Meçhul Asker Anıtı üzerine tartışıyorlar. ‘Kürdistan`ın her yerine bir Meçhul Asker Anıtı dikilmeli’ diyenlere karşı, ‘ne gerek var, hangi yana baksan orada toprağa katık olmuş bir can olduğunu bilirsin zaten. Dağıyla, taşıyla, toprağıyla, çeşmesiyle, çiçeğiyle bu coğrafya zaten baştan başa bir Meçhul Asker Anıtı değil mi?’ diyorlar.
Onlar, toprağı içindeki canla algılıyorlar hep. Onlara göre toprak, içinde can saklı bir dost, anı dolu bir bellektir. Hatırlamak için özel bir işarete gerek yoktur. Toprağa bakınca, toprağa verdikleri canları hatırlıyorlar. Ve toprağa bakınca kendilerinin de toprak olacakları zamanların ötesine geçip bir aynada kendilerine bakar gibi bakıyorlar. Toprağı güzelleştirmeyi seviyorlar. İlle de bir sembolü olacaksa canların; gül olmalı, çiçek olmalı dercesine toprağa gömdüklerinin yanı başlarına çiçek ekiyorlar. Toprağın en çok güzelleştirilen, en çok özenilen parçası can gömülü parçası oluyor. Ve güzellik şaşırtıcı bir titizlikle yaratılıyor.
Dağ başında görmeyi en son bekleyeceğiniz görüntülerle karşı karşıya getiriyor bu titizlik. Her yan zaten verilmiş adıyla bir canı temsil ediyor. Her canın ayrı bir hikayesi var. Bu hikayeleri dinleye dinleye bir süre sonra etrafınızdaki her şey yeni yeni biçimler kazanmaya başlıyor.
Bir çeşmeye adını vermiş bir gerillanın gülümsemesini avucunuza alıp içer gibi içiyorsunuz suyunu. Bir tepeye bakınca, gün batımını izleyen bir siluet görüyorsunuz karşınızda. Adı var, hikayesi var. Sanki seslenseniz size cevap verecek Şehit Sarya Tepesi.
Lelikan Tepesi`ne bakıyorsunuz, ‘heval’ desen, sana el sallayacak gibi duruyor karşında.
Ve karşıdan Goşinê`ye seslenseniz; ‘pismam’ deseniz, size cevap verecek sanki, ‘pismam değil, heval’ diyecek gibi duruyor oracıkta.
Aşağıda akan dere, çatışma mevzisinde ıslık çalmayı seven Bermal`ın ıslık sesinde akıp gidiyor. Biraz kulak verseniz; ıslığında Bêrîvanê`nin melodisini hemen anlayacaksınız. Bir de canların toplanıp çiçek bahçesi içinde sohbete durmuş olduğu ziyarete açık, sembolik anlamı olan özel mekanlar var dağ başında.
Dağ başının en özenilen, en güzel mekanları Şehitliklerdir.
Neden bu kadar büyük bir özen ve çaba sarf edilmiş bu yerler için diye sormadan edemiyorsunuz.
Kendisi baştan başa bir Şehitlik olan bu coğrafyada, bu Şehitlikler neyi anlatıyor? ‘Bir mezarı bile yok’ demesinler diye. Biz, mezar arayışında değildik, ama madem ‘bir mezarları olsun’ dedik, onlar her şeyin en güzeline layık. Yapılacaksa, en güzeli onlar için yapılmalı,’ diye yapılmış şehitlikler.
Ad bırakmak, kendini hatırlanır kılmak amaç değildir hiç bir zaman. Can vermek, can olmak ölümsüzleştirir insanı. Ad olsan başka ad gelir, sen silinirsin. Hatıra olsan, başka bir hikayenin hatırasında silinir gidersin hafızalardan.
Ama can olsan toprakta; adın değişir, hikayen değişir, sen hep yaşayan bir can olursun.
Bir de cana can katmak, can katılan toprağa yüz sürmek vardır.
Şehitlikler, ‘can katılan toprağın yüz sürülesi sembolleri,’ diye yapılmış.
‘Ne istiyorlardı acaba,’ diye sormaya gerek yok; bir şehitliğe ziyarete gittiğinizde çiçek eken, çiçek sulayan, toprağı avuçlayıp koklayan bir gerillaya, ‘ne istiyorsun,’ diye sorsanız; toprak konuşur, çiçek konuşur ve siz toprağın altındakinin konuştuğunu hissedersiniz.
Onlar birbirinden hiç ayrılmayan, birisinin yarım bıraktığı hikayeyi devam ettiren, bir sonrakinin anlatacağı hikayeyi başlatan, birisinin bıraktığı adı taşıyan bir sonrakine ad bırakanlar olarak yaşıyorlar.
Bitmez bir hikayenin, silinmez bir adın, toprakla bütünleşmiş canları olarak hep canlılar. Şehitlik, canın hep canlı olduğu bir mekandır.
Özellikle son yıllarda, savaş zamanında şehit düşmüş gerillaların farklı yerlerdeki cenazeleri toplanıp, büyük bir özenle yapılmış Şehitliklerde bir araya getiriliyor. Hangi alana giderseniz, o alanın en güzel ve ulaşılabilir yerinde ve çoğunlukla bir çiçek bahçesi görünümündeki Şehitliklerle karşılaşıyorsunuz.
