Basına ve Kamuoyuna!
1. 4 Mayıs günü saat 16.00 sularında Amed'in Hani ilçesine bağlı Hekasor (Topçular) karakoluna yönelik olarak gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
1 Mayıs 2012 taksim şöleninin çok konuşacağız. Bunun yeni bir birlikteliğin başlangıcı olacağı kesindir. Bunun için “Halkların şöleni” tespitini yapmak yerindedir.
Bazıları 1 Mayıs öncesi sarı, yeşil hatta siyah bazı sendikaların aynı meydana gelmeyeceğini dönük işçilerin ve emekçilerin bölünüşü olarak ele almış ve bu parçalı duruştan bir şey çıkmayacağını söylemişlerdi. Doğrusu bunu söylerlerken işçilerin ve emekçilerin birleşmemesini eleştirerek bunu yapmamış, tam tersine buna sevinerek adeta alay etmişlerdi. Kimi sözde çokbilmiş ise sarı ve devlet sendikalarının taksim’e akmayacağını ise en zayıf geçecek 1 Mayıs olarak ilan etmişlerdi.
Ancak öyle çıkmadı. Tam tersine halkların, inançların ve de düşünce farklılıkların hakim olduğu tam bir renk cümbüşü yaşandı. Hem de amaçlarda birleşerek oluşan bir renk cümbüşü.
Sol ve demokrat eğilimli sendikalardan tutalım da antikapitalist Müslüman Gençlere kadar bir renk cümbüşü. Lazlar, Kürtler, Pomaklar, aleviler, feministler, eşcinseller, öğrenciler, devrimci öğrenciler, sanatçılar, sokaktaki her renk ve tabii devletlerin en iyi idare ettikleri futbol severlerin demokrat ve devrimcileri hem de fenerlisi, siyah beyazlısı ve de sarı kırmızılısı olanları. Evet, her renk 1 Mayıs'a kendi rengini katarak 1 Mayısın nasıl kutlanması gerektiğini öncelikle bizlere ve sonra da tüm emek düşmanlarına iyi gösterdiler.
Yıllar yılıdır herkesi ama herkesi devletin etrafında toplayan, devletin bir kalkanı gibi olarak kullanan, muhaliflerini aynı kitlelerin elleriyle ezen, dağıtan bir devlete karşı halkların renk cümbüşü sahiden biz gerillalara moral aşılamıştır. Bir yeni ruhun yaratılmasına yol açtığı gibi bu ruhun aslında her zaman bu halkların mayasında bulunduğunu da bize göstermiştir.
Bu ne demektir? Bu artık gözlerini dört açarak, suni çelişkileri bir yana bırakarak emek cephesiyle el ele demokrat aydın bir Türkiye ve Kürdistan için ortaklaşmanın ne demek olduğu demektir.
Bu ne kadar farklılıklarımız olsa da amaçta bir olduğumuzu gösterir. Amaçta bir araya gelebileceğimiz gösterir. Ve de bu artık bekçi dövmekten vazgeçerek üzümü yemek demek olduğu hatta en iyi üzümü ortakça yemek demek olduğu demektir.
Bu hiçte öyle kimilerinin bizleri inadına bir birine kırdırmak için, düşmanlaştırmak için çelişkilerimizi artık eskisi gibi istedikleri gibi kullanamayacakları demektir.
Bu halkların kesinlikle çıkarlarının ortaklaşmakta geçtiğine en iyi örnek demektir.
Bu tüm parçalamalara, bölmelere rağmen eğer saflarımız emek cephesi için çarpıyorsa meydanları dolduracağımızın en iyi ve güzel kanıtı demektir.
Ve tabii ki bu artık herkesin istediği zaman bize ağzını açıp söylediği, hödlediği zamanın da artık geçmekte olduğunu gösteren güzel bir halkların şöleni demektir.
Saygın bir sol demokrat Türkiyeli yazar: “Küçük görünen bazı adımlar vardır ki yerleşmiş ve köhnemiş taşları yerlerinden oynatırlar. Ve o taşlar kim ne kadar uğraşırsa uğraşsın bir daha eskisi gibi döşenemez, yeni malzemeyle yeni yollar yapılması zorunlu olur” derken yeni yolun ne olması gerektiğine de iyi işareti demektir.
Artık kimse kusura bakmasın. Türkiye halklarını istediğiniz kadar parçalamaya çalışın, istediğiniz kadar o sahte devletçi sendikalarınızla içten düşürmeye ve zayıf kılmaya çalışın. Artık bunların hiç biri sökmeyecektir. İstanbul ve Diyarbakır sokakları 1 Mayısları bu şekilde ortak bir ruh duygusuyla kutladıkça hiçbir güç bu halklara geri adım attıramayacaktır. Aysel Tuğluk’un söylediği gibi "Yapmamız gereken 1 Mayıs'ı Newrozlaştırmak, Newroz'u 1 Mayıslaştırmaktır. Başka yol, başka çare yoktur" diyerek halkları birbirine düşman edenlere karşı birleşerek ortak tavır geliştirmemizdir. Bu ise zaten Newrozlaşmaktır. Newrozlaşmak ortaklaşma ve birleşerek zalimlere karşı direnişi inadını direnmek demek değil midir?
Öyleyse inadına; ortaklaşmak, ortaklaşmak, ortaklaşmak. Tüm farklılıklarımıza rağmen birleşmek, birleşmek, birleşmek.
Öyleyse inadına saflarımızı netleştirmek, netleştirmek, netleştirmek…
Biz gerillalar olarak her zaman halkların bu ortaklaşma şöleninin yanında olacağımızı tüm Türkiye halklarının bilmesini isteriz. Ve üzerimize düşen ne kadar görev varsa bu eksende emek sarf ederek esirgemeyeceğimizi de bilinmesini isteriz.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
Sarı gülümüz
Buğday başağımız
İsyan kızımız
Koçerimiz
Hevimiz…
Tanıdığımız güzellikleri çok az yazıyoruz. Dağları ve insanları soluk soluğa beraber yaşadığımız, içimizde taşıdığımız, bizi biz yapan o güzellikleri belki unutmuyoruz ama yazmıyoruz, anlatmıyoruz. Sadece yüreğimizde kalıyor, sürekli kendimizi koruduğumuz sığınaklar gibi kalıyor. Anlatmak çok zor olduğu için olsa gerek.
Aslında bunların tümünü Şehit Murat arkadaşın, Parastına Gel’in Haziran ayı sayısındaki şehit düşen ağabeyine yazdığı mektubu okurken düşündüm. Mektubunun ilk satırlarında “… gelecek kuşaklar bilecekler mi, hatırlayacaklar mı? Unutacaklar mı? … En güzel, en kahraman çocukların tek tek nasıl şehit düştüklerini bilecekler mi?” diye soruyor. Belki de her gerilla hayatında birkaç kez hatta daha fazla bu soruyu kendine sormuştur.
Ben kaç kez sordum, neden soruyoruz bu soruyu kendimize derken çevirdiğim sayfalarda Mayıs ayı şehitlerinin resimleri ile karşılaştım. Hepsini tek tek dikkatle inceledim. Şehit Hevi’nin resmine gözlerim takıldı. “Sen hiç böyle düşündün mü güzel Hevi?” Diye sordum kendime. Aslında bu yazıyı kaç zamandır yazmak istiyordum. Fakat kaybettiklerimizi anlatmak hep zor olduğundan olsa gerek sürekli erteledim. Hevi’yi anlatmak istiyordum oysa. O bir isyan kızıydı, direngendi, toplumun faili meçhul cinayetler ile teslim alınmak istendiği bir dönemin ardından dağlara gönlünü, halkına yaşamını verecek kadar yurt sevgisiyle doluydu. O bizim buğday başağımızdı, Gabar’ın, Beytüşşebab’ın, Besta’nın patikalarında toplara, tanklara, tüfeklere ve kalleşlere karşı yürümüş bir buğday başağı.
Onu 96 yılında ilk katıldığı zaman gördüm. Sarı saçları ve bal rengi gözleri vardı. Etrafa sanki kaybettiği bir şeyi bulmuş, bir daha kaybetmemek için sıkı sıkı sarılmış bir çocuk gözleri ile bakıyordu. Henüz silahı yoktu. Arkadaşlardan aldığı silahı sıkı sıkı göğsüne bastırmıştı. Dümdüz sarı saçları, gözlerini ve yüzünü kapatıyor, silahı bırakmak istemediğinden olsa gerek saçlarını düzeltmiyor, aralarından bize bakıyordu. Bakışlarını yakalamaya çalışıyordum. Çok farklı görünüyordu. Bakışları hiç törpülenmemişti. Öyle dolaysız bakıyordu ki sanki baktığı yeri elleri ile değil de gözleri ile tutuyordu. Yanan ateşe, ağaçlara, taşlara bize baktığında sanki bizde başka bir şeyler görüyordu.
