Bizde pusula ile hareket etme çok az yapılır, az sayıda arkadaş yapar ve hiç bilinmedik arazilerde kullanırlar, örneğin Karadeniz alanındakiler. Genel de arazi hâkimiyeti; doğal hafıza dayanmakta ve sık kullanımla sağlanma durumu vardır. Coğrafik yönlerde çok dillendirilmez. Doğu-Batı ekseninde uzanan yerlerin; çok güneş alan yerlerine ‘ Ber roj’ az güneş alan yerlerine ‘nizar’ denilmesi ve üstlenme-noktalama da dikkat edilmesi kaçılmaz olan yamacın adları sık kullanılır. Bu da ya kuzey ya da güney yamacı ekseni çerçevesinde olur ki karların erimesinde yani sıcaklık, soğukluk meselesinde önemli bir faktör olmasından kaynaklıdır. En çok kullanılan ve tariflerde dile getirilen sağ-sol, aşağı- yukarı gibi kavramlardır. Ha şunu da unutmadan söylemeliyim; çok az arkadaş birçok yıldızı bilirken genelde de kutup yıldızı tanınır ve onun da kuzeyi gösterdiği bilinir.
Yaşamın kendisi arazi üzerinde gerçekleştiğini herkes bilir. Kuvvetler arasındaki çatışmalarda arazi çok önemli bir faktördür ve her iki tarafta hâkimiyetini sağlamaya çalışır. Gerilla doğası gereği kullandığı arazi onun temel müttefiklerinden biridir. Bu durumu herkes bilir.
Gerilladaki arkadaşların arazi tanıma ve kullanmadaki durumlar nedir? Erken öğrenme gibi derdimiz oluyor mu, onu temel müttefik sayıyor muyuz, onun verdiği imkânları doğru değerlendirip onuna göre kullanıyor muyuz? Sorular artırılabilir. Tarihsel birçok savaşta kazanılması veya kaybedilmesinde arazi faktörleri de göz önüne alınmalıdır ki hemen tüm savaşlarda bunu gösterecek birçok olay dile getirilebilinir.
Hep şunu düşünmüşüm; nasıl ki birçok özel yetenek edinmek için beynim bir bölümünün onu öğrenmeye has, öz bir şey bahşetmesi gerekiyorsa bazı arkadaşların arazi hâkimiyeti görünce beyinlerinde özel bölmenin bu konuda zengin olduğuna yormuşum. Bu işin esprisi olarak algılana bilir fakat arazi karşısında avantajlı ve dezavantajlı olma durumunda bahsedebiliriz. İstisnai durumların var olduğunu bilmek şartıyla genel olarak gerillada köyde yetişmiş hatta Koçerlik yapmış olanları arazi hâkimiyetleri mükemmel oluyor şehirlerde apartmanlarda yaşamış olanların ki zayıf olmaktadır.
Dezavantajlı pozisyonda olanlar araziyi öğrenemezler mi? Tabi ki öğrenme azmi önünde hiçbir şey kurtulamaz yeter ki istek ve çaba olsun. Arazi mantığı veya hafızası dediğimiz şeyde bazı ince ayrıntılar ve onları öğrenme şartlarını yerine getirmekle mümkündür.
Araziyi tanıma düzeyleri farklı oluyor. Kimi sadece patikasını bilir, gider-gelir. Kimi de genel ayrıntıları bir bütün, kimi ise en ince ayrıntısı tek tek bilir. Bazıları ise zaten önümde yürüyen var öğrenme gayretini göstermezler. Gerekçekleri ise ‘arazim zayıftır’ veya ‘arazim yoktur’ derler.
Her bildiğin şeyin insana güven vermesi ve işlerini kolaylaştırması gibi araziyi tanımada gerilla yaşamında güven verici bir durum olup bildiğin kadarıyla işlerin kolaylaşır. Bu nedenlerden dolayı kullandığımız arazileri tanımak öğrenmek gerekir. Arazi öğrenme mantığımız zayıf olabilir fakat şu iddia edilemez; ‘hiç öğrenemem’ denilemez. Kendimden bilirim kafa yorunca öğrenebiliyordum fakat üzerinde durmayınca tanıyamazdım. Ben de öyle arazi yeteneğini zayıf olanlardanım. Herkesin öğrenme yöntemi farklı olabilir fakat gözlemlediğim kadarıyla en iyi öğrenme şekli yürüyüşlerde öncü olmaktır. Orta veya arkalarda yürüyorsan araziye ister istemez dikkatini veremiyorsun ya da vermiyorsun. Öncü iken durum farklı en ince ayrıntıya dikkat ediyorsun, patikanın üstünde miyim değil miyim hissi ile duyarlı halde olmak bile ayrıntıların üzerindeki zihnini açık tutuyor. Diğer yandan grubun verdiği sorumluluk nedeniyle arazide bir şey var mı yok mu? Duyarlılığı ayrıntıları tanımada çok önemli bir öğreticidir.
Öğrenmede bazen şu gelişir; bir defa gündüz bir defa gece geçersem ancak öğrenebilirim yaklaşımı fakat kuzeyde her yer o imkân bulunmaz; en önemli yerler hiç şaşırmamam gereken yerler -karakol ve korucu köyleri gibi- yerlerde ancak gece geçebilirisin.
Temelde kendine güven öğrenmede esas alınması gereken kuraldır. Aman kaybolur, aman patikadan çıktık diye paniklemek doğru değildir. İnsan ne kaybolur ne de patika çıktı mı yerinde çakılı kalır. Güven duyarsan kendine genel arazide bana bir şey olmaz dersen işler daha iyi yürür. Bu durumda dış etki ve müdahaleler işleri içinden çıkılmaz hale getirmemeli. Bir arkadaş şöyle diyordu “arazi nedir ki temel sırtlar ve dereler var bunları bilirsin patikalar ise mutlaka üzerine çıkarsın ve artık bırakmazsın “ işi o kadar kendine güvenle dile getirip basit bir şey haline getirmişti. Garzan’da bize on gün kuryelik yaptı.
Arazi sadece patikaları bilmek değildir bazen bunları bilsen bile kullanamazsın örneğin operasyon veya pusu olması durumunda araziyi genel kullanma gerekecektir. Bu nedenle arazi genel bilme en iyisidir tabi bunun için dolaşmak çok işe yarıyor. Bir arkadaş vardı, bildiği yoldan bir daha gitmemeyi daha çok tercih ediyor arazi de kendisine göre takılıyordu. Çoğu zaman o yürüyüş ve dolaşmaları işe yarıyordu. Nerde ne var, ne iş için kullanılabilir, neresi yol verir noktalamaya, üstlenmeye uygun mu? Hepsi için görüş sahibi idi , ‘arazi bilirkişisi’ diyordum.
Gerilla yaşamıyla çok sıkı bağları olduğundan dolayı arazini vazgeçilmezliği ve birçok konuda etkili olduğu bilinerek öğrenilir. Sadece git-geller için arazi kullanılmıyor. Yaşamın hepsini ondan kopmadan doğal olarak yaşıyorsun. Herkes öyle değil midir? Diye sorulursa sivilde doğal olmayan şey apartman dairesine sahip biri yağmurda orada kendini korur. Ya gerilla ne yapacak tabi doğadaki doğal yerleri mağara, korunaklı kaya altları bilmeli ki oralara sığınabilsin.
Öğrenmelerde dikkat edilmesi gereken diğer bir şey mevsim ne olursa olsun ona göre bilmek eğer bir sorun yaşanacaksa onu önceden görüp tedbirini almaktır. Ağaç yaprakları yeşilken biliyor, döküldüğünde şaşırıyor. Hele kar yağdığında hiç çıkaramıyor. İşaret olarak bellediği şeyler ise kar altın kalmışsa vay haline. Daha birçok durum sıralanabilir. Şimdilik bu kadar aklıma gelenler bunlar her arkadaş birçok olay ve durumla karşılaşmıştır. Bildiğimiz şeyler bunlar.
Normal insanlar için bir şeyi öğrenmede etkili olan temel faktör her halde öğrenilmesi gereken şeyi sevmesidir. Sevmediği şeyi de öğrenebilir fakat eğer severse daha kolay ve hızlı öğreneceği gerçeğini açık ve nettir. Arazi öğrenmede de sevme ve psikolojik etmen çok önemlidir. Araziyi sevenler ve psikolojilerini onda rahat kılanlar daha erken öğreniyorlar. Bu sevme işi de lafla olan, bir romantik gibi bir tablo karşısında sevgilerini dile getirmek demek değil, araziyi seven yerinde durmuyor istesen de durduramazsın geziyor ayrıntısı niçin kullanılabilir düşüncesi yeni gördüğü bir şeyin verdiği çeşme, mağarayı anlatması ona zevk veriyor. Sevgisi pasif değil aktif bir şekildedir ve gezmeleri onu psikolojik olarak da rahatlatıyor.
Gerillada gördüğüm bir şeyde kaldığı araziye göre şekillenmesidir. Eğer zozan alanlarda kalmışsa öyle yerleri sevip ve tercih ediyor. Ormanlıksa ormanlık, sert arazi veya yumuşak arazi gibi tercihler gözlemlenebiliyor. Her gerilla her türlü arazi ve şartlara kendi adapte etmesi ideal bir durumdur ki öyle olması istenir. Farklı farklı tercihlerin olması anormal bir durumda değil. Coğrafyanın insan psikolojisi hatta fizyoloji üzerinde etkileri olduğu belirtiliyor. Çok bilinen bir karşılaştırma İskandinav ülkelerindeki insanlarla Akdeniz ülkelerindeki insanların mizaç ve fiziksel karşılaştırmaları yapılır. Kürdistan’da bile coğrafik faktörler etkili olduğunu gözlemleyebiliriz. Kuzey insanı ile güney insanı hatta serhad insanıyla Urfa Mardin insanının üzerindeki etkiler ele alınabilir. Bir ayrımcılık yapmak için belirtmiyorum beklide çok az etkili olan bir durumdur fakat yok saymamak gerektiği kanısındayım. Geçmiş tarihlerde aynı dönem ve aynı toplumda da olsalar Atina ile Sparta’nın farklılıklarının bir sebebi de coğraflarına bağlanıyor. Her neyse kimi bunları kabul etmeye bilir. Gerilla olarakta her türlü coğrafyayı sevmek ve kendimizi ona göre adapte etmek gerekiyor. Bu genel kurala olsa da yine de bazı arkadaşlarda şunu görebiliyoruz; alıştığı araziyi sever ve ön plana çıkarır. Normalinde baksan arkadaşların dile getirdiği arazilerin yanında avantajları kadar dezavantajları da mevcuttur. Zozan araziler yüksektir, keşifleri daha kolaydır, suyu boldur vb. gibi birçok avantajından bahsedilebilir. Fakat yüksekliği nedeniyle doğal olarak güçlü bir fizik gerekiyor. Diğer yandan gündüz sıcak gece soğuk olması itibari ile sağlam bir bünye gereklidir. Ormanlık arazi kamuflajlıdır, fazla yüksekliğe sahip değil, zaman etkisi olmadan manevraya elverişli vb. gibi avantajlıdır. Fakat dezavantajları her türlü sivrisinek, tırtıl, orman tozu gibi doğal etmenler, keşiflerinin zorluğu vardır. Dediğim gibi kimi zozanlık araziyi seviyor kimi de ormanlık.
