir. Bu günlerde daha çok bu konular üzerine yoğunlaşılması gerektiği kanısındayım. Ve giderek, sizi zorlayan bir sorunsa geliştirilen çözümler var.
Şimdi kadın savaşı veya bu temelde yaşam savaşı deyip geçmemek gerekiyor. İş ciddi. Doğru yaşam, iki cinsin birlikteliği temelinde olur. Ama nasıl bir birliktelik? Bizim toplumsal gerçekliğimize baktığımızda bu birliktelik, perişan bir birlikteliktir. Gücü kaybettiren bir birliktelik. Nerdeyse daha 15 yaşında kız, başını -adeta bir arı kovanına sokar gibi- bir aileye sokmuştur. Erkekte tüm namus anlayışını, tüm erkekliğini bir kadın üzerindeki hakimiyetinde görme gibi bir ucube duruma gelmiştir, hem de en erken yaşlarda. O yaşlarda artık bizim erkeğin karısından ve dolayısıyla çocuklarından başka düşünecek, ne bir vatanı vardır, ne güzel bir yaşam arayışı. Tam tersine, sırf karın doyurmak için sömürgecinin kapısında kırk takla atar. Hatta bugün bütün köy korucularının ve toplumumuzun, işbirlikçiliğin, en değme hainlerin bile, esasta bu duruma gelmelerinin nedenidir. Yaşam anlayışlarının, aile yaşam anlayışlarının onları getirdiği sonuçtur. Bunları çok iyi görüyorum.
Ben yurtsever bir insanım. Benim için önce ev değil; önce vatan sorusu geçerlidir. Nasıl olursa olsun, bir yaşam olsun anlayışı değil; özgür yaşam benim için esastır. Ve ben namus-onuru da burada görüyorum. Bunlar olmadıkça ne aile benim için ailedir, ne de saraylarım olsa, benim için saraydır. Hiçbir anlam ifade etmez. Böylesine yaman bir çelişki içinde bulunmaktayız. Maalesef erkeğimizin elinden gelen, 13’ünden, 25’ine kadar sırf bir başlık parası için, çeyiz parası için veya bir kadını elde etmek için diyar diyar dolaşmaktır. Kırk takla atar, kendini türlü türlü satar, bir kız buldu mu, ondan sonra da -cahil bir kadındır, erkeğe vereceği hiçbir şeyi yoktur- kaba cinselliğinden ve giderek sorun kaynağı olan bir kaç çoçuktan başka hiçbir şey sunamaz. Ne dili var konuşabilsin, ne yaşam hakkında bir felsefesi var tartışsın, ne bir gücü var herhangi bir soruna çözüm dayatsın. Bunlar yok. Dilsiz ve erkeğine en geriden bağlı olmaktan başka hiçbir özelliği yok. Bu, erkeği de boğar, kendisini de boğar.
Benim vicdanımın bunu kaldırması mümkün değil. Bizimle ilgilenen çevrelerin öncelikle bunu görmesi gerekiyor. Bazıları bizi eleştiriyorlar, birlikte yaşam nasıl, ne zaman olacak? Bu soruyu kendinize soracağınıza, "bu tehlikeli yaşamdan nasıl vazgeçeceğiz" diye sorun. Açık belirtmem gerekiyor ki, en değme arkadaşlarımız da, -saflarımız da dahil buna- "al sana dünya güzeli bir kız, nasıl yaşayacaksın" de-sek, nefes alış-verişini bile düzenleyemez, şaşa kalır. Kişiliği örgütsüzdür, kişiliği plansızdır. Kaba cinsel güdüleri ayaklanabilir. Bana göre, bu da düşük düzeyli bir paylaşımdır. Bir kadınla konuşmayı bile beceremez. Becermesi, kaba yönlü güdülerini tatmin etmeye yöneliktir. Ama bu büyük bir ayıptır.
Neden önce insan olarak anlaşmıyorsunuz? Çok temel sorunlarınız var. Sıkça örnek gösteriyorum; işte birlik kurmak isteyenler için çarpıcıdır. Kuşların yuvalarına bile bakın, insan eli yuvasına, yumurtasına değse, kuş orayı terkeder. Oraya artık "yuvamdır, yumurtamdır" demez, bırakır. Ama gelin görün ki bizim yuvamızın, yani vatanımızın, evlerimizin düşman işgalinin değmediği, sadece elinin değil, çizmesinin altında ezmediği tek bir noktası yoktur. Bu açık! Bir jandarma, bir polis her aileye istediği gibi girer; erkeğin kızına, karısına istediği gibi el atar, her türlü hakareti yapar. Bu açık bir gerçek. Bu durumda bizim erkeğin erkekliği kaç para eder? Kadının kadınlığı kaç para eder? Gerçekleri cesur tartışmaktan, ele almaktan çekinmemeliyiz! Ben bunları gördüm.
Benim için ilişki kutsaldır. Benim için ilişki çok özgün ve çok değerlidir. Ama ikinci gün bir işgalci gelmiş, kaba anlamda işgalciye gerek yok. Sürüm sürüm sürünüyorsunuz. Hiçbir ekonomik gerekçesi yok. Birlikte yaşam kültürü yok, sağlık yok. Başa bela! Bunlar ciddi sorundur. "Nasıl yaşamalı" derken, bu konularda neler yapabiliriz? "Vay başımıza gelen nedir" demeliyiz. Bunun belli bir onur düzeyini yaşadığını sanan bütün kızlarımızdan, erkeklerimizden önemle üzerinde durmalarını istiyorum. Haydi kölelik statüsü altında olanlara benim fazla diyeceğim yok. Ama bizim saflarda ilkesiz, fırsatçı kadın-erkek arayışları olmamalı. Sorunlarımız ağır. Kaldı ki, savaşı da bunu çözmek için gündemleştirmişiz. Bu öncelikle anlaşılmalıdır ve ben fazla açmakta istemiyorum.
Çok çarpıcıdır, hiç kimsenin inkar edemeyeceği bir ger-çekliktir. Herkesin yaşadığı gerçekliktir. Hem de bitirici bir biçimde, tüketici bir biçimde. Tabii ben bunu bir kader olarak görmüyorum. Aşılabileceği kanısındayım. Aşılacak gücü de kendimizde görmekteyim. Devrimi bunun için en önemli araç olarak değerlendiriyorum. Tam bir ustalıkla da gereklerini yerine getiriyorum.
Şunları soruyorum veya çözüm için şunları geliştirmek istiyorum: Düzen temelinde yüzyıllardan beri alışılagelen kadını da, erkeği de öldürmek! Tabii fiziksel anlamda kastetmiyorum. Moral düzeylerini, duygu düzeylerini, ilişki düzeylerini, kanunlara dayalı da olsa, gayrı-meşru ilan etmek! Ne böyle erkek olunur, ne böyle kadın olunur. Bunun, ilk yapmam gereken iş olduğuna inanıyorum. Biraz daha iyi anlaşılması için, kimse de bundan yanlış sonuç çıkarmamalı: Genel bir boşanma hareketi geliştirmek. Nedir genel boşanma ha-reketi? Şunu yine kimse istismar etmesin; varolan evliliklere karşı benim saygım var, kanunlar karşısında olmuş, imam nikahıyla olmuş. Ben bu tip birlikleri "yıkın, dağıtın" demiyorum. Ama yok işkence gibiyse de herkesin bunu dağıtma hakkı vardır. Yani bunu öldürmek gibi tutucu yaklaşımım da yoktur, anlayışta genel bir boşanma hareketinden bahsediyorum. Hatta evli olanların, sözlü olanların önce klasik anlayışlardan kendilerini boşamaları gerekiyor. Gerekirse resmi evlilikleri devam edebilir, resmi ilişkileri diyelim. Ama özde bir değişiklik yaratmak ve bu anlamda genel bir boşanma hareketi gerçekleştirmek bana çok çekici gelmektedir. Herkesin devrimden az-çok nasibini alabilmesi için birincisi bu.
İkincisi; bunun olması demek klasik kadınlığın ve erkekliğin öldürmesi de demektir. Bu ne demektir? Erkeğin özellikle kendini cinsel boyutuyla-cins boyutuyla kendini erkek sandığı ve onun üzerine inşa ettiği hayallerden, ahlaki değer yargılarından hatta düşünce demeyeceğim düşüncesizliğinden kendisini kurtarması gerekiyor. Ölüm budur. Yani bir yerde yeni yaşama başlangıç yapmak için ölmek denir, buna. Kadın için bu daha fazla geçerlidir. Mevcut kadınlıkla bu haliyle hiçbir şey kurtarılamaz. Hatta bana göre kadın mevcut kadınlığı da, mevcut erkekliği de en çok vurması gereken bir kişidir. Çünkü başına bela yağdırmaktan öteye hiçbir değeri yoktur. Herşeyi anlamsız kılıyor, güçsüz kılıyor. Kadınlığı başına bela olmuş, korkunç bir işkence haline dönüşmüş. Erkekliğe sunduğu kadınlık, erkeğe de felaket getirir. Giderek yalnızca tüm topluma, kaba anlamda soy sürdürür.
Toplumsal olarak bizim gerçekliğimizde özellikle, soy söndürüyor-sürdürmüyor bu önemlidir. Ulusal düzeyde soy söndürme var. Vatan düzeyinde vatansızlaştırma var. Özgürlük düzeyinden bahsetmeye bile değmez. Bunlar eğer ger-çekçi olarak görülürse, demek ki yaramız derin ve ağır operasyonlarla parça parça bazı yerlerin koparılmasını gerektiriyor. Diri yanlarımız kalmayacak mı? Bana göre kalır. Diri yanlar, yaratılacak yanlar vardır. Tabii ben bunlar üzerine de epey yoğunlaşıyorum. Herkesin de belli bir yoğunlaşmayı yaşama-sını isterdim. Bu bana göre önemli bir düşünsel boyuttan tu-talım, estetik boyuta kadar, askeri boyutundan tutalım, sportif boyutlarına kadar, komple ele alınması gereken bir yeniden yaratılma eylemidir. Ve bu bana çekici gelmektedir.
Saflardaki kadınları bu temelde ele alıyorum, erkekleri de bu temelde yenileştirmeye çalışıyorum. Kadına çok yönlü olarak müdahale ediyorum, bu hiç ayıp değil. Bana göre fiziğinin şekillendirilmesinden tutalım ruhunun, konuşma tarzının, giderek düşüncesinin nasıl olması gerektiğine kadar. Burada ayıplıktan öteye, çok cesaretli olmak gerekir. Bu vazgeçilmez bir görevin yerine getirilmesi gereği var. Görev de değil bu, yaşamın yaratılması gibi bir durum karşımızda.
8 Mart 1857'de New Yorklu binlerce dokuma isçisi kadın, 10 saatlik iş günü, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, eşit iş, eşit ücret gibi talepler için greve gitti. İşveren, işçiler arasındaki dayanışmayı önlemek için fabrikanın kapılarına kilit vurdu. Sonra kuşkulu bir şekilde çıkan yangında 129 kadın işçi yanarak can verdi.
Bu olay büyük tepkiye dönüştü. 1903 yılında ABD'de kadının ekonomik, politik, ve kişisel haklarını savunabilmek için Kadın Sendikaları Koalisyonu kuruldu.
1908'de şubat ayının son pazar günü sosyalist kadınların New York'ta oy hakkı, politik ve ekonomik hak istekleri ile yürüyüşleri ilk kadın günü gösterisi olarak kabul edildi.
Amerikalı kadınların hak arayışları, Manhattan'da 1909'da 2 bin kişinin katıldığı gösteri ile devam etti, bunu 20-30 bin kadın tekstil işçisinin daha iyi ücret ve çalışma şartları için başlattığı genel grev izledi. Kadın Sendikaları Koalisyonu grevdeki kadınların ihtiyaçlarını karşılayıp, bu grev esnasında tutuklanan kadınların kefaletlerini ödedi.
Amerikalı kadınların mücadelesi Avrupalı kadınları da etkiledi. 1910 yılında Kopenhag'da toplanan II. Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansında, dünya kadınlarının isteklerini dile getirebilecekleri uluslarası bir günün kararlaştırılması ile ilgili Clara Zetkin'in önerisi kabul edildi. Kesin bir gün belirlenmeyen bu kararın ardından ilk Dünya Kadınlar günü 19 Mart 1911'de Almanya, Avusturya ve Danimarka'da kutlandı.
Dünya Kadınlar Günü'nün 8 Mart'ta kutlanmasına ise 1972 yılında Sydney'de yapılan Mart Hareketi adlı büyük bir organizasyonla başlandı.
Birleşmiş Milletler'in 1975-1985 yılları arasını; Birleşmiş Milletler Kadınlar On Yılı; ilan etmesinin ardından 16 Aralık 1977'de 8 Mart'ın 'Dünya Kadınlar Günü' olarak kutlanmasına karar verildi. Bunu izleyen yıllarda da Birleşmiş Milletler'e üye ülkeler 8 Mart'ı Dünya Kadınlar Günü olarak kutlamaya devam ettiler.
8 Mart 1998 günü Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan tarafından kamuoyuna ilan edilen kadın kurtuluş ideolojisi bu başarıyı evrenselleştiren bir adım olarak tarihte yerini almıştır. Kadın kurtuluş ideolojisi salt bir kadın-erkek eşitliği yaratma amacıyla ya da salt kadın cinsinin kurtuluşuyla sınırlı olmayıp yeni yaşam bakış açısıyla yoğrulan bir kültür yaratmayı hedefler. Bu anlamda toplumsal düzlemde yaratılacak olan değişimi ve dönüşümün başat öğesi olan kadının, kendi doğasına, ilk toplumsallığına dönüş yapması ve bu ideolojiyle öngörülen dönüşümü kendinde somutlaştırmasını gerektirir.Yaşanan yüzyıl kaosundan en yaratıcı, yenileyici ve dinamik olarak çıkmak, tarihsel gelişim eğrisini özgürlüğe doğru çevirmek ancak kadının kurtuluşunu hedefleyen, toplumsal cinsiyetçiliğin aşılıp kadın yanlı yeni bir yaşam yaratmaya yönelen kadın kurtuluş ideolojisi ile olacaktır.
Abdullah ÖCALAN
I.Yurtseverlik
“Kürdistan söz konusu olacaksa eğer veya ana topraklar diyelim, o ananın da bahsettiği gibi yani o topraklarda yaşamak en güzeli diyorsak, herşeyden önce kadın ideolojisi topraksız olmaz. Hatta toprağın ekine açılması, üretime açılması, biraz da kadın sanatıyla bağlantılıdır. Demek ki kadın ideolojisinin birinci ilkesi, doğduğu topraklarda yaşamaktır.
Kadın kurtuluş ideolojisinin başlangıç ilkesi, yurdunu sevmek, toprağına anlam vermek, toprağının üzerinde yaratılan tüm değerlere saygılı olmak ve onları korumak, bu temel yaklaşımla yeni değerler yaratmakla yaşamsallaştırılabilir. Bu ilkeyle örgütlü kadın gücü, Kürdistan kadını öncülüğünde halkın kendi kültürüyle, kendi değerleriyle, maddi ve manevi tüm tarihsel değerleriyle buluşmanın, onları anlamlandırarak, büyüterek geleceğe taşımanın temel yürütücüsü olur. Kadının, tanrıçalaşmayı yaşadığı Mezopotamya topraklarının mevcut durumda yaşadığı insansızlaştırmaya, Mezopotamya insanının topraktan uzaklaştırılmasına karşı yaklaşımı, kadın kurtuluş ideolojisinin yurtseverlik ilkesi doğrultusunda bir mücadeleyi esas almak olmalıdır. Kürdistan’da değer bilincinin insan, madde ve her türlü üretimle birlikte anlam kazanması toprağın, özgür bireyle ancak özgür bir nefes alma imkânını getirecektir. Bununla birlikte ancak doğru bir yurtseverlik bilincinin sağlanması, ezilen psikolojisinin, ulusal inkârcılığın, köksüzlüğün aşılarak doğru bir yurt sevgisinin oluşturulması, dünya insanlığıyla doğru bir bütünleşmeyi getirecektir. Kadın kurtuluş ideolojisi doğrultusunda yurtseverlik ilkesini yaşamsallaştırabilmek, evrenselleşmenin de önemli bir aşamasını oluşturacaktır.
II. Özgür Düşünce, Özgür İrade İlkesi
En somut bir ifadesi ile kadın istediği gibi yaşar, kararlaştırır. Onun düşüncesine güveneceğiz, onun iradesine saygılı olacağız. Kadın Kurtuluş İdeolojinin vazgeçilmez bir ilkesi de budur.
İnsan türünün maddi gerçeklik içinde kendini farklılaştırarak yeni bir kimlik kazanması, onun düşüncesinin yansımaları olan ve toplumsallaşmaya zemin hazırlayan edimlerle gerçekleşmiştir. Varlığı koşullayan bir boyut da özgür ve iradi düşünme, buna göre yaşamadır. Özgür ve iradi düşünmenin inkârı varsa öz varlığın yaşamasından söz edilemez.
III. Özgürlüğe Dayalı Bir Yaşam Paylaşımı Ve Örgütlülük İlkesi
Özgürlüğe dayalı bir yaşam paylaşımı için örgütlülük gerekir. Örgütsüz insan bir hiçtir. İlk örgütlenme kadınla başlamıştır. En çok örgütlenmeyi esas alması gereken güç kadındır.
İnsanın varoluşuna, toplumsallaşma gerçeğine aykırı olmasına rağmen köleleştirmenin, sınıflı toplum tarihi boyunca varlığını sürdürmesi, kendini örgütlü bir güç olarak somutlaştırmasından kaynağını alır. Sümer tapınağı olan zigguratlar, hiyerarşik devletçi sistemin oluşturulduğu, eril zihniyetin şekillendirilerek kurumlaştırıldığı bir dölyatağı rolünü üstlenmiştir. Burada başlayan örgütlülük toplumun sınıflandırılarak köleleştirildiği, bunun tüm topluma dayatıldığı bir örgütlülüktür. Tahakkümcü sistemin gelişim yılları boyunca sağlamlaştırdığı, insan zihni ve bedeni üzerindeki egemenliğini derinleştirerek arttırdığı örgütlülüğe yönelerek onu aşabilmek ve özgürlüğe dayalı bir yaşam yaratabilmek ancak güçlü bir örgütlenmeyle mümkündür. Mevcut sistemin tüm örgütlenme ve kurumlaşmaları erkek karakterlidir. Bu eril hâkimiyetin örgütlenme diyalektiğindeki cinsiyetçilik, kadın üzerindeki hâkimiyet kadar ezilen sınıf, ulus ve tüm sömürülen kesimlerdeki erkek üzerinde de hâkimiyet kurmakta, onu da hiçleştirmektedir.
IV. Örgütlülükle Birlikte Mücadele İlkesi
İdeolojik-politik esaslar başta olmak üzere, örgütselliğe ilişkin, kültüre ilişkin velhasıl kendisini güçlendirebilecek her alana ilişkin kadının tam bir mücadeleci olması gerekiyor.
Mücadele kavramı varlıkla birlikte varolan ve olmaya devam eden bir olgudur. Çünkü varlıkların doğasında mücadele vardır.
Tahakkümcü sistemden kendini kurtararak, örgütlü bir güç halinde varlığını korumak, eril zihniyete karşı kadın eksenli bir ideoloji yaratmayı amaçlamak, ancak sağlam temelli bir mücadele gücünü kendinde oluşturmakla olanak dâhiline girebilir. Özgürlük mücadelesi saflarındaki kadın, bu durumda tarihsel bir bilinçle özgün örgütlülüğünü ele almalı ve mücadele yürütmelidir. Bu durumda bir kadın militanın her an hatırlaması ve ona göre kendi yürüyüşüne yön vermesi gereken gerçeklik mücadelesizliğin onu sistemle bütünleştireceği, mücadelesiz geçen her anın sistemin bir kazanımı olarak zamanda yer edineceği gerçeğidir. Mücadele ilkesini kendi kişiliğinde süreklileştirebilmek güçlü bir örgütlenmeyi ve özgür iradeyi de açığa çıkaracaktır. Kadına biçilen sessiz, verili olanı kabul eden, kendi iradi duruşu olmayan sıfatlandırmaları ancak bu ilkenin güçlü uygulanarak, kadın cinsinin öziradesini yaratarak, adım adım başarıya yönelerek aşılabilir ve kadın bu yolla kadın kurtuluş ideolojisinin öngördüğü yaşama yakınlaşacaktır.
V.Yaşamın Estetikle, Güzellikle Olan İlişkisi İlkesi
“Güzel yaşamın büyük ve kutsal ilkeleri kadar, onun nakış işlemesi gibi ilmik ilmik dokunması gereği vardır. Gözle, davranışlarla her şeyin estetik yani güzellik sınırlarında yürütülmesi gerekir. Büyük yaşamın özü örgüt ise örgütlülük düzeyi ise bunun elbisesi de güzel nakışlardır. Veya böyle bir dokunmayı gerektirir. Nedir bunlar? Dildir, davranış güzelliğidir.
Eğer özgürleşmek amaç olarak belirleniyorsa başlangıç olarak estetiğin çıkış noktası erkek eksenlilikten, erkeğe göre olmaktan çıkmalıdır. Bununla birlikte düşüncesinden fiziğine, davranışlarından üslubuna, konuşmasından beden diline ve ifade gücüne kadar bir bütün olarak amaçlı, anlamlı ve estetik bakış açısına sahip bir yaklaşımın esas alınması gerekmektedir. Yaşamın kadın kurtuluş ideolojisi ilkeleri doğrultusunda ele alınması, örgüt bütünselliği ve disipliniyle somuta yönelmesi ve estetik bakış açısıyla biçimlendirilmesi kadını başarıya yakınlaştıracaktır.
Ancak bununla kadın doğal toplumdaki gibi yaşamın cazibe dolu bir öğesi olacak, kendi somutunda köleliği değil özgürlüğü derinleştirecek, kendine yakınlaşanı sistemin ağlarından kurtararak özgürlüğe çekecek olan özüne kavuşacaktır.
İnsan her şeyin en güzeline layıktır. Kadın kurtuluş ideolojisini kendilerine temel alan özgürlük arayışçısı kadınların kendi güzellikleriyle yaratacakları yeni özgür yaşam, tüm insanlara güzelliği verebilecek bir dünyanın garantisi olacaktır.
8 Mart 2000 kadınına!
Seninle yaşamak için
Aramızda, Adem ile Hava'dan beri
Ekilen kara çalıların sökülmesi,
Yükseltilen duvarların kaldırılması gerekir!
Bunun için,
İlk sınıf, ilk hakim
Yalancı ve zalim erkekliğin yenilmesi
Ve uygarlığın çaldığı ateşin, alınması gerekir!
Bunun için,
Tüm Prometuslara bedel bir kavgayı göze aldım!
Dünyayı karşımda buldum..
Ve Prometeus'un memleketinde
haince esir düşürüldüm..!
Ey kutsal ana
Ve Sevda kadını!
Reber APO
8 Mart 2000
- Ayrıntılar
20. yy. devrimler ve karşı devrimler tarihinde en çarpıcı bir yüzyıldır. Devrimlerin belirgin özelliği, proletarya ve halk ağırlıklı bir öze sahip olmasıdır. Daha önceki yılların bütün devrimleri egemen sömürücü sınıflar adına geliştirilirken, 20. asrın devrimlerinde en çok ezilen sınıflar ve halkların kurtuluşu belirleyici bir yer tutar.
Avrupa’da gelişen kapitalizme, özellikle de burjuva devrim yıllarının yerini gericiliğe bırakmasına karşı gelişen proletarya ağırlıklı ideolojik-politik ve sosyal hareketlilik; I. Enternasyonal, Paris Komünü, II. Enternasyonal ve Bolşevik önderlikli devrimle başlayan III. Enternasyonal, Sovyet Deneyimi ve bu temelde dünyanın dört bir tarafına yayılan başta Çin Devrimi olmak üzere ulusal kurtuluş devrimleri, neredeyse bütün yüzyılı doldurur ve alt-üst eder. Önceki yüzyılların, hatta bin yılların egemenlik anlayışını, sömürü tarzını büyük oranda dağıtır. Neredeyse “komünist ütopyaya bile geçiyoruz” diyecek bir aşamaya kadar getirir. Fakat bir çok halk devriminde, ezilenlerin başkaldırısında görüldüğü gibi bu 20. yüzyılda da kölelerin, proletarya halklarının devriminde darlıklar baş gösterir. Büyük devrimci dalganın iç nedenlerine dıştan düzeni temsil eden kapitalist emperyalizmin etkileri, içerde geçmiş yüzyılların sosyal yaşam alışkanlıkları, bizzat devrim kadrolarının da erkenden bürokratlaşmaları ve bu etkilerden oldukça payını almaları, kendilerini kalkınmacı anlayış temelinde onlara benzetmeye çalışmaları, bunlara bilinçli sızmalar, her türlü baskı, şantaj, provokasyonlar da eklenince içe doğru büzülme, giderek bir kast rejimini oluşturur. Kendi halkları üzerinde bile bu devrimler bir karşı- devrim gücü haline gelir ve bilindiği gibi, özellikle 20. yüzyılın son çeyreğinde tam bir gericilik kurumları haline gelirler. İçerde kendi emekçilerine karşı, dışarıda da halkların kurtuluşuna karşı çok olumsuz bir konuma girerler. Bunu fırsat bilen emperyalizmin deneyimleriyle yüklenmesi, bu devrim kalelerinin peş peşe çözülmesine, düşmesine yol açar.
Özellikle, tam da Fransız Devrimi’nin 200. yılında reel sosyalizmin kurulduğu ülkelerde, çok açıktan bir çözülüş başlar ve bu çözülüş halen günümüze kadar da devam etmektedir. Çözülüşün niteliği konusunda halen tartışmalar sıcağı sıcağına yürütülüyor. Çözülmenin nedeninin ne kadar derin olduğu, ne kadar karşı-devrimci bir tarzda geliştiği ve ne kadar kendisini yenilemek biçiminde bir özeleştiriye geçtiği de sürekli tartışılıyor. Tam da bu süreçte fırsattan istifade, tıpkı burjuvazinin başlangıcında her egemen sınıfın yükseliş döneminde olduğu gibi “dünya benimle başlar, benimle biter, başı da sonu da benimledir” dercesine devrimler tarihinin bittiği, artık çürük, oldukça karşı-devrimci öze bürünmüş burjuva liberalizminin sonsuz bir çağataya yakalandığına dair birçok spekülasyon, sahte teoriler ortalığı kapladı. Tarihin sonu olduğu biçimindeki değerlendirmelerden, burjuvazinin nerdeyse yeni bir devrimci sınıf olabileceğine kadar birçok varsayım ileri sürüldü.
Bu arada tarihin her döneminde olduğu gibi, baş emperyalist gücün Yeni Dünya Düzeni hamlesi ve ona dayalı düzen anlayışı ortamı kapladığı gibi hamle üstüne de hamle yapmaktadır. Hamleler yüzyılın son çeyreğinde, öncelikle kapitalizmin eski kalelerinde geliştirildi. Kendi içini restore etti, ardından dalga dalga diğer kıtalara Güney Amerika’ya, Afrika’ya, Asya’ya doğru kaydırıldı. Yine hamlenin en çarpıcı yönü, başını Sovyetler Birliği’nin çektiği reel-sosyalist ülkelere, halen içinde yaşadığımız günlere kadar, büyük bir iştahla dayatıldı ve belli sonuçlar da alındı. Hamlelerin bazıları askeri- siyasi, bazıları ekonomik ağırlıklı oldu, ama en tehlikeli biçimi de kültürel-sosyal yaşam boyutuna yapılan müdahaleydi. Amerikancı tarz yaşam neredeyse en çok özenilen, herkesin ulaşmaya can attığı bir yaşam tarzı olarak ortalığı kapladı.
Çok sınırlı tarihi bilgimize baktığımızda buna benzer durumların her çağda yaşandığını görmekteyiz. Roma emperyalizminin, iki bin yıl öncesinin sıfırlı tarih aşamalarında, benzer bir etki yarattığını görüyoruz. Herkesin Roma’ya özenmesi bir adet haline gelmiştir. Tüm beylikler, küçük bir Roma kurmaya çalışırlar. Anadolu’da da bu çarpıcıdır. Eski Yunan uygarlığı, Helen uygarlığı üzerinde bir Roma hayranlığı gelişir. Çok ileri olmadığı halde, yükselen bütün feodal ve köleci sınıflar, küçük bir Roma olmaya can atarlar ve Roma’nın izinde sayısız uygarlık kentleri kurulur. Taklitçilik o kadar gelişir ki, halen her tarafta Roma benzeri bir kent görmek mümkündür.
Ortaçağın feodal uygarlığında da buna benzer öykünmeleri görmek zor değil. Özellikle daha yakından tanıdığımız İslam uygarlığına, feodal uygarlığa baktığımızda bunu görebiliriz. Örneğin, ülkemizde klasik işbirlikçiler, kültürel-sosyal olarak hiç anlamını bile bilmemekle birlikte bir ceset gibi bu uygarlık düzeninin biçimlerini yaşarlar. Tabii bu kapitalist uygarlık tarafından aşılıp ikinci plana düşerken, geriye doğru çözülürken, hayranlık kapitalizme karşı gelişmeye başlar. Daha önce bilindiği üzere Fransa’ya hayranlık duyulurdu, şimdi ise onun yerine İngiliz emperyalizmine ve İngiltere emperyalizminin dünya çapındaki egemenliğine hayranlık duyulur. Artık daha elverişli büyük topraklarda kapitalizmin münvit gelişimine sahne olan Kuzey Amerika, ağırlıklı bir temelde de dünyaya doğru genelleşen kapitalist-emperyalist dönem ve onun kültürel, sosyal ağırlıklı yaşamı etkili olur. Politik-askeri gelişimi olmakla birlikte, en çarpıcı gelişimi kültürel-sosyal boyutludur. Şüphesiz ekonomik temelleri sağlamdır ve artık herkes Amerikan özentisine girer, herkes bir küçük Amerika yaratma peşine düşer ve bütün ülkelerin hakimleri bunun peşinden koşar. Çok iyi bilindiği gibi Türkiye’de de kapitalizmin gelişim yıllarında, Anadolu’nun bir küçük Amerika olması için can atılır. Ve bunu açıkça da söylerler.