Onu öyle dikkatli seyretmemden rahatsız olsa gerek, bana bir şey sorarcasına baktı. Önderliğin bir arkadaşa “Yavru aslan gibi bakıyorsun” dediğini hatırladım. O ender bulunan dolaysız duruşuna güvenerek “Önderlik seni görse ‘yavru aslan gibi bakıyorsun’ derdi” dedim. Başını biraz öne getirip durdu, aniden bir kahkaha attı, biraz irkildim. Sonra, “Keşke, Önderliği görseydim bana hiçbir şey söylemeseydi” dedi. Sözlerine hem duygulandım hem güldüm. Biraz kızdı “ heval tu çıma dıkeni” dedi. Güldüm. Düşündüm, niye gülüyorum diye ama yine de güldüm.
O gün ayrıldık, yeni savaşçı eğitimi için gitti. Daha sonra sık sık bir araya geldiğimiz on bir yıl boyunca onu her gördüğümde o günü, bakışlarının bende yarattığı duyguyu hep anımsadım. Şehit düştüğünü ilk olarak ROJ TV’de duydum. Resmini gösterdiklerinde sanki o resmi değil de ilk karşılaştığımız günkü yüzünü görür gibi oldum. Hevi’miz, Koçerimiz, Sarı Başağımız bizden bu kadar çabuk ayrılmış olamazdı…
Hevi yoldaşı tanımamış olanlar çok şey kaybetmiştir. O Koçerdi. Dıderan aşiretinden geliyordu. Koçerlerin bin yıllardır değişmeyen özgürlük tutkularına, kavgalarına, gezdikleri tüm zozanlara, tüm çılgın halaylara tanıklık etmiş sanırdınız. Öyle suskun, öylesine canlı; öyle yaslı, öylesine hayat doluydu ki tüm bu çelişkili görünen duyguları ahenk içinde yaşayan bir güzelliği, gencecik bir yüreği vardı. Onda Botan insanının, Koçerlerin, dağ Kürtlerinin ruh halini yakalardınız. Aklı ile hisleri parçalanmamış, duyguları ile eylemleri çelişmeyen, son yüzyılların ölçülerine vurulamayacak bir kültürün insanıydı Hevi.
Beytüşşebap zozanlarında onu bir kayanın başında omzundan hiç indirmediği özenle yapılmış kefiyesi, elinde silahı ile otururken görseydiniz bin yıllardır orda duruyor sanırdınız. Sarı saçları, heybetli görüntüsü ve yüreği ile o zozanlara, o kayalara, o patikalara, o silaha yakışıyordu. O gerillacığa yakışıyordu gerillacılık da ona…
Hevi, korkusuz bir Koçer kızıydı. En yoğun çatışmalarda çevresinden gelip geçen mermilere hiç aldırmadığını gördüm. Botana düşmanın en yoğun yöneldiği yıllarda çatışmaların, açlığın, zorluğun içinde gerillacılığa bir daha bulunulmayacak bir yaşam bilinci ile sarılırdı. Yurtseverliğiydi sarıldığı, Önderlik sevgisi, yaşam tutkusuydu. Sakindi, suskundu ama yaşama duyarlığı çok yüksekti. Yüreğinde bir çocuk vardı. Bu korkusuzluk, bağlılık ve yüreğindeki çocuğu bilmekti belki bizi ona bu denli sevgiyle bağlayan.
Yurdumuza, Önderliğimize, Gerillaya, dağlara ve yoldaşlara bağlı kalarak şehitlerin unutulmayacağını göstereceğiz. Biz gerillalar zaman zaman bunu birbirimize sorsak, günlüklerimize yazsak da biliriz “Özgürlük için vuruşanlar unutulmaz…”
Anısı mücadele gerekçemiz olacak.
Mücadele arkadaşları adına
Newroz Ceren
- Ayrıntılar
Yeşil Türki Faşistlerin en etkili silahı psikolojik savaştır. İnsanı etkilemek için herhalde dünyada ne kadar yol yöntem varsa üzerinde etüt etmişlerdir. Belki bugün açığa çıkmayacaktır ama er ya da geç tarih Yeşil Türki Faşistlerin insanların ruhsal derinlikleri üzerinde özenle, büyük araştırmalar yaptıklarını yazacaktır.
Hitler faşizminin toplama kamplarında Yahudiler üzerinde tıbbi olarak çok sayıda deney yaptıklarını bugün iyi biliyoruz. Yine bir insanın ne kadar zehre dayanıklı olduğunu, ne kadar işkence kaldırabileceğini, ne kadar ilaca karşı refleks gösterebileceği gibi insanlık dışı uygulamaları Hitler faşizmi toplama kamplarında uygulamışlardır. Tıbbın kobay olarak kullandığı fareleri Hitler faşizmi Yahudi ve Sosyalistler üzerinde uygulamıştır.
Özcesi Hitler faşizmi insan davranışlarını etkilemenin yolları üzerinde özenle durmuştur. Ve bunun en ileri düzeyde uygulamasını ise toplama kamplarında büyük insanlık suçu işleyerek yapmıştır. Bugün ise Yeşil Türki Faşistler insana fiziki müdahale etmeden ama insanı insan olmaktan çıkarmanın tüm yollarını özel olarak birçok yerde araştırarak günlük olarak Türkiye ve Ortadoğu toplumları üzerinde tatbik ediyorlar.
Dediğimiz gibi tarih er ya da geç bu siyaset tarzını, bu tarz insanı etkileme sanatı üstüne yoğunlaşmalarını, insanı manipüle etmenin en aşağılık yol yöntemleri üzerinde ne kadar çirkince çalıştıklarını da yazacaktır. Öyle sanıldığı gibi Yeşil Türki Faşistler alias AKP’liler ve onların tüm Think Thank kuruluşlarının temel hedefi insanı etkilemeye dönüktür. Yanıltmaya dönüktür.
Özgürlük savaşçıları olarak AKP’nin ne kadar yalan dolan ile hareket ettiğini en çok biz biliriz. Çünkü Türkiye toplumunu en çok bize ilişkin geliştirdikleri yalanlar üzerine yönlendirmektedirler. Dünyanın ne kadar yalanı ve karalaması varsa bizi Türkiye toplumunun gözünde düşürmek için kullanmaktadırlar. Bunun için diyoruz ki bu özel savaş sistemini en çok biz biliriz.
Ne var ki Yeşil Türki Faşizm kendisini kurumsallaştırdıkça hiçbir karşı düşünceye yer vermek istemediği için geçmişte ona yakın duran, ona arka çıkan, “Yetmez Ama Evet” diyerek ona arka çıkanlara da yönelmeye başlamıştır. Tümden bir toplumu teslim almak için akıl almaz yalanları bu çevrelere de uzatmaya başlamıştır.
Örneğin en son İstanbul’da yapılmış olan DPI’nin (Demokratik Gelişim Enstitüsü) toplantısına dönük Yeşil Türki Faşistlerin en etkili silahlarından olan Akit gazetesi inanılmaz derece de bir saldırı kampanyası başlattı. Toplantıya katılanların isimlerini adeta kitleler tarafından linç edilmeleri için dünyada kimsenin aklına gelmeyecek yalanları da ekleyerek verdi. Hani diyorlar ya “bin yalan bir doğru etse bile bin yalanı söyle” misali, kuyruklu yalanın da ötesinde yalanlar ve provoke etmelerle bu yalanlar güçlendirildi.
Bu toplantıda yerini alan bir liberal yazar: “Çünkü, gerçekten dindar bir Müslüman, bu kadar hayasızca, utanmazca ve kolayca yalan söyleyip, bunu yayar mı? Bunu yapana ‘dindar Müslüman’ denir mi? Bunu yapana olsa olsa, ‘kimi istihbarat çevrelerinin tetikçisi’ denir” diyerek tepkisini yansıttı. Bir başka liberal demokrat yazar ise “İşte zibidilerin PKK toplantısı dedikleri toplantı... Bu tür zibidilerin niyetleri otoriter pislik saçıp, siyasete ve düşünceye tecavüz etmek, çamur atmaya çalışmaktır” şeklinde daha sert bir yazı yazdı.
Elbette toplantıya katılanlar nasıl bir toplantı yapıldığını, ne kadar şeffaf olduğunu herkesten daha iyi bildikleri için gerçekten de bu denli zibidilik yapanlara karşı sert cevaplar verdiler. Ama lakin aynı liberal demokratlar unutuyorlar ki bu zibidileri en çok geliştiren, palazlandıran, arka çıkan, bu denli pervasızlaşmalarını sağlayanlar yine kendileridir.
Özgürlük hareketine aslı astarı olmayan düzmece, yalan, manipülatif haberler yaparken bu zibidilere karşı bu liberal demokratlardan ses seda çıkmıyordu. Ne zaman ki kendilerine dönük bir şeyler yapıldı en sert cevap verir oldular.
Halbuki en doğrusu toptan özel savaş sistemlerine, psikolojik savaşlara karşı durmaktır.
Halbuki en doğrusu bu kadar pervasız saldırmalarının politik zeminini en güçlü şekilde destekleyen kendi yaklaşımlarını gözden geçirmeleridir. Aksi takdirde giderek daha da pervasızlaşacak olan böyle Yeşil Türki Faşist psikolojik özel savaşa karşı durmak güç olacaktır.
ŞIHO DİRLİK
- Ayrıntılar
isyanda biz ne yaptık? Sanmayın ki o ilk isyandı. O, ilk ve son isyandır veya genel isyandır, genel hareket tarzıdır. Ben orada ne yapmıştım? Çok geri bir anlayışa veya hiç hoşa gitmeyen geri, fazla anlamı bulunamayan ve tepki duyulan bir konuma karşı çıkmıştım. Daha da somutlaştırırsam; aile içinde, kardeş ailenin küçük bir mülkü var, onun içinde çalışma var, kimisi çok çalışıyor. Az çalışanla çok çalışan, çalışkan olanla tembel olan arasında kavga oluyor. Birisi, iyi bir işe, emekle kazanılması gereken bir işe kendini fazla veremiyorsa, hatta bozmaya geliyorsa orada bir kavga gelişiyor. Buradaki kavga, bir yerde emek kavgasıdır. Aile içinde olduğu için sosyal bir kavga, köy içinde olduğu için köye karşı bir kavga. İlk etapta bu boyutları açıklıkla söylenebilir. Peki, bu kavgaya aile ekonomisinde yer var mı? Ailede, köy toplumunda yer var mı? Aslında yer yoktur, çelişkiler doğar. O bilinen gevşek köylü tarzıyla, ailede birbirini reddetme yok, radikal savaşma yok, köyde de olsa, köy sınırları dahilinde kalır. Bir başka yere gittin mi, köylü olmaktan çıkarsın. İsyancı bir ailen olursa, başka bir yere gider ve yiter gidersin. Veya ancak bir köylü olup gidersin, bir aile olarak gidersin, yoksa bir eşkıyalaşma durumu ortaya çıkabilir, bir birey olarak gitmek çok zor. O eşkıyalaşma durumu da, köylü değer yargılarının isyancı tarzıdır. Fazla yaşaması da mümkün değildir. Yeni bir toplum yaratma şansı yoktur.
Benim farkım şurada; bende radikal bir yaklaşım var, en sert mücadele biçimi var. Aile olmasa neresi olursa olsun buna karşı çıkılacak, ailenin hakimi ana babadır diye durulmayacak, sonuna kadar onlara da karşı çıkacaktır. İşte bu aile devrimi oluyor. Köy kurallarına bağlı kalınmıyor. Köyün hiçbir ciddi geleneği dikkate alınmıyor, ona da karşı çıkılıyor; o da bir köy devrimi oluyor.
Ondan sonra akıllıysan, bunları unutmayacaksın ve adım adım kendini ilk isyana göre şekillendireceksin. Ailenin, köyün hiçbir değerine fazla anlam vermeyeceksin, fakat her şeyi birden bire başaramayacağın için de, alternatifini buluncaya kadar ve gücünü toplayıncaya kadar da kendini ezdirmemenin kuralına bağlı kalacaksın. Bir anlamda bütün yıllarını böyle planlayacaksın, böyle geçireceksin. İlkel isyan duyguların varsa, böyle biçimlendireceksin, başarmayı çok istiyorsan örgütleneceksin, yeni bir toplum modeline gitmeye kadar cesaret edeceksin. Bu iş böyle başarılabilir. Bunun için yaşamın çok şiddetli geçecek, yeni yaşamın eskisinden farklılığını ortaya koymak için teori gerekecek, düşünce gerekecek. Devletle temasa geçtiğin zaman, onu anlamak isteyeceksin. Birisinden kurtulmaya çalışırken diğerine takılmayacaksın. Aileye karşı, devlete karşı oldun mu, bu sefer siyasal devrim işinin içine girer. Ulusal kurtuluş süreci başlar. Bütün bunlar başlangıçtan itibaren davranışlarımızda, fazla bilinçli olmasa da ifadesini buluyor.
Böyle bir tarzla bugüne kadar geliyoruz. Şimdi sizin tarzınızla bizimkini mukayese edelim. Siz ailede, devlet içinde, geleneksel toplumda ve resmi toplumda yutulmuşsunuz. Onun için tutulacak fazla bir yeriniz kalmamıştır. Belki isyancılığınız var ama o da bir çocuğun kendini yere atmasından, etrafını bozmasından öteye bir anlam ifade etmiyor. Sizin bütün isyanınız ağlamaktır. O da, etrafını bozmaktan öteye başka bir şans vermiyor. Benim yaptığım isyan ise çok ilginç, farklı bir durumdur. Neden böyle yaptığım, ayrı bir tartışma konusudur. Herkes isyan eder, kimi kardeşini, kimi anasını öldürür, kimi köylülerle kavga çıkarır. Ben hiç birisini geleneksel kurallara göre yapmadım. Mesela aile içerisinde mal kavgası hiç yapmadım, köylü kavgasına hiç girişmedim bile. Malı mülkü onların olsun diyerek, olduğu gibi bıraktım. Köyü olduğu gibi bıraktım, köy de onların olsun dedim. Devletle ilişkilerimde ise, imkânlar daha farklı sunuldu ama ben ‘gözüm görmesin’ dedim. Devlet üzerime gelmek isteyince, hiç fark ettirmeden, devlet karşısında ezilmeyecek hangi yöntem varsa onu buldum.
Burada sizin yaşadıklarınızla, benim yaşadıklarım arasında çok farklı durumlar var. Bütün bu konularda durumlarımız çok farklı. Ayıp olmasın ama bu halinizle sizi öncü bir savaşçı olarak kabul etmem çok zor. Burada bazılarınızın ilgisi yüksekse, ‘Önderlik gerçeğinden öğrenme nedir’ diyerek, bu hikâyeyi biraz öğrenmelidir. Ben, sizin yaklaşımlarınızın ezici bir kısmından nefret ediyorum. Taktik icabı olmasa size dayanmam mümkün değil. Size olan karşıtlığımı içimde mahkûm ediyorum, onu örgüt gücüne dönüştürüyorum, taktiğe dönüştürüyorum ve pratikleştirerek intikam alıyorum. Siz ise, “Ben de ancak bu kadar yaparım, benden bu kadar” diyorsunuz. Bu bir savaş tarzıdır. Sizin devletten aldığınız geleneksel etkilenme, tepkilenme tarzınız var. Onunla ortamı zorluyorsunuz.
Ama dikkat edilirse, öncülük olayında halen güçlü olan ÖNDERLİKTİR. Mesela dışımızdaki örgütlere, toplumun genel düzeyine ve merkezimize karşı mücadele etmede güçlü konumdadır. Bu önemlidir, çünkü uyuşmak, uzlaşmak demek, gelişmeyi durdurmak demektir. Sizin bütün yaşamınız kirli işlerle uzlaşmaktan ibarettir. Tepkileriniz, sadece rahatsız olduğunuz konulara ilişkindir. Bir ilkeye göre tepki ve onu sonuna kadar götürme, kişiliğinizde fazla gelişmemiştir. ÖNDERLİKTEKİ seçkincilik veya yükseliş durumu ile sizin yaşama, ilişkilere kapılıp gitmeniz, ya bastırma, ya da uzlaşma durumlarınız arasında büyük bir terslik var. Mesela sosyal gerçekliğin derin etkisi altında, sözde kadro olma durumunuzu göz önüne getirelim. Ağzınız neyi konuşuyor, nasıl konuşuyor? Düşünce gücünüz ne kadar çalışıyor, neye göre çalışıyor belli değil. Neyi kurtarabilir, daha çok da ne kadar batırıyor, anlaşılmaya değerdir.
Benimle sizin aranızdaki mücadele bir savaş durumudur. Genelde ulusal kurtuluşçuluğun toplumdaki özgürlük iradesini sürekli yaygınlaştırmadır. Bunu Parti içine de daha şiddetli taşırmadır. Savaş, Parti içinde durmuyor daha da gelişiyor. Temel çelişkileriniz çözüm gücüne ulaşıncaya kadar da gelişmek zorunda olması, çok anlaşılır bir durumdur. Temel çelişkileri çözecek güce ulaşamazsanız, yenilgi gücüsünüz demektir. Uzlaşmanız yenilgi, savaşmanız yenilgi, her tür örgütlülük içinde tepki durumunuz var, hepsi yenilgiye götürüyor. Dolayısıyla sizinle savaşılacak. Ne zamana kadar; temel çelişkilere hükmedip, çelişkileri anlayıp, gereken örgüt gücü ve enerjisi ile çözene kadar.