…
Yukarıdaki yazıyı üç- dört ay önce yazmıştım bu arada Şehit Zerdest arkadaş’ın defterini okudum ve gördüm ki bir arazide bir gerilla nasıl zevk alarak yaşıyor, duygularını , hisselerini nasıl dile getiriyor. Çok büyük bir coşkuyla yaşadığı her şeyi gözlemleyip –dağ, taş, kuş, çiçek, ağaç, dere, çeşme, su, bulut, kar,büyük hayvanından böceğine, vb.- orada ne yaşamış ve ne görmüşse hepsini mükemmel bir algıyla ele alıyor. Sanki hepsini her gün yeniden görürcesine heyecanla anlatması ve yaşaması var. Yaşadığı yeri normalleştirmeden hep büyük bir şaşkınlık içinde yaşaması var. Her gün yeni bir şeyi bulmuşcasına sevinç içinde olarak anlatmış ve yaşamış. Şahsen bende böyle değil. Demek ki algılama olayı, algı körelmesini yaşamamış hep canlı dipdiri bırakabilmiş, salt gördüklerinin çeşitliliğin çokluğu da değil, on binlerce yıl oralarda ne yaşanmış olabileceğinin tahmini ya da Kürt tarihinde Bedirhanbeylerin İsyan’ı gibi tarihsel olayların içine o coğrafya katması veya doğru yanlış olmasına bakılmaksızın halk içinde o coğrafya üzerinde geçen efsanelerin anlatımı hatta yerin ismine dair dilbilimcilik yapması orayı okuduğumda bana harikalar diyarına gitmiş gibi geldi. En önemlisi de birisin okuyup da orayı sevmesi için yazmış olmasından ziyade kendisinin gerçekten severek o coğrafya da haz almasını görmem oldu. Onu yaşadığı, onun sevdiği coğrafya parçası benimde hoşuma gitti. Oysa o defteri okumasaydım, o coğrafya parçası benim için çok anlamlı bir yer değildi, hatta gerillacılığa ters gelen bana uymayan bir dağ yığını gibi geliyordu.
Bu defterinde anlattığı dağ Herekol’dür, kendisi için çok anlam yüklemiş ve okuyan herkeste bu anlamı görüp bir parçada seveceğine inanıyorum. Şunu da anladım, yazmanında gerçekten bir sanat ve güzel ifadeyle ne kadar değer kattığını, Şehit Zerdeşt arkadaş güzel ve sanatsal bir dille yazdığı kanısındayım
1995’in sonlarında Garısa alanında Besta’ya kendimizi bıraktığımızda karşımızda kocaman yüksek ve çıplak bir dağ yığını olarak karşımdaydı Herekol, hafızamda fazla yer etmeyecek bir görüntü gibi gelmişti. 2004’te bu defa Derê Kaçe’den Besta’ya inerken sağ tarafından kalan aynı büyüklük ve anlam kriterlerine sahip fakat tek ayrı olan şeyi bakış açımın değişmesi ile Herekol. İyi çekilmemiş donuk mat fotoğraf gibi kaldı belleğimde, bu defa belleğimde yer edinmesi etkili olan tanıdığım cesur bir kahraman arkadaş o sıralar orada bir operasyona karşı eylem girişiminde silah kaldırması, ikinci silahta kaldıracağım deyip almaya giderken bir havan güllesi ile şehit düşmesiydi. Evet, o büyük savaşçı ve kahraman arkadaş Osyan’lı Resul’du. Kendisi ile Xakurke alanında KDP karşı yapılan çatışmalarda birlikte kalmıştım. O arkadaş unutamadığımdan onun şehit düştüğü yerde akılda kaldı.
Bende Herekol’ü bir fotoğraf, bir isim olarak kalmıştı, fakat Şehit Zerdest’te ise cancaplı her yeri her şeyi ona mutluluk veren ona hayat veren onun bir parçasıymış gibi anlatımını gördükten sonra araziye bakışlarımızın ne kadar da farklılıklar içerdiğini gördüm. Bendeki yavanlık Şehit Zerdest’teki zenginlik …
Yazıya Şehit Zerdest defterindeki giriş cümleleri ile bitirmek, onun ön duyguların bile ne kadar güçlü olduğunun göstergesi…
“Ülkemin gördüğüm ya da görmediğim her karış toprağının derin bir anlamı var benim için ülkede bir canım bütünlüğü gibidir adeta. Ortak bir sistem ve duyargaları var. Birbirini tamamlar, birbirini var eder, besler, korur…
İçindekilersiz bir ülkeyi neylersin kuşku yok ki insanıyla vardır. Onu anlamlı kılan güzelleştiren de o insanlardır. Renklerinin siyah sarı ya da beyaz olması önemli değil. Önemli olan o yaşama yüklenen anlamdır. Biz insan kızı ve oğlu için insanın en fazla değer taşıması bir abartı değildir. Tabi birey olarak kendi dışındaki toplumu, varlık olarak kendi dışındaki “canlı” ve “cansız” varlığını yadsımadan.
Özgürlük Hareketimiz PKK ile tanışmadan bende derin bir yurt bilinci yoktu. Bir yurdumun var olup olmadığını da biliyor değildim. Çocukluğumu yaşadığım köyümü yaylamızı gezdiğim kırlarımızı, dağlarımızı, içine girip, balık yakaladığımız dereleri, soğuk sularını içtiğimiz pınarları, üzerinde etrafında oyun oynadığımız kayaları-taşları, dutlarını, alıçlarını, eriklerini, armutlarını, mışmışlarını yediğimiz ağaçları, tavukları, eşekleri, kurbağa ve kertenkeleleri, arpa ve buğday tarlalarını, kelebekleri, dağ çayını, tüylü çayı, nane ve kekik kokusunu, türküleri, ağıtları, küfürleri, şakaları, kavgaları ve barışmaları, çapayı, çatlamış elleri,, gözyaşılarını, bereketi, sevinci, çığlığı hangi birini anlatsam ki hele özlemi, hasreti… terk etmezleri, terk edilmezleri anayı, umudu ve de öfkeyi…”
Şehit Zerdeş Anısına Mücadele Arkadaşları
- Ayrıntılar
Sömürgeci AKP hükümetinin gündeme taşıdığı ve yazımını başlattığı anayasa üzerine yapılan tartışmaları yıllardır yapılmaktadır. Bu konuda AKP’nin kendi faşist sistemini anayasal bir zemine kavuşturmak için belli bir hazırlığı da bulunmaktadır. Ancak kamuoyunda oluşturmaya çalıştığı algı ise, “ yeni, demokratik bir anayasa oluşturmaktır.”
Anayasalar genel olarak toplumsal sözleşme olarak tanımlanırlar. Ancak sömürgeci Türk devletinin hiçbir anayasası toplumsal bir sözleşme, yani mutabakat sonucu ve Kürdistan halkının iradesini tanıyan bir şekilde oluşturulmamıştır. İlk anayasadan başlayarak, hepsi Türk ulus-devletini oluşturmak, pekiştirmek, Kürt ulusu başta olmak üzere diğer azınlık kültürleri ve inançları eritip-yok etmektir. Hiçbir anayasa Kürt halkının, halk olmaktan kaynaklanan haklarını tanımamıştır. Yani tüm anayasalar, Türklerin, ezen ulus olarak, temelde Kürdistan’ı sömürge statüsünde tutmak, Kürt ulusunu Türk ulus devlet içinde eritip yoketmek, kendi içindeki demokratik muhalefeti bastırmak esasına göre oluşturulmuşlardır. Sömürgeci Türk devletinin esas anayasası 1925 yılında hazırlanan ve bir soykırım belgesi niteliğini de taşıyan Şark İslahat Planıdır. Gerisi ise soykırımı gizleme ve onun üstünü örtme siyasetini ifade etmektedir.
Sömürgeci Türk devlet anayasasının yeniden ele alınması ve değiştirilmesinin gündeme getirilmesinin esas nedeni yine Kürdistan- Kürt ulus gerçekliği ve özgürlük mücadelesidir. Yanısıra 82 faşist anayasanın eskimiş ve artık Türk egemenlerinin ve uluslar arası sermayenin de çıkarlarına yanıt vermemesidir. Özellikle askeri faşist bir darbe döneminde yapılmış olması ve genel olarak kamuoyunda yoğunca eleştiriler temelinde tartışılıyor olması da diğer önemli bir nedendir. Genel olarak anayasa tartışmaları ve yapımına geçilmesinin nedenlerini üç ana başlık altında toparlayabiliriz.