Günümüze doğru geldiğimizde, NATO temelinde askeri ve sahte bir burjuva demokrasisi biçiminde tanık olduğumuz bu gelişme, ekonomik ağırlıklı olarak da gelişim gösterir. Yine tarihin her çağında olduğu gibi Ortadoğu’ya doğru yayılmalar, ister doğudan yükselen, ister batıdan yükselen, isterse bizzat Ortadoğu’da yükselen uygarlıkların hamlesi, işgali, istilası buralarda büyük bir iz bırakır. Kapitalist-emperyalist yayılma öncelikle Anadolu kapısından içeri girer. Osmanlı İmparatorluğu’nun feodal merkeziyetçi yapısı, kapitalizmin yeni yükselen güçlü darbeleri altında dayanamaz ve çözülür. Son iki yüzyılda bu çözülüş hızından hiçbir şey kaybetmeden önce Anadolu’da kök salar, daha sonra Akdeniz kıyılarından Suriye’ye doğru ve giderek Mısır’da, Kuzey Afrika’da, Basra körfezi kıyılarında etkili olmaya çalışır.
Emperyalizm, Kemalizm’in hakimiyetindeki TC, yine Akdeniz kıyısındaki İsrail olmak üzere iki tane önemli vurucu güç kazanır. Bunlarla Ortadoğu’nun feodal, kültürel, toplumsal yapısını çözer. Bu çözülmeyle birlikte bir sürü yeni işbirlikçi rejim doğar. Eski feodal şeyh, bey kökenliler hızla işbirlikçi-komprador bir düzenle birlikte burjuvalaşmaya doğru yönelirler. Bunun çok geri bir şoven milliyetçilikle beslenmesiyle birlikte despotik, çarpık, emperyalizmin vasatı, bağımlı iktidarlar şekillenir. Yüzyıllarca, hatta bin yıllarca tarihin, uygarlıkların şafak vaktinde çok önemli devrimlere, değişmelere; sosyal, kültürel, hukuki, askeri düzenlere yol açmış olan bu topraklar, bu sistemler dıştan gelen bu çözülüşlere dayanamaz. Kendilerine duydukları inançlarının, kültürel kimliklerinin, sosyal-milli benliklerinin yıkılışına tanık olurlar, buna karşı direnmekle üstün rejim karşısında dayanamazlar. Ve çözülüş neredeyse en dar aşiret bünyelerine kadar sızar. Hepsi adeta felçli bir biçimde bağımlı, oldukça çarpık, tüm tarihsel değerlerine karşı körelmiş, kendilerine dair umutlarını, inançlarını yitirmiş bir haldedirler. Hem geçmiş tarihten kopmaları ve hem de kapitalist-emperyalist sistemin en gerici yayılış sürecinin işbirlikçiliğine soyunmalarıyla birlikte, işbirlikçilikleri en gerici bir düzene ve ekonomileri halkların bütün zenginliklerinin çarçur edilmesine dayanırken, kültürel-sosyal rejimleri bu yüzyılın çok güçlü olan birikimlerini bir aşağılık kompleksiyle terk etmelerine yol açar. Siyasi olarak oldukça despotik ve askeri olarak da emperyalizmin silahlarıyla kendi halk karşıtı rejimlerini sağlama almaya dayanır. Fakat Ortadoğu’daki bu yeni emperyalizm düzenlemesi oldukça çürüktür. Tamamen halk karşıtı, tarih karşıtı konumu her an devrimci direniş faaliyetleriyle darbelenmeye açıktır.
Nitekim burada emperyalizmin işbirlikçi-komprador düzeni ne kadar gelişirse o kadar da, dar da olsa Anadolu’da başlayan ve çok çelişkili olmakla birlikte anlaşılır bir Kemalist ulusal kurtuluşçuluk, yine bunun bir benzeri olarak İran, Afganistan ve Arap ülkelerinde Baas partileri biçiminde tüm yüzyılı etkileyen bir direnmeye de tanık olur. Bu direnmelerin sınıf kökeni küçük burjuvazidir ve hızla kompradorlaşmaya doğru yönelirler. Bunların halklarıyla bağlantı kurmadan, devrimi derinleştirmeden özellikle içlerinden çıkan sağ yaklaşmalarla emperyalizmle hızla tekrar bütünleşmeleri peş peşe karşı devrimlere yol açar. İşte bu, Türkiye’de de Kemalizm biçiminde ortaya çıkan hareket, daha Kemal hayattayken hem kendi halkına, hem tüm Ortadoğu halklarının tarihlerine, kültürlerine yönelik bir karşı-devrim halinde gelişir. Bunun faşist bir diktatörlüğe doğru yön değiştirmesi, yine benzer bir deneyimin Araplarda Nasırizm biçiminde karşımıza çıkması, İran’da Şahlık rejiminin de buna benzer bir dönüşüm geçirmesi, bu sınıf temeline dayanan devrimlerin biraz sağa doğru savrulmasının da aslında kendi içinde büyük bir çözümsüzlük olduğunu, günümüzdeki gelişmelerde çok iyi görmekteyiz.
Çok yakınen tanıdığımız Türkiye Cumhuriyeti, bugün dünyanın en hastalıklı cumhuriyetidir. Başta ekonomisi dünyanın en iflas etmiş ekonomisidir. Bunun açık ifadesi olarak, yirmi yıldır yüzde yüzü aşan bir enflasyon, aslında çözülüşün, iflasın dünya çapındaki bir örneğidir. Yine TC’nin sosyal, kültürel kimliğindeki müthiş aşınma ve tükenişiyle birlikte Amerika’nın, dolayısıyla Ortadoğu’daki güçlü kalesi İsrail’in emrindeki bir Anadolu dükalığına, Anadolu generaller yönetimine kadar indirgenmesine tanık oluyoruz. Yani Türkiye Cumhuriyeti denen Anadolu’daki egemenlik, aslında son tahlilde ABD’nin ve İsrail’in adına iş gören, dar bir generaller grubuyla yönetilen bir taşeron rejimidir. Emperyalizmin elinde istediği gibi kullanabileceği, ağırlıklı olarak askeri bir aygıttır, başka herhangi ciddi bir özelliğinden bahsetmek mümkün değildir. İran Şahlığı da buna benzer bir konumdaydı ve İslam devrimiyle çözülen bir süreci halen yaşıyor. Mısır biraz daha geriden bunu takip ediyor. Ve en ilginci Irak’taki Saddam Hüseyin’in önderliğindeki Baas rejiminin gerçeği oluyor.
1990’larda Körfez Krizi ve ona emperyalizmin dayattığı müdahaleyle başlayan bu süreç, şimdi yeni bir büyük kriz biçiminde karşımıza çıkmış bulunuyor. Dünyanın tüm gözleri ha yapıldı, ha yapılacak olan yeni bir müdahaleyi bekliyor. Aslında çapı çok küçük bir müdahale gibi düşünülmesine rağmen dünyanın bu kadar dikkatini çekmesi bu rejimin, kısaca değerlendirmeye çalıştığımız tarihi gerçeklikle birlikte, başta yer altı zenginlikleri ve petrol olmak üzere, esas itibariyle emperyalizmin bu yüzyılın sonuna doğru dayatmaya çalıştığı Yeni Dünya Düzeni karşısında aşılması gereken bir rejim olarak düşünülmesinden dolayıdır. Yeni düzenin stratejik bir hedefi durumundadır. ABD, İngiltere’nin öncülük ettiği yeni emperyalist düzen, bu stratejik hedefi aşmakla yüzyılı büyük bir başarıyla kapatmak istiyor ve anlaşılır nedenleri vardır. Çokça bilindiği üzere dünya petrollerinin yüzde altmışına yakınının bu bölgede bulunması, yine bu rejimin siyasi olarak da emperyalizmin başını ağrıtan bir rejim konumunda bulunması, yanı başında İran İslam Cumhuriyeti ve yine tehdit altındaki veya tehdit eden bir güç olarak İsrail’in kapı komşu olma durumu söz konusudur.
Tabii biz, tüm bunların altında kendini tekrardan tarih sahnesine çıkarmaya çalışan bir Kürdistan gerçekliği ve bundan kaynaklanan, bunun adına yükseltilen bir devrimci başkaldırı oluyoruz. Emperyalizmin Yeni Dünya Düzeni dünyanın diğer tarafında da bazı önemli sorunlarla karşılaşmakla birlikte, buralardaki sorunları stratejik olarak değerlendirmekte ve yeni bir dünya düzenin hakimiyetini bu stratejik hedeflerin düşürülmesine bağlamaktadır ve kendine göre de bilinen nedenlerden dolayı haklıdır.
Görünüşte bu kadar basit izah edilebilecek bu müdahale, aslında tarihten gelen ve günümüzde de en zayıf halka diyebileceğimiz bir konuda şansını deniyor. Bu anlamda 20. yüzyıl sonlarına doğru, emperyalizmin nihai zaferi veya önemli bir kaybı diyebileceğimiz süreç, burada iç içe yaşanıyor. Bu müdahalenin bütün emperyalist müdahalelerin son bir halkası olması, belki de yüzyılın sonuna doğru tam bir hakimiyet biçiminde bir duyguya götürebilir. Bu duygu nedeniyle ABD başkanlığı kimsenin kolay kolay anlamadığı bir ısrarın içindedir. Emperyalist mantık gereği bu ısrar bize göre rahat anlaşılır. Her dünya egemeni, her dünya emperyali, onun imparatoru ve sözcüsü hep nihai zaferler peşinde koşar. Küçük bir noktada ki başkaldırıyı bile kendileri için ciddi bir sorun sayarlar. Bu onlara hakim olan iktidar anlayışının doğal bir sonucudur. Fakat buradaki çelişki, işi biraz komik duruma sokmaktadır. Kendi eliyle oldukça destek sunduğu bu rejimin biraz da Ortadoğu coğrafyasına, kültürüne has zıtlıklarıyla karşı karşıya kalıyor. Siyaset, askerlik, savaş sanatı tarihte ağırlıklı olarak Ortadoğu kökenlidir. Bir kez daha bu gerçeği görüyoruz. Reel sosyalist ülkeler bile neredeyse dünyanın üçte birindeki etkinlik alanı ve her düzeyde yarışacak bir ekonomi, askeri güç üstünlüğüne ulaşmalarına rağmen kolayca çözülürken, emperyalistlerin kendi destekleriyle yarattıkları bir rejimi çözememeleri hayret vericidir ve tabii ki bu da onları öfkelendiriyor.
Bu iş bu kadar kolay anlaşılamaz, çözülemez. Her zaman kendisini gösterdiği gibi, Ortadoğu gerçekliği kolay yabana atılacak bir gerçeklik değildir. Ne kadar özüne, tarihine ters düşmüş kişilikler de olsalar buradaki kültürel kalıp, miras henüz tam çözülmemiştir. Çok sınırlı bir işbirlikçi güç tarafından dinsel mirasın, kültürel mirasın, ulusal ve kavimler mirasının göz ardı edilmesine, talan edilmesine zemin sunulmasına karşılık, bu mirasın tümünün eritilemediğini görmek mümkündür. Örneğin, doğu ülkelerinde hatta Afrika’da ve Asya’nın doğusunda olduğu gibi çözüldüğünü söylemek zordur. Bu da bir paradoks. Dünyanın biraz çözmekte zorlandığı gerçeklik, böylesine paradoksal bir özelliğe sahiptir. Müdahale yapılsın mı, yapılmasın mı sorunu aynı zamanda paradoksal özellikle bağlantılıdır. Kimisi, “çok tehlikeli sonuç doğurabilir”, kimisi de “çok basit bir fiskeyle bile halledilir” diyor. Sorun karşılarındaki rejim değildir, isteseler onu yirmi dört saatte de tasfiye edebilirler, fakat sonuçlarından çok çekinmektedirler.
Gerek emperyalizmin, gerekse işbirlikçilerinin hayallerinde, projelerinde, politik konseptlerinde, planlarında hiç yeri olmayan; politik bir güç, hatta ulusal-sosyal bir gerçeklik olmaktan çoktan çıkarılmış, işgal ve istila sonucunda tamamen eritilmiş; bir halk iradesi olmayan, hatta varlığından bahsedilemeyecek kadar silikleşmiş, harabe haline getirilmiş bir ülke ve terkedilmiş bir insan yığınından bir iradenin ortaya çıkması doğal olarak beklenilmiyordu. Bilindiği üzere, bu gerçekliğe PKK adı altında bir müdahalemiz vardı. Herkesin boş işler dediği bu müdahaleyle çok olumsuz, çok anlamsız gibi görünen, hem sağ hem sol, hem düzen hem düzenin egemenliği altında yaşayan halk tarafından ne umuduna değer biçilen ne de başarısına inanılan ve herkesin adeta kendisinden kaçtığı bir gerçekliği biz ısrarla ele aldık. Tek iş sahamız olarak bizzat bunu değerlendirdik. Adeta hiçbir ekonomik değeri olmayan bir madeni keşfetmek gibi, üzerini kazıdıkça ekonomik değeri, giderek sosyal, siyasi ve askeri değeri de olabilecek bir nesne, bir değerler birikimi olduğu, en azından diğer işlere göre daha lüzumlu bir iş olabileceği kendisini gösterdikçe -ki biz buna PKK’lileşme diyoruz- neredeyse pek de insanlık bilincinde, hatta kendi halkının bilincinde bile olmayan bir gerçekliği ortaya çıkardık. Giderek onun siyasallaşmasını, askerleşmesini ve kültürleşmesini kavram haline getiriyoruz. Teori, varsayım ne kadar soyutsa, biz de bu işi soyutun soyutu bir biçimde ele aldık ve yine pratik ne kadar umutsuzsa, definecilerin harabelerden altın araması gibi bizim de buralarda hep bir şeyler aramamız bazı buluşlara yol açtı.
En başta TC olmak üzere, onun efendileri emperyalistler ve bölgenin diğer işbirlikçi güçleri uzun bir süre bir şeyler olabileceğine inanmadılar. Dolayısıyla yaklaşımlarında büyük hatalar yaptılar. Tabii buna halkımız uzun süre seyirci kaldı, hatta PKK’lileşmeye tabi tutulan insanlar bile bir türlü inanamadılar. İnanmaları halen yüzde beş oranındadır. Kendilerini bir türlü bu pratiğe veremediler. Ama geliştirmeye çalıştığımız Önderlik biçimiyle oldukça inatçı ve hiç kimsenin değerli bir iştir demediği, boş işler kabilinde bir iş biçiminde görülen bu çalışmayı tercih ettiğimiz bir meslek olarak yüklendik. Sonuçta bu büyük emperyalist hamlenin geliştiği 1990’lara doğru, mücadelemizi dikkate değer bir gelişme içine soktuk. Bu işin peşindeki irade neyle ne kadar uğraştığını çok iyi bildiği ve iğne ucu kadar bir çalışma, bir kazanma imkanının değerini çok iyi takdir ettiği için, bu süreci çok iyi değerlendirdi. Hatta öyle bir değerlendirme içine girdi ki, gerek Yeni Dünya Düzeni’nin, gerekse işbirlikçiler eliyle yürütülen rejimlerin en zayıf halkası olarak burayı gördü ve bu önemli devrimin gerçekleşeceği zayıf halkalardan birisinin bu olabileceğine dair kanaatini ve düşüncesini geliştirdi. Ve bunun için, gelişmelerin umut verici düzeyi yakalandıkça bitmek bilmez bir çabayla daha da yüklenerek, bu yılları neredeyse emperyalizmin yeni hamlesine karşı boy ölçüşebilecek bir devrim hamlesine dönüştürmeye büyük bir istekle yöneldi.
Artık öyle bir noktaya gelindi ki, buradaki devrim ve Önderliği, emperyalizm tarafından dünyanın bir nolu terörist kişiliği, terörist faaliyeti olarak değerlendirildi. Eğer bu devrim başarıya doğru giderse Ortadoğu’nun mozaiğini tekrardan onarmak kadar yenilemek, bir düzen haline getirmek; halkların oldukça eşit ve hür birlikteliğinin devrimci ifadesini yaratmak, inancını, umudunu, örgütlenmesini, savaşımını gerçekleştirmek söz konusu olacaktı. Emperyalizm, basit bir çelişkiyi Irak rejiminin sahasında çözmeye çalışırken kendisini böylesine bir devrimle karşı karşıya buldu. Emperyalizmin baş gücü ABD tarafından çokça söylenen, Türk generallerinin sınırsız desteği, kendi hayat normlarını, sözde demokrasi anlayışlarını, insan hakları anlayışlarını ve sözüm ona dünyanın her tarafında gösterdikleri saygınlığı burada hiç ciddiye almamaları ve en gerçekçi yüzünü buradaki uygulamalarında göstermeleri emperyalizmi çok güçsüz bir durumda bıraktı. Özellikle de Avrupa’da artık bunu savunamayacak bir konuma geldiler ve halklarından bile korktular. Bu devrimi bir an önce bastıramadıkları için öfkelendiler ve kendisini reform yapmaya zorluyorlar. Tabii işbirlikçi rejimin reform yapma karakterinde olmadığı da ortaya çıkınca, bunalım daha da derinleşti. Bugün dünyanın en bunalımlı ülkesi olarak Türkiye ve emperyalizmin en bunalımlı yumuşak karnı olarak Körfez-Irak gerçeğiyle Kürdistan’ın böyle iç içe buluşması büyük ihtimalle devrim anlamına geliyor. Bir ihtimal bu devrim, sürekli başarı üstüne başarı kazanan emperyalizmin bu son savaşımını bir yenilgiye götürebilir. Bu hem endişelendiriyor ve hem de kabusa dönüşüyor.
Bilindiği üzere belirleyici olan ilk savaşlar değil, son savaşlardır. “Doksan dokuz savaşı kaybeden, eğer yüzüncüsünü kazanırsa, aslında savaşı kazanan odur” biçiminde bir durumla karşı karşıyayız. Bu savaşımın öyle bir özelliği var. Bu, çok çelişkili bir kişilik olmasına karşın, Irak rejiminin önderi Saddam tarafından söylendi. Sanırım “bu savaş, savaşların anasıdır” biçiminde bir değerlendirmenin bu yönü düşünülebilir. Asıl bu savaş bizim devrimci savaşımımızdır, ona dönüştürüyoruz. Ona dönüştürdüğümüz için, bizimle birinci elden savaşan TC, bugün görüldüğü gibi çok karmaşık, sonucunun nasıl geleceği belli olmayan, çok tehlikeli bir biçimde pek de o kadar hakim bir askeri-siyasi rejim yönetimine yakışmayacak sözler söylüyor. Aslında “karmaşıktır, sonucun nereye doğru götüreceği belli değildir” derken, bizim devrimimizin nelere yol açacağına dair duydukları korkuları dile getiriyorlar. Kendilerine göre tabii haklıdırlar. Biz de bu devrim faaliyetlerimizin sonuçlarının ne olabileceğini sürekli tartışıyoruz. Karmaşıklığından, başarı veya yenilgi tarzlarından bahsediyoruz.
Şiddetle karşı karşıya olma durumumuzdan bahsedilebilir. Kürdistan devrimi, daha düne kadar bütün karşı devrimci mihrakların ufkunda bile olmayan, bir tehdit olarak konseptlerin de dahi bulunmayan bir durumdayken, şimdi bu gerçeklikle birinci sıraya gelmiş bulunuyor. Eskiden bir tarihi inceleme konusu olarak değerlendirilen bu gerçekliğe “bir büyük devrimin zemini olabilir mi” gibi bir soru işaretiyle yaklaşılıyordu. Ama şimdi günlük planlamalara “bu devrimin önü nasıl alınabilir” biçiminde konu olabiliyor. Dikkat edilirse burada çok öznel, daha düne kadar anlaşılamayan, mensupları tarafından bile takdir edilemeyen, hatta savaşanların bile tam anlamını biçmekte zorluk çektikleri bir durum yaşanıyor. Bu olgu, buraya savaşı dayatan güçler tarafından en önemlice ele alınarak ve sonuç çıkarılarak takip ediliyor. Çok çarpıcı bir gelişmedir ve bu noktaya biz getirdik. Bizim gibi bir umut savaşıyla bu işe girişenlerin, tabii ki bundan rahatsızlık, endişe duymalarından ziyade, kendilerini oldukça gelişkinlik arz eden başarı yürüyüşüne heyecanla kaptırmalarından bahsedilebilir. Nasıl bir devrim? Bir kez daha devrimin ulusal, toplumsal özellikleri gelişim gösterebilir. Yine bu devrim enternasyonal yönü nasıl ortaya çıkabilir? Devrim nasıl Ortadoğulaşabilir? Tam çözüldü denilen, sosyalist devrimleriyle ilişkisi nasıl kurulabilir? Böylesine daha da arttırılabilecek sorular, çok yakıcı olmakla birlikte çözüm şansına da oldukça kavuşmuş bulunuyorlar. Bunlar sadece bizim iddialarımız, ortaya attığımız sorular değil, en baştaki ABD emperyalizminin artık günlük olarak değerlendirmeye tabi tuttuğu sorulardır. TC zaten soru da sormuyor, sınır tanımaz bir saldırı gücü olarak rolünü oynamak istiyor.
Ortadoğu’da En İddialı Devrim Kürdistan Devrimidir
Kürdistan Devrimi ciddi olarak tartışılmaya değer bir konuma gelmiştir. Biz bu tartışmayı tam olarak ’70’lerde de yapmıştık. Fakat başta reel sosyalizmin en önde geleni olarak bilinen Rusya Sovyet’i olmak üzere diğer irili ufaklı Türkiye’nin solcuları, komünistleri de pek ciddiye almadılar. “Devrim yapalım, sonra düşünürüz” diyorlardı. Emperyalizmin ve işbirlikçilerin dağarcığında böyle bir devrim endişesi olmadığı gibi, Sovyetlerin ve işbirlikçisi komünistlerin, solcuların da dağarcığında böyle bir devrime yer yoktu. Alay ediyorlardı. Bu, bizim için rahat bir gelişme imkanı sunuyordu, ama bu güçler güvenimizle oynamak istiyorlardı. Bizim kişilik yapımız bu yaklaşımlardan etkilenmedi. Kendimize güvenmeyle birlikte giderek inadımızı da devreye daha ağırlıklı bir biçimde koyarken, onlar kendi anlayışları içinde boğuşup tükendiler ve biz çıkış üstüne çıkış yaptık, hamle üstüne hamle yaptık ve neredeyse müthiş aradan sıyrıldık.
Bu biçimde PKK tarihini bir kez daha açmak istemiyorum. 25. yılını yaşıyoruz. Yaşanılan tam yirmi beş yıllık bir tarih gerçeğidir. Dikkate değer bir biçimde, bütün devletlerin incelenmesine tabi tutuluyor. Yine birçok bilim çevreleri de bu gerçeği anlamaya çalışıyorlar. TC başlangıçta dikkat etmemenin acısıyla hırçınlaşarak, kural tanımaksızın özel savaşla yükleniyor. Solculuk bunu kavrayamadığı için, bu ülkede en gerici bir mezhep durumuna düşmüştür. Halen bölgede ilerici rejimler adı altında şekillenen rejimler de bu devrimci politik gelişmeyi doğru değerlendiremiyorlar, tereddütlü yaklaşıyorlar. Tüm bunlara özgücü daha da geliştirerek, umudu ve iradeyi daha da bileyerek yükleniyoruz ve giderek sonuç almaktan da geri kalmıyoruz. Bir kez daha çok ciddi olarak, hem derinliğine hem de genişliğine Kürdistan devriminin olasılığı vardır. 2000’e doğru emperyalizmin Yeni Dünya Düzeni ne kadar iddialı bir girişimse, Kürdistan devriminin de Ortadoğu ağırlıklı bu yeni düzenlemeye karşı bir role sahip olması ve birçok gelişmeyi etkilemesi söz konusudur. Neredeyse her şey yeniden tarih sahnesine çıkıyor. Kürdistan’da adeta mezarından kalkıp başını uzatırcasına bir kimlik, yeni bir insan, dirilen bir insan var ve bu şaşkınlığa yol açıyor. Devrimci tarzın kendine özgü biçimi, klasik devrim anlayışlarıyla değerlendiremiyor. Yine emperyalizmin klasik karşı devrimci teorileriyle bile karşılanamıyor. Özel savaş ne kadar çılgınlaşırsa, aksi sonuçlar vermekten kurtulamıyor. İşin en ilginç yanı, hiçbir halk devrimine benzemeyen, hatta hiçbir parti deneyimine benzemeyen bir partileşmeyle, bir halklaşmayla karşı karşıya kalınıyor. Yenilik buradadır.
Bu işin önder gücü büyük bir tecrübeye sahip olmak kadar, işin ufkunu, irade çekiciliğini de gelişkin kıldığı için, her ne kadar emperyalizm tarafından en büyük “terörist” biçiminde değerlendirirse de devrimci güç olarak kabul görüyor. Nasıl yaklaşılmalı? Toptan reddin tehlikeleri ortaya çıkaracağı, uzlaşmanın da büyük tehlike arz edebileceği tartışılıyor. Birçok önemli devrimsel gelişmelerde olduğu gibi burada da karmaşıklık kendisini derin bir şekilde dayatıyor. Uzlaşılsa bir türlü, uzlaşılmazsa bir türlü. Uzlaşmadan devrim kazanabilir, fakat uzlaşmazsalar da devrim daha da radikalleşip güçlenebilir. Bu ikilem çok güçlü yaşanıyor. Kürdistan devrimi söz konusu olduğunda, her özgünlükte olduğu gibi buradaki özgünlüğe de eski kalıplarda yaklaşımlar, eski yaklaşım sahiplerinin birçok noktayı göz ardı etmelerine, yanlış ele almalarına yol açıyor ve bu da kayıplar anlamına geliyor. Ciddiye almazlık eskisi kadar olmamakla birlikte halen devam ediyor ve bu kendileri için olumlu sonuç vermiyor. Çok ciddi yaklaşımlar -o da özgünlükten dolayı- birçok hatalı yaklaşımlara yol açıyor ve kaybı beraberinde getiriyor. Tam doğru ele almak ise, devrimin kabulünü, devrimci gelişmeyi itiraf anlamına geliyor, ki bu da onlara çok tehlikeli geliyor. İşte “sonu nereye götürebilir, karmaşıktır” biçimindeki değerlendirmeler bu nedenle yapılıyor.
Bu, Kürdistan devriminin rolünü dört dörtlük oynayacağı anlamına gelmez. Yenilebilir, zaten temeli çok güçlü değil. Mezarında yeni dirilen birisinin ne kadar sağlam bir yürüyüşe sahip olacağı tartışılırken, halk için, hatta bu savaşın kapsamında olanlar için de aynı tartışma yapılabilir. Çarpık, kemikleri bile çürümüş, canlanma belirtileri fazla güçlü değil. Bu da Kürdistan devriminin kapsamındaki zayıf yönlerdir. Duyguları gelişmiş olmaktan, iradeleri keskinleşmiş olmaktan uzaktırlar. O zaaflı yönleri çok açıktır. Tıpkı karşı devrimin temsilcileri gibi, bugün devrimin temsilcilerinin de inanılmaz hataları zayıflıkları söz konusudur. Bu da Kürdistan devriminin kendine özgü yanlarını ifade ediyor. Devrimin karşıtları ne kadar hata ve yanılgı içerisindeyse, devrim mensuplarının da yanılgıları, yanlışlıkları, yetersizlikleri oldukça fazladır. Tam bu noktada dikkati çeken Önderlik Gerçeği oluyor. Aslında Ortadoğu tarihinde buna benzer gelişmeler var; peygambersel çıkış, halkla çok çelişkili de olsa Saddamsal çıkış ve buna benzer hizbullahi çıkış, İslami çıkış, hatta hainlerinde, işbirlikçilerinde Barzanisel çıkış, bir de kendi gerçekliğinizde görülen sizsel çıkışlar var. Bunlar çok ilginçtir.
Kürdistan devriminde hem hayretler uyandıran, hem heyecanlandıran, hem öfkelendiren, kendi mensuplarınca ve karşıtlarınca tam bir yumak halinde birbirine giren durumlar söz konusudur. Aslında olan biten bir devrimdir. Klasik devrimlere pek benzememekle birlikte, devrim kelimesiyle bu gelişmeleri karşılayabiliriz. Nedir devrim? Statüko nedir? Devrim esasta ekonomik, sosyal, siyasal, askeri düzene ret yaklaşımıdır. Bu devrim, düzenin genelini sarsıyorsa, Yeni Dünya Düzeni’nin önünde engelse ve ret ediyorsa, o zaman bu devrimin enternasyonal ve insanlığı kapsayan yönünden bahsedebiliriz. Kürdistan devriminin böyle bir özelliği var mıdır? Vardır. Neden vardır? Çelişkilerin tabiatından dolayıdır. Bugün Irak, dolayısıyla Kürdistan, Türkiye üzerinde emperyalizmin yoğunlaşan müdahalesi ve bundan kaynaklanan çelişkileri Kürdistan devrimiyle çözülmek istenildiği için, bu devrim ne kadar özgün ve salt dar bir Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi gibi gözükse de özde tam bir uluslararası insanlık devrimidir.