Örgüt içi savaşım veya kişiliğinize, kimliğinize karşı savaşım durursa, gelişme de durur. Gelişme durursa, yenilgi olur. Dolayısıyla sizin konumunuz, ister yaşayarak ister ölerek olsun, yenilgi yanı ağır basan bir konumdur. Burada sizin, artık normalde yaşamaya aday bir durumunuzun olmadığı açıktır. Bırakalım yaşamayı kelleyi kurtarmanız bile çok önemli. Düşman her gün kılıç sallıyor, en azgın bir biçimde üzerimize geliyor. Kelleyi nasıl kurtaracaksınız? Burada da düşmanın, sizi an be an imha etmek istemediğine ilişkin derin bir yanılgı var, anlamak istemiyorsunuz. Nasıl anlamak istemiyorsunuz? Dağdasınız, dağda savaş imkânını ele geçirmiş bir gerilla gücüsünüz; üzerinde çok düşünülürse, tedbirleri alınırsa muhtemelen kelleyi kurtarabilirsiniz. Bu potansiyel olarak işlense kurtulma imkânı vardır. Ama en basit bir tedbirsizlikten, grup grup imha gerçekleşiyor. Bu ne anlama geliyor? Aslında kellenizi bile kurtaracak güçten yoksun olduğunuz, bir nevi isyancı kişiliğin yenilgisi, pasifizme boğulması anlamına geliyor. Yine isyancının, bir anlamda eşkıya kişiliğinin, çar naçar bazen de düşmana teslim olmasıdır. Direnen ve teslim olan neredeyse aynı. Oysa kelleyi kurtarmak isteyenin davranışları çok çarpıcıdır. Bir defa tehlikeyi sezdi mi, müthiş davranması lazım.
Siz dağda bir eğitimi bile yapamadınız. Herhangi bir toplum içinde, bir gelişme imkânını bile değerlendiremiyorsunuz. Şimdi doğru olan sizin bu konumunuz mu, yoksa düşmanın vurma-biçme hareketi mi? Hatta en ağır savaş koşullarında; “Acaba biraz da kendimi yaşayamaz mıyım” diyebiliyorsunuz. Zaten gerçeklerle bağınızı öylesine koparmışsınız ki, yaşam ile ölüm arasındaki sınır silinmiş. Özgür yaşam ile düşmanı yaşama arasındaki sınır silinmiş. Önderlik yaşam tarzı ile, öncünün yaşam tarzı arasında çok fark var. Dışımızdaki devrimci örgütleri, aydınları kendi halleriyle baş başa bırakalım, onlardan fazla sorumlu değiliz. Ben içimizdekini çözmeye çalıştım. Sizi bunun için mücadele saflarına alıyoruz. Buna da yetmez bir konumla cevap verince, böylece durumunuz kesinlikle düşman kılıcından boynunu kurtaramama durumuna gelip dayanıyor.
Durum buyken, sosyal olarak nasıl yaşayacaksınız? Bu konuda en iddialı olan, az çok en üst düzeyde duran ve imkânı olan benim. Halen görüyorsunuz ki bu şiddetli yoğunlaşmış kişilik nedeniyle, en basit sosyal gereksinime bile yanaşamıyorum. Hiçbir ilişkide, sizin kadar rahat olamıyorum. Bizim yaşam tarzımız, yemeden, içmeden tutalım, uykuya kadar, değişik bir kişiliğin yaklaşım ve yaşam tarzı oluyor. Dikkat edin, sizin gibi rahat konuşamıyorum, sizin gibi ders veremiyorum. Sizin gibi hiçbir şey yapamıyorum. Ama kendime göre de, yine bir şeyler yapıyorum. Bu, oldukça farklı, olağanüstü bir durumdur. Daha da açarsak, her şey savaşa göre oluyor. Yurt dışında on sekiz yılını kızgın bir savaşa göre yaşayan, ülkenin herhangi bir dağındaki savaşçılığın bile ilerisinde, savaşçı bir durumdayım. Yani kim gelirse gelsin hepsini hazır ola geçirecek, en doğal bir ilişkiyi bile savaşa bağlayacak; yetmiş yaşındaki adam bile olsa, onu da ciddiyete davet edecek, gerçeği anla diyecek bir konumdur. Rahat yemek içmek yok, rahat konuşmak yok. Size göre en bayıltıcı, kendini yitirecek durumlar bile, bu yemek içmek mi olur, kadın mı olur, erkek mi olur, onu da hemen savaşa göre hazır ola geçirtecek, yatakta bile olsa öyle kılacak bir yaşam. Eş bile olsa öyle yapacak. Dost bile olsa öyle yapacak. Çünkü bu müthiş bir yaşam. Ve bir de bunu, giderek yoğun ve sürekli yapacak. ‘Buna can mı dayanır’ diyeceksiniz. Zordur ama dayanacaksınız. Çünkü sen çözüm gücü olmak istiyorsan, bir yerde kendi toplumsal hastalığına köklü bir cevap vermek istiyorsan; böyle olacaksın ki adın öncü olsun, adın önder olsun.
Bu Önderlik modelini, sizin gerçekliğinize uygulayalım. Acaba durumunuza ne kadar uyuyor? Ağız yapınıza, hitap tarzınıza uyarlayalım, belki biriniz kalkıp önderlik tarzına göre iki kelimeyle anında cevap verebilir ama gerisi bomboş. Çok iyi hatırlıyorum; en iyi olanları bir anlık ayakta durabilecek haldeydiler. Ama diğer tüm zamanlarda yerde sürükleniyorlardı. Ve neredeyse hepsinin kerpetenle ağzını yokluyorum, konuş diyorum, fukara bir kaç söz buluyor, o da zor bela, belki yarım kilo terledikten sonra konuşuyor. Tabi bunun büyük bir savaşı ve sürekli olarak ne kadar yürütülebileceği tartışmalıdır. Adam iki kelimeyi yeterince konuşamıyor bile. Peki, bu pratiği nasıl yürütecek? Sözde bana karşı sorumlu; ‘gel diyorum’ eziliyor, büzülüyor. Bu neyin başı, komutanı olacak? ‘Biz bunları nereden bilelim? Biz kendimize, gücümüze göre, bu işe heves ettik’ diyeceksiniz. Doğru, o da bir tarzdır ama bu tarzın düşman karşısında kellesini bile kurtaramayacağını ben yüz bin defa kanıtlıyorum. Bu ağızla hiç bir şey yakalanamaz. Bu yapış tarzıyla siz, çorbayı bile kurtaramazsınız. Yani bırakalım sosyaliteyi yaşamayı, oturaklı olmayı, benim karşımda bile duramıyorsunuz. Benim dışımda, gidin nasıl yaşarsanız yaşayın, ama benim sahama girince bunun kuralları var.
Tüm bunların hikâye kısmını size, başlangıç itibarıyla anlattım. Adam kardeş olmasına rağmen ‘sen böyle karşımda duramazsın’ dedim. O gün bu gündür elimden zor kurtuldu ve bir daha da yaklaşmadı ve kendime yaklaştırmadım da. Kim olursa olsun, tembelse yerinde kalsın. Anam olsun, babam olsun, bunu kabul etmiyorum. Adam gibi sağlıklı çizgiye gelirse, merhabaya layık olabilir. Siz, sözüm ona komutanlarımız olarak kendinizi adlandırmak istiyorsunuz. Karşınızdaki adamın veya başkomutanın herhangi bir özelliğiyle fazla bağ kuramıyorsunuz. Bunun için gülünç duruma düşüyorsunuz. Ama ben yine sizi kovmam. ‘Hoş geldiniz, beş ettiniz’ derim, ama siz de beni, burada olduğumu bileceksiniz.
Çoğunuzun dürüst olduğu kesin. Bir yoğunlaşma çabası içinde olun, yalancı olmayın, kandırmayın, çünkü bu sonuç vermez. ÖNDERLİĞİ kandırmak mümkün değil. Ama daha düne kadar, birer kandırmacı, birer yalancı durumdaydınız. Bırakalım savaşçılığı, benim savaşım imkânlarımı bile düşmana peşkeş çektiniz. “Bizim bir kimliğimiz, kişiliğimiz var” demeniz yalan. Ben olmasam, savaşçılık anlamında -mevcut düşman gücüne karşı savaş kişiliği olarak söylüyorum- sıfırsınız. Öyle olmadığınızı iddia ediyorsanız, benim imkânım, komutam veya öncülük ettiğim işlerin dışında özgücünüzle direnmeye çalışın ve ben de size yardımcı olayım. İstediğiniz kadar para, silah, hatta bir grubu da emrinize verelim, eğer sağlıklı olarak kendinizi üç ay, bilemedin altı ay yaşatabilirseniz, size büyük hayranlık duyarım ve hatta her şeyi size teslim ederim. Ancak içimizde en benim diyenler, bütün desteğimize rağmen kaybettirmekten öteye gidebiliyorlar mı?
Büyük bir yanılgınız daha var. Omuzda silah yılların savaşçısı geçiniyor. Bazen ben buna gülüyorum. Moral bozmamak için, fazla üzerinize gelmiyorum ama gerçekleri açıkça ortaya koymak gerekir. Siz nasıl yaşadığınızı anlamamışsınız. Bırakalım kendi özgücünüzle yaşamayı, aldığınız güçle bile nasıl yaşadığınızı bilmiyorsunuz. Nasıl asker olacaksınız? Nasıl düşmanını bir adım gerileten olacaksınız? En benim diyenler, giderek içe büzülüyor ve beklenmedik bir biçimde sonunu getiriyorlar. Bütün bunlar açıktır. En benim diyenler askeri sahada, örgütsel sahada, şu sahada, bu sahada büzülmekten ve kendisiyle birlikte birçok imkâna da zarar vermekten kurtulamıyor. Gerçeğiniz bunu ifade ediyor. Abartmıyorum, büyüklüğünüze toz kondurmuyorum, sizi ayıplama durumum da yok. Kimin kime ne verdiği çok açık. Yıllarca tek başıma kaldım ama sonuçta ezilip büzülmedim, daralmadım. Herkes biliyor ki, gittiğim ortamda büyük sonuç alabildim. Onu bozan ben değil, sizsiniz. O imkânları bana veren siz değil, benim.