Kendileri topraktan, taştan, kerpiçten yapılmış barakalarda yaşayan gerillalar, istisnasız bütün Şehitlikleri doğanın renkleriyle boyanmış duvarlarla örüyorlar. Tek tek her şehidin mezarını, mermerle süslüyorlar. Her tarafa ağaç ve çiçek ekiyorlar. Gelecek ziyaretçiler için oturma ve barınma yerleri yapıyorlar.
İnsanı şaşırtacak kadar büyük bir özen ve emekle çok güzel mekanlar halinde inşa ediliyor Şehitlikler. Her Şehitlikte, o bölgenin bütün şehitlerinin elde edilebilen bilgileriyle bir arşiv oluşturuyor. Son yıllarda çok geniş bir çalışmayla, çok zengin bir arşiv merkezi oluşturulmuş. Bu konuda sürekli bir araştırma çalışması yapılıyor. Tek tek her şehitle ilgili en küçük bilgiler bile toplanıp bir araya getiriliyor ve bu bilgilerden bütünlüklü bir arşiv oluşturulmaya çalışılıyor. Şehitlerin aile ve yakınlarına ulaşılmaya, bilgi alıp vermeye yine sürekli bir diyalog içinde olunmaya çalışılıyor.
Şehitlikler bu anlamda birer bellek, birer arşiv, birer ilişkilenme merkezi görevi görüyorlar. Bu çerçevede bir kurumlaşmaya gidilmiş. Buna Şehitlikler Kurumu deniliyor. Henüz yeni yeni oluşmaya başlamış bir kurumlaşma. İleriye dönük bir çok projesi var. Bu konuda kapsamlı bir çalışma içinde oldukları görülüyor.
Gerçi Apocu hareketin, şehitlere ve şehitlik olgusuna yaklaşımı başından beri çok farklı bir yere sahip. PKK`nin kuruluşu anlatılırken, sürekli ‘şehidin anısına verilmiş bir cevap’ olarak tanımlanıyor. Yine PKK, kendisini ‘bir şehitler partisi’ olarak tanımlıyor.
Şehitler hep yaşayan değerler olarak algılanıyor. Savaş zamanında şehitlerle ilgili sürekli bir arşiv çalışması yapılmaya çalışılmış; şehitlerin yaşamı kitaplarla, şiir, edebiyat ve basın yoluyla canlı tutulmaya çalışılmış. Ancak savaşın zorlukları içinde bir çok şehitle ilgili yeterli bilgi arşivlenememiş, ya da, arşivlenmiş bir çok bilgi, çeşitli nedenlerle kaybolup gitmiş.
Örneğin, bir eyalet ve bölgenin arşivleri toprağa gömülerek saklanmış. Bu tür gömmeler güvenlik nedeniyle yeri en fazla 2 kişi tarafından bilinen yerlerde yapılmış. Ve savaş zamanında çoğu arşiv saklayanların kendilerinin de şehit düşmesi nedeniyle kaybolup gitmiş. Sadece şehitlerle ilgili bilgiler değil, çoğu zaman gerillaya katılan kişilerle ilgili ilk bilgiler ve örgütün o alanla ilgili çalışma belgeleri, örgüt merkezine daha ulaştırılamadan kaybolmuş.
İşte, son yıllarda bu kaybolan belgelere ulaşmak, ya da, o dönemlerde yaşayan gerillalara ulaşarak bu bilgiler tekrar derlenip toparlanmaya çalışılıyor. Ailelerin bu yönlü taleplerini karşılayabilmek amacıyla yoğun bir çaba görülebiliyor.
Özellikle son yıllarda hareketin bu konudaki imkanları sonuna kadar kullanılarak bir tarih bilgisi ve bilinci oluşturulmaya çalışılıyor. Şimdilik yetersiz olsa da ileriye dönük bir çalışma olarak sürekli gündemde tutuluyor. Şehitlik Kurumu, bu çalışmanın merkezi olarak örgütlendirilmiş. Ve Şehitlikler bunun sembolü olarak geliştiriliyor.
Şehide bağlılık, şehidi yaşamak ve yaşatmak, insanın toprakla ve tarihle bağını en iyi ifade eden sembol oluyor. Zaten yapılan Şehitlikler de bu yaklaşımın ürünü. Şehitlikler, sadece gerillanın kendi arkadaşlarının anısına bağlılığın bir gereği değil, aynı zamanda, bütün Kürt halkının bu konudaki duyarlılığına cevap olmak amacıyla geliştiriliyor. Bu yüzden de dağlardaki Şehitlikler olabildiğince halkın rahatlıkla ulaşabileceği yerlerde yapılıyor. Yine halkın ziyaretine açık olan bu Şehitlikler gelen ziyaretçileri her yönüyle tatmin edebilecek bir biçimde örgütlendiriliyor.
Son yıllarda özellikle Güney Kürdistan sahasında bir çok Şehitliğin yapıldığı görülüyor. Kandil`de, Xinêrê`de, Xakûrkê’de, Zağroslarda, Behdinan`da, Garê`de, Zap’ta, Haftanin’de ziyaret ettiğim Şehitlikler, gerçekten de çok etkileyiciydi. Hem buralarda kalan gerillalar ile hem de ziyarete gelen ailelerle bir çok sohbetimiz oldu. Şehide verilen değer ve duyulan bağlılık, bölge halkını çok derinden etkiliyor. Kendi çocuklarının mezarını ziyarete gelen aileler, hem onların anılarının yaşatıldığını görüyor, hem de çocuklarının yoldaşları tarafından temsil edildiğini görüyorlar.