Her şey Kürdistan devrimini tarihi derinliğe doğru götürürken, güncel olarak da uluslararasılaştırıyor. Yine dar bir ulusal devrimde, sosyal ve ekonomik olarak, hatta yeni insan tipini yaratmak için kendisini derinleştirmek zorunda kalıyor. Böylesine çarpıcı bir diyalektik gelişmenin yaşandığından bahsetmek mümkündür. Çağdaş halk savaşlarının, yine çağdaş halk savaşları önderliklerinin, partilerinin de çok ötesinde bir savaş anlayışı, parti anlayışı ve bir militan anlayışından bahsetmek mümkündür. Bu anlamda bir özgünlüğü ifade ediyor. Her önemli devrimde olduğu gibi, bu devrimde de alışıla gelen silahlarla savaşılamaz. Nedir bunlar? Klasik halk savaşları, klasik ayaklanmalar, yine daha düne kadar denenen parti anlayışlarıyla -ki, devrimlerin öncü güçleridir, onsuz olmaz- savaşa önderlik edilemiyor. Bu da ortaya çıkmış ve hızla aşılıyor. Nasıl bir parti, nasıl bir partileşme gerektiği üzerine yoğunca tartışılarak, devrim nasıl yenilmez kılınır, biçiminde bir özgünlük yakalanmaya çalışılıyor. Hatta bununla da kalınmayıp partileşme kurumlaşma biçiminde değerlendirilip yeni bir parti biçimlendirmeye çalışılırken, hiçbir devrimde bunun üzerinde durulmamış olduğunu görüyoruz. Ortadoğu’da bunun örnekleri var. Örneğin, bir İslam Devrimindeki “nefs savaşı” gibi. Nefs-i kebir, yani Cihan-ı kebir denilen büyük nefs savaşı, bir kez daha derin bir devrim olabilmesi için kişilik sorunu, kişilik dönüşümü biçiminde karşımıza çıkıyor. Başlangıçta hiç de düşünülmeyen kişilik dönüşümü, neredeyse en temel bir devrimcilik sorunu olarak kendisini dayatıyor.
Eskiden buna mücahitleşme, evliyalaşma, daha somut bir deyimle islamın komuta, cihat, mücahit kişiliği denilirken, onun çok ötesinde bir mücahit kişiliği kavramı gelişti. Ve devrimlerin kaderinin buna bağlı olacağı açığa çıkmıştır. Ki bunun da dünya devrimlerinde çok çarpıcı örnekleri vardır. Esasta belirleyici olan yığınlar değil, yığınları hem yürekte, hem beyinde, hem tarzda, hem tempoda temsil eden güçlü bir öncü çekirdeğin hatta bir kişinin, bir küçük grubun öncülüğüdür. Örneğin; dört halifeler, on iki havariler, Yahudiler de dokuz tane gizli bir yönetici çekirdek, iki bin yıldan beri neredeyse insanlığı yönetiyor. Bu topraklarda buna benzer bir yönetim anlayışı var. Ve hali hazırda karşı devrimin de, devrimlerin de böyle bir yönetim anlayışı vardır. Faşizmin deneyiminde görüldüğü gibi, Hitler bir grupla hareket eder; yine Bolşevikler de tam iyi anlaşamamış, kendi içlerinde oldukça çelişkili olan politik büro adı altında küçük bir grupla hareket ederler. Biz bunun daha özgün bir durumunu temsil ediyoruz. Dayandığımız tarih zemini ve ondan bir mezar, harabe durumunda kalan gerçeklik içinde daha değişik, biraz peygamberce, biraz sosyalistçe, biraz tarihle benzeşen, ama daha çok gelecekle buluşan bir kişiliği temsil ettik. Bütün güncel yaşam kişiliğini reddederken ve onu aşarken gelecekte bir yaşam hayali olarak kalan, ama tarihin en derinlikli dönemlerine de uzanan ve böylelikle bir kişi içinde savaşı genelleştiren, tarihleştiren, gelecekleştiren tarzın sonuç vereceği ortaya çıkıyor. Her önemli devrimsel çıkış önderliklerinde olduğu gibi, bizde de buna benzer bir gelişmenin özgünlüğü çok çarpıcı bir biçimde görülmektedir. Buna zorlandık ve zorladık, ama sonuç başarısızdır da denilemez.
Çıkışımızı böyle özelliklerle nitelendirirken, 2000 yıl kavramını kullandık. 2000 yıl öncesinde de Roma imparatorluğu zirvedeydi. Kudüs’te, Kudüs’ün çevresindeki o zeytin ağaçlarının olduğu kırsal alanda Hz. İsa’nın yaptığı propaganda çalışmalarıyla bizim oraya çok yakın, aynı dağ eteklerindeki çalışmalarımız birbirine çok benzer. Bundan kaynaklanan daha o günlerde buralara, Antakya’ya, Anadolu’ya kadar giden bir manastır, yani bir kamp deneyimi bizim de çalışmalarımızda oldukça ağırlıklı bir yer tutar, çok benziyor. Roma korkunç bir emperyalist güç, müthiş bir savaş anlayışıyla yöneliyor ve orada bilindiği üzere bir çarmıha germe olayı yaşanıyor. Özel savaşımın üzerimize geliş tarzının da çarmıha gerişten daha geri kalır bir yanı yok ve ilginçlik işte böyle kendini gösteriyor. Benzerlikler anlamında, Hz. İsa’nın o zaman bir avuç havarisi vardı. Bunların içinde birkaç hain de vardı. Çok ilginçtir, o zaman Kudüs’te Hz. İsa’nın grubunu Roma’ya Yahuda adında bir Yahudi ihbar ediyor ve İsa o temelde çarmıha geriliyor. Şimdi de TC ile ittifak eden bir Kudüs-İsrail gerçeği var. Hakkımızdaki en önemli ihbarları istihbaratlar birliği adıyla MİT, MOSSAD değerlendiriyor. Büyük Roma ile karşılaştırırsak, Washington’daki imparatorluğu bilgilendiriyorlar. İşte ilk yaptıkları iş “Anadolu’da, Lübnan’da, Suriye’de bütün Ortadoğu’da, Basra körfezinde, Kürdistan sahalarında, Zağros’larda, Toroslarda böyle faaliyetler var” diye ihbar etmektir. İhbarla yetinmiyorlar, çarmıha germeler geliştiriliyor. Bulunduğumuz yerlere göre eski dönem tekniği çarmıh tekniğidir, şimdi ise büyük patlama tekniğidir. İşte uçaklardan, roketlerden ibaret tekniklerle saldırıyorlar. Çalışmalarımı yürüttüğüm sahalara kadar, bu patlatmaları ger-çekleştirmeleri de işin cilvesi oluyor veya tarihin benzer yanları olarak düşünülebilir. Bu devrimin bu boyutu da var.
Devrimimizin tarihle çağrışımı oldukça çarpıcıdır. Tabii kendisine göre yenilikleri olacaktır, çünkü doğadaki gelişme toplumda da sürer, devrimlerde de aynen sürer. “Devrimler durmaz, sürer” denilir, doğrudur. Kürdistan devriminde de bütün devrimlerin kendini tekrar etmesi, yeniden sürdürmesi mümkündür. Birçok devrim dar ve güdük kalmıştır, hatta en büyük devrimlerden birisi olan Bolşevik devrimi bile bir darlıkla karşı karşıya kalmıştır. Fakat tüm mirası boşuna gitmedi. Bu miras bizim içimizde de yaşatılıyor. İslam devriminin bugünkü kalıntılarında bir cesetten, bir korkaklıktan ve bir özüne ihanetten başka güçlü bir kalıntı kalmamıştır. Ama halen korkulan, emperyalizmin “radikalizm, fundamantalizm” dediği bir hayaletinden bile bahsetmek mümkündür. İran’da ne kadar dar da olsa bir İslam Devrimi gerçekleşiyor. Kısaca bu topraklarda halen böyle ürkütücü devrimsel gelişmelerin de varlığından bahsetmek mümkündür.
Ortadoğu’da yalnız Kürdistan devrimi değil, birçok devrim hayaletiyle ortaya çıkıyor, ama bunlardan bazıları hızlı devriliyor, bazıları kök salıyor ve bunlar içinde herhalde en iddialısı da Kürdistan devrimi oluyor. Bunun da nedeni, orada insanlık düşürülecek noktanın en alttaki noktasına kadar düşürülmüştür. Hatta noktadan sonraki virgül ve soru işareti haline gelmiştir. Nokta, virgül, soru biçiminde Kürdistan’da vücut bulmuştur. İşte noktadan sonra virgülü kaldırdık, soru işaretini kaldırdık ve yerine Kürdistan devrimi diye bir cevap verdik. Bu iddialı bir girişimdir. Bundan sonra bu devrimi nereye taşıracağız?
Devrim bir heyecan işidir. Sağlam mantık yapısı kadar, çok güçlü duygulara, azme, iradelere ihtiyaç gösterir. İçindeki teknik düzenlemenin eşsizliği, ulaşılamazlığı kadar anlayışının, coşkusunun büyüklüğünü de gerektirir. Büyük hayaller, büyük umutlar, büyük iradeler, büyük aşklar böyle bir gelişmeyi gerekli kılar. Bunlarsız bir devrimin içine girilmez, girilirse ateşin içine odun atmaya benzer. Bizde çoğunun durumu, devrim ateşinin içine odun gibi atılmaktan ibarettir. Bu trajik kayıplarımız, devrimin körükleyicileri olduğunuzu göstermiyor. Tam tersine devrimin içine atılan bir odun olduğunuzu gösteriyor. Odun da devrim ateşini biraz yükseltir, ama körükleyici değildir. Devrimcilerin görevi, devrim ateşinin körükleyicisi olmak ve devrim kazanını sürekli fokurdatmaktır. İçine düşüp kavrulmak, pek tercih edilecek bir yol değildir. Bunları durumunuzu gözden geçirmek açısından belirtiyorum. Kürdistan’da bir de Kawacı tarzda körük sallamak vardır. Kawa’nın demirci körüğü bir devrimin körüğüdür. Ve ilginçtir, bilindiği gibi bu toprakların en büyük devrimcisiydi. Devrimi tavında dövmek için muazzam bir körükçü olmak ve daha sonra da pazı kuvvetiyle o demiri sürekli işlemek gerekiyor. Aslında bizim için böylesi bir köken de dikkat çekicidir. Dolayısıyla bu devrimin başarısı devrim ateşini ne kadar körüklediğinize ve onun içinde kendinizi, yani kızgınlaşan kor hale gelen demir kişiliğinizi ne kadar çelikleştirdiğinize bağlıdır. Yoksa erirsiniz, bu çok açıktır. Demirci Kawa gibi olabilmek, hem iyi bir körükleyici olmayı hem de kızgınlaşan kişiliğin erimeden çelikleştirilmesiyle yenilmeyecek kadar çelikten bir iradeye sahip olmayı gerektirir. Bilirsiniz çelik, iki ucu birbirine değecek kadar esnektir, ama bir de çok serttir, vurduğu yeri keser ve kırar. Başka hiç bir kesici de bunu kesemez.
Tarih bir kez daha böyle çelikleşmeyi kişiliklerinizin önüne koymuştur. Bu kişilikleşmeyi gerçekleştirirseniz, emperyalizmin hamlesi ve onun düzen anlayışı ülke, halk ve kişilikler üzerinde ne kadar etkili olmaya çalışırsa çalışsın, bu keskinlik karşısında dayanamaz. Demirci Kawa döneminde Babil’i vardı, Asur’u vardı, Dehak’ı vardı, zalim köleci imparatorlar vardı, ama hepsine karşı koyabildi. Belki de o zamanki imparatorlar şimdinin imparatorlarından çok daha etkiliydiler. Her devrim başlangıçta böyle kendisini çelikleştiren insanları gerekli kılmıştır. Devrimlerin esasta başarısını belirleyen, bir grup veya bir kişinin kendisini böylesine çelikleştirmesidir. Milyonlarca insanın devrim yaptığı görülmemiştir. Milyonlarca kalabalık isyan bile etse, üzerlerine bir-iki örgütlü askeri birlik gönderilse hepsini bastırır. Ama bizim kişiliğimizde de görüldüğü gibi, kendini biraz örgütlersen, çelikten bir örgütlenmeye dönüştürürsen dünyanın bütün saldırı güçleri de birleşse, bir talihsizlik olmazsa, bir kişi bile bu devrimi çok büyük bir gelişmeye ulaştırabilir. Gerçekleşen de budur. Buna tarihte, Ortadoğu’da mucizesel bir gelişim denir. Ama bizim devrimin bilimsel yani çok ağır bastığı için bu mucizesel değil, devrimsel bir gelişmedir ve bilimsel bir devrimdir.
Daha somut olarak, iki bine doğru emperyalizmin yeni hamlesi teknolojik bir askeri saldırı biçiminde noktalandırılmak istenilirken ve bu da bütün 20. yüzyılı kapsayan emperyalist hamlelerinin anal bir hamlesi, başat bir hamlesi gibi kendisini gösterirken tarih, sözüm ona dünya düzeni veya düzensizliğine karşı bir devrimin de olabileceğini ve bunun da bizim hem kaderimiz, hem özlemimiz, hem de umudumuz olduğunu gösteriyor. Buna önceden de hazırlıklıydık. Ama şimdi şartlar, bizi biraz daha anlamlı bir buluşmaya getirdi. Biz bundan sıkıntı, korku duymuyoruz, tam tersine rüyalarımızın daha hızlı gerçekleşmesi biçiminde bir değerlendirmeye tabi tutuyoruz. Daha dün alaya alınan, ciddiye alınmayan Kürdistan gerçekliğine dayalı bu devrim, dostu da, düşmanı da, tüm halkı olduğu kadar ona karşıt olanları da ciddi bir düşünmeye, tavır almaya, örgütlenmeye, savaşmaya doğru yol aldırıyor. Tek başına yürüttüğümüz bir devrimsel çıkış, neredeyse dünyanın en çok uğraştığı bir iş haline geliyor.
Kürdistan devrimi bu anlamda önemli bir şansı yakalamıştır. Hem önemli bir başarı şansını yakalamıştır, hem de dikkat edilmezse bir yenilme şansızlığını da yakalayabilir. Çok ciddi bir başarma şansı kadar, çok ciddi bir yenilgiyi de -belki de bu stratejik bir yenilgi olmayacaktır- kendi karşısında buluyor. Kazanacak mı? Yenilecek mi? Bunu artık iradelerin savaşımı belirleyecektir. Emperyalizmin çelikten bir iradesi vardır, tekniği de çok çarpıcıdır, ama her zaman vurguladığımız gibi en büyük teknik insandır. Eğer bu teknikte kendini çok iyi örgütler, çok iyi üslendirir ve çok iyi savaştırırsa herhalde cansız tekniği, bu canlı teknik yenebilecektir. Bunu doğru anlamak gerekiyor. Esasta belirleyici olan tarihte de günümüzde de insan tekniğidir. İnsanın bizzat kendini teknik yerine koymasıdır. Bunu özenle vurguladık ve kendimizi bu temelde örneklemeye çalıştık. Ve sonucun müthiş olduğu ortaya çıktı. Burada da kendini hiç yanıltmamak gerekiyor. Teknik, kaba savaşçılık değildir, kendini basit yaşatma tarzı hiç değildir. Bunların hepsi objektif olarak düzen ajanlığına girer ve nitekim böyle çıkanlar da içinizde az değildir.
Dönem PKK’leşmesini işlerken, esasta yenecek çelik iradenin nasılına cevap aramaya çalıştık ve o cevapları da güçlü bir biçimde vermeye büyük bir duyarlılık gösterdik. Hislerimiz, duygularımız devrimsel gelişmelerin böyle kendini bileyen kişiliklerle mümkün olduğunu gösterdiği için bunu yaptık. Bu kendi açımızdan görevlerimizin sağlam yerine getirildiğini gösterir. Bu devrim ateşinin odunu olmak değil de bir körükleyicisi olmak, artık sizlere düşer. Tercih yapmak kesinlikle bu devrim mensuplarının işidir. Kendi içinizdeki güç, irade, keskinleşme çabası büyük bilinç gerektirir. Bunlar, kendini atom gibi patlatacak noktaya getirmek için gereklidir. Ufak bir patlayıcıyı bile elinde patlatıp sonunu getirenlerden değil, kendinde patlatmak yerine tüm düşman yönelimlerinin üzerinde patlayabilecek; düzenlenmiş, kendi içinde müthiş örgütlenmiş, iradeye, ifadeye kavuşmuş; tarza, tempoya ulaşmış ve muazzam bir stratejik güç kadar taktikleşmiş, güncel savaşımı başarıyla kendisinde yürüten, taktik ustalığı sağlamış bir kişiliğe ulaşmış militandan bahsediyoruz. Bu konulara gereken anlamı vermeden, bu işe şimdiye kadar olduğu gibi salına salına girerseniz, çıkışınızın bir turist kadar veya düğün-derneğe gidenler kadar bile ciddi olmayacağını vurgulamam gerekiyor. Bu durumunuz yanılgılarınızın ne kadar derin olduğunu ve odun olmaktan kendinizi kurtaramayacağınızı gösteriyor. Bu konuda tercih yine sizindir.
Önümüzdeki devrimin başarısına inanmakla birlikte, onun kimliğini ve kişiliğini açıkça dile getirmekten bir an bile vazgeçemeyiz. Bu kişilik olmazsa bu devrim yenilir. Bu devrim sadece kaybetmekle kalmaz, aynı zamanda iki bin yıl önce çarmıha gerilişler gibi günümüzde de ateşte yakılırsınız. Emperyalizm her türlü teknikle donanmıştır. Bunun karşısında kişinin kendini, en gelişmiş teknik güç halinde savaşır duruma sokmaktan başka çaresi yoktur. Kürdistan devriminin en önemli özelliği, militan kişilik düzeyinde çağın bütün cansız tekniklerini karşılayacak kadar kendini örgütlemede, tedbirlilikte, yürüyüş tarzında, üstleniş tarzında, vuruş tarzında, başarı noktasını an be an yakalayışında ve onu kendisinde gerçekleştirmede gösterirse bu işte başarı olacaktır. Olmazsa çok trajik veya çok çarpıcı bir biçimde bir anda, hiçte hayallerinizden geçmediği gibi yerle bir olmanız kaçınılmazdır. Bu da bu devrimin önemli bir özelliğidir. Hiç kendinizi uyutmanıza, gaflete daldırmanıza gerek yok. Burada her şey çarpıcıdır, anlıktır. Zaferin de gelişi öyle, önemli bir kaybın da gelişi öyledir. Bu Kürdistan devriminin önderliksel ifadesi olduğu kadar, aynı zamanda çarpıcı taktik gerçekliğidir. Anlayamadığınız için çok hırpalandınız, çok kaybettiniz, kaybettirdiniz. Anlama ve uygulama gücünden bir an bile vazgeçmediğimiz için iddiamızı da uygulama gücümüzü de muhafaza ediyor ve ha bire geliştiriyoruz.
Bu öncülük kapsamı altında bundan sonraki Kürdistan devriminin rolü nasıl olacak biçiminde bir sonuca varmak istersek; her şey kazanmaya doğru götürür demeyeceğiz, ama kaybetmede kaçınılmazdır gibi bir tutum içinde olmayacağız. Eğer şartlar gereği kadar karşılanırsa kazanma ihtimali yüksektir. Bu bir dünya devrimi değildir. Bu devrim, dar ulusal bir devrim gibi gözükse de özünde, hızla tarihe ulaşarak, tarihsel-kültür, tarihsel-sosyal, ulusal kimliklerle buluşarak onlarla eşit, özgür bir biçimde kaynaşıp güncel olarak da Ortadoğu coğrafyasına hızla yayılır. Çünkü bu coğrafyalar tüm tarih boyunca benzer imparatorlukları yaşamışlardır. Yani bir federasyonlaşma biçiminde halkların kolektif iradesinin temsili olmuştur. Ki bunu eşitlik, özgürlük diye tabir edersek o da günümüzün sosyalizmidir. O temelde yeniden bir irade kazanma, irade kaynaşımları somut bir siyasi seçenek olarak Ortadoğu federasyonlaşması gibi bir gelişmeye götürebilir. Bu her ne kadar günün bir çok geçerli anlayışına göre hayalci olarak değerlendirilse de aslında tarihsel gerçeklik ve objektif gerçekliğe uymayan durumun şimdi de var olduğunu gösteriyor. Nitekim mevcut Saddam rejimine herkes ucube rejim diyor. Aslında ucubeliği şundandır; tarihsel gerçekliğe pek yanıt olamadı, yine güncel olarak da emperyalizmin yeni düzenine uyamadı. Temel hatası buradadır, yoksa kişi olarak direngendir. Tarihsel gerçeklik Irak’ta, Mezopotamya’da ve Mezopotamya’nın aşağı vadisinde nedir? Çok kültürlü, çok milliyetli, çok dinli ve federasyonlu bir gelişmeyi kabul etmektir. Nedir güncel gerçeklik? Emperyalizmin yeni düzenine karşı, arkasına böyle bir tarihi alan ve bunun da dar bir milliyetçilikle, şovenist milliyetçilikle olamayacağını görerek, hızla kendini halklaştırması gerekiyor. Bunu yapamadığı görülüyor. Yapamadığı için kaybetme ihtimali yüksektir. Kaybediş nedeni az direnmesi, az çaba harcaması değil, tarihsel ve güncel gerçekliklerle bağını doğru kuramamasıdır. Bu nedenle yeniliyor.
Kürdistan devriminin perspektifleri; bu anlamda tarihsel boyutu iyi yakalamak kadar Yeni Dünya Düzenini de kader gibi görmemekle birlikte onun zayıf noktalarını, yani halkların tarihi gerçekliklerine ters konumunu, emperyalist niteliğini iyi kavradığı ve bölge halklarının da ağırlaşan çok güncel ekonomik ve demokratik sorunlarına yanıttan çok daha da içinden çıkılmaz hale getirdiği için, dolayısıyla bunun yeni bir bölge ve dünya düzeni değil, büyük bir karmaşa ve düzensizlik olduğunu kestirdiği için aslında düzenin bir bu tarihsel gerçeklikle uyum, ama onu daha da güncelleştirerek yeni dönem tekniğini, -ki, buna verdiği yanıtlar olduğu gibi- kabul etmek değildir. Bu tekniğin doğadaki tahribatını, toplumun iç bünyesinin çürütücülüğünü görüyor. Yani bunda yeni bir sosyalist ütopyaya, ideolojiye ve programa ulaşıyor. Onu geliştirmiş, örgütlemiş ve giderek bir halk hareketine dönüştürmüştür. Bu, Kürdistan somutunda bu temelde bir halk iktidarlaşmasıdır, ki iktidarlaşma yalnız siyasi anlamda değil, ekonomik ve yönetimsel anlamdadır. Klasik bir demokrasi anlayışı değil, bunu oldukça aşan çağdaş bir demokrasi anlayışıdır, sosyalist bir anlayıştır.
Bu seçenek giderek anlam buluyor ve kendisini çekici kılıyor. Kürdistan halkını kapsamına aldığı gibi, Bölgede düşmemiş, az çok ilericiliği bulunan -Anadolu’da da, Arabistan’da da, İran’da da var- birçok halkın dikkatini de çekiyor. Bazıları dostluk yapmaya çalışırken, bazıları da düşmanlığın dozajını arttırıyorlar. Bütün bunlar değerlendirildiğinde, bildiğimiz bölgeselleşme olayı ortaya çıkıyor. Gelişme potansiyeli bu nedenle oldukça açıktır. Doğru ütopik yaklaşım, doğru sosyalist yaklaşım, doğru halklar seçeneği temelindeki yaklaşım, bu potansiyelin giderek aktifleşmesini ve hareketlenmesini beraberinde getiriyor; emperyalizmin yeni düzenine karşı halkların oldukça eşit, özgür ve demokratik düzenine doğru bir katkıda bulunmaya, hatta ona ileri düzeyde bir çıkış yaptırmaya götürüyor.
Böylesi iki düzen anlayışı giderek netleşiyor. Kürdistan Devriminde ağırlığını bulacak olan bu yeni halklar düzeni, halklar seçeneği tarihe yanıt olmak kadar, halkların güncel taleplerine de oldukça yanıt içerdiği için gelişim şansına sahiptir. Tabii bu üzerinde daha da büyük bir hassasiyetle durmakla mümkündür. Çünkü devrimin düşmanları çok, dar anlayışlar çok hatta emperyalizmin devirdiği düzenler bile buna düşmanlık ediyor. Bir çıkış olabilecek bu devrimle sağlam bir bağ kuramıyorlar. Yapıları buna elverişli değil, kişilikleri bundan çok uzak. Dolayısıyla taktik denilen olay, yani hem ülke içi hem parti içi yaklaşımlar, diğer halkların yönetimlere, devletlere yaklaşımdan daha büyük duyarlılığı istiyor ve ustalığı beraberinde gerekli kılıyor.
Önderlik çalışmaları bu yönlü doğru bir tarzın sonuç alabileceğini göstermiştir. Hem parti içinde hem parti dışında, hem ulusal kurtuluş kapsamında hem bölgedeki halkların umudu olma anlamında gelişim gösterebileceğini çarpıcı bir biçimde ispatlamıştır. Tabii bu, gelişmenin sadece bazı yönlerini gösteriyor, zaferin kendisini değil. Zafer henüz uzakta ve uğruna birçok savaşımların verilmesini gerektiriyor. İşte bu son müdahale de bunun önemli bir fırsatı olabilir. Bilindiği üzere, savaşlar halkların bayramıdır. Bir yerde savaş süreci baş gösterdi mi, eğer devrimleri adına iş yapmak durumunda olan halklar varsa, bu kriz süreçlerinden büyük sonuçlar çıkarırlar ve belki de devrimsel yolla otuz yılda alamayacakları bir mesafeyi çok kısa sürede, belki de üç ay içerisinde alabilirler. Böylesine bir süreci yaşıyoruz. Ama tabii bu süreçlerde, karşı devrim başat olursa, belki de yirmi beş yıldır sağladığımız gelişmelerin büyük bir kısmını da elimizden alabilir. Burada ne kendimizi ham hayallere, ne de “işte emperyalizm çok güçlüdür, Yeni Dünya Düzeni kaçınılmazdır” deyip umutsuzluğa kaptırmanın bir anlamı var. Böylesine sağlam bir anlayışla donanım kadar günlük pratikleştirmeyi de iyi götürürsek, belki nihai bir zafer iki binlere doğru tam istediğimiz gibi gelişmez, ama mevcut düzeyin çok üstünde emperyalizmin yeni düzenine karşı halkların eşitliğine, özgürlüğüne her zamandan daha yakın olmak kadar, giderek gerçekleşen düzene doğruda büyük bir katkıda bulunabiliriz. Kendi devrim hamlemizin gücünü de böyle ortaya çıkarır ve kanıtlayabiliriz.
Bu büyük bir umut gerçekleşmesi değil, aynı zamanda ekmek su kadar bize gerekli olan iş-güç sahibi olma ve eğitilme sürecidir. Artık ekmek de, onur da bu devrimdedir. Bütün bunlarla yaşam olur. insanın da tabiatında her zaman böylesine bir yaşam için bir dürtü vardır. İnsan doğası esasta böylesi bir yaşam için, temel bir özelliğe sahiptir. Son tahlilde insan bu coğrafyada önemli bir devrimle toplumsallığa geçiş yapmıştır. Yine de neredeyse “tarihin sonu geldi, sosyalizm, yani toplumsallaşma ve özgürleşme düzeyi bitti” denildiğinde, bir kez daha bakıyoruz ki, partimizin, kurtuluşunda ilan ettiği gibi nasıl ki Kürdistan’da bir devrimsel gelişme oldu, uygarlığın şafak vaktinde eşitliğin, özgürlüğün şafak vaktinde de bu topraklarda devrimsel bir gelişme olabilir. Bu görüş önemini yitirmiş değildir, tam tersine daha fazla gerçekleşme şansına sahip olduğundan günümüz gelişmeleriyle daha bağlantılı değerlendirebiliyoruz. Buradaki devrim, sosyalist ütopyanın yüzyıldaki gelişmesini bir sıçratmaya da kavuşturabilir, öyle bir özelliği bünyesinde barındırdığı açıktır. Ve yeni bir insan düzeyini kendi halk gerçekliğinde, bölge gerçekliğinde adım adım ilerletebilir. Burada inançlar ve dinler, burada halkların umutları her zaman bu temeldedir. Sade olmak kadar mucizevi olarak ta değerlendirilir, mütevazı olmak kadar heybetlidir.
İnsanlar bu coğrafyada çok düşmüş, ama bunun bir kader olmadığı da görülmüştür. Bu anlamda hem tarihimizle hem günümüzün çağdaşlığıyla donanmış olarak, böylesine anlamsız, halkların vazgeçilmez yaşam çıkarlarına dikkat etmeyen, ama tek taraflı, kendi iradesini en egoistçe ve zalimce dayatan bir düzen kalıcı olamaz. Zaten halkların muhalefeti sürekli karşısındadır. Buna bir de bilinçli, planlı karşılık verdiğimizde, geleceği belirleyecek olan, şüphesiz halkların belki de yüzyıllardan beri umudu olarak bilinen ve gittikçe de gerçekleşen düzeni olacak. Böylesi bir sürece katılmak büyük bir heyecan veriyor. Biz bu heyecanı ilk günden duyduk ve o bizi buraya kadar taşırdı. Hele daha da gerçekleşebilecek düzeyde olduğunu görmek, sadece zafere doğru taşırmaz, çarpıcı da kılabilir. Eğer hayaller gerçekleştirilirken dikkat edilmezse adamı fena çarpıyor. Ama hayallerin sürükleyiciliği pratikteki ustalıkla çok iyi birleştirilirse her ikisi de bu bileşiminde büyük bir geleceği doğurabilir. Öyle günleri de yaşadığımıza inanıyorum.
Biz ne hayallerle yaşayın ne de kör bir pratik kaderinizdir, diyoruz. Dikkat edilirse, her ikisinin anlamlı birleşmesinden bahsediyoruz. Tabii ki bu, kör, güncelliği dar ve neredeyse güdülerine kadar hapsedilmiş yaşamınızın tutsaklığından vazgeçmeyi gerektirir. Hayal bulutları üzerinde gezmemek kadar, dar bir pratiğin içinde boğulmamayı da gerektirir. Cesaretin kesintisizliği kadar, korkuların ve endişelerin bununla ustaca ortadan kaldırılmasını da gerektirir. Değil küçük başarılarla yetinmek, en büyük başarılar karşısında bile mütevazı olmayı gerektirir. Değil büyük yaşam hataları karşısındaki tepkisizliği, bir sigara kadar hafif bir yanlışlığa karşı da müthiş öfkelenmeyi gerektirir. Bütün bunlar bir kez daha birleştiğinde göreceğiz ki, başlangıçta herkesin en değmez dediği bu iş, altın değerinde bir iştir, yaşamın iksiridir, yaşamın özüdür. Ona oldukça yakınlaştığımızı hem düşünüyor, hem görüyoruz. Eğer bu çerçevede anlaşılırsa, halkımızın ve halkların yüksek ilgisi daha şimdiden çarpıcı bir güce ve bir yaşam tarzına da dönüşebilir.
