Yaşamda yeni günün dirilişini temsil eden Newroz şehitleri üzerinde de biraz durduk. Bizim bazı değerli yoldaşlarımız böylesine yaşamsal bir ölümle bugüne karşılık verdiler. Mazlum yoldaşın şahadetini de az-çok anlamlandırdık. Mazlum yoldaşın Newroz şahadetinde gerçekleşen şeyin büyük bir teslimiyete, o vahşet döneminde özellikle umudun o son kırıntılarının da alınıp götürülmesinde, namuslu ve onurlu yaşam olanağı tümüyle elden çıkartmaya, bunun için gerçekleşen son derece vahşi saldırıya karşı kendi kişiliğinde bitebilecek en son direnme hamlesiyle karşılık vermek olduğunu, böyle bir anlamının bulunduğunu ortaya çıkardık. Müthiş bir karanlık içinde bir kibrit çöpünü aydınlık gerekçesi yapmak, yaşamın korkunç bir biçimde teslim alınmak istenmesine karşılık kendini böyle feda ederek yaşam için böyle iddia olmak, iddia olarak varlığını sürdürmek çok önemliydi ve bu gerçekleştirilmiş oldu. Çünkü o haliyle yaşamı daha fazla götürmek mümkün değildi. Öyle bir baskı, öyle bir vahşet var ki, özgür bir yaşamın, namuslu ve onurlu bir yaşamın sözü olabilmek ancak böyle bir eylemle mümkündü.
Dediğim gibi, Mazlum yoldaşın şahadetinin bu gerçeği ifade etmesi çok önemlidir ve bunu anladığı ortaya çıkıyor. O, ideolojimizi iyi bilen bir arkadaşımızdı. Partimizi ruhundan tanıyan ve öyle kalmaya büyük özen gösteren gerçekten görkemli bir kişilik. Bu anlamda bu kişilik tam bir PKK oluyor; PKK’nin yaşam sözü, onun zirvesi oluyor. Çünkü o dönemde kesinlikle bir teslimiyet dayatması var ve teslimiyet öyle bir kişiye dayatılmıyor. Hatta teslimiyet sadece PKK’ye de dayatılmıyor. Şüphesiz biz dışarıda direniyoruz. Bizim de yapacaklarımız var. Ama oraya dayatılan teslimiyet daha fazla belirleyici oluyor. O teslimiyetin ardından getirilecekler belki daha belirleyicidir. Bir Diyarbakır zindanına dayatılmış teslimiyetin tam başarısı, o Şahin-Yıldırım ihanetinin tam zafere ulaşması, binlerce teslimiyetin peşi sıra gelmesi olacaktır. Onun bir halkın başına bela yapılması da herhalde en azından Kemalizm’in –ki bunlar “Genç Kemalistler” adıyla bunu yapıyorlardı- 1925’lerdeki zaferi kadar bir zafer olacaktı.
Yine bu biraz Dersim gerçekliğinde ortaya çıkıyor, Kemalizm’in 1938’de Dersim de sağladığı zaferin bu aşağılık unsurların şahsında, hem de tam “Genç Kemalistler” olarak Dersim kişiliğinde adeta tam zafer kazanarak sonuca gitmesi oluyor. Mazlum da bir Dersim gerçekliğidir ve herhalde bunu çok iyi bildiği için böyle bir direnme tutumunu sergiliyor.
Dersim direnişçiliği Kürdistan’daki son direnişçiliktir.
Ne kadar geri ve yetersiz olursa olsun böyledir. Oraya dayatılan ihanet ve asimilasyon da en güçlü ihanet ve asimilasyondur. “Genç Kemalistler”in ifade ettiği gerçeklikte dile getirilen şudur: “Dersim budur, bunun karşısında başka herhangi bir gerçekliğin söz konusu olamaz. Bu aynı zamanda Kürdistan için söylenebilecek en son sözdür. Bu söz de bizim sözümüzdür. Direnemezsiniz, teslimiyetten başka yapacağınız hiçbir şey yok”. Zaten bunu günlük olarak çok çarpıcı ve korkunç bir yoğunlukla işlemişlerdir. Tek tek kişilerle uğraşarak yürütüyorlar. Yani sonuç almak için neredeyse günler sayılıdır.
Mazlum direnişçiliği işte bu noktada kendisini biraz daha devreye sokuyor. Çünkü orada her şey baş aşağı gidiyor, teslimiyet çok hızlı gelişiyor. Yapılması gereken şey bir eylem türüdür. O da bu eylem türüyle yine çok anlamlı bir günde, bir yaşam gününde, bir yeni günde, bir diriliş gününde bunu gerçekleştiriyor. Gerçekten de Mazlum yoldaşın direnişinin daha sonraki süreci tamamen etkilediği, teslimiyete karşı direnişçiliği egemen kıldığı biliniyor. Bu direnişin bizim direnişimizi de güçlendirdiğini, dağ direnişine de taşırıldığını çok iyi biliyoruz. Bunun da bir ulusal direniş ve diriliş olduğu şimdi çok daha iyi anlaşılıyor.
Mühim olan her şeyi bir şehide yüklemiyoruz veya her şeyi o doğurdu diye kendimizi aldatma yaklaşımı içinde değiliz. Ama daha derinlikli bir anlayış gerekliyse, o anlayışın da aşağı-yukarı böyle etkili olacağını kesinlikle söyleyebiliriz. Kesinlikle şehidin anlamı budur diyebiliriz. Anlamı daha da derinleştirilebilir, ama özcesi budur. Nitekim ondan sonra peş peşe gelen eylemlilikler vardır. Gerçekten de Newrozlar bu tarihten itibaren çok yaşamsal kılındı. Newroz günlerinin direniş günleri haline gelmesinde Mazlum direnişçiliğinin etkisi asla küçümsenemez.
Reber Apo
- Ayrıntılar
Newroz Şehitlerinin Anısı
21–28 Mart arasındaki haftayı Ulusal Kahramanlık Haftası olarak değerlendiriyoruz. Newroz şehitleri başta olmak üzere, ortaya serilen büyük kahramanlık örnekleri bizi anılarını özenle değerlendirmeye ve en önemlisi de sonuçlarını mutlaka özümsemeye mecbur bırakıyor.
Kahramanlık eylemlerinin anlamını çok kısa sürede unutan ve gereklerini yerine getirmeyenler en büyük alçaklığı yaşamaktadır. Yine gafil olan odur ki, bu çok büyük anlam ifade eden kişilikleri, kendi yaşamında bir örnek olarak değerlendirmez ve kendine çok gerekli olan gücü buradan elde edemez.
Yaşanan gerçeğe bakıyoruz; bu kadar büyük kahramanlık değerlerinin yanında bu kadar cücelik, bu kadar alçaklık, bu kadar gaflet yaşanıyor; bunlar en az kahramanlık değerleri kadar kendini konuşturuyor. Bu bir çelişkidir. Kahramanlığı düşünmemek, düşünüp de gereklerini yapmamak, en temel insani değerlerden vazgeçmek demektir. Bunu lafazanlıkla geçiştirmek, bunu mutlak emir derecesinde telaki etmemek ve üzerine düşeni yapmamak, kişilikçe belki de açık bir hainden ve gafilden daha tahripkar olmak demektir. Bütün çabalarımızın bir anlamı da, hemen hemen her şeyin önünde tutulması gereken bu değerleri, yaşamın tek etkili gücü haline getirmek, mümkünse onun örgütünü ve eylemini sürekli kılmaktır. Bizi en çok bağlayan değer budur.
Biz gelişme durumlarınızdan memnun değiliz, savaşanların savaşçılığından memnun değiliz; bunların kendilerini biraz doğru değerlendirdikleri kanısında da değiliz. Derinleşen çocukluktur, derinleşen kendini kandırmadır. Kişiliklerinizde bir savaş ustalığı, bir örgütlenme ustalığı fazla anlam bulmuyor. Tarih bizim için şimdiye kadar hep böyle yaptı. Fakat biz bu lanetli tarihi değiştirmek istiyorduk. Ancak bu lafla olmuyor, yaşadığınız yetersizliklerle aşılmıyor. Böylesi bir yiğitlik ve mertliği tanımıyoruz. Bunun altında, bir de bu büyük kahramanlık örneklerinin dayatıcılığı altında eziliyorum. İki yönlü baskı altındayız. Onların yaşamına anlam vermek, bir de bu düşkünlerin baskılarına dayanmak zordur.
Size göre her şey basit ele alınabilir, rahat karşılanabilir, yenilmişsin, yenmişsin; bunlar o kadar mühim olmayabilir. “Laf var, bu yeter. Gözümü kapatırım fazla duymaya gelmem, derin anlamaya ne gerek var” diyorsunuz. Bu bir tarzdır. “Günü kurtardık mı, biraz da şerefi kurtardık mı yeter, daha ne isteniliyor” deniliyor. Biz kendimizi asla bu duruma düşürmeyeceğiz. Ne kadar dayatılırsa dayatılsın, kendimizi basitleştirmeyeceğiz. Bu aynı zamanda kendi payımıza bizim de bu kahramanlık değerlerine hesap vermemizdir. Başka türlü olmaz, başka türlü vicdan kaldırmaz.
Ben Mazlum Doğanların böyle bir Newroz eylemini yapmasını istemedim veya beklemiyordum. Ama baskı o kadar şiddetlenmiş, yaşam o kadar kahredici bir noktaya gelip dayanmıştı ki, direnmenin bir tek yolu veya yaşamının bir tek yolu bir kibrit çöpüyle Newroz ateşini yakıp kendini feda etmek oluyor. Hiç şüphesiz bu büyük bir zayıflığı da ifade eder. Ama kendi içinde çok büyük bir kahramanlığı da sergiler. Bu konuda zayıflıkla kahramanlığın iç içe olduğu bir dönem, bir kişilikte yaşanmamıştır. Bu durum ulusal ve toplumsal gerçekliğin bu kadar sağırlaştırıcı ve köreltici ortamından tek başına bir kuvvet olarak direnmeyi ifade ediyor. Başka hiçbir çaresi yok, başka hiçbir imkanı yok. Sesini hiçbir yere duyuramazsın. Bugünü düşünmek, o zamanın yüreğini düşünmek çok büyük önem taşır. Biraz yürekli olmanız gerekiyor.
Şehitlerin anısıyla yaşamak ve yetişmek, bugünü asla unutmamakla, bunun da ötesinde onu bireyin bir parçası yapmakla mümkün olur. Sizler öyle misiniz? Mazlum yoldaş çok iyi biliyordu ki, yüzyılların çok vahşi ve yok edici zoru, her şeyi götürecek; bir PKK umudu var, onun ışığı var ve bu söndürülmek istenecek! O dönemin güçlükleri o kadar dayatıcıdır ki, tarihin bu tip dönemlerinde, daha çok da bizim tarihimizde yapılan ya büyük bir perişanlık içinde bu kaderdir deyip sonunu beklemek, ya da çok kötü bir teslimiyet olmuştur. Mazlum yoldaş ikisini de yapmıyor; bir direniş geleneğinin son halkasını ve noktasını teşkil eden bir eylemliliğe girişiyor. Kendi içerisinde çok zayıf da olsa, bu bir eylemliliktir. Kadere boyun eğme olmadığı gibi, teslimiyetten de asla eser yoktur.
Biz bunu anlıyoruz. Bunun bir PKK direniş geleneği olduğuna eminim. Nitekim bu kıvılcım hem zindanı, hem de ülkeyi sardı. Bu kıvılcım bugün önünde durulmaz bir savaş gerçeği olup çıkmıştır. Onun büyüklüğü buradadır. O, zindana dayatılan büyük teslimiyetin altında yatan bütün bir ulusun çok sınırlı yaşam emarelerine, aslında ulus demeye bile insanın zorlandığı bir duruma son bir seslenişi, mümkünse son bir çabayla yaşamın yolunu aydınlatmayı ifade ediyor.
Biz daha o günden, bu eylem, ölümü kolaylaştırmıştır demiştik. 1980’lerin başlarında böylesine bir fedakarlıkla ölüme uzanmak düşünülemiyordu; ölmek çok zor geliyordu. Kaçış esastı, teslim olmak ortama egemendi. Zindan içinde daha büyük direnme zordu. Başlangıç işte böyle yapıldı. Hatta bu eylem için “bu bir köprü oluyor; bir tarihsel imha ve teslimiyet döneminden bir tarihsel direniş dönemine büyük bir geçiş köprüsüdür” dedik. Nitekim bunun doğru bir tanım olduğu, daha sonraki süreçte ortaya çıktı. Zindanda teslimiyeti yırtan direniş dalga dalga yayıldı ve bizim dağ direnişimizle birleşti. Düşmanın bütünüyle kapatmak istediği özgürlük kanallarımızla birleşti. Artık bir ulusun ölümsüzlüğü adına ne söylenebilecekse, öyle bir duruma gelindi.
Biz Mahsum Korkmaz (Agit) yoldaşın anısı üzerine bir şeyler söyledik ve bu direniş şahadeti için “o, dağda beliren yaşam umudunun söndürülmesine karşı soylu bir çabaydı” dedik. Gerillanın sönmesinin, bir ulusun sönmesine eşit olduğunu Agit yoldaşın çok özverili bir kişilikle ve sonuna kadar layık bir yaşamla bu adımda ısrar ettiğini ve şahadetiyle bir dönemece damgasını vurduğunu; bundan sonrasına devam etme gücünün gösterilmesi gerektiğini, şehidin anısına mutlaka verilecek bir karşılığın olacağını, karşılık verilmezse bu işin biteceğini söyledik. Bu şahadetin böyle bir anlamı vardı. İçinde komplo olur, içinde devlet olur, içinde yetersizlik olur, içinde zayıflık olur; dönemin kendisi, düşmanın büyük gücü olur.
Tıpkı zindandaki direnişin zorluğu gibi, burada da öyle bir durumu yaşadık. Gelinecek yere kadar direnişle gelinmiş; ondan sonrası için de bir kişiden beklenen artık biraz bu kadar olabilir deniliyor. Bize büyük bir miras veya çok zorlu bir görev bırakılıyor.
Bazı provokatif öğelerin, Agit Yoldaşın şahadetinden rahatlık bile duyduklarını çok iyi biliyoruz. Bunlar, “siz misiniz gerillayı geliştirmek isteyen, siz misiniz bu adımla başarı sağlayacağına inanan, işte en çok güvendiğiniz kişi de vuruldu, artık bir şey yapamazsınız” diyorlardı. Düşman da böyle reklam ediyordu. Biz o zaman da şöyle bir söz verdik; “böylesi bir şehidin anısına verilecek en anlamlı karşılık, bir yıl içinde gerilla takımlarına ve hatta bölüğüne yakın bir gücü ülkemizin dağlarında hareket ettirmektir” dedik. Bunu yaparsak, anıya gereken karşılığın iyi verilmiş olacağını belirttik. Nitekim bunu gösterdik. Aradan bir yıl geçmeden, bütün yetmezliklerine rağmen, böylesi grupları ulaştırabildik. Bu da düşmanın bütün çabalarına rağmen, büyük umut sesinin, büyük umut kaynağının söndürülmemesi ve daha da parlatılmasıydı.
Savaş tarihimizde 1987 ve sonrası değerlendirildiğinde, bunun gerçek bir yaşamsal dönem olduğu; düşmanın korkunç baskılarına rağmen büyük bir direnme tutkusu, azmi, iradesi ve bilincinin gösterildiği görülecektir. Anıya bağlılık anlamını bulmuştur. Gerilla kalıcılaşarak, kendi şehidine en anlamlı karşılığı vermiştir, hâlâ gerillayı derinleştiriyoruz. Anıya bağlı kalmak bir görevdir ve gerekenler ne pahasına olursa olsun yerine getirilecektir. Yürüyen budur, yürüyen şehittir, emreden komuta oluyor.
Daha sonra gelişen kitleselleşmemizin arkasından, Newroz’larda genç kızların kendilerini yakma olayları meydana geldi. Bu eylemler büyük kahramanlık eylemleridir. 1990 Newroz’unda Zekiye Alkan yoldaşın isyan ateşini bedeninde tutuşturmasıyla başlayan, 1992 Newroz’unda Rahşan Demirel yoldaşla, 1994 Newroz’unda da Ronahi ve Berivan yoldaşlarla devam eden bu gelenek, kitleselleşmeye bir çağrı oluyor. Mazlum yoldaş nasıl partiye bağlı kalıp PKK’yi yaşamanın çağrısını yaptıysa, yine Mahsum yoldaş nasıl gerillaya bağlı kalıp onun çağrısı olduysa, bu genç kızlarımızın şahadeti de “serhıldana başlayın, bağlı kalın, ülkeye yönelin, yurtseverliğe yönelin, kitleselleşin ve bu anlamda alevi tutuşturun” çağrısıdır.
Ferhat Kurtayların da kendilerini yakma olayı var. Yine Kemal Pirlerin ölüm orucu direnişi var. Onlar “Mazlum’un görevini biz yerine getirmeliydik. Dolayısıyla ölüm orucumuz bizim özeleştirimizdir” derler. Ferhatlar da “bu eylemleri biz yapmalıydık; bizim eylemimiz de bir özeleştiridir” biçiminde açıklamada bulunurlar. Özeleştiriler daha sonraki süreçte böyle telafi edilir.