Birincisi : Önder Apo öncülüğünde gelişen Kürdistan özgürlük mücadelesi, beyaz Türkçü faşizme dayanan sistemi darmadağın etmiştir. Türk devletinin Kürdistan’da varlığının ve Kürt ulusu üzerinde hiçbir meşruiyeti kalmamıştır. Türk sömürgeciliğinin tek ulus, tek vatan, tek dil, tek din, tek bayrak yaratma stratejisini mücadelemiz çökertmiştir. Artık Güneş-Dil teorileriyle, Kürdü tümden yoksayma, görmezden gelme dönemi kapanmıştır. İşte bu zeminden en büyük faydayı sağlayan da yine AKP faşist çekirdeği olmuştur. Unutulmamalı ki, tek vatan, tek ulus-tek devlet, tek dil, tek bayrak Türk devletinin kuruluş felsefesi ve zihniyetidir. Kürt ulusunun yok edilmesi temelinde oluşturulan bir stratejidir. Dolayısıyla Türk sömürgeciliğinin Kürdistan da meşruluğunun kalmaması, varlığının ciddi bir biçimde tartışılır olması, bu stratejinin bitişi anlamına gelmektedir. Bu nedenle de, AKP sömürgeci hükümeti de, Türk-İslam sentezi adına, varlığı-meşruluğu ciddi bir biçimde tartışılan, Kürdistan’da sömürgeci Türk faşist sisteminin bir dağılmayı yaşadığı bir dönemde, Kürdistan’da yeniden meşruluğunu bir biçimde yaratma ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Yani Kürdistan’da Türk sömürgeciliğini yeniden kabul edilebilir, meşru kabul edilebilir bir duruma getirmek istemektedirler. Bu tabi ki Kürdistan özgürlük mücadelesinin zayıflatılması ve tasfiye edilmesi temelinde yapılmak istenmektedir.
Çünkü ortada bir meşruluk krizi vardır. Türk sömürgeciliği bugün Kuzey Kürdistan’da çıplak işgal güçlerinden başka bir şey değildir. AKP’nin, Fethullah Cemaatinin Kürdistan’da vargüçleriyle çalışma yürütmeleri, özellikle kutsal İslam dinini bu denli yoğun bir ideolojik araç olarak kullanmalarının temelinde böyle bir gerçeklik vardır. Bu kez İslam kardeşliği- din kardeşliği adı altında Kürt ulusuna yüklenmektedirler. Herkesi Türk yapacağız, Herkes Türktür stratejisi Kürdistan dağlarında halkımızın serhıldanlarında kırılınca, bu kez daha çok “ hepimiz islamız, din kardeşiyiz” sözüyle Kürdistan’de zemin bulmaya, varlıklarını meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar. Adına “yeni” dedikleri anayasanın gündeme girmesinin temelinde böyle bir gerçeklik bulunmaktadır. Aslında özüne bakılırsa bu Kürdistan özgürlük mücadelesini tasfiye etmeye yönelik bir “anayasa komplosu”dur.
İkincisi:Sömürgeci Türk devletinde, iktidarında bir değişiklik yaşanmaktadır. Kayseri-Konya burjuvazisinin ağırlığını koyduğu, Fethullah Gülen cemaatinin ideolojik öncülüğünü, AKP’nin ise siyasi temsilini yaptığı yeşil faşizm artık iktidara tam anlamıyla oturmuştur. Dolayısıyla ortaya çıkan bu yeni güç dengelerinin anayasaya yansıtılması bir zorunluluk haline gelmiştir. Yaşanan bu hegemonik kaymanın anayasaya yansıtılmaması zaten düşünülemezdi. Yani birinci neden, sömürgeci Türk egemenleri arasında yaşanan iktidar çatışmalarında galip gelen AKP-Fethullah Gülen cemaatinin anayasayı kendi dünya görüşleri ve güç ilişkilerine göre oluşturmasından başka bir şey değildir. İktidar çatışmasından egemen olan kesimin başta anayasa olmak üzere, yasaları kendi strateji ve programına göre yapacağı açıktır. Bugün esas olarak yaşanan bu gerçekliktir.
Üçüncüsü ise, Türk devleti ilk kuruluşundan günümüze kadar, sürekli bir biçimde uluslar arası sermayenin Ortadoğu’da kendisine verdiği role uygun bir pozisyon almaktadır. Unutulmamalıdır ki, Kürt ulusunun tarihten silinmesi ve Türk uluslaşmasının hammadesi haline getirilmesi için kurulan Türk ulus devletinin, bir İngiliz projesi, Önder Apo’nun deyimiyle pro-israil bir oluşum olduğu bilinmektedir. Bölgenin ulus-devlet esasına göre şekillenmenin gerekli ve zorunlu olduğu dönemde böyle bir oluşuma gidilmiştir. Ortadoğu’ya bir nifak tohumu, sistemin ajanı niteliğindeki ulus-devlet böyle oluşmuştur. İkinci dünya savaşında ise, çok partili döneme geçiş tesadüf değildir. Altmış yıllardan itibaren askeri darbeler dönemi de, yine uluslar arası sermayenin, ABD’nin bölge politikalarının bir gereği olarak şekil almıştır. Şimdi ise, ABD’nin ve diğer güçlerin çıkarlarına göre, radikal İslamın önüne geçmek, bölgede İran sömürgeci devletinin öncülük ettiği şiia oluşumları geriletmek için ılımlı sunni İslamın geliştirilmesi temelinde Türk devletine bir rol verilmiştir. Dolayısıyla yapılacak anayasanın tüm bu durumları gözeten bir durumda olması gerekmektedir.
Üzerinde durulması gereken diğer bir konu da, demokratik bir anayasanın oluşumunun ortamı var mıdır-yok mudur sorununu da açıklığa kavuşturmak gerekmektedir.
Gerçekten de söylendiği gibi bir demokratik anayasa yapılmak isteniyorsa, o zaman öncelikle serbest tartışma, özgür düşünme ve örgütlenme zemini olmalıdır. Kürdistan ve Anadalodu’da yaşayan tüm halklar, kültürler, inançlar nasıl bir anayasa istiyorlarsa bunun için özgürce düşüncesini açıklama, onu bir örgütlülüğe ve eyleme dönüştürme özgürlüğü ve hakkı olmalıdır. Peki gerçeklik böyle midir?
Anayasa yapımı öyle basit-sıradan, hergün, her hafta, ay veya yılda yapılacak bir iş değildir. O zaman eğer gerçekten demokratik bir anayasa yapılacaksa, anayasanın etkileyeceği her birey, çevre, inanç topluluğu, ulus ve kültürler anayasanın her sözcüğünün tartışmasına özgürce, hiçbir sınırlamaya tabi tutulmaksızın katılım göstermelidirler. Öncelikle bunun zemini yaratılmalıdır. Ancak anayasa tartışmalarının gündeme taşındığı günden bu yana ve yazılımına başlandığı şu günlerde bir kere gerçek anlamda böyle bir ortam yoktur. Kuzey Kürdistan’da Kürdistan özgürlük gerillası ile işgalci-sömürgeci güçler arasında giderek yoğunlaşan bir savaş yaşanmaktadır. Yanısıra siyasi soykırım operasyonları kapsamında hergün yoğun gözaltı, tutuklanma, işkence, fişlenme vb. uygulamalar süreklilik arzetmektedir. En önemlisi de, anayasa tartışmalarına asıl katılması gereken Kürt ulusu, Önderliği, aydınları, sanatçıları, siyasetçileri, kadın-gençleri, emekçileri hepsi büyük bir tehdit altında bulunmaktadır.
Demokratik Kürt ulusu adına söz söyleyecek, tartışma yürütecek, muhatap olacak olan Kürdistan halk Önderi Abdullah Öcalan sadece zindanda bulunmuyor, aynı zamanda bir yıla yakın bir zamandan beri ağır bir tecrit altında bulunmaktadır. Ve bu tecrit artık bir işkenceye dönüşmüştür. Hem de kendi kanunlarını çiğneme pahasına bu yapılmaktadır. Öte yandan Kürtlerin legal-yasal siyasal temsilcileri, dil bilimcileri, kültür çalışanları, basıncıları, insan hakları savunucuları, hukukçuları siyasi soykırım operasyonlarıyla zindanlara doldurulmuş bulunmaktadır. Esaret altına alınan Kürt temsilcilerinin kendi ana dilleriyle savunma yapma hakkı dahi tanınmamaktadır. Kürt halkının seçtiği milletvekilleri politik rehine olarak zindanda tutulma hali ise devam etmektedir.
İki gün içinde sır küpüm dediği Hakan Fidan için özel yasa çıkarmasını bilen sömürgeci sistemin başı durumundaki Tayip Erdoğan, Kürtlerin kendi dilleriyle savunma yapmaları için hiçbir adım atmaması neye nasıl yaklaşıldığını da açıkça ortaya koymaktadır. Kuzey Kürdistan’ın birkaç il-ilçesinde Kürtlerin anayasal taleplerini ortaya koyan imza kampanyası gibi bir çalışmaya dahi izin verilmemiştir. Bu çalışma suç sayılmış ve çalışmayı yürütenlerden bazıları rehin alınmışlardır. Roboski’de içlerinde Kürt çocuklarının da bulunduğu 34 Kürt katledilmiştir. Katliam emri veren, uygulayan belli ancak hala katliamı yapanlar ne açığa çıkarılmış ne de haklarında bir işlem yapılmıştır. İşte en son bir Kürt poşusu için Cihan isimli bir gence 11 yıl gibi son derece ağır bir ceza verilmiştir.
Kürt-Kürdistan adına konuşacak, söz söyleyecek kim varsa, hemen hemen hepsi ya rehin alınmış, ya da rehin alınma tehlikesiyle karşı karşıya bulunmaktadır. Bu muhatabı tasfiye etme politikasının uygulanması anlamına gelmektedir. Öte yandan insan hakları ihlallerinin en fazla olduğu ve dünyada en fazla gazetecinin tutuklandığı bir süreç yaşanmıştır.
Bu saldırı sadece Kürtlere yönelik olarak yapılmamıştır. Kürt halkının eşit-özgür haklara kavuşması için, aydın-gerçek demokrat ve devrimci olmanın şeref görevini yerine getirenlen birer birer tutuklanmakta, bu kesimler üzerinde de tam bir faşist devlet terörü estirilmektedir. Birçok Türk halkından aydın-yazarın sırf bu nedenlerle zindanda bulunması her şeyi ortaya koymaktadır.