Biraz daha somuta indirgersek; acaba ÖNDERLİK gerçeği karşısında ne olacaksınız? Askeri, siyasi alanda nasıl olunuru bir tarafa bırakalım, sosyal yaşam gerçekliği açısından ne olabilirsiniz? Bazı yiğit arkadaşlarımız yok demiyorum, PKK’nin tarihinde kahramanca direnenler var. Onların önderlikle bağlantıları da somuttur. Mazlumlar, Kemaller, Hayriler, Hakiler, Ronahiler, Zilanlar aslında nasıl olunması gerektiğini sembolik olarak ifade ediyorlar. Ne yazık ki pratik yaşamda değil, ancak bir sonuç kişiliği olarak, nasıl olunması gerektiğini gösteriyorlar, ama pratikte yaşayan, savaşan kişiler olarak, yine fazla kimse yok. İyi niyetli olduğunuz için söyleyeyim; herhalde bundan sonra bir ÖNDERLİK sahtekârı olarak yaşamak istemiyorsunuz, dürüst olmaya dair inancınız var. Bu sözlerden doğru anlamlar çıkarılmak isteniyorsa, ÖNDERLİĞİN ayakta duruş şeklini anlayacaksınız. Nasıl konuşuyor, nasıl bakıyor, iradesi nasıl ayaktadır, nasıl örgütlüdür, nasıl toplantı yapıyor, nasıl karar veriyor ve uyguluyor, nasıl denetim yapıyor, tüm bunları kendinize uyarlayacaksınız. Ama sizin durumunuz tersini ifade ediyor. Türk subayları gibi hareket etsem, sizi sille, tokat dışarı atmam gerekir. Bu onların tarzı, benim öyle yapmaya niyetim yok. Ama yine de, dünya görüşü açısından onlardan daha şiddetli, bize göre bir tarz gerekli. Emekle bağlantılı olarak, bunları aşacak bir biçimde, disiplin anlayışımızı da geliştirebiliriz. Sizin durumunuz bırakalım emek tarzına, sosyalist dünya görüşüne göre olmayı, düşmanın bile yaklaşımının yüz kat gerisindedir. İşte kurtarmalık durumunuz böyle ortaya çıkıyor.
ÖNDERLİK gerçeğine göre; siz daha ekmek yiyip, su içmesini bile bilmiyorsunuz. Bu haldeyken, hangi sosyal yaşamın, hangi kadın-erkek ilişkisi diyorsunuz? Bunlar, sizin daha tanımlamakta bile güçlük çektiğiniz konulardır. Kadın kadınlığının ne olduğunu bilmiyor, erkek erkekliğinin ne olduğunu bilmiyor veya erkeklik diye anlaşılan olayın içinde başlı başına bir tehlike var, kadın ondan da beter. Yine ÖNDERLİK gerçeğine göre çözümlersek; kadın olabilmek, erkek olabilmek, genelde de insan olabilmek çok farklı bir iştir. Sizin bu erkekliğiniz baştan sona tehlikeli, kadınlık zaten daha geri bir tehlike.
PARTİ ÖNDERLİĞİ
30 MAYIS 1997
- Ayrıntılar
Dalkavukluk bilinen tabiriyle şaklaban demek oluyor. “Kendisine çıkar ve yarar sağlayacak olanlara aşırı bir saygı ve hayranlık göstererek yaranmak isteyen kimse”ye de deniliyor dalkavukluk. Masallarda ise biz “Saraylarda devlet büyüklerini nükteli sözlerle eğlendiren kimse” diye de öğrenmiştik. Özcesi çıkarcı, çıkarı için yalakalık yapan, korkak, iradesi olmayan, iradesine başkaları tarafından ipotek konulan, konulmuş olan, bunun için kendisi de olamayan tiptir dalkavuk. Kürtçede bu tiplere amiyane deyimle “tırşıkçı” denilir. Daha edebi bir söylemle şoloz deniliyor.
Son zamanlarda Türkiye’de sistemin yeni sahiplerine yalakalıkta sınır tanımayan bir yarışın olduğunu birçok aydın dile getiriyor. Aydınlar ve saygı değer yazarlar yalakalığı dile getirirlerken yerden yere de vuruyorlar. Ahlaki çökmüş tipler olarak ele alandan tutunda hatta kimi saygın yazarın deyimiyle “zibidiler” olarak bile ifade edenler çıkıyor.
Biz bu çok fazla yapılan değerlendirmelere girmeyeceğiz. Muhtemeldir ki söylenenler doğrudur da. Sonuçta bir birey kendisi olamamışsa, ya da birey olmasına izin verilmemişse böyle tiplerin her şeyi ama her şeyi yapacakları aklı çalışan her kişi tarafından tespit edilebilir. Kendisi olamayanlar tüm insanlık değerlerini satabilirler. Asalak yaşamları için o korkak ruhları için her şeyi satabilirler. Yalakalıktan tutalım da kraldan daha kralcı kesilmelerine kadar böyle onursuzluk diyebileceğimiz davranışlar içine girebilirler. Aslında bu tip yaklaşımlara davranış demekten ziyade davranış bozukluluklarına girebilirler demek daha yerinde olur.
Lakin biz başka bir pencereden konuya bakmak istiyoruz. Bir ara saygın bir yazar “bu sistem, suç üreten bir sistemdir” demişti. Doğru da söylemişti. Bu sistem sadece ve sadece suç üretiyor. Ve bu sistem sadece ve sadece diz boyu ahlaksızlık yaratıyor. Ve bu sistem gerçekten sadece ve sadece dalkavuk yetiştiriyor.
Nedeni ise basittir. Bu sistem iktidarcı bir sistemdir. İktidar güç demektir. İktidar bu bağlamda sadece ve sadece boyun eğmeyi ve boğun eğdirmeyi bilen bir sistemdir. Güç üzerine kuruludur. İktidarcı yapıların genlerinde hep birilerini kişiliksizleştirerek kendilerine eklemleme vardır. Bir uzvu haline getirme vardır. Dediğimiz gibi iktidar doğası böyledir. Bunu beğeniriz ya da beğenmeyiz bir yerde iktidar varsa orada kişiliksizleştirme kesin vardır. Burada onursuzlaştırma kesin vardır. Burada insanların iradelerine ipotek konulduğu için dalkavukluk mutlaka vardır.
Şimdi Türkiye’de çok ileri düzeyde bir dalkavukluğun yaşandığını görmeyen kesinlikle ya kördür ya da hakikaten dalkavuktur. İktidarın tepesindeki adam her mikrofonu ağzına götürür götürmez veriyor veriştiriyor. En son sanat üzerinden aydınlara hakaret etmesine dinleyen bilir ne demek istediğimizi. Yine Erzurum’da içişleri olanı bakan “yok ya sevdiğini nereden bileyim, göbek atta göreyim” demesi esasta iktidarın en yalın halini göstermesi açısından da iyi bir örnektir.
İktidarların en tehlikeli olanı ise sonrada görmelerde ortaya çıkanıdır. Öyle ki iktidar olanaklarına ezelden beri kullanma imkanı bulamayanlar birden bire böyle bir iktidar imkanı gördüklerinde ilk işleri geçmişin tüm ezilmişliklerini insanlara ödeterek egolarını tatmin etme halleridir. Türkiye’de bu böyle midir değil midir ayrı bir tartışma konusudur. Ancak iktidar geni taşıyan, iktidarın imkanlarını ellerlinden bulunduranların sadece ve sadece uydu kişilikler istedikleri açıktır. Uyduruk kelimesi bunun için iyi bir kelimedir. Yine uydurukluğun bir ötesi olan dalkavuklukta bu bağlamda iyi bir isimlendirmedir.
Evet, Türkiye’de yeni iktidar odakları iktidar sistemine dokunmadılar. Yeni iktidar odakları sadece ve sadece iktidarı ele geçirerek yeni iktidarın nimetlerinden yararlanıyorlar. Böyle olunca iktidara gelenler yeni de olsalar yapacakları ve yaratacakları sadece ve sadece dalkavuk yaratmaktır.