Bu savaş, bu büyük mücadele bu duyguyla ele alındı, işlendi ve önemli bir başarıya gitti. Böylesine bir kriz aşamasında kendisini bir kez daha biler, çözümü biraz daha yakalar, ufkunu daha da genişletmek kadar pratiğini de keskinleştirirse; dayatılan bu karmaşaya, bu düzensizliğe karşı sadece en eski olan ama çoktan unutulan halkımız için değil, bölge halklarının da umudu olmak kadar insanlığa da bazı önemli gelişmeleri sağlattırabilir. Bunun politik ifadesi ateşli silahlarla savaşım olabilir, ama esasta savaşın böyle bir irade savaşı olduğu göz ardı edilmezse; yine bu çerçevede ne bir önemli zaferle kendimizi kaybedip, ne de bir kaç yenilgiyle yıkılıp, “doksan dokuzunda yenilgi görsek bile yüzüncü bizim olacaktır” gibi bir anlayışıyla yürünülürse bu savaşın bizim kazanabileceğimiz bir savaş olduğuna dair inançta artmıştır. Gelişmeler mücadelemizin başarısının kaçınılmaz olduğunu da göstermektedir. Yeter ki mensupları derin bir gaflet içinde olmasınlar. Yine sözüm ona bilinçlilik adı altında bir kara cehaleti yaşamasınlar ve yüreklerini küçük şeye bağlayarak kadar amaçsız dolaşmasınlar; çaba göstermekten ve altın değerinde olan bu işlerden vazgeçirmesinler.
Biz bu işe bu inançla, bu duygularla, düşüncelerle başladık. Tarih de bu çabalarımızın boşa gitmediğini gösteriyor. Bunun bizim için de bir atılım süreci, geçen iki bin yılın verdiği güvene dayalı bir doruğa çıkma, yani kendimizi kalıcı bir zafere taşıma yılı da olabilir. Dün umut bile edilmeyen, bugün her zamankinden daha fazla gerçekleşmeye yakındır. Bu aynı zamanda büyük bir şansın elde edilmesi kadar gerçekleşmesidir de. Değerli yaşamınızı buna adamanız yerinde olmak kadar burada çok daha gerekli olan, kesin başarınızdır. Eğer bütün bunlar böyle anlaşılmışsa; şehidi de, halkı da böyle değerlendiriliyorsa, geriye kalanların yürüyüşü oldukça heyecanlı, umutlu olmak kadar çok pratik ustalıklıdır ve zaferi de kesindir.
9 Şubat 1998
Parti Önderliği
- Ayrıntılar
Abdullah Öcalan komplosunun içyüzünü çözümlemek, dört taraftan kuşatılmış ve içte haini bol olan bir halkın trajedisini anlamak açısından hayli öğreticidir. Sorumluluğu sadece dostların basitliğine ve yoldaşların zayıflığına yıkmak dar yaklaşmak olacaktır. Emperyalizmin en üsten müdahalesiyle izah edip rahatlama da doyurucu bir anlatım olmayacaktır.
Konu üzerinde çok yoğunlaşmam beklenirdi. Öyle yaptım. Böyle yaptıkça da tarihin büyük canlanışını ve dalga dalga üzerime gelişini gördüm. Temel gerekçeler canlanıyordu. Dışarıda bin yıl yaşasam da anlayamayacağım varlıklar bir bir anlam kazanıyorlardı. Sadece toplumun anadilini ve mantığını değil, tüm doğanın dilini de daha rahatlıkla çözümleyebiliyordum. Efsane denilenin gerçek, günlük gerçek denilenin kör olduğunu da anlıyordum. İlk insan yürüyüşünün nasılını, ilk anlam damlasını, bir kelimenin mucizevi türeyişini, ekini ilk ekmenin büyük coşkusunun bayram anlamına geldiğini, hayvan dostluğunun verdiği güveni, doğal kuvvetlerin tanrılaşmasını, toplumun ilk kendini tanımlamasının her tür tanrısallığın kaynağı olduğunu, ana tanrıçanın erdemini, onun etrafında dokumalı, kerpiç ve taş evli, el değirmenli ve çapalı yaşamın büyük devrimini anladıkça, bana komployu hazırlayan 20. yüzyılın son yılının kahrından biraz kurtuluyordum. Anlam işini daha da geliştiriyorum. Doğduğum toprakların üzerinde dolap beygiri gibi avare avare dönüşümün anlamını da çözümlemeye başlamıştım. Ahırdan bir atın kaçması gibi dağa fırlamamın nedenini, anamın beni tutup üçer kez yarı-idam edişindeki değerini de anlıyordum. Cahil dediğim anamın aslında beni en iyi anlayan olduğunu, “Böyle çalışmana kimse katılmayacak, herkes senden yaralanacak ve yalnız kalacaksın” sözünden anlayacaktım. Daha yaşım ondu. Arkama dönüp bakmadan anama, “Olsun, yalnız yürümekte kararlıyım” biçimindeki duruşumu da hatırlayacaktım. Kendimi böyle anlarken, doğduğum toprakları çözümlüyordum. 20. yüzyıl, ötesinde berisinde olanca ağırlığıyla üzerime gelirken, neden intikam aldığını öğrenecektim. Sümerli rahibin yarattığı devletle yüklendiği ana tanrıçanın bereketli topraklarına saldırısına benzer bir saldırıyla karşı karşıya olduğumu anladıkça, kendimin bile kendimden kaçtığını, geriye birkaç anlam damlasından başka bir şey kalmadığını görecektim. Gılgamış gibi ölümsüz yaşamın peşinde olduğumu, ama onun döneminden milyon kere daha çok ve büyük ölüm kuvvetleri karşısında bulunduğumu, dört yanımda küre merkezindeki gibi her taraftan aynı merkeze saldırırcasına çoktan hazırlanmış ve yaşamını buna bağlamış olduklarını fark edecektim. Uygarlık denilen canavar büyüdükçe insanın nasıl en tehlikeli hayvan olduğunu anlayacaktım. Rahip mitolojilerindeki tanrıların nasıl iğrenç köleci düzen sahipleri olduğunu heyecanla fark edecektim. Ceddimiz İbrahimi peygamberlerin bu tanrıları biraz göğün ötesine atmakla vicdan-din yarattıklarını kavrayacaktım. Ama İlah, Ellah, Allah denilenin aynı Sümer-Babil imalatı, köleci düzenin yaratıcıları olduklarına dair inancımı sevinçle daha da kesinleştirecektim. Yaratılan bu korku tanrılarının beni daha on yaşlarında tutsak etmeye çalışan kuvvetler ve anlam bozuklukları olduklarını anladıkça, kendime ilk defa saygıyı bu anlayışla kazanacaktım. Sümer rahip tapınaklarına merakım arttıkça artıyordu. Bu tapınaklar hakkında şu kesin hükme varacaktım: Köleci düzen sahiplerinin tanrılaştırılıp göklere çıkarıldığını ve yüceltildiğini, kul insanların zebani hizmetçiler olarak yerin diplerinde her tür zahmetli işe koşturulduklarını, toplumun sınıflaşması dedikleri olgunun orta yerinde bunun sembolü gibi devleti yaratıp diktiklerini, tapınakların bu işin döl yatağı ve ana rahmi olduğunu kavrayacaktım. Yaptıkları işin ne kadar müthiş olduğunu, tüm tarihi, günümüzü ve beni bile halen kontrollerinde tutan en büyük icadı yarattıklarını görecektim. Tanrısal iş dediklerinin bu olduğundan artık kuşku duymayacaktım. Tanrılarımın kim olduğunu anlamış olmakla rahatlamıştım. Ciddiyetle inanıp ibadet etmediğim için kendime hak verecek ve saygı duyacaktım.
Adım Abdullah, yani Allah’ın Kulu; ama kul olmayı tam yüreğime oturtmamakla kendimi saygılı olmanın, dolayısıyla o tanrısal güçler ne kadar üzerime gelirlerse gelsinler, özgür insanı savunmanın büyük erdem olduğuna kendimi inandırmıştım. Yeniden daha güçlü doğuyordum. Beğenmediğim anamın doğuruşuyla, ciddiyetine hiç inanmadığın modernitenin doğurma çabalarına karşı, tüm öldürmelerden sonra kendi kendimi üçüncü kez doğuruşumu çok ciddiye alıyor ve hoşlanıyordum. Yaşamışların arkadaşlıklarına yine ihtiyaç duymuyordum. Tüm arkadaşlarımı efsanelerde bulmaya başlamıştım. Komplocu Zeus’un Promete’ye ve Hektor’a yaptıklarıyla onun günümüzdeki Atinalı çocuklarının yaptıklarının aynı olduğunu gördükçe, arkadaşlarımı daha iyi tanıyordum. Promete ve Hektor’la arkadaşlık çok onurlu oluyordu. Bunu hak etmiş olmam bana gurur veriyordu.
Sümerli rahiplerin tanrıça anamı ve aşk kadını İştar’ı tapınağa, oradan kral sarayına, tanrı-kralların yanına götürülüşünü, öldüklerinde onlarla birlikte canlı canlı mezara konuluşunu iliklerime kadar anlamıştım. Tanrı-krallar bile olsalar, ziyafet sofralarında zevklerinin bir parçası kılmalarını hiç kabullenemedim. Ama tanrıça anamı ve aşk kadınını günümüze kadar dirhem dirhem büyük bir incelikle sömürüp yediklerini, posasını iki-başlı evlilik diye kullarının önüne, erkek kölelerine sus payı olarak bıraktıklarını da anlamıştım. Bu hediyelerini erkek olarak yüreğime kabul ettirmemekle, tanrıça anamın ve aşk kadınının iyi bir oğlu olabileceğime inandıkça, daha çok sevinç ve gururla doluyordum. Ana topraklarını böylece ilk defa tarihin derinliklerinde anlamaya başlıyor, binlerce yıllık kördüğümler atılmış çelişkileri çözümlüyor, bu seferki doğuşun anlamlı olduğunu fark ediyordum. Ölümü dayatanlar, tüm 20. yüzyıl, tüm komplocular, kimler olurlarsa olsunlar, hepsine dayanabileceğimi halen bana inanan bazı dostlara mesaj olarak sunmamın değerli olduğunu, onların da bunu hak ettiklerini kabul etmiştim. Dayattıkları Hiroşima’lardan bile tehlikeli paket bomba kılınmamın ve halklarımızın üzerine böyle atılmamın tüm inceliklerini çözebiliyor; pimlerini söküp tüm malzemeyi bombacıların suratına fırlatıp rahatlıyordum. İnsandan yanaydım, zorba tanrılar bir kez daha yenilmişlerdi.
Kürt halkının tarihsel diyalektiği, kuşatılmış bir çember içinden kurtulmaya dayanmaktadır. Sümer uygarlığından günümüz uluslararası sistemine kadar, Kürt olgusu bir kıskaç içinde hep teslim alınmak ve eritilmek istenen, ülkelerinde diledikleri sistemin geçerli kılınmasında gerekli bir kullanım malzemesi durumundadır. Bu statüye azıcık karşı çıktı mı, sistemin sahipleri hemen tezgahı çalıştırıp, vurmalar kırmalardan sonra geriye kalanları tutuklayıp bir kısmını da açlıkla terbiye ederek, diledikleri statükoda tekrar çembere gererler.
Uygarlık tarihini ve Kürtlerin bu tarih içindeki yerlerini bu çembersel tutsaklığı izah etmek için bir genelleme yapmaya çalıştık; tekrarlamayacağım. Özellikle son iki yüzyılın tarihi, gerçekten en rezil komplolar tarihidir. Komploculuk, usta siyasetin ve diplomasinin adı olmuştur. Bir halk olarak gerçekten dostça yaklaşanları yok denecek kadar azdır. Halkı temsil ettiklerini iddia edenlerin ise kendilerine ve halka verdikleri zarar, bilinçli komploculardan daha geride ve az değildir. Sistem iç ve dış dayanaklarıyla komploculuğu bir yaşam tarzı haline getirmiştir. Bulaşıcı bir hastalık gibi yayılma durumundadır.
Daha Ankara’dayken eşitliğin, özgürlüğün ve insan onurunun temsilcisi olması gereken sol hareket, şahsımızda Kürt gençlerini basit taktik araç olarak kullanmaya özen gösteriyordu. Egemen sınıf taktiklerinin inceltilmiş uzantısı olmaktan öteye gidilemiyordu. Bu durum tepkiye yol açtığında, daha geniş komplo ağının içine düşmek, Kürt olgusunun ve ona dayalı sorunun kaderi gibidir. Dürüst bir özgürlük savaşçısının ömrü yıllarla değil, taş çatlasa aylarla sınırlıydı. Daha devletin ağına düşmeden geleneklerin, güncel uzantıların, sözde dostlar ve yoldaşların bilinçli veya gaflet ağları bu işi kısa sürede halletmeye yeterliydi.
Biraz feraset, biraz da şansın yaver gitmesiyle, bir özgürlük savaşçısı iddiasıyla Ortadoğu’ya hicret yapıldığında, girilen ortamdaki komplo sanatının uzmanlık düzeyindeki gerçekleriyle karşılaşılacaktı. Tarihte ticaretin ruh ve organizasyon olarak doğduğu Şam-Beyrut-Halep arasına gelinmişti. Siyaset, ticaretin daha kibar bir biçimiydi. Her şey ticari ve incesi anlamında siyasi olarak kaç paraya gelinebileceğiyle ölçülmek durumundaydı. Tarihi boyunca siyaset ve onun İlk ve Ortaçağlardaki biçimi olarak din de özünde bir tüccar ideolojisiydi. Onun yoğunlaşmış, kutsal bir temaya büründürülmüş ifadesinde, değerin kadar yerin vardır. Değerini daha iyi bilirsen, belki kendini ucuza harcatmazsın. Din kutsallığını bile bu kadar şekillendiren bir egemen zihniyet yapısının temsilcileri melek de olsalar, siyasilerin yücelikle aşmaları, çokça lafı edildiği gibi dostça ve kardeşçe yaklaşmaları beklenemez; çok sınırlı olan bazı insani yaklaşımlar da geçici ve istisnai olmaktan öteye gidemezdi.
Ortadoğu’ya yönelişte ruhum bir saniye bile endişesiz yaşamamıştır. Adeta mayınlı sahada bin bir güçlükle yürümeye koyulmuş gibisin. Genelde Kürt insanı, özel de PKK’liler bu duyguyu yaşamamışlardır. Çünkü açılmış iz üzerinde hareket hep güvence verir. Korkunç bağırıp çağırmama rağmen, tek akıllısı kendisi için çok gerekli olan zamanı, olanakları ve en önemlisi de gerekli olan aklı edinip rolünü oynayamadı. Ortadoğu’da komployu yırtma imkanlarını yaratmak için büyük çaba harcandı, önemli olanaklar ortaya çıkarıldı. Ama lanetlice kişilik yapıları bu olanakları değerlendirmeye bir türlü fırsat tanımıyor, muazzam tekrarlamalarım sonuç vermiyordu. Tüm hamleler sanki duvara çarpıp geri dönüyordu. Bu gerçeği daha iyi anlamak için komploculuğun içyüzünü, yapısını daha yakından tanımlamak gerekir.
Komploculuk, toplumsal olaylarda olağan süreçlerin dışında, sadece aleyhteki güçlerin değil, yanında saydığın yakınlarının bilinçli veya gafletlerinden dolayı birleşerek, hedef aldıkları kişi, grup, parti veya halk gücünü darbeyle düşürme ve yasadışı durma sokma hareketidir.
Tertipçiler peşine düştükleri kişi, grup, parti, halk veya daha üst düzey toplumsal hedefler üzerine sürekli plan geliştirip bütün kritik noktalarda güçlerini hazırlayarak, fırsat bulduklarında hedeflerini avlamayı esas alırlar.
Kürt halkının özgürlük hareketi en ufak adım attığında, her ülkede peşinde yasalara, politik esaslara ve hatta askeri savaş kurallarına göre bir yönelimden ziyade, karanlıkta geliştirilen planlarla bir takip başlatılır. Hiçbir kurala sığmayan yöntemlerle imha, ezme, korkutma, tahrik etme, kaçırtma, teslim alma, işkence, hapsetme, ekonomik iflas, moral değerleriyle oynama, sahte yaşam, zaaflarını kullanma, para, ikbal vb çelişkili tüm yollar denenerek, özgürlük hareketi bertaraf edilir. Dikkat edilirse, normal bir savaş mantığı bile geçerli değildir. Kirli veya özel savaştan da ağır bir uygulamadır komploculuk. Çünkü içinde dost geçinen var, gafil yoldaş var. Kürt halkının özgürlük tarihini bu anlamda aynı zamanda bir komplocular tarihi olarak ele almak abartı sayılmaz; tersine daha çok gerçeklere götürür. Çünkü başka halklara benzer bir tarih yaşamıyoruz.
Komploculuğun daha tehlikeli bir yönü, dost ve yoldaş geçinenlerin gafleti ve zamanında görevlerini karar ve sözlere göre yürütmemeleridir. Ne kadar iyi niyetli ve çaba sahibi olsalar da, bu konumlarıyla komplocuların planlarını başarıya götürmede en kritik zemini oluştururlar. Oynadıkları rol Sezar’a “Sen de mi Brutus” dedirten, İsa’yı Yehuda İskaryot’un ihanetiyle çarmıha gerdiren, halife cinayetleri gibi tarihin seyrine yol açan sayısız olaylardır. Kürt halkı açısından en kahırlısı, tek tek olayların değil, tüm tarihin bu yönlü hareketlerle dolu geçmesidir. Dost diye yanında beklediğin, umulmadık yerde ve biçimde seni darbeler. Sana öncülük eden, bilerek ve bilmeyerek seni uçuruma götürürken, doğru yolda olduğunu sanır ve beklemediğin yerde ve biçimde devrilip gidebilirsin. Hareket ortamın tam bir mayınlı sahadır. Kendine, eşine ve kardeşine bile güvenmekte büyük zorluklarla karşılaşman adeta kaderin gibidir. Hepsinde kasıt arayamazsın. Olmayan kişilik zor koşullarda bütün dengesini yitirmekte ve adına kader denilen uğursuz, insan eliyle yapılmış lanetli tarih hükmünü sürdürmektedir. Önder denilen kişinin başına gelen ise, adeta mitolojideki “kralın kurban edilmesi” sahnesidir. Tüm toplumun laneti ve uğursuzluğu, daha baskıcı ve sömürü kralların oluşmadığı dönemde, tümüyle halkın ve toplumun önderi konumundaki kişinin kurban edilmesiyle giderilmektedir. Kürtlerde eğer önder öldürülmemiş, teslim olmamış ve çıldırmamışsa, hala aklı başındaysa ve onuru yerindeyse, artık kendini bekleyen “ya özgürlük, ya kralın öldürülme töreni”dir. İşin daha da garip yanı, tarih öncesi bu mitolojik olayların Kürtlerde halen sürekli yaşanan gerçeklik olmasıdır. Onun için Kürtlerde efsane ve mitoloji, gerçek olur; var olan gerçek ise kör, dilsiz ve sağır olur.
Böyle bir halktan olmak acıdır; kaçmak ise namertliktir. Kaçmamak ise, komploculuğun acımasız mantığına, hiçbir kuralı olmayan uygulamalarına tahammüldür. Ne kadar dayanabilir ve kurban olursan, boynundaki lanetlilik o kadar temizleniyor. Bu lanetlilik durdukça her şey haramdır. Yüreğin duyuşu bir hayvanındakinden daha değersizdir. Mantığı tümüyle gerçeğe ihanettir. Her tarafı bir cüzamlı gibi cerahat akmaktadır. Herkes senden kaçmaktadır. Bundan kurtulmanın tek yolu, ya özgürlük ya ölümdür. Bunun dışında anana, atana, dostuna ve sevgililerine söyleyebileceğin tek sözün, bir defacık uzatabilecek helalinden bir el atışın yoktur.
Bu toplumsal cüzamlığı daha küçükken fark etmiştim. Çocukken biricik sığınağım olması gereken anamı, “Beni doğurmakla ne kadar acıya yol açtığını biliyor musun?” dercesine suçlamıştım. Her adımı büyük kahırlı olan yaşamı fark etmiştim. Ama yaşama ihanet etmeyecektim. Tüm dünya bir yana ben bir yana, büyük yalnızlık yürüyüşüne dayatılan kaderi parça parça ede ede, tanrıların maskesini düşüre düşüre, bıkmadan yorulmadan sürdürecektim. Büyük acılara yol açtığımı biliyorum. Hele kendilerini benim için cayır cayır yakan bu müthiş kahramanların sınır tanımaz cesaret ve acıları karşısında, yine yaşamaya güç getirecektim. Komplo tarihi, lanetli yaşam benim kişiliğimde korkunç acılar çektiriyordu. Efsanede Hz. İbrahim bir sefer mancınıkla ateşe atılır; o ateş de su olur. Ama çağdaş Nemrutların tüm uluslararası elebaşıları, 20. yüzyılın tüm lanetliliğiyle şahsımda halkımıza çektirdikleri acıları en değme tiyatroları bile geride bırakan oyun düzenleriyle seyretmeyi sınırsız iktidarlarının bir gereği sayacaklardı. El birliğiyle yürüttükleri bir savaşın tanımını bile doğru yapmayacaklar, kurallarını uygulamayacaklardı. Ama tüm suçu şahsıma yükleyip, bir kez daha ‘sen bir hiçsin’ dercesine, zavallı Kürt halkını inkar edip bir tarafa atacaklardı. Karşılarında kocaman dünyalarını tehdit eden bir terörist vardı. Sürekli idam sehpasında tutulmalı, yüreği asılmadan durmalı, beyni çıldırmalıydı. Bu da en son icat ettikleri postmodern işkenceydi. Neron’ların solda sıfır kaldığı çağdaş arenanın son kurbanıydım.
Komplocular tarihinin kurbanı olan Kürt halkına özgürlük ve onuru olsun diye attırılmak istenen adıma karşı 20. yüzyılın son yılında gerçekleştirilen komployla 21. yüzyıla girerken halen yaşamaya çalışacaktım. Milyonların birleştiği avuç içi kadar bir yürek ve birkaç damla anlamla tabutlukta kabul ettiğim yaşamı, dünya efendilerinden uzak tuttuğu için onurla karşılayacaktım.
Tarihsel Komplolar Gelişmeleri Durdurmaz, Hızlandırır
1990 sonrası; dünya, bölge, ülke, PKK ve benim açımdan yeni bir süreçtir. Reel sosyalizm fiili çözülüş süreci resmen de kabul edilmektedir. Sovyet sistemi, iç tıkanmanın, gerekli dönüşümleri zamanında ve yerinde yapamamanın bedelini çözülme ve dağılmayla ödemektedir. Her toplumsal olgu için geçerli olan kural, bir kez daha doğrulanmaktadır. Amaç ve olgulaşma arasındaki çelişki uzun süre zorla sürdürülemez. Ya reform ya da devrim yoluyla ileriye doğru, daha üst bir aşamaya sıçrama kaçınılmaz olur. Bu sağlanamazsa, içten çürüme ve dağılma gerici zorla, çağımızda faşizm olarak adlandırılıp restorasyona tabi tutulur. Restorasyon, aynı binanın yeni malzemeyle eskisinden daha güçlü görünmesini ve kalıcılığı sağlar. Ama toplumsal dinamikler hareketi zorladığı için, bu binalar içinde oturulamayan müzeler konumuna düşer. Devrim ve karşı-devrimin ürünü olan reel sosyalist ve faşist sistemler normalleşme sürecine yanıt olamayınca ve gerekli dönüşümleri yapmamakta direnince, yıkılmaktan kurtulamamışlardır. Dünya İkinci Büyük Savaşın sonunda faşist yıkılışa tanık olurken, savaşın ürünü olan reel sosyalizmin içten çözülüş ve dağılışını da 1990 sonrasında yaşamıştır. İçine girilen süreç, sağın da solun da evrimleşerek ve dönüşümlerden geçerek buluştuğu demokratik uygarlık sisteminin üstünlük kazanmasıdır. Sorunların ağırlıklı çözüm yolu, sistemin hakim kriterleriyle sağlanacaktır. Uluslararası düzen bu temelde ilke ve kurumlarını gözden geçirerek, yeni koşullara yanıt verecek düzenlemeleri gerçekleştirmektedir. Dünya çapındaki dönüşüm bu ana doğrultudadır. 20. yüzyıldan 21. yüzyıla giriş, daha çok bu ana olguya bağlı olarak tanımlanmaktadır. 21. yüzyıl, demokratik uygarlık ve insan hakları çağı olarak adlandırılmak iddiasındadır.
Ortadoğu’da yüzyıl öncesine dayanan ve gericileşen milliyetçilik temelindeki savaş ve barış durumu tam bir tıkanma sürecindedir. Halkların enerjisi gerici milliyetçi uygulamalarla yutulmaktadır. Sorunlar çözülmemekte, bir avuç kriz rantçısıyla bir yaşam tarzı haline getirilmektedir. Süreç aşırı çözümsüzlük sonucu daha gerici ideoloji ve tarikatlaşmaların üremesine yol açmaktadır.
Bölgenin ana ülkelerinden birisi olması nedeniyle, Türkiye tıkanmayı giderek sıkça tekrarlanan krizlerle en yoğun biçimde yaşamaktadır. Ne zihniyet değimine, ne de yapısal dönüşümlere adım atabilmektedir. Genel bir seferberlik haline getirdiği özel savaş, devleti de geleneksel çizgisinden çıkararak, çetelerin türediği hukuk dışı bir uygulama alanına çekmektedir.
PKK’nin de yaşadığı benzer bir durumdur. Dünya çapında yaşanan değişim ve kendi iç bünyesindeki oluşumlar somut olarak değerlendirilememektedir. Eski anlayış ve tutumlar çoktan ideolojik, politik ve örgütsel çizgisinden çıkarak, örgütü çete gruplarına dönüştürmektedir. Böylesi yapılar, birçok alan ve silahlı savaş bölgesinde, kuraldışı yaşam ve eylem tarzlarıyla PKK’yi çok farklı bir gerici biçime zorlamaktadır. Sorumlu olması gereken merkez ve kadrolar adeta akıntıya boşuna kürek sallamaktadır.
Önderlik pozisyonum, bu gerçekler karşısında giderek dar bir sahaya kısılmaktadır. Büyük çabalarla özellikle ülke içinde sağlamaya çalıştığımız çizgiye çekme ve dönüştürme hamleleri, çeteleşme anlayışları tarafından boşa çıkarılmaktadır. Devlette olduğu gibi PKK’de de fiilen çizgi dışı gruplar dönemi yaşanmaktadır. Bu durum en anlamsız eylemlere yol açmakta, trajik kayıp ve acıları çığ gibi büyütmektedir. Durumu aşmak için yoğun tekrarlama, Önderlik kurumunu da işlevsiz bırakmaktadır. Komplo ve tasfiyeler için en uygun ortam böyle gelişmektedir. 1990’ların başlarından 2000’lere doğru yıkılmasına çalıştığım kader komplo, giderek ağlarını her tarafıma dolayacaktır.
1990’ların başından itibaren, iç ve dış komploların artan ayak sesleri adeta ‘ben geliyorum’ diyordu. 25 Ocak 1990’da en eski çocukluk arkadaşım Hasan Bindal’ın sözde kaza kurşunuyla öldürülüşü, aslında içinde birçok gizi saklayan bir olaydır. Bu, kamp yönetimindeki Sarı Baran, Mehmet Şener ve Şahin Baliç’in birlikte planlama ihtimali yüksek bir komploydu. Eğer olayı yutmuş olsaydım, çok kısa bir süre sonra operasyon benim tasfiyemle tamamlanabilirdi. Beni tasfiyeyle görevli iki resmi ajanın, o günlerde Star TV’de kendilerine yönelik suçlamalar karşısında, sanıyorum Cem Ersever’i savunma anlamında, şöyle konuştuklarına bizzat tanık oldum. “Biz başarısız değiliz. İstesek öldürebilirdik; ama sağ yakalanması isteniyor.” Bu tarz sürüp giden bir itiraftı. Doğruluk payı vardı. PKK içinde oldukça mesafe alan çete yoluyla, bu rahatlıkla gerçekleştirilebilirdi. Fakat örgütün kontrolünün de ellerinde kalması için, benim sağ kalmam ve örgütün tümüyle çetenin eline geçmesinden sonra tasfiye edilmem, yaklaşım stratejisinin özüydü. Örgütün tümü ele geçirilmeliydi. Bunun için tehlikeli gördükleri bütün dürüst ve bağlı kadroların kaza süsü verilerek yok edilmesi gerekiyordu. Şemdin, Kör Cemal, Hogir ve Şahin kendi çapında bu süreci Mahsum Korkmaz’ın kuşkulu ölümüyle 1986’dan itibaren başlatmışlardı.
Şimdi anlaşılıyor ki, ya kaza süsü vererek, ya da ‘ajandı’ adı altında cezalandırdıkları yüzlerce dürüst ve değerli kadro ve yurtsever insan bulunmaktadır. Partinin en değerli kadro ve eylemci yapısını temizlemek için, bile bile eylem adı altında ölüme gönderiyorlardı. Bunun için komuta inisiyatifi konusunda korkunç hassas davranıyorlardı. Çünkü ne kadar komuta yetkisi varsa, bu o kadar komplo, cinayet ve güç kazanmak demekti. Tümüyle devlet demeyeceğim ama, Cem Ersever olayında da halen aydınlatılamadığı gibi, bir çevrenin PKK’deki bu çeteleşmeyle direkt veya dolaylı ilişkisi yüksek bir ihtimaldir. Zaten devlet bünyesinde bu dönemde çeteleşmenin kontrol altına alınmasında güçlük çekildiği bilinmektedir. Yine bu dönemde başta KDP olmak üzere, KUK’un bazı bölümleri, birçok aşiret ve özel görevli de yoğun biçimde bu süreç içinde görev yürütmüşlerdir.