Kürt halkının sesi-soluğu olan Roj tv’nin kapatılması için bu süreçte rüşvet olarak satılmadık, pazarlanmadık değer kalmadı. Kürt yurtsever basıncılarına rehin alma, gazetelerine toplatma ve kapatma cezaları en fazla bu dönemde devreye girdi.
Ortada bir anayasanın yapılması için ne bir özgür tartışma, ne de bir örgütlenme zemini vardır. Tek taraflı olarak Fethullah Gülen ve AKP’nin borazanları, kalemşörleri meydanı boş görmüş ve önüne gelen siyaseti, siyasetciyi, sanatçıyı adeta linç etmektedirler. Nasreddin Hoca’nın tabiriyle, taşları bağlamışlar, itleri de ortalığa salmışlar. İşte böyle bir ortamda anayasa yazımına geçilmektedir. Özgür bir tartışma ve örgütlenme, toplanma özgürlüğünün olmadığı bir ortamda demokratik bir anayasa yapmak mümkün değildir. Hiç kimse de yapılmakta olan anayasayı demokratik ve Kürdistan halkının köklü ulusal-toplumsal sorunların çözecek bir anayasa olarak göremez, gösteremez.
Şimdi de, böyle bir zemin ve ortamda yapılmaya çalışılan bu anayasa ile varılmak istenen hedef üzerinde durmaya çalışalım. Gerçi böyle bir ortamda yazılacak anayasanın nasıl bir anayasa olacağı açıktır. Sonucunu beklemeye gerek yoktur. Bununla birlikte yine de konu üzerinde durmakta yarar vardır. Sömürgeci Türk devletinin oluşum sürecinde ve sonrasında İttihatçıların ve CHP’nin Kürt ulusuna yaklaşım zihniyetini AKP güncelleyerek sürdürmek istemektedir.
Bilindiği gibi 82 faşist anayasasında 42. Madde eğitim ve öğretim durumunu düzenlemektedir. Bu madde de şöyle bir bölüm vardır. “ Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. Eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okulların tâbi olacağı esaslar kanunla düzenlenir. Milletlerarası andlaşma hükümleri saklıdır.” İşte bu madde, kurs, seçmeli ders vb. ile restore edilmeye çalışılacaktır. Yani Kürtlerin ulusal hakları çerçevesinde kendi anadillerini her ulus gibi kullanma değil de, bireysel haklar çerçevesinde kurs veya seçmeli ders ile sınırlamayı hedeflemektedirler. Böyle bir tartışma yürütülmüş, bunun kamuoyu zemini oluşturulmuştur. Yapılan tartışmalara, bakarak bu maddenin böyle düzenleme ihtimali vardır.
Üzerinde kalem oynatacakları, redakte edecekleri diğer bir madde de, iller kanununda yapılacak kimi değişikliklerle yerel yönetimlerin inisiyatifini biraz daha geliştirmektir. Yine 12 Eylül Anayasasının Türk vatandaşlığını tanımlayan 66. Maddesinde şöyle bir ibare vardır: “ Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.” İhtimal odur ki, herkes Türktür, tanımı yerine, “herkes Türkiyelidir” vb. biçiminde bir düzeltmeye tabi tutulsun. Yani Kürtler, bu biçimiyle Türk olmaktan, “Türkiyeliliğe” terfi etmiş oluyorlar! ( Ne kadar büyük değişim ama!) Böylelikle hesapladıkları biraz Kürtlerin tepkilerini dindirmek suretiyle Türk ulus-devleti içinde daha rahat eritmek hesaplanmaktadır.
Aslında bununla, AKP hükümeti nasıl ki, 2010 yılında yaptığı referandum oyunuyla, Türk toplumundan ve Kürtlerden bazı kesimleri “ yetmez ama evet” deme noktasına getirerek, yurtsever- devrimci cepheyi zayıflatmaya çalıştıysa bugün de aynı şeyi yapmak istemektedir. Bu “yetmez ama evet” diyen kesimler, özünde Kürdistan’daki Türk sömürgeci sistemin askeri, siyasi, istihbarat, polis, ekonomik, kültürel, hukuki, eğitim gibi temel konulardaki varlığını meşrulaştırmaya çalışmışlardır. AKP sömürgeciliğine güçlü bir payanda olmuşlardır.
Zaten bu anayasa süreci planlanırken, bazı hain-işbirlikçi kesimler Kürdistan’daki sömürgeciliği meşrulaştırmak ve Kürdistan özgürlük hareketini tasfiye etmek amacıyla getirilmişlerdir. Yine İslam dinini kullanmak suretiyle, Kürtler içerisinde böyle bir kesimin önünü açmak, teşvik etmek amacıyla bazı girişimlerin yapıldığı da sır değildir. Bir taraftan KCK adı altında yurtsever Kürtler üzerinde siyasi soykırım operasyonları sürdürülürken, öte yandan kendilerine “İslami” diyen bazı kesimlerin önü açıldıkça açılmaktadır. Bu biçimde zalim sömürgeci AKP devleti kendisine Kürtler içinde zemin bulmaya çalışmaktadır. Bunu da, propagandasının merkezine daha çok İslam kardeşliği-din kardeşliğini yerleştirerek yapmaya çalışmaktadırlar. Çünkü, artık eski ideolojik argumanların, Kürdü kendisine bağlamada, yapıştırıcı özelliği kalmadı. Onun için, yeni bir çimento olarak, ki bunu AKP yetkilileri defalarca söylemişlerdir, kutsal islam dinini kullanacakları görülmektedir.
Ancak Kürt ulusal uyanışı-bilinçlenmesi ve örgütlülük düzeyi gözönüne alındığında, zalime, sömürgeciye ne laiklik, ne de islam adına hizmet edecek hiçbir Kürt bulamayacakları açıktır. Kürtler zaten ağırlıklı olarak İslami bir toplumdur. Kürdistan özgürlük hareketinin paradigması, demokratik zihniyeti, bazılarının iddia ettikleri gibi, İslamı dışlayan, kabul etmeyen değil, tam tersine demokratik modernite perspektifi temelinde İslamın devrimci, zulme , sömürüye, baskıya karşı çıkan özüne sonuna kadar sadık bir harekettir. İslamiyetin özgürlükçü, eşitlikçi özünü samimiyetle savunanların bu anlamda Kürdistan özgürlük hareketiyle karşı karşıya getirilmesi mümkün değildir. Fakat her zaman, her ulusun içinden, bazı işbirlikçi-hain kesimler de çıkabilir. Çıkacak bazı birey düzeyindeki veya bazı marjinal kesimlerin de Türk sömürgecilerini kurtaramayacağı açıktır. Bu dönemde Türk sömürgeciliğinin yeni patronu, AKP ile hareket edecek kim, onun Kürdistan’daki işini kolaylaştıracak kim olursa olsun, ne adına hareket ederse etsin, Kürdistan da Türk sömürgecilerinin döktüğü bütün kanların da ortağı olacak ve Roboski katliamını gerçekleştiren AKP hükümetinin de suç ortağı olmaktan kendisini kurtaramayacaktır. Bu da tüm inançlara mensup Kürdistan halkı tarafından lanetlenmek demektir.
Yapılmak istenen anayasanın çerçevesi aslında ortaya konulmuştur. Başta AKP kurmayları, CHP ve MHP gibi partiler yaptıkları açıklamalarında TC anayasasının 1,2,3 maddelerini kendileri için kırmızı çizgi olarak kabul etmektedirler. Peki bu maddelerin anlamı nedir?
Sömürgeci Türk devletinin kuruluş felsefesi ve zihniyeti bir kez daha belirtelim ki, Kürt ulusunu tarihten silmek, yani Kürtlüğün yokluğu ve yokedileceği üzerine kurulmuştur. Sözü edilen maddeler Kürt ulusuna yoketme fermanıdır. Bu maddelerin varlığının korunması, kırmızı çizgi olarak tekrardan anılmaları, şu anlama gelir: “soykırım gerçekleştirdim, yetmedi, geri kalanına da soykırımı uygulamaya devam edeceğim, hatta daha da fazla gerçekleştireceğim” Çünkü bu Türk devletinin kuruluş zihniyetidir. Nitekim 1924 Anayasasının 88. Maddesinde " Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur." denilmektedir.
Bu zihniyet önemli oranda darbelenmiş olsa da, esas olarak yürürlükteki yerini korumaktadır. Çünkü Kürt halkının varolmasında, kendi topraklarında özgür ve eşit bir biçimde yaşamasında, kendi sonlarını gören bir zihniyet vardır. Çünkü Türk ulus-devleti, Kürt ulusunun yokluğu temelinde oluşturulmuştur. Dolayısıyla bu zihniyet bugün egemen olan zihniyettir ve pek az insan kendisini bu zihniyetten kurtarabilmiştir. Onun için de, bu maddelerin tartışılmasına dahi izin verilmemesi, değiştirilmesinin dahi teklif edilmemesi gibi koruyucu kalkan maddesiyle bu maddelerin korunması önemlidir. Burasının görülmesi gerekmektedir. Dikkat edelim Türk anayasasının tüm maddelerine, hiçbir madde bu kadar koruma altına alınmamıştır.
Şimdi bazı sözüm ona liberal aydınlar, siyasetçiler bu maddelere dokunulmadan da, Kürt sorununun çözüleceğini iddia etmektedirler. Bunlar ya gerçekten çok saf, ya Türk devlet gerçeğinden, kuruluş felsefesinden bihaberdirler, ya da sömürgeci Türk devletinin, AKP’nin Kürdistan’daki varlığını meşrulaştırma göreviyle görevlendirilmiş kişiliklerdir.