Kendini yakma, düşman çevreler veya yüzeysel bakanlar tarafından bir intihar biçiminde değerlendirilir, yazılıp-çizilir. Hayır! Nereden bakılırsa bakılsın, böyle bir eyleme kalkışan bir insanın, kendindeki direnme gücünü azamileştirmek ve sonsuzlaştırmak gibi bir özlemden geçtiğini biliyoruz. Genç kızlar fazla silahlı değiller. Böyle bir istekte bir örgütlendirme, bilinçlendirme ve eyleme geçme gücünde olamıyorlar. Bunun nedenleri çok çeşitlidir.
Zekiye Alkan Diyarbakır’da devrimin zayıf olduğu gerçeğini görüyor. O zamanlar Diyarbakır sağırdır, fazla heyecana gelecek durumda değildir. Bir Newroz’u kutlayacak durumda bile değildir. Bir ateş gerekiyor, bir meşale gerekiyor. Zekiye yoldaş bunu böyle yorumlayıp kendini yakmayı uygun görüyor. Onun bu direnişi kitleselleşmek için olmuştur. Daha sonra vuku bulan Vedat Aydın’ın katledilmesinde, onun anlamlı bir gelişmenin ilk habercisi olduğu da anlaşılmıştır. Yüz binlerce Diyarbakırlı meydanlara taşarak kutsal bir sürece damgasını vurmuştur.
İzmir’de Rahşan Demirel’in kendini yakması vardır; o da İzmir kalesinin burçlarında bir meşaledir. Onun direnişi, metropoldeki Kürt kitlesine “vatana dönün yurtseverlikten vazgeçmeyin, dönüşünüz kesin olmalıdır” çağrısıdır. Onun eylemi kesinlikle bizim metropol kitlesine yaptığımız “ülkenize bağlı kalın, devrimci savaşa bağlı kalın” çağrısının yankı bulmasıdır. Bu direniş onun meşalesi oluyor. Büyük bir kahramanlık eylemidir.
Avrupa’daki son iki kahraman genç kızımızın eylemi de aynen böyledir. Bizim Avrupa’daki kitlemize yaptığımız bir çağrımız vardı, “1994 yılı ülkeye büyük yöneliş yılı olmalıdır. Düşüncede, ruhta ve adım adım fiziksel olarak dönüş yapın” dedik. Arkadaşlar bu mesajımı alıyorlar; çok planlı ve bilinçli bir biçimde onu bir eylem meşalesine dönüştürüyorlar. Nitekim bu meşale büyük bir oyunun kurbanı olan bu yurt dışındaki kitlemize, halkımıza çok güçlü çıkışı yaptırabiliyor. Bin yılların bütün işgalleri ve istilalarının dağlarımızdan söküp indiremediği halkımızın, özel savaşın en kabasından en incesine kadar çeşitli oyunlarıyla indirilmesi, metropol kentlerine ve Avrupa ülkelerine savrulması durdurulmak zorundaydı. Böylesine bir savruluşu durdurmak kolay değil. Bu ancak böylesine bir meşaleyle, genç kızlarımızın kendilerini birer meşale gibi yakmasıyla belki mümkündür veya öyle oluyor. Anlamı budur.
Nereden bakılırsa bakılsın, derin bir görüşe ihtiyaç var, kendine gelmeye ihtiyaç var. Yürekler çok duyarsızlaşmış, insanlar pasifleşmiş, kendilerini çok düşürüyorlar, çok bencilleştirilmişler. Onları ancak kendilerine şok edici eylemle ayağa kaldırma gereği söz konusu ve bunu yapıyorlar. Eminiz ki, bu mesaj da, bu çağrı da anlamını bulmuştur ve Daha da bulacaktır.
Bazı canlar, bazı doğru fikirlere ve mesajlara kendilerini böyle katarak karşılık veriyorlarsa, bu fikirler ve açıklamalar ölümsüzdür. Görülüyor ki, her eylemin büyük bir kahramanlık değeri var; tarihsel, sosyal ve siyasal gerçeklikte bir dönüşüme yol açması durumu var. Bunun sadece bir şartı var; o da kendilerini bağlı hissedenlerin “ben de onların ardılıyım, onlara bağlıyım” diyenlerin bu dürüstlüğü göstermeleri; kendilerini şehitlerin uğruna varlıklarını adadıkları, amaca bağlı tutmaları, burada tutarlı ve dürüst olmalarıdır. Gerisi gelir, gerisi zafere kadar adım adım kazanılır.
Biz böyle kalmaya söz verdik. Bu büyük bir duyarlılık ve tutarlılıkla mümkündür. Bu her şeyden önce kendisine verilen şeref sözünü ve düşünce gücünü eylem gücüne kavuşturmakla mümkündür. Gözyaşı dökerek, bazen sahte anma havalarına girerek, şehitlerin anısına karşılık verilemez. Örgüt gücü olarak, eylem gücü olarak, bütün düşman saldırılarını boşa çıkardığında bağlısın demektir. Bunun dışında bir bağlılık demagojidir veya ihanet kadar tahripkardır.
Biz geçen kış boyu bu son günlere kadar kapsamlı bir partileşme dersiyle ve doğru örgütlenme anlayışıyla, aynı zamanda anıya bağlı olmanın doğru yolunu da gösterdik. “PKK’lileşelim ve Savaşı Kazanalım” dedik. Anıya başka türlü karşılık veremezsin. Bu, parti gücü haline gelmenle mümkündür. Onu bütün yönleriyle gösterdik ve ardından “doğru bir halk cepheleşmesine yaklaşalım” dedik. Kitleselleşme zafer için çok gereklidir. Bunun da kitleye doğru yaklaşımla, doğru kitle politikamızla, onun mutlaka yeterli örgütlenmesiyle bağlantıları vardır. Ona yüklendik. Başka çaresi yoktu.
Newroz mesajlarını ve kahramanlık şehitlerini başka türlü karşılayamazsın. Biz de bu yıla böyle bir karşılık vermek istedik. Ordu gerçekliğini ve savaşmasını bileceksin. Bunun anlayışı kadar, pratik ustalığını da kesinlikle göstereceksin. Bize çokça dayatıldığı gibi ordulaşmaya gelememeye, oldukça sudan bahanelerle adam kaybetmeye, eylemi zararla sonuçlandırmaya hiç birimizin hakkı yoktur. Bunu yapan lafazandır bunu yapan değerlerimizin düşmanıdır. Bunun gerekçesi de olamaz. Anılara bağlılığı böyle düşüneceksin, böyle gerçekleştireceksin. Doğru ordulaşıyor musun? O zaman sözünün erisin, gerisi laftır.
Ordu gerçeğinde ucuz lafa yer yoktur. Ordu en yoğunlaşmış siyasettir, kişiliktir. Sözün eyleme en yakın biçimidir. Biz böyle değerlendirdik. Bizler bu şehitler anısına ve bütün şehitlerimizin yaşamdaki anlamına ısrarla bağlıyız. Onun ağır baskısı altındayız, ama ezilmemişiz. Yaptıklarımızı hâlâ yeterli görmüyorum. Asıl yapmak istediklerimizi bundan sonra yapacağımıza da eminiz.
Buna dayanarak, hiç kimse bizden insaf beklemesin diyorum. Şehitlerin anısı söz konusu olduğunda, şehitlerin anısının gerekleri dışında, hiç kimse kendisine ucuz bir paye beklemesin. Biz her şeyde sıradan olabiliriz, her şeyde kendimize paye biçebiliriz, ama şehitlerin anıları söz konusu olduğunda akan sular durur, damarda akan kan durur. Ancak layık olduğunda kendine paye biçebilirsin. Bu böyledir ve PKK’nin gerçeği de budur. Böyle olduğunda anlayışla karşılarız, tutarlı kalmaya çalışırız. O çok zor koşullarda, düşünülmesi çok zor şahadetleri başka türlü karşılayamayız.
Hakilerden başlayan ve günde neredeyse bir kaç şehide mal olan şimdiki sürecin şehitlerine mecburuz. Şehitlerin anılarına gereken ağırlığı vermek ve herkesi onlara bağlamak insanlık borcumuzdur, şeref ve onur sözümüzdür, yaşamımızdır, başarı ve zafer yürüyüşümüzdür. Bu açıdan partileşmek, bir öncünün zaferi için ne kadar gerekiyorsa, o kadar partileşmek bu işin doğal gereğidir. Gereği kadar cepheleşmek, ordulaşmak ve savaşmak böyle bir şahadet anlayışının doğal sonucudur.
Burada kendimizi disipline edeceğiz. Burada kendimize hakim olacağız ve gerekeni yapacağız. PKK tarihi böylesine bir tarihtir. PKK komutası böyle şehitlerin komutasıdır. Bunu bilmeyen daha iyi bilmeli, gereğini yapmayan kesin olarak yapabilmelidir ki, bu tarihe layık olduğunu gösterebilsin. Biz buna göz-kulak olacağız.
Bizim yaptığımız bir iş de şehitlerin komutasına göz-kulak olmalıdır. Ve onu bütün çalışmalarımızın başında tutuyoruz. Anlamayan anlamalıdır. Şimdiye kadar gerekenler yapılmamışsa, özeleştiri olarak bundan sonra yapılmalıdır. Böyle yapılırsa, şehitlerin anılarının ezici baskısı altında kendimizi affedebiliriz; dürüst, şerefli ve onurlu bir kişi olma payesini kendimize yakıştırabiliriz. Ben bunun dışında hiçbir yol göremiyorum. Kendim de böyle olmaya büyük özen gösteriyorum.
Bugün 30 Mart. Bugün bir de Kızıldere şehitlerinin yirmi ikinci yıldönümü. Böylesi anlamlı bir gün olma özelliğine sahiptir. Kızıldere şehitleri de hiç şüphesiz sıradan geçiştirilecek şehitler değildir. Kızıldere direnişi, her şeyden önce 12 Mart faşizmine, TC faşizmine karşı gelişen dönemin en soylu başkaldırısıdır. Bunun için halkların umutlu, inançlı ve bilinçli kişilikleri direniyordu. Bu, teslim olmayan on yiğit devrimci önder kişiliğin başkaldırısıdır. Daha da somut olarak söylemek gerekirse, biz şehitlerin anısına bağlı olmanın gereğini daha o zaman iliklerimize kadar duyduk. Bu kadar çıkarsız, bu kadar zayıf olmalarına rağmen, dev gibi bir düzene başkaldırış ve isyan bayrağını çok büyük bir kahramanlıkla indirtmeme geleneğini o gün gördük. İdeolojik ve siyasal gerçekliği ne olursa olsun, örgüt ve eylem anlayışı ne denli kusurlar taşırsa taşısın, alçakça bir düzene, kendini halkların umutlarına ve kurtuluşuna amansızca dayatan bir faşizme karşı bir şeyler yapılması gerektiğine inanan ve ölümün üzerine bile bile yaman bir biçimde giden bu büyük topluluğu anmamak olmaz.
Onların üzerine on binler yürüdü ve katledildiler. Biz, büyük bildiğimiz bu insanlar neden böyle hunharca katledildi diye sarsıldık. Yaşayanlar olarak sessiz ve derinden bir söz verdik ve gerisini getirmeliyiz dedik. O ilk amatör devrimcilik günlerimizde onların katledilmesini protesto ettik. Bu 12 Mart karanlığına karşı cesaretli bir adımdı. Tutuklandık, yatıp çıktık. Daha fazlasını yapmak istedik; Türk devrimciliğiyle yapmak istedik, olmadı, Kürdistan devrimciliğine yöneldik. Bilindiği gibi kesintisiz ve sürekli bir örgütü devreye sokmanın büyük hesabını o günlerde kendimiz için bir numaralı görev belledik ve bunu ısrarla takip ettik. Daha bu şehitlerin anısının üzerinden bir yıl geçmeden, bir Kürdistan kurtuluş grubu olmaya karar verdik. Bu da şehitlerin anısına bağlı olmanın bir gereğiydi, dürüst olmanın, devrimci söze bağlı olmanın bir gereğiydi ve yapılan da buydu.
Hiç şüphesiz 12 Mart faşizmi bu direnişle yıkılmayacaktı. Ve faşizm üzerinden ezip geçecekti. Öyle de oldu. Ama bizimki, çok sıradan, fakat dürüstlüğünden vazgeçmemiş bazılarının kendini anlamlı kılması gösterdi ki, başlangıç ne kadar zayıf olursa olsun, dönem ne kadar aleyhte olursa olsun, eğer kararlılık ve süreklilik varsa işin sonu mutlaka gelir. Ve bir gün bu cellat başlarına gereken cevap verilir; çok güvendikleri orduları başlarına yıkılır, çözdürülür. İşte bugün görüyorsunuz ki, bu gerçekten mümkünmüş. Büyük bir sabırla, büyük intikam yeminiyle, onun adım adım büyük bilinci ve örgüt savaşçılığıyla, uzun vadeli yaşamın savaşımıyla, PKK’nin örgüt gerçeğinin ifadesiyle mümkünmüş.
Geçen yirmi iki yıl, aynı zamanda bizim hareketimizin fiili tarihidir. Bu direniş şehitlerine çok somut bağlıdır, onların sıcak direniş çağrılarından kaynaklanıyor. Şüphesiz bir de halkımızın gerçekliği vardır ve esastır. Yurtseverliğimiz vardır ve esastır. Ama bir de büyük direniş kaynağı olmasaydı, bu esaslar acaba hayat bağı bulabilir miydi? Kendi kaynaklarımızı inkar edemeyiz. Onlara sonuna kadar anlamını vermek ve gerekeni yapmak da tarihe saygılı olmanın vazgeçilmez bir gereğidir.
Bu tarihin de altında yüzyılların halk direnişçileri vardı. Bu konularda kendiliğinden bu duruma gelmedi. Vietnam Devrimi, Küba Devrimi, Latin Amerika Devrimleri, bütün Asya, Ekim Devrimi’ni incelediler. Bunların mirasını Türkiye’ye, Kürdistan topraklarına taşırmaya çalıştılar. Onlar bu kadar büyük insanlık değerlerinin özümsenmiş ifadesiydiler. Onları böyle bir kapsamda değerlendiriyoruz. Nitekim bu aynı zamanda bizim de enternasyonalist anlayışımızın kanıtıdır. Bu mirasın bizim de mirasımız olduğunu çok iyi biliyoruz. Biz kendimizi insanlığa böyle bağladık. Bunlar Anadolu toprağında ilk defa böylesine büyük bir direnişle yankılanıyor. Biz onu alıyoruz, şimdi dalga dalga bütün ülkemize ve giderek Ortadoğu’ya yaymaya çalışıyoruz. Şehitlerin anısına bir de böyle karşılık vermek vardır.
Hiç şüphesiz Türkiye Solu dediğimiz, devrimci dediğimiz kesimler, bu şehitlerin anısına karşılık vermeliydi; ama veremediler. Bunlar bazı sesler çıkarmak istedilerse de, bu sesler bu direnişi karşılamak ve anlamaktan uzaktı. Bizim asıl eleştirimiz burada oldu. Layık olamıyor, gerekeni yapamıyorsunuz dedik. Ve bu eleştiri bizim eylemimiz oldu aynı zamanda. Türkiye devrimciliği kendi şehitlerine doğru sahip çıkmayı bilemediği için bu durumdadır; bir de ucuz vazgeçtiği ve unuttuğu için bu durumdadır. Bu devrimcilik aşırı sağ karşısında bir hiçtir. Kendi hayat kaynaklarına karşı bu kadar ilgisiz kalan ve gerekeni zamanında yapamayan daha da ezilip biter. Gerçekleşen bu oluyor.
Bunlar tüm kardeşlik ve yardım çağrılarımıza rağmen, ses verecek durumda değiller. Neden? Çünkü şehitlerini böyle karşılıyorlar. Hüzün ondandır. Ama yine de bu direniş şehitlerinin anısının boşa gitmediği kesindir. Buna Deniz Geçmişlerin darağaçlarındaki büyük başkaldırısı ve teslim olmayan gür sesi de dahildir. Yine Kaypakkayaların işkencelerde ser verip sır vermeyen ve sonuna kadar direnen sesi de dahildir. Hepsine karşılık verilmiştir. Devrimci savaşımımız onların anısını mükemmel temsil ediyor.
Biz bu savaşımı bu tarzda daha da derinleştirdikçe ve eksikleri kapattıkça, bu hiç şüphesiz zaferi de kesinleştirecektir.
Rêber APO
30 Mart 1994
- Ayrıntılar
Geleneksel 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla, bir kez daha kadın özgürlüğü gerçeğimizi göz önüne getirerek, kadın sorununa yaklaşımın nasıl geliştiği ve bunda bizim çözümümüzün ne olduğunu bilince çıkarmak ve günün mücadele gerçeği içinde daha da ilerleyebilmesinin savaşı içinde olmak, bugüne verebileceğimiz en anlamlı karşılıktır.
PKK tarihi, onun sömürgecilikle savaşım tarihi, aynı zamanda Kürt kadınının kurtuluş tarihidir.