Sürecin tam başarıya gidememesinin nedeni, çetenin elebaşılarının farkına varılmasıdır. Şahin Baliç’in ölümle cezalandırılması, Sarı Baran, Mehmet Şener ve Hogır’ın kaçmaları, Kör Cemal’in önceden cezalandırılması ve Şemdin’in kontrol altına alınması, çetenin etkinliğini büyük ölçüde kırdı. Hasan Bindal olayının büyük önemi, çetenin bütün niyetlerini ve olası bağlantılarını ele verir nitelikte olmasıdır. Bu olay çözümlenemeseydi, Önderlik ellerinde kalacak ve diledikleri gibi kullanmaya çalışacaklardı. Tümünün bilinçli ajanlık yaptığını söylemek zordur. Ama bir kısmının özellikle çeteleşen devlet odaklarıyla ilişkisi kesindir. Bu rollerini sicilli ajanlar olarak değil, Kürtlerde çok uygulanan kişi ve aile çıkarları temelinde, zımni uzlaşma biçiminde yürütmüşlerdir. Bunlar örgüt birimlerini ellerine geçirmek için her yöntemi deneyecek tiplerdi. Hizbullah liderinin PKK’ye karşı devleti kullanma tarzına benzemektedir. KDP ve KUK’un bazı grupları, çok sayıda aşiret ve çeşitli adlar altındaki örgütler bu yöntemle çok vurgun yapmış ve cinayet işlemişlerdir. “Apo primi” denen rantçılığın önemli bir kaynağı, bilinçli veya kendiliğinden ta PKK içine kadar uzanmıştı ve hastalık gibi yayılıyordu.
Şahsi kanaatim, Özal’a yapılan suikast ve Özal’ın ölümüyle, Jandarma Genel Komutanlığı yapmış bazı komutanların öldürülmesinde; devlete bulaşmış, sözde komutanları ve Özal’ı başarısız sayan bu tip çetelerin payı vardır veya bu ihtimal küçümsenemez biçimindedir.
1993 yılı, devlet ve PKK tarihinde önemli bir kırılma ve resmi çizgiden sapmanın yaygınlık kazandığı tarihtir. Turgut Özal’ın siyasi diyaloga açık yapısı, kontrol edemediği güçlerin kurbanı olmasına yol açtı. Bu tarihte Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in tartışmalı bir uçak kazasında yaşamını yitirmesi ilginçtir. Ardından çığ gibi artan Hizbullah maskeli cinayetler, binlerce köyün boşaltılması, yoğunlaştırılan operasyonlar bir imha seferi olarak anlaşıldı. PKK’nin pek de akıllı olmayan taktikleri, kayıpları arttırmaktan ve sürecin tıkanmasına yol açmaktan öteye gidemiyor; gerilla doğru bir meşru savunma anlayışı ve uygulanmasına çekilemiyordu. Dönemin askeri ve siyasi yönetimi terörü hukuk çizgisinin çok dışına taşımıştı. Devletin çığırından çıkması hız kazanmıştı.
Bu dönemin en önemli komplo suikastı, 6 Mayıs 1996’da Şam’daki kalabalık evimizin yakınında, yarım ton patlayıcı yüklü bir arabanın patlatılmasıdır. Telefonla dinlendiğim için, o saatte orada olduğum sanılarak araba patlatılıyor. Dönemin hükümet başkanı Tansu Çiller’in örtülü ödenekten 50 milyon Dolarla finanse ettiği komplo oldukça boyutludur. Susurluk çetesi diye tabir edilenlerle Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’ın, Suriyeli bir Kürt aileden bazı kişilerin ve dönemin Viranşehir Belediye Başkanının da bu komplonun içinde olduğu basına yansımıştı. Soruşturmamda askeriye adına hareket edenler, ısrarla bu ekibin sorumsuz olduğunu ve devletle kendilerini temsil etmediğini söylüyorlardı. İstemeleri halinde, kendilerinin bu işi füzelerle daha başarılı yapabileceklerini belirtiyorlardı. Devletin içinde iki farklı yaklaşımın varlığı zaten bilinen bir husustu. Bu olayla birlikte, gönüllülük temelinde kendini bombalarla patlatma eylemleri gelişti. Şiddet sarmalı daha da tırmandı.
Devletin raydan çıkması herkesin endişe ile takip ettiği bir gelişmeydi. “Aydınlık için bir dakika karanlık” eylemliliği bu süreçle bağlantılıydı. Devletin laiklik karakterinde de hızlı aşınmalar yaşanıyordu. Tarihte 28 Şubat denilen süreç daha çok bir restorasyon hareketi olarak gündeme geldi. Dolaylı yoldan normalleşme adına PKK’yi de sorumluluğa davet ediyorlardı. Buna ihtiyatlı bir olumlulukla yaklaştık. En azından suçsuz insanların katledilmesi ve alan boşaltılması durur ve ambargo sınırlanır; savaş sürse de hiç olmazsa kurallarıyla yürütülür anlayışıyla bu tutuma girildi. Türkiye’nin İsrail’le 1996’da stratejik düzeye çıkardığı ittifakları istihbarata epey fırsat sunuyordu. İsrail’in dünya çapında istihbarat ve kontrolü, PKK’nin ‘terörist örgüt’ olarak ilan edilmesi, Önderlik takibini Türkiye açısından kolaylaştırmıştır. Bu tarihte Papandreu sonrası Yunanistan Başbakanı Simitis’le ABD Başkanı Clinton’un 1996’da PKK Önderliğine yasallık tanımama ve fırsat varsa teslim etme konusunda anlayış birliği içine girdikleri daha sonra duyumu alınan diğer bir bilgiydi. PKK etrafındaki hukuk alanının daraltılması daha da artıyordu. Almanya, Fransa ve İngiltere başta olmak üzere, PKK yandaşlarına karşı siyasi amaçlı yoğun bir tutuklama kampanyasını açmışlardı.
Güney Kürdistanlı YNK ve KDP önderlikleri, PKK aleyhtarı kampanyanın en temel dayanakları olarak, 1996’da İsrail ittifakına benzer Ankara, Londra ve Washington merkezli yoğun ilişkiler içine girmişlerdi. PKK ve Önderliğini, Kuzey Irak üzerinden tecrit etmede ve operasyonlara her türlü desteği sunmada anlaşmışlardı. PKK ve Önderliğini tasfiye planının son halkası olarak Suriye kalmıştı. Mısır’ı da yanlarına alarak Suriye üzerinde geliştirilen psikolojik savaş kısa sürede ürün vermişti. Suriye bu baskılara boyun eğmeyi ve PKK konusunda anlaşmayı çıkarlarına daha uygun bulmuştu.
Suriye’den ayrılmadan önce, yaz boyu ordu adına dolaylı yoldan bilgilendirmede bulunan bir kanalın yaklaşımları ilginçti. Anlamlı bir ateşkesle birlikte yeni bir süreç arzulanıyordu. Bu konuya gerçekçi yaklaşımlar söz konusuydu. Örgütün bilgisi dahilinde, 1998 yılının Ağustos ayı sonlarındaki tek taraflı ateşkes deneyimi bu bilgilenmelere dayanıyordu. Fakat bu ateşkesin yarıda kesilmesine pek anlam verilemedi. Meşru savunma hakkımızı kullanmaya dek varan ve olumlu yanı ağır basan bu dolaylı diyalog resmen başlatılsaydı, süreç çok daha olumlu gelişirdi. Bu, sanıyorum 28 Şubat sürecinin geçirdiği aşamalarla ilgili bir durumdu.
Tam bir yol ayrımına gelinmişti. Ortadoğu alanını eski biçimiyle kullanamayacağımız anlaşılmıştı. Yapılması gereken, ya Önderlik olarak dağlık alanı karargah olarak seçip savaşı daha üst boyuta sıçratmak ve şehir eylemlerini tırmandırmak, ya da uzlaşma arayışını Avrupa koşullarında daha güvenceli olarak geliştirmeye çalışmaktı. Savaşın tıkanmış durumu ve bir nevi kör bir noktaya gelip dayanması, dağda olmam halinde her türlü silahın kullanılma olasılığı ve benim durumumun ek bir sürü ağırlık getireceği düşüncesiyle, bunun tercih edilmemesi uygun görülmüştü. Benim etrafımda yoğunlaşacak bir savaş her bakımdan büyük sakıncalar taşımaktaydı. Ahlaki olarak kendimi yük yapmam doğru olmazdı. Ayrıca Kürt işbirlikçi önderlikleri her türlü istismarcılığa açıktılar. Orda bulunmamı çok kötü kullanacakları bilinen bir gerçekti. 17 Eylül 1998 Washington Anlaşması bunun bir göstergesiydi. Avrupa koşulları da çok riskli olmasına rağmen, siyasi, kültürel ve demokratik anlayışla, zımnen de olsa hukuka biraz güven duyuluyordu. Yunanistan’daki hükümetin ise, ilk 9 Ekim 1998 günü bu ülkeye ayak basar basmaz bu denli alçalacağı hiç tahmin edilmemiş ve düşünülmemişti.
20. yüzyılın sonlarında, Kürt halkının özgür iradesine karşı dünya çapında bir komplo ve darbe planı uzun bir hazırlık sürecinden sonra artık adım adım pratikleşiyordu. Filmi bir kez daha geriye çekip baktığımızda, bu planın aslında 90’ların başında Londra kaynaklı olarak uygun görülüp uluslararası düzeyde hayata geçirilmek istendiği anlaşılacaktır. Planın Türkiye boyutları az çok bilinmekle birlikte, Avrupa ve ABD boyutu net olarak anlaşılamamıştır. Uluslararası boyutu görmezsek, değerlendirmelerimiz eksik kalacaktır. Tekrar da olsa özetlemek gerekirse:
1- Palme cinayeti, başka amaçları yanında, 12 Eylül rejimi ve sonrasında Türkiye’yi dışa bağlı tutmak için ve Kürt özgürlük devriminden korumakta bir araç olarak kullanılmıştır. Palme’nin Vietnam ve Güney Afrika gibi ülkelerdeki hareketlerin desteklenmesinde ve hoşgörüyle yaklaşılmasında, Başbakanı olduğu İsveç’i bir merkez haline getirmişti. İsveç, Kürt özgürlük hareketinin de merkezi olabilirdi. Palme, Kürt özgürlük hareketinin terörist olarak damgalanmasına karşıydı. Öldürülmesinde “Kürt izi” teorisi ve PKK’nin terörist ilan edilip yasaklanması çabaları, İsveç’in bu olumlu konumunu ortadan kaldırmakla yakından bağlantılıdır. NATO’nun o dönemde Avrupa’da güçlü ve henüz açığa çıkmamış olan Gladio örgütlenmesinin bu ve benzeri komplolarla ilişkisi bir gün aydınlanacaktı. 15 Ağustos 1984 eylemliliğinin hemen ardından, Almanya’nın da ağırlığını koymasından sonra, Türkiye hükümetiyle uzlaşma sağlanmıştı. Birçok ekonomik çıkarın sunulmasıyla tüm Avrupa’da PKK’ye karşı bir izolasyon süreci başlamıştı. Palme provokasyonu bu sürecin en önemli halkalarından biriydi. PKK’yi bölme, gündemleşen diğer bir gelişmeydi. Başlarında Çetin Güngör’ün bulunduğu bir gruba bu yönlü önderlik yaptırılıyordu. Kesire’nin tahrikleri ürün verir gibiydi. Birçok aydın, Mahmut Baksi, Şivan Perwer gibi insanlar uzaklaştırılmıştı. Bu, tek başına Türkiye’nin çabalarıyla izah edilemez. Aslında Avrupa merkezli bir karar olarak uygulanıyordu. Türk solu bu yolla çoktan iğdiş edilmişti. Dünyanın diğer özgürlük hareketlerine de benzer planlar uygulanıyordu.
Almanya’nın merkezi düzeyde PKK’lileri tutuklaması da bu planın bilinçli bir parçasıdır. Parçalama ve önemli bir bölümü kontrolüne alma amaçlanıyordu. 1990 başlarında Türk Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in Londra’ya yaptığı bir gezide, “planımız onaylandı” biçiminde bir değerlendirmesi basına yansımıştı. Londra’nın da Almanya gibi tasfiyede rol üstleneceği anlaşılmıştı. Yine 1991’de YNK Başkanı Talabani Avusturya’nın Başkenti Viyana’da Türk Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’le PKK’yi terörist ilan etme konusunda gizlice anlaşmıştı. Talabani’nin bu yaklaşımı Almanya, Fransa ve İngiltere’nin tavrıyla iç içe, terörist ilan edilme olayında temel bir rol oynamıştır. Avrupa çapında varılan bu anlayış birliğinde, PKK’siz bir Kürt hareketi amaçlanıyordu. PKK’siz bir Kürt hareketi ellerinde Ortadoğu çapında kullanabilecekleri çok gerekli bir kozdu.
2-1993’ten sonra Özal ile ateşkes deneyiminin başarısız kalmasından sonra, bu sefer gündeme oturan taktik, “PKK’ye evet, Apo’ya hayır” biçimini aldı. Milyonlarca kitlesel tabana kavuşan PKK’yi tümden karşıya almalarının ve parçalama çabalarının sonuç vermemesi, böyle bir taktik yönelişi öne çıkardı. Her devlet kendine göre ‘PKK kadroları’ oluşturmaya başladı. Ortadoğu’dan Rusya ve Avrupa’ya kadar bu yönlü adımlar atıldı.
Şemdin Sakık için ‘ikinci adam’ unvanı icat edildi. Apo’nun tasfiyesi kararlaştırılmıştı, ondan sonrası hesaplanıyordu. Kani Yılmaz’a bu yönlü bir rol oynatmak için anlamsız bir tutuklama sürecine çektiler. Teslim olmak ve olası tasfiyelerden sonra bir PKK önderi gibi kullanmak amaçlanıyordu. Moskova Numan Uçar üzerinde çalışıyordu.
Ortadoğu’da birçok devletin tavrında bu seziliyordu. YNK ve KDP, PKK üzerinde oyunlarını yoğunlaştırmışlardı. HADEP bünyesinde benzer bir operasyon yürütülüyordu. Hatip Dicle, Leyla Zana ve teslim olmayan diğer milletvekilleri tutuklanırken, DEP örgütü kapatılıyordu. HADEP üzerinde ise bir çekişme yaşanıyordu. Kürdistan boşaltılıyor, Hizbullah maskeli dehşetvari yöntemlerle hiçbir örgütsel suçu olmayan binlerce dürüst yurtsever insan katlediliyordu. 6 Mayıs 1996’da Önderlik bombalanmasının gerçekleşmesinin üzerinden yarım saat geçmeden, Londra kaynaklı haberler Abdullah Öcalan’ın öldürüldüğünü veya bombalandığını dünyaya duyuruyordu. Yapılanları önceden biliyorlardı.
3-1996 İsrail-Türkiye ittifakı ile, bu tarihte başlayan Kuzey Irak’taki Kürt ve Türkmen örgütleriyle Türkiye ilişkileri aynı kapsamdadır. 17 Eylül 1998 Washington Kürt Otonomi Antlaşmasında en önemli madde, PKK’ye karşı tavırdı. Tıpkı 1925’de olduğu gibi, Türkiye’nin verdiği uzun tavizler halkası karşılığında, 2000’e doğru geldiğimizde benzer bir uzlaşma gerçekleşmişti. Bu bir bakıma Lozan’ın yenilenmesi demekti. PKK ve Kürt özgürlük hareketi tamamen izole ediliyor, Önderliğinin tutsak edilmesi için her tür taahhütte bulunuluyor, gerilla üzerinde de Kürt işbirlikçileri, İsrail tekniği ve uzman elemanlarıyla birlikte her tür operasyona yeşil ışık yakılıyordu. Bu, topyekün bir tasfiye planıydı.
Kendi içinde çeteler meselesini bile çözememiş, güçlerini yeniden mevzilendirmekte vurdumduymaz ve Önderliğin sırtından ucuz yaşamaya alışmış sahte bir komuta ve yönetim tarzından kurtulamayan yoldaşlarla, başta Suriyeli ve Yunanlı sözde dostların içyüzü daha iyi anlaşılamamış, son derece çıkarcı ve panikçi yaklaşımları karşısında, PKK Önderliğine düşen, meçhule karşı kuşkulu bir yürüyüştü. Büyük bir iç burkulmasıyla 9 Ekim 1998 macerası başlıyordu.
9 Ekim 98 çıkışı değerlendirilirken, Ortadoğu zemininin ne anlam ifade ettiğini çok sağlam ve yürekten çözümlemek gerekir. Bu zeminde yirmi yıla yakın bir pratik geçirdim. Sayısız ilişki ve çalışmalarda bulundum. Tarihi önemde gelişmeler ortaya çıktı. Bu gelişmelerin benimle ilgili hangi sinir ve ruhla gerçekleştirildiği ve nasıl dayanabildiğim de bütün yönleriyle mutlaka anlaşılmalıdır. Başta PKK yapısı olmak üzere birçok çevre, işin hiçbir şey ifade etmeyen resmi görüntüsü dışında, can alıcı özünü anlama gücünü göstermiyor. Sanki normal ilericiler cephesinde anlı şanlı yaşanılmış, çalışılmış ve başarılmış sanılıyor. Böyle bir şey yoktur. Tabii ki ucuz yorumla izah, kendilerine rahatlık sağlıyor. Dogmatik siyaset ve örgüt anlayışlarını tatmin ediyor. Bu tutum yetmeyince, bu sefer geleneksel kutsallık anlayışlarına sığınarak, “olağanüstü” kişilik özelliklerimle izah edip sorumluluktan ucuzca kurtulmak istiyorlar. Bu yüzden kimse yaşadığım pratiği tüm tarihsel mitolojik, felsefi, dini ve bilimsel anlamıyla çözmeye yanaşmadı. Çok kitap yazıldı; ben de yazdım. Yaşadığım gerçekleri halen de yazacak durumda değilim. Bunun için özgürleşme alanlarının gelişmesi gerekir. Ama koşulları çok elverişli olan ve gelişmeleri için neredeyse şart olan anlama işini başaramayan, başta yoldaş geçinen birçok kişi ve kurum, bu tutumla aslında kendilerini gelişmemeye ve başarısızlığa mahkum ediyorlar. Bunlar mümkünse bu yılların çözümünü yapıp insanlık, Kürtler ve Ortadoğu tarihi ve geleceği için ne anlama gelmesi gerektiğini en temel görev edinsinler. Çünkü bu olanak dışında, özgür yaşama giden yolda ne tarihi ve çağı, ne de güncel somut gerçekleri çözüp önlerini aydınlatabilirler. Şimdilik tek yol budur ve büyük emekle anlamayı ve pratikleştirmeyi gerektirir.
Kalın çizgileriyle Ortadoğu’daki yaşamın küçük bir kısmını, siyaset ve diplomasiyle ilgili yönünü değerlendirsem, tanımı şudur:
Sümerlerden beri döşenmiş labirentlerin içinden bu kadar yıl sonra sağlam çıkmak ve halkların özgürlüğüne bazı hediyelerde bulunmak, gerçek anlamıyla peygambersel bir tutum ve kişilikle mümkündür. Bu süreç bana sadece peygamberlik kurumunu kavratmadı; gerçek özüyle nasıl bir pratikle insanlığa sahip çıkılabileceğini de gösterdi. Bu şu demektir: Her peygamber, toplumsal gelişmede bir anlam yükselişidir. Dili ne kadar ilahi olsa da, özü; gelişen toplumun anlam, hafıza, töre, vicdan, özgürlük ve eşitlik başta olmak üzere, birçok temel konuda farklı kültürel bir aşama kaydetmesine yol açmaktadır. Halk bu konuda çok arif, bilen konumdadır. ‘Sizin yaptığınız yeni bir diyanet, (üç büyük dini kastederek) dördüncü bir din çalışması anlamına gelir’ dediklerinde şaşırmıştım. Daha sonra ne demek istediklerini anladım.
Her ne kadar İslamiyet’ten sonra peygamberliğin ve yeni bir dinin yolu kapanmıştır denilse de, bu, her çağın kendini ebedi olarak yorumlaması gibi bir savunmadır. Ortadoğu’da eski dinler kültürünün başta siyasi ve ideolojik alanlar olmak üzere, tüm toplumsal alanlardaki etkisi ve günümüzü adeta tutsak alması gibi sonuçları çözümlenemeden, ne Avrupa uygarlığı anlaşılabilir, ne de anlamlı bir iç ve dış özgürlük savaşımı başarıyla verilebilir. Tarih hükmünü yürütüyor. Yüzeysel laiklikle ne din çözümlenebilir, ne modern toplum yaratılabilir. İki yüz yıllık milliyetçi yenilenme deneyimlerinin sonuçları ortadadır. Bu yolda ısrar ettikçe, Arap-İsrail çıkmazında olduğu gibi daha ne kadar acılar ve yıkımlara yol açacağı da kestirilebilmektedir. Çözüm, tarihin doğasını çözümlemek ve oradan yola çıkarak bir özgürlük imkanını yaratmaktır.
Çağımız için bu harekete ‘dördüncü bir din’ demek pek anlamlı düşmez. Ancak bu hareketi 1500’lerdeki Avrupa Rönesans’ına benzeyen, fakat kendi uygarlık kökleriyle kapitalizm ötesi uygarlık ufkunu sentezleyen bir diyalektik gelişme temelinde Ortadoğu Rönesansı olarak tanımlamak daha anlamlı ve tarihsel ihtiyaca cevap niteliğinde olacaktır. Bunu yarattık demek abartılı olur. Yapılmaya çalışılan, bu toprakların kültürel özüne uygun ve çağın gericiliğine tutsak düşmeden olumlu özlerini benimseyerek, günümüzün orijinal özgürlük hareketine katkıdır. Bunun tarihte anlam bulacağına ve özgürlük hedeflerine sönmeyen bir meşaleyle yürüyen bir çıkışın güçlü ve süreklilik kazanan bir akımı olacağına inancım tamdır. Eksiği ve kiri varsa da, güçlü temsilcilerinin bu akımı daha da arındırarak ve hareket gücüne kavuşturarak, uygun ve gerçekçi hedeflerine adım adım ulaşacaklarına dair umut ve inancım hiç eksik olmamıştır. Tersine, bu coğrafya kendisine ekmek, su ve hava kadar gerekli zihinsel ve ruhsal güce kavuştuğu için, yaşamın anlamı bin yıllardan beri içine girdiği çıkmaz ve karanlıklardan sıyrılarak, daha doğru ve aydınlanmış yolda coşkuyla ilerleyerek hedeflerine varacaktır. Böylesi bir anlamlı yaşamın yaratılması her şeyden daha çok değerlidir ve kıymeti de o denli bilinmek durumundadır. Tarihte eşine rastlanmayan kahramanlıkların, acıların ve fedakarlıkların sahiplerine saygı ve bağlılık, kendimizi bin yılların lanetli kıldığı gerçeklikten kurtarıp kutsamakla özdeştir. İlla buna yeni bir dini anlam biçilecekse, bu noktada görülmelidir. Bir kutsaması vardır, o da aydınlatılmaya çalışılan bu özdür. Bu savunmam, lanetten kurtarılmış ve kutsanmış çağdaş yaşamın ne anlama geldiğini açıklamaktadır.
Şam’dan Avrupa’ya doğru çıkışımı bazı tarihsel örneklerle mukayese etmem yanlış yorumlanmaktadır. Ama tarihle güncellik kutsallığın özünde yürüyorsa, bu benzerlik kaçınılmazdır ve doğrudur. Ancak çarpıtılmış ve inkara dayalı tarihler, kutsal değerlerin benzeşme gerçeğine set çekebilirler. Bu durum bile, olsa olsa bir perdelemedir. Gerçek olan, kutsallıkların zincirleme hareketidir.
Hıristiyanlığın özellikle Avrupa kolunu yaratan Büyük Aziz Paul’den bahsedeceğim. Önce havarilere düşmanlık yapıyordu. Şam yolunda bir mucizeyle havarilere katılışını, tarih değiştiren bir olay olarak anlatır. Tarsus’ta doğan Yahudi bir aileden gelmektedir. Antakya’dan başlayarak birkaç kez Anadolu, Yunanistan ve İtalya’ya sefer yapar. Çok büyük inanmış bir propagandacıdır. O olmasaydı, Hıristiyanlığın Avrupa’ya bu denli taşınması mümkün olamazdı. Roma’da öldürüldü.
Anısına Avrupa’nın her tarafında dikilmiş Saint Paul katedralleri boşuna büyük bir görkemlilik arz etmezler. Çünkü Avrupa ahlakının ve bugünkü aşamaya ulaşmasının temelinde Aziz Paul’un attığı insanlık harcı vardır. Avrupa yarı yarıya Saint Paul demektir. Çok yönden ihanete uğramış olması ve olumsuzlukların da kaynağına alet edilmek istenmesi bu gerçeği değiştirmez. Daha ilginç olanı, Yunan sahasında karşılaştığı iyi dostlar kadar, birçok dönek ve sahte dostların da mevcudiyetidir. Bazı dostların laubaliliğinden de şikayet eder.
9 Ekim 98’de Şam’dan çıkışım bu tarihsel olguyu hatırlatır. Çok sayıda dost vardır. İktidardaki partiden birçok davet yapılmıştır. Parlamento, anayasayı değiştirebilecek bir çoğunlukla beni davet etmiştir. Gitmeden önce bakanlık yapmış ve halen milletvekili olan Kostas Baduvas adlı dostla konuşan tercüman Ayfer Kaya, gelebileceğime dair telefonda on’u aşkın teyit almıştır.
Ulaştığımda, ortada ‘dost Baduvas’ yoktur. Karşılayan, İstihbarat Başkanı Stavrakis ve çağdaş Yehuda İskaryot (İsa’yı ihbar eden havari) rolünü oynayan ve adını da Agit koyan Kalenderis’tir. Tavırları tam 3000 yıl önceki Helenlerin tavrından farksızdır. Helenlerin o günden beri değişmeyen bir tavrı; kendi dışındakileri ve çıkarlarına uygun düşmeyenleri barbar olarak adlandırmak, kendi basit dünyaları dışındakileri yabancı olarak görmektir ve bu, köklü bir duygudur. Fakat bu yaklaşım tüm gerçeği ifade etmez, işin duygusal ve moral yönünü izah edebilir. Siyasi ve diplomatik gerçekler daha farklıdır.
Şu gerçeği görmekte yarar var: Kürt Özgürlük Hareketi, PKK önderliğinde bir nevi çağdaş Bolşevizm gibi görülmektedir. Zaten ‘katı Stalinci’ damgalaması bu görüşü yansıtmaktadır. Çok farklı özellikleri olsa da, yaklaşımlar benzerdir. Resmi siyaset ve devletler düzeni, PKK’yi ve bir bütün olarak Kürt Özgürlük Hareketini legaliteye kabul etmek istememektedir. Birçok ülke ise illegaliteye çekmiştir. Özellikle Almanya bunda başı çekmektedir. ABD daha katıdır. Ortadoğu devletleri de aynı yaklaşım içindedir. Kesinlikle legalite dışı saymaktadırlar. Dost olanları ancak kişisel ve gayri resmi yaklaşım içindedir. En çok koruyucu dost ülke olarak tanıtılan Suriye, hiçbir zaman radikal Arap milliyetçiliği çizgisini aşmamıştır. Kişi olarak Devlet Başkanı Hafız Esat’ın tavrı önem taşıdığından, iki cümleyle değerlendirebiliriz. Hafız Esat, büyük olan otoritesinden ve içinden geçmekte olduğu koşullardan ötürü, bana göre despotik klasik devletle devrimci demokratik devlet arasında bir çizgide duruyordu. İlahi anlamlı devletin bir ayağını halkın içine çekmişti. Sanılanın aksine, otoriter ve kutsal devleti basitçe kısmen halkın hizmetine vermişti. Ama Sümer rahip devlet anlayışını esas olarak koruduğu da bir gerçektir. Yarısı aydınlık, yarısı karanlık bir Ortadoğu kimliğiydi. Kürt özgürlük hareketine düşman değildi. Ama geleneksel ideoloji, devlet anlayışı, milliyetçilik ve çağdaş diplomatik güçler dostluğunu engelliyordu. En büyük yiğitliği, başkaları istiyor diye düşmanlık yapmamasıydı. Fakat son ayrılacağımız günlerde, Firavun torunu Mısır Başkanı Mübarek ile etrafındaki bürokrasiyi aşacak güçte olmadığını ortaya koymuştu. Milliyetçiliği aşırı zorlayacak konumda değildi.
Benim açımdan eleştirilmesi gereken Suriye değil, kendi konumumdu. 1990’ların başlarında, hatta 1980’lerin de başlarında Arap sahasından ayrılmamla tarihin seyri başka olabilirdi. Zağroslara yerleşmem en ciddi seçenekti. Fakat İran ve Kürt işbirlikçilerinin yaklaşımlarının neleri doğuracağı bilinmezdi. İkincisi, bu rolü rahatlıkla ve başarıyla oynayabilecek arkadaşlar vardı. Bu hakkı onlar kullansınlar beklentisi hakimdi. Ama öyle basit çıktılar ki, kendilerini bir karışlık derede bile boğduracak cüceler olduklarını gösterdiler. Kendilerine tanıdığım tarihi fırsatı ve hizmeti hiç anlamadılar. Olanaklar üzerine hovardaca ve bir mirasyedici gibi oynadılar. Kendilerini de, çok büyük değer ifade eden emek ve sabrımı da gafilce kullandılar ve çarçur ettiler. En çok eleştirilip özeleştiriye çekilmesi gereken konu budur. Fakat 9 Ekim 1998 çıkışını oraya yapmamanın doğruluğuna hala inanıyorum. Çünkü o zaman savaş kişiselleşir, tam bir intikamcılığa dönüşürdü. Olası bir barış ve kardeşlik fırsatı hepten yitirilirdi. Dağa çıkış 40 yıllık rüyam olduğu halde, üzüntümden çatlamamın tek nedeni, insan yaşamının ve özgürlüğün iğne ucu kadar barışçıl bir imkanı varsa, bunun denenmesinin tercih edilmesinin daha değerli olmasıydı. Mevcut tabutluğumda bile moralli olmamın tek nedeni, onurlu bir barış için yaşamamın soylulaştırıcı bir savaştan daha az değerli olmamasıdır.
Simitis hükümetinin bu tavrının özünü anlamak çok daha önemlidir. ABD ve İngiltere, hatta Almanya’nın da onayı dahilinde bir tutum olma ihtimali bulunmaktadır. Yine Baduvas’ın davetine hiç sahip çıkmaması düşündürücüdür. Gelmememi kesin isteyebilirdi. Bakan olan birisinin bu kadar basit kalması anlaşılır olmaktan uzaktır. Önemli bir ihtimal, ayaklarımın Ortadoğu’dan bilinçli kopartılmasıdır. Bunda İngiltere İstihbaratı temel rol oynamış olabilir. Karışık güçlerin devrede olması ihtimal dışı değildir. Daha sonraki gelişmeler şu gerçeği gösterecektir: Avrupa’ya çekilip kişiliğimi ve onurumu yıktıktan sonra, ellerinde ehil bir araç olarak, başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu denkleminde kullanılmamın tasarlanması en güçlü olasılıktır. Yunanistan’a ilk adımımı atar atmaz; hukuk, insan hakları ve demokratik toplum kurallarının benim için olmadığını, katı siyasi ve ekonomik çıkarlarının esas alındığını anlayacaktım. Yunanistan’la başlayan tavrın Türkiye korkusu olduğunu veya anlaşarak sağlandığını belirtmem pek gerçekçi olmaz. Tersine, en üst düzeyde Batı sistemi olarak, başta Başkan Clinton olmak üzere, Türkiye’nin tavrını çok önceden ve çok dakik olarak inceledikleri kanaatindeyim. PKK ve Öcalan olgusunu kendi çıkarları için Türkiye’nin başına en ideal biçimde patlatmakta ve kullanmakta çok bilinçli olduklarını da belirtmem gerekir. Strateji ve taktik şuydu: Hem PKK’yi ve Kürtleri, hem de Türkiye’yi ve Türkleri kullanmak; gerektiğinde elli yıl sürecek kör bir savaşta tutmak için benden yararlanmak, Türkiye’nin elinde gerçekleştirilecek bir öldürtmeye kadar gitmek, en azından kendilerine bağlı şoven gerici kesimlerle bunu gerçekleştirmek. Böylelikle Türkiye’yi kendilerine daha çok bağlama, Kürtleri de onursuz bir sığınmacılık altında kendine muhtaç kılma stratejinin ana parçaları olarak değerlendirilmektedir. Yaşanan dört aylık Avrupa macerası, bu eğilimi daha çok doğrulayacak niteliktedir.
Dostluk eğilimimi belirtmek durumundayım. Beş yaşındaki bir çocuk da olsa, dost bellediğimde sonuna kadar inanmam benim için bir karakter özelliğidir. Hayatta belki de en büyük zayıf (kendim buna inanmıyorum, dostluğun ve yoldaşlığın güven şartının hiç çiğnenmemesi gerektiğine batıl bir inanç gibi halen inanıyorum) yönüm, bu tür bir güven duygusudur. Dostluk ve yoldaşlık adına bu yönümün korkunç kullanıldığını biliyorum. Ama en temel insani değer olduğundan, vazgeçmemem gerektiğine de eminim. Bana göre, dostluk ve yoldaşlıkla oynamak, anasını ve eşini satmak gibi bir şeydir. Dolayısıyla dostluk ve yoldaşlık bağı 20. yüzyılın şahsında en büyük darbeyi yemiş olduğundan, onun en son ve en trajik kurbanı ben olacaktım. Bu anlamda 20. yüzyılla boğuşmaktan bahsetmem gerekir. Önce Yunanistan’da, sonra olası dostluk adına gittiğim ikinci durak Rusya’da, dostluğun başına neyin gelmiş olduğunu belirtmem hayli öğretici olacaktır.
İki seferin sonunda yoğunlaşmam, Yunan karakterini sınırlı da olsa çözme imkanını verdi. Bahsettiğim, hakim Yunan karakteridir. Mutlaka halkının bazı özgün ve egemenlerden farklı karakteristik özellikleri vardır. Tanrı Dionysos’tan beri Yunan halkının özgünlüğü bir gerçektir. Coşkulu ve dostçadır. Ama dünyanın tüm ülkelerinde görüldüğü gibi, bu karakter yenilmiştir ve ancak elinden ağlamak gelir. Dünyanın tüm halkları dostluklarına sahip çıkamazlar. Ama ardından bol bol ağlarlar. Kendi kendilerine dost ve yoldaş olduklarında da böyle yaparlar. Ayrılıkları, yitirişleri ve birlikleri ağlama ve ucuz sevgiye gömülmüştür. Saygı duyulsa da, bunun fazla değeri yoktur. Dostluğu ve yoldaşlığı koruyamayan bir saygı ve sevgiye, anam da olsa, hep hor baktım. Karşılıklı bir sevgi ve anlayış göstermedim. Sanki kader bana, ‘Çok değer verdiğin dost ve yoldaşların için ağlamaya değmez’ der gibidir. Karşı çıktığım, dostluk ve yoldaşlık değildir. Tersine, ona zafer değerini veremeyen, dost ve yoldaş olmasını bilmeyen, sahte ve zavallılardır.
Yunan egemen sınıf tarihine bakıldığında, MÖ 1600’lerde Mikenlerden beri mitolojik bir biçim kazanmış olan düşünce tarzlarına göre, tanrı Zeus her türlü puştluğu ve kalleşliği yapabilir. Önüne çıkan her kadını baştan çıkarabilir; her tarafından, alnından, kıçından Athena başta olmak üzere birçok küçük tanrı doğurabilir. Yalan ve kandırmaca tanrısal özellikleridir. Troya kahramanı Hektor’u nasıl kandırdığını, ona inanan Homeros bile hayıflanarak dizelerine döker. Yeter ki Helenistlerin çıkarına olsun. Bir nevi İsrail Tanrısı Yehova gibidir. Helenler ve İsrailoğulları seçilmiş kavim oldukları için, diğer insanlık, yani barbarlar aleyhine ne yapsalar haklarıdır ve tanrıları da bunu böyle emretmektedir. Bu mitolojik gerçeklik, daha sonra dinsel ve siyasi gerçekliğe dönüşecektir. Mitoloji deyip geçmemek gerekir. Günümüze kadar dinin ve siyasetin temelinde yatan mitolojik gerçekliklerdir.
Bu mitolojik özellikler, Yunan hakim sınıfının nasıl doğduğunu dile getirmektedir. Ana kaynağı da Sümer mitolojisidir. Anadolu, Fenike ve Mısır üzerinden hem mitolojik, hem de maddi toplum olarak beslendikleri bilinmektedir. O günden beri değişmeyen bu sınıfsal ve ulusal karakter bütün çıplaklığıyla karşımda duracaktır. Hileci, kandırmacı, çıkarları uğruna hiçbir insana değer tanımayan, dışındakileri değersiz ve barbar sayan bir zihniyet ve ahlaktır. Temsil ettiğim insanlık, halk ve tarih gerçekliği, özünde kendisiyle bağdaşmayacak farklı bir tarih, siyasal ve kültürel gerçeklikle karşılaşmıştı. Bu bir anlamda Medler ve Perslerden beri devam eden Doğu-Batı karşılaşmasının küçük bir devamıydı. Batı kapısı, şahsımda temsilini bulan Doğu çıkışına kolay geçit vermeyecekti. Atina’nın başka hesapları da vardı. Tüm yaklaşımları, Türk tehlikesine karşı herkesten ve her yöntemle yararlanmaktı. Benim şahsımda yararlanabileceklerine -tabii dostça bir biçimde- pek göz kestiremiyorlardı. Yararlanmayı, tipik İngiliz politikası gibi “iti ite kırdırma” biçiminde ele alma yanlısıydılar. Dostluklarının bir kandırmacadan ibaret olduğu anlaşılıyordu.
Önceden planlanmamış çıkışım, ortaya çıkan zorunluluk karşısında, denenmesi gereken önceliklerin başında görüldü. Reel sosyalizmden sonra içine düşülen yozlaşma sürecinin krizli bir dönemi yaşanıyordu. Başbakan Primakov ve Başkan Yeltsin, reel sosyalizmin önemli hainleriydiler. Ekonomik ve gizli kirli istihbaratla bağlantılı çıkarlar nedeniyle, konumum ne kadar stratejik de olsa, o dönem için satılmaya çok müsaitti. Koca bir Sovyet sistemini satanların nazarında özgürlük değerlerine saygı beklemek kendini kandırmaktı. IMF, ABD, İsrail ve Türkiye ile yürütülen ilişkiler, bana karşı hukuk dışı bir tavrın alınacağını kesinleştiriyordu. Halbuki Duma benim 298’e karşı 1 oyla siyasal iltica tanınmasına ilişkin bir karar çıkarmıştı. Fakat despotik devlet açısından bunun fazla anlamı yoktu. Beni zorla Türkiye üzerinden Kıbrıs’a indirmek istiyorlardı. Büyük ihtimalle işbirliği halinde, daha o günlerde bir teslim etme gerçekleşebilirdi.
Bu inanarak yaptığım bir tercih değildi. Fakat uğrunda o kadar kan dökülmüş ve acı çekilmiş özgürlük ve eşitlik ideallerinin başına böyle bir yozlaşmış rejimin çöreklenmesi, aslında reel sosyalizmin derin sapmasını göstermekteydi. Bu durum onun geleneksel sömürü ve baskı sisteminden kopmadığını kanıtlıyor, Sümer rahiplerinin tapınak sosyalizminin bile gerisinde olduğunu hatırlatıyordu. Rusya devrimciliğinin kapitalizmin ve feodalizmin ufkunu aşamadığının, devlet kapitalizminin sosyalizmi doğuramayacağının, dolayısıyla çağdaş liberal kapitalizm karşısında tutunamayacağının bir örneğini sergiliyordu. Bunu bizzat görmem, 20. yüzyılın bir yüzünü daha iyi tanımama yol açtı. 20. yüzyıl bir ihanet yüzyılına çok benzemekteydi. Devrimler ve özgürlükler yüzyılı, daha sona gelmeden, hiçbir insanlık değerine kökten bağlı olmayan ve maddi çıkarcılığın her ilkeyi tutsak ettiği bir yüzyıl olarak 2000’e dayanmıştı. O kadar kanlı geçmesi yücelmesine değil, barbarlığına bir kanıttı. Genele hükmeden, ilkel milliyetçilik ve kaba materyalizmdi. İnsanlığın tarih boyunca tüm yüceltici, gerçekten insan hakları ve demokratik içerikli özelliklerine karşı en kapsamlı bir karşı-devrim söz konusuydu.
Devrimin ve karşı-devrimin tanımını yeniden yaptıracak bir sonuçla karşılaşılmıştı. Karşılaştığım tablo insan gerçekliğine daha doğru yaklaşmaya zorluyordu. İlkelerle güne gömülmüş yaşam tarzını kıyaslamamı aydınlattı. Bazı sembolik kalıplara takılmamam, artık tanrı ve insan maskelerini (ki, aynı gerçeği ifade ederler) cesaretle parçalamam gerektiğine dair cesaret ve bilincimi arttırıyordu. 20. yüzyılın putları kırılmalıydı. Bireyin varlığı ve hakları toplumun varlık ve haklarından önce gelmeli veya en azından ikisi arasındaki optimal (verimli ve özgür birlik) nokta esas alınmalıydı. Bireysellik ve ona ilişkin hakların kapitalizmin insafına terk edilmesi vahim bir yanılgıydı. Bireyin varlığını ve özgür gelişimini esas almayan her toplumculuk, aslında Sümer rahip tarzıydı ve egemen sömürücü sınıfları doğurmaya mahkumdu. ‘Her şey toplum için’ sloganı aslında en eski bir sınıflı toplum sloganıydı. ‘Her şey birey için’ ise, çelişkili gibi görünse de, en gelişmiş sınıflı toplumun, kapitalizmin sloganıydı. İki ilkenin sloganlarına yenik düşmeden, bir insanlık, özgürlük ve eşitlik idealine dayanmak esas yoldu. Bilimsel sosyalizm bir olgu olacaksa, kendini dogmatizmden ve tapınak sosyalizminden kurtarmalıydı. Devlet uğruna her mücadele sosyalizme tersti. Onun yerine bir arayış, sosyalizmin özüydü. Bulunan proletarya diktatörlüğü de olsa, yeni bir kölelik aracından başka sonuç vermiyordu. Zor sisteminin aşılmasına dayanan bir siyasal teori ve pratik, bireyi baştan esas alan bir özgürlük ve toplumu kolektif emekle yücelten bir eşitlik ideolojisi, bilimselliğin ve tekniğin yol açtığı imkanlarla egemen sınıf barbarlığını aşabilir ve özlenen toplumsal ütopyanın gerçekçi ifadesini kovuşturabilirdi.
Moskova seferinin bu yönlü ideolojik yoğunlaşmamı hızlandırması, sosyalizm ütopyasına inanmış ve büyük emek çekmiş sahiplerinin anısına verebileceğim en temel karşılıktır. 20. yüzyılın Moskova’sı o kadar basitleşmişti ki, hiçbiri hayali olumsuz da olsa canlandıracak güçte değildi. Rus gerçeği üzerinde en az Yunan gerçeği kadar durmanın gereği açıktı. Burada da bazı putları yıkarak yaklaşmanın gerçeklere ulaşma açısından vazgeçilmez olduğu kendini açıkça ortaya koyuyordu.
Roma’ya 12 Kasım 1998’de yöneliş, Avrupa içinde gidilebilecek tek ülkenin başkenti konumunda olmasındandı. Komünist Partinin ‘Yeniden Yapılanma’ adlı grubundan Milletvekili Ramon Montaviani’nin desteğiyle ulaşıldı. Massimo D’Alema Hükümetinin birkaç aylık dönemine denk gelmişti. Yaklaşımları zikzaklı oldu. Ne siyasi, ne hukuki net bir yaklaşım sergileyemedi. İtalyan büyük sermaye çevrelerinin ağır tahriki, Avrupa ülkelerinin tam destek vermeyişleri, özellikle Almanya’nın kişiliğini sarsma ve kendini dayatma tavrının ağırlığı altında inisiyatifli davranamıyordu. Baştan savmacı tavır gelişiyordu. En iyi eğitilmiş polis gruplarıyla çok yoğun bir psikolojik baskı kuruldu. Odadan ayrılmaya hiç fırsat tanınmadı. Kaçırtma veya kalmakta ısrar edilirse çok sıkı bir denetime razı olma dayatılıyordu. Ağır sorumlulukları olan birisi için, ilk çıkan fırsatta ayrılması gerektiği açıktı. Bir zorla atmadıkları kalmıştı. Birçok ülkeye para verip yer ayarlamaya çalışmaları gerçek niyetlerini gösteriyordu. Demokratik hukuk tavrı sergilenmeyecekti.
Niyetim Kürt sorununu demokratik bir platforma çekmekti. Destek olunsaydı, Türkiye’nin de bu tavra gelmesi zor olmayacaktı. Anlaşılan, Avrupa Kürt sorununun ciddi çözümünden yana değildi. Sorunla Türkiye’nin uğraşması daha çok işlerine geliyordu. Yunanistan’ın tavrından da bu anlaşılıyordu. Avrupa’da siyaset, savaşın sonunu getirebilirdi. Bu ise, ABD de dahil, Batının stratejisine uygun düşmüyordu. Almanya’nın tavrı, bir an önce dağ yolunun açılmasıydı. Uzun vadeli düşündükleri açıktı. Ortadoğu’da Kürtlere dayalı bir kargaşa daha çok işlerine geliyordu. Dolayısıyla benim beklenmedik çıkışım, taktikleri dışında bir durumdu. Bütün hazırlıkları, ehlileştirilmiş işbirlikçi Kürt şahsiyetlerine dayanıyordu. PKK ve özellikle benim varlığım, on yıllarca yürütmüş oldukları ve çok sermaye akıttıkları Kürt kozunu ellerinde işlemez kılıyordu. Ya çok sarstırıp kişiliksiz biri konumuna getirecekler, ya da dışlayacaklardı. Bunda ABD’nin eğilimi de hesaba katılıyordu. Zorlasam kalabilirdim. Roma hukukunun doğduğu merkezden atılmam zordu. Fakat siyasi riskleri ağırdı. Bu kadar zorlayan bir devletin daha tehlikeli yönelimleri de her an hesaba katılmalıydı. İlk doğacak fırsatta ayrılmam zorunluluk arz etmişti.
Avrupa’nın üç tarihi başkentinde geçirdiğim toplam dört ay bazı önemli gerçekleri ortaya çıkarmıştı. Demokrasi ve hukuk, Kürt özgürlük iradesine hakkını vermek niyetinde değildi. Avrupa’nın insani bir Kürt politikası yoktu. Sadece Türkiye’ye yönelik taleplerinde bir argüman olarak kullanılıyordu. Aslında son iki yüz yıllık politikalar sürdürülüyordu. Kürtleri Ortadoğu’da İran, Irak ve Türkiye yöneticilerini kendi politikaları doğrultusunda zorlamak için en uygun araç olarak görüyorlardı. Acil bir çözüm için tavır almamalarının altında bu temel neden yatıyordu. Onlara uzun vadeli sorun yaratan bir Kürt olgusu lazımdı. Çözüm ise, kullanacak malzeme bırakmıyordu.
Bu tutum Kuzey Irak’taki Kürt işbirlikçileri için de geçerliydi. Sorunlu bir Türkiye kendilerine muhtaç olacaktı. Dolayısıyla PKK’nin hep bir sorun olarak kalması, politik çıkar için hepsine çok gerekliydi. Benimle çözümü değil, istedikleri gibi davranıp uzun vadeli politikalarına hizmet edecek birilerini düşünüyorlardı. İki yüz yıllık politik perspektiflerine aykırı bulunuyordum. Özgür karakter ve bağımsız karar inisiyatifi kabul edebilecekleri bir durum değildi. Bunu kabul etmeleri, onlarca yıldır besledikleri birçok işbirlikçi Kürdü kaybetmeleri demek olurdu. İtalya Türkiye’den daha çok yatırım ve ticaret imkanı elde etmek istiyordu. Bunun için en radikal tavrı alabiliyordu. Ama benim durumum, pratikte görüldüğü gibi bu hesabı da bozuyordu. Çıkarları kişiliğimi kaldırmaya uygun düşmüyordu. Anlaşılan, Avrupa hukuku ve demokrasisi Kürt sorunu sınırlarında duruyordu. Ancak işgüçlerinden ucuzca yararlanma ve uzun vadeli Ortadoğu politikalarında bir araç olarak kullanılan Kürt yaklaşımı geçerliydi. Bu yönüyle de olsa, politika yine de tam şekillenmeden uzaktı. Ağır basan yön, genel birçok sorunda -başta Balkanlar - olduğu gibi, Kürt sorununda da Avrupa’nın şekillenmiş bir politikasının olmadığıydı. Her devlet ancak polis ve istihbarat çerçevesinde yaklaşıyor, sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla da sızmaya çalışıyordu.
Roma’dayken ve sanıyorum Moskova’dayken, benimle en yoğun ilgilenen bir güç de MOSSAD’dı. “Kürt meselesinin en esaslı sahibi benim” dercesine, istihbarat ve denetim ağını esasta geliştiren güç olduğu giderek açığa çıkarıyordu.
ABD, İsrail ve İngiltere ayrı bir kanat olarak duruyorlardı. Avrupa henüz dağınıktı. Zaten bu tip önemli sorunlarda ortak bir politikadan yoksundu. İngiltere iki yüz yıldır önderlik ediyordu. Olası Kürt politikası İngiltere olmaksızın düşünülemezdi. İsrail’in doğuşuyla denetim MOSSAD eliyle yürütülüyordu. Barzani ve Talabani’yle birlikte birçok Kürt sisteme bağlanmıştı. Yalnız PKK’nin durumu yaratmış oldukları sistemi bozuyor, yaratılmış dengeyi tehdit ediyordu. Bu nedenle beni sorumlu tutup, sıkı bir teşhir ve tecrit politikasına hapsetmişlerdi. Türkiye’yle 1996 antlaşmaları, operasyonel roller üstlenmelerine de yol açmıştı. Bunu çok iyi hesap edememek bir eksiklikti. Roma’dayken hala ciddiye almamamız, İsrail gücünü hesaplamadaki yetersizlikten kaynaklanıyordu. Daha sonra anlaşılacak ki, Moskova’yı da benimle ilgili olarak avuçları içinde tutan İsrail’di. Benim esas takibimde ve işlemez duruma getirilmemde İsrail’in payı belirleyiciydi. Tabii bunu ABD’nin büyük mali ve diplomatik desteğiyle birlikte yürütüyorlardı. Moskova’da kalmamam için IMF’nin 8 Milyar Dolarlık kredisi kullanılmıştı. Yine Türkiye’den bu amaçla Mavi Akım Projesi koparılmıştı. En alçakça olanı şuydu ki, hiçbir şey vermeden, sıkışık durumumu bol bol kullanarak, birbirlerinden birçok tavizi koparıyorlardı. Türkiye’de “Apo primi” denilen rantçı sistem, uluslararası alanda da daha büyük çaplı uygulama buluyordu. Tüm Avrupa, Rusya, ABD ve en son Kenyalı bürokratlar da nemalarını alacaklardı. Şahsımda bir halkın özgürlük istemlerinin böylesine maddi çıkarlarla pazarlanması çok alçakçaydı.
İtalya’da psikolojik savaş sonuç veriyordu. En ufak bir fırsatta çıkmaya hazırlanıyordum. Moskova temsilcisi Numan Uçar’ın köylü basitliği komplonun derinleşerek sürmesine yardımcı oldu. İtalya temsilcisi Ahmet’in de pasif ve sorumsuz hali, olup biteni tam anlamaktan uzaktı. Hepsi kendi basit dünyalarında çoktan tükenmişlerdi. İtalya’dan çıkışta hem ben, hem Başbakan D’Alema rahatlamıştı. D’Alema kötü bir demokrasi ve insan hakları sınavını vermişti. İtalyan sermayesi karşısında ürkekti. Hukuk ve demokrasinin gür sesi olsaydı, özgürlük tarihine katkısı unutulmaz olurdu.
Tekrar Moskova’ya vardığımda, büyük ihtimalle oyunun son perdesi bilinerek hazırlanmıştı ve oynanıyordu. İtalya’dan çıkartılmam, her iki tarafın karanlık güçleriyle yetersiz PKK temsilcilerinin safdilce yaklaşımlarıyla gerçekleşmişti. Süreç, çarmıh veya tabutun hazırlanması süreciydi. Moskova’dakiler ilk çivileri sıkı vuruyorlardı. İlk defa suratlarında dostluğa hiç yer vermeyen görüntülerle tanışıyordum. Belli ki, karar üst düzeyden ve kesindi. Bilinen akıbette üzerine düşeni yapıyorlardı. Oyun ve zorbalıkla bir kargo uçağına bindirip, sonradan Tacikistan’ın Başkenti Bişkek olduğu anlaşılan köy evi gibi bir yerde bir haftalık bir tutukluluktan sonra, aynı statü içinde Petrograd yoluyla garip dost gibi görünen ve emekli general olduğu söylenen Nagzakis’le Atina temsilcisi Ayfer özel bir uçakla gelip Atina’ya doğru yola çıktık. Uçağın devlet bağlantısı açıktı. Önce Romanya’ya indirilmek istendi. Nagzakis teslim etmenin burada gerçekleşeceğinin Simitis’le kararlaştırıldığını iddia etmektedir. Doğru olabilir. Kabul etmeyince, zorunlu olarak Atina’ya indik. Aynı cehennem zebanileri, Stavrakis ve Kalenderis bekliyorlardı. Yalnız bu bir gün sonra olacaktı. İlk gün geldiğim gibi VIP salonundan geçip bir gün Nagzakis’in kaynanası, halktan ve dost olan kadının evinde kalacaktım. Ona şunu demiştim. “Pangalos ihanet edebilir mi?” Çok kesin ‘hayır, seçim için bundan iyi bir fırsat olamaz’ diyordu.
Dışişleri Bakanı Pangalos açık bir hileye başvurdu. Resmen görüşmek amacıyla çağırdığı eve en üst düzeyde istihbarat ekibi yollamışlardı. Dostça olmayan tehditkar bir üslupla “Sana sabah saat dörde kadar süre tanıyoruz. Aksi halde bildiğimizi zorla yaparız” dediler. Bu bir düşmanca yaklaşımdı. Geçek suratlarını gösteriyorlardı. Önceden anlaşmış oldukları açıktı. Geriye benim halen devam eden dostça güvenimi kullanıp istedikleri yere çekmekti. Kenya çok önceden CIA ile birlikte hazırlanmıştı. Bunu sonra anlayacaktım. Çok güvendiğim Kalenderis, Yunan devletinin şerefi üzerine söz vererek, tehlikeden uzak bir yer olarak eski Yunanlıların etkili olduğu Kenya’da 15 gün içinde Dışişleri Bakanının hazırladığı Güney Afrika pasaportuyla çözüm bulunduğunu söyledi. Dosta güven esas olduğu için kabul etmemek olmazdı. Yanımda ciddi bir uyarıcı yoktu. Tam anlayamadığım tercüman Melsa, uyuşuk hareket ediyordu. Sahteliklerini çözebilirdi. Ayfer’i alıkoymuşlardı. Aslında tecrit edilmiştim.
Bu süreçte ihaneti dolaylı yoldan anlatmak isteyen birkaç harekete tanık oldum. Şoför binmem gereken uçağa sert bir vuruş yaptı. Bunun bilinçli bir tavır olduğu kanısındayım. Uçak kalkamadı. Fakat daha sonra hemen İsviçre üzerinden olduğunu tahmin ettiğim yerden, çok özel bir uçak Yunanlı olmayan ekiple gizli bir askeri havaalanında beni bekliyordu. CIA veya İngiltere istihbarat uçağı olma ihtimali yüksekti. Binmeden önce taksi şoförü on defadan fazla gidip geldi, uçağa bir türlü varmak istemiyordu. Bundan da bir sonuç çıkarmadım. Dostluğun kitabında böyle ihanetlere yer olmayacağına o kadar inanmıştım ki, birisi o anda bana “kaçırılıyorsun” deseydi, terslerdim. Çünkü insanlığın kitabında buna yer yoktu.
Daha sonra her şeyin planlı olduğu anlaşılacaktı. Kenya Büyükelçisi Kostulas beni rahatlıkla havaalanından aldı. İlk konuşması manidardı. İngilizler ve Almanların biraz şerefi olabileceğini, ama Yunanlıların pek şerefi ve onuru olmadığını hissettirmek istedi. Bu sözlerinden bir anlam çıkarmak imkansızdı. Zorla BM toplantısına bırakmak niyeti vardı. Bundan da bir şey anlayamadım. Daha sonra benimle birlikte yemek yemekten de vazgeçti. Hiç oturmamaya çalışıyordu. Belli ki son günleri geçiriyordu. Atina’dan gelen direktifle mutlaka elçilikten atılmam isteniyordu. Dört goril gönderilmişti. Direneceğimizi belirtince vazgeçtiler. Dışişleri, Kamu, Adalet ve İstihbarat Bakanlıkları sabaha kadar bakan düzeyinde telefonla Elçilikten çıkarılmam gereğini belirtip orta yere atılmamda kararlı görünüyorlardı. Kostulas, Kenya Dışişleri Bakanının İstihbarat Başkanı oğlunun olduğu bir toplantıya gidip, her şeyin bilindiğini, fotoğraflarımın bile çekildiğini, tanınan sürenin 15 Şubat’a kadar olduğunu, çıkmazsak zorla bunu gerçekleştireceklerini karar olarak bana aktardı. 15 Şubat’ta çıkmazsak, öldürme dahil her şey olabilirdi. Dolayısıyla o gün çıkmak kaçınılmazdı. Kalmak; baskın, direnme ve silahlı çatışma süsü verilerek öldürülmek olacaktı.
Kalenderis’in son büyük ihaneti şuydu: “Simitis’le konuştum. Mısır üzerinden Hollanda’ya gidebileceğimize dair güvence verdi” dedi. Olduğu gibi kabullenmekten başka bir seçenek yoktu. Daha önce de Beyaz Rusya’nın Başkenti Minsk üzerinden bir Hollanda seferi düşünülüyordu. Aslında bu da tertipti. Büyük ihtimalle Şam çıkışından beri her şey CIA, İngiltere ve Yunan İstihbaratının halen içyüzü tam bilinemeyen bir planı gereği yönetilmekteydi. Tarihin en büyük provokasyonlarından birisi olarak hazırlanıldığından kuşkum yoktur. Ama gerçek içyüzü konusunda her şeyi bildiğimi söylemem olanaksızdır. Bunu ancak kendileri bilebilir. Yapabileceğimiz, ortaya çıkan gelişmeleri doğru yorumlayabilmektir. Kenyalı polisi Elçiliğin içine kadar almışlardı. Gitmememin baskın anlamına geldiğini açıkça hissettiriyorlardı. Yetkili birkaç cümleyle şunu söylüyordu: “Biz ülkemizde kan dökmek istemiyoruz.” Bu arada ilaç, uyuşturucu kullanma durumları olabilirdi. Mutfakçılar mutlak anlamda Elçiliğe bağlıydı. Durumum bir nevi uyurgezer gibiydi. Dolayısıyla sağlıklı düşünmeden alıkonulmam için gerekli dozajda ilaç kullanmış olmaları bu süreçte yüksek bir ihtimaldi. Çok açık kuşkulu durumları bile çözmememin bir nedeni de uyuşturucu etkisi olabilir.
Bindiğim uçağın etrafında yeşil gözlü ve sarışın, kumral, uzun boylu ve ellerinde otomatik tüfekli adamların tertibat aldığını fark ettim. Bunların CIA ve MOSSAD elemanları olmaları yüksek bir ihtimaldi. Elçilikte fotoğrafları çekenlerin de MOSSAD’dan olmaları daha yüksek bir ihtimaldir. Uçağın içinde Türk Özel Timi üzerime çullanıp beni yere yatırdı. Üzerimdeki her şeyi alıp bantlarla kıskıvrak her tarafımı bağladılar, gözlerime de aynı kalın bantları takıp uçağın arkasına bıraktılar. Uçak Cavit Çağlar’ındı. Doğruyol Hükümetinin niteliğini yansıtan bir olaydı. Uçak iki defa indi. Biri Mısır, diğeri ya İsrail ya Kıbrıs’tı. Gemiyle adaya getirildiğimde, 16 Şubat sabahıydı. Uçakta gözlerimin ilk çözülmesiyle söylemek istediğim mesaj şuydu: “Bu başarı sizin değildir. Size dostluk yaptıklarını söyleyenler, dürüst davranmıyorlar. Bu oyunu her iki tarafa oynamak istiyorlar. Ben hiçbir zaman Türklük düşmanlığını yapmadım. Ana tarafından kan bağlılığı bile vardır. Barış ve kardeşlik tek doğru yoldur. Bundan sonra mücadelemi bu temelde yürüteceğim kesindir.” Aslında ilk tavrım, sonuna kadar konuşmamaktı. Fakat hemen anlaşılıyordu ki, bu tutum komplonun olduğu gibi gizli kalmasına yol açardı. Komployu açıklamak için yaşamak daha doğruydu. Yolda uçaktan indirdiklerinde ve biraz sürüklediklerinde, “Faili meçhule mi götürüyorsunuz?” dediğim zaman, “Bu şansı sana vermeyeceğiz. Ağzını kapat, yoksa biz kapatırız” dediklerini hatırlıyorum.
Beni adada ilk karşılayan, yarbay rütbesinde ve Genelkurmay Başkanlığını temsil ettiğini belirten bir subaydı. Dedikleri özce şöyleydi: “Bu işte çok oyun var. Biz kardeşlikle halletmek istiyoruz. Bu tertiplere fırsat vermeyeceğiz.” Bu, pek beklemediğim bir tavırdı. Güvenirliğini hiçbir zaman ölçecek durumda değildim. Taktik yanıltmayla birlikte, bir politikayı da dile getirmiş olabilirdi. Bekleyip görmekten başka bir seçenek yoktu. On gün koşulları çok ağır bir hücrede kaldım. Emniyet, MİT, Jandarma ve Genelkurmay İstihbaratı dörtlü çapraz halinde bir soruşturma yürüttüler. Kaba bir baskı ve küfür yoktu. Fakat manevi, psikolojik ortam benim için çok ağırdı. Dayanabilmek mucizeydi. On gün boyunca doğru bildiğim ve bulduğum biçimde konuştum. Tavır koydum. Bir kısmı yayınlandı. Bir kısmı yayınlanmadı. Farklı bir devlet yüzüyle karşılaştığım kesindi. Olgun yaklaşıyorlardı. Oynanan oyunların ne kadar içinde veya karşısında olduklarını kestirmem zordu. Esas aldığım tutum, baştan sona halkların onurlu barış ve kardeşçesine yaşama birlikteliğine fırsat veren bir çizgiyi inançla, kararlılıkla ve bilinçle savunmaktı. Bu durum ideolojik ve politik çizgime ters düşmüyordu. Ayrılıkçılığa ve meşru savunmayı aşan şiddete tavır almam ideolojik hattım gereği olduğundan rahatlıkla tavrımı sürdürdüm.
İmralı yargılamasının meşru, evrensel ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin gereği olan bir temeli yoktu. İşin temelinde ağır bir komplo ve kaçırılma vardı. Mahkemenin bu koşullar altında olmaması gerekirdi. Ayrıca AİHS’ne aykırı birçok yönü olduğu AİHM’e de bildirilmiştir. Sembolik olan, genelde hazırlanan senaristleri ve yönetmenleri dışında olan bir tiyatronun kamuoyuna yönelik kısmının oynanması söz konusuydu. Savunmamı bir “demokratik uzlaşıcı ve barış mesajı” olarak vermem bana göre en doğru tutumdu. Kapsamlı bir savunma için ne süre, ne materyal, ne de hazırlık açısından psikolojik olarak uygun bir durum vardı.
İmralı sürecine ilişkin birçok açıklamalarım oldu. Umarım özü olduğu gibi bir kitap ciltleri halinde yayınlanır. Buradaki hususları tekrarlamam fazla anlamlı olmaz. Kaldı ki, bu savunmam tüm avukatlarla diyaloglarımın ideolojik, siyasi ve moral temelini vermektedir ve tamamlayıcı nitelikte görülmelidir. Bazı çevreler içte ve dışta olmak üzere tavrımı tahrip etmek istediler. En sakıncalı durum buydu. Sağlık ve ölümümden bile daha önemli olan bu hususları sürekli açıklığa kavuşturmak istedim. Yaygın olarak yapılan, “Derin devlet ve Genelkurmayla anlaştığım, uzlaştığım veya teslim olduğum” biçiminde bir propagandaydı. Bu propaganda amaçlıydı; hem iç hem de dış taraftarları, bununla gerçek yüzlerini gizlemek istiyorlardı. Bir uzlaşma olsa, durumu ilan etmeyi bir onur bellerdim. Böyle bir durumun olmadığını hep vurguladım. Ateşkes konusu üzerinde ise, 1993’ten beri duruyordum. En son Şam’dayken, tek taraflı olarak ilan ettiğim 1 Eylül 1998 ateşkesine bağlı olarak, 1 Eylül 1999’da koşullar elverdikçe ve makul bir süre kalmak üzere sınırların dışına çekilmeyi, ateşkesi daha gerçekçi kılma kararlılığı temelinde ikinci bir adım olarak attım. Mevcut durum, zorunlu koşullar nedeniyle sınırlı bir gücün içeride, büyük bir kısmının dışarıda meşru bir savunma temelinde üstlendiği, “demokratik uzlaşı ve barış için diyalog” beklentili bir pozisyon biçimindedir.
Siyasetin, hükümet ve parlamentonun çözüm aramamasının sorumluluğunun kendilerine ait olduğu, mevcut durumun her bakımdan riskler taşıdığı bilinen bir husustur. Bu durum olumlu temelde aşılmazsa, daha büyük ve uzun süreli bir şiddet sarmalının ortamı kaplaması tehlikesi göz ardı edilemez. Uzlaşma, “demokratik ve laik cumhuriyet” kavramının özlü olarak hayat bulmasında aranmaktadır. Türklerin tarih boyunca Anadolu’da oluşturdukları tüm siyasi oluşum ve devletlerde Kürtlerin payının olduğu, bunun en son örneğini Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve ondan önce verilen ulusal kurtuluş savaşıyla kanıtlandığı iyi bilinmektedir. İsyanlar nedeniyle inkar edilen ve günümüze kadar değişik biçimlerde süren bu politikadan vazgeçilmesi halinde, çözüm olanağının ortaya çıkacağına inanılmakta ve beklenmektedir. Kürtlerin özgür yurttaşlar ve halk olarak ve evrensel hukuk ölçüleri de göz önüne getirilerek cumhuriyetle bütünleşmesi stratejik bir yaklaşım olarak görülmektedir.
PKK’nin yeni dönem program, strateji ve taktiklerine yansıyan bu tutum, savunmamın ilgili bölümlerinde genişçe açıldığı için tekrarlamayacağım. Politika ve tavır belirlemesi gereken, devletin üst düzeyidir. Bu gerçeklik sadece Türkiye Kürtleri için değil, tüm parçalardaki Kürtler için stratejik bir yaklaşım olarak öngörülmektedir.
Gerçek bu kadar açık olduğu halde, PKK’ye yönelik tavırların önemli bir kısmı, sarsılan ve açığa çıkan çevrelerin çok çirkin ve hain yüzlerini gizlemek için “Apo Kürt meselesini İmralı’ya gömüyor” iftiralarıdır. Bunları çok iyi takip edip hesap sorma büyük önem taşımaktadır.
Özellikle son on yıldır amansız bir ihanet dayatmasıyla, hem Güney Kürdistanlı işbirlikçiler tarafından, hem de Avrupa’ya sığınmış, her bakımdan Avrupa’ya bağlanmış, moral değer tanımayan ve tüm yaşamlarını anti-Apoculuğa bağlamış kesimlerce yürütülen bu iftira ve karalama kampanyası kendilerini kurtaramayacaktır. PKK savaş ve barışçıl tutumuyla ortadadır. Gücü, şehitleri ve halkı da ortadır. Bunlar nerededir? Savaş istiyorlar. Kim engelliyor? PKK’yi kışkırtmakla kime, hangi güce hizmet ediyorlar? Dürüstlerse meydan açıktır. Kürt meselesini dağda, ovada, şehirde, köyde, içte ve dışta temsil etsinler. Sonuna kadar direnerek bir örnek göstersinler ki, sahtekar ve iftiracı olmadıklarını kanıtlamış olsunlar.
Güneyli işbirlikçiler on yıldır PKK’nin sırtında otonomi hayali ile yaşıyorlar. Hem YNK hem de KDP, bağlı ve uydu güçleri ile PKK’ye karşı korkunç tavırlar geliştirdiler. Onlar için iki yol vardı: Ya samimi bir özeleştiriyle demokratik uzlaşı ve barışa gelmek, ya da hak etmedikleri ve PKK’siz gerçekleşmeyecek otonomiden vazgeçmek. Bunların kırk yıldır yürüttükleri siyaset ve diplomasi Kürt halkına dört bin yıllık yabancı tahakkümden daha fazla zarar vermiştir. Hiç olmazsa bundan sonra dürüst olmayı, barış ve demokrasiye gelmeyi bilsinler. Aksi halde dünya da gelse, içinde bulundukları durumdan kurtulamayacaklarını görsünler. Tüm şehitlerin, yoldaşların, halkın ve benim kararlılığımın bu olduğunu unutmasınlar.
Benim İmralı sürecim bu savunmamın ruhuna uygun olarak devam edecektir. Tutumum; yarın olacakmış gibi barış ve demokratik uzlaşıya her an hazır olmak kadar, yarın benden başlayacak bir imha savaşına da sonuna kadar karşı olmak ve her zaman inançla, kararlılık ve hazırlılıkla buna cevap vermektir. Bunun dışında ne yaşam tanıdım, ne de anlarım. Çok büyük yetersizlikleri olsa da, umut ve bağlılıklarını her zaman bana sunanların, bu gerçeğin ne anlama geldiğini tüm yönleriyle anlamaları ve içinde bulundukları koşullara göre gereğini yapmaları, kendileri için de bir yaşam sorunudur. Bağlı olmayı bilmek ve ölçülerine göre hareket etmek son derece önemlidir; yaşamını olası her tür gelişmeye karşı tümüyle örgütlü ve hazırlıklı tutmayı gerektirir.
İnanıyorum ki, bu savunmamla eksik kalan ve soru işareti uyandıran birçok hususa kapsamlı cevabımı vermiş bulunuyorum. Halkımıza ve yoldaşlara, başta Türk halkı olmak üzere tüm komşu halklardan ve dünyadan dostlara, beklentilerine ve en azından çok merak edilen ve halen yaşadığım ağır koşullar altındaki İmralı sürecine ilişkin yanıtları en kapsamlı bir biçimde vererek borcumu ödemiş olmaktayım. Eleştirilerini aynı sorumluluk altında geliştirmeleri ve eleştirilerimin gereklerini yapmaları da benim kendilerimden beklentim ve hakkımdır.
Halkımız üzerinde Sümerlerden beri geliştirilen kolonileştirme çabalarının ayrılmaz bir parçası olan ve esas olarak dost görünümünde işbirlikçi güçlere ve kişilere dayalı komploların en kapsamlısı olarak hayat bulan 9 Ekim-15 Şubat komplosu, istediği ve planladığı sonuca ulaşmaktan uzaktır. 20. yüzyılın tüm hainlerini ve işbirlikçilerini en üst emperyalist irade altında birleştiren bu komployu bir tarihi Anadolu ve Mezopotamya barışına dönüştürmek, görev olarak halklarımızın ve tüm sorumlu güçlerinin önündedir. Bu göreve sahip çıkmak, hem ülkenin güçlü bütünlüğü ve hem de laik ve demokratik cumhuriyetin özlü birliği için tek doğru tutumdur. Bu aynı zamanda tarih boyunca arzulanan onurlu barışın, kardeşliğin, özgürlük ve eşitliğin de yoludur.
15 Şubat Komplosu Halklar İçin Kalıcı Barış ve Demokrasiye Dönüştürülebilir
15 Şubat komplosunu tarihi açıdan yorumladığımızda önemli özellikler ortaya çıkmaktadır:
1- Komplonun genelde Doğu-Batı çatışma çizgisi üzerinde gerçekleştiği görülmektedir. Beni Anadolu'nun, Türkiye'nin zayıflatan noktası olarak değerlendirmektedirler. Batının şımarık çocuğu ve uç noktası olarak Yunan siyaseti beni hep ilkesiz, sadece zarar veren bir pozisyonda görmek istemiştir. Tersine ilişkimin kendilerine zarar vereceğini görür görmez ateşe atmaktan çekinmemiştir. Fakat son komplodaki rolü, esas olarak dostluğu kullanan hain işbirlikçilik biçimindedir. Bizzat planlayan ve uygulayan değil, daha çok taşerondur. Bu taşeronluk karşılığında ilerde Kıbrıs ve Ege konusunda taviz beklediği çok açıktır. Sonraki gelişmelerde bu husus fazlasıyla açıklığa kavuşmuştur. Bizzat teslim etme emrini verenin Başkan Clinton olduğu özel temsilcisi Blinken tarafından basına açıklanmıştır. Bunu terörizme karşı tavırla izah etmek dar bir yaklaşım olur. Bunun arkasında İsrail’in olduğu kesindir. İsrail sağının savaş yanlısı aşırı uç kesiminin Türkiye'ye verdiği sözle bağlantısı güçlüdür. Dönemin İsrail Başbakanı sağcı blok Likud lideri Benyamin Netenyahu'dur. İsrail Ortadoğu'nun stratejik dengesinde Türkiye'yi yanında tutmak için komplonun gerçekleştirilmesinde baş aktör durumundadır; fakat yalnız değildir. Ayrıca İsrail sol demokratlarıyla, Şimon Perez çizgisiyle bağlantısı olacağını tahmin etmiyorum. Unutmamak gerekir ki, İzak Rabin suikastı da sağ uçlarla bağlantılıdır. Clinton, komplonun hazırlıkları yoğunlaştığında Monica şantajıyla etkisiz duruma getirilmiştir ve İsrail lobisinin bir dediğini iki etmeyecek durumdadır. Hem karısı Hillary hem de Monica'nın elinde şantajla birçok Başkanlık kararını çıkarmak imkan dahiline girmiştir. Burada İsrail ve Yunan stratejisi arasında Türkiye konusunda geçici bir işbirliği durumu doğmaktadır. Clinton bunu koordine etmektedir. Koordinasyonun temelleri Londra'da atılmış olup, beni izole ederek Kürtleri ve PKK'yi kendi kontrollerine almanın hesabı çok güçlüdür. Benim önderlik konumum Kürtler üzerinde geleneksel Batı politikasını sarsmaktadır. Olayın özü de bu gerçekliğe dayanmaktadır. Avrupa bu nedenle tasfiye edilmemi çıkarlarına uygun bulmuştur. Çünkü uzun süredir yürüttüğü Kürt politikası yine benim yüzümden boşa çıkmaktadır. Birleştikleri daha genel bir özellik, Doğu kültürünü benim şahsımda çözememiş olmalarıdır.
2- Bu husus teslim edilmemin psikolojik ve kültürel gerekçesini teşkil etmiştir. Batı kültürünün beni eritebilecek bir yapıda olamaması, dışlanması gereken bir kişilik olarak görülmemde etkili olmuştur. Maddi, ekonomik çıkarlar belirleyici olmakla birlikte, kültürel temel de göz ardı edilemez. Güya ikinci bir Lenin veya Humeyni çıkarmak istemeyen havaları etkili olmuştur. Kendi kültürlerinin işbirlikçisi veya taklitçisi olmayan, kendini aşağılayıp onları üstün olarak kabul etmeyen birisine hiç de hoşgörülü yaklaşmadıkları netçe ortaya çıkmıştır. Uygar-barbar çizgiyi bu olayda korumuşlardır. Kişiliğim konusunda uzun süre gözlem yaptıkları belliydi. Kendi mentalitelerine aykırı olduğumu çoktan kararlaştırmış gibi bir atmosferde buldum kendimi. Bu atmosfer bilinçli yaratılmış bir durumdu.
3- Avrupa kapitalizminin son iki yüz yıllık Kürt politikasına özünde bağlı kalınmıştır. Bu politikanın temelinde, başta Türkler olmak üzere İran ve Arapları kendine bağlı kılmakta Kürtleri bir tehdit aracı olarak kullanma yatmaktadır. Ben Kürt sorununda ya savaş ya barışla nihai bir çözümü zorlamaktaydım. Onlar ise bu sorunu hep ellerinde kullanacakları bir koz olarak bulundurmayı esas almaktaydılar. Bu silahın ellerinden alınması hiç de çıkarlarına gelmiyordu. Geleneksel sömürgecilik politikasının en kirli bir kalıntısı olarak değerlendirmekten vazgeçmek istemiyorlardı. Stratejik olarak çözümlenmiş bir Kürt sorunu, onlar için henüz zamanı gelmemiş bir konuydu. İran, Irak ve Türkiye ile hesaplarını tam olarak görünceye kadar Kürt kozunu saklı tutma pozisyonu açıkça görülüyordu. Bu, tıpkı Türkiye’de bazı kesimlerin çıkarlarını sorunun sürüp gitmesine bağlamaları gibi bir tavırdır; Kürtler açısından ‘ne öl ne kal’ politikasıdır. Ölmeyecek kadar sahip çıkma, yaşamayacak kadar uçurumda tutma gibi vahşi bir yaklaşımdır. Biraz destek verselerdi, doğru temelde son derece olumlu koşullar doğabilirdi. Örneğin bugünkü Kosova ve Makedonya’da gösterdikleri yaklaşımı Kürtler için de ısrarla sergileseler, sorunlar çoktan hal yoluna girerdi. Benzer bir durum İsrail ile Araplar ve Rusya ile Çeçenler için de geçerlidir. Çıkarları sorunların uzun vadeli sürmesinde yatmaktadır. Ama Avrupa’nın içini, yakınını ilgilendirdiğinde, hızlı ve yoğun davranabilmekte ve çözüm geliştirebilmektedirler. Benim durumum konjonktürel olarak bu tür çözümü çıkarlarına uygun kılmadığından dışlanmayı olağan kılmaktadır.
4- Teslim edilmemde Kürt özgürlük hareketi ve Önderliğinin tasfiyesi belirgin bir amaçtır. Kürt işbirlikçilerle yıllarca yürütülen ilişkiler bu tasfiyeyle tekrar işlevsel kılınmak istenmiştir. Güya liberal-demokratik Kürt önderliği yaratılacak, her devletin kendisi için hazırladığı Kürt öğeler doğacak boşluktan çeşitli örgütler yaratacaklardı. Bu konuda Almanya başı çekmektedir. Alman yanlısı Türk, Kürt, Arap ve İranlı gruplar yaratmak, eski bir Ortadoğu politikasıdır ve bu politika Enver Paşadan beri işlevsel olmuştur. Iraklı Kürtler bu politikanın kurdu olmuşken, son dönemlerde Türkiye’de de ileri adımlar atılmak istenmiştir. Dış güçlerin himayesi altında palazlanmak bir geçim tarzına dönmüştür.
Kürt özgürlük hareketinin tasfiye edilmemesi, bir kez daha tasfiye ve parçalama çabalarına ağırlık vermeye yol açacak ya da dağılıp gideceklerdir. Ayrıca sınırlı da olsa gelişen barış koşullarını istismar etmeye çalışacaklar; özgürlük hareketinin özgür sivil toplumu yaratamaması istismar çabalarını arttıracaktır. Dolayısıyla gerek eski tarikat tarzı gerici örgütlenmelere, gerekse işbirlikçi sahte sivil toplum kuruluşlarına dikkat etmek, halkı aldatmalarına fırsat vermemek büyük önem taşır.
5- İmralı sürecini Anadolu ve Mezopotamya’nın kardeş kültürlerindeki barışın dirilmesine vermek savaştan daha zor, sonuçları ise daha devrimci ve üretkendir. Kültürel varlıkların özgür kullanımına dayalı bir barış, Anadolu ve Mezopotamya Rönesansı ile Türkiye Cumhuriyeti’nin devrimci özüne de en doğru yanıt olacaktır. Her savaşın bir barışı olduğu ilkesini gözeterek, halkların çıkarına en uygun barış çabaları son derece gerekli ve önemlidir. Savaşlarının barışını getiremeyenler başka güçlerce hem de kendileri aleyhine kullanılmaktan kurtulamazlar.
Barışı araştırmak ve sınırlı da olsa geliştirmek, kayıp veya boş işlerle vakit kaybetmek anlamına asla gelmez. Savaşlarının gerçekçi barış yollarını geliştiremeyenler, askeri olarak kazansalar bile sonunda boşa çıkarılmaktan kurtulamazlar. Barış konusunda yanlış bir hesap en önemli askeri kazanımları bile anlamsızlaştırır. Halkına ve askerine karşı sorumlu önderler barış sorunlarını en az askeri sorunlar kadar incelemeyi ve gerçekçi çözümler bulmayı amaç edinen kişiliklerdir. Bunu beceremeyen önder ve komutanlar kaybetmekten kurtulamazlar.
İmralı sürecindeki barış çabalarına yönelik tutumların kimlerden kaynaklandığına bakıldığında, sürekli yozluk, marjinallik, hizipçilik ve düşmanlığı bir sanat haline getirenlerin bunda rol oynadığı görülecektir. Çünkü anlamlı ve ciddi olan bir barış; sahte, topluma hizmet etmeyen ve bireyi yüceltmeyen kaosu ortadan kaldırır, yasadışı durumları önler, düzenin meşru geçim ve yaşam tarzını egemen kılar. Yeteneği ve yaşam tarzı buna göre denk olmayanlar ve zamanında dönüşmeyenler, barışı ne anlar ne de isterler. Bunlar savaşın acılarını ve zorluklarını da bilmezler. Buna rağmen sürecin ciddiyeti görülmelidir. Tam başarıya gitse de gitmese de, bu süreç önemlidir. Bunun ardından gelişecek bir savaş bile eskisinden farklı olacaktır. Türkiye Cumhuriyetinin yaşadığı tarihinin en uzun süreli krizi, geçmiş savaşın sonucudur. Bu doğru itiraf edilmeden ve adil bir barışa dönüştürülmeden kriz ortadan kalkmaz. Çünkü nedeni doğru teşhis edilmek istenmiyor. O halde tedavi de doğru olmayacaktır. Türkiye 2000’li yıllarda bu çelişkiyi yaşamaktadır. Kriz ya yeni, ya daha kanlı bir savaşla, ya da adil ve onurlu bir barışla ortadan kaldırılabilir. Aksi halde günlük olarak yaşanan toplumsal kâbustan kurtulamaz.
6- İmralı süreci Kürt halkı için ve kurumsal olarak benim açımdan üçüncü doğuş dönemidir. Birinci dönem, tarımcıl köy toplumunun 20. yüzyılla çelişen koşullarındaki anadan doğuş ve resmi model topluma kadar geçen süreyi kapsar. Bu dönem arada 15 bin yıllık tarih bulunan bir kopuş sürecinin büyük anlam ve yetersizlikleri içinde geçti. 15 bin yıl öncesi, sonrası yaşam ağı çözümlenememektedir. Bu çözümsüzlük, aile içi ve köy sosyal savaşımına yol açtı. Bir köy isyancısıydım. Bu isyan resmi topluma geçişe kadar devam etti. Daha sonra bu sürece ilkokulla başlayan ve çeşitli aşamalardan geçerek oligarşik cumhuriyete karşı başkaldırıya kadar devam eden ikinci yaratılış süreci eklendi. Don Kişot’un yel değirmenine saldırısına benzeyen bu dönem, sorunların açığa çıkmasına ve daha da ağırlaşmasına yol açtı. Neolitik ve feodal toplumun çelişkilerine kapitalist özellikler de katıldı. Devrimci tarz olmadığı için, bir kargaşa ortamı egemen oldu. Başvurulan isyan kendi içindeki gericiliği bile çözümleyemedi. Yirmi yıl kadar süren bu isyan aşaması, bölge ve dünya çapında etkilemelere yol açtıktan sonra, önüne çıkan çıkmazların sonucu olarak İmralı sürecine dönüştü.
İmralı koşulları yalnız kişi olarak değil, cumhuriyet ve halk olarak üçüncü bir doğuş anlamına gelmektedir. İkinci doğuş şiddet ve savaşla doğmayı, temizlenmeyi ifade ediyordu. Doğada ve toplumda her olguda geçerli zıtlıkların varlığı ve birliği yasası gereğince şiddet temelinde yeterince uzun süren oligarşik cumhuriyete karşıtlık dönemi, yerini demokratikleşmeyle gerçekleşecek olan laik ve demokratik cumhuriyete bırakacaktır. Çelişkisiz gelişme sağlanamayacağı gibi, çözümsüz kalan anlamsız çelişkilerle sürekli boğuşmakla gelişmenin sağlanması şurada kalsın, ancak tahribat, yıkım ve krizler gelişebilir. Türkiye çelişkilerini yeterince anlamakta ve zamanında çözmekte geciktiği için doğal olarak kriz sürecine girmiştir ve bir türlü çıkamamaktadır.
Süreç tüm güçler açısından yeniden bir doğuşu ve şekillenmeyi zorlamaktadır. Devletten ekonomiye, siyasetten hukuka, ahlaktan sanata kadar her alan sarsılmakta, bunalmakta ve krizle birlikte çözümü aramaktadır. Benim İmralı sürecim bu gerçeği tetikleme anlamına da gelmektedir. Nasıl ki daha önceki süreç ‘ben ve savaş’ olgusu olarak anlam bulmuşsa, bu yeni süreç de ‘ben ve barış’ olgusu anlamına gelmektedir. Kurumsal olarak varlığımın temel bir parçası, Kürt özgürlük bilinci ve iradesidir. Savaşla deneyimden geçen bu bilinç ve irade şimdi barış sürecinden geçmektedir. Savaş süreci anti-feodal ve anti-oligarşik cumhuriyet olarak kendini formüle ederken, barış süreci ‘demokratik ve laik cumhuriyet’ olarak özde ve biçimde kendini yenilemek biçiminde ifade etmektedir. Ayrılık ve şiddet istenmiyor ve sistemden tümüyle dışlanmak isteniyorsa, Kürtlerin emekleriyle tarih boyunca Türklerle yaşadıkları devletleşme ve uluslaşma sürecinden zorla, inkar edilerek dışlanmaması gerekmektedir. Barış, siyasetin ve hukukun Kürtlerin kültürel varlıklarını diledikleri gibi özgürce yaşayarak cumhuriyetle bütünleşmelerine yer vermesini şart kılmaktadır. Özgür Kürt iradesinin inkarına dayalı cumhuriyet oligarşiktir ve bunun şiddeti ve ayrılığı doğurması kaçınılmazdır. Özgür birliğe, yani demokratik uzlaşıya açık olması, barış ve birlik içinde yaşamak demektir. Bunun uygulanmaması, oligarşik cumhuriyetle demokratik cumhuriyet arasındaki mücadelenin henüz sonuçlanmamasından ötürüdür. Bu açıdan sembolik olarak İmralı süreci tarihi bir evreyi işaret etmektedir. Bu süreç ya barışı doğuracaktır; ya da eğer bunda başarılı olunmaz ve oligarşik cumhuriyetin inkar ve imha politikaları devam ederse, o zaman bunu daha yoğun ve kapsamlı bir şiddetle birlikte ayrımın derinleştiği bir süreç izleyecektir.
Türkiye’nin tarihinde ilk defa en derinliğine yaşadığı krizin altında bu temel gerçeklik yatmaktadır. Çözümleyici saha olan siyaset olgusunun Meclis ve Hükümet olarak konuyu gerçekçi ve zamanında ele alıp üstüne düşeni yapmaması, sorunların üstünü örtüp çürümeye ve çözümsüzlüğe terk etmesi, basında da yoğun işlendiği gibi krizin kaynağının siyaset olduğunu göstermektedir. Siyaset idam kararını üzerimde Demokles’in kılıcı gibi sallayarak sonuç alacağını sanmakta ve en büyük yanlışı burada yapmaktadır. Bu yaklaşım Türkiye’yi dıştan ve içten dayatılan ve özünde rantçılık ve yolsuzluk çetesine dayanan bir sisteme, dolayısıyla krize mahkum etmekte; her yıl, hatta her ay milyarlarca Dolar maddi kayıp verdirmekte, manevi olarak da derin acılara ve sıkıntılara boğmaktadır. Madem on beş yıllık savaş, toplam bilanço olarak 40 bin kişinin ölümü ve yüzlerce milyara varan maddi kayıp söz konusudur; o halde yapılması gereken bu olguyu bütün tarihsel, toplumsal ve uluslararası koşullar içinde ele alarak doğru bir tanımlamaya ve çözüme gitmektir. Bu yapılmadıkça, krizin çok boyutlu olarak daha da tırmanması kaçınılmazdır.
Kişi ve önderliksel kurum olarak İmralı sürecim, bu çerçeve altında sorunu değerlendirmeyi gerektirmektedir. Faydacı ve ucuz kullanmacı zihniyetlerle bu gerçekleşmeyince, ister resmi devlet çevresinden, ister işbirlikçi Kürt çevrelerinden gelsin, geliştirilen inkar, iftira ve imhacı yaklaşımlar ucu yine çıkmaza dayalı bir savaş dönemini dayatmaktadır. Bu oyuna düşmemek için çok duyarlı ve anlayışlı davranmakla birlikte, İmralı’da maddi ve manevi imhama dayalı bir gelişmenin tüm Türk ve Kürt özgür irade güçlerinin imhaları anlamına geleceğini bilerek, özgürlük savaşımının halklarımızın lehine sonuçlanması için, meşru savunma savaşının tüm stratejik ve taktik hazırlıklarının yarın savaş başlayacakmış gibi sağlam yürütülmesi, bu sürecin başarısının en temel koşullarından birisidir. İmralı’nın devlet, toplum, halkımız, PKK ve benim açımdan tarihi anlamı budur.