Kürt sorunu öyle bazılarının sandığı gibi, bazı maddelerin redakteleriyle çözülecek bir sorun değildir. Kürt sorunu bir kadim ulusun özgürlük sorunudur. Kürdistan Özgürlük hareketi, Kürt sorununun çözümünü ulusların kendi kaderini tayin hakkının devletçi olmayan demokratik tarzda gelişeceğini savunmaktadır. Yani Kürdistan topraklarında kendini yönetme, bunun mekanizmalarını yaratma, kendi kaderini, demokratik ulus perspektifiyle özgürce tayin etme, geleceğini belirleme hakkını ifade etmektedir. Bugün bu hakkını demokratik özerklik biçiminde ortaya koymaya çalışmaktadır.1924 anayasasıyla üzerinde inkar-yoketme kararı alınmış, şark islahat planı kapsamında iskan kanunu, istiklal mahkemeleri, sürgün politikasıyla ulusal topluluk konumundan çıkarılma, işkence-idam uygulamalarıyla sindirme, ekonomik olarak yoksullaştırma, Kürt dili-kültürü üzerinde uygulanan soykırım ve asimlasyon politikasıyla Türkleştirme gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Öylesine incelikli üzerinde durulmuş ve o kadar hainane planlar yapılmıştır ki, insan kırk sene düşünse aklına gelmez… Ancak bir taraftan bunlar yapılırken öte yandan da hep kardeşlikten dem vurulmuştur. Bu sömürgeciliği meşrulaştırmanın bir ifadesi olarak ortaya konulmuştur.
Kürtlerin ve Özgürlük hareketinin de hiç kuşkusuz kırmızı çizgileri vardır. Dünyanın ve bölgenin en eski ülkesi, Kürdistan ülkesi ve Kürt ulus gerçekliğinin hakları açıkça, hiçbir yoruma, muğlaklığa, tartışmaya yer vermeyecek açıklıkta anayasada yer almalıdır. Nasıl ki faşist anayasanın ilk üç maddesi hiçbir yoruma, tartışmaya yer vermeyecek kadar net ve herkesin anlayabileceği bir açıklıkta yer almış ise, aynı şekilde yer almalıdır. Bugün Ortadoğu’nun en eski, nüfus ve coğrafik bakımından da en büyük uluslardan biri olan Kürt ulusu “nötr” vb. ifadelerle üstü örtülemeyecek büyüklükte bir gerçekliktir. Eğer iki halkın ve diğer tüm milliyetlerin, inançların birlikte eşit-özgür bir biçimde yaşanması isteniyorsa, en asgari koşul budur.
Aksi taktirde Kürt demokratik ulus hareketi sömürgeci türk devletiyle birlikte yaşamaya mecbur değildir. Birlikte, eşit-özgür koşullarda yaşamak seçeneklerden birisidir. Halkların eşit-özgür kardeşliği önemlidir. Ancak ister sağdan gelsin, ister soldan gelsin çokta yabancısı olmadığımız egemen ulus zihniyeti, büyüklük kompleksi ve kibriyle bu teklif görmezden gelinirse, Kürt ulusu da kendi yolunu çizmesini bilecektir. Yok olma noktasından bugüne kadar gelmesini bilen bu halk herhalde bundan sonra da özgürlük yolunda ilerlemesini bilecektir. Bunlar da Kürt halkının ve özgürlük hareketinin kırmızı çizgileridir. Bu halk bu kadar direndikten, hergün toprakları, kimliği, özgürlüğü ve onuru için kanını akıttıktan sonra, kimseye boyun egmez, eyvallahta etmez.
Peki Kürdistan halkı bu anayasal komplo sürecine nasıl yaklaşılmalı? Yaklaşımın doğru tanımlanması için öncelikle son birkaç yılda demokratik bir anayasa için Önder Apo’nun, hareketimizin yönetimi ve demokrasi güçlerinin gösterdiği çabalar üzerinde kısaca durmak gerekir.
Geçmişte, üçüncü dönem olarak adlandırdığımız dönemde anayasal bir çözüm mümkündü. Önder Apo ve hareketimizin yönetimi önemli bir çaba harcadı. Özellikle Önder Apo ile yapılan görüşmeler ve gerekse de Oslo’da Hareketimizin yönetimiyle yapılan görüşmelerin sonucunda hazırlanan protokollere eğer AKP hükümeti olumlu yanıt vermiş olsaydı, Türk devletiyle uzlaşmanın asgari şartı demokratik özerklik somutlaşabilirdi. Ortak bir siyasi çatı altında yaşamanın imkanı yaratılabilirdi. Ancak Kürdistan halk Önderi Abdullah Öcalan’ın protokolleri hükümete sunmasıyla herşey tüm açıklığıyla ortaya çıkmıştır. Sömürgeci AKP hükümetinin başbakanı protokolü olumlu karşılayacağına, Protokolü hazırlayan Önder Apo için “ ben olsaydım, asardım” biçiminde Önder Apo şahsında bir kez daha Kürdün ölüm fermanını açıklamıştır. Bu ferman ve yukarda izah ettiğimiz gerçeklik göz önüne alındığında yapılmak istenen anayasa yapımı vasıtasıyla, Kürt halkı ve Özgürlük hareketine karşı bir komplo sergilemektir.
Kürdistan halkı ve özgürlük hareketi gerek sömürgeci Türk devletinin oluşum zihniyeti ve izlediği inkar-imha siyaseti gerekse de gerçekleştirdikleri katliamlar ve gerekse de, en son AKP hükümetinin pratiği gözönüne alındığında, Kürdistan halkının yazılmaya başlanan anayasadan bir beklentisinin olması düşünülemez.
Beklenti, kendi gündeminden, yani Önder Apo’nun özgürlüğü ve demokratik özerkliğin inşası ve serhıldandan kopması anlamına gelir. Zaten Fethullahçı derin devlet elemanları, MİT, basınları, AKP’nin özellikle hain Kürt milletvekilleri, altan-alta (yeni milli şef Erdoğan’ı kastederek) “ beyefendi şöyle dedi, beyefendi böyle dedi” vb. dedikodularla sürekli bir biçimde böyle bir beklenti yaratmaya çalışmaktadırlar.
Beklenti yaratmanın diğer bir biçimi de anayasanın yazma yöntemidir. Anayasanın gizlice yazılması yöntemi üzerinde durmak gerekir. Anayasanın yazılımının gizlice yapılması ve önce üzerinde anlaşılan maddelerin yazılması gibi bir yöntem de, zaten Kürdistan halkını ve demokrasi güçlerini beklenti içinde tutmaya yönelik özel bir yöntemdir. AKP için zaman kazanmak istiyor.
Sömürgeci Türk devletinin anayasa ile yapmak istedikleri, kullandığı yöntemler, baskı-sindirme yöntemleri herşeyi gözler önüne sermektedir. Dikkat çekmek istediğimiz bir diğer konu da, 4-4-4 eğitim sisteminin asimlasyoncu mantığı, neredeyse kundaktaki çocuğu ana kucağından alarak asimlasyona tabi tutma yasaları aslında yapılacak anayasanın niteliğini de ortaya koymaktadır. Bir sistemin eğitim programı ne ise, anayasanın özü de o dur. Bu anlamda aslında anayasa yapılmıştır da diyebiliriz. Bir çocuğu 12 yıl boyunca sömürgeci eğitim sisteminden geçirdikten sonra, geriye ne kalacaktır ki…Kürtlükten eser mi kalır geriye?
Dolayısıyla Kürdistan halkının ve özgürlük hareketinin artık kendi çözümü olan demokratik özerkliği tüm boyutlarıyla inşa etmekten başka hiçbir seçeneği kalmamıştır. Çünkü AKP inkar-imha zihniyetini güncellemekten başka bir düşüncesi yoktur. Dolayısıyla da Kürdistan halkı artık kendi demokratik çözüm seçeneğini pratiğe geçirecektir. Geçen yıl ilan edilen demokratik özerk Kürdistan’ın tüm boyutlarıyla örülmesi gerekmektedir. Ancak AKP sömürgeci hükümeti ise, bu inşanın önüne geçmek için yoğunca siyasi soykırım operasyonları çerçevesinde rehin alma politikasını uygulamaktadır.
ABD’nin bölge politikasının taşeronluğunu yaptığı için AKP hükümeti, ABD ve bölge gericiliğinden yoğunca destek görmektedir. Buna dayanarak amacına ulaşacağını sanmaktadır. Geliştirdiği baskı-sindirme politikasının temelinde böyle bir yanılgı da vardır. Ancak bunun fazla bir sonuç yaratmayacağı da açıktır.
Kürdistan halkı hem demokratik özerkliği inşa edecek, inşa ettiğini savunabilecek kararlılık ve güçtedir. Siyasi soykırım operasyonları ve gerillaya yönelik imha saldırıları halkımızın özgürlük iradesini geriletemeyecektir. Tam tersine halkımız hem örgütlülüğünü, hem serhıldan eylemliliğini daha da nitelikli kılarak zaferi kazanmasını bilecektir.
Kırk yıla varan Önder Apo öncülüğündeki ulusal-toplumsal özgürlük mücadelesi Kürdistan halkına, tarihte kendisine kaybettirilen ne varsa buldurmuştur. Kendisi olma, kendisine güvenme, özgürlüğü için mücadele etme kararlılığına ulaşmıştır. Dolayısıyla ulusal hakları ve özgürlüğü için her zamankinden daha bilinçli, duyarlı, örgütlü ve kararlıdır. Farklı inanç ve kültürlerden olsa da, yakalanan bu ulusal bilinçlenme düzeyi, düşmanın parçalama, bazı kesimleri yanına çekme ve hizmet ettirme arayışları artık eskisi gibi sonuç vermeyecektir.
Hareketimizin asıl gündemi hiç kuşkusuzki, Önder Apo’nun ve Kürdistan halkının özgürlüğüdür. Bu özgürlüğün öyle çok kolayca, sıradan gerilacılıkla, çağrılarla, kimi yürüyüş, miting, kimi eleştirilerle sağlanamayacağını düşman gerçekliğinde ve kendi gerçeğimizde gördük. Türk sömürgeci devlet karekteri, kuruluş felsefesi ve zihniyeti çok daha iyi anlaşılmıştır. Eğer bir mukayesede bulunacak olursak, ABD yetkilileri hiçbir zaman Vietnam halkı özgürlüğüne kavuşursa, ABD biter. ABD’nin sonu gelir demedi. Aynı şeyi İtalyan yöneticileri Libya için söylemedi. Fransa yöneticileri Cezayir giderse, Fransa biter demediler. Yine Portekizli yöneticiler bir dönem sömürgeleri olan Mozambik, Angola için dile getirmediler. Fakat Türk sömürgeci devletinin yöneticileri Kürdistan’ın ve Kürt halkının özgürlüğünde kendi sonunu görmektedirler.