Şehitliğe gelen ailelerin çocukları, artık sadece kendi oğulları ve kızları olmaktan çıkıyor. Kendi çocuklarından, ‘heval’ diye bahsetmeye başlıyorlar. Ve her hevalı kendi çocukları olarak görüyorlar.
Toprağa bir veriyorlar, bin alıyorlar.
Toprağa can vermek, dağda çok bereketli ürünler veriyor. Verilen can ölümsüzleşiyor. Toprak, canlı bir çiçek bahçesine dönüşüyor Kürdistan dağlarında.
Toprağa çocuklarını verenler, heval alıyorlar. Hevallere heval verenler, binlerce çocuk sahibi oluyorlar. Bir oğlunu, bir kızını toprağa veren ana, binlerce oğul ve kız sahibi oluyor.
Şehitliklerde hevallerine oğul ve kız diye sarılan şehit anaları gördüm. Her birisi bereketli bir toprak gibi bakıyordu yeni çocuklarına. Zaten toprak, ANA değil mi? Dağ, en doğurgan ANA. Ve dağda bütün analar toprak bereketinde heval oğullar ve kızlar doğuruyorlar gözlerinin pınarlarından. Her damla yüreğine akıp bir ananın, yüreğinde çiçek bahçesi güzelliğinde evlatlar yeşertiyor. Dağın evlatları can evlatlar. Hayırlı oğullar ve kızlar doğuruyor can toprak.
Onlara sorsanız; kendileri bir dağı, bir ülkeyi, bir dünyayı mesken edinmişler. Onlar dağın, ülkenin, toprağın canı olmaya gelmişler. Topraktaki canla, can olmaya gelmişler. Nerede vurulup düşseler toprağa, çiçek olup yeşerecekler gibi yaşıyorlar. Onlar, yaşamı canlı olmak olarak anlamıyorlar; onlar, yaşamı can olmak olarak anlıyorlar.
Canlı olan, ölü de olur. Can olan, sadece suret değiştirir. Dağda insan, en çok da çiçek oluyor. Bundan olsa gerek, kim bir şehitliğe giderse çiçek ekiyor. Kim ziyarete giderse, yanına çiçek alıp götürüyor. Şehitlikler, hep çiçeklerin çoğaldığı yerler oluyor. Çiçeklerle konuşulan, çiçeklere söz verilen, çiçeklere ant içilen yerlerdir dağlarda Şehitlikler. Yeni katılan gerillalar, ilk ziyaret edip söz verdiği, eğitimini bitiren gerillanın yemin törenini yaptığı, bayramlarda ilk ziyaret edilip sevincin ilk paylaşıldığı yerlerdir bu çiçek bahçeleri.
Askeri törenlerin mekanı oluyor kimi zaman bu çiçek bahçeleri; En disiplinli, en derli toplu törenlerin huzurlarında yapıldığı komutanlardır toprağın canları, çiçek komutanlar.
Şehitlikler, semboldür çiçekle ifade edilen. Sembollerden yaşama indiğimizde ise bütün dağ bir çiçek bahçesidir. Bir gerilla, hüzünlenip bir yoldaşıyla konuşmak istediğinde, karı delip fışkıran bir berfin`in yanı başına oturur. Bir karanfil koklar. Bir papatyayla sohbete dalar.
Dağlarda toprak, candır. Can ise çiçektir. Ve dağlarda her çiçek bir Meçhul Asker`dir...
Jêhat Bêrtî
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 5 Haziran günü saat 23.50 sularında Ağrı’nın Doğubeyazıt ilçesinde bulunan askeri lojmanların nöbetini tutan askerlere yönelik gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. Eylem sonucunda nöbet kulübesinde bulunan 1 asker öldürülmüş, 1 asker de yaralanmıştır.
- Ayrıntılar
Kürdistan gerillası bazılarını çıldırtıyor.
Düşünemez hale getiriyor.
Bazılarını coşturuyor.
Bazılarına ruh veriyor.
Bazılarına intikam ateşini aşılıyor.
Bazılarına cesaret veriyor, her şeyden önce insan olduğunu hatırlatıyor.
Doğal kaleler olan Kürdistan dağları, varoluş stargahlarıdır dağa çıkmak isteyenler için.
İslama inananlar için Qabe ne anlam ifade ediyorsa, Özgürlük sevdalıları için Kürdistan Dağları aynı anlam ifade ediyor.
Hz. Nuh’un gemisi Cudi’ye oturarak tüm insan, hayvan ile bitki neslini yok olmaktan kurtarmıştı.
Egitler de ilkin Cudi üzerinden tüm Kürdistan dağlarını özgürlük stargahlarına dönüştürerek, dağlara çıkışın yolunu açıyorlardı.
O gün bugündür dağlara çıkışlar katlanarak artıyor.
Özgürlük isyanına Kürdistan dağları dar geldi.
Amanoslar gerillaya kucak açtı. Karadeniz dağları gerillaya kucak açtı.
Hatta Menteşe dağları da gerillaya kucak açmıştır.
Dağlar, dağlara çıkışla anlam buluyor. Özgürlük stargahları oluyor.
Bundandır ki, bir zamanların afracı tafracı generali Başbuğ diyor du ki, “Dağlara çıkışı engelemeliyiz”.
O’nun ardından AKP gizli bir planı devreye sokuyordu.
O plana göre 15 -18 yaşlarındaki gençler hedef gençler olarak seçiliyordu.