Bunun için sorun sadece yeni iktidarlar uğraşma ve bunlara karşı mücadele etmenin çok ötesinde tüm iktidar odaklarına karşı gerekli olan bir mücadelenin yürütülmesidir.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
3 Mayıs günü Dersim'e bağlı Küçük ve büyük Zel ile Rojnik alanlarına yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır. 4 Mayıs gecesi saat 00.00 sularında Küçük Zel sırtlarında işgalci TC ordusuna ait 3 mevziye yönelik olarak gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. Gerçekleştirilen eylem sonucunda 3 mevzi imha edilirken düşmanın 4 askeri gerillalarımız tarafından öldürülmüş, 4 asker ise yaralanmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 29 Nisan günü Mardin'in Dargeçit ilçesi ile Batman'ın Gerçüş ilçesi arasında bulunan Hebizbina, Embolekê, Elodino köyleri ile Dicle Suyu çevresine yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır. Alandaki operasyon halen gizli birliklerin keşif ve pusulamları şeklinde devem etmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1 Mayıs günü Amed'in Lice, Kulp ve Hazro ilçeleri arasında bulunan Şathê Köyü, Şageldi Köyü, Bamitnê Köyü , Newala Hirça, Tiramê Sor, Riya Gewr , Sine ile Kaniya Ezrail alanlarına yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafından sabah saatlerinden başlayarak karadan zırhlı araçların, havadan da kobra tipi helikopterler desteğinde skorsky tipi helikopterler tarafıdan indirmeler yapılarak kapsamlı bir operasyon başlatılmıştır.
- Ayrıntılar
Hani hep anmadan adlarını, tek bir dağlı ya da gerilla sözcüğüne sığdırıyorum ya hepsini, oturmuş Dr Rodi’den bahsediyoruz bir yaşlı adamla. Aradan ölçülebilir takvim zamanlarında uzun denilebilecek yıllar geçtikten sonra, neyi konuşsak eskiye dair hepsi kendi anlam zamanlarında şimdide capcanlı yaşatıyorlar anlam verdikleri her şeyi. Bu yaşlı adama hikâyesini anlatmıştım bizim Dr Rodi’nin. Şimdi yeniden açılınca söz, ayrıntısıyla hatırladığını görüyorum hikâyenin. O zaman sesini duymamıştı şiirlerinde. Bir gün radyoda tesadüfen dinleyince şiirlerini, düşmanına bu kadar ağız dolusu sövebilen bu adamı sevmiş hemen. Dr Rodi olduğunu öğrenince daha sonra, çok gezen ayakları ve silinmesi zor belleğiyle taşmış onu gittiği yerlere. Şiirlerine şimdi oldukça aşina oldukları bu adamın, onların deyimiyle ‘her şeyiyle insan’ bu adamın dostu kesilmiş hepsi de.
‘Bir yazı yazacağım Doktor Rodi’ye ilişkin’ deyince, bütün dağlılar gibi, ‘Herkesle anılsın istemeyiz ismimiz. Sevmediklerimizin küfürleri bile gurur verir bize. Ne kadar uzak dursak, o kadar iyi, bazılarından. Dillerinde adımız kirlenir. Yan yana konulsak, kirli hissederiz kendimizi. Düşmanına düşman, dostuna dost olmanın temel yasasıdır bu. Karşısında duracaksın düşmanının. Yiğitsen, bakışlarında tüketirsin bütün kahpeliklerini. Ve hep yanında, omuz omuza, yürek yüreğe durmak istersin dostlarının yanı başında. Dostunla anılınca ismin, gururlansın istersin bütün dostlarının ve onu sevenlerin dostluğunda.’
Sonra mahcup bir gülümsemeyle, ‘yazacaksan Doktor Rodi’yi; dağ dilli, binlerce yıldır susturulamayan dengbêjlerimizin bize ulaşan sesinde konuşan bu adamı, bu insan gibi insan olan, adam gibi adam, dostuna dost, düşmanına düşman, yiğitlikte lekesiz adamı, yanı başında olursam herhangi bir biçimde gurur duyacağımı bilerek yaz bütün dağlılar gibi. Sesinin ve hikâyesinin en çok bizi anlattığını ve yüreğimizin dost köşesini ona ayırdığımızı bilsin çocukları, dostları ve düşmanları. Bütün dağlılar gibi anladığımıza inanıyoruz, dağdan hiçbir zulümde koparılamayan o güzel dağ insanlarını. Bêrîtan’ımız adını almıştı onlardan. Biz her dağ yürüyüşünde karşılaştığımızda hep inanan, güvenen ve tebessüme kesen yüzlerinde, sundukları zozan ayranlarını içtik onların. Kimi zaman ekmeklerini paylaştılar bizimle. Kimi zaman patikalarını tanıttılar bize zozanların. Ve vurulup düştüğümüzde toprağa, en kimsesiz zamanlarımızda omuzlayıp bedenlerimizi yüreklerine ve gül bahçesi güzelliklere gömdüler bizi. Toprağın altında da, üstünde de hep gururlandığımız dostlarımız oldu onlar. Bazen bedeli zulüm, bazen bedeli sürgün de olsa, ne onlar terk etti yüreklerimizi, ne biz bıraktık onlarla dost olmayı. Çünkü onlar en eski dağlılar, biz ise en son dağlılardık. Aynı ananın kucağında aynı memeden süt emen kardeşlerdik biz. Şimdi nereden ve hangi seste yankılansa bütün dağlılıklarıyla Bêrtî koçerleri, bir selam sayıp kendimize dostça ve dostlukta hep gururlanıyoruz en güzel ve en eski dostlarımızla.’
Kendi dilimden anlatabilirim, canımla, kanımla, bedenim ve ruhumla ait olduğum aşiretimi, Bêrtî’lerimi, ihanete karşı uçurumlarda bir çiçek olan o en güzel kıza isimlerini veren dağlıları anlatabilirim. Neresine gitsem dünyanın, hep yanımda taşıdığım ve hep karşılaştığım, kimileriyle kavgalı olsam da dağlı nedenlerle, yüreğimde hep dost kalan kardeşlerimi anlatabilirim. Tarihleriyle, coğrafyalarıyla, kıl çadırlarıyla, kopmadıkları dağlarıyla, sürgünlerde bütün yitikliklerinde mertlikten ödün vermeyen gelenekleriyle. Anlatabilirim belki de, ait olduğum bütün ayrıntılarıyla onları. Sürgünlerde her dilden anlatıcıları var zaten onların. Kolay kolay düşmanlıklarını kazanmak istemez kimse. Düşmanları gazaplarından, dostları mertliklerinden alır paylarını. Ben de payıma düşeni aldım. Ama hep dostça oldu kavgalarım da, dostluklarım da. Bana emeği geçmeyen, benimle ekmeğini paylaşmayanı azdır beni dağlı doğuran bu kardeşlerimin. Minnetim vardır hepsine. Hilesiz, hurdasız, yalansız, dolansız kardeş ve dost minnetidir bu.
Kavga ettiğimde onlarla, kalplerini kırdım bazılarının. Belki de hala kırıktır kalpleri bazılarının, o en sevdiğim ve hep gururlandığım Bêrtîlerimin. Şimdi Zağroslarda daha iyi anlıyorum onları. En eski dağlıları, en yeni ve hep dağlı olanlardan dinledikçe, daha bir Bêrtî kesilesim geliyor. Bir ilkesidir dağların, tek bir dostlarının bile kalbi kırık kalsa kendilerine, cehennemde gibi yanıyor yürekleri. Şimdi düşünüyorum da, kalbini kırdığım dost kardeşlerimi, sebebi dağlar ve dağlılık olsa da kavgamın, dostluktan gelse de bazen öfkem ve hala doğruluğuna inansam da kavgalarımın, yine de dostlarımın dost kalmasını isterim. Ve kalbini kırdığım tek bir dost ve dağlıyı, cehennem azabı diye taşırım yüreğimde. Özrünü kabul ettirmenin erdeminde usta olmayı görüyorum bu dağlarda.
Asla pişman olmaz bu dağlar, doğruluğuna inandıkları kavgalarından. Ama tek bir dostu bile incitmemenin titizliğinde örüyorlar dostluklarını. Farklılıklarda zenginlik ve uyum yaratmanın, fikirlerde esnek ve ucu açık olmanın bilgeliğindeler hepsi de. Şimdi ben, pişman olmasam da doğruluğuna inandığım kavgalardan, dostça yaptığım kavgalarda acemiliklerimin daha fazla bilincindeyim. Sevmeye doyamadığım, hiçbir gölge düşürmek istemediğim dağlılıklarına ve zordaki dostlarını, kavgadaki dostlarını anlamamada yarattıkları öfkeyle kırmışsam bazılarını, hep dağlıca olsun istediğimden dostluklarının. Bazen farklılıklarını ve ayrılıklarını anlayabilir insan dostların ama bu kadar dost, bu kadar kardeş olanların farklılıklarına ve ayrılıklarına anlam veremiyordu yüreğim.
Kavgalara girdim dost kardeşlerimle. Kırmışımdır kalplerini. Hiçbir şey pişman etmez beni kavgalarımda ama söylemeliyim burada, bir yara gibi taşıyorum yüreğimde, sebebi ne olursa olsun kalbini kırdığım dost ve kardeşlerimi. Hani hiçbir düşman bükemez boynumuzu, diz çöktüremez bize, bilir bunu dağlarımın dost kardeşleri. Ve yine en iyi onlar bilir gerektiğinde bir dostun ayağına toprak olmayı. Şimdi her şeyimle dağlarda olmanın sevincinde beni anladıklarını biliyorum, anlayacaklarına inanıyorum dost kardeşlerimin.
Kavgada hırçın ve yüksektir sesimiz. Dağlarımızın en bilge, en dost ve en yiğit sesi sevgili Doktor Rodi, haykırışıdır bu yönümüzün. Diz çökmeyiz kavgalarda, vurulup düşsek de anamız toprağın kucağına, bilmez mi bunu sevgili Bêrtîlerim, kardeşlerim, öz be öz kardeşim Rênas’ın Lêlîkan’da bütün teslimiyet ve ihanetlere inat toprağa düşmesinden. Bilir elbet, en eski ve en direngenidir onlar dağların, en bağlısı ve en vurgunudur onlar dağların. Yiğitliği anlatmak bu direngen insanlara, düşmez haddime. Ama anlamaz yüreğim, onların dağları anlamazlığını.
Kabahatlerini anlamanın ve çözmenin ustalığındaki o ADALI’dan alıyor derslerini bütün dağlılar. Girmişsen bir kavgaya, vurmaktan tam alnının ortasından düşmanını ve korkmazsınız vurulmaktan, düşüp toprağa karışmaktan. Benzemez dost kavgaları düşman kavgalarına. Vuruşur düşmanlar, konuşur dostlar. Ondandır dost kavgalarında hep dil yâresidir yüreklerde kalan.
Dil yâresinde şimdi yüreğim. Taşırım ben yaramı dostluk icabı. Taşınır dosta ait her şey. Yeter ki dostça olsun. Dil yârenizi de taşırım ben, bütün dost ve kardeşliğimle. Ama taşıyamam kalbini kırdığım dostlarımın yaralı yüreğini. Kavgamda hırçın, kabahatimde toprak olmayı bilirim ben. Üzerime tek bir düşman postalının düşmesi, bütün harplerimin sebebidir. Kırılmadıkça o postaldaki ayak, dinmez yüreğimdeki öfke. Ama toprak olmuşsam ayaklarına dostlarımın, bir toz zerresi olarak bile, taşınmak ayaklarında, gurur ve sevinç verir bana. Her yerde ve her şeyde taşımalı birbirini dostlar. En yiğitleri dağların, en çok da yaralı dostlarını taşımakta göstermek isterler yiğitliklerini. Yerde yaralı koymak dostunu, uğramaz dağlıların yüreğine.
Ve dostlarım, kardeşlerim, sevgili Bêrtîlerim, yerde koymayacaklardır yaralı yüreğimi. Unutup bütün dost kavgalarını, sevgiyle affedecekler bütün kavga kabahatlerimi. Bitmez hiçbir zaman dağların bizi bağladığı kardeşliğimiz ve dostluğumuz. Kavgada yenilebilirim size, kabahatte toprak olabilirim ayaklarınıza ama bir dost ricasında bulunacağım sizden. Gerekirse vurun beni alnımın çatından, yanık göğüs kafesimden ama çok yaralı bir yanım var, mertliğe sığmaz dost yarasına tuz basmak. Yakıştıramıyorum dostlarıma bazen, en yaralı, en ADALI yarama tuz basmalarını. Tenimde alevli bir yara taşımamın tek sebebi, ADALI yanımdır. Ve en yaralı yanım, ADALI yanımdır. Sadece, eliniz değmesin, diliniz değmesin ADALI yanıma, bir dost ricası bu. Güvenirim en yiğit, en direngen çocukları olan dağlı Bêrtî dost kardeşlerime. Kucaklaşacağız biliyorum, en kavgalı olduğum çocuklarınızla bile, ama ricamdır, deşmeyin en yaralı yanımı.
Dostlar ve kardeşler, en iyi tedavicisidir dost yaralarının. Taşıyamazsanız bile yaralı yanımı, ricamdır, dokunmayın yarama. Ama topraklığıma bahşetmişseniz kabahatlerimi ve derman olmak istiyorsanız en yaralı yanıma, dermanımı söyleyeyim size: sevgiyle ve dostça değsin dudaklarınız yürek yarama. Dost dudakları hafifletir en yaralı yanımın acılarını. Affedin ve o dost dudaklarınızdan dostça bir merhem gibi, bir öpüş kondurun yarama. Sonra, vurun isterseniz, paramparça edin her yerimi, dostluğuma ve kardeşliğime halel getirmez, beni yaralı ve çaresiz koymaz hiçbir kavgada vurulmam.
Ama tenime ateşle kazıdığım yüreğimdeki ADALI ve yaralı yanıma değmesin hiçbir şey. Hala kanamaktayım yüreğimden. Bir cehennem gibi taşıyorum bu yarayı yüreğimde. Değmeyin, incinirim ben. Yaralı yüreğim cehennem. Yine incitmesinden korkarım sizi. Hadi kucaklayın beni. Kendi çocuğunuz, dostunuz ve dağlınız olarak geldim size. Acıyor yaram, usulca öpüp beni yaramdan, dindirin acılarımı. O zaman göreceksiniz, dostluğunuzda dost, kardeşliğinizde kardeş, dağlılığınızda bir dağlı olarak size hep açık olan yüreğimin sizi sevgiyle kucakladığını.
Yaşlı dağlılardan öğrendim dil yâresindeki dost yürekleri tedavi etmenin mecburiyetini. Yaralıysa dil yâresinde tek bir dostun yüreği, kırıksa tek bir kardeşin kalbi ve küskünse size tek bir dağlı, yürünmüyor bu dağlarda. Yürümelerimde yol göstericim dağlılar, en çok da kardeşlerimden emanet almışlar dağları. Onlar bu emanete ihanet etmemenin kavgasındalar şimdi. Çünkü sizden öğrenmişler dost emanetine ihanet etmenin kirleticiliğini. Siz ana atalarımızdan emanet aldığınız bu dağlardan kopmadınız hiçbir zaman. Sürgünlere sürülse de bedenleriniz, dağlarınızı ve dağlılığınızı hiç eksiltmediniz yüreğinizden.
Şimdi dağ yürüyüşlerinde yük oluyor bana, küskün yürekleriniz ve kırdığım kalpleriniz. Bir tekinizin bile kırmışsam kalbini, bir dağ gibi taşırım dağ yürüyüşlerimde. Minnetimden ve yük taşıyamamazlığımdan değil toprak oluşum. Geride yüreği yaralı bir dost ve kırık kalpli bir kardeş bırakmışsa insan, hep geriye dönüp bakmak zorunda kalıyor yol yürüyüşlerinde. ‘Çıkmışsan yol yürüyüşlerine, dönüp bakmayacaksın geriye’ diyor dağlılar. ‘Yavaşlarsın, tökezleyip düşersin yoksa…’
Girmişim bir yola. Seviyorum bu yolda yürümeyi. Vurulup düşsem bu yola, sevinçle düşeceğim toprağa. Ama tek bir kırık kalp bıraksam geride dostlara ait, bütün huzurum kaçacak en huzurlu olduğum bu dağlarda. Huzurundayım şimdi dostlarımın ve kardeşlerimin. Bırakın huzurla yürüyeyim toprağıma. Çünkü toprak olursam, en çok siz geleceksiniz bana. Toprak olursam, bütün postallar çekilecek bu topraklığımdan. Ve postallardan temizlenmiş topraklığımla, en çok sizin ayaklarınıza serileceğim. Bırakın huzurda toprak olayım ayaklarınıza.
En çok dağları ve bereketli toprakları seversiniz siz. Hiçbir kıyamet, hiçbir vahşet, hiçbir zulüm, hiçbir yalan koparamadı sizi topraklarınızdan. Yüreğinizde taşırsınız toprağınızı sürüldüğünüz sürgünlerde. Yurdumda ayaklarınıza, sürgünlerde yüreğinize toprak olmak tek derdim. Ötesini takmayın o güzel kafanıza. Toprağınızım ben sizin. Ve toprağınızdayım şimdi. Ben döndüm size, siz de bende dönün toprağınıza. Siz toprağınızın hasretinde, ben sizin topraklarınızda, yüreklerinizle sürgündeyim.
Dağların ve toprakların dışında unutabilirsiniz her şeyi, ben unuttum. Dönelim kendimize ve kucaklayalım toprak gibi birbirimizi. Emin olun, toprağımıza kavuşmaktan daha fazla hiçbir şey sevindiremez bizi. Bıraktım kendi kırgınlıklarımı. Siz de bırakın isterim. Yeterince acılı ve yaralıyız hepimiz. En önemlisi de, acılarda yaralı ve kanamakta şimdi yurdumuz. Acılarına acı katmayalım. İlk fırsatta sevindirelim birbirimizi. Dağlara kavuşmanın sevincindeyim ben. Tek acılı yanım, sürgündeki Bêrtîlerim benim.
Dağa geldim, çünkü dağda en sevdiğim Bêrtîlerim. Silinmiş şimdi sohbetlerimizde bizi üzen her şey. Çocuklarım, anam, kardeşlerim ve dostlarım gibi kucaklaşmanın sevincindeyim dağlarımı. Burada sizi buldum. Rênas yanı başımda şimdi. Şevhat yanı başımda şimdi. Hogir yanı başımda şimdi, Tîrêj yanı başımda şimdi. İbrahim Xelîl yanı başımda şimdi. Şûrzan yanı başımda şimdi. Şevger yanı başımda şimdi. Ben size döndüm. Dönün siz de. En çok da, yaralı yanıma dönün. ADALI yanıma dönün. Yaralı yanım getirdi beni size. Yaramı alın yüreğinize. Sizi yurdunuza getirecektir. Ve emin olun, bu sizi çok sevindirecektir.
Sevinçteki dağlardan yazıyorum size. Yaşlısıyla bu dağların bir çocuğunun, Doktor Rodî’yi anıyoruz şimdi. Sohbetlerimize elimden geldiğince konuk etmeye çalıştım hepinizi. Sadece sevgilerimi değil, kavgalarımı da paylaşıyorum onlarla. Sevgilerime sevgi, kavgalarıma ustalık katıyorlar. Kiminle, nerede, ne zaman ve niçin kavga etmek gerektiğinin bilimini yapıyorlar şimdi. En bilge yanları yürekleridir onların. Onların yüreğinden yazıyorum size. Kıyamet kavgalarına bilenmiş yürekleri, dost kavgalarına tahammülsüz şimdi. Kardeş kavgalarına tahammülsüzler en çok. Düşmanlarıyla kavgada ne kadar ustaysalar, kavgalı oldukları dostları ve kardeşleriyle barışmakta da bir o kadar ve daha fazla ustalar.
Anlattım onlara kardeşlerimi ve kardeşliklerimi, paylaştım dostluklarımı. Kavga duruşumda yüreklerine aldılar beni. Kardeş kavgalarımda kusurlu buldular beni. Kavgadaki ısrarıma ustalık sunuyorlar. Onlardan sadece kavgayı değil, dostça ve kardeşçe yaşamayı da öğrenme keyfindeyim.
‘Kavga zamanlarında en çok kardeşleriyle barışmalı insan, dostlarının omuzlarına yaslanmalıdır düşmanlara inat’ diyerek gülümsüyor bir yaşlı adam. ‘Bitirelim hele bir düşmanlarımızla bu yurt kavgasını sonra ve gerekirse yine kavga ederiz birbirimizle. Birbirimizle yaptığımız ne ilk, ne de son olur hiçbir kavgamız. Ama aynı toprakları, aynı dağları paylaşmanın dostluğu ve kardeşliğinde nasıl kucaklıyorsak binlerce yıldır birbirimizi, kucaklaşmaya devam edeceğiz bu topraklarda. Çünkü bir ananın kucağındaki kardeşler gibidir aynı toprağı paylaşanlar. Bazen kavga etseler de çocukluklarından, her kavga gününün sonunda aynı kucakta, kucak kucağa, başını aynı toprak ananın aynı toprağına koymak isterler sonunda. Çünkü henüz yolu bulunmadı topraksız yaşamanın.
Toprak bağlar bizi birbirimize.
Barışmak sadece bir istek değil, bir mecburiyettir aynı toprağa bağlı olanlar için. Bir mecburiyettir barış. Nasıl harp sebebiyse işgal edilmiş topraklar, bir o kadar barışma nedenidir paylaşılan topraklar. Zamanı değil, toprağını, dağlarını ve en önemlisi de yüreğini paylaştığın dostlarla kavgalı olmanın. Gerekirse toprak ol ayaklarına. Emin ol, sana geleceklerdir. Çünkü çaresi yok topraksız yaşamanın. Hiçbir bilim keşfedemeyecektir insanı topraktan koparmayı. Hiçbir zulmün gücü yetmeyecektir hiçbir insanı toprağından koparmaya. Sadece ayak bastığı yurdu değil toprak insanın. En çok yüreği topraktır insanın. O yüzden koparılma öfkesinde ve kavuşma özleminde, ‘yüreğimi vatanıma gömün’ diyordu o teni kızıl kardeşlerimizden biri. Kardeşlerine gönder yüreğini. Emin ol, gömeceklerdir onlar seni yüreklerinin bereketli toprağına…’ diyor dostça.
‘Ne güzel söyledin’ diyorum hüzünlerdeki gözlerine bakarak. Dost bir tebessümle bakıyor huzur bulmuş gözlerime. ‘Eh ne yapayım, karşımda bir Bêrtî görünce ve düşmanına ağız dolusu ‘toolaz’ çeken bir Bêrtî’nin sohbetindeyiz. Ben değilim şimdi konuşan. Yüreğimdeki Doktor Rodi’dir O. En çok odur Bêrtîlerin bilge sesi ve tanıdığım bütün Bêrtîlerden bir ses sinmiştir sesime. Aslında bir Bêrtîyim ben de bütün dağlılar gibi. Çünkü en son onlardan emanet aldık bu dağları. Ve bıraksak sadece onlara bırakabiliriz bu dağları. Onların yurdunda, onların en bilgesine, en gür sesine ve en yürekli yiğidine, Doktor Rodî’ye dost olabilsem ve anılabilirse bir biçimde ismim onunla ve tek bir Bêrtî bile bilse bunu, emin ol, tamamlanmış hissedeceğim dağlılığımı…’
Anlattırıyor bana tekrar hikâyesini. Anlattığım en ince ayrıntıyı bile yaşıyor benimle. Halaybaşı hallerini anlatıyorum Doktor Rodî’nin, halaya duruyor gözleri. Kavgacılığını anlatıyorum, kırışıp alnı kavga kesiliyor kavgada hiç yorulmayan yüzü. Şiir okuyuşlarını anlatıyorum, dilinden bir mısra dökülüyor hemen. Kirveliğimizi anlatıyorum Doktor Rodî’yle, kirvem olup elleri omzuma konuyor. Sürgünlerdeki hallerini anlatıyorum, sürgüne gidiyor yüreği. Şûrzan’ı anlatıyorum, Doktor Rodî olup göğsünden vurulmuş gibi acıya kesiyor her şeyiyle. Ata binişini anlatıyorum Doktor Rodî’nin, Hedwan’ın süvarisi gibi dört nala peşine düşmüş gibi Doktor Rodî’nin, sarsılıyor bedeni. Ve sürgün günlerini anlatıyorum, sürekli yanında taşıdığı atının yularını, bir idam mahkûmu gibi bükülüyor boynu. Bir an torunu Hebûn’un salıncağının demirine asılı yularda sallanan Doktor’un bedeni gibi hafiften sallanıyor yerinde. O salıncakta boynunda bir at yularıyla sürgünlerde boğulan yüreği gibi boğuluyor sesi.
Doktor Rodî’nin cebinde ‘An Kurdistan, An Neman’ notu çıktığını söylüyorum. ‘Bilgeymiş’ diyor. ‘Topraksız yaşamanın imkânsızlığını göstermek istemiş herkese. Bütün sözleri doğru Doktor Rodî’nin. Ama son sözünü değişik söylüyoruz biz. Felsefemiz, ‘Neman’ı kabul etmiyor artık. An Kurdistan, An Kurdistan diyoruz biz. ‘Neman’ sürgünlüğüydü O’nun. Sürgünde ‘Neman’ olur ancak bir Bêrtî. Ve sürgündeki Doktor, ‘neman’ değil bizim için, Kürdistan’ın ta kendisidir. Sürgünde yitmiş olabilir bedeni ama Kürdistan’dır şimdi O, dağların yüreğinde…’
Hüzünlendiğimi görüyor. Dolu dolu olduğumu anlıyor. Ve hemen ne kadar şaşırdığımı söylüyorum dudaklarımda. Halden anlıyor. Ağlamaklı olduğunda insan ve göstermek istemiyorsa yanaklarından süzülen tuzlu suları, bir çeşmeyi kapatmaya çalışan bir çift el gibi telaşla çırpınıp, sese döküyor çaresizliğini insanın dudakları. ‘Niye şaşırıyorsun?’ diyor bana. ‘Nasıl bu kadar anlayıp anlatabiliyorsun?’ diyorum. Şerevdin yaylaları kadar geniş bir tebessüm kaplıyor hüzünlü yüzünü. ‘Anlarım tabi’ diyor. ‘Çünkü, ‘EZ GÊRÎLLA ME…’
Sevinç kesiliyorum. Dudaklarımdan ‘Tu gulî gul’ sözleri dökülüyor. O da sevince kesiliyor. Gül bahçesindeyiz. Ve bu bahçenin en güzel gülü, o sürgündeki gül’dür şimdi yüreklerimizin toprağında yeşeren.
‘Madem yazacaksın Doktor Rodî’yi, benden de bir çift söz söyle ona. Ona de ki, ‘Tu gulî gul Doxtor’ diyorlar sana. Sevinecektir. Ve huzura erecektir. Çünkü bunu söyleyen GERİLLA’dır. Ve onların gözünde, hiçbir sürgünde yurdundan kopmayan insandır en USTA GERİLLA…’
Jêhat Bêrtî
- Ayrıntılar