Halk gerçeğimiz, yoğun bir biçimde kadın gerçeğimizin benzerliklerini taşır. Onun sorunu, onun kurtuluşu; kadın sorunu, kadın kurtuluşudur. Belki de denilebilir ki, hiç bir devrim Kürdistan Devrimi kadar kadının kurtuluş devrimi olamayacaktır. Bunun tarihi, ulusal ve toplumsal nedenleri vardır. Tarihte, toplumun ataerkil aile yapısından ötürü ve giderek daha da geri biçimlerde günümüze kadar gelişen feodal ağalık, aşiretçilik, dincilik kurumlarının erkeği öne çıkarması ve bu kurumların en çok yabancı işgale yataklık etmesi, Kürt erkeğini çok onursuz, işbirlikçiliğe en çok alet olan, bu konuda sınır tanımayan bir çarpıklığın içine iterken; kadın güçsüz de bırakılmış olsa, Kürt ulusal değerleri içinde kalabilmiştir.
Erkek egemenliği, onu hep kadın üzerinde baskıya doğru götürürken, dışta işbirlikçiliğe doğru götürmüştür. Kurtuluş yolunu hep işbirliğinde arar. Dolayısıyla yabancı işgalcilerin, sömürgecilerin kültüründen tutalım her türlü siyasi, askeri tortu işlerinden tutalım kabiliyetine göre en tehlikeli ajanlık ilişkilerine kadar, hepsine Kürt erkekleri içinde bolca rastlanır. Bu konuda adeta kendileriyle iftihar ederler. Yabancı işgalcilere en çok kim hizmet ederse, "bu en iyi adamdır" biçiminde bir bakış açısı gelenek olmuştur. Genel anlamıyla erkeğin yaşadığı bu olumsuzluk, işbirlikçi sınıflarda daha da gelişmiştir. İşbirlikçi sınıf ve onun erkek egemenliği denilebilir ki, Kürdistan’ın en uğursuz, en lanetli kirine bulaşmış, ulusal değerlere ihanet etmiş ve dolayısıyla da en çok sorumlu tutulması gereken kesimi oluyor. Eğer kadın bu anlamda bir defa kirli düşmüşse, erkek on defa daha kirli düşmüştür. Bu gerçeği çok işledik.
Genel toplumsal çözümlemelerimizde ve daha çok da kadın sorununun ortaya konulması ve çözümünde son yıllarda oldukça ilerleme sağlamış bulunuyoruz. Hatta bununla da yetinmedik, pratiğe bu çözümlemeler temelinde yol aldırmaya çalıştık. Gelişmeler, çözümlemelerin doğruluğunu ortaya koydu. Kürt kadınının kendini en iyi dile getirdiği 1990 yılının Cizre-Nusaybin serhildalarında önderlik edenler kadınlardı, çocuklardı. Kadın-çocuk ilişkisini göz önüne getirirsek, kesin olarak serhildanda önderlik, ağırlıklı olarak kadınındır. Bu gerçeği iyi anlamak gerekiyor.
Unutmayalım ki Cizre-Nusaybin’de, Kürdistan’ın diğer benzer serhildanlarının geliştiği yörelerde, kadının kendini ortaya çıkarışı tesadüfî değildir.
Birincisi; kesinlikle partimizin ideolojik-politik yaklaşımlarının doğruluğuna, kadının tutkusuna verdiği önemi gösteriyor. Bu kesindir.
İkincisi; yaptığımız pratik çalışmanın doğruluğunu, kadın faaliyetlerine verdiğimiz önemi, kadın kadrolarının kitleler arasındaki çalışmalarının önemini ve sonuç alıcılığını gösteriyor. Özellikle Cizre kadınının etkilenmesinde temel rolü oynayan Bınevş AGAL yoldaşın örnek kişiliği, çok iyi bilinir ki, bu gelişmelerin en önemli nedenidir. Hemen hemen her yörede böylesine gelişmelerin ortaya çıkarılmasında, partinin bizzat eğitip mücadele alanına sevk ettiği kadın kadrolarının yeri önemlidir. Onlarca şehit verilmiştir. Daha dün 1991 serhildanının geliştiği Şırnak, İdil ve Dargeçit’te, kadınların yürüyüşün başında olduğu ve yine ilk şehidin bir kadın olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Şu ortaya çıkıyor ki, Kürdistan Devrimi’nde daha başından itibaren, kadınlar önemli rol oynayacaktır, korkusuz yöneleceklerdir.
Devrim, önemli oranda kadınların kurtuluşunun devrimi olacaktır.
Bu düşüncede ortaya konulduğu gibi, pratikte de böyle olacağını kanıtlamıştır. Kürdistan ulusal gerçeği, içten baskı altına alınan halkın yaşadığı zor koşullar ve buna karşı özgürlük savaşımının ortaya çıkardığı gelişmeler, kadın etkisini sıkı sıkıya taşır. Şunu sıkça söyleriz; bizim halkımızın gerçeği, biraz da kadın gerçeğine benzer, kadının baskı ve sömürü altına alınışına benzer bir baskı ve sömürü altına alınmıştır. Dolayısıyla halkımızın sorunları ve kurtuluş yolları ile kadın sorununun çözüm ve kurtuluş yolları iç içe düşmüştür. Hiçbir halkın gerçeğiyle karşılaştırılmayacak kadar bize özgü bir gerçektir. O halde, bu gerçek böyleyse ve gelişmeler de bunu doğrulaşmışsa, Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla, her ulusun kadınlarına bugün dolayısıyla göstermek istediği bir yaklaşım vardır. Bizim de bu konuda göstereceğimiz en olumlu yaklaşım, gerçeğimizin izleyicisi olmak ve eger bu gerçekliğimiz de bir direniş, serhildan gerçeğine dönüşürse, bunun en anlamlı yaklaşım olduğunu ortaya koymaktır. Biz sadece bunu bir günün saygılı yaklaşımı olarak değil, gittikçe derinleşerek bütün toplumumuzun kurtuluşuna, onun her bakımdan dirilişine katkısını sunacak ve sadece bu anlamıyla Kürdistan için değil, bunu kadının kurtuluşu için değil, dünya kadınlarının özgürleşmesine de katkıyı yapacak bir yaklaşım olarak görüyoruz ve bunun savaşımını veriyoruz.
PKK’nin kadın sorununda çok radikal olmasının en temel nedeni, kadın gerçeğimizin kendisinde yatmaktadır. Sorunu dünya kadının sorununa bağladığı gibi, tarih boyunca kadının baskı ve sömürü altına alınışı, düşürülüşü, kötürümleştirilmesi ve buradaki mücadelesine başladığı gibi, en çok da bunun Kürdistan kadınında nasıl geliştiği, Kürdistan kadınının baskı ve sömürüsünün özgül yanı, ayrıca kurtuluşunun da özgün yönlerini doğru ele almak gerekir.
Şunun çok iyi bilincindeyiz; genelde bir toplumda kadının özgürlük düzeyi, bütün toplumun özgürlük düzeyini belirler. Bir toplumun ne kadar özgürleşeceğini anlamak istiyorsanız, bir kadının ne kadar özgürleşmek durumunda olduğuna bakacaksınız. Bir ailenin ne kadar özgür bir aile olduğunu anlamak istiyorsanız, kadının ne kadar özgür olduğuna bakacaksınız. Şunu da ekleyelim; bir erkeğin ne kadar özgür olduğunu anlamak istiyorsak, kadın sorununda ne kadar özgür olduğuna bakmak gerekir. İyi veya kötü, demokrat, sosyalist olmanın temel ölçütlerinden birisi; soruna demokrat ve sosyalist olarak bakabilmek, kadın ilişkilerinde bir seviye tutturabilmek buna bağlıdır. Dolayısıyla biz, partimizin içinde "özgürlük ne kadar vardır" sorusuna cevap vermek istiyorsak, saflarımızdaki kadınların özgürlüğüne bakacağız. Saflarımızda kadın ne kadar özgürleşiyorsa, PKK de o kadar özgürdür.
PKK’nin özgürlük derecesi toplumumuzun özgürlük derecesidir.
PKK’deki kadının özgürlük derecesi, Kürdistan toplumunun içindeki kadının özgürlük derecesini tayin eder.
Soruna böyle yaklaştığımızda, partililere ne tür bir görev düştüğünü çok iyi anlıyoruz. Her şeyden önce partinin konuya doğru tarihi, toplumsal gerçekler temelinde bakmasını bilmek gerekiyor. Bu konuda geliştirilen çözümlemeler vardır. Mutlaka bütün partililerin özümsemesi gerekiyor. Tutarlı olmanın birinci boyutu budur. İkincisi, bunu kendi kişiliklerinde uygulamaları gerekir. Çözümlemelerden çıkarılacak sonuçlarda sadece kadının özgürlüğü değil, erkeğinde özgürlüğünün yattığının bilinmesi gerekir. Düşürülen kadın, erkeğin düşürmesidir. Özgürleşen kadın, özgürleşen erkek demektir. Böylesine iç içe etkileyen taraflar olarak baktığımızda, sağlam bir partilinin kendini mutlaka eğitmesi gerektiği ortaya çıkar. Ne kadın bize geleneksel kendi köleliğini, düşkünlüğünü dayatabilir, ne de erkek kendisinin tersyüz edilmiş egemenliğini, daha tehlikeli işbirlikçi düşkünlüğünü ve baskıcı egemen olma konumlarını dayatabilir. Mutlaka tutturulması gereken, tarafların eşit ve özgürlüğe açık olmayı bilmeleridir. Açık, şeffaf, özlü, baskıdan uzak, olumsuz etkilenmelerden uzak, sonuna kadar temel kurtuluş değerlerine bağlı, saygıya dayalı, sevgiye dayalı, sonuna kadar yoldaşça ilişkiler içine girebilmeleridir. Parti buna önem veriyor, bu konuda mevcut gerilikleri aşmaya çalışıyor ve daha şimdiden bu çabaların ürünü olarak Kürdistan kadınının devrimde küçümsenmeyecek rolünün ortaya çıkmasına yol açıyor. Düşmanın baş edemeyeceği müthiş bir güç kaynağının sadece kendini kurtarmakla yetinmeyeceği, bütün toplumun kurtuluşuna, onun zengin, yeni, diri, yaşanmaya değer bir toplumsal düzene dönüştürülmesine en büyük katkıyı sağlayacaktır.
Demokratik olsun, ulusal kurtuluş olsun, sosyalist olsun geleneksel birçok devrimde kadın hep uydu, bağımlı bir biçimde ele alınmıştır. Devrimin esas bir öğesi değil, bağımlı bir öğesi gibi yaklaşılmıştır. "Herkes askerdir, kadın da bir askerdir; herkes bir militandır, kadında bir militandır; herkes şu işi yapıyor, kadın da o işi yapmalı" şeklinde kaba-materyalist yaklaşımlar sergilenmiştir. Kadının askeri, siyasi, örgütsel çabalara katılması gerektiğini inkar etmemekle birlikte, bunun yetmediğini, hatta bu konuda kadına yaklaşımda salt eşitlikçi bir anlayışın tutturulmasının ciddi sakıncaları olacağını hemen belirtmek gerekiyor. Çünkü kadının özgürlüğü, onun mücadelesinin de özgürlüğünü ortaya çıkarır. Kadının fiziki, sosyal, tarihsel, içinde bulunduğu durum ve hatta bir bütün olarak toplum için ifade ettiği anlam, her ne kadar bütün toplumsal etkinliklere buna devrim de dahildir katılmayı kurtuluş için vazgeçilmez kılıyorsa, özgünlüğünden kaynaklanan durumda aynıdır. Bu yönlü özellikle dıştalanmıştır, söz değerinden yoksun bırakılmıştır, eylem değerinden yoksun bırakılmıştır. Her türlü etkinliği sınırlandırılmıştır. Bu daha çok sosyal yaşamda, kültürel yaşamda, böyledir. Yalnız siyasi askeri yaşamda değil, diğer alanlarda da yoksun bırakılmıştır. İlişkilerde özgünlüğü, eşitliği ortadan kaldırılmıştır. Bütün bunların yeniden ele alınması, özgürleştirilmesi gerekir.
Dolayısıyla soruna dar bir eşitlikçi anlayışla değil, kadın gerçeğinin bütün boyutlarıyla ele alıp zenginleştirilmesi temelinde yaklaşılmalıdır. Böylece kendi elinden alınan bir çok yeteneğinin yeniden kazandırılmasına yol açılır. İyi bir inceleme sonucu, toplumsal baskı nedeniyle neyi kaybettiyse, onu bulmaya götüren, onu edinmeye götüren bir mücadelenin sahibi olması gerektiği açıktır. Kadının kendi orijinalliğini, özgünlüğünü böyle bulmasına, en az diğer alanlardaki eşitlik çabaları kadar büyük gereksinme vardır. Bunu karşılayamadan, kendini erkekle kaba eşitleştirme içine sokması tehlikeli bir yanılgıdır. Çünkü kadının bir de yitirdikleri vardır, elinden alınan yetenekleri vardır, kişiliğini yaşamama, kadınlığını yaşamama durumu vardır. Bunun büyük sıkıntıları, bunun yol açtığı acıları vardır. Bunları gidermeden ne siyasi, ne askeri, mücadeleye ciddi olarak katkı sunacakları düşünülemez.
PKK bu konuları zengince ele almaya çalışıyor. Hiçbir partiye nasip olmayacak bir biçimde kendine duyduğu bir güvenin de eseri olarak bakıyor. PKK’nin konuya böyle bakışının altında, aslında Kürdistan Devrimi’ne bakışı yatmaktadır. Bu bakışın altında, Kürt toplumunun, kadınların yaşadığı baskı ve sömürü biçimine benzer bir durumu yaşaması gerçeği vardır. Dolayısıyla soruna çok köklü yaklaşmamız, kendi toplumumuzun sorunlarına köklü yaklaşmamızdan ötürüdür. Bu nedenle de iki sorunun çok iç içe ve hatta kadının özgül nedenlerden ötürü öncü rol üstlenmesi de bu nedenle gerekiyor. Örneğin, Kürdistan toplumunun, erkeğinin sürekli dışarıya kaçışı ve neredeyse toplumun dörtte üçünün kadınlardan oluşması, yine erkeğin kolay işbirlikçiliğe yatması, ama kadının ulusal değerlerden kopmayışı gerçeği var. Okur-yazarlığı yok ve Kürt kalmak zorunda. Bu basit nedenler bile, neden kadının çoğunluğunun ulusallığı temsil ettiğini bize açıkça gösteriyor. Partimizin daha başından itibaren bunları gördüğünü göz önüne getirerek, bu soruna hakkettiği yeri vermesi, serhildanda kadın önderliğinin ortaya çıkışına yol açıyor.
Hiç şüphesiz bununla yetinmeyeceğiz, attığımız adım bir başlangıçtır. Parti içinde olsun, ulusal kurtuluş saflarında olsun, giderek daha fazla ve yoğunca bu sorunun işlenmesine ağırlık vereceğiz. Her şeyden önce parti saflarında kadın eğitimini daha da geliştireceğiz. Mevcut çözümlemelerin iyi özümsenmesi, derinleştirilmesi, kişiliklere indirgenmesine artan bir çabayla karşılık vereceğiz. Aynı şeyi yalnız kadın için değil, erkeğin eğitimine de yansıtacağız. Şu ilkeyi sürekli göz önüne getireceğiz; bir kadro bu sorunlarda doğru çözüme ulaştığı anda kadrodur, bu sorunda özgürleştiği oranda özgürdür. Gerçeğine biraz özeleştirisel yaklaşacak, sürekli eksiklikleri gidermeye çalışacak, bu konuda kendi mücadelesinde giderek derinleşme ve yoğunlaşma sağlayacaktır.
En önemlisi de kadın kadro adayları, daha çok kendi eğitimlerine ağırlık vereceklerdir. Partiye çok zayıf geldikleri, toplumun ağır etkisini taşıdıkları, çok geri özellikler getirdikleri biliniyor. Dolayısıyla özgül eğitimlerini yapacaklar. Bu konuda geleneksel kadın düşkünlüğünü, duygusallığını, hafifliğini asla yansıtmayacaklar. Bilakis cesur, fedakâr, zeki kadın olma özelliklerini sürekli geliştirecekler. İnanıyoruz ki, kadınlar da bu özellikler erkeklerden daha aşağı değildir. Bizim yaşadığımız gerçekler daha şimdiden bunu doğruluyor. Geçen yıl, yani 1990 Newroz’unda partimizin ideolojisinden sınırlı olarak etkilenen kahraman kızımız Zekiye ALKAN’ın kendini yakma eylemi, "Newroz ateşi en iyi insan teninde yanmalıdır" demesi, cesaretin ve fedakârlığın sınırsız bir örneğidir. Demek ki, kadının kurtuluşa girişi öyle küçümsenecek bir giriş değildir. Doğru yol gösterildikten sonra, eğer yanlış engellemelerle dıştan dayatmalar olmazsa, kadına sonuna kadar güvenmek ve bunun doğruluğuna inanmak, sanıldığından daha fazla kurtuluşumuza katkı sağlar, zenginlik sağlar. Bu olmadan devrim olmaz. Kadının genelde dünyada, özelde Kürdistan’da katılmadığı devrim, noksan kalmış bir devrimdir, bizdeyse imkansız bir devrimdir. Ulusal kurtuluş devriminde, demokratik, sosyalist devrimde kadın, Kürdistan özgülünde gittikçe daha artan bir rol oynayacaktır. Şu çok önemli bir gerçektir ki, Kürdistan kadını uyandığı, örgütlendiği, kat be kat kendini özgürleştirdiği oranda, Kürdistan uyanmıştır, dirilmiştir, özgürleşmiştir ve yaşanılır bir alana kavuşmuştur.
Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla bir kez daha bu soruna kendi katkımızı sunarken, böylesine kapsamlı düşünmeyi ve üzerimize düşeni yapmayı bilmeliyiz. Parti Önderliği olarak biz, kendi çabamızı oldukça yoğun ve çözümleyici kılmaya çalıştık. Halen kadın kurtuluşunun Kürdistan kurtuluşundaki yerini, önemini ortaya koymak için, ardı arkasına çözümlemeler, yoğun eğitimler, örgütlenmeler yapıyoruz. Bu konuda bütün partililere, doğruların nasıl ele alınması gerektiğini, çözümün ne olduğunu, özellikle pratiğin nasıl geliştirilmesi gerektiğini önemle vurguluyoruz. Devrimimizin önemli oranda kadın devrimi olduğu bilinciyle hareket ediyoruz. Çabalarımız, bize bu konuda oldukça yenileştirici, oldukça özgün olmayı öğretmiştir. Geleneksel yaklaşımların, namus kavramının, aile kavramının yıkılışını, bunun yerine gerçek namuslu yaklaşımı, özgür yaklaşımı, büyük zorluklara rağmen yerine getiriyoruz ve getireceğiz. Yaptığımız sınırlı bir çalışmadır. Daha fazlasını cesurca, bu konuda hiçbir engel tanımadan yerine getireceğimiz kesindir. Yeni olacağız, yeniyi başaracağız. Bu konuda kendimize güvenimiz, kadın kadrolarımıza, çalışanlarımıza ve bütün kadınlarımıza güvenimiz tamdır.
Bir kez daha bu vesileyle, başta kamp sahasındaki eğitim faaliyetine katılan yoldaşlar olmak üzere, PKK saflarındaki ve serhıldanlardaki Kürt kadınlarının mücadelesini selamlıyor, sevgilerimi sunuyorum.
Reber APO
8 Mart 1991
- Ayrıntılar
…Bu çizgiyi resmen kendi içimde, düşüncede başlattığımda, karar veriş sürecim 1972 sonlarıdır. Ve ondan sonra her günü nefes nefese bir çabadır. Kaldırımları dershane gibi kullanıyordum. Yatakhaneleri, tuttuğumuz bazı küçük evler vardı, tek oda da on kişi kalırdık, hepsini bir okula dönüştürdük. Ve derslerdeki tüm oturuşum mücadele anlamına gelirdi. Etrafımıza kim gelirse ideoloji saçıyorduk.
1973’ü düşünüyorum; büyük bir cesaretle bu ideolojiyi dilimden dökme, 1974 daha cesaretli gruplaşmasını ortaya çıkarma, 1975 resmi bir Yüksek Öğrenim Derneği’nde en önde gelen bir görev alma... 1976 büyük bir mitinge öncülük etme, 1977 Haki Karer şahadetiyle birlikte, program taslağını bizzat kaleme alma, 1978, artık PKK ismiyle kuruluş bildirisiyle dönülmez bir adım atma... 1979 güçlü bir eylemle, Hilvan-Siverek direnişçiliğiyle, bunu düşmana resmi açık bir savaş halinde, PKK adı altında bir süreç ile başlatma ve ağır sonuçlarını kaldırabilmek için Ortadoğu sahasına açılma...
1980 büyük 12 Eylül faşist darbesini göğüsleme, 1981 ülkeye yönelişin tekrar pratik hazırlığını yapma, bir derli-toplu konferansı Ortadoğu sahasında gerçekleştirme... 1982 ülkeye dönüşün hem teoriyi daha da derinleştirerek, hem de büyük bir çabayla hazırladığımız grupları ülkeye taşırma. 1984, 15 Ağustos Atılımı’nı zorla da olsa veya istediğimiz gibi olmasa da gerçekleştirme...
1985-86 düşmanın dayattığı o büyük operasyona rağmen, 15 Ağustos’u kesintiye uğratmamak için tekrar Ortadoğu sahasında çalışmaları derinleştirme ve III. Kongreyi gerçekleştirme... 1987, tekrar, hem de bu sefer silahlı propagandayı aşan gerillayı kalıcılaştırma savaşımı verme, Olağanüstü Halin uygulamalarını boşa çıkarma... 1987 düşmanın adeta Olağanüstü Halin birinci yılında bitirme planına, zindanda, dağlarda bitirme planına karşı, biraz daha derinlikle süreklilik kazandırarak bir adım daha atma... 1989’un kader olarak bir kez daha gerillanın yenilmezliğini, kalıcılığını kesinleştirme...
1990’a Serhildan olayını da ekleme, düşmanın bütün tasfiye planına karşı, gerilla ile serihildanı iç içe geliştirme, yenilmezliği ortaya çıkarma... 1991, düşmanın yeni bir arayışa, hükümet değişikliğine, hatta yeni bir darbeye yönelmesine karşın bunu karşılama... 1992, bir ileri adımı daha oldu ve Güney savaşımını aleyhimize gelişmesini önleme. 1993, mücadele mevzilerinde taviz vermememiz, düşmanın özellikle Güney hamlesini boşa çıkarma... 1994, bu büyük “ya bitecekler, ya bitecekler” politikasını boşa çıkarma... 1995, artık bu politikanın sahiplerini bunalım içine atarak, geriletme... Ve şimdi de yeni bir hamleyi nasıl hazırladığımı görüyorsunuz.
Bir çırpıda bunları belirttim. Ayrıca her yıl için önemli ideolojik cevaplar vardır: Sömürgecilik tezlerini 1973’te bilince çıkardım, 1974’te bir gruba mal ettim. 1975’te ilk yazılı hale getirme, 1976’da bildiriler biçiminde yayma, 1977’de program taslağına dönüştürme, 1978 manifestoya dönüştürmedir. 1979’da broşürler haline getirme, 1980’de daha kapsamlı Kürdistan’ın sömürge gerçekliğini ve PKK ideolojisini, politikasını belgelendirme, 1981 politik raporunda kapsamlı, sistemli bir biçimde bunu yazma vardır.
1982’de “Gelişme Sorunları ve Görevlerimiz” adlı değerlendirmeyle ortaya çıkan sorunlara cevap verme, 1983’de kişilik problemini daha da derinliğine ele alarak çözmeye girişme... Yine 1982’de “Zorun Rolü”nü kaleme alma, 1983’de “Ulusal Kurtuluş Probleminin Çözüm Yolu”nu daha derinliğine işleme var. 1984’de çok geliştirilmiş bir politik raporla başlama, merkezileşme sorunlarına daha ağırlıklı yer verme, 1985’de çok sayıda broşürü çeşitli konulara ilişkin hazırlayabilme... 1986’da Kongre konuşmaları, karar düzeyini çok ileri düzeyde çözümleme, 1987’de daha derli-toplu çözümlemeleri geliştirme sürecini başlatma ve ondan sonraki hemen her yıl, beş-altı ciltlik, giderek derinleşen çözümlemelerle sorunlara cevap arama... Ve hızından hiçbir şey kaybetmeksizin, günümüzde de bir ay neredeyse birkaç ciltlik kapsamlı çözümlemelere ulaşarak ideolojik yetkinliği, belki de dünyada böyle en güçlü bir konuma getirme...
Politik olarak da bu yıllarda büyük adımlar atıldı: 1973’ün o dar grup adımı bile sömürgecilik politikasına indirilmiş büyük bir darbe oldu. Daha doğrusu küçük bir ideolojik adım, politik etkilerin çok büyük bir temeli atma anlamına gelir. Sömürgeci ideolojiden ve onun sosyal-şovenizminden kopuşun büyük bir adımı, bir temel politik başlangıç oluyor. 1974’te grubun gelişmesi çok cesaretli bir politik tavır oluyor. İnsanlarımız artık köle olma politikasının yerine, düşmanın birer esiri olmaktan kurtulup özgücüne dayalı olarak yaşama gücünü gösteriyorlar.
1975’te bunu daha da akıllı bir taktikle veya solla değişik bir birliğin geliştirilip düşmanı da yanıltarak, çok önemli bir sıçramaya yol açıyoruz. Ve biz biraz daha kitleye açılma adımı atıyoruz. 1976’da yine çok cesur ve oldukça düşmanı şaşırtan bir kitlesel gelişmeye götürüyoruz. Politik etkinlikli ve Kürdistan halkının giderek yeni bir politikasının şekillendiği ortaya çıkıyor. 1977 Kürdistan'da oldukça iyi saçıldığımız, her tarafta bağımsız eylemin gelişmeye başladığı görülüyor.
1978’de buna bir de giderek gelişen silahlı politikayı, şiddet temelinde politikayı geliştirmeyi ekliyoruz. Yerel işbirlikçiliğin artık korkulu bir rüyasıydı. 1979 adeta kasıp kavuruyor, işbirlikçiliği ve geleneksel düşman etkilerini müthiş bir politik güç haline geliyor. PKK’nin ilanı zaten yüksek bir politik eylem oluyor. 1980, daha da tırmandırılan, işe biraz büyük silahlar karıştırılarak, yaygınlaştırılan bir savaş konumuna getiriliyor ve bu 12 Eylül faşist karşı-devrimci darbesine yol açıyor.
1980-81 geri çekilme ve uluslararası açılmanın büyük bir politik adımı oluyor. İsyanın ezilmemesi, süreklilik kazanması için alınan ciddi bir politik tedbir oluyor ve Kürdistan tarihinde ilk defa bir isyanın yenilmemesi, tam tersine sürekli kazanmasını teşkil eden temel politik adımı oluyor.
1982, ülkeye yeniden dönüş, yurtseverlik temelinde çok köklü tarihi bir adım oluyor. Yüksek bir politik tavırdır dönüş. Çünkü her isyan, daha sonra ardından bir iz bile bırakmadan yitirilirken ve giden de bir daha dönmezken, bu sefer ne isyanın sürekliliği engelleniyor, ne de geriye gidenler dönmeme gibi bir olumsuzluğa düşüyorlar. 1983’te ülke içinde silahlı propaganda temelinde muazzam bir politikleşme dönemi başlattık ve bütün kitleler yeni bir politik, yeni bir tarihi döneme gözünü açıyorlar. 1984 de bunun atılım yılı oluyor.
1985, düşmanın bütün yıldırıcı seferlerine rağmen Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan vazgeçmeme, ulusal kurtuluş politikasını ısrarla dayatma oluyor. 1986 çok zorlu bir süreci aynı kararlılıkla sürdürme, Kürdistan'ın diplomaside ve siyasette artık giderek nefes alma imkânlarını genişletme, içerde, dışarıda yeni bir dönemin artık geliştirilebileceğini kanıtlamak oluyor. Tabii düşmanın bu yıllara dayattıkları vardır. Provoke etme ve etkisiz bırakma, bunlara yine aynı şekilde politik taktiklerle cevap verme gelişiyor.
1989-90’da devrimci yurtsever politikayı kitleselleştirmedir. 1991-92’de kitleselleştirmeyi, serhildanlaşmayı daha yükseltme söz konusudur. Yüksek devrimci bir politika, politik bir sürecin içine girilmiştir. Kürt halkı tarihinde ilk defa çok büyük bir politikleşme sürecine tabii tutulmuştur ve kitle temelinde birlik tutumu geliştirilmiştir. 1992-93’de savaş artık Güney ve Kuzeye de yayılmıştır. Tüm Kürdistan çapında PKK’nin politikası ilgi görüyor ve etkiliyor. PKK’ye dayatılan PKK’siz politika yapmak ve PKK’siz ulusal çözüm arayışları nihai darbeyi yiyorlar. Her türlü işbirlikçi politikalar etkisiz kalıyor. Onların en son umudu 1992 savaşıydı. Bu konuda da alınan tedbirlerle boşa çıkarılmalarıyla birlikte, PKK’nin yurtsever politikası kesin öncülük düzeyinde kalıyor.
Pratikte de 1994-95 düşmanın “ya bitireceğiz, ya bitireceğiz” adı altındaki imha politikasının boşa çıkarılarak, bu konuda yarattığı büyük şovenist dalgayı da kırarak, halkın umudunu yerle bir etme çabalarını da önleyerek, ardına kadar Türkiye kitlesinin de, Kürdistan kitlesinin de artık kaçınılmaz, geri dönülmez bir biçimde devrimci yurtsever politikanın etkisi altına alınması, onun temel bir güç haline getirilmesi, 1995’le birlikte, artık tarihin en büyük operasyonlarına rağmen, devrimci yurtsever politikanın kitlelerden kopartılamayacağının anlaşıldığı, düşmanın bitirdiğini ilan etmek için düzenlediği sahte seçimlerin tersini kanıtladığı bir durumu yakaladık.
Görüyorsunuz, böylesine her yıla muazzam politik gelişmeler sığdırılmıştır. Aynı zamanda taktik savaş yıllarıdır. TC’nin tarihinde, her başkaldırıya, her devrimci harekete dayattığı provokasyonlar vardır. Bu yıllar aynı zamanda sürekli provokasyonları dayatma yıllarıdır.
1972’de 73’te Türk Solu’nun kendisi şovenist, sosyal-şovenist hareketleriyle bir provokasyon dayatması içindeydi. Onların etkisine karşı direnme, 1974’te bunu artık örgütsel bir direnme gücü haline getirme, “ayrı ideolojiler, ayrı örgütlenme olamaz” komplosunu boşa çıkarmaydı. 1975’te devletin bizzat içimize kadar sızarak, kendi kontrolü altına almak için, özellikle Ankara yıllarını bu taktikle kesin etkisizleştirmek, ama 1975-76-77-78’de bu devlet taktiğini ona karşı bir silaha dönüştürmek, bence tarihin en önemli gelişme adımlarını bu temelde atabilmek ve Ankara’dan sağlam çıkmayı başarmak önemliydi. Başarılan buydu.
Dayatılan Hilvan-Siverek komplosunu tekrar silahlı bir mücadeleyle karşılık vererek boşa çıkarmak, aynı zamanda KUK, Beş Parçacılar, Tekoşinciler gibi başka birçok örgütün dayatmalarına karşı direnme vardı. Tüm bu komplo örgütlerini bu yıllarda boşa çıkarma, artık Türk Solu eliyle dayatılan komplocuları boşa çıkardığımız gibi, sözüm ona Kürt Solculuğu adı altındaki komplo örgütlerini de etkisizleştirme yaşandı.
1980’de bizzat 12 Eylül komplosu söz konusu, buna karşı zamanında tedbir alarak yurtdışına açılma ve yine silahlı mücadeleyi doğru temelde geliştirme adımına gitme yaşandı. Aynı komploların yurtdışında gelişmemesi için son derece inatçı bir savaş yürütme söz konusuydu. Semir komplosundan tutalım her yıl neredeyse dayatılan kapsamlı bir komplo yılını boşa çıkarma yaşandı. İçe taşınan düşmanın dolaylı veya direkt “ülkeye dönemezsiniz, PKK’yi yeniden kuramazsınız” dayatmalarına karşı çok inatçı bir mücadele sergilendi. “Bir teki bile Kürdistan’a adım atamaz” dediklerinde; ülkeye dönüş hamlesini yüksek bir biçimde başlatma gerçekleşti.
Ülkeye ulaşır ulaşmaz dayatılan Komünist Parti komploları, KDP komplolarını önleyebilme, uluslararası dayanaklarıyla birlikte, 1984-85 Sol Birlik adı altında dayatılan PKK’yi Avrupa’dan tecrit etme komplosuna karşı büyük bir savaş içine girme yaşandı. Hem ülkede, hem ülke dışında, hem de zindanda büyük direnişlerle karşılaşan bu komplo çabaları, yine büyük bir çabayla boşa çıkarmaya çalışıldı. 1985-86, özellikle başından beri sızdırılan komployu sonuca götürme karşısında, devleti tarihinde en köklü bir başarısızlığa uğratmayla sonuçlandı.
1986’da artık komplo sahiplerinin teşhir ve tecridini kesinleştirme gerçekleşti. 1987’de bunlardan önemli oranda kurtulma yaşandı. 1987-88’de yeni komploları, özellikle zindan ağırlıklı geliştirilen komploları boşa çıkarmayla uğraşıldı. Yine dağlarda geliştirilen komplolar vardı, onları da boşa çıkarma gerçekleşti.
1988’de neredeyse komploların kader yılını tersine çevirdik. Devletin en çok umut bağladığı bu komplo yılının, özellikle Avrupa'nın gücüyle, ilkel-milliyetçiliğin gücüyle, hatta her türlü soydan Kürt, Türk Solculuğuyla birlikte yürütülen bu komployu bu yılda da başarıya uğratmama, yenilgiye götürme gerçekleşti. 1989’da, bu anlamda komploculuğa büyük bir darbe indirerek partimizin önünü açmak yaşandı.
1990’lara dayatılan, zindanda başarıya ulaşmış komplonun ele başılığını 1992’de parti içinde yakalama, giderek teşhir ve tecridini geliştirme gerçekleşti. Tabii her birisi çok büyük saldırı ve çözümleme kabiliyeti istiyordu. 1991’de bu komployu aşmak, düşmanın, en üst düzeyde Özal’ın bizzat bir anayasa ilkesini bile gerektiğinde göz önüne getirmeyerek yardımcı biçimindeki yaklaşımlarını etkisizleştirme gerçekleşti. 1992 Güney savaşındaki komplo ve bunun içteki yansımalarını görme söz konusuydu.