Neden böyledir? Çünkü Kürdistan ve Kürtlüğün yokedilmesi temelinde oluşturulmuş bir devlettir. Dolayısıyla sorun onlar cephesinden bir varlık-yokluk sorunudur. Her iki halkın birlikte eşit-özgür yaşayabileceklerini kabul etmemektedirler. Abdulhamit’ten, İttihat-Terakicilerden başlayarak, Kürtlüğün yokedilmesi temelinde oluşturulan TC. sisteminin, deşifre olan raporlara bakıldığında bu zihniyetin çok köklü oluşturulduğu görülecektir. AKP-Fethullah Cemaat faşizminin hazırladıkları raporların özüne bakıldığında da, bu zihniyetin ısrarla sürdürülmek istendiğini ortaya koymaktadır.
AKP-Fethullah Gülen faşizmi de bu gerçekliklerinin Kürt halkı açısından önemli oranda anlaşıldığının farkındadırlar. Bunu derinden hissetmektedirler. Dolayısıyla işi zamana yayarak, Kürdistan halkını oyalayarak, umutsuzlaştırarak, Özgürlük hareketini güçten düşürüp zayıflatmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Tüm amaçları da, hem anayasa tartışmalarıyla Kürdistan halkının gözlerini, umutlarını yeniden sömürgeciliğin başkenti Ankara’ya çevirmek istemektedirler. Böylelikle de Kürdistan’da yitirdikleri meşruiyetlerini yeniden kazanmak istemektedirler. Ama bu mümkün değildir. Önder Apo’nun hazırlayıp taraflara sunduğu protokolleri, yeni Dehak olmaya soyunan Tayyip Erdoğan’ın elinin tersiyle itmesiyle böyle bir dönem artık geride kalmış, aşılmıştır. Olabilseydi, yeni anayasada Kürtlerin halk olmaktan kaynaklı tüm doğal haklarının yani demokratik özerklik formülünün anayasada yer almasıyla sorun çözülmüş olacaktı. Ama Kürdü tarihten silme yemini etmiş AKP’nin, 2023 yılını, yani sömürgeci Türk devletinin yüzüncü kuruluş yıldönümünü, Kürtlüğü bitirmiş olarak karşılamak istediği için, böyle bir çözümü kabul etmesi mümkün olmamıştır. Kürt ulusunun en tehlikeli stratejik düşmanı olan Tayyip Erdoğan ve ekibinin maskesi de böylelikle düşmüştür. Bundan sonra da kimse Kürtlerin yönünü bir kez daha Ankara’ya çeviremez, umudunu bağlayamaz.
Bir kez daha belirtelim ki, Kürtler seçeneksiz değildir. Sürekli bir biçimde, sorunun çözümünü Türk anayasasında aramak, aslında Kürtleri seçeneksizliğe mahkum etmekten başka bir şey değildir. Varsa-yoksa bunlarla bu biçimde yaşamak! Türk devletiyle ortak yaşamanın en asgari şartı, “ Kürt öz kimliğinin ve özgür yaşamının anayasal güvenceye kavuşmasıdır. Anayasal güvence yetmez, ayrıca yasalarla belirlenecek statülerle bu güvencenin somut koşullarını yaratmaktır.” ( Önderlik) AKP faşistlerinde ne böyle bir zihniyet, ne de böyle bir eğilim vardır. Soykırımcı uygulamalar da ortadadır. Hergün etkilerini derinden yaşıyoruz.
Tüm bu gerçekliklere rağmen, hala böyle bir beklenti içinde olma ve herkesi de buna yönlendirme gibi yanlış yaklaşımlar da yaşanmaktadır. Birçok iyi niyetli insan farkında olmadan, habire çözümü yapılacak anayasada aramaktadırlar. Bir kere, bu anayasanın yapılış ortamı ve anayasa yapımını gündeme taşıyanların zihniyeti çözüme kapalıdır.
Diğer nokta ise her durumda Kürtleri mutlak bir biçimde Türk devletiyle birlikte ele almak, Kürtleri seçeneksiz kılmaktır. Sömürgeciliği meşrulaştırmaktır. Kürtler, Türk devletiyle, kendisini yok etmeyi, tarihten silmeyi bir strateji, program ve yemin olarak ele almış bir devletle neden illa da yaşamak istesin ki…Kürtler artık bu biçimde yaşamak zorunda değildirler. Olmadıkları için de özgürlük mücadelesini başlatmışlardır.
Bu hareketin özünde sosyalizm vardır. Halkların eşit-özgür birlikte yaşadığı Ortadoğu ve dünya özlemi vardır. Bu da ancak egemenlerin iradelerinin kırılmasıyla mümkündür. Bu anlamda halkların demokratik kongresi olumlu bir girişimdir. Gerçek eşit-özgür kardeşliği böyle bir proje gerçekleştirebilir. Bu nedenle de Kürtleri ister sol adına, ister İslam adına aldatmaya dayalı kardeşlik ifadeleri bir yana bırakılmalıdır. Gerçek, eşit-özgür kardeşliği öne çıkaran, Kürt halkına karşı dürüst samimi demokrat, devrimci, sosyalist ve islami kesimler de vardır.
Sonuç olarak:Öncelikle AKP’nin kendi iktidarını ve geleceğini güvence altına almak ve Kürdistan’daki sömürgeci varlığını meşrulaştırıp-kurumlaştırmak için yaptığı bir anayasa olduğu asla göz ardı edilmemelidir. Ve bunun bir komplo olduğu iyice görülmelidir. Kürtlerin, ulus olmaktan kaynaklı doğal haklarına açıkça yer vermeyen ülkesini tanımlamayan hiçbir tartışmaya izin vermemelidir. İnsan hakları, insan onuru, hukuk, laiklik, demokrasi ve özgürlük vb herkesin kendisine göre tanımlayıp içini doldurduğu yaklaşımlara asla prim vermemelidir( bu kavramları 12 Eylül anayasasında fazlasıyla görmek mümkündür)
Kendi gündemimiz. Devrimci halk savaşıdır. Türk sömürgeciliğinden şunu- bunu dilenmiyoruz. Kürtler kendi demokratik özerkliklerini inşa edeceklerdir. Bunun için Kürt ulusal birliği önemlidir. Yine Kürt halkının tabandan başlayarak tüm kesimlerin birliğinin sağlanması önemlidir. Bunun söylem olmaktan çıkartılarak örgütlü birliğinin ve mekanizmaların oluşturulması lazım.
Bazıları bilerek-bilmeyerek bazen muğlak, ne anlama geldiği fazla bilinmeyen bir dil kullanmaktadırlar. Daha somut ve daha açık bir biçimde taleplerini ortaya koymalıdırlar. Burası Kürdistan’dır ve bir Kürt ulusu vardır, artık bu halk statüsüz yaşayamaz.
Kürtler ve Kürdistanlılar, aydınlar, sanatçılar ve siyasetçiler Türk sömürgeciliğinin Kürdistan’daki varlığını kabul eden, meşrulaştırmaya çalışan her türlü söylem, düzenleme ve yaklaşımlar karşısında duyarlı olmalı, eleştirmeli ve kabul etmemelidirler. Hatırlanacağı gibi anayasa referandum sürecinde “yetmez ama evet” diyen birey anlayışlarla karşılaşmıştık. Bazı sözüm ona Kürt aydın ve siyasetçileri de havaya kendisini kaptırarak “yetmez ama evet” demişlerdir. Yetmez ama evet anlayışının sonuçları ise ortadadır. Bunlar özünde Türk sömürgeciliğini Kürdistan’da meşrulaştırmaya çalışan yaklaşımlar olduğu açıktır. Bu anlayışlarla da yoğun ve ilkeli bir mücadele yürütülmelidir.
Kürdistan halkı, kendisine bu anayasa ile yeniden bir statüsüzlüğü dayatmak isteyen AKP sömürgeciliğine karşı kendi gündemi olan demokratik özerkliğin tüm boyutlarını örgütlemeli, örgütlediğini de serhıldanlarla savunmaya çalışmalıdır. Bunun için de öncüler, geçmiş pratiklerden de ders çıkararak, daha güçlü bir biçimde halkı eğitmeli, örgütlemeli ve sonuç alıcı serhıldanlara hazırlanmalıdırlar. Tarihin, Mayıs şehitlerinin, topraklarımızın ve bölge halklarının başlattığı özgürlük baharlaşmasına verilecek en doğru karşılık budur.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
15 Mayıs günü saat 19.15 sularında Amed'in Lice ilçesine bağlı Korxê karakoluna yönelik olarak gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen eylem sonucunda bir asker tarafından öldürülürken gerillalarımız sağlam bir şekilde eylem alanından uzaklaşmıştır.
- Ayrıntılar
Türkiye cumhuriyeti devleti kuruluş aşamasında olmasa bile ilerleyen tarihlerle birlikte Türkiye’de yaşayan ne kadar halk, inanç gurubu varsa inkar ve imhasını gündemine alarak esasta tümden bir soykırım rejimi uygulamıştır. Soykırımı halklara, inanç guruplarına ve de farklılıklara uygulayabilmek için sürekli özel bir rejim uygulanması ise kaçınılmazdır. Türkiye cumhuriyeti devleti bu özel rejimi ağırlıklı olarak baskıyla, ezmeyle, tasfiye etmekle yürütmüştür. Bunu yapabilmesi için ise ağırlıklı olarak diktatör ve otoriter devlet yapısını en ileri düzeye taşırarak Türkiye’de yaşayan toplumları germiştir. Stresli hale getirmiştir. Bu ise sürekli rejime kanayan yaralar olarak geri dönmüştür. Türkiye’nin bir türlü normalleşmemesinin altında yatan temel neden işte esasta bu inkar ve imha politikalarıdır.
İnkar ve imhaya biz asimilasyon diyelim. Kaldı ki asimilasyonun bir adım ötesi soykırımdır. Soykırım her zaman fiziki olarak bir toplumu yok etme olayı değildir. Soykırımın birde kültürel olarak dayatılanı ve uygulananı vardır. Bir toplumun tüm değerlerine saldırarak, o toplumu var eden kültürünü yok sayarak, yok ederek kendi kültürel değerlerinizi o topluma empoze ederek kendi kültürünüzün bir yayılma alanı alanına getirirseniz bunun da adı kültürel soykırım oluyor.
