İnsanoğlu doğuştan doğru görmediklerine, bulmadıklarına karşı refleks gösteren bir varlıktır. Öyle ki ruhuna sindiremediklerine karşı bir duruş sergiler. Bu tabiatın da bir kanunudur. Doğanın en küçük, gözle görülmeyeninde dahi bu yaşam refleksini görürsünüz. Buna kimileri öz savunma diyor. Kimisi meşru savunma diyor. Ve kimisi de var oluşun yani doğuşla birlikte o varlığa verilen hakların korunması diyor. Sonuç itibariyle hangi isimle adlandırsanız adlandırın, tanımı ne olursa olsun, bu yeryüzüne gelişle birlikte her varlığın bir yaşama hakkı vardır. Bu yaşam hakkına el atılır atılmaz, bu hak gaspına karşı bir direnç gösterilmeye başlar.
Doğada özelde birinci doğada bu refleks adeta içselleşmiştir. Ve biz bu doğal reflekse çoğu zaman instinkt yani içgüdü diyoruz. İçgüdüyü sözlükler: “Bir canlı türünün bütün bireylerinde akıl ve düşünceden bağımsız olarak, doğuştan gelen bilinçsiz her türlü hareket ve davranış, insiyak, sevkıtabiî” diye tanımlıyor.
Biz sadece doğuştan bir varlığa bahşedilmiş haklardan bahsederken, bu direnci dile getirirken insanın insan olmayla yani toplumsal bir varlık olmayla da edindikleri haklarından da bahsediyoruz. Bu haklar ise başkasına devredilemeyecek kadar insanı insan eden haklardır. Kim olursa olsun, gücü ne olursa olsun bu haklardan asla ama asla vazgeçilemez. Bu haklara bir saldırı yöneltildiğinde bu haklara karşı karşı koyuş dediğimiz gibi bir var olmanın temel gerekçesi ve gayesidir.
Çok uzatmadan dolaysız söyleyelim ne söylemek isteyeceğimizi. Bugün Türkiye cumhuriyeti diye tabir edilen yapı içerisinde insana ve toplumlara bahşedilmiş doğal ve toplumsal haklar inkar edilerek en küçük dirence karşı korkunç cezalar yağdırılmaktadır. Öyle ki poşu taktı diye gençler 11 yıl hapis cezalarına çarpıtılmaktadır. Parasız eğitim istiyor diye gençler 8 yıldan daha fazla zindan cezası almaktadırlar. Cebinde 3 yumurta bulundu diye 11 yıl ceza alabilmektedirler. Bir gün grev yapıldı diye 315 işçi işlerinden atılmaktadırlar.
Halbuki yukarıda da dile getirildiği gibi var oluşsal hakların ötesinde bir şey istenmemiş ve var oluşsal hakların dışında gösterilen bir refleks ve tepki de sergilenmemiştir. Dünyanın neresine giderseniz gidin, eğer oralarda faşizm denen bir siyasal sistem yoksa -belirtilen insani tepkilere bırakalım cezaların verilmesi -normal karşılanır ve bireylerin böylesine tepkilerine dışa vurmaları için teşvik edilir. Ne de olsa bireyin en küçük tepkilerinin dışarıya taşması demek daha büyük tepkilerin hatta yıkıcı tepkilerin önü alınması demektir. Bir nevi damlayken sorun çözümlenir ki göl olup bentleri taşmasın. Ve büyük yıkıcı zarar verici sonuçları olmasın.
Ancak faşizmin vuku bulduğu, despotizmin hakim olduğu, tekçi, otokratik, anti demokratik ve anti toplumcu rejimlerde-ki bu karakterleriyle zaten anti sosyal yapılar oldukları için-insani tüm refleksleri bastırırlar. Dediğimiz gibi böyle yapılar zaten ahlak dışı ve hukuk dışı yapılardır. İnsan vicdanında yerleri olmayan yapılardır. Böyle olunca doğalında insan ve toplum vicdanında yerleri olmayan bu yapılar kendilerini var etmek için hep var oluşsal hakları ezmenin, bastırmanın yollarını ararlar. Aksi taktirde kendilerine yaşama zemini bulamazlar. Bulamazlar çünkü bu halleriyle dediğimiz gibi zaten toplum dışıdırlar.
Evet, faşizmin, despotizmin, otokratik, tekçi yapıların hüküm sürdüğü yerlerde doğal insani refleksleri göstermenin yeri yoktur. İnsan olmanın verdiği hakları savunmanın yeri yoktur. O zaman yeniden, insan olmanın verdiği hakları tesis etmenin yolu bu faşizan yapılara karşı direnç göstermekten geçtiğini görelim. Ancak bu direnç ve haklar üç yumurta taşıyarak, bir pankart açarak, bir poşu takarak tesis edilemez. Bu hakları yeniden elde etmenin tek yolu vardır o da: Dağlara çıkmadır. Dağlarda özgürlük türküsünü hür ve gür haykırmaktır. Çünkü dağlar insana ve topluma bahşedilmiş olan doğal hakları yeniden tesis etmenin en kutsal mekanlarıdırlar.
Kasım Engin