1993’te bununla mücadele etme, aşma yaşandı. 1994’te içe dayalı etkileri tamamen aşma ve küçük komplocukları görüldüğü yerde ve zeminde silip süpürmeyle uğraşıldı. Bu anlamda da tarih boyunca komplolarla, darbelerle iş görmüş sömürgeciliği büyük bir başarısızlığa uğratma, PKK tarihinde çok çarpıcı bir biçimde başarılmıştır.
Görülüyor ki, bütün bu konularda parti tarihi büyük savaşım tarihi oluyor. Hepsinde de gelişme var ve bütün bunlar et ile tırnak gibi birbirine bağlıdır. Hepsi de büyük bir ideolojik savaş ve bu savaşın dolaylı yansımaları olarak da değerlendirilebilir.
Parti tarihini inceliyorsanız, bu yönleriyle ana başlıklar altında, kalın kırmızıçizgi temelinde beyninize kazımanız gerekiyor ki, sağlam bir tarih bilincine ulaşasınız. Kaldı ki her yıl için daha da söylenecek, yazılacak yüzlerce öykü, romanla ancak yakalayabiliriz. Üzerinde destan yazılacak çok olay var. Biz belki de yüzde birini yazıma, anlatıma getiremedik.
Parti tarihi aslında fazla bilince çıkarılmış, yazılmış değildir. Genel hatlarıyla değiniyoruz. Üzerinde ne bilimsel ne de edebi çalışmalar fazla yürütülememiştir, daha sahibini bekliyor. İleride koşullar elverirse, eminim ki her yıl için beş on ciltlik bilimsel ve edebi, diğer sanatsal değerlendirmeler, çalışmalar ortaya çıkacaktır.
Demek ki parti tarihine bu kadar kapsamlı yaklaşacaksınız, saygılı olacaksınız ki, bu büyüklükten payınızı alasınız ve bu büyüklükle yürüyesiniz. Bu büyüklükte ne kadar şehit var, ne kadar işkenceye karşı dayanma var, bunların adını bile söyleyemiyoruz. Fiiliyatta şehit kanıdır, işkenceye karşı direniştir. Açlığa, susuzluğa karşı direnme savaşıdır. Büyük sabır, fedakarlık, cesarettir. İnsanoğlunun tanık olamayacağı düzeyde, insanlık emelleri uğruna hiçbir bireysel çıkara yer vermeyen bir savaşımın da adıdır. Birçok adsız kahramanın emekleriyle bugüne kadar getirilmiş bir tarihtir. Kesinlikle bu tarihi, bu yüce değerlerin toplamı biçiminde görmek gerekiyor.
Bütün bu değerlerin bir bileşkesi olarak parti tarihini yüreğinize, beyninize kazıyamazsanız hakiki bir PKK’li olamazsınız ve dolayısıyla büyük bir militan haline gelemezsiniz. Ben belki çok genel bir dökümünü yaptım, mümkünse sizler kat be kat bu tarihin dökümünü daha fazla yaparak, PKK nedir, nasıl ulaşılır ve nasıl temsil edilir sorusuna mutlaka yetkin cevaplar vermelisiniz. Aksi halde bu büyük tarihe hakaret etmiş olursunuz. Bu büyük tarihi böyle özümseyemezseniz, kesinlikle bu kadar büyük değere hakkını vermemiş, layık olmamış olursunuz ki, herhalde bu da en sığ, en saygısız, değersiz bir yaklaşım olur.
Bu anlattığım size çok açık gösteriyor ki, bu yüce değerlere böyle yaklaşan çarpılır. Nitekim örnekleri de her gün ortaya çıkıyor.
Bu tarih sıradan kullanılacak bir tarih değildir. Görmezlikten gelinecek bir tarih değildir. Görülüp de gerekleri yerine getirilmeyecek bir tarih de değildir. Çünkü bir iradedir, hem de en canlı yaşayan bir irade. Kim ki buna iradesini katmazsa, bu iradeyle kendini güçlendirmezse bu parti içinde savaşamaz. Yaşadığınız zorlukların temelinde demek ki parti tarihini bu zenginlikle anlayamamanız, kendinizi katamamanız ve özümseyememeniz, irade gücü haline getirememeniz gerçeği vardır.
Eğer bunu şimdiye kadar doğru temelde yeterince sağlamış olsaydınız, PKK dünyanın en büyük devrimci örgütü olurdu. Nitekim emperyalizm boşuna korkmuyor; boşuna “dünyanın bir numaralı terörist örgütü” demiyor. Bu nedenle söylüyor. Çünkü biliyor, korkunç bir direnmenin, dayanmanın partisidir. Aynı zamanda büyük bir fedakârlığın, özverinin partisidir. Hem de dayandığı zemin yitirilmiş bir halk gerçeğinde, umudun bile kırıntısının kalmadığı bir ulusal dava, bir bitmiş insanlık ortamında böylesine gerçekleştiriliyor. Parti gerçeği budur. Emperyalizmin büyük korkusu, işbirlikçilerin en büyük korkusu olması, bu gerçeklik nedeniyledir.
PKK büyük bir parti ve çok büyük kapsamı var. Bu kadar çaba harcıyorum. Layık olup olmadığımı kestiremiyorum. Unutmayın ki, biz çıplak yüreğimizle veya bireyciliğimizle savaşmıyoruz. Böyle bir savaşçılık yoktur. Bu bir yanılgıdır; bugün halen yürütülen, savaştıran bu partinin temel değerleridir, şehitlerdir, direniştir, işkenceye karşı zindanda o çoğu kahramanın, adsız kahramanların, köylünün, emekçinin, aydının direnişidir. Yoksa birey olarak sizler bunun binde birini bile temsil edemiyorsunuz. İşte yanılgı burada karşımıza çıkıyor. Partinin şeref ve onurunu paylaşıyorsunuz ama gerçeklerine hakkıyla sahip olmayı, layık olmayı düşünmüyorsunuz. Kötülük burada, değerler kutsaldır.
Tekrar vurgulayayım; ben bunca çalışmaya rağmen, gerekleri tam yaptığıma inanmıyorum, söylemiyorum. Zor-bela PKK sözcüğünü yürütüyorum diyorum. Herhalde kendimize yapacağımız en büyük kötülük, partimizin bu yüce tarihini görmezlikten gelmek, onun yerine kendi bireyciliğimizi dayatmak olur. Çünkü bu büyük bir tarihtir. Sıradan yaratılmamıştır ve her saatinin bile destan değerinde olduğunu kanıtlayabilirim. Her bir şehidinin büyük kahramanlık direnişi olduğunu söyleyebilirim, kanıtlayabilirim.
Siz bunun sahibi olmanız gerekirken, bunun için adeta yanıp tutuşmak gerekirken hiçe sayıyorsunuz, “unuttuk” diyorsunuz, “ters yaklaştık, gereklerini yerine getiremedik” diyorsunuz. İşte bu en büyük kötülük oluyor. Ailenizin sıradan bir değerine ters düşseniz, büyüğünüzden tokat yersiniz. Burada binlerce yüce değer var; ters düşmen ne anlama geliyor, hiç hesaplayamıyor musunuz?
Onun için diyorum ki, ciddi olamamanız, yüksek anlayışlı olamamanız ürkütücüdür ve kesin sizi bu kadar yüce değer karşısında affedilmez bir noktaya getirebilir. Eğer sürdürürseniz bu oldukça yanılgılı! Çok yetmez, partiye gelmez, partileşmeyi bir türlü sağlayamaz, kendini dayatan, tıkatan durumlarda ısrar ederseniz, en iflah olmaz ve belki de çok acı bir biçimde sonunuzu getirmiş olacaksınız.
Parti davası bu anlamda çok büyüktür. Benim büyüklüğüm nedir? Az-çok bu değerlere hem anlam veriyorum, hem de onun uğruna yaşama gücünü gösteriyorum. Eğer PKK’de bir kişi büyük olmak istiyorsa, onun büyüklüğü bu değerlere ne kadar bağlıdır, bu değerleri ne kadar kavrıyor, bu değerleri ne kadar temsil ediyor gerçeğinde yatmaktadır, büyüklük ölçütü budur. Bunun dışında kimse büyüklük aramasın. Sonuna kadar mütevazı olmak kadar, gerektiğinde en büyük zorluklarla ve engellerle savaşmak için de bu büyüklükleri esas alacaksınız. Gerektiğinde en büyük otorite olacağız, gerektiğinde en mütevazı insan olacağız ve ikisini birleştirerek yapacağız ki, bu değerlere layık olduğumuz kesinleşsin, anlaşılsın.
Umarım partileşmeyi bu derinlikte, kapsamda artık hem anlıyor, hem de özümsüyorsunuz, bilincinize ve yüreğinize kazıyorsunuz. Hem de bir daha silinmezcesine. Ben iddia ediyorum, parti her zaman en büyük değerdir. Şu anda halkımız, ulusumuz ve hatta insanlık için de onur duyulacak en büyük gerçeklik PKK’de yoğunlaşan, biriken bu gerçekliklerdir. Böyle bir partiyi aşındırmak, gereklerini yerine getirmemek gibi çok kötü ve lanetli bir duruma düşmek şurada kalsın, onu paylaşmak, onu yaşamak en büyük tutku olarak hepinizde ifadesini bulmalıdır. Çünkü bu parti buna layık ve bunu an be an emreden bir partidir.
Kim şehitlerin son vasiyetlerini unutabilir ve son nefes verişlerini göz ardı edebilir? Kim o büyük direnişlerin anlamını unutabilir? Kim bu büyük zorluklarla, kıyamet kadar açlıkla, soğukla, sıcakla savaşımı unutabilir? Haddinize mi düşüyor? Bütün bu direnişler yüce amaçlarımız için, insani, ulusal ve sınıfsal amaçlarımız için gösterilmiştir. Partililere de düşen, en son temsilciler veya bayrağı en önde taşıyan militanlar olarak bu bayrağı yere düşürmemektir. Daha da yükseklere kaldırarak karşılık vermektir.
Partililik, en son yaşayacak veya en önde savaşacak partililik, partileşme böyle ifade edilebilir. Yoksa “itibarı büyüktür, olanakları fazladır, onunla kendimi büyütürüm, dayatırım” demek, bu partiye gösterilecek en büyük hakaret oluyor. Bu parti, böyle olmayı kabul eder mi? Bu kadar şehit bunu kabul eder mi? Bizim çabalarımız var, Önderliksel çabalarımız var; böyle yaklaşmayı hiç kabul eder mi? Siz istediğiniz kadar “biz laf anlamayız, biz kabadayıyız” deyin; düşmanı dize getiren bu parti olanaklarıyla, kendilerini yaşatan kişileri bu konumlarıyla kabul edebilir mi? En ufak anlamsız bir dayatmaya kimse cesaret edebilir mi? Bu ben bile olsam böyledir.
Görüyorsunuz ki, partileşme halk tarihimizin en yüce, ulusal kurtuluşun ve insanlığın da en anlamlı ifadesidir. Bu, çok büyük direniş tarihiyle, başarıyla günümüze kadar getirilebilmiştir. Yaşamımızı tamamen bunun içinde eritmişiz. Ölümsüzlüğü bu parti içinde böyle geliştirmişiz. Buna katılan, bu değerlere layık olmayı en başta bilmelidir. Toz kondurtmamalı, tam tersine daha da yücelmesi için katkısını sunmalıdır. Gerçek partileşme böyledir. PKK’lileşme böyledir. Böyle bir PKK’lileşme her zaman yücelmiş ve kazanmıştır. Kesin zafere gidecek PKK’lileşme de böyle olacaktır.
Rêber APO
19 Ocak 1996
- Ayrıntılar
Geliştirilen son komplonun salt benimle ilgili olması o kadar önemli değil, iş biraz daha kapsamlı. O açıdan oldukça anlatmak, deşifre etmek gerekiyor. Bu olmadan tutarlı, namuslu hiçbir Kürdün, hatta hiçbir Türk veya genel devrimcinin de olayları doğru yorumlayacağını sanmıyoruz.
Faşizmin gerçekten çok hileli, komplolu bir mücadele geçmişi vardır ve hala Türkiye'de belki de buz dağının yüzü kadar açığa çıkmıştır, gerisi gizlidir. Biz başımızdan geçenleri açıklığa kavuşturarak sanıyorum çok sayıda insana yardımcı oluyoruz.
Bizim için komplo dönemi mücadeleye başladığımız günden beri vardı. Bunu defalarca anlatmama rağmen bazıları hikâye sandı, ama aslında bu bir gerçekti. Tarih boyunca tüm Kürt hareketlerine bu tarzda yaklaşıldı. Bizi de böyle klasik bir Kürt hareketi sanarak aynı tarzı kullanmaya çalıştılar. Ama bizim politika yapma tarzımız da buna göre şekillendi. İhtiyatı elden bırakmamak kaydıyla, bunlar var diye de atılması gereken tarihi adımları atmama gibi bir yola girmedik. Yani her an düşmanın dolaylı veya direkt sızma gücünün olabileceği, mühim olanın bunlara karşı nasıl bir tutum içine girileceğiydi.
Biz bu konuda bir yöntem hatası yapmamak için olabildiğince kendimizi zorladık ve yöntemi böyle belirledikten sonra her türlü ilişkiye kendimizi açık hale getirdik. Bu hem bizim bir zaafımızı, hem de güçlü bir yönümüzü ortaya çıkarır. Tabii ki zayıf olan yön, kuşkulu öğelerle, kuşkulu özelliklerle çalışmak. Eğer olabildiğince duyarlılıkla, tedbirlilikle iç içe olmazsa, atılımı başından itibaren mahveder. Şimdi bu durumu telafi edecek tedbiri hiçbir zaman elimizden bırakmadık. Hatta gerektiğinde kendimizden bile kuşku duyarak bilimsel bir yaklaşımı esas aldık. İçimizdeki düşman diye bir kavramı bile ortaya çıkardık. Bunlar biraz da her Kürt için geçerli olan kavramlardır. İçimizde örgütlenmiş düşmanı göremeyenin dışarıdakini görüp de mücadele edeceğini sanmıyoruz. Böyle farklı bir yaklaşım yöntemimiz baştan beri vardı.
Bu açıklamayla birlikte kimler sızdı, nasıl sızdılar? Adı önemli değil, bunun hikayesini burada anlatmak istemiyorum. 1975'lerden itibaren vardı. Hala hatırlıyorum, DDKD'li bir iki kişi vardı, Yüksek Öğrenim Derneği'ni kurmuştuk. Bazı tutuklamalar olmuştu o dönemde. Emniyet Genel Müdürlüğü'nde bizim için şöyle deniliyor: "Bir Kürt Ulusal Kurtuluş Ordusu kuruluyor." Bu tarihte böyle bir tespit önemli. Dolayısıyla sızma da olacak ve oldu da nitekim. Şimdi bu sızmanın daha çok MİT ile Emniyet Genel Müdürlüğü istihbaratı çerçevesinde geliştiğini belirtmem gerekiyor. Tüm sol gruplara ve yine "kanun dışı" dedikleri örgütlenmelere karşı esasta adli ise ve hatta fazla korkulacak bir durumda değilse de Emniyet Genel Müdürlüğü istihbaratı devreye girer; yok eğer daha tehlikeliyse MİT devreye girer. Ve biraz da görevleri karışıktır. Nitekim Emniyet istihbaratı ile MİT istihbaratının karşı karşıya gelmesi de bu karışıklıktan ötürüdür ve gündemin hala önemli bir meselesi olarak kendini gösteriyor. Ama birçok konuda hemen hemen benzer görevleri icra ederler.
O dönem de böyle olmuştu. Bizi daha çok Emniyet, ama ağırlıklı olarak MİT'in yakın denetimiyle kontrol altına almaya ve etkisizleştirmeye çalıştılar. Bu aşağı yukarı 1985'lere, 15 Ağustos Atılımı süreçlerine ve onun bir yıl sonrasına kadar gelir. Kesin tarihler ayrıştırılamaz, ama özellikle PKK'nin ideolojik grup ve biraz da örgütlenmeye çalıştığı yıllar daha çok MİT'in bilgilendiği yıllardır.
Bu konuda biz ne yaptık?
Bu öğeleri fazla karşımıza almadık, hatta yakınımıza aldık. Nasıl ki onlar bizi yakına alıp denetimi altına sokmak istiyorsa, biz de onları biraz yakınımıza alıp denetim altına almaya çalıştık. Çok bilinçli mi, değil. Biraz ihtiyatlı, olabilirse işte nasıl davranmalıyız biçiminde bir yaklaşımla bu yılları kurtarmaya, Ankara'dan kurtulmaya çalıştık. Bizim devrimci ideolojiyi, devrimci bir grup olarak bu süreçten çıkartabilmemiz tarihi öneme sahip bir olaydır. Bu durum hem parti militanlarımız, hem de kamuoyumuz tarafından yeteri kadar anlaşılmış değildir.
O dönem Uğur Mumcu'nun bir incelemesi vardı: "Böyle bir grup Ankara'da nasıl örgütlendi" sorusuna yanıt arıyordu. Sanıyorum cevabını da bulamadı, tam bu süreçte vuruldu. Belki vurulmasının bu incelemeyle de ilişkisi olabilir. Çünkü ciddi bir incelemeydi ve o zaman muhtemelen MİT'in veya en azından bir kesiminin yaptığı önemli hataları ortaya koyabilirdi. Hala bu çatışma devam ediyor. Dikkat edilirse MİT'teki kanat çatışması birbirlerini yiyecek kadar şiddetli devam ediyor. O dönem de böyle bir şey olmuş olabilir.
Cüneyt Arcayürek bir süre Demirel'in danışmanlığını yaptı. Bu adam, "1978'de bir karıştı, bir asker potinini kaldırsaydı öldürebilirdi bunu" diyor. Artık hataları neyse, sanırım şimdi tamir etmeye çalışıyorlar. Ama her şeye rağmen o süreci aşıp Diyarbakır'a ulaşabildik. Diyarbakır'da PKK'nin ilk Kuruluş Kongresi diyebileceğimiz çalışmasını da benzer koşullarda yürüttük. Mevcut denetim mekanizması altında yürütülüyordu ve bu biraz da meşrulaşmış bir yaklaşımdı. Bunu iyi değerlendirdik. Burada PKK'yi isim olarak belirlemek ve Kürdistan'da halk toplantısına kavuşturmak, parti davası açısından iddialı olanlar için önemli bir adımdır.
Biz bu adımla ve Kuruluş Bildirisi'yle birlikte -ki bu '79'un Ocak ayı oluyor- daha bahara girer girmez artık tufanın kopacağını, "ya bu adım tutar, ya da tarihe hafif bir iz bırakarak gidebilir" anlayışıyla Mardin'e, oradan da Urfa'ya yöneldik. O zaman bu Hilvan-Siverek eylemleri vardı. Bu eylemler de PKK'nin resmi ilanı gibi olacaktı. Hala bu süreci kontrol etmeye çalışan kısmen Emniyet’tir. Ama daha çok da bizim bünyemize oturtulmaya çalışılan bir istihbarat sistemi söz konusuydu.
Bu dönemde en ilginç olan olay ise, Özel Harp Dairesi'nin bir elemanının bizi yoklamaya çalışmasıdır. Bu bir askerdi, Kürt bir pilottu. Çok sağlam eğitilmiş birisiydi. Gerçekten operasyoneldi. Ankara'da iki defa operasyon düzenleniyor. Kesinlikle bu kişi ile bağlantılıdır. Karasu arkadaş hala yaşıyor; bu operasyonlardan birisi onun tutuklanmasıyla sonuçlandı. Biz o zaman ucuz sıyırmıştık. Ve daha sonra da epey peşimize düştü, fakat biraz deşifre olduğu için fazla etkili olamadı. Aynı zamanda 1977'deki Namık Kemal Ersun darbesi onunla bağlantılıydı. Daha o zaman hareketimizin bir komployla tasfiyesi gündemdeydi. Kıl payı kurtulduk diyebiliriz. Ama üç-beş kişilik bir hareketin bir darbeye yol açması da anormaldi. Henüz partinin ismi yok, kitlesi yok, eylemi yok. Birkaç kişilik bir grubu henüz aşmamışız. Dolayısıyla darbenin de fazla zemini yok. Nitekim darbe 1980'lerde oldu ve esas itibariyle bu bize yönelik bir darbeydi. Genel solla karıştırılarak bizim tasfiye olacağımız düşünülmüştü.
Bilinen Ortadoğu çıkışı, Ortadoğu'da değişik çalışmalar ve 15 Ağustos Atılımı'na geliş...
Devletin o zamanki temel yorumu şu: "Bir 15 Ağustos Atılımı çıkamaz, çıksa da fazla gelişme şansı olamaz." 1985-'86'ya kadar böyledir, dolayısıyla çok özel bir komplo için düşünmeye gerek yok. Eski denetim mekanizmaları kendilerine göre yeterli oluyor. Örgütü içeriden örgütsüz bırakma, bozgunculuk, dedikoduculuk ve her türlü laçka ilişkilerle, "ülkeye bir daha dönemezler ve biraz da Avrupa'yı teşvik edersek gidip orada tükenirler" şeklinde yaklaşıyorlar. Nitekim Dev-Yol ve daha birçok sol grup böyle yozlaşarak kayboldu gitti. Bizi de aynı duruma getirmek için o zamanki öğeler bu yönlü epey çaba harcadılar.
Ülkeye dönüş...
15 Ağustos Atılımı...
Hareketin yönünü 1982'lerde ülkeye çevirebildik. Şiddetli bir mücadeleydi ve bu tiplere karşı bir mücadeleydi. Bazıları bilinçliydi; örneğin Çetin Güngör (Semir) gibileri vardı. Bazıları bunların etkisi altına girmişlerdi: "Hakkâri’ye giderseniz hepiniz imha olursunuz, Avrupa'da yaşamın yolu var" biçiminde çok sıkı bir çalışma yürütülüyordu. Ali Haydar Kaytan arkadaşımız bunu çok iyi bilir. Bu da önemli bir süreçti. Böyle zihinle oynayarak, o zamanki zorlukları öne çıkararak, çok sınırlı olan grubumuzun ülkeye girişini engellemek için olağanüstü çaba harcamışlardı. Gerçekten bildiğimiz bu tipler bozgunculukta sınır tanımamışlardı.
Bizim o zamanki yönelimimiz "ne pahasına olursa olsun ülkeye dönüş ve olası bir silahlı mücadelenin imkânlarını geliştirme ve yaratma" şeklindeydi. Bu dönemi böylece kapattık. Ama bazı kayıplarımız da oldu. Hareket bu yüzden 15 Ağustos Atılımı'na istediğimizden daha zayıf başladı. Aslında hazırlıklar atılımı belki on kat daha güçlü başlatmaya uygundu, ama iç sorunlar yüzünden sınırlı bir atılım imkânını ancak ortaya çıkarabildik.
Bundan sonra devreye giren, biraz daha farklı bir durumdu. Dikkat edilirse o zaman büyük örgüt üyesi niteliğinde olanlar zindana doldurulmuştu. PKK yüzde seksen-doksan zindandaydı. Bu yüzden şöyle diyorlardı: "Yüzde on kılıç artığı da dışarıda." Dolayısıyla zindandaki PKK üzerine çok yoğun bir biçimde yönelindi. Bilindiği üzere M. Hayri Durmuş'ların, Kemal Pir'lerin ve yine Ferhat Kurtay'ların eylemi var. Bu, içeride bitirilmek istenilen PKK'nin çizgisini ne pahasına olursa olsun savunmaya dayalıdır. Hakeza Mazlum Doğan yoldaş bunu en başta büyük bir dirençle temsil etmeye çalışıyor.
1981-'82'de çok vahşi bir baskıya karşı "insanlığımızdan vazgeçmeyiz, kimliğimizden vazgeçmeyiz, partimizden vazgeçmeyiz, insanlık onuru işkenceyi yenecektir" sloganları altında bu uygulamalara karşı parti savunuldu. Bundan çıkarılacak önemli sonuçlar var. Bazıları şimdi partiden vebadan kaçar gibi kaçıyor, ama o zaman meşhurdur ve gazeteler de yazdı: "Ağrı isyanından beri mezara konulup üzeri betonlanan, ama betonu çatlatıp filizlenen bir çiçek gibi" biçiminde değerlendiriliyordu. İşte o zamanlar Kürtlük biraz ortaya çıkarıldı ve böyle temsil edildi.
Şimdi biz de o şehitlerin anısına, ne pahasına olursa olsun bir gerilla hareketiyle yanıt vermek istedik. 15 Ağustos Atılımı bu derin endişeyle bağlantılıdır. Fakat içeride yoldaşların en değerli olanları tarihi direnişle şehit olurken, geri kalanlarla daha çok zindanlar üzerinde -bilindiği gibi bu alanda jandarma görevlidir- birçok hesap yapılıyor. Diyarbakır başta olmak üzere Kürdistan isyan bölgesidir. Dolayısıyla jandarmanın da istihbarat kolu olarak daha çok JİTEM Diyarbakır zindanındaki bu işkenceleri yönlendiriyor. Zindandaki sızma da JİTEM adına yapılan bir sızmadır ve gerçekten çok tehlikeliydi. En değerlileri katledilirken, diğerleri de yavaş yavaş rehabilitasyonla düzenle birleştirilmeye yönelik bir politika içine alındılar. Mehmet Şener denilen kişi Ölüm Orucu'na 45. günde katılıyor. 45. günde katılan bir kişi en çok 15 gün oruç tutacak, zaten 58. günde şehitler verildi ve dolayısıyla da bitecek. Böyle hileli bir giriş yaptı. "Mazlum, bu benim halifemdir demiş" adı altında demagojiye de başvurarak zindanda inisiyatifi ele geçirdi. Bu JİTEM'in inisiyatifiydi.
Temel Cingöz Batman'da general olarak görev yapıyordu. Bu kişinin ailesi sanırım bu dönemde ilişki kurulmuş bir aile oluyor. O zamandan örgütleniyor ve çok ciddi olan zindan direnişinde bu kişilik ustaca denetim gerçekleştirebiliyor. Ardından geliştirilen 1984 Ocak direnişi var. Orada direnişi kırıyor, hem de yaşanan muazzam direnişlere rağmen. O büyük şehitlerin canı pahasına kazanılmış direniş ruhunu, elbise giyerek, marş söyleyerek kırıyor ve çaktırmadan kırıyor. İşte "hafızam yerinde değildi, delirmiştim" gibi sözlerle zindandaki militanları da oyalıyor ve biraz başarıyor. 1987'ye doğru geldiğimizde artık zindana hakimdir. 1988'e geldiğimizde ise içimizdeki durumu kontrol etmek için bu kişilik çıkarıldı. Yanımıza kadar geldi. Ne pahasına olursa olsun kalmak istedi, bir yıla yakın kaldı da.
Belki kamuoyu "neden bu kadar sabır" diye sorabilir. Bir şeyi çok iyi tanımadan, olgunlaştırmadan mücadele etmek kesinlikle sonuç vermez. Mücadelenin kendine göre kuralları vardır. Teşhisini iyi yapmazsan tedavisini de iyi yapamazsın, bir şeyi çözmeden onu nasıl ayıklayacağını bilemezsin. Kaldı ki çoğu kişi hala kuşkulu. Bunlar güya bize rakipmiş de, biz kendimizden başka kişiliklere, önderlere yer vermek istemiyormuşuz gibi suçlamalar sürüp gidiyor. Oysa o kadar kutsal direnişçilerin anısına, onların mirası üzerine böyle sızmak inanılmaz bir olay. Bu dışarıya da yansıtılmak istenildi, hem de çok iyi örgütlendirilerek, -bizi de inandırarak. Bu basit bir olay değil; çok kapsamlı, çok planlı ve inandırıcı bir biçimde gerçekleştiriliyor.
İçeride böyle olurken, dışarıdaki parçası da 15 Ağustos Atılımı'ndan sonra Cem Ersever'lerin örgütlemesiydi. Bu, daha çok bizim mücadelemizin patlak verdiği Botan ve çevresinde (Silopi merkezli, biraz da üçgende, Irak ve kısmen Suriye'de), hareketin böyle gelişim gösterdiği alanlarda çok sıkı bir örgütlenmeydi. Bu örgütlenmeler daha sonra bütünleşti ve 1990'ın başında Ortadoğu'daki faaliyetlerimize çok ciddi bir müdahaleleri söz konusu oldu. O zaman Hasan Bindal adlı eski bir arkadaşım vardı. Hasan'ın vurulması aslında bir provaydı. Hem de içimizde yönetim adı altında yine bu kişilikler vardı. Yine Güney'de hala ihanetin başını çeken Sarı Baran denilen bir kişilik vardı. Çok bilinçli gerçekleştirilen bir şahadetti bu olay.
Bu şahadet bize şunu gösterdi: Tehlike burnumuzun dibine kadar gelmiş, bu bir prova. Eğer başarılı olursa ve bu cinayeti kendi içimizde çözemezsek, gerçekten sıra önderliğe geliyor. Yine o zamanlar Cem Ersever ve takımı şunu diyordu: "Biz Bekaa'ya ulaşmıştık, her an vurabilirdik, ama bize sağ ele geçirin denildi." O zaman böyle gelişmeler çok çarpıcıydı. Eylem yapabilecek duruma da gelmişlerdi. Fakat biz de boş durmuyorduk, nitekim bu olayı çözdük. Kaza süsü verilmek isteniyordu, ancak biz bu olayın milyonda bir kaza olabileceği değerlendirmesine ulaştık. Çok sınırlı da olsa 1982'lerde zindanda geliştirilen ve 1990'larda tamamlanmak istenilen büyük bir komplo ile karşı karşıya olduğumuzu gördük. O komplo ve buna alet olanlar tamamen yok edildi mi? Hayır. Çünkü yüzlerce kişiyi gözyaşıyla, duygusallıkla, aşkla kendilerine bağlamışlar, inanılmaz ölçüde.
Hatırlıyorum, biz ekmek, kimlik ve emniyetli bir yer bulmak için fır dönüyoruz, gece gündüz nefes nefese çalışıyoruz. Burada hazırladığımız kimliği ve verdiğimiz yeri kendi rahatı için kullanmış; sağda solda zaaflı kadınları ve erkekleri, işte "sizi birbirinize şöyle bağladık, sizi şöyle göndeririz, bizde yaşam var, bizde rahatlık var" biçiminde çok ustalaşmış oldukları yöntemlerle etkilemişler ve denetimleri altına alarak çok önemli olan çalışmalarımızı büyük oranda boşa çıkarmışlardı.
1980 başlarında da böyleydi ve oldukça uzman olduklarını belirtmek gerekiyor. Yapının yüzde yetmiş beşini kendilerine bağlamışlar. Mücadelenin zorlukları var. Hakkâri’ye, Botan'a gitmek çok zor, ölümü göze almayı gerektiriyor. Bunlar ise sinsi yöntemlerle "Gitmeyin, ölüm vardır, biz size yaşamayı vaat ediyoruz" diyorlar.
Bunu boşa çıkarmak gerçekten uzun ve zahmetli oldu. Yapımızın geriliği nedeniyle bunu başaramıyoruz. Yapımız politik değil, örgütsel kuralları bilmiyor, fazla çizgisi yok, ak ve karayı birbirinden ayırt edemiyor. Merkezimiz dahil hepsi böyle. Dolayısıyla işi sürece, bazı şeylerin olgunlaşmasına bırakmak tek doğru yoldu ve biz de öyle yaptık. Daha sonra kendiliğinden ihanetçilerin yanına kaçtılar ve onlarla işbirliği halinde saldırılar düzenlediler. O komplo böyle halledilmeye çalışıldı. JİTEM döneminde 1991 başlarına kadar esas itibariyle jandarma ve asayiş kolordusu bizimle uğraştı, fakat başaramadılar.
Devam edecek…
- Ayrıntılar
Hakkari'deki patlamaya ilişkin Başbakan'ın ilk saatlerde yaptığı açıklamalarda hızlı bir şekilde PKK'yi hedef göstermesi ilginç. Yine aynı şekilde Genelkurmay Başkanlığı da olaydan hemen sonra jet bir açıklamayla örgütü sorumlu tuttu. Nasıl böyle yapıyorlar, bunu nasıl göze alıyorlar, ne yapmaya çalışıyorlar? Burada söylemek istediğim bunun ağır siyasal sonuçlarıdır, bunun altından nasıl kalkacaklar? Daha sonra PKK'nin yapmadığı anlaşıldığında Genelkurmay bunun siyasi sorumluluğunu nasıl taşıyacak, bunun altından nasıl kalkacak, kamuoyunu nasıl ikna edecek! Genelkurmay ve Başbakanın böyle alelacele açıklama yapması ilginç! Ben bu olaya daha temkinli yaklaşıyorum, ihtimallere göre şartlı değerlendireceğim bu olayı. Bu patlamaya ilişkin şöyle düşünüyorum. Bu, PKK içerisine sızmış jitem-kontra tarzı bir ekibin işi de olabilir. Yine PKK içinde yönlendirilen başıboş bir grubun işi de olabilir, bunlar iyiniyetli olabilir ancak kendileri durumdan vazife çıkarıp eylem yapmış olabilirler. Batman'da Salih Özdemirlerin olayı gibi olabilir de. Yine milislerin işi olabilir, köylü intikamcılığının bir sonucu olabilir. Köylü intikamcılığıyla kendilerince intikam almış olabilirler. Bakın ben ihtimaller üzerine konuşuyorum. Devlet içerisinde devletten kaynaklı bir olay da olabilir. Genelkurmay ya da Hükümetin bilgisi dahilinde olmuş olabilir. Yine Genelkurmay ve Hükümetin bilgisi dahilinde olmayabilir, Genelkurmay ve Hükümetin bu olayları engellemeye gücü yetmemiş olabilir de. Her iki durum da oldukça vahimdir. Tehlikeli sonuçlar doğurur. Ben bu olayı duyduğumda şok oldum, şu andaki ruh halim kaos gibidir, anlamaya çalışıyorum.
Bu olay, Güçlükonak olayına benziyor. Sadece 2011 seçimleriyle sınırlı değildir, Kürtlerin imhasıyla ilgilidir. Eğer Hükümet ve Genelkurmay anlaşmışsa, bu, Kürtler için çok büyük bir tehlikedir, bu bir soykırım provasıdır. Eğer böyleyse, bu, Hakkari'nin özel hedef seçilmesi demektir, Hakkari'nin, Şırnak'ın kuşatılmasıdır. Hakkari'nin özel hedef haline gelmesidir. Bir nevi Hakkari'nin geçmişte Dersim'e yapılanlar gibi kuşatılmasıdır. Dersim nasıl kuşatıldıysa, Hakkari de bu şekilde kuşatılmış olabilir, bu konuda uyanık olunmalı, tedbirler alınmalıdır. Eğer böyle Hükümet-Genelkurmay bilgisi dahilinde kasıtlı bir olaysa, Dersim gibi imha edilene kadar, teslim alınana kadar bu tür saldırıları devam ettireceklerdir.
Olayın olduğu köy, korucu köyü ama bir kısmı daha önce silah bırakmış, Güçlükonak gibi. Her iki köyde korucu köyüydü, benzerlikler var, bunlardan silah bıraktıkları için intikam alınmaya çalışılmış olabilir. Yine büyük oranda boykota uymuşlar, bu onurlu davranışları karşısında hedef alınmış olabilirler.
Bu Hakkari olayı çok önemlidir. Bu patlamanın mutlaka aydınlatılması gerekiyor. Bu konuda herkes üzerine düşen görevi yapmalıdır. Benim burada görüşmelerim devam ediyor. Bir gazetecide yazdığı yazılarda bu görüşmelerin yapılabileceğini işliyor. Takip ettiğim kadarıyla akıllı biri, anlıyor. Tabi bu konulara kafa yoruyor. Biraz öyküleştirerek bu meseleleri ele alıyor ama tespitlerinin zamanlaması, öngörüleri dikkat çekici. Bu heyet ile yaptığım görüşmeler, anlamlı görüşmelerdi. Bu görüşmelerden oldukça umutluydum. Bu patlama, devlet içindeki birimlerin birbirleriyle kopukluk içinde olduğunun da göstergesi olabilir. Devlet içerisinde belli birimlerin birbirleriyle çelişki ve çatışmalarının sonucu da bu tarz eylemler olabiliyor. Bazı iyiniyetli birimlerin bu saldırılardan haberi olmayabilir. İyiniyetli bazı çabalar, bu tür saldırılarla sabote edilmeye çalışılabilir. Ben bu konuda bir tarafı da suçlamak istemiyorum. Sayın Başbakan'ın da bu konuda haberi olmayabilir.
Burada hedef, benimle yapılan görüşmeler de olabilir. Burada oldukça anlamlı görüşmeler oldu. Çok anlamlı sonuçları da olabilirdi. Tam bu esnada Hakkari'de bu patlamanın olması oldukça düşündürücüdür. Bu olay çok yönlü araştırılmalıdır. Yine belirtiyorum, ben bu olayla ilgili ihtimallere göre şartlı konuşuyorum. Bir tarafı peşin hükümle suçlamıyorum, çünkü bir tarafa yüklenmek için elimde veriler yok, genel gelişmelere göre değerlendirme yapıyorum. Bu olayı PKK'nin içinde de, devletin içinde de birileri gerçekleştirmiş olabilir. Ben iki tarafa da şüpheci yaklaşıyorum. Yoksa tek başına bir tarafa yüklemiyorum. Bu patlama PKK'nin içinde bir grubun işi olabilir, içine sızmış bir ekibin işi olabilir, kendisince durumdan vazife çıkarmış başıboş bir grubun işi de olabilir, yine belirttim, eski tarz milislerin işi olabilir, milis gelip oraya bomba koymuş olabilir, köylü intikamcılığıyla hareket edilmiş olabilir. Yine bu patlama Genelkurmay ve Hükümetten habersiz olarak bir jitemvari-kontra bir gücün işi olabilir. Böyleyse durum oldukça vahimdir. Eğer böyleyse bu durum gösteriyor ki, devlet içindeki çeteler hala etkindir ve gelişmeleri, süreci sabote edecek güçleri vardır, çok güçlüdürler. Ya da bu patlamayı gerçekleştirenler tek başına genelkurmayın ya da tek başına hükümetin bilgisi dahilinde bu eylemi gerçekleştirmiş olabilirler. Ya da hem genelkurmay hem de hükümetin bilgisi dahilinde yapılmış olabilir. Eğer böyleyse bu durum da oldukça vahim bir durumdur. Genelkurmay ve hükümetten bağımsız-habersiz bu saldırının gerçekleşmesi de, yine genelkurmay ve hükümete bağımlı olarak onların bilgisi dahilinde bu saldırının gerçekleştirilmesi de vahimdir. İki durum da oldukça vahimdir. Ben bunu PKK dışı olasılığa göre değerlendiriyorum, eğer PKK'den kaynaklı bir eylem değilse böyledir diyorum. Ben böyle ihtimallere göre şartlı değerlendiriyorum. Bu konu hakkında şartlı-seçenekli düşünüyorum.
Bu konuda hassasım. Kaygılarım var. Bu konudaki hassasiyetimi kamuoyuyla paylaşmak istiyorum. Ben burada yine tekrarlıyorum, şu sonuca ulaşıyorum: Eğer PKK'den kaynaklı bir eylem değilse ve devletten haberli ya da habersiz, ilişkili ya da ilişkisiz bir grubun işiyse, bu oldukça tehlikelidir. Eğer bu eylem kendi başına bir grubun işiyse devlet içinde hala özel çetelerin varlığına işarettir ki bu da bir güçtür ve tehlike arzeder. Böyleyse bundan sonra da bu tarz olaylar, eylemler, provokasyonlar gerçekleştirilebilir. Bu konuda halkımız, herkes uyanık olmalı ve kendi özsavunmalarını almaları gerekir. Asfalta, yola çıkarken bu tarz eylemlere dikkat etmeliler, uyanık olmalılar.
Eğer bu olay genelkurmay ve hükümetin bilgisi dahilinde bir grubun işiyse bu da soykırım demektir. Bu daha çok tehlikelidir. Bu durumda çıkaracağımız sonuç, devletin Hakkari ve Şırnak gibi yerleri özel hedef seçtiğidir. Buralara önümüzdeki dönem bu tarz yönelimler olabilir, halkımızın bu konuda da bilinçli olması ve özsavunmasını geliştirmesi gerekiyor. Bu saldırı planlı ve devletin bilgisi dahilinde bir saldırıysa Hakkari'nin yüzde doksandört oranında boykotuna bir cevaptır. Ve özel olarak burayı hedef seçmedir. Aynı geçmişte Dersim'e yapılanlar gibi. Dersim nasıl her yönlü kuşatılıp üzerinde oynandıysa Hakkari'nin de bu şekilde kuşatılma tehlikesi vardır. Yine diyorum ben burada bu olay hakkında tek yönlü düşünmek istemiyorum ve kamuoyuyla şunu da paylaşmak istiyorum. “Öcalan bu konuda hassastır, kaygıları vardır” diyorum. Halkımızın provokasyonlara karşı uyanık olması ve bunları açığa çıkarmaya çalışması gerekiyor. Halkımız çift taraflı provokasyonlara karşı uyanık olmalı, sadece devletten gelen provokasyon değil PKK kaynaklı provokasyonlara karşı da uyanık olmalıdır. İşte PKK tarihinde biliniyor, en iyi örneği Hogir'dir. Hogir, on sene içimizde kaldı ve binlerce gerillanın-sivilin ölümünden sorumludur. Bu ve benzeri örnekler çoktur. O yüzden provokasyonlara karşı herzaman dikkatli olunmalıdır.
Batman'da Salih Özdemir'in ailesine selamlarımı iletiyorum. Birbirleriyle sıkı ilişkiler içine girsinler, “kardeşi kardeşe düşürme, aralarında bölünme yaratma” oyunlarına gelmesinler, kendi içlerinde bir araya gelip, tartışsınlar, birbirleriyle dayanışma içinde olsunlar. Bu şekilde yaparlarsa kendileri üzerinde hesaplanan oyunları, provokasyonları boşa çıkarabilirler.
Yine söylüyorum, bu saldırı eğer PKK kaynaklı değilse, devlet içinden kontra bir gücün, kontracı bir anlayışın ya da devletin bilgisi dahilinde bir grubun işiyse bu iki durum da vahimdir. Genelkurmay ve hükümetin bilgisi dışında süreci provoke etmek isteyen grupların işiyse bu, şu anlama gelir: Biz istediğimiz zaman süreci sabote edebiliriz, bu gücümüz var. Burada verilen mesaj budur. Bu sadece bize değil, hükümete de bir mesajdır. “Bize rağmen hiçbir şey yapamazsınız” mesajıdır. Ama devlet içerisindeki tüm birimler, insanlar bunlar gibidir diye düşünmek doğru değil, iyiniyetli olanlar da var. Benim burada yaptığım görüşmeler oldukça anlamlı bir görüşmelerdi, anlamlı sonuçları olabilirdi, buna inancım vardı. Bu görüşmeler sırasında hükümetten veya genelkurmaydan bağımsız bir şekilde böylesi bir eylemin yapılması, “sizin yaptığınız görüşmeler fasa-fisodur. Bak, ben istediğim zaman sizin çalışmalarınızı engelleyebilirim, sabote edebilirim, aldığınız kararları boşa çıkarabilirim” mesajıdır. Burada amaçlanan, bu görüşmeleri sabote etmek olabilir.
Burada Hükümete, AKP'ye düşen görev, bu olayın üzerine kararlı bir şekilde gitmek ve sorumluları açığa çıkartmaktır. Önümüzdeki dönemdeki gelişmeler, hükümetin bu konudaki iradesine bağlıdır. Bu kadar önemli görüşmelerin olduğu bir aşamada Hakkari'deki bu patlamanın yaşanması düşündürücüdür. Bu patlama, cumhuriyet tarihinin en önemli olaylarından biridir. Bu patlama devletten ve PKK'den kaynaklı olabileceği gibi başka devletlerden de kaynaklanmış olabilir. İran gibi devletlerin parmağı da olabilir, isim vermek istemiyorum, herhangi bir devletin PKK kılığıyla yaptığı bir eylem de olabilir. Hakkari konumu gereği, Hakkari'ye yakın bölgesel devletlerin, bölgesel güçlerin PKK kılıfıyla bu tarz eylemlerine uygun bir coğrafyadır. Bu saldırı, bölgesel hatta uluslararası güçlerin de içinde olduğu bir saldırı olabilir. AB ve ABD'nin bu mesele hakkındaki tutumları biliniyor.
Bölgesel-küresel kontrgerilla, iç-dış güçler, tekrar bazı sonuçlara ulaşabileceğimiz görüşmeleri sabote etme amacıyla bu Hakkari olayını yapmış olabilirler. Bu bir oyundur. Eğer böyleyse Öcalan diyor ki “bu bir siyasi komplodur”. Yine tekrarlıyorum, Öcalan bu konu hakkında şartlı, seçenekli düşünüyor. Devletin içinde, dışında, devletten kaynaklı bir eylem olabilir, aynı şekilde PKK'den kaynaklı bir eylem olabilir ya da üçüncü bir olasılık olarak bölgesel-uluslararası devletlerin PKK kılıfıyla gerçekleştirdikleri bir eylem olabilir. Çok önemli görüşmelerin yapıldığı bir süreçte böylesi bir eylemin gerçekleştirilmesi üzerinde durulmalıdır.
Hakkari'de 10 gerilla yaşamını yitirmiş. Eylemsizlik halinde olan gerilla güçlerinin genelkurmay merkezli, merkezi bir koordinasyonla ağır teknik kullanılarak katledilmesi oldukça tehlikeli bir işarettir. Genelkurmayın Hakkari'deki patlama sonrası da hemen jet hızıyla PKK'yi hedef göstermesi tesadüf olmuyor bu durumda. Bu on gerilla olayının ayrıntılarıyla birlikte Hakkari'deki olay da başka bir anlam kazanıyor. İki olay da birbirine yakın yerlerde olmuş sanırım. Durum biraz daha netleşiyor. Bu durumda bu iki olayı değerlendirdiğimizde Hakkari'ye merkezi bir yönelim olduğundan bahsedilebilir. Hakkari hedef haline getiriliyor, pilot bölge olarak seçilmiş olabilir. Zaten daha önce de referandum sonuçları sonrası hedef gösterilmişti.
Referandum sonrası bazı yetkililer, Hakkari'nin halledilmesi gerektiğinden bahsettiler. Hakkari halkının referandumdaki bu onurlu duruşuna, yüzde 94'ler oranındaki boykotuna bir cevap olabilir bu saldırılar. Ben buna “Hakkari Kuşatması” diyorum. Hakkari kuşatma altına alınıyor olabilir, alınmaya çalışılıyor olabilir.
Eğer bu iki olay merkeziyse, genelkurmay ve hükümet imha planında anlaşmışlarsa, imha kararı almışlarsa tek taraflı eylemsizlik anlamsızdır. Bundan sonra belirleyici olan AKP'nin-Hükümetin bu olaylar karşısındaki tutumudur. Hükümet, öyle “bitiririz, yok ederiz, tasfiye ederiz” der hedef gösterirse, o zaman geliştirmeye çalıştığımız bu demokratik çözüm ve barış süreci fiilen ortadan kalkacaktır, bunun sorumlusu da Hükümet olacaktır. Ancak bu olaylar karşısında “biz tasfiyeci çeteleri bertaraf ettik ya da bunlarla mücadele edeceğiz” denilirse, bu kararı verdiklerini görürsem, bu konuda bir irade gösterilirse süreç geliştirilebilir. Ben burada Sayın Başbakan'a da haksızlık etmek istemiyorum. Sayın Başbakan konusunda hassasım. Bu konuda kesin yargıyla konuşmak istemiyorum. Başbakan hakkında kesin bir yargıda bulunmak istemiyorum. Ancak Kürt sorununu gerçekten çözmek istiyorsa bu türden olayların-provokasyonların peşini bırakmamalıdır. Hakkari olayının hemen sıcaklığında hedef gösterici yaklaşımlardan kaçınmalıdır. Herkes bu konularda hassas ve temkinli olmalıdır. Başbakan yaptığı açıklamada, Demirtaş'ın Hakkari olayı sonrası açıklamalarını talihsiz açıklamalar olarak değerlendirdi. Ben de buradan Sayın Başbakan'ın açıklamalarını talihsiz açıklamalar olarak değerlendiriyorum. Böyle alel acele açıklamalar doğru değil, olayın araştırılıp, aydınlatılması gerekir. Bu patlama cumhuriyet tarihinin en önemli olaylarından biridir, aydınlatılması gerekiyor. Bu patlama, kesin oyundur. Ben demokratik çözüm ve barıştan yanayım, ölümlerin olmasını istemiyorum. Ben ölümlerin durmasından yanayım.
Referandumda “evet”in kazandırılmasını da farklı değerlendirdik burada. Hükümetin orduyla anlaşmış olabileceği ihtimalinden bahsetmiştim. Referandumda “Evet”in kazanmasıyla AKP iktidarının önü açılacak, güçlenecek bunun karşılığında da ordu, AKP'den askeri anlamda önünün açılmasını ya da bir serbesti almış olabilir demiştik. “Evet”e yol vermekle Hükümetin önü açılacak ve bunun karşılığında genelkurmayın da askeri anlamda önü açılacak. Bu son olaylar da bu tezimizi, bu ihtimali güçlendirir durumda. Bu durum ta 2007'deki Dolmabahçe görüşmelerine dayanıyor ve son olarak da son YAŞ toplantısında bu konuda hükümet ile ordu arasında bir anlaşma ihtimalini de düşünüyorum. Hükümet kendi iktidarının önünün açılması karşılığında genelkurmaya belli tavizler vermiş olabilir. Işık Koşaner dönemi bu yönüyle tam bir uzlaşmanın sağlandığı bir dönem de olabilir. Eğer Erdoğan, bu son olayların üzerine gidip aydınlatmaya çalışmazsa, bunların üzerine gitmezse; “1925'ten itibaren İsmet İnönü Kürtler için neyi ifade ediyorsa günümüzde de Erdoğan Kürtler için aynı şeyi ifade ediyor” diyeceğim. Hakkari'deki bu iki olayı yan yana getirdiğimizde halkımızın büyük tehlikelerle, soykırım tehdidiyle karşı karşıya olduğunu söyleyebiliriz. Hakkari bir nevi Dersim gibi kuşatma tehdidindedir, belki oradaki gibi katliam olmaz, amaç topyekün bir yönelim olabilir. Buna karşı KCK ve halkımız özsavunmalarını almalıdırlar. Ben daha önce bu konuda “devrimci halk savaşı”ndan bahsetmiştim. Ancak yine diyorum, kendi kararlarını kendileri bu konularda alırlar.
Bu saldırılar yine belirtiyorum devlet içinde denetim dışı bazı çetelerin, grupların işi de olabilir. Bu denetim dışı kontra çetelerinin tamamen genelkurmayın denetiminden çıktığı dönem Karadayı dönemidir. Karadayı dönemiyle birlikte genelkurmay bu çetelere hakim olamadı. Karadayı döneminde bu konuda bir kırılma yaşandı. O dönemki bazı gelişmelerle bu tezimi güçlendiriyorum. Yine hatırlanırsa Kıvrıkoğlu dönemi de böyleydi. Kıvrıkoğlu'na Kıbrıs'ta suikast girişimi olmuştu. Bu suikast girişimi de bu kontra çetelerin artık denetlenemez duruma geldiğinin bir göstergesi, işaretiydi. Bu gelişmeler aynı zamanda Kürt sorunun çözümünü geciktiren ve zorlayan gelişmelerdi. Demokratik çözüm ve barışa her yaklaştığımızda böylesi çeteler devreye girerek süreci sabote ettiler. '98 ateşkesi süreci biliniyor, o dönem geliştirdiğimiz ateşkes sabote edildi. Sayın Özal döneminde de barış girişimlerimiz bu çeteler tarafından sabote edildi ve tarihi bir fırsatı kaçırdık. Sonra Erbakan dönemindeki çabalarımız boşa çıkarıldı. O dönemde Türkiye açısından tarihi bir fırsat kaçırılmış oldu. Yine Ecevit döneminin barışı da benzer komplolarla boşa çıkarıldı. Ecevit barışı da böylece heba oldu. Bu dört darbenin ardından bugün yaşadığımız beşinci darbe sürecidir. Son geliştirilen bu eylemsizlik sürecine karşı beşinci darbe girişimi sözkonusudur. Hakkari'deki olaylar bu şekilde değerlendirilmelidir. Bu olaylarla özellikle bu patlamayla gerçekleştirilmek istenen, benimle görüşen ekibin devlet katındaki tasfiyesi de olabilir. Burada hedef sadece ben değilim, benimle görüşen ekibin de tasfiyesi amaçlanmış olabilir. Yani burada yaptığımız görüşmeler engellenip, biz devre dışı bırakılmak isteniyor olabiliriz, amaçlanan bu olabilir.
Yapılan bu son patlamayla buradaki görüşmeler dinamitlendi, bombalandı. Bu görüşmeler oldukça verimli geçiyordu, umutluydum. Türkiye'de ne zaman bu konularda olumlu gelişmeler olsa, böylesi provokatif bir eylemle bu gelişmeler sabote ediliyor. Hatırlıyorum İlker Başbuğ'un meşhur 14 Nisan 2009 tarihli konuşması vardı. Başbuğ 14 Nisan 2009 tarihli konuşmasında olumlu ifadeler kullanmıştı ancak bu konuşmanın yapıldığı tarihlerde yine böylesi bir sabote eylemi olmuştu ve havayı tersine çevirmişti.
Burada asıl hedefleri, yapılan ve yapılacak olan görüşmelerdir, bu görüşmelerde ulaşacağımız sonuçlardır. Yoksa belirtildiği gibi asıl hedef sadece BDP ile yapılacak görüşme değildir. Bütün bu tehditlere karşı herkes savunmasını almalıdır. Süreç her an sabote edilebilir. Bu süreci sabote etmek isteyen güçlerin eli çok uzun da olabilir, sanıldığının aksine güçlü de olabilirler. Süreci sabote etmek isteyen bu güç burada bana bile ulaşabilir, bilmiyorum, belki bu kadar güçlü de değiller. Ancak herşey ihtimal dahilindedir. Bana burada ulaşıp beni imha da edebilirler, o yüzden, herkes uyanık olmak zorundadır.
KCK de kendi çatısı altında nasıl bir sistem öngörüyorsa onu uygular. İşte demokratik özerklik konusunda savunmamda da belirttiğim gibi altı boyut var. Kendi sistemlerini kendi çatısı altında uygulayacakları toplumsal sistemi ilan edeceklerini belirtiyorlar. Kendilerini nasıl yöneteceklerine nasıl savunacaklarına artık kendileri karar verirler ve bunu uygulayıp sorumluluğu kendileri üstlenirler, ben bu konulara karışmayacağım, bu konularda görüş bildirecek durumda da değilim. Zaten burada sürekli olmayacağım, bir gün öleceğim, herkesin bunu gözönünde bulundurması gerekir. 20 yıldır her şeyi sırtıma yüklemişler, her şeyi benden bekliyorlar, herşeyi benim üzerimden geliştirmeye çalışıyorlar, bana yaslanmışlar, hala da hem devlet hem PKK benden bir şeyler bekliyor. Ben burada, bu koşullarda ne yapabilirim? Bu konuda insaflı olunmalıdır. Rica ediyorum herşeyi benden beklemesinler. Dolayısıyla kendi kararlarını kendileri verecekler. İşte DTK, BDP, Belediyeler Birliği, Sivil Toplum Örgütleri kendileri hakkında kararlarını kendileri verecekler ve uygulayacaklar. Gece gündüz çalışacaklar, iş yapmaya odaklansınlar, az konuşup çok iş yapmalılar. Aksi taktirde onları çok sert eleştireceğim.
Belediyeler birliği de yasallık içerisinde birliklerini geliştirip organizeli, bütünlüklü çalışmaları geliştirebilirler. İşte 99 belediye başkanından bahsediliyor. Bu belediye başkanları, birliklerini geliştirecek, yasal zeminde demokratik halkçı belediyecilik anlayışını geliştirip yaygınlaştırmadırlar.
Bölgedeki sanayici, işadamlarına, tüccarlara da seslenmek istiyorum. AKP'li Kürtlere de seslenmek istiyorum. BDP'li Kürtlerle, diğer kesimlerdeki Kürtlerle biraraya gelip tartışsınlar, birbirleriyle uzlaşsınlar, hatta sadece AKP'li Kürtlere değil, diğer kesimlerdeki bütün Kürtlere sesleniyorum. Biraraya gelip tartışın, uzlaşın ve ortak çıkarlarınızı koruyun. Aksi taktirde bu ilişkisizlik, diyalogsuzluk ortamında karşılıklı birbirinizin provokasyonuna gelip, birbirinizin ekonomik çıkarlarına, ailelerinize, çoluk çocuğunuza zarar verirsiniz. Özsavunmaları için bu gereklidir. İki taraftan da karşılıklı provokasyonların önüne geçmek için bir araya gelip diyalog kurup uzlaşmayı esas almalıdırlar. Aksi taktirde üzerlerinde oynanan her türlü oyunun karşılıklı olarak kurbanı olurlar. Diyarbakır buna en iyi örnektir. Diyarbakır'ın yapısını biliyorum, bu tür provokasyonlara müsait bir zemini vardır.
DTK ise kendi bağrında sivil toplum örgütlerini temsil etmelidir. Sivil toplum örgütlerinin kendilerini bağrında ifade edebildikleri bir platform haline getirilmelidir. Bölgedeki bütün sivil toplum örgütlerinin DTK içerisinde kendilerini rahatça ifade ettiği bir birlik kurulmalıdır. Sivil toplum örgütleri kendilerini DTK'da ifade edebilmelidir. Gereksiz tartışmalardan kaçınıp bu konuda bir çabanın sahibi olmalıdırlar. Yine belediyeler kendi birliklerini sağlamlaştırmalıdır, geliştirmelidir.
KCK de kendi sistemini kendisi kurmalıdır. KCK, DTK, BDP ve Belediyeler dışında kalan alanı örgütler. Birbirleriyle değişik alanlarda karşılaşabilirler ancak hepsi kendini ayrı örgütler. KCK, bu son gelişmelerin, bu son saldırıların üzerinde ciddiyetle durmalıdır. “Devrimci halk savaşı” tarzında örgütlenmeden bahsetmiştim. Yine bunu yaparken Türkiye demokrasi ve devrimci güçleriyle ittifakı her zaman esas alınabilir. Böylece hem Kürdistan hem de Türkiye'de bir bu tarzda bir mücadele hattı örülür. PKK için de daha önce '98'lerde de belirtmiştim, o dönemki gerillacılık anlayışını eleştirmiştim, böyle gerillacılık yapılacaksa ben bu tarz gerillacılığı kabul etmiyorum demiştim. Bugün için de PKK'ye söyleyeceğim aynıdır. Gerillacılık yapılacaksa doğru bir tarzda yapılmalıdır, aksi taktirde ben ağır eleştireceğim. Gerilla birlikleri de gerekirse KCK'nin anlayışını eleştirebilir, dinlemeyebilir, kendi doğru tarzlarını geliştirebilirler.
Soykırım tehdidinden bahsetmiştim. Şimdi de bu imamlar ve yeni öğretmen atamaları dikkatimi çekiyor. Bu konulara kafa yoruyorum. Radyoda dinledim. Erdoğan, okulları boykot kararına ilişkin BDP'nin çocukları istismar ettiğini belirtiyor. Ben BDP'nin bu boykot kararına ilişkin olarak çocukları okula göndersinler veya göndermesinler demiyorum. Ama Başbakanın bu konudaki konuşması üzerinde duruyorum. Başbakan boykotu çocuk istismarı olarak değerlendiriyor ve bunu, çocuk istismarını da yeni anayasa paketindeki çocuk hakları düzenlemesine dayandırıyor. Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu da BDP'nin anayasal suç işlediğini belirtiyor. Ben Başbakan'ın çocuk istismarına ilişkin bu açıklamasını ilk dinlediğimde “yeni anayasa düzenlemesine göre BDP çocuk istismarı yapıyor” dediğinde başımdan aşağı adeta kaynar sular boşaldı. Anayasal değişiklikteki çocuklarla ilgili bu maddenin de hangi amaçla düzenlendiği böylece ortaya çıktı. Hemen ilk fırsatta bu maddeye atıf yaparak çocuk istismarından bahsettiler. Çocuklar hakkındaki bu anayasal düzenlemeyle amaçlanan kültürel soykırımdır. Çocuklarımızın kendi anadilinde eğitim alamaması kültürel bir soykırımdır. Bunun bir hak değil de, istismar olarak yorumlanması kültürel soykırım amacını gösteriyor. Anayasadaki bu düzenleme kültürel soykırıma hizmet amaçlı kullanılıyor! Burada çocuk istismarı yoktur, tersine en temel insani bir hakkın talep edilmesi sözkonusudur. Daha önce kadınlar-analar konusunda da değinmiştim, tavuk meselesini örnek vermiştim. Çocuklarımız kendi dillerinden koparılıp kültürel soykırıma tabi tutulacaksa, çocuklarımızı devletin elinden çekip almalıyız, o zaman devletin elinden çekip alsınlar. Biz bu kültürel soykırıma izin vermeyeceğiz desinler. Gerekirse okulları tamamen boykot edip kendi eğitimlerini kendileri sağlasınlar. Hatta evler, her ev birer okul haline getirilmeli, evlerde dil eğitimleri sağlanmalıdır. Selahattin Demirtaş, bu konuda bir açıklama yaptı. “Ben de çocuğumu okula göndermeyeceğim” dedi. Benim de kendisine bu konuda bir önerim olacak. Bu okula göndermemeyle birlikte çocuklarının dil eğitimini devletten beklemeden bir özel Türkçe öğretmeni bir de özel Kürtçe öğretmeni tutup, çocuklarına dillerini bu yöntemle öğretebilirler. Bunu gerçekleştirerek kamuoyuna deklare edebilirler. Bu benim bir önerimdir.
Bu anadilde eğitim konusunda Birleşmiş Milletler, AİHM ayağa kaldırılmalıdır. Başvurular ve davalar açılmalıdır. “Çocuklarımız kültürel soykırıma tabi tutuluyor, anadilde eğitimlerini göremiyorlar” gerekçesiyle bu konularda BM'ye, AİHM'e binlerce başvuru yapılmalı, davalar açılmalıdır. Haklarını her düzeyde savunmalıdırlar. Türkiye'nin Kürt çocuklarına uyguladığı politikalar BM Çocuk Hakları Sözleşmelerine de aykırıdır. Bu sözleşmelerde buna ilişkin düzenlemeler var, kültürel soykırım tanımı var. Bu konuda bütün dünya ayağa kaldırılmalıdır. Yine Avrupa'daki halkımız da dil konusunda duyarlı olmalıdır. Aksi taktirde Kürt çocuklarının durumu Ermeni çocuklarından daha kötü olacaktır. Kürt çocuklarının okuduğu okullar çok daha asimile edici, tahrip edici olacaktır.
Bu son saldırıların yanında iki imamın öldürülmesi gibi cinayetler de yaşanıyor. Bu konulara dikkat edilmelidir. Din konusunda da şunları belirtebilirim. Geçmişte Hizbullah ile fiziki soykırım, bugünkü manevi soykırım Diyanet imamları aracılığıyla yapılmaktadır. Hizbullah'ın yerini bugün Diyanet almıştır. Bugün yaptıkları manevi-dini soykırımdır. Halkımız bugün faşist-devletçi propaganda yapan imamlara rağbet etmemelidir, bunlar öldürülsün demiyorum, bunu doğru da bulmuyorum ama bu tür imamlardan uzaklaşmalıdır, onları yalnız bırakmalıdır. Bu imamları boykot etmelidir. Demokratik islam temelinde kendi mescitlerini, camilerini kendileri yapmalı ve ibadetlerini, dini vecibelerini buralarda gerçekleştirmelidir. Hizbullah, eskiden enselerine sıktığı tek kurşunla yurtsever insanları katlediyordu. Bu fiziki bir soykırımdı. Ancak bugün Diyanet imamları aracılığıyla yapılan dini-manevi soykırım, bu Hizbullah'ın fiziki soykırımından daha tehlikelidir. Ben, sahte imamların verdikleri hutbeleri çok iyi biliyorum. Bu hutbeler faşist zihniyetle verilen ve manevi soykırımı amaçlayan hutbelerdir. Bunun ne islamla ne de insanlıkla alakası vardır. O yüzden dini bütün halkımız demokratik islami zihniyetle gerekirse parasını kendileri karşılayarak ibadetlerini mahallelerde kuracakları mescitlerle-camilerle gerçekleştirebilirler, dini bütünlüklerini böyle korurlar. Bu tarz manevi-dini soykırım yapan camilere de gitmezler, ibadetlerini bu tür yerlerde yapmazlar, buraları boykot ederler. Yine aleviler de aynı şekilde manevi-soykırımcı sisteme hizmet eden cemevleri yerine kendilerini ifade eden cemevlerini inşa ederek ibadetlerini buralarda yaparlar. Halkımızı da bu konularda uyarıyorum, uyanık olmaya çağırıyorum, manevi soykırıma dikkat çekiyorum.
İran'a ilişkin son dönemlerde çatışmalar yaşanmıyorsa, bir çatışmasızlık ortamı varsa, İran'la sorunlarını demokratik temelde çözmek esas alınabilir, barışçıl bir çözüm esas alınabilir, çatışmasızlık durumu devam ettirilebilir. Yine Suriye için de aynı şeyleri, İran'a önerdiğim şeyleri öneriyorum, burada da sorunun çözümü için demokratik kanallar zorlanabilir.
AİHM'deki ana davamıza ilişkin mahkeme savunma yapmamız için 30 Ekim'e kadar ek süre vermiş. süreyi 31 Aralık'a uzatmamız iyi olurdu. Hukukta geçmişe yönelik hakların korunması var. Benim geçmişte kazandığım haklarım korunmalıdır. Benim burada kazanılmış haklarım önemli. İşte soykırımdan bahsettim, bu davamla da amaçlanan hukuki haklarımın elimden alınması, hukuki soykırımdır. Ben bunu hukuki soykırım olarak değerlendiriyorum.
Cezaevlerindeki arkadaşlara da ayrım yapmaksızın hepsine selamlarımı, sevgilerimi gönderiyorum. Gereksiz yere birbirleriyle didişeceklerine, tartışacaklarına bütün güçlerini, birikimlerini demokratik özerkliğe yani dışarıya kanalize etmeye, oraya güç vermeye seferber etmeliler. Aksi taktirde hepsini sert bir şekilde eleştireceğim. Ciddi olsunlar, lafazanlık yapmasınlar, sorumlulukla davranmalılar.
Bu son olayda hayatını kaybeden ailelere ve halkımıza başsağlığı diliyorum. Öncelikle referandumda gösterdiği iradeden dolayı halkımıza selamlarımı gönderiyorum, özellikle Hakkari halkına gösterdiği onurlu duruştan dolayı özel selam ve sevgilerimi gönderiyorum, onları tebrik ediyorum, yanlarında olduğumu bilmelerini istiyorum.Yine belirtiyorum. Herkes bu son gelişmeler karşısında tutumunu netleştirmelidir. Bu son Hakkari olayı PKK içinden dışından, devlet içinden dışından ya da bölgesel ve uluslararası güçlerin işi olabilir. Mutlaka açıklığa kavuşturulmalıdır. Herkes bu konuda uyanık olmalı, kendi tedbirlerini almalıdır. Ben bu özsavunma konusunda buradan nasıl hareket edeceklerini belirleyemem, kendilerini bu konuda tedbirlerini alıp hayata geçirmeliler.
Taşlıçay, Diyadin, Tutak, Iğdır, bir bütün olarak Kuzey Serhat halkına, Batman'daki halkımıza selamlarımı iletiyorum. Yine çocuklarla ilgili annelere yaptığım eleştiriler iyi anlaşılmalıdır. Ben çocukları çok sevdiğim için analara bu eleştirileri yapıyorum.
- Ayrıntılar