Bu yaşlardaki gençlere Fetullahçı Yeşil Ergenekon’un envai türlü dönme dolaplarıyla Türklüğü aşılama hedefleniyordu.
Ne etseler nafile nafile.
Gençler, dağlara çıkışın varolmanın biricik yolu olduğunu biliyorlardı.
Dağlara çıkışlar artıkça çıldıranlar vardı. Bu çıldıranların tayfasında anlı şanlı Türk generalleri, AKP’nin fırıldak taklacı gevezeleri ve bir zamanların faşist tetikçilerini yetiştiren şimdiki zamanenin liboşu Taha Akyol var.
Taha Akyol bir kaç gün evvel bir makale yazdı. O makale” Batman’dan Bakarak Kürt Meselesi” adıyla yayınlandı.
Diyor ki, Batman’da gelenlerin belirttiğine göre Roboski katliamı Kürtlerin kopuşunu artırıyor.
Akyol, o makalede asıl demek istediğini şu sözlerle anlatıyor, “Dağa çıkışları önleyememesi, Türkiye’nin otuz yıldır çözemediği bir sorun..... Anlatılan gerilla efsanesi gençleri etkiliyor”.
Aslında gerilla efsanesi daha fazla anlatılmalıki dağa çıkışlar daha artsın ki, Şeyh Saidlerin, Seyid Rızaların, Nuri Dersim’in intikamları maazzam bir şekilde alınsın ki, Taha Akyol çıldırsın.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 6 Haziran günü saat 20.30 ile 23.00 saatleri arasında Diyarbakır-Lice karayolu üzerinde gerillalarımız tarafından yol ve kimlik kontrolü gerçekleştirilmiştir. Toplanan halka süreç hakkında bir toplantı yapan gerillalarımız Erzurum Narman jandarma komutanlığında görevli Ali Sabancı isimli 1 askeri tutuklanmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
5 Haziran günü gece 22.00 ile 23.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanları sınırları içinde bulunan Hakkari’nin Çukurca ilçesine bağlı Ertuş alanına yönelik işgalci TC ordusu tarafından savaş uçaklarıyla bir bombardıman düzenlenmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 28 Mayıs günü Iğdır’ın Korxan mıntıkasında gözaltına alınan 10 kişiden 7’si gerekli işlemlerinin yapılması ardından 5 Haziran günü (bugün) serbest bırakılmıştır. Diğer 3 kişinin soruşturmaları halen devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Nasıl yaşamalı, nasıl savaşmalı? Doğumumuzdan ölümümüze kadar peşimizi bırakmayacak olan soru iki tanedir. Cevabını verirseniz; yaşamdan savaşa, savaştan da yeni bir yaşama çıkış yapabilirsiniz. Tabii sizleri anlayabilmek için, anlatabilmek için kendimizi anlamak gerekiyor. Onu yapıyoruz, yaptık biraz. Teorik konuşuyorsunuz savaş üzerine, bol bol halkların savaş devrimlerinden yine bahsettiniz. Ama bir soru var ki, çok eksik. Siz yaşıyor musunuz, savaşıyor musunuz veya yaşam ve savaş gerçeğinin neresindesiniz? Tabii öyle anlaşılıyor ki, benim şu anda böyle iddialı bir konumda olmam, yaşam ve savaş arasındaki bağı az-çok çözmemle gerçekleşebilmiştir. Nasıl yaşamalı ve savaşmalı sorusuna yönelirken, soruya cevap önem kazandıkça, bunun en ağır sorumluluğunu yaşayan kişiliğin üzerinde müthiş durmanız yöntem olarak en doğrusu oluyor. Çünkü siz gerçekten benim deyimlerime göre, yaşamın da, savaşımın da çok dışındasınız. Ve durumlarınız yürekler acısı. Çok üzülüyoruz size ve şahadetlere.
Bana göre hiçbir zaman savaşçı böyle kolay düşmemeli. Tabii bunun da nedenini araştırıyorum. Gelip yaşamınızda düğümleniyor. Yaşam büyük bir arayıştır. Siz ise düşman ne kadar hazırlop, yani balığı tutmak için oltaya yem taksa hemen ona takılıp gidiyorsunuz. Yaşam karşısındaki pozisyonunuz bu. Düşmanın uzattığı olta yemine takılan balıklar ne kadar yaşıyorsa, siz de o kadar yaşıyorsunuz. Bu, çok kötü bir yaşam biçimi oluyor. Size belki gücüm yetmez ama, nasıl oltalık olmadığımı çeşitli yönleriyle anlatmaya devam edeyim. Daha ilgi çekici ve örgütleyici oluyor bu yöntem; çok açık tabi! Benim hatırlayabildiğim kadarıyla, çocukluk öfkelerim, hayallerim, istemlerim, arzularım, yani kendimi duyumsadığım her şeyimle; adı da gitmiş, kendisi de gitmiş bir ülke ve halk içinde çıkış yaptık, buraya kadar geldik. Bunun hikayesi müthiş!
Siz bu hikayeyi henüz öğrenememişsiniz. Hayret! Halbuki gerçekten büyük bir merakla öğrenmeyi bilmeliydiniz. Çünkü bu hikaye hepinizin hikayesidir. Direnmek isteyen bir halkın yaşam ve savaş hikayesidir bu. Ne yazık ki, halktan gelmenize rağmen, kavrayamamışsınız. Neden? Tabi düzen halkı nasıl etkisizleştiriyor ve kendi dayattığı, adına kader-yazgı denilen düzene mahkûm yaşam içinde nasıl tutuyorsa, sizi de öyle tutmuş. Siz düzenin hikayesini yaşıyorsunuz. Ben ise düzene isyanın hikayesini yaşıyorum. Fark burada, büyük bir fark tabi.
Biz önceki devrede ‘İlk İsyandan Halk Savaşına’ adı altında düzenlenen değerlendirmelerde biraz açmaya çalışmıştık, ama hâlâ çok açımlanması gerekiyor. Dediğim gibi, siz ciddi ve saygılı yaklaşmıyorsunuz; yoksa bir çok yönüyle hikayeye açıklığa kavuşturdum. Kendinizi çok seviyorsunuz, beğeniyorsunuz. Ama içinde bir şey yok. Özellikle başarıya götüren ciddi, sevdalanacak hiçbir şey yok. Kendinizi sevecek, beğenecek çok az şeyleriniz var. Ben de kendimi sevmiş ve beğenmiş olsaydım, bu duruma yol açamazdım. İşe sahte düzen ölçülerine göre dayatılan sevgi ve beğeniyi reddetmekle başladım. Duyguların inkarı, anlamsızlığını veya hiç yaşamama gibi durumunu görerek başladım.
Halk savaşı, aslında çok basit bir sorunun çözümüyle anlaşılabilir. Öyle çok kitap okuyarak ve -yıllardır işte sözüm ona savaşın içinden geliyorsunuz- deneyimle de fazla anlayamıyorsunuz. Daha sade anlatmak gerekir veya çok basit bir sorunun temelinde anlamanız belki daha da mümkün olabilir. İşte o da, “ben nasıl yaşıyorum ve savaşa nasıl sıçrama yaptım?” sorusunu cevaplandırmakla mümkündür. Kendimi 1980’lerde anlatmayı istemezdim, 1985’lerde, hatta 1990’larda bile kendimi anlatmıyordum. Veya daha değişik anlatıyordum. Şimdi ise, böyle anlatma gereği duyuyorum. Neden? Çünkü büyük bir inatla yaşamı ve savaşımı öğrenmemeyi, çok tehlikeli bir biçimde ve neredeyse bir kadermiş gibi, yani yenilgi anlamında normal görüyorsunuz. Bu bizi çok sıktı. Bütün beklentilerimize rağmen, büyük yaşayan ve savaşan kişi çıkmadı. Çok uzun süre bekledim dikkat ederseniz.
Bu kadar anlamsız kayıp verdikten, yaşam ve savaşı böyle kördüğüme çektikten sonra kendime yönelme gereği duydum. Yani ben nasıl savaşsallaştım? Bunu anlatma gereği, sizden ötürü yoğunlaşıyor. Yoksa sizin gibi ana kuzularını bu ateşe niye atalım? Sizin en temel sorununuz; benimle nasıl arkadaş olmaya da fazla anlam veremeyişinizdir. Arkadaşlığa gelmeme, arkadaş olmayı bilememe de herhalde en temel sorunlarınızdan birisidir. Tabi halkı bir yandan birliğe çağırırken, sizi de ihmal etmeyiz. Hatta sizin öncü birliğinizi kesinlikle geliştirmek gerekir. Başka türlü zaten savaş yürütülemez. Ama neyin arkadaşısınız? Niçin arkadaşsınız? Bugün bile, bu sorulara cevap verdiğinizi sanmıyorum; doğru biçimde tabi.
İçinizde birbiriyle doğru-dürüst arkadaşlık, yoldaşlık edecek adam yok. Diken gibi batıyorsunuz, itiyorsunuz, daraltıyorsunuz, öfkelendiriyorsunuz, kaçırtıyorsunuz. Bu pratiğinizde çokça ortaya çıkmıştır. Aranızda arkadaşlığı çekici olan kaç kişi var? Şöyle yüce savaşçılığa çeken, anlamlı bir yaşama çeken kaç kişi var? Niye kendinizi aldatıyorsunuz ki? Halbuki benim halen ne kadar arkadaş canlısı olduğumu görüyorsunuz. Çok doğal olduğu kadar, çok iddialı, çok çabalı, kusursuz denebilecek bir arkadaş arayıcısı oluyorum. Bunu da tabi pratikte milyon kere kanıtladık. Sözüm ona savaş birliklerimizin, halkımızın örgütsel görevleri başındaki sözde militana bakalım; arkadaş olmayı bile bilmiyor. Farkında bile değil. Neyi konuşturduğu belli değil ve çoğu düşmana göredir. Çok azı halkın temel ihtiyacına göredir, kurtuluşa göredir.
Niye böyle oldunuz? Lanetli halk gerçeğine bağlayacaksınız; düşmanın ayartmasına, çok kötü terbiyeye bağlayacaksınız. Ama bu sizi kurtarmaya yetmez. Sadece neden saf olduğunuzu kanıtlamaya yeter. Böyle anlatmakla saflığınızın gerekçelerini ortaya koymuş olursunuz, kendisini değil. Mesela bana göre hanginiz çıkıp da “ben şekillendim”, “baştan böyleydim, çok istekliydim ve aslında başarıyordum da” diyebilir? Dikkat ederseniz pek yok. Güç getiremiyorsunuz. İyi niyetinizden kuşku duyulmaz, benden daha fazla fedakârsınız veya arkadaş canlısısınız. Ama amacı yok işte, savaşa giden yolda değil. Ahbap-çavuşçadır, kandırmaca tarza çok açıktır. Kolay bağlanıp kolay sökülür cinstendir. Yıkılmaz değildir bağlarınız, ilişkileriniz. Her an ters düşebilirsiniz, ihanet edebilirsiniz, belki de farkında olmayarak.
Mesela benim arkadaşlığım öyle değil. Ben, gerçekten düşmanımda bile büyük saygıyı yaratmayı bilen kişiyim. Dağlarımla, kurtlarımla, kuşlarımla, yılanlarımla, çıyanlarımla, otlarımla, her türlü bitkilerimle, her türlü yine hayvanlarımla aslında çok candan arkadaşım. Öncelikle ülkemle arkadaştım diyebilirim. Daha sonra insanlarla arkadaş olmaya sıra geldi. Halen hatırlıyorum, bazı ağaçlarım vardı, nasıl onlarla arkadaş olmaya çalışıyordum. Hepsi aklımda. Yılanlarla bile uğraşmam, tam bir alışkanlık biçimindeydi. O başını çıkarıyordu ben üzerine gidiyordum, aylarca böyle süren hikayeler var. Hiç birinizin aklına böyle şeyler gelmez. Kuş yuvalarım vardı, günde on defa ziyaret ederdim. Yollar vardı, sicim gibi akıp giderdim ve hep aklımda. Hangi ağacın neresine bakıyordum, hala hepsi zihnimde.
Sizin beyninizde sürekli böyle duran hatıralarınız var mı? Yani bu bir yerde yurtseverlik oluyor. Toprağa bağlılık. Bütün bunlar yürektedir ve günü geldiğinde biz bunları tarihe bağladık, teoriye bağladık. Siz ise hikaye. “Haydi bir çırpıda salla ayağını, koyuver gitsin” dediniz. Tabana kuvvet dediniz, kaçtınız gittiniz. Ben de ayrıldım ama, size ilk isyanda belirttim. Köye, aileye büyük tepki duydum, kopuşun ne kadar zor olduğunu ortaya koydum. Ama şu şartla kopmuştum, bir kez daha döneceğim ve her köye döndükçe devrimle döndüğümü iyi hatırlıyorum. Kesinlikle dönüşlerimde tekrar yoktu, devrim vardı. Bunu daha sonra ülkeyi de dolaştığımda, bir kez daha “döneceğim” dedim ve her dönüşüm bir devrim atılımıydı. Tabii bunu önce kendi içimde kararlaştırıyorum, yaşıyorum. Hiç ortada PKK, savaş diye bir şey yok. Yıllarca kendi içimde yaşamışım. Tabii ne kadar sadıkane bir yaşam olduğu açık.
Ben bunu “çocukluk anılarıma, hayallerime ihanet etmeme” biçiminde bir cümleyle tanımladım. Ama acaba sizin ihanet etmediğiniz, bir hayaliniz ve hatıranız kalmış mıdır? Belki de anlam veremiyorsunuz. Yaşamdan, savaşa geçiş kişiliğini anlatmaya çalışıyoruz. Öyle anlaşılıyor ki, siz çok yönlü kopuşlar yaşadığınız için, yurtseverliğe dönüş yapamıyorsunuz. Yapamadığınız için de, yüksek savaşçı özellikler gelişmiyor. Bir önemli neden bu olabilir. Çünkü, en görkemli dağ doruklarındasınız, orada bile yaşamayı bilmiyorsunuz. Tahmin ediyorum bakmasını bile bilmiyorsunuz. O bakışlar sizde yok. Yürek duyarlılığı da yok. Yüreği derinden etkilenen, herhangi bir gelişmeden, havadan, sudan, kurttan, kuştan, çiçekten, her şeyden sanmıyorum olsun. Bakmaz bile. Yani yaşamasını bilmiyor veya bilse de hayaline dalıp, savaşla bağını hiç aklına getirmez.
Dikkat ederseniz benim ilk isyanımdaki bir özellik çok önemlidir. Dün gibi hatırlıyorum; bir bağdayım, bağı güzelleştirmekte veya en azından bir bakımla uğraşıyorum. İyi bir iş yaptığıma eminim, bozmuyorum velhasıl. Aileden gelen kişi ise haksız veya fazla emek harcamadan belki de o düzeni bozmaya çalışıyordu. Kesin öfke ve karşı koyuş böyle başladı. Başka bir nedeni olduğunu sanmıyorum. Yani böyle bin bir tane hikayem var. Tabii üzerinde çokça durduğumuz için, belki de kafanızda canlı yaşadığı için söylüyorum. Hemen her günüm böyleydi. Bir işi doğru yaparken, birilerinin bozması anında öfke ve öfkenin artık kavga gücüne veya kavga duygusuna, kavga kinine dönüşmesi. Mesela gücüm oranında da, neydi ilk eylemim? Etrafımdaki taşlar. Hemen öfkelendiğimi hatırlıyorum. Önce bağırdım, biliyorsunuz hitap, yani propaganda. O ilkin öyleydi. Baktım bağırmayla gitmiyor, laftan anlamıyor, işte hemen etraftaki taşlara saldırma ve taş gücüyle adımı geriletme, kaçırtma. Ondan sonra adamın klasik gerici ilişkilere sığınması söz konusu. Ona da karşı çıkma gücünü gösterme. Yine büyük bir karşı koyuş.
Devrimi burada kesintiye uğratmıyorum. Kişiden aileye hevesle çatıyorum ve küçükten büyüğe, köye kadar da bulaştırıyorum. Köyün içinde de daha böyle gürültülü bir hal almasına yol açıyor, ondan da çekinmiyorum; bir adım daha. Köyü de gerektiğinde hiçe sayıyorum. Bunlar köyün gelenekleriymiş, pek umurumda değil. Yine büyük, taşlı kavgaya devam. Büyükmüş, babaymış yine de mühim olan devrimdir ve onu ona karşı da yürütüyoruz. Tabi köy güçlü, aile güçlü, sonuna kadar karşı koyamazsın; çünkü teksin ve çok çocukça bir konumdasın, sıradan bir geri çekilmeyi yaşadık. Sabahleyin kavgaya başladık. Öğleye doğru geri çekilme yaptık.
Tabii bizim bu şanlı gerillacılarımıza ithaf olunur. Bir çok köye giriyorlar, bir sigara, bir çay uğruna birimlerini imha ettiriyorlar. Hangi amaçla girişleri belli olmadığı gibi, niçin, nasıl çıkmaları gerektiğini de hiç anlamıyorlar bile. Ama bu çocuk havamda bile benim görebildiğim; sabahleyin başladık, şiddetlendirdik. Yine dün gibi hatırlıyorum; daha güneş tam öğleye doğru dikilmeden, ben o bilinen parayı da aldım, yani adamın hazinesine de ulaştım. Orda on lirayı çıkarabilme gücünü gösterdim. Yani adamın yalnız fiziki varlığına değil, maliyesine kadar biraz yöneldik. Ardından yine hiç kimse duymadan, süzülüp çıktık köyün karşısına. Hatırlıyorum yani, inkar mı edeceksiniz? Bir kavga biçimi. Neden böyle çok seri bir biçimde başladık, çok hızlı ve giderek sürekli yoğunlaşarak yaptık. İşte o eylemi, o ağacın altında gözden geçirdiğimizde, büyük bir öfkeyle “köye böyle dönmeyeceğim” dediğimizde, onun şu anlamı vardı: Daha sonra döndüm, belki de bir hafta sonra, ama ben değişik döndüm, direndim döndüm. Bir mesafe aldık. Boyun eğmedik.
Sizin ucuzca kullandığınız “uzlaşma” hayır, uzlaşmayı yapmadım. Kendimi kanıtladım. Tabii ardını da getirdim. Mesela gittiğimiz yer var. Hatta giderken yolda takındığımız tavırlar var. Birliklerimiz şimdi bile, bir yol yürüyüşünde “top düştü” diyorlar, bilmem “pusu kuruldu”. Her gün kayıp haberleri. Yine o zamanki tek halimle çok büyük bir öfke, isyan seli halinde olduğum halde birinci köyü geçerken, dükkanın önünden geçtiğimi hatırlıyorum. Son derece normal, okullu bir çocuğun bütün yeteneklerini takınırken, böyle süzüldüm geçtim. Ve hiç isyan ettiğimi görmediler, anlamadılar bile. Aynı şeyi arabaya binerken de, –posta arabasıydı- yani resmi araba, onu orada da gösterdim. Ve oradan işte Birecik’e ulaşabildik. Yine oradan ilk defa yol yürüdük ve köprüye kadar çıktık. Saat biri bulmuş ya da bulmamıştı. Birecik köprüsünün başında yine araba tuttuk ve sanırım öğle üzeri de kendimizi Nizip’e attık. İlginç bir hikaye fakat, son derece anlamı olan bir hikaye. Ve hemen orada işe koyulduk, yine çalışma sürecine girdik. O iki gün pale eylemimiz vardı. O gün, o palede sabah, akşam, öğle ayran içerdik. Ve yine şişen bileklerimiz, oradan yürüyüşle, apar topar tekrar ilçeye dönüş yapmamız söz konusu.
Bütün bunları şunun için anlatıyorum: Böyle bin bir hikaye var. Bir kişinin öfkesi, uğraşısı, öfkesiyle birlikte eylemi, eylemin sonuçları. Bunların hepsine yürekte yer olursa ve kendi içinde tutarlı olursa, savaş kişiliği için bir adım atılmış olur. Mesela sizin yaşamınızda böyle hikayeler var mı? Böyle kendinize ilişkin kaç tane hikaye anlatabilirsiniz? Hepsi ya teslimiyettir, ya uzlaşmadır. Yoksa böyle teorik anlamı olabilecek tek bir hikaye yaşadığınızı sanmıyorum. Var da, ama ana kucağında, aşiretine sığınma, aileye sığınma, babaya sığınma, şuraya sığınma, buraya sığınma, yalvarma, yakarma... Sanıyorum benim bu hikayemde böyle durumlar yok. Son derece bağımsız, özgür olmayı esas almışım. Kendi yaşam ilkesi var, yaşam ilkesine aykırı davranana hemen tavır koymuş ve bunları sürdürmüş. Bu bir yaşam biçimi, yaşamda bir tarz.
Aslında başka hikayeler da anlatılabilir. Pamuk tarlalarına da gittik. Halen hatırlıyorum; ilaç gözlerimizi yakıyordu, boynumuzu yakıyordu. Ve ondan önce de kamyonlara ırgat gibi doluyorduk. Onun utancını da duydum. Ben bir şehirden geçerken yanımdaki kişilerin arasına gizlendim; bizim millet görmesin diye. Ondan sonra çuvala yüz kilo doldurmak için, nasıl bir yarış içinde olduğumuz. Pamuk çuvalı yüz kilogram olduğunda büyük sevinç duyardık. O zaman kilosu on kuruştu. O da bir kanıtlamaydı. O işte okula geliyoruz, yine okula yetişeceğiz. Ama okula gelmek ve öğrenmek için büyük bir tutku var. Bu da bir yaşam biçimi sanıyorum. Biz çok dikkate değer bir şey çizmişiz. Öğretmenlerimin hepsi iyiydi, bizi nasıl değerlendiriyor idiyseler bilmem, ama onların gözdesiydim. Bayan olsun, erkek olsun bayağı böyle ilgi duyarlardı, özel ilgilerini hiçbir zaman eksik etmemişlerdi. Bunlar da bir yaşam biçimi. Daha bunun gibi bir sürü anı.
Mesela, bu ilk oyunlar meselesi var. Aslında ben oyunlarda fazla güçlü değilim. Ama bir tarz var ki, hepinizinkinden çok farklı. Yani siz yalancı pehlivanlar gibi, elli defa yenilseniz de, aynı oyunu rahatlıkla oynayıp gidiyorsunuz. Çok zordu oyunlara girmek. Zaten hiç oyun bilmem de. Mesela ben halen hayret ederim, bu halk oyunlarında nasıl beceriklisiniz diye. Ben aslında öyle fazla oyun bilmem. Hayret ediyorum bu becerilerinize. Kolay öğreniyorsunuz ama, sanıyorum anlamını bilmiyorsunuz. İyi bir oyuncunun, iyi bir savaşçı olması gereği arasında bağlantı kuramıyorsunuz. Onun için herhalde oyun size kolay geliyor. Benim için oynamak bir yaşam biçimi veya oyunda başarılı oldum mu, her şeyde başarılı olmam gerekiyor.
Sizde ise yaşamdan, başarılı olmaktan kaçınmak için oyunda başarılı olmayı bir yanıltma, kendini tatmin etme aracı gibi değerlendiriyorsunuz. Oyun tekniğinizle, oyuna yaklaşımınızla kişiliğinizi boşa çıkarmada, yaşamı örtbas etmede veya yaşamı ilerletmemede bir rol oynuyorsunuz. Ama oyunların gerçek tanımı, gerçekten sosyal anlamı, siyasal anlamı itibarıyla bir ön savaş adımı olarak değerlendirilmeli. Ama bizde çarpıklık çok gelişkin olduğu için, yücelmekten, savaşmaktan alıkoymak için oyunda tatmin var. İşte bugün spor böyle kullanılıyor, folklor da böyle kullanılıyor. Tabii benim için öyle değil. Oyunla yaşamı, oyunla savaşı birleştirerek yürütüyorum. Oyunla savaş arasında gayrı-ciddi bir bağ kurmuyorum. Savaşır gibi oynuyorum. Evet, oyunla savaş arasında çok ufak bir ayrıntı vardır. Ama bakın, sizin savaşçılığınız da, oyunbazlığınız da çok kopuk, çok karikatürize edilmiş oluyor. Aslında gerçekten bu anlamda, kesinlikle siz iyi oyuncularsınız. Daha doğrusu oyuna kolay geliyorsunuz. Zaten sık sık “oyuna geldim” demek de bu yüzdendir.
Doğrudur yani, kolay oyun öğrenmiyorsunuz, kolay başkalarına oyun oynuyorsunuz, kolay da oyuna geliyorsunuz. Benim en çok zorlandığım bir konu bu. Kolay oyuna gelmemek, kolay oynayamamak ama, oyunla savaş arasındaki bağı, yine savaşla, mücadele ile bağını inkar etmemek bende çok etkilidir. Her ikisine karşı da çok ciddiyim. Sizin gibi değil. Sizin yaşamınızın büyük bir kısmı oyunbazlık, bu konuda herhalde köyün en yeteneksiz çocuğu bendim diyebilirim. Neden acaba? Ailede biraz böyleydim. Olumlu bir özellik midir acaba? Bir geri düzey midir veya artık faydası mı oldu bana? Yaşamı basit bir oyundan ibaret görmemek, oyunlara dalıp kendimi kaybetmemek gibi bir sonucu olabilir. Hatta hatırladığım kadarıyla en iyi oynayanlar, en hafifmeşrep de olabiliyorlardı, fazla ciddi olamıyorlardı veya ben onlardan ciddiyet bekliyordum.
Reber APO
5 Haziran 1995
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Mayıs Ayı Savaş Bilançosunu Halkımızla paylamşmayı bir görev biliyoruz....
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 2 Haziran günü 19.45 sularında Amed- Bingöl yolu güvenliği alındıktan sonra gerillalarımız tarafından yol ve kimlik kontrolü yapılmıştır. Durdurulan halka Demokratik Özerklik konusunda propaganda yapan gerillalarımız bir turisti göz altına almış, gerekli işlemler yapıldıktan sonra turist 3 Haziran günü serbest bırakılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
15 Aralık 2011 günü Bingöl'ün Yayladere ilçesi kırsal alanında sert kış koşullarını fırsat bilen işgalci TC ordusunun gerçekleştirdiği operasyonda, düşman askeri ile gerillalarımız arasında yaşanan çatışma sonucunda 8 gerillamızın şahadete ulaştığı bilgisini kamuoyuna duyurmuştuk.
- Ayrıntılar