7- 15 Şubat komplosunun Avrupa, ABD ve AİHS açısından da doğru tanımlanması gereken bir anlamı vardır. Kürt özgürlük iradesine karşı girişilen ve kesinlikle hukuk dışı ve AİHS’ne aykırı olan gözaltı ve tutuklanma durumum, Türkiye Cumhuriyeti’nden ziyade, ABD ve AB kurumlarını hem hukuki hem siyasi olarak sorumlu kılmaktadır. Çünkü savunmamda kapsamlı olarak açıkladığım gibi, söz konusu güçler ve kurumlar sömürgeci bir siyasi anlayışla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini çiğneyen, hukuka aykırı bir tutum sonucu bu durumu yaratmışlardır. Dolayısıyla AİHM’ne giderken, sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin AİHS’ne aykırı durumunu değil, esas olarak AB ve ABD’nin şahsımda Kürt özgürlük iradesine karşı işledikleri hukuk ve ahlak dışı sorumluluklarını yargılamada göz önünde bulundurmak birincil öncelik taşımaktadır.
Avrupa’nın üç önemli başkentinde gerileceğim veya içine konulacağım çarmıh (Kürtçe kelime: dört çiviyle çakılmak) veya tabutluğuma çivi çakılmıştır. Sonra ince bir kapitalist oyunla Afrika yamyamlarının elinden Türk uçağına atılmışım.
Çarmıha ilk gerildiğim yer, başkent Atina’dır. Atina, ister şaşkınlığından ister kör intikamcılığından esinlenen gerici bir kültür ve korkak bir ruhla, Anadolu üzerindeki üç bin yıllık egemenliğini kaybetmesinin acısını çıkarmak istemiş; benden Anadolu Türklüğüne karşı ucuz ve ilkesiz bir zafer beklemiştir. Bunun pek mümkün olmayacağına anlayınca, sanki benim sahibim kendileriymiş gibi, Kıbrıs ve Ege’de bazı tavizler karşılığında bir hediye paketi veya bir kurbanlık koyun gibi Türk Hükümetine sunma ihanetinin tarihte eşi görülmemiş alçaklığını ve dostluk kitabından hiç yeri olmayan şerefsizliğini göstermiş; AB üyesi olarak, AİHS’ne karşı hukuk suçunu işlemiştir. Hiçbir karşı bahane ileri sürülmeden, bu olaydaki büyük ahlaksızlığı ve hukuk karşısındaki suçu nettir. Gerekirse bu çok sayıda tanık ve açıklamayla kanıtlanabilir.
Yunanlı yazar Kazancakis, ‘İsa’nın Yeniden Çarmıha Gerilmesi’ romanını çoktan yazmıştır. Ama benim konumum bireysel değildir. Önderliğine ölümüne bağlı milyonlarca özgür iradeli Kürde de çarmıha gerilme eylemi uygulanmıştır. Yunanlılar kendilerini tanrı Zeus’tan beri çok kurnaz sayabilirler. Zeus’un alnından yarattığı kızı tanrıça Athenna, hileyle Troyalı Hektor’u, kardeşi Deiphobos’un kılığına girerek savaşın ateşine atıp tasfiye edebilir. Böylece Anadolu’nun kapısını açabilir. Bu gerçeklik mitolojide geçer. Ama ben 2000’e bir kala, 20. yüzyılda yaşarken bu tuzağa düşürüldüm. Kendileri beni öldürseydi, bir komployla da olsa kaza süsü vererek bunu gerçekleştirseydi gam yemezdim. Kültürleri gereği olup biterdi. Ama hiçbir insanlık kitabında ve hiçbir ahlaki ilke içinde yeri olmayan paketleme usulü bir hediye halinde, 30 bine yakın şehidin acıları ve analarının gözyaşları arasında, hiç de hazır olmadığım ve hala benden bir şeyler umut ettikleri en kritik bir anda, Türk özel savaş timlerine teslim etmeye nasıl cesaret edebilir? Arkalarında ABD Başkanı Clinton varmış, o emretmiş. (Özel Danışmanı Blinken bunu resmen basına açıkladı.) Yunan Hükümeti de dostlukla oynayarak bunu uygulamış.
Clinton o dönemde Senatonun Monica Skandalini yargılama kıskacı altındadır. Karısı Hillary ve sevgilisi Monica, ikisi de çok önceden hazırlanıp Beyaz Saray’ın içine sokulmuş iki Yahudi kökenli kadın ajandır. Yahudiler bu sanatı kendilerine Allah’ın verdiğini söylerler. İncil’de İbraniler bahsinde geçtiği gibi, ilk kadın ajan olarak fahişe Rahav’dan övgüyle bahsedilirken, Clinton Kızılderilileri avlayan beyaz adamın kovboy kültürlü haddini bilmez son temsilcisidir. Sırf yaşadığı Monica Skandalinden ucuz kurtulmak için, MOSSAD’ın şart kıldığı beni teslim etme iradesinin uygulanması, Yunan Hükümetinin görevi olamazdı. Büyük ABD Başkanının desteği için her şey yapıldı. Yoksa başka türlü bu komplonun ahlaksızlığı ve hukuk dışılığı göze alınamazdı.
İsrail, Türkiye üzerinden stratejik bir denge kurmak için beni kurban etme hakkına sahip olamazdı. Ortak atamız Hz. İbrahim bile insan kurban etmeyi ilk dinden kaldıran peygamberdir. Onun anısına, dinine saygı gereği, MOSSAD’ın bu kurbanlık eylemine girmemesi gerekirdi. Üstünlük için bir ahlaki sınır olmalıdır. Hiç olmazsa Yunan Hükümeti bu kirli oyuna alet olmamalıydı. Türkiye üzerinde böylesine ince oyunlarla aralarında anlaşıp hiç de akıllı olabileceğine inanmadıkları ben Kürdü bir canlı atom bombası gibi kullanmamalıydılar. Bir gün Kürdün de aklının başına geleceği ve intikamını örgütleyebileceği hesaplanmalıydı. Binde bir de olsa bu ihtimal de hesapta tutulmalıydı. Ortodoks Hıristiyanlığının merkezinde her bakımdan İsa Mesih’in ruhunu yeniden çarmıha geren bu suç böylesine ucuz işlenmemeliydi. Yahuda İskaryotluğun çağdaş türevi olunmamalıydı. Daha da kötüsü, sahtekarca açıklamalarla bu vahim ahlaksızlıkla suçluluk örtbas edilmemeliydi. Fazla uzatmayacağım. Atina’da hazırlanan çarmıhın veya tabutuma ilk çivinin çakılmasının tarihi ve insani anlamı bu çerçevededir. Eğer dürüst davranmak esas olacaksa, bunun hem siyasi hem de hukuki yönlerinin kesinlikli göz önüne alınması gerekir.
İkinci çivi Moskova’da çakılmıştır. Buna hiç şaşırmadım ve kızmadım. Şikayet etmeyi de pek anlamlı bulmuyorum. En soylu değerlerine bile en aşağılık biçimlerde vurdumduymaz kalan Rusların ve Hükümetinin herhangi bir insani ve ahlaki kaygı taşıdığına ihtimal vermedim. Ruslar para için feda etmeyecekleri bir değerin olmadığını bu dönemde fazlasıyla kanıtlamışlardır. Avrupa Konseyi üyesi olarak Rusya, Avrupa İnsan Hakları sözleşmesine bağlıdır. Dolayısıyla parlamento durumunda olan Duma’nın bire karşı 298 oyla kabul ettiği siyasi iltica istemimi göz ardı edip, beni zorla Rusya’dan atması hukuk dışıdır. Bu da AB ve AİHM’ni ilgilendirir.
Avrupa’nın mukaddes başkenti Roma’da çakılan üçüncü çivi Papanın gözü önünde olmuştur. Her ne kadar başta büyük insan Aziz Paul da Roma’da ilk öldürülen Hıristiyan olmuşsa da, benim için ölümden beter bir süreç dayatılmamalıydı. Avrupa ve Roma çağdaş uygarlığı temsil ettiği iddiasındadır. Roma 2000’e bir yıl kala Saint Paul’a yapılan bir uygulamayı ikinci kez denememeliydi. Aynen onun gibi ben de Şam’dan geliyordum. Uygarlık üzerine bazı gerçekleri dilimin döndüğü kadarıyla anlatacaktım. Neden bu kadar kabul etmez duruma geldiler? 66 gün demirden bir kafes içinde tutar gibi, her tarafıma çelik gibi polisler yerleştirerek davrandılar. Ben henüz adını bile kabul ettirememiş, hiçbir insani hak tanınmayan, tarihin en eski bir halkının varlığını ve özgürlük istemlerini de dillendirecektim. Bunun Avrupa siyasi ve hukuki değerlerine göre bir hak ve demokratik talebi olduğu açıktır. Bu hakka hiç saygı gösterilmedi. Kaçırtılmam için her şey yapıldı. Çarmıha gerilmenin bütün psikolojik işlevleri yerine getirildi ve postalandım. AİHM gerçekliğin bu yönü üzerinde durup, AB’ne biçim ve ruh vermiş olan başkent Roma’da neden böyle bir durum gelişti diye hesap sormalı ve gereğini göz önüne getirmelidir.
Kenya’nın başkentine kaçırılmam tamamıyla Avrupa ve ABD’nin ortak iradesiyle gerçekleşmiştir. En aşağılık rolü de şımarık çocukları Yunan Hükümetine oynatmışlardır. Bunun hikayesi uzundur. Kısmen bahsettim. Bu kaçırılma ve Kenya Elçiliklerinde teslim etme gerçeğini gerekirse sözlü olarak da AİHM’ne uzun uzun ve kanıtlamalı olarak anlatırım. İpe çekme, paketi, tabutluğu veya çarmıhı taşıtma görevinin çok iyi terbiye ettikleri Afrika’nın Kenyalı yamyamlarının elleriyle gerçekleştirilmesi komplonun en kirli işlerinden birisidir. Güya Avrupa tertemiz oldu, suçu Kenya işledi. Açık ki, Avrupa halkları kırdırtmada epey tecrübe kazanmıştır. Burada da basit bir siyasi cellat rolü oynatmıştır. Kamuoyundan ve yasalardan çekindikleri için, biraz da bu taktiği devreye sokmuşlardır. Yani Avrupa’da asla kirli iş olmaz; olsa olsa yamyamlar arasında olur!
Kenya’da ABD’nin rolü açıktır. Zaten ABD Başkanı kendi rolüne, yani teslim etme emrine sahip çıkmıştır. Bence Yunan İstihbaratıyla CIA’nın bu dolabı Türk aşkına çevirmedikleri kesindir. Ölümümün Türklerin elinde gerçekleşmesini stratejik bir amaç olarak benimsediklerinden kuşku duymuyorum. İngilizlerin yaklaşımının da bu olduğuna inanıyorum. Bana göre kısmen benim kaba bir direnişçi gibi Türk düşmanlığı yapmamam, kısmen de Türk Genelkurmaylığının ihtiyatlı yaklaşımı, bu oyundan bekledikleri bombanın hem de benim şahsımda on binlerin canına mal olabilecek biçimde patlamasını önlemiştir. 21. yüzyılın bir Kürt-Türk çatışma yüzyılı haline gelmesi önlenmiştir. Fakat her iki tarafa da, hem Türklere hem de Kürtlere dostluk maskesi altında oynanan bu oyunun tarihte eşine hiç rastlanmayan, Bizans oyunlarından da beter en alçakça ve şerefsizce bir komplo olduğu açıktır. Hem Türklerin hem de Kürtlerin komplonun bu yönünü mutlaka görmeleri gerektiği inancındayım.
İsrail, benim dünya çapında tecrit ve teslim edilmemde belirleyici rol oynamıştır. Benim Ortadoğu’ya çıkışımı ve Kürt hareketinde yeni bir çizgi geliştirmemi stratejik açıdan kendine rakip ve tehlikeli bulmuştur. Geleneksel olarak Kürt hareketi denilince Irak Kürt işbirlikçi güçlerini esas almakta, çok yönlü ilişkilerle onlar vasıtasıyla tüm Kürtleri stratejik bir ağ içine almaya çalışmaktadır. Bu ağı parçalamam ve oldukça bağımsız hareket etmem, ayrıca işbirlikçilerin hareket sahalarını sürekli daraltmam ve Arap sahasında çok kalmam, hakkımda dünya çapında strateji geliştirmelerine yol açtı. İsrail için sanırım Arafat’tan çok daha fazla istenmez bir durum arz ediyorum. Türkiye’yle benim hakkımda stratejik ittifaka girmelerinde bu etkenler temel rol oynar. Bu stratejinin İsrail sağına ait olduğundan kuşkum olmamakla birlikte, solu temsil eden Şimon Perez çizgisince ne kadar benimsenip benimsenmediği açığa çıkmış değildir.
İsrail 9 Ekim 1998’den önce bana el atmıştır. 6 Mayıs 1996 bombalamasından haberi ve desteği vardır. Yunanistan’ın ne kadar taşeron olarak kullanıldığı incelenmeye değer bir konudur. Başbakan Primakov’un beni Moskova’dan sürmesi kesinlikle İsrail ve Yahudi lobisiyle bağlantılıdır. Bizzat son seferinde Ariel Şaron’un geldiğini hatırlıyorum. İtalya’yı ABD üzerinden sıkıştıran da İsrail’dir. Londra’da, Avrupa’da istenmeyen adam olarak tavır çizilmesinin arkasındaki gücün de MOSSAD olduğu güçlü bir olasılıktır. ABD’yi aleyhimde teslim etme emrini vermeye zorlayan da Yahudi gerçeğidir. Ben İsrail’in bu tavrını hep Çıkış’ta Musa’nın başına getirdikleri ve belki de öldürdükleri tavra benzetirim. Demokratik bir Ortadoğu’da Yahudi halkının da yerinin olmasını hep isterim. Yine Yahudi bilim, sanat ve felsefe gücüne hayranlık ve saygı duydum. Bana karşı yaptıklarıyla kendilerine çok zarar verdiklerini her geçen gün daha iyi anlayacaklar. Kürtler bu yönlü gerçeği gördükçe daha çok uyanacaklar, güçlerine kavuşacaklar ve adaleti gerçekleştirebileceklerini kanıtlayacaklardır.
Reber APO
- Ayrıntılar
Değerli Yoldaşlar!
1990'lı yıllara başladığımız bu günlerde, Partimiz'in şiarı; "2000 yılına bağımsız ve özgür Kürdistan'ı dayatalım"dır. Hepinizi bu coşkuyla selamlıyoruz. Yoldaşlar, günler ağır ve zorlu geçti. Hepimiz için bu böyledir. Ama hangi özellikler, kutsallıklar zorlu mücadelelerin sonucu değil ki!... Bu kadar çabayı, bu kadar emeği niçin gösteriyoruz? Acılar boşa gitmesin, akıtılan kanlar akmışlıklarıyla kalmasın ve her şey niçin yapılmışsa ona ulaşılması içindir. Şüphesiz kolay olmuyor, ama dayanıyoruz ve olması için de yükleneceğiz. Şimdiye kadar nasıl yüklendikse yine öyle yükleneceğiz.
Hemen belirtelim ki, bu mücadelede bizi en fazla uğraştıran olay düşmanın kendisi değil; yapımızın yetmezlikleri, hastalıklarıdır. Bu yetmez ve hastalıklı yapımızın çıkarmış olduğu virüs kişiliklerdir. Ulusumuzun başına bela olan şey, yine ulusumuzda yaratılan tiptir. Bugün, düşmanı en fazla besleyen, ona en fazla destek sunan düşman, bizim kendi içimizdeki yetmez, yanılgılı, hastalıklı bu virüslerdir. Ama biz PKK'nin temellerini atarken, bu tipe, bu tipin ortamına vura vura işe koyulmuştuk. PKK'yi var eden bu tavırdı. Ben, bu varlık nedenimize oldukça yüklendim ve buna bir ruh, devrim ruhu olarak baktım. Kurtuluşa ancak bu ruh götürürdü. Biz, PKK'yi var eden bu ruhu korumak, Hakiler'in, Mazlumlar'ın, Kemaller'in, Hayriler'in şahadet çizgisini korumak olarak ele aldık. İşte bu tavır, bugün bizi zafere götürüyor.
Yoldaşlar;
Azim ve inanç zafere götürüyor. Sizler zindanlarda bunun canlı abideleri oldunuz. Parti sizin gibi militanlarıyla ne kadar övünse azdır. Ama biz işleri basit bir övünme olayı olarak ele almadık. Böyle yapsaydık, size büyük bir haksızlık etmiş olurduk. Hayır, biz mücadeleyi böyle ele almıyoruz; mücadeleyi yürütenlerin kolektif çabaları olarak ele aldık. Böyle bir kolektivizm neyi gerekli kılıyordu? Sizin yürüttüğünüz direniş mücadelesi, Parti'yi kendimizde korumaydı. O halde, size sağlam bir Parti ve mücadele ile karşılık vermeliydik. Bunu yaptık. Bugün her zindan yoldaşının övüneceği ve savaşacağı Parti silahını size sunuyoruz. Zindandan çıkan yoldaşlar oluyor, buyrun diyoruz. Düşmanın en fazla çektirdiği yoldaşlar sizlersiniz, intikamınızı, devrimci intikam görevlerinizi yerine getirebilmeniz için size Parti silahını veriyoruz. Bu silahı sizin için koruduk; pas tutmamış, işler haldedir ve çok daha üstün bir ateş kabiliyetine ulaşmıştır.
Yoldaşlar, bunun anlamını kavramak gerekir. Doğru bir devrimci yaklaşım, görevi bu tarzda ele alışımızda ne kadar isabetli bir seçimde bulunduğumuzu tespit edecektir. Temel halkayı bu tarzda yakaladık. Bu doğru yaklaşım, halkımızın yanlışlıklarla düzenlenmiş tarihine de alternatif bir cevaptır. Biliyorsunuz ki, halkımızın tarihsel zaafı bir örgüt silahından yoksun oluşudur. Bu yoksunluk, darağaçlarını heybetli kılmıştır, onları sadece isyancıların değil; isyanların da, umutların da asıldığı, yok edildiği canavarlar olarak halkımıza dayatmıştır. Çünkü, bunları sonradan parçalayacak, yıkacak bir savaş olayını yürütecek örgüt yoktur; ki, zaten örgütsüzlük o darağaçlarına analık etmişti. Bu yoksunluk, düşmanın bastırması altında, halkımızın boyun eğici bir tarzda yok oluşa gitmesinin nedeni olmuştu.
İşte biz, tarihimizin en büyük zaafını gidermeyi temel görev olarak bilerek, direnişimizin en kutsal meyvesi olan Partimiz'e süreklilik kazandırarak yaşamı anlamlı kıldık. Niye bunca acı ve fedakârlığa katlandık? Parti için! Parti, acıların, fedakârlıkların boşa gitmemesinin teminatıydı. Acılarınızın, fedakârlıklarınızın, kanınızın tedbirini böyle aldık ve bunların amaçlarını örgütledik. Yine, tüm bunların hesabını düşmandan sorduk. Sorumlu devrimcilik buydu. Bu bilinç, aynı zamanda PKK'nin ilk adımının bilincidir. PKK'nin bugünlere varmasında, ilk adımdaki bu bilinç belirleyici olmuştur. Bunları şunun için anlatıyoruz; size karşı olan görevlerimizi doğru ele aldık ve çözümünü de doğru yaptık. Bunu kavramalısınız. Diğer görevler tamamen bunun üzerinde gelişir. Sizler mücadelenin en zorlu cephelerinden birini yaşadınız, zorlu mücadelelerde örgüt silahının ne demek olduğunu çok iyi bilirsiniz ve yine örgüt silahının yetkince çalışmasının da mücadeleyi ne oranda etkilediğini yaşamınızda gördünüz.
Devrimciler gerçekçidir, PKK'lilik gerçekçi olmadır.
Dağda olsun, zindanda olsun, hepimiz gerçeklerimizle yaşayacağız ve hiçbir şekilde yaşamımızı bu tarzda ele almaktan sapmayacağız. Hemen belirtelim ki, eğer bugünlere gelmişsek, yaşamı bu şekilde ele almayı elimizden geldiği kadar zorlamamızdandır. Bunu önemli oranda başardık. Ancak bu yetmez. Bugün savaştığımız en önemli zaaflardan biri de; gerçekliğe oturmamış, ya da ondan uzaklaşmış eğilimlerdir.
Değerli Yoldaşlar!
Neler becerdiğiniz nettir. Bunu anlatmanın gereği de yoktur. Zaten bunu yapmak zorundaydınız. Halk, en değerli evlatlarından bunu beklerdi, bunun tersinin yapamazdınız. Cezaevi bileşimi PKK'nin en yetkin kadrolarının üzerine kurulduğu ve böyle bir bileşim bize, sizden yetkin başarılar bekleme hakkını veriyordu. Buna hakkımız vardı ve siz de bu hakkı verdiniz. Bu olması gereken bir başarıydı. Yalnız bu görevlerin tamamlandığı anlamında değildir. O zaman görevi iyi kavramak temel halkalardan biri oluyor. Şu andaki temel görevlerimizin en başında gelen; bugüne kadar vardığımız gelişmeleri çok dikkatli ve titiz bir tarzda geliştirmektir. Yoldaşlar, düşman karşısında başarılıyız ama, bu başarılar yaşamı kurtarmaya yetmiyor. Biz, kendimizi başkasıyla kıyaslayamayız. Belki en büyük şanssızlığımız, gerçekten de yarış halinde olduğumuz bir güçten yoksun oluşumuzdur ve bu da tarihte ilk'ler yaratma olayıdır. Bir tecrübe varsa, onu bizzat kendi pratiğimizden çıkarıyoruz. Bu durumda da attığımız her adımın büyük bir hazırlığını yapmak zorundayız.
Tarih, bize yanlış, eksik, yetmez adımlar atma hakkını vermiyor, kesinlikle vermiyor. Ve işte tarihin kesinkes bize dayattığı noktalarda yoldaşlar sıkça yanlışlık yapma, yetmezliğe düşme tavırları içine giriyorlar. Hazırlıkta büyük olmak, atıl kalmak değildir. Pratiğimiz bunun ifadesidir. Pratiğimiz, oldukça akılcı davranmanın, yetmezlikten, yanlışlıktan kurtarılanın üzerine oturan başarının ifadesidir. Mücadele geliştikçe, sözünü ettiğimiz bu durumların önemi daha da artmaktadır. Bütün Parti yapısı için böyledir
Yoldaşlar;
Mücadelenin diyalektiği, şayet görevler iyi kavranırsa ve ona göre konumlanırsa, hangi cepheden olursa olsun görevlerin birbirini besleyen bir tarzda yerine getirilebileceğini göstermektedir. Şüphesiz cephelerin ateş gücü birbirinden farklıdır ve biz, sizlerin ateş gücü büyük cephelerde yer almanızı büyük bir arzu olarak içimizde besledik, besliyoruz. Ancak, her mevzinin etkin bir çabayla, ateş gücü daha yüksek bir cepheye dönüşebileceği, dönüştürülebileceği de bir gerçektir. Bu bağlamda siz yoldaşların büyük direniş çizgisini etkin bir tarzda ama, bir o kadar da akılcı ve bilinçli bir tarzda sürdürmeniz canalıcı bir sorun oluyor. Buna önemle eğilmeniz gerekiyor.
Daha önce iletmiş olduğumuz mesajlarda, görevlerin neler olduğunu, bu konudaki perspektiflerimizi size sunmuştuk. Geniş ve oldukça ileri bir kadro potansiyeline sahipsiniz ve bu perspektifler üzerinde görevleri netleştirme durumundasınız. Bizim ne demek istediğimizi anlamalısınız. Tarihi dönüm noktaları olur, orada ölmesini bilmemek yanlıştır. Ama bu dönüm noktalarını iyi tespit edin. Her döneme bir dönüm noktası rolü atfetmeyin. Partimiz'in tarihinden, cezaevi tarihinizden dersler çıkarın. Mazlumlar'ın, Kemaller'in, Hayriler'in eylem anlayışı oldukça öğreticidir. Bunlardan sonuç çıkarın dememize gerek yok. Ölünmesi gerektiği noktada şahadete ulaşmışlardır. Burada çıkan sonuç; siyasi kimliği, direniş çizgsini ölümüne korumaktır. Ancak bunu ekonomist bir tarzda yorumlamamak, bu sonuçları çıkarmamak gerekir. Her döneme özgü talepler ve yine bu taleplere özgü bir eylem biçimi olur. Eylemde zenginlik önemlidir. Bunu yaratmak gerek. Her eylemde önünüze ölümleri koymanıza bir anlam veremiyoruz. Çünk düşman da bunu önünüze koyuyor. Bu bir çelişkidir ve bu çelişkiyi çözmenin başka yolları, yöntemleri olmalıdır. Ölmekten başka çaremiz yok mu? Bu soruya iyi cevap verin, bir değil; bin düşünün. Ya inkar, ya ölüm deniliyorsa, ölümü emrederiz ama, sorun o düzeyde değilse, başka arayışlar öneririz.
Bizim en büyük başarımız nedir? Düşman bizi yıpratmak istedikçe, biz onu yıprattık. İşte bu nokta üzerinde yoğunlaşmanız gerekiyor. Düşmanı, onun bize dayattığı ölüm planlarında boşlayıcı bir yıpratmayı nasıl yapabilirsiniz? Bunu düşünün, mutlaka bazı eylem biçimleri bulabilirsiniz, diyoruz. Devrimciliğin yetkin bir komuta etme olayı olduğunu bilmek gerekiyor. Bu bakımdan da durumunuz önemli. Cezaevi direnişleri SHP vb. demokratlara siyaset metası oluyor. Bunu nasıl yaptıklarını biliyorsunuz. Elbette en geniş kesimleri mücadelenin yedeğine almak ve ilişkileri geliştirmek iyidir ve doğrudur, ama bu ilişkiler tamamen devrime kanalize etmek esasından hareket edilmelidir. Burada ne sağcılığa, ne de solculuğa düşmemek gerek. Onlar direnişi yedekleyeceklerine, direniş onları yedeklemelidir.
Türk Solu'nun direniş kahramanlığı gibi pozlarda kendini size dayatması ve yine bazı arkadaşların sekter yaklaşımları sizi doğru bildiğinizden alıkoymamalıdır. Biz zindanlarda o kadar direnip, canlar verirken en rezil bir duruşu yapan "sol" güçlerin bugün "direnme direnme" diyerek, sırtımızdan kimlik kazanmalarına müsaade etmeyin. Bir eylem yapılacaksa ve bu bizim için zorunlu ise, yaparız. Kanıtlanmış direnişçiliğimizin üstüne bu tavırlarıyla gölge düşüremezler. Oyunlara gelmeyin. Bizden de bazıları gerçeklerimizi iyi kavrasınlar. Direnişçilik ayrıdır, olur olmaz çıkışlar ayrıdır. Daha önce de belirtmiştik, bir kitle olayına ulaşmanız gerekiyor. Şimdiye kadar cezaevleri bir kitle duvarıyla örülmeliydi. Dikkat edin, en fazla zorlandığınız konuların başında bu geliyor. Pratiğiniz, halka oturmamış bir öncünün savaşına benziyor. Gerçekten mücadelemiz, insanlık onurumuzun en yüce biçimidir ve en sıradan insan dahi burada kendisini görebilir ve görüyor da. Sorun; bunu örgütlemektir. Bir aile hareketini bile doğrudürüst örgütleyemediniz, fakat yapabilecek durumdasınız.
Olanaklarınızı dikkate alıyoruz. Ama dikkat edin ve bunu yapın diyoruz. Ne demektir bu? Ağırlıklı görevin sizin omzunuzda olduğu açığa çıkar. Bizden yardım isteyebilirsiniz. Buna bir şey demiyoruz, yapabildiğimiz oranda yapıyoruz. Gerçeklerimizi iyi kavrayın, insan malzememizi göz önünde tutun. Zamana ve insana çok yüklendiğimizin nedenlerini iyice bilince çıkarın. Yaşam sanıldığı kadar kolay kazanılmıyor yoldaşlar! Ben, insanımızdaki iğne ucu kadar umuda yüklenerek, ordu yaratmanın kavgasındayım. Mükemmel insan aramıyorum, çünkü yok. Mevcut olanaklarla mükemmele ulaşmaya çalışıyorum. PKK budur. Siz bunu pratiğinizde önemli oranda becerdiniz, daha da becerin. Özgül sorunlarınızın, özgül örgütlenmesini ve yine bu özgül örgütlemelerin güncel örgüt ilişkisine kanalize edilmesi önemlidir. Bunların üzerinde de önemle durmanız gerektiğine işaret etmeye sanırım gerek yoktur.
Bizden bekleyeceğiniz en büyük şey; savaşı daha da tırmandırmaktır. Direnişinize, acılarınıza verilecek en anlamlı cevap bu olacaktır. Bu konuda andımız var: Mazlumlar'ın, Kemaller'in, Hayriler'in ve nice zindan şehidinin intikamını en kahredici bir biçimde alacağız. Benim bütün ahım budur, andım budur. Siz de bunu nasıl becerdiğimizi iyi inceleyin. Bakın, en küçük bir hesapsızlık görmeyeceksiniz. Her şey hesaplıdır. Düşmanı de kahreden budur.
Kendi cephenizden en iyi sonuçları yakalayabilecek güç ve kapasitede olduğunuza inanıyoruz. Bu inançla, hepinizi yoldaşça kucaklar, zorlu yaşamınızda başarılar dileyerek selamlarımı sunarım.
Şubat 1990
Reber APO
- Ayrıntılar