Özcesi: “Asimilasyon kavramı uygarlık toplumlarında iktidar ve sermaye tekellerinin kölelik statüsü altına aldıkları toplumsal grupların üzerine uyguladıkları ve kendi eki, uzantısı durumuna indirgemek için tek taraflı ilişki ve eylemini ifade eder.”
“Asimilasyonda esas olan iktidar ve sömürü mekanizmasına en az maliyetle köle oluşturmaktır. Asimile edilen grubun öz kimliği ve direnci dağıtılıp kırılarak hakim elit içinde hizmetlerine en uygun kölelerin derlendiği konuma düşülür. Burada asimile edilen köleye düşen temel işlev efendisine mutlak benzeşme, eki, uzantısı olma uğruna her tür çabayı göstererek kendini kanıtlamak ve böylelikle sistemde kendine yer yapmaktır. Başka hiçbir çaresi yoktur. Yaşayabilmek için eski toplumsal kimliğini bir an önce terk etmek, efendilerinin kültürüne kendini en iyi adapte etmek tek seçenek olarak sunulmuştur.”
Ancak eğer yapılmak istenen ya da hedeflenmek istenen bu durum dile gelen asimilasyon ile yerine getirilemez ise bu kez soykırım gündeme gelir. Bu fiziki olur ya da kültürel olur her halükarda asimilasyonu başaramayanların bu inkar zihniyetini korumaları durumunda devreye soykırım girer.
Soykırım: “Asimilasyon yöntemleriyle üstesinden gelinemeyen halkın, azınlıkların, her türlü farklı din, mezhep, etnik grupların fiziki ve kültürel olarak tamamen tasfiyesini amaçlar.
Fiziki soykırım yöntemi genellikle hakim elit kültürüne, ulus-devlet kültürüne göre üstün konumda olan kültürel gruplara uygulanır. Bunun tipik örneği Yahudi kültürüne ve halkına uygulanan jenositlerdir. Tarih boyunca Yahudiler hem maddi hem manevi kültür alanında en güçlü kesimleri oluşturduğundan karşıt kültürlerin fiziki darbe ve imhalarına maruz kalıp sık sık pogrom denilen soykırımlara da uğratılmışlardır.
İkinci soykırım yöntemi olan kültürel soykırım denemeleri ise daha çok hakim elit ve ulus-devlet kültürüne göre zayıf ve gelişmemiş durumda bulunan halk, etnik ve inanç gruplarının üzerinde uygulanır. Temel mekanizma olarak hakim elit ve ulus-devletin dil ve kültürü içinde tümüyle tasfiye olmaya amaçlayan başta eğitim olmak üzere her türlü toplumsal kurumların cenderesi içine alınıp varlıkları sona erdirilmeye çalışılır. Fiziki imhaya göre daha sancılı ve uzun sürece yayılmış bir soykırım türüdür. Yarattığı sonuçlar fiziki soykırımdan daha felaketlidir. Bir halk veya herhangi bir topluluk için yaşamda karşılaşabileceği en büyük felaket niteliğindedir. Varlığını, kimliğini toplum doğasının tüm maddi ve manevi kültürel unsurlarını terk etmeye zorlanmak, uzun sürece yayılmış kitlesel çarmıha gerilmekle özdeştir.”
Sözü uzatmadan inkar ve imha siyaseti bir insanlık suçudur. Bu suç hangi topluma ya da halka karşı uygulanmış olursa olsun suçtur. Dediğimiz gibi insanlık suçudur. Ve bu insanlık suçu işleyenlerin, bu suça arka çıkanların, bu suça bulaşanların, bu suça destek sunanların, ya da bu suçu işleyen mekanizmaların birer parçası olanların tümü suç işliyordur. Ve suçları sıradan bir suç olmadığı, tam tersine insanlık suçu olduğu için mutlaka hesabının sorulması gerekir.
Bugün Türkiye rejimi inkar ve imha siyasetini ısrarla devam ettiriyor. “Tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak, tek dil, tek din” gibi tekler hatta saymadığımız başka onca teklerin hepsi inkar ve imha siyasetini ısrarla sürdürmek isteyen zihniyetin ta kendisidir.
Evet, bunun için kim ki bu zihniyeti destekliyor ise bunlar suç işliyordur. Ve biz Kürdistan’da gücümüz yettikçe bu sömürge kültürüne, bu sömürge zihniyetine, bu kültürel soykırım rejimine arka çıkan, yakın duran, destek sunan, bunların Kürdistan’da temsilciliğini yapan ne kadar kurum, kuruluş ve kişiler ve kişilikler varsa hepsini insan suçu işlediklerinden dolayı suçlu oldukları söylüyoruz. Ve suçlu olduklarını alenen belirtiyoruz.
Ve bundan böyle Kürdistan’da inkar ve imha suçuna bulaşanları, dediğimiz gibi bu suçlara arka çıkanları halk mahkemelerimize götürerek yargılayacağımızı herkese söylüyoruz.
Şimdilik bir iki olayla sınırlı olan bu yargıya götürmeler giderek artacaktır. İnkar ve imha siyasetine destek sunanlar bunu bilerek artık inkar ve imha siyasetini güden devlete, onların kurumlarına, onların kültürel soykırımlarını hayata geçiren partilerine yakın dursunlar. Bunu yapsınlar ancak bizim de bu halkın soykırımına karşı sessiz kalmayacağımızı ve de bu halkı korumak için yargılama hakkımızın bulunduğunu unutmasınlar.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
12 Mayıs günü saat 16.00 sularında Amed'in Kulp ilçesi ile Muş arasında bulunan Şenyayla mevkiinde gerillalarımız tarafından bir yol kesme eylemi gerçekleştirilmiştir. Saat 20.00'ye kadar devam eden eylemde 50 araç durdurulmuş, kimlik kontrolü yapılmış ve halka propaganda yapılmıştır. Ayrıca AKP Kulp ilçe Başkanı ve Korucu başı olan Veysel Çelik gerillalarımız tarafından yargılanmak üzere tutuklanmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 12 Mayıs günü Elazığ'ın Karakoçan ilçesine bağlı Çiyan, Karaçayan ile Bilika köyleri çevresine yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafıdan bir operasyon başlatılmıştır. Alandaki operasyon halen gizli birlikler tarafından yürütülen keşif ve pusulma faaliyetleri şeklinde devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Hamza yoldaş Botan'ın bir köyünde, orta halli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Ortaokula kadar okuyabildi. Daha küçük yaştan başlayarak Kürt halkı üzerinde yürütülen inkar ve imha siyasetini, sömürgeciliği görerek buna karşı bir tepki içinde oldu. Düşmanın halkımız üzerindeki vahşi baskı ve uygulamalarını gördü, yaşadı.
Botan eyaletimizde başlayan 15 Ağustos atılımı ve gerillalaşma kısa sürede halk üzerinde etkisini gösterdi. Gerilla halkın beklentisine bir cevaptı. Gelişen gerilla mücadesi Hamza yoldaşın da ilgisini çekmeye başlamıştı. Gerilla yaşamına ve dağlara ilgisi daha da artıyordu. O, 'Kürtler varolmalı ve özgürleşmek istiyorsa yapabilen herkes gerillaya katılmalı' görüşüne inanmıştı. Gerilla o süreç için Kürt halkının tek şansı ve sorunlarına çözüm gücüydü. Ve Hamza mutlaka orada olmalıydı. O sıradan biri olamazdı. Kimliksizliği kabul edemezdi. Asimilasyonu kabul edemezdi. Ve özgürlük çağrısına hayır diyemezdi. Kanı kaynıyordu, yüreği kıpır kıpırdı.
Her gece yattığında kendini dağlarda ve eli silahlı düşünüyor, sabahlara kadar uyuyamıyordu. Adeta gizli bir güç onu çekiyordu. Ve yavaş yavaş kendisini bulmaya, uykudan uyanmaya başlamıştı. O kararını vermişti. Köy yaşamı artık yetmiyordu. Özgürlük için savaşmalıydı ve sonuna kadar da bu yolda ilerlemeliydi. Hamza yoldaş bu kararına sonuna kadar bağlı kaldı.
Daha küçüklüğünden başlayarak örgütleyici ve önder olma özellikleri vardı. Çekiciydi. Çocuklar, gençler etrafına toplanıyor ve ondan bir şeyler almak istiyorlardı. Kişiliği ile kendini kanıtlamıştı. Etrafında doğal olarak bir grup oluşmuştu. Dağlara yalnız başına gidemezdi. Arkadaşlarını düşmanın insafına terk edemezdi. Bu düşüncelerle köyündeki arkadaşlarına düşüncelerini açtı. Onları da örgütleyerek, '90 yılında, rüyasındaki dağlara ve gerillaya kavuştu.
Agit yoldaşın şehit düştüğü Gabar dağı Hamza arkadaş tarafından kutsal bir kabe gibi yıllarca bir üslenme ve savaş alanı oldu. Birlikte katıldığı amcasını da kutsal Gabar tapraklarına verdi. Cesareti, atikliği ve savaş tarzındaki kurnazlığıyla düşmanın korkulu rüyası oldu. '92 yılında manga komutanlığı göreviyle düşman mevzileri üzerine gitmeye devam etti. Onun parçaladığı yanlız düşman otoritesi değildi; her şeyden önce bir kişilik dönüşümünü de sağlayarak sürekli yenileniyor ve parti ile birlikte yürümede ve bu temelde Önderlikle bütünleşmede, taktikle bütünleşmede gelişmeler kaydediyordu.
Bütün enerjisini gerillalaşma ve komutanlaşmada başarılı olmak için kullanıyordu. Ve pratiğinde başarılı olduğu için yoldaşları tarafından aranan, sevilen, sayılan bir komutan olmuştu. Hem kendini hem de denetimindeki yoldaşları eğitiyor ve partiyle bütünleştirmeye çalışıyordu.'93 yılında Gabar alanında takım komutanlığı, ardından '94 yılında da bölük komutanlığı görevini alarak Kerboran alanına geçti. Bu alanda başarılı bir pratik yaşadı. Denetimindeki güçleri hem geliştirdi, hem korudu, hem eğitti, hem de savaştırdı. Yoldaşları O'na büyük güven duyuyordu. O'nun olduğu yerde parti ve yoldaşlık vardı. Cesaret vardı, ruh vardı, askerlik vardı ve görev adamı olma vardı...
Partimizin 5. Kongresi'ne katılarak süreci daha iyi kavramaya ve buna göre bir yönelim içine girmeye başladı. Kongreden sonra Mardin eyaletine tabur ve bölge komutanı olarak gitti. Bu eyaletimizde partiye ve halka büyük zarar verilmişti. Hamza arkadaş çalışkanlığı, dürüstlüğü ve çalışma temposuyla hem yoldaşlarına hem de halka büyük bir güven verdi. Alanın yeniden partiye açılmasında önemli bir rol oynadı.
1995 yılında TC ordu güçleri ile Habızbına alanında çok şiddetli bir çatışmaya girdi. Karşı taraf Hamza arkadaşın çatışmada olduğunu bildiği için, var gücüyle yönelerek arkadaşları çembere aldı. Hamza arkadaş ve yanındaki bir takımlık güç çok şiddetli bir çatışmaya girdi. Tarihi bir direniş gerçekleşmekteydi. Düşman kayıp üstüne kayıp vermesine rağmen mutlaka sonuç almak istiyordu. Daha sonra bu çatışmada Mardin Asayiş Bölge Komutanının öldürüldüğü düşman tarafından açıklandı. Arkadaşların cephanesi artık azalmıştı. Hamza arkadaş da yaralanmıştı. Cephanesi bittiği için tabanca ile çatışmaya başladı.
Kurtuluş imkanı yok gibiydi. Çatışma içinde eyalet komutanı ile cihazla ilişki kurdu. Şöyle diyordu:
"Şu anda çemberdeyiz, cephanemiz kalmadı, kurtulma şansımız hiç yok. Çemberi yarmaya çalışacağız ancak zordur. Bundan sonra bağlantımız belki olmayabilir. Tüm yoldaşlara başarılar diliyorum."
Bu görüşmeden sonra cihazı ve üzerlerindeki örgütsel malzemeleri imha ederler. Yaralı olduğu için diğer arkadaşların gitmelerini ister. Kendisi onlara yük olmak istememektedir. Ancak arkadaşlar bunu kabul etmez ve kendileriyle birlikte götürürler. Daha sonra uygun bir yere bırakırlar. Televizyon ve radyolar Hamza yoldaşın şehadet haberini verir. Arkadaşların inancı da böyledir. Bu yüzden Hamza arkadaşın anısına askeri tören düzenlenir. Ama Hamza arkadaş, kendisi için yapılan bu askeri törene uzun ve sıkıntılı bir yürüyüşten sonra yetişir. Elbette O ölümsüzdür. Gelişi bütün yapıyı sevince boğmuştur.
'96 yılında kendi önerisi ile Parti Merkez okuluna gelir. O artık parti içinde bir sembol olur. Kahramanlık ve cesaret sembolüdür. Burada belli bir yoğunlaşma ve eğitim sonrasında tekrar ülke sahasına yönelir. Gittiği yer yine Botan'dır.
Cudi alanında Bölge komutanlığı görevini yapar. 1997-98 kışında yapısını eğiterek sürece katma çabası içindedir. Akademi'den ve Önderlik'ten aldıklarını yoldaşları ile paylaşır. Denetiminde bulunan yeni yapı içinde partileşmeyi, savaş ruhunu, cesareti, kararlılığı geliştirir. Kişiliği, ataklığı, canlılığı ve yoldaş sevgisi ile dolu olmasıyla herkesi partiye bağlamayı başarmıştır.
Hamza yoldaş bir irade savaşçısıdır. Yıllarca aç kalmış, açıkta kalmış ve ölümlerle burun buruna gelmiştir. Ama o hiç yılmamıştır. Mücadele azmini ve kararlılığını korumuştur. Doğal bir asker, komutan ve öncü olmuştur. En zor koşullarda çözümler bulmuş ve yaratıcı olmuştur.
'98 yılı baharında destan yazmaya kararlıdır. Taktiği ve tarzı yakalama iddiasındadır. Yaşamını buna adamıştır. Tam bir pratik adamıdır. Az konuşur, ancak konuştuğunu yapar. Deyim yerindeyse sözünün eridir.
30 Nisan 1998 günü düşman Cudi alanında çok kapsamlı bir operasyon geliştirir. Onbinlerce asker, küçücük bir coğrafya parçasına ve bir tabur gerillaya karşı saldırıya geçer.
Cudi dağının dorukları tam bir savaş alınıdır. Safine, Mıla Berme, Seçela ve Kox; havan, kleş, BKC, B-7 sesleriyle inlemektedir. Kobralar bir orayı bir burayı vurmakta, Skorsky helikopterleri beşer beşer indirme yapmaktadırlar. Ancak komutan Hamza'nın taburu iyi mevzilenmiş ve iyi savaşmaktadır. Düşman adım atamaz. Adım attığı yerde ölüsünü bırakır. Çatışma gün boyu sürer. Cihat ve Nudem yoldaşlar şehit düşer. Ancak düşmanın kaybı bunun on katıdır.
Hamza yoldaş çatışma boyunca bir maestro gibi savaşı yönetir. Çatışma içinde soğukkanlılığı ve kararlılığıyla yoldaşlarına ruh ve cesaret verir.
"Dostlarım var benim
yaşama gücü veren bana
toprağa kök salmamı sağlayan
Hissediyorum sizi dostlarım
olmasa da yüzünüz
saklasanız da benden
Birlikte olmayacak mıyız
söz verdiğimiz gün
Sonsuz ve törensel
Ağaçsız bir orman gibi..."
Geceyle birlikte tabur takımlara bölünerek manevralar yapar. Hamza yoldaş da bir takım ile birlikte hareket eder. Üstünde savaştığı coğrafyayı tanımamaktadır. Düşman termallerle yerlerini tespit etmeye çalışır. Ancak yerlerini tam belirleyemezler. Bu bölgeyi iyi tanıyan çeteler izlerini bulur ve düşmanı üzerlerine getirir. Artık çatışmaktan başka çare yoktur. Bunun sonucunda ilk vuruşu arkadaşlar yapar ve birçok asker ölür. Ancak üzerinde savaştıkları arazi çatışmaya uygun değildir. Türk ordusu tekniğin gücüyle çatışmada bulunan yoldaşlara karşı birçok ağır silah kullanır ve bunun sonucunda Hamza yoldaş ve yanındaki 10 arkadaş 2 Mayıs 1998 günü şehadete ulaşarak ölümsüzleşir.
Yanında şehit düşen yoldaşlar her biri bir cihan parçasıdır. Şehit Hamza'nın öğrencileridir. Düşman onlardan ihanet beklemiştir, ancak onlar Cudi doruklarına direniş bayrağını dikmekte asla tereddüt etmemişlerdir.
Hamza, Sipan, Partizan, Amed, Merwan, Hamza, Beritan, Ayten, Şevin ve Agiri yoldaşların yaşamları, mücadele ve direnişleri her Kürt insanı için esas alınması gereken bir örnektir. İçinde asla tereddüt ve kararsızlık yoktur. Önderliğe, partiye şehitlere, yoldaşlara ve halka sarsılmaz bir inanç ve bağlılık vardır. Onlar şehadetleriyle ölümsüzleştiler.
Bugün Cudi'nin dağında, taşında, suyunda bu arkadaşlar vardır. Her karışında, ağacında, taşında bize mücadele dersleri vermektedirler. Onların anısıyla yoğrularak geleceği mutlaka kazanmalıyız. Bunları unutanlar insanlığa sırt çevirmiştir ve lanetlidir.
Hamza arkadaş 6. Kongre'de Parti Merkezi onursal üyeliğine seçilmiştir. O bir ölümsüzdür. O'nu temsil etme ve yaşatma görevimiz vardır. O'nun ruhu ve partiyle bütünleşen özellikleri yaşamaktadır.
Hamza yoldaş bir mücadele kişiliği olması ile sürekli yolumuzu aydınlatacaktır.
Adı, soyadı: Ziver SARIYILDIZ
Kod adı: Hamza
Doğum yeri ve tarihi: Emerina Köyü-Cizre, 1965
Mücadeleye katılım tarihi: 1990
Şehadet tarihi ve yeri: 2 Mayıs 1998, Cudi
Görevi: Bölge Komutanı
Mücadele arkadaşları
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
24 Mart günü Bitlis'in Hizan ilçesi ile Siirt'in Baykan ilçesi arasında işgalci TC ordusu ile gerillalarımız arasında bir çatışma yaşandığı ve bu çatışmalarda 15 kadın gerilla arkadaşımızın şahadete ulaştığı bilgisini kamuoyu ile paylaşmıştık. Bu alanda bulunan arkadaşlarımızın isimleri verilmiş ve şehit olma ihtimalleri gözönünde bulundurularak ailelerin cenazeleri sahiplenmesi istenmişti.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
7 Mayıs günü sabah saatlerinde Bitlis'in Tatvan ilçesine bağlı Engesor ile Bilika Köyleri arasında işgalci TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır. Aynı gün saat 19.00 sularında operasyona çıkan düşman askeri ile gerillalarımız arasında bir çatışma yaşanmıştır. 8 Mayıs günü saat 08.00'e kadar süren çatışmalar sonucunda düşmanın ölü ve yaralıları tarafımızdan netleştirilmezken 5 gerillamız kahramanca savaşarak şahadete ulaşmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. Bir süreden beri Bingöl'ün Şırnan ile Kamyan yaylarına yönelik olarak işgalci TC ordusuna ait gizli birlikleri tarafından pusulama şeklinde bir operasyon başlatılmıştır. 12 Mayıs günü saat 22.00 sularında gerillalarımız ile operasyona çıkan düşman askeri arasında bir çatışma yaşanmıştır. Yaşanan çatışma sonucunda düşmanın ölü ve yaralıları tarafımızdan netleştirilmezken, gerillalarımızın herhangi bir kaybı olmamıştır.
- Ayrıntılar