Parti ve ulusal kurtuluş mücadelesi tarihimizde '91 yılının bu son devresini tamamlarken her bakımdan önemli bir süreçten geçmekteyiz. Bir yandan düşman, kendini yenileme, birincil sırada mücadelemizi gündemine koyup özel savaşını eskisi kadar inanmasa da ama yine de ısrarla sürdürme gibi bir konuma ulaşmaya çalışırken, diğer yandan parti ve ulusal kurtuluş mücadelemiz de kendini hem yenileme ve hem de güçlü bir tecrübe temelinde geleceği kesin kazanma biçiminde gündemine koyma ve bu sefer bir daha yıkılmaya, gerilemeye meydan vermeyecek bir gelişmeyi kesinlikle sağlama gibi bir durumla yüz yüzedir. Biz burada bu çalışmayı geliştirirken, sadece standart bir çalışma dönemini gerçekleştirmedik. Her bakımdan derinleşmiş çizgi ve ayrıntılı uygulama esasları üzerinde çok yönlü durduk ve hatta geleceğin üzerine yürürken engel teşkil edecek tutumlara, anlayış ve çaba düzeyinde artık hiçbir bahaneyle girilemeyeceğini kesinleştirdik.
Gün öyle bir gün, dönem öyle bir dönem ki, artık kendini aldatmanın hiçbir anlamının olmadığı, ne bunun nedenlerine ve ne de sonuçlarına bir anlam verilemeyeceği, belki eski yaşamın çıkarları açısından böyle bir yaklaşımın anlamı olsa bile, artık günümüzde bunun hiç imkânının kalmadığı göz önüne getirildiğinde, ulaşılması gereken yaşama çok yaklaşılması, artık bir bütün olarak partinin, sizlerin doğru ve kesin yürümesini emretmektedir. Bunun gereklerini yerine getiremeyenler, hiçbir af, hiçbir lütuf beklemesinler, kendilerini açındırmasınlar, ortaya koydukları davranışlara hiçbir gerekçeyle saygı ve sabırla karşılık görmeyi beklemesinler. Böylesine güç bir dönemde, böyle tutumları sergileyenler aslında lanetle anılmaktan öteye, ölseler de kabaca böyle değerlendirilmekten kurtulamayacaklardır. Bu her zamankinden fazla şimdiki çalışmalarımızda kesinleşmiş, kararlaştırılmıştır. Geçmişin dolaylı-direkt düşman etkisi altında oluşan ve oldukça yanılgılı gaflet türü yaşamı, parti tarafından aşılmıştır. Ama ısrarla yine de yaparız diyenler olursa, onlar kendi ettikleriyle kendi ölüm fermanlarını yazmış olacaklardır. Bunu artık tartışamayız, affetme gibi bir müessese bile artık burada işlemez. Bu kısa belirlemeden sonra tekrar da olsa kısa bir durum değerlendirmesi yapmakta yarar var. Dünya düzeninde yeni gelişmelerin yaşandığı özellikle yüzyılın başından itibaren sosyalizmin kapitalist-emperyalist sistemi zorlayarak Ekim Devrimi'yle gedik açması, Sovyet sosyalist sistemine ulaşması, Birinci Dünya Savaşı'nın zayıf düşürdüğü sistemden böyle bir sonuç çıkartması, ikinci Dünya Savaşı'ndan daha da güçlenerek çıkması, yüzyılın ilk yarısının en önemli gelişmesidir. Bu gelişme dünyayı iki kutuplu, iki sistemli bir gelişmenin içine aldı. Ama gerçekten geçmiş yüzyıllarla kıyaslanmayacak kadar halkların-emek-çilerin lehine olan bu büyük gelişme, günümüze doğru geldiğimizde, Sovyet sistemi içindeki gerileme ve restorasyon çıkışlarıyla bugün için değişik tarzda da olsa dünyayı yeni bir düzenle karşı karşıya bırakmıştır. Hiç şüphesiz eski klasik sömürgeci emperyalist sistem söz konusu değil yine kapitalizmin eski türü önemli oranda aşınmış, kurulmak istenen yeni düzen kendini çeşitli biçimlerde ele vermektedir. Yeni düzenin belli başlı özellikleri, kapitalizmin yasalarını evrenselleştirme, ulusal sınırları biraz daha zorlama, uluslararacılığı geliştirme, ama bunu daha çok ABD'nin hâkimiyetine götürme, ABD'nin bu anlamda bir zorlaması biçiminde kendini ortaya koymaktadır. Bunalımı bu biçimde evrenselleşerek aşmak istemektedir. Eski sosyalist ülkelere kapitalizmi taşırarak çıkış yollarını bulmaya çalışıyor. Bunu yaparken gerçekten oldukça bağımsızlaşmış uluslar gerçeği içinde olduğunu biliyor, uluslara klasik ve yeni sömürgeciliği dayatmanın koşullarının olmadığının da bilincindedir, ama yine de belli bir bağımsızlık türünü, egemenlik statüsünü derece derece, bölgeler biçiminde olsun, uluslar bazında olsun uygulamaya çalışmaktadır. Bunu yaparken, demokrasi bayrağı altında ve insan haklarına dayalı olma temelinde yaptığı iddiasına sarılmaktadır. Açık ki hem insan hakları ve hem de demokrasi, kapitalizmin yaygınlaşması açısından da anlam ifade eder. Özellikle emperyalist ülkelerin içindeki diktatörlüklerin aşınması -ki her ülkenin somut koşullarına göre değişik anlamları vardır, ama ağırlıklı olarak aşınmışlardır- ileri bir adımdır. Son çözülüşler, yıkılışlar birçok devrimci değeri de kendisiyle birlikte götürmesine karşın, kapitalizmin köhnemiş birçok yaklaşım ve uygulamalarını da tasfiye etmek zorunda kalmıştır. Özellikle dengelere dayalı diktatörlüklerin son elli yıldır halklar üzerinde anlamsız bir ağırlık teşkil etmeleri ve gelişmeden çok daralmaya ve insanı engellemeye yönelik yanlarının daha bir göze battığı bir gerçektir ve bu anlamda diktatörlüklerin yıkılması, bütün yetersizliklerine ve devrim alternatifinin güçlü olmamasına karşın daha elverişli bir ortama da yol açıyor. Her ne kadar bu yıkılışlar fazla çatışmalarla olmuyorsa da -ki, bu daha çok Sovyet sistemindeki gelişmeyle bağlantılıdır-yine de çatışma olasılıkları sık sık gündeme geliyor, gerçekleşiyor ve tam belirgin olmayan bir duruma yol açılıyor.
Yenidünya düzeni aslında düzen olmaktan öteye bir belirsizliktir. Düzen biraz belirginleşmeyi ifade eder, bu anlamda düzen değil, biraz düzensizlik gelişiyor. Bu düzensizliğin, belirsizliğin daha nasıl gelişeceği, nasıl karmaşık hale geleceği tam kestirilemiyor. Sosyalist ülkelerin içine girdiği durum aslında tam bir belirsizliktir. Geçmiş sistemin aşılması kötü değil, lakin yenisi kurulamıyor. Adına demokrasi deniliyorsa da henüz bunun nemenem bir demokrasi olduğu netleşmemiştir. Diktatörlükler yıkıldı deniliyor ama bunların yerine ne denli bağımsız ve özgür eğilimlerin geliştiği netleşmemektedir. Dolayısıyla emperyalizmin, özellikle ABD emperyalizminin, başardım demesinin hiçbir anlamı yoktur. Dikkat edilirse bu yıkılışlar ABD'nin saldırılarıyla olmadı, kendi içindeki olumsuz öğelerin, çözümsüzlüğün bir sonucu olarak yıkılış oldu. Değişik bir yıkılış türüdür, dıştan ağır baskı altında gelişen değil, kendi içinde bir hatalar sisteminin, bir yanlışlar sisteminin, bir sosyalizmin özüne ters düşmenin yol açtığı kokuşmanın, kendi içinde oldukça bağlanmanın sonuçta bünyeyi kemirip çürütmesi biçiminde bir yıkılıştır, çözülüştür. Bunun yerine ABD emperyalizmi ne getirebilir? Köhnemiş sömürü yöntemlerini dayatmakla bu halklar tatmin olamazlar: Emperyalizm kendi köhnemişliğiyle gerçekten inandırıcı olmaktan son derece uzak. Demokratik kurumlar olsun, kapitalizmin ekonomik yöntemleri olsun bu halklara fazla bir şey veremez. İşte çekilen sancı buradadır; kendilerine yakışmayanı reddetmişlerdir ye bu iyi bir şeydir, ama yakışan nedir? Kabul edebilecekleri nedir? Kapitalizmden bu konuda alacakları çok azdır, kendilerinin bir şeyler ortaya çıkartması gerekiyor, işte belirsizlik bu anlamdadır ve bunu gidermeleri için de epey çaba harcayacaklardır. Kendi içlerinde kendi sistemlerini yenileyip ortaya çıkaracaklardır. Bunu buluncaya, bunu yaratıncaya, bunun savaşımını verinceye kadar da, bu içinde bulundukları bunalım dönemi, daha da artarak devam edecektir. Nitekim günlük gelişmeler de bunun böyle olduğunu ortaya koymaktadır.
Öyle sanıyoruz ki, kapitalizmin zorlukları da artmıştır. Reel sosyalizm uzun süre kapitalizme dayanak teşkil etti. Onun yıkılışı emperyalist-kapitalizmin sorunları anlamına da gelir. Dolayısıyla emperyalist-kapitalist cephede de bunalım krizleri daha köklü ve yine bir aşama biçiminde gelişebilir. Eskiden bağımlı, uydu ülkelere kadar diktatörlükler dayatarak götürmek istiyordu durumu, yine kendi içinde sürekli tekelcilik ve anti-demokratik yöntemlerle götürüyordu, fakat şimdi bunlar yıkılıyor. Dolayısıyla yakın dönemde kapitalist-emperyalist sistemin içindeki bunalımın da yeni biçimler altında daha köklü, daha derin gelişmesi kaçınılmazdır. Bütün bunlar, önümüzdeki dönem açısından yeni düzen çalışmaları biçiminde kendini dile getirmekteyse de biz buna yeni düzenden ziyade, düzensizliğin gelişmesi, iki sisteme, iki bloğa dayalı düzenin aşılması, ama henüz yeni dünya düzeninin nasıl gelişeceğinin de kestirilememesi diyebiliriz ve bu ancak yine halkların ve daha çok da emeğe dayalı çözümlerin devreye girmesiyle çözüm bulacaktır. Bu da sosyalizmin kendini yenilemesi anlamına geliyor. Sosyalizmin bir döneminin kapanıp yeni bir döneminin açılmasıyla, sosyalizmin mevcut gelişmelere karşılık verecek bir aşamaya kendisini ulaştırmasıyla ancak, çözüm sağlanabilecektir. Yani önümüzdeki dönemin düzeninin sağlanmasında sosyalist yenilenme kesin bir çözümleyici güç olarak kendisini dayatacaktır.
Sosyalizmsiz bir dünya düşünülemez. Ama şimdi böyle bir sosyalizmin nasıl gelişmesi gerektiği de tam bir kargaşa içindedir, eski biçimler kesinlikle çözüm değildir. Eski biçimlere, o neredeyse yüz yılı aşan biçimlere sarılmak, özellikle kalıpçı yönlerine sarılmak beyhudedir. Bunun sonuç getiremeyeceği zaten anlaşılmıştır, ama yeni biçimleniş, yeni bir muhtevayla birlikte nasıl kendisini gösterecektir? Yeni teorik perspektif kadar, yeni program ve perspektif kadar, yeni program ve örgütlenme biçimleri de kesinlikle önümüzdeki dönemin sosyalizmini bekleyen çalışmalar olacak, bu yönlü görevlerin yerine getirilmesi söz konusu olacaktır. Dolayısıyla yeni düzenlemenin kapitalizmin gücüyle değil, sosyalizmin gücüyle gelişim göstereceği kesindir.
Sosyalizme inançsızlığın özellikle körüklenmek istendiği günümüzde asıl yapılması gereken sosyalizm uğruna daha kapsamlı bir teorik çalışma ve onun öncü pratik çabalarını sergilemektir. Mevcut yeni düzen diye tabir edilen gelişmeye verilecek en doğru yaklaşım budur. Kapitalist emperyalizmin daha iyi incelenmesi ve yeni dönemde aldığı biçimlerinin -sömürü olsun, baskı sistemleri olsun, yine onun kül-türel-sosyal boyutları olsun-gelişiminin nasıl olduğunun dikkatle incelenmesi gerekmektedir ki, bu yaratıcı yaklaşımlara ihtiyaç gösterir. Ulusların bağımsızlık hareketlerinin yeni biçimleri, klasik sömürgeciliğe ve yeni sömürgeciliğe karşı kazanılan ulusal kurtuluşların, bağımsızlıkların önümüzdeki dönemde nasıl evrim göstereceği, yeni bağımsızlık türlerine sosyalizmin öncülüğü altında ve onun bağlaşık-lığıyla nasıl ilerleme kaydedeceği üzerinde durmak önem taşıyacaktır. Bu yönlü gelişmeler şüphesiz ki içinde bulunduğumuz dönemin önemli sorunlarını teşkil eder. Basmakalıpçı yaklaşımla bu sorunlar çözümlenemez. Sosyalizm herhangi bir ideolojiden daha fazla bilimsel bir özelliğe sahiptir, dolayısıyla bilimsel özelliğine daha çok sarılarak ve fakat geçmişindeki muazzam yetmezlikleri ve yanlışlıkları da görerek, aşarak, insana en yararlı sistem olmayı bir kez daha kanıtlayacak ve insanın kurtuluşunda hayati rolünü mutlaka oynayacaktır.
İşte böylesi bir dünya düzenlemesi içerisinde belki de tarihin ve günümüzün en kadük, en kemikleşmiş, en başa bela bir sistemi olan Türkiye Cumhuriyeti gerçeği karşımızda durmaktadır. Biz bu gerçek üzerine çok şeyler söyledik. Şu açık ki bu, bir yandan köhnemiş Osmanlı yıkıntıları üzerine, fakat bir o denli de onun içinden gelmiş değerler tarafından inşa edilirken, kendisi için en elverişli bir uluslararası durumdan güç aldı. Yani 1920'lerdeki kapitalizm-sosyalizm çatışmasının denge politikasına en çok imkan verdiği, böylesine bir politikaya dayanarak rahatlıkla sonuç alınabilecek bir aşamanın da ürünüdür. Bir yandan son derece elverişli bir Osmanlı kalıntıları sistemi, diğer yandan buna oldukça imkan sunan bir yeni uluslararası kapitalist-sosyalist çelişkisinin yanı başında boy vermesi, TC'yi TC yapan gerçek nedenlerdir. Ve o yetmiş yıldır aşağı yukarı bu dengenin bir ürünü olarak yaşama imkanı bulabilmiştir. Bir gerçeği kavramak için ona hayatiyet kazandıran ortamı, etkenleri iyi görmek gerekir. Dolayısıyla yetmiş yıldır ulusal imhamızı neredeyse sonuç alacak aşamaya getiren bu gerçeği, neden ve sonuçlarını iyi görmek zorundayız. 1920'lerin başında böyle şekillenirken her türlü feodal entrika baskı ve sindirme yöntemleri kadar dengeciliğin de her türlü politik kurnazlığını sergiledi. Karşısındaki Anadolu emekçileri zaten çağlar ötesinin uykusu içindeydiler. Çok sınırlı bir Osmanlı eliti ve yaşamlarını mutlak anlamda ancak böylesi bir devlet kalıntısına ve onun yeni uluslararası alanı değerlendirmesine dayalı olarak gören paşalar, her türlü çılgınlığı elbette yapacaklar, kural-kaide tanımayan, ahlak tanımayan, baskı ve sömürüde sınır tanımayan bir gerçekliğe ulaşacaklardı. İşte TC budur. Buna karşın yüzyılların çokça yenilmiş, alabildiğine işbirlikçi ve hep aleyhte yer almış bir aşiret, kabile sistemi içinde bulunan toplumumuzun hakim öğeleri (aşiretçi-feodal önderlik elbette ki biraz çıkarlarını kollama amaçlı) TC gerçekliği karşısında kendini kollama girişimlerinde büyük bir felaketle karşı karşıya gelecek ve sadece kendileri açısından bu felaket bu kadar derin kalmayıp halk açısından çok daha derin sonuçlara yol açacak, bu dönemin hakim eğilimi olan ulusal gelişme açısından, ulusal kurtuluş açısından en büyük handikaplardan birisi haline gelecekti. Yeni düzene kolay bağlanma, işbirliğine yönelme aşiretçi-feodal önderliğin tarihi bir özelliğidir. Onlar kısa bir isyan döneminden sonra hızla işbirliğine yönelmiş ve ulusal değerlerin ölümcül darbeler yemesine yol açmışlardır. Biliyoruz ki isyan dönemlerinde, çok kötü bir işbirlikçilik türü boy vermiştir. Her türlü ulusal imhayı, inkarı birlikte getiren ve muazzam örgütsüz, uluslaşmamış, vatan ve özgürlük değerlerinin yanından bile geçmemiş, yüzyılların o aşiret, kabile, feodal din, mezhep çelişkileri içinde boğulmuş bir toplum gerçeği içerisinde tabii ki gerisin geriye gidilecek, her şey tartışmalı hale gelecek, nefes alınamaz bir duruma gelinecek ve bu bizlerin de içinde şekillendiği bir dönemin oluşmasına yol açacak; ulusallık adına, özgürlük adına, her türlü insani değer adına bir şeylerin neredeyse kalmadığı bir durumla yüz yüze bırakacak, son derece inkarcı bir neslin, örgütlenme tanımayan, toplumu tanımayan, temel insani değerleri tanımayan bir inkarcı neslin doğmasına ve işte bu nesle dayalı çok tehlikeli bir yaşamın boy vermesine yol açacaktı! Biz kendimizi dünyayla yüz yüze bulduğumuzda, aslında bize biçilen kaftan budur, önümüze serilen yaşam budur. 1950'ler sonrası, bu anlamda yenilmeden de öteye, eski yaşam kalıntılarının da ötesinde, ne yeni adına TC'nin bizzat kendi değerlerini sunabildiği, ne de eski adına bize bir şeyin kaldığı, aksine her şeyin alınıp-götürüldüğü, en yoksullaşmış bir dönemin nesli olarak büyüme ve bu anlamda çok zayıf bir kişilikle, çarpık, zayıf, inkarcı bir kişilikle vücut bulma gibi bir yaklaşımla kuşatılmak ve onun içinde şekillenmekten başka bir çaremiz yoktu. Bu kölelik, dünyanın belki de hiçbir toplumunda, ulusunda, halk gerçeğinde ortaya çıkmayan bir kölelik biçimidir. Dolayısıyla üzerinde halen durmakta yarar görüyoruz.
PKK'nin 1970'lerdeki çıkışını değerlendirirken, dayandığı sosyal zeminin ne kadar ulusallıktan ve halklaşmaktan uzaklaştırılmış olduğunu, ne kadar ulusal inkarcılık ve ihanetin geliştirildiğini, hatta insani değerlerin ne kadar yerle bir edilmiş olduğunu, bunun nasıl, kimler eliyle ve ne kadar başarılmış olduğunu değerlendirirsek ancak çıkışın anlamını hakkıyla kavrayabiliriz. Başlangıçtaki sınırlı bilinçlenme bugün daha da gelişmişse, bu gerçeğe bizi 'mutlaka daha iyi ulaştırmak içindir. Ulaştırdığı oranda da biz temel insani değerler, ulusal özgürlük değerleri ve bunun yaşamsal ifadesi biçiminde kişilikleşmelerden bahsedebiliriz. Bu yeni yeni tanıdığımız, bu temelde güçlenme denilen bir olayı gerçekleştirmemiz anlamına da geliyor. TC'nin günümüze doğru evrimi nedir? Aslında, belirtildiği gibi, antidemokratik, oldukça feodal kalıntılar içeren ve çağdaş cumhuriyetlerle bağdaşmayan bu cumhuriyet, esas gücünü sosyalizm-kapitalizm çelişkisinde buldu. Dengeye dayanıyordu, bu temelde doğdu, 1950'lere gelindiğinde NATO'nun kanadı altına girerek, biraz daha gelişme imkanı bulabildi. Kendini NATO'ya adapte ederek, uluslararası kapitalizmin ve tekellerin gelişmesine uyarlayarak yüzyılımızın bu son çeyreğine kadar getirebildi. Ama yine de her zaman olduğu gibi, sert bir askeri yönetim olmadan yürüyemeyecek kadar zayıftı. Esas itibariyle TC bir askeri cumhuriyettir, sivil yan maskedir, siviller figüran rolünü oynarlar, ama asıl yönlendirme ordudadır. Dolayısıyla sivil otorite veya bir sınıfın siyasal otoritesi batılı anlamda gerçekleşmiş değildir, bu anlamda ister egemen sınıfların koalisyonu ister tek bir kesimin diktatörlüğünden ziyade, hepsini kendi içerisinde özümseyen ve esas itibariyle siyasi otoriteye damgasını vuran diyoruz ki, ordudur. Sivil görünümler zaman zaman tehlikeli olmaya başladığında bu maskesini derhal atıp gerçek kimliğiyle ortaya çıkıyordu. 12 Mart, 12 Eylül bu konuda çok öğreticidir. Böylesine bir askeri cumhuriyet, çıkışını, gelişmesini ve görüntülerini böyle sergilerken, acaba bu yenidünya düzenlemesi gelişirken ne kadar ayakta kalma şansına sahiptir? 12 Eylül, özellikle de onun ANAP-Özal icrası, bir anlamda en pragmatik bir biçimde ve gerçekten öyle fazla yaratıcı falan da değil, telaşla yeni düzenden yararlanmayı da içerir. Yani eski klasik biçimiyle TC'nin sürdürülemeyeceğini bunlar kavrıyor. 12 Eylül bir anlamıyla çok şiddetli bir askeri rejim iken, diğer yandan bu uluslararası gelişmeleri Özal eliyle kapatmak isteyen bir rejimdir. Özellikle iki dengeye dayalı uluslararası sistemin yıkılışı, bunun yerine çok kutupluluğun doğuşu TC'nin durumunu belirsizleştirmiştir. Bu anlamda politikasız bırakmıştır. Batı, özellikle Avrupa bir öğe olmak istiyor, ABD'ye karşı olsun Japonya'ya karşı olsun bir kutup olmak istiyor, ama kendi değer yargılarını da beraberinde getiriyor. Bunlar insan haklarıdır, demokrasidir, belli ölçülerde ulusal haklardır. TC kendi kaderini buraya bağlamak istiyor ama sistemin insan haklarına karşıt konumu, yine anti-demokratik karakteri, ulusal haklar düşmanlığı, bu haliyle artık bu rolünü oynayamaz; çünkü ne Sovyetlere karşı artık karakol teşkil edeceği bir uluslararası durum söz konusudur, ne de Ortadoğu'ya karşı böyle bir durum söz konusudur. Her ne kadar Saddam'a karşı biz yine rol oynayacağız diyorsa da, bunlar da az çok aşılmış durumdadır. Belki İsrail'in iyi bir müttefiki olarak Yahudi lobisi tarafından destek görebilir ama kendini kurtarmaya yetmeyecek bir destektir bu. Dolayısıyla acaba Batıyla bütünleşebilir mi diyoruz? Ama kendini insan haklarına, demokrasiye, ulusal sorunun çözümüne tamamen vermesi gerekiyor. Bunu başarması demek, büyük ihtimalle kemalizmin ve ona dayalı cumhuriyetin yıkılması demektir. Yeni bir cumhuriyetin kuruluşuna cesaret edebilir mi, mevcut düzen orduyla, resmi-sivil kurumlarıyla, anayasası ve partileriyle bu duruma henüz hazır değil. Dolayısıyla tam bir bunalımın sıkışıklığını yaşıyor. Alel acele bazı iç ve dış politikalar oluşturulmak isteniyor, işte Sovyetlerin çözülüşünden sonra Ortaasya Türkleri, Azerbaycan ortaya çıktı. Bunların ortaya çıkması Türk sisteminin, Türkiye'deki TC sisteminin kurtuluşu anlamına gelmez. Tam tersine, daha da karışık bir sürecin içine girmesine yol açar. İsrail'le geliştireceği ilişkiler Ortadoğu'da daha da tecridine yol acar. Nitekim şimdiden bu durum gelişme gösteriyor. İran'la, Arap ülkeleriyle, Batı'yla bir türlü barışamıyor sistem nedeniyle, dolayısıyla orta yerde sallanıp duruyor. Yani sağlam bir dış politika, dolayısıyla yenidünya düzeniyle bu politikalar temelinde bütünleşme başarılmak surda kalsın, ağır sorunlarla ve belirsizliklerle doludur. İç politik düzenlemeleri de zaten bu düzenlemelerle bağlantılıdır. Şiddetle etkilenmektedir ama iç politikada insan haklarını esas alma, demokrasiyi esas alma, ulusal sorunu çözme gibi yaklaşımları, sahtekarca bir-iki sözü söylemekten öteye gitmemektedir, bu konularda sistemin özü gereği, yapısı gereği, bir türlü ilerleme sağlamadığını çok iyi biliyoruz. Nitekim bu konuda en iddialı, sözüm ona liberal gibi gözüken ANAP-Özal'ın son Ekim seçimleriyle yıkılışı da bunun kanıtıdır. En iddialı ekipti, yeni ekipti, liberal ekipti, ama aşılmaktan kurtulamadı, her ne kadar yakında yine geliriz diyorlarsa da fazla güven verici bir konumda olmadıkları açıktır. Ancak yeni bir askeri darbe ile bu düşünülebilir ki, o da bu koşullarda zordur veya mevcut ordu etkinliği nedeniyle gereksizdir. Ekim seçimlerinin ortaya çıkarttığı gerçek özünde nedir? Gerek ulusal, gerekse uluslararası alana yönelik, 12 Eylül rejiminin politikalarının bitmesidir. Fakat bir o denli yeni politikalara açılmama, tam bir eskiyi tekrarlama, yani halkı eskiden nasıl uyuşturmuşlarsa tekrar öyle eskiye dönme durumu söz konusudur. Aslında eski-yeni nedir sorusu da sorulabilir. Yeni eskiyi aratır, eski yeniyi aratır gibi bir durumdur, yaşanan çözümsüzlüktür, daha da gelişen bir bunalım anlamına gelmektedir.
Demirel hükümetinin kuruluşundan bahsedilmektedir, büyük olasılıkla böyle bir hükümet kurulacaktır. Bu hükümetin karşı karşıya bulunduğu vahim durum örtbas edilemez biçimde gözler önündedir ve bizzat Demirel sözleriyle bunu açığa vurmaktadır: "Koşullar çok zor" diyor Demirel. "Eskiden yaşadığımız sorunlardan daha zor sorunlar karşımızdadır, herkesin çözüm için katkısına ihtiyaç vardır." Peki, ama herkesin katkısını neyle isteyecek? Çok dar bir tekelci kesim için toplumu soyup soğana çevirdiler. Emekçilerin, Kürt halkının iliklerini kuruttular, bunlardan daha fazla ne isteyebilirler? Uyguladıkları baskı ve zulümdü, katkı beklemeleri çok zor. 12 Eylül gelirken uluslararası alandan, NATO'dan yardım istiyordu. Niçin? Komünizm tehlikesi var, devrim tehlikesi var, diye. Peki, şimdi hangi komünizm tehlikesinden bahsederek yardım alacaklar NATO'dan? NATO'nun en son yaptığı zirvesinde NATO'nun daha çok siyasi bir kurum haline gelmesi, siyasi görevlerinin ön plana çıkarılması kararına varıldı. Bu Türkiye'nin aleyhine bir durumdur. NATO, yeni stratejisi gereği demokrasiyi, insan haklarını gözetmek durumunda kalacağından eski köhnemiş askeri yöntemler, askeri stratejik yaklaşımlar artık temel stratejisi olmaktan çıkacaktır. Dolayısıyla NATO, bünyesindeki durum değişikliği gereği Türkiye için fazla destek vaat etmiyor. Eskisi kadar NATO desteği, yardımı söz konusu olamaz. Buna ortam elverişli değil. Tam tersine, Türkiye'den bir şeyler istenecek; "Siyasal sistemini düzenle, demokrasiyi geliştir. İnsan haklarına bağlı ol, ulusal soruna belli oranda çözüm getir" denilecektir. Batı bu yönlü baskıları habire geliştirecektir. Dolayısıyla 12 Eylül'ün başında olduğu gibi yeni dönemin hükümet çalışmaları destek göremeyecektir. İç politikada yeni hükümet daha fazla baskıya yönelemez, çünkü baskı uygulanacağı kadar uygulandı. Yani örgütlerin tasfiye edilmesiyle, tutuklamalarla, işkenceyle alınacak sonuçlar alınmıştır. Dolayısıyla yeni hükümetin içerde baskıyı geliştirerek kendisini güçlendirmesi düşünülemez. Hatta bu konuda tersini yapmak zorundadır. İnsan haklarını, demokrasiyi belli ölçülerde geliştirirse belki yaşama şansına kavuşabilir. ANAP'ın yıkılmasının en önemli iç nedeni buydu. Dış nedeni de dediğimiz gibidir, yani yeni düzenin artık ANAP türü, 12 Eylül türü bir rejime destek vermemesi rol oynamıştır.
Emekçilerin daha fazla sömürülmesi de artık mümkün değildir. Gerçekten geçen on yıl içinde sömürü yöntemleri alabildiğine gelişti ve ancak bu kadar sömürüyle dış ticaretin geliştirilmesi, döviz girdi-çıktısı sorununun halledilmesi gibi sonuçlara ulaştılar. Bunu da daha fazla geliştirmeleri düşünülemez. Emeğe daha fazla pay düşecek bundan sonra. Yeni hükümet bu temelde emeğe daha fazla pay, halka daha fazla demokrasi tanıyabilir mi? Yine içerde bu yönlü baskılara olumlu cevap verilebilir mi? Görünüşe bakılırsa mevcut koalisyon hükümeti, Demirel'in önderliğindeki koalisyon hükümeti bunlara öncelik vereceğini söylüyor. Öncelikli sorun demokrasidir, emekçilerin konumlarına biraz daha dikkat etmedir; onları daha fazla sömürme değil. Geçmiş on yılda kaybettiklerini biraz kazandırmadır. Ama hangi kaynakla? İç ve dış kaynaklar artık elvermiyor. Sermayeye yönelmeleri gerekir, tekelciliğe yönelmeleri gerekir. Ama tekelciliğe ne kadar yönelebilirler? Sermayeye karşıt bir konuma yönelme güçleri olabilir mi? Bu çok zordur; dolayısıyla ekonomik sorunların çözülmesi biraz zor. Biraz daha fazla demokrasi; burada daha fazla demokrasi bir defa halkın mücadelesini hızlandıracaktır, daha fazla örgütlenme ve eylemliliğe yol açacaktır. Bu, kaybettiklerini hem ekonomik hem siyasi düzeyde kazanmak, yine sosyal-kültürel tahribatları gidermek i-cin halkın çok yönlü bir ayağa kalkışı gerçekleştirmesi ve bu yılların hesabını sorması anlamına gelecektir.
O halde bu hükümet bir yandan sermayenin hem demokrasi hem de emekçilerin haklarını vermeme dayatması, ama diğer yandan da halkın daha fazla demokrasi ve emeğe karşılık istemesi gibi bir çifte baskı altında kalma ve böyle iki çelişkili güç arasında yol alma gibi bir gelişme çizgisiyle kendisini karşı karşıya bulacaktır. Uluslararası alandan da artan bir biçimde, demokrasi ölçülerine uyması, eski şoven politikalardan uzaklaşması için bir baskıyla karşı karşıya bulunacaktır. Bütün dünyadan bu yönlü baskılar karşısına dikilecektir.
Böylesine güçlü bir baskı altında bu hükümet ne kadar yaşayabilir veya bu baskılara bu hükümet ne kadar karşılık verebilir? Gerçekten dikkatle değerlendirilmesi gereken bir süreç olacağı daha şimdiden açıktır. Dolayısıyla bu bir darboğazdır, artan bunalımdır; fakat halkın lehine, halk demokrasisinin lehine gelişme imkanlarının fazla olduğu, bunalımın halk lehine, emek lehine, ulusal kurtuluş lehine çözüme zorlayacağı bir süreçtir de. Yani '80'lerin başındaki durumun tersine bir durum '90'lar-da yaşanıyor, daha da hızlı yaşanacaktır. Bir anlamda '80'lerin başından itibaren geliştirilen dıştan destekli muazzam baskı ve sömürü, '90'ların başından itibaren yine dıştan bir destekle de demokrasinin, sömürüye karşıt olmanın hamlesine dönüşecektir. Demire! önderliğindeki koalisyon, bunu fazla kavgaya dökmeden, iki tarafı da idare eden bir mantıkla frenlemek ve böylece ciddi bir devrim seçeneğinin gündeme gelmemesi için tüm gücünü ortaya koymak isteyecektir.
Bu konuda sosyal demokratları da -ki, Türkiye'de anlamı içeriği nedir biliniyor- kullanarak gidişatı kurtarmaya çalışacaktır. Gelişecek demokrasi, devrimci demokrasi hamlesi altından, özellikle de baş sıradaki ulusal kurtuluş hamlemizin etkisi altından TC'yi, onun yeni durumunu kurtarmaya çalışacaktır. Hükümet bu nedenle tamı tamına olası bir devrimsel gelişmeye karşı düzeni sigortalama, hükümetidir. Egemen sınıflar koalisyonu içindeki durum gerçekten karmaşık; çok şeyin hesabının sorulabileceği, buna karşı kendilerini ne kadar savunabilecekleri, savunma için nelere başvurabilecekleri gibi konularda tartışmalar gelişmektedir.
Dikkat edilirse yeni partiler, yeni koalisyonlar, yeni seçimler çok kısa süreler içerisinde boy verebilir. Yine Anayasa değişiklikleri, parti seçim yasalarının değişikliği hukuki alanda hızla gündeme gelebilir. Veya emeğin kendisini örgütlendirmesi hız kazanabilir. Burada asıl anlaşılması gereken, egemen düzenin ordusu ve sivilleriyle aslında ne 12 Mart'larda, ne 12 Eylül'lerde olduğu gibi bir müdahale gücünde olduğu; asker ve sivilin birbirlerini idare etmeleri döneminin de artık geçtiği, bunların kaynaştıkları, içice eridikleridir. Ne sivil kliğin ve ne de askeri kliğin artık durumu kurtarmasının, bir on yılı, bir beş yılı kazandırmasının mümkün olmadığı bir durum yaşanıyor. Daha fazla bütünleşecekler ama bu bunalımın daha da genelleşmesi ve kliklerle de artık idare edilemeyeceğinin anlaşılması, bu anlamda çözümsüzlüğün netleşmesi, ya tam tutarlı bir demokrasi ve bu anlamda yeni bir TC gerçekliği ve TC'nin bir halk demokrasisine dönüşmesi gerçeği; demokratik bir cumhuriyete dönüşmesi gerçeği ya da bunalım içinde çökmesi anlamına gelir. Bu açıdan bir devrimci gelişme ile mi dönem kapanır, yoksa bir reformlar paketiyle mi kapanır, şimdilik kesin bir şey söylenemez.
Düzen kendini reformizme etmek istiyor; başarırsa cumhuriyeti reformlarla biraz allayıp-pullayıp yenileyecek, başaramazsa devrim seçeneği ağır basacaktır. Devrim seçeneğinin ağır basması, özellikte her şeyden önce buna önderlik eden ve bu durumların ortaya çıkmasında baş rolü oynayan Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin ve onun PKK önderliğinin kendini bu hükümet döneminde de güçlendirerek geliştirmesine bağlıdır. Özellikle de özel savaşın kendini daha da yetkinleştirerek sürdürmek iddiasında olduğunu iyi görmek gerekir. Olağanüstü hal kalkar mı kalkmaz mı, bu hiç önemli değil. Sıkıyönetim mi gelir, o da önemli değil. Zaten Kürdistan'daki mevcut yönetim tamamen askeri-faşist sömürgeci niteliktedir. Bu her zaman için böyledir. Zaman zaman bazı Kürt işbirlikçilerine dayanması fazla bir şey değiştirmiyor. Bu tip işbirlikçiler zaten aşıldı. Sivil maskeli idare edilmesi askeri hakimiyeti fazla örtbas edemez bizde, dolayısıyla olağanüstü hal olmuş, sıkıyönetim olmuş; bu ayrımları fazla ciddiye almak mümkün olmadığı gibi, olsa da ayrıntıdır. Ordu ağırlığı, ordu denetimi -ki, günümüzde çok iyi tanıdığımız özel savaş, dikkatle değerlendirmeyi gerektirecek bir biçimde hüküm icra edecektir. Aslında hükümetin idaresinden ziyade, Kürdistan'da özel savaşın idaresi diyeceğiz. Hükümet yine onun ekonomik, siyasi, diplomatik ihtiyaçlarını gidermekle mükelleftir. Esas karar, esas uygulama özel savaş subaylarınca geliştirilecektir. Özel savaş aslında başından beri uygulanıyor; önce gizli uygulanıyordu, şimdi açığa çıkıyor. Unutmayalım ki, gerçekten dikkatli bir göz, Türk basınını bile incelediğinde milimi milimine bize yönelik, Kürdistan'a yönelik bir özel savaşın uygulandığını görecektir. Camilerdeki hutbeyi okuyan resmi maaşlı müftüsünden tutalım hocasına, o-kuldaki öğretmenine kadar hepsi özel savaşın hizmetindedir. Belediyesidir, partileridir, hatta her türlü ekonomik, sosyal içerikli kuruluşlardır; hepsine özel savaşın elemanları sızdırılmıştır. Onların direktifleri doğrultusunda çalıştırılmaktadırlar. Maddi-manevi bütün resmi-gayri resmi düzeydeki kuruluşlar bunların kontrolü altındadır. Biz biraz üzerine yürüdük gerilettik, bazılarını açığa çıkardık ve fakat tümünü açığa çıkarmak, geriletmek, büyük savaşım ister. O halde özel savaşın karakterini, özelliklerini daha iyi görmek gerekir. Şimdiye kadarki kavrayışımızın sınırlı olduğu, ona karşı geliştirdiğimiz savaşın bu nedenle zayıf kaldığı göz önüne getirilerek, bu hükümetin de aslında özel savaşı kaldırması surda kalsın ona daha iyi hizmet etme gibi bir çaba içinde olacağını göz ardı etmeden ve fakat özel savaşın da hiçbir dönemle kıyaslanmayacak kadar gerileme içine girdiğini, deşifre edildiğini, bir anlamda küçümsenmeyecek oranda etkisizleştirildiğini iyi görerek ve nihai olarak özel savaşımın direkt ve dolaylı anlayış ve kurumlaşmalarını ve şiddete yönelik yanlarını dikkate alan kapsamlı bir devrimci savaş taktiğiyle karşılamayı bilmek gerekir.
Demek ki önümüzdeki dönemin devrimin lehine gelişmesi için her şeyden önce birincil planda ağırlıklı rol gerilla savaşında olmak üzere özel savaşın şiddete dayalı bütün uygulamalarını aynı şiddetle karşılamak, bunun için gerillayı derinliğine ve genişliğine iyi oturtmak büyük önem taşıyor. Biz şimdiye kadar gerillanın çocukluk aşamasını yaşadık. Gerillanın toyluk, amatörlük aşamasında kaldık. Olgun bir gerilladan bahsetmek zordur. Hatta ağırlıklı olarak silahlı propagandaydı bizim yaptığımız. Gerillanın bazı temelleri atıldı şimdi, ama gerçekten bir gerillacılık yaptığımıza inanıp kendimizi kandırmamalıyız. Gerillanın alt yapısı biraz oluşturuldu ve gerillaya benzer bazı eylemler, çabalar içine girildi ama çok yetersiz. Her kim ki, iyi gerillacılık yaptık, hem de nerdeyse en iyisini veya işte ancak bu kadar yapılabilir diyorsa, o kendini aldatıyor; o gerilladan, onun ordulaşma aşamasından bir şey anlamamıştır. Biz çok iyi biliyoruz ki, bu konumda olan birçok öğe var. Bunlar hiç şüphesiz önümüzdeki dönemin özel savaşına sağlam bir karşılık veremezler. Zaten dikkat edilirse şu anda en çok üzerinde durduğumuz da gerilla çalışmalarını engelleyen böylesi çabaların önünde durmaktır. Bir türlü gerillayı geliştirmeme, gerillaya rolünü oynatmama, gerillanın emrettiği eğitim, örgütleme, lojistik, üslenme ve hareket tarzını geliştirmeme, bunları bir türlü ordu esaslarına, onun yönetmeliğine bağlayamama ve bu konuda objektif olarak gerçekten bir tasfiyeci rol içinde bulunma durumu eğer asılmazsa gerillanın yozlaşması ve kendi kendini tasfiye etmesi göz ardı edilemez. Gerçek bir tehlikedir bu. Çoğunun iyi niyetli olması, köylü usulü savaşması bu durumu daha da tehlikeli hale getiriyor. Burada şunu çok iyi bilmek gerekiyor ve özellikle sizlerin çok iyi bilmesi gerekiyor, halihazırda savaşa varım diyenlerin müthiş anlaması gerekiyor: Mevcut düzeyin her ne kadar bir gelişme düzeyi olarak alsak da son derece zor bela ayakta tutulan bir düzey olduğunu, bizim, özellikle önderliğin çabalarının ardı arkası gelmez katkılarıyla ayakta tutulduğunu göz ardı edemezsiniz. Birlik savaşçılarının, komutanlarının konumu eğer her gün ihtimamla, sağdan-soldan destekle yönlendirilmezse düşmeleri kaçınılmazdır, diyoruz. Yani savaşçı ve komutan rolünü oynamaktan uzaktır.
Bu anlamda bu devrenin veya bu devrenin şahsında bütün partinin gerilla savaşı içine giren savaşçı ve kadrosunun üzerinde durulmasının en temel nedeni de bu durumu aştırmak, salt önderlik çabalarıyla veya alışılmış silahlı mücadele biçimleriyle bizim bu durumu artık daha fazla ilerletemeyeceğimizi, kurtaramayacağımızı iyi bildirmektir. Ve eğer gerekenler yapılmazsa, özellikle bizim çabalarımızın şu veya bu nedenle arkası kesilirse, değil gelişme, tasfiyenin kaçınılmaz olduğunu size göstermek içindir. Burada özel savaşı karşılayacak, ona göre gerillayı geliştirecek pozisyonu, gerilla savaşçılığını, gerilla örgütlendirmesini, ordulaşmasını sağlamak gibi ertelenemez, üzerinden, altından, sağından, solundan geçilemez, mutlaka gereği yapılması gereken emredici bir görevle karşı karşıyayız. Önümüzdeki dönemde özel savaş eğer iyi bir gerillayla karşılık bulmazsa, başarı kaydeder. Mevcut gelişmelere, bizim çabalarımıza, partinin dışta-içte yürüttüğü siyasal çabalarına güvenerek sahte bir gerilla yaşamına kimse kendini kaptırmasın. İçinizde özellikle bu yönlü tehlikeli eğilimler, yaklaşımlar var. Partinin büyük tecrübesine dayanan gelişmenin üzerinde ucuz yaşanmak isteniyor. Gelen bütün raporlar, hiç çaba harcamadan, ucuz komutanlık talepleriyle dolu. Bir Türk teğmeni dört yıl genelkurmaylık okur, staj dönemi vardır, askeri liseden geçer, daha öncesinde ilkokulu, ortaokulu okur. Bu kadar kapsamlı bir eğitimden geçen kişi teğmen, yani bir takımın komutanı olur. Bizimki ise daha doğru dürüst iki kelime konuşamıyor ama bir günde bir takım da değil, bölük komutanlığını istiyor, bizden. Artık bu gaflete bir son vermeliyiz. Böyle ucuz komutanlık olmaz! Böyle komutanlık anlayışını yerle bir edeceğiz. İki keçi gütmesini bilmeyen, ben komutanlık istiyorum diye kendisini hangi cesaretle dayatabilir? Bizim bir ordulaşma imkanı yarattığımız doğrudur. Savaşçı derlediğimiz doğrudur. Fakat bunlardan komuta teşkil etmek, takım komutanlığı teşkil etmek, doğru dürüst bir-iki kelimeyi konuşamayan, doğru dürüst bir nizamı bile kendine yedirmeyen adamın tasarrufuna bunları bırakmak kendimize yapılabilecek en büyük kötülüktür. Biz kendimize bu kötülüğü yapıyoruz şimdi. Yapmayalım; edebinizi bulacaksınız, terbiyenizi, nizamınızı bulacaksınız. Bu işe gönüllü geliyorsunuz, 'Varım" diyorsunuz, talep üstüne talepte bulunuyorsunuz ve fakat özüne, nizamına gelmezseniz sizden daha alçağı yoktur. Ordulaşma en oynanmayacak savaş biçimidir, örgüt biçimidir. Ülkedeki birimlerin durumuna bakıyoruz; gerçekten, eğer birlik komutanı olursam yaşadım, diye düşünülüyor. Biz bu partiyi bu aşamaya getirmek için kendimizi lime lime ederken yaşama diye bir şey aklımıza geldi mi? Bir takım insanı yiyeceğinden giyeceğine, ruhuna kadar biz donatacağız. O adam da gidecek üzerine oturacak! Böyle gözü kara adamlar şimdi peydan olmuş. Bir defa tepeden tırnağa kadar disiplin kesilmezsen, muazzam bir çalışma gücüne ulaşmazsan, teori kadar işin pratiğini bilmezsen bunun cesaret ve fedakârlığı sende olmazsa, nasıl komutan olmak istiyorsun! Ama ne yazık ki, parti adına önderlik eden, parti adına bu çalışmaları gözetmekten sorumlu olanlar da bir o denli sorumsuz. Ve hiç de ölçülere uygun olmadığını bildikleri halde, bu iş böyle yürümez, böyle komutan olunmaz, böyle savaşçı bile olunmaz diyemiyorlar. Bu konuda görevlerini maalesef yerine getiremiyorlar. Gerillayı geliştirmek, sorunları böyle kavramak ve çözüm gücü olmakla mümkündür. Son yıllarımızı ve bu son devremizi çok büyük bir çabayla biz bu sorunların çözümüne boşuna hasretmedik. Şimdi tekrar söylüyorum: Gönüllü geliyorsunuz, anlam ifade etmesi için çelikten bir disiplini, ordu çalışmasına dayatmalıyız. Bir komutan kimdir, bir savaşçı kimdir, görevi nedir? Bu sorulara cevap vermeden yaklaşmayın diyorum size. Söz veriyorsunuz, hiç olmazsa biraz namuslu bir biçimde bu sözün adamı olun, ama bu da bu yönlü görevlerin başarılmasına bağlı. Bu gücü kendinizde oluşturun. Hiç şüphesiz biz burjuva okullarında olduğu gibi, harp okullarında olduğu gibi uzun süreli bir eğitim görmeyeceğiz. Halkın okulları bunlardır. Halkın askeri okulları bunlardır. Halkın evlatları bu okullarda gerilla için, kadro ordulaşmaları için gerekeni alırlar ve biz de gerekeni veriyoruz. Fazlası var, eksiği yok aslında. O zaman layık olalım. Verileni alalım. Halk savaşçılarına, halk ordulaşmasına ne lazımsa onu kendimizde üretelim. İmkansız değil bu, koşullar çok olgun hale gelmiştir.
Reber APO
1991 Aralık Çözümlemelerinden Derlenmiştir- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
20 Aralık günü 21.00-22.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap’ın Çiyareş, Angola, Şehit Ferhat ve Karker Tepeleri, Karker Tepesi yamaçları, Şikefta Brindara ile Spindarê, Bêtkarê, Sernê ile Bimê köylerine yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı düzenlenmiştir.
- Ayrıntılar
"Öncelikle Sayın Abdullah Öcalan ve bütün Kürdistan halkından izin alarak bu eylemi gerçekleştiriyorum. Ben şimdi bedenimi ateşe veriyorum ama unutulmasın ki bunu halkım için yapıyorum. Barışın sesi olmak istiyorum. Bedenlerini ateşe veren arkadaşlarımız gibi…
Hiç kimsenin üzülmesini istemiyorum. Mezarımı Kürdistan bayrağıyla süsleyin. Bütün Kürdistan halkını ve gerillaları sevgi ve saygı ile kucaklıyorum."
Yeniden bir Kürdistanlı genç bedenini ateşe verdi. Bu yıl Mustafa Malçok bedenini ateşe vermişti ardından da bir müddet sonra Evrim Demir. Şimdi ise Fırat İzgin. Ve her bedenini ateşe verenle bizlerin bedeni ateşe verilmiş oluyor. Bu kadar acıyı göze alanlarla bizler acının en ağırını yaşıyoruz. Nasıl ki vurulan yoldaşlarımızla biz vuruluyorsak, nasıl ki cenazeleri yerlerden süründürülen yoldaşlarımızla biz süründürülüyorsak öyle her Kürt gencine kalkan elle biz vuruluyoruz. Biz yaralanıyoruz, bizlerin kolları kırılıyor, bizlerin başları yaralanıyor, bizlerin kafaları dipçiklerle param parça ediliyor, bizler linç ediliyoruz, bizler bıçaklanıyoruz.
Evet, o nazik, nazik olduğu kadar da güzel körpecik canlar bedenlerini ateşe verirlerken bizler cayır cayır yanıyoruz. Çünkü her kendisini ateşe veren gençten bize bırakılan mesajlar var. Fırat İzgin bizim için “Bütün Kürdistan halkını ve gerillaları sevgi ve sayı ile kucaklıyorum" diyor ve bize mesajını bırakıyor.
Daha önce bedenini ateşe 14 Temmuz sıcaklığında veren Evrim Demir ise: “AKP hükümeti bir kanal vererek bizi kandıracağını sanıyor. Artık öyle Kürtçe söyleyip oynamak falan yok. Bir statü istiyoruz. Biz kendi kendimizi yönetme hakkı istiyoruz. Biz var olduğumuzun ve PKK hareketiyle bir bütün olarak kabul edilmiş istiyoruz. Bu da böyle bilinsin. Artık “PKK hareketini imha ederiz, tasfiye ederiz” deyimiyle 30 yıl daha savaşa hizmet ederler. Ben ve benden sonrakiler bunu kabul etmez. Tekrar ayaklanırız 70 yıl sonra bile olsa” diyerek bize gitmemiz gereken yolu göstermişti. Bize meşale oldu.
Evrim Demir’den önce Kürtlerin miladı olan 15 Şubat günü hemen Dicle nehrinin kıyısında “15 Şubat karanlığını yanık bedenlerin aydınlatmasıyla” yazan Mustafa Malçok ise komploları nasıl karşılamamız gerektiğin en açık ve berrak bir şekilde dile getirmişti.
Ve birde 15 Şubat 2010 yılında Adıyaman’da bedenini ateşe veren Müslüm Doğan’ın: “Adı bile yasak olan bir halkın, küllerinden tek tek dirilten Reber Apo'ya her Kürt genci gibi ben de binlerce kez minnettarım ve anlasınlar ki Kürt halkı bir daha asla ihanete uğramayacaktır ve bedenlerin tutuşacağı bugün de özümüz olan özgürlüğe gideceğimizi, gittiğim yoldan asla dönemeyeceğimizi tüm mutlak inançla belirtmek isterim. Beritanlaşmak, Semalarda yücelmek, Mazlumlaşmak, Viyanlara ulaşmaktır” diyerek bizim yol göstericilerimiz olan Beritan, Sema, Mazlum ve Viyan yoldaşlara nasıl bağlı yaşamamız gerektiğinin ışıklı yolunu büyük bir özveriyle göstermişti.
Evet, bu kadar güzel bedenler canlarını Yeşil Türkî Faşizm’e karşı ateşe vererek karşı duruyorlarken ve gitmeden önce bıraktıkları son mektuplarında hep bize özel selamlarını ve bağlılıklarını göndermişlerken bizlerin onların insan aklı ve iradesinin zor dayanacağı bu eylemlerine ölümüne bağlı kalacağımız açıktır. Onları, o gencecik bedenleri, bizleri Yeşil Türkî Faşizm’e karşı dimdik ayakta tutacak yegâne güç kaynaklarımız olarak hep minnetle anacağız. Onları sadece anmayacağız, onları kendimize göklerde yol gösteren en değerli yıldızlar olarak esas alarak zorlu mücadelemizde yol gösteren yapacağız.
Evet, bununla da sınırlı tutmayacağız bedenlerini ateşe veren ateşe verirken hiç tereddüt göstermeden gerillasına inanarak dünyanın en zor olan eylemini ortaya koyan bu gencecik körpecik bedenleri her zaman tüm zamanlarda yüreğimize alarak onların sıcaklıklarıyla kendimizi ısıtacağız. Onların bize verdiği bu ısı ve enerjiyle onların özlemleri olan daha adaletli ve eşit, daha paylaşımcı bir dünyayı yaratmak için hiçbir bedelden geri durmadan mücadelemizi bu faşizm ortadan kalkana kadar devam edeceğiz.
O körpecik bedenlerini ateşe vererek şahadet tacını giyen kahramanların önünde saygıyla eğiliyoruz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Halk ve ülke olarak özgürlük mücadelesinin tarihi, zorlu dönemecine girdik. Final dönemeci olarak da adlandırılan bu süreçte sömürgeci saldırıların, çatışmaların, zirvede süreceği açıktır. Aynı şekilde genel olarak mücadelemizde daha büyük direnişlerin, kahramanlıkların, fedailiklerin de zirvede seyredeceği açıktır. İşte son günlerde Midyatlı bir gencimizin, sömürgeci Türk devletinin Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan üzerinde ağırlaştırdığı ve giderek büyük, ağır bir işkenceye dönüşen tecritini ve artan baskı-işkenceleri protesto etmek için gencecik bedenini ateşe verdi. Çocuk yüreğinde, kendi ulusal Önderine karşı ve kendi ulusuna yabancı bir gücün, sömürgeci Türk devletinin yaptığı zulmü, haksızlığı, adaletsizliği çok derinden ancak büyük yaşadı. Derinden hissetti. Ve bedenini ateşe verdi.
Amed zindanında Ferhat Kurtaylarla birlikte başlayan sömürgeci Türk devletini protesto etmek için bedenini ateşe vermeler, Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan’ın uluslar arası komplo ile esaret altına alınmasıyla birlikte “Güneşimizi karartamazsınız” şiarıyla başladı. Altmış kadar PKK militanı esaret koşullarında böyle bir eylemi gerçekleştirdi. Daha sonra Önderlik üzerinde uygulanan tecrit ve uygulamaları ise protesto etmek ve dikkatleri İmralı’ya çekmek için PKK’nin militan Önderlerinden birisi olan Viyan Soran yoldaş aynı tarzda bir eylem gerçekleştirdi. Evelki yıl Diyar Xoy Kandil’de, geçen yıl da dört gencimiz, sonra Müslüm Doğan, Mustafa Malçok, Evrim Demir ve şimdi de Fıratımız… henüz 15 yaşında bir çocuk, bir genç…
Bu ülkenin çocukları, gençleri, oğulları, kızları hala canlarını cayır cayır ateşe atmaktadırlar. Bir genç, daha çocuk denecek yaşta nasıl olur da, henüz yaşama doymamışken, o yaşama doymamış bedenini ateşe verir? Bununla ne anlatmak istiyorlar? Düşmana ne mesaj verilmek isteniyor, Kürt halkına, Kürdistanlılara ne söylenmek isteniyor? Anlamadığımız bir şey mi var ortada, yapmamız gerekip de yapmadığımız, yeterince yapamadığımız görevler mi var? Eğer durum anlaşılır, görevler yapılsa, işler yolunda gitse, kim, ne için farklı bir mesaj vermek istesin, hem de gencecik bedenini ateşe versin?
Fırat Kürdistan’ın en büyük nehridir. Engel tanımıyor. Kürdistan’ın bağrından çıkıp kendisine akacak bir yatak açarak akıyor. Engellerle karşılaşınca kabarıyor, köpürüyor, haykırıyor. Adeta dünya-aleme bana engel olmayın diyor. Engeller, barajlar, bentler karşısındaki isyanıdır bu. Adı Fırat İzgin. 15 yaşında. Onun çağrısı ne peki? Neden bir yazıyla, açıklamayla, pankartla, molotofla değil de mesajını böyle verdi? Neden kendisini yaktı? Neden böyle bir mektup bıraktı? Ve bizler halk olarak, yurtseverler olarak, ne kadar anladık? Demek ki ortada anlaşılmayan, yolunda gitmeyen, görülmeyen, hissedilmeyen, yapılması gerekip de yapılmayan bir şeyler var! Bir yetersizlik, duyarsızlık var!
Bir çocuğun hayallerinden, duygularından daha temiz, çıkarsız, riyasız, açık, dürüst, saf ne olabilir?
Yıllar önce Zilan ( Zeynep Kınacı) yoldaş, Dersim’de sömürgecilere karşı fedai eylemini koymadan önce Kürt halk Önderi için, keşke canımdan başka bir şeyim olsaydı ve onu de verseydim, diye yazmıştı. Zilan bir büyük mesajdı. Kürt halkı için Önderliğin ne demek olduğunu en iyi, zirvesel düzeyde kavrayan bir kişilikti. Irkçı-faşist, soykırımcı Tansu Çiller ve ekibinin Kürt halk Önderine karşı yaptığı suikaste karşı bir cevap olarak böyle bir eylemi gerçekleştirmişti.
O zaman direkt Kürt halk Önderliğini tasfiye etmek, katletmek vardı sömürgeci Türk devletinin hedefinde. Bugün ise ırkçı-faşist AKP ve Gülen cemaatinin hedefinde de, Kürt halk Önderini tasfiye etmek vardır. Birisi tonluk bombayla bunu yapmak istemiş, Tayyip Erdoğan denilen bölge halklarının kutsal dinini bile ırkçı-faşist emelleri için kullanmaktan çekinmeyecek kadar ahlaksız, ikiyüzlü bu şahıs, Önder Apo’yu tecrit işkencesiyle imha etmek istiyor. Ya da tecritle delirtmek istiyor. Yıllar Önce Kürt halk Önderi bana “Rudolf Hes modelini uygulamak istiyorlar” dememiş miydi? Sömürgeci AKP sisteminin üç asından birisi olan Bülent Arınç, Önderlik üzerindeki tecrit ve avukatlarınında rehin alınmasından sonra, baş gövdeden koparılmış, diyerek zaferini ilan etmiştir. Demek ki sıra gövdenin parçasına gelmiştir! Öyle planlıyorlar. Yeşil Ergenekon vasıtasıyla her alanda yurtseverlerin ulusal birliğini, örgütsel birliğini bozmak, parçalamak, çelişkiler yaratmak, sonra bu çelişkileri işleyerek, yönlendirerek hedefine ulaşmak. Hedef budur.
Bu tabi ki büyük bir tehlike! Genç Fıratımız, bu tehlikeye dikkat çekmiştir. Şüphesiz halk direniyor. Mücadele ediyor, yapılan saldırılar, soykırım operasyonları karşısında kendisini yeniden örgütlemek, güçlendirmek istiyor. Bu durum AKP-Gülen cemaatinin stratejisini, taktik uygulamalarını boşa çıkarıyor. Bir dalga kıran görevini görüyor. Ancak bütün bunlar yetersiz kalıyor.
İşte en son Amed’den başlayıp Kuzey Kürdistan’ın dört biryanına dalga dalga yayılan, Batman, Kızıltepe, Şırnak, Nusaybin’deki mitingler, yürüyüşler…bu mitingler Kürdistan halkının Önder Apo’ya, PKK’ye, BDP’ye, KCK sistemine, kendi özgürlüğüne, ülkesine, toprağına, ulusal değerlerine her koşul altında bağlı kalacağını ortaya koymuştur. Bu soykırım saldırıları, bu ırkçı-faşist yönelimler ortamında yüzbinlerle ortaya çıkmak elbette önemli bir özgürlük iradesini ortaya koymaktır. Anlamlıdır ve anlamı büyüktür. Ancak yetmiyor! Peki, yetmeyen taraf nedir? Yolunda gitmeyen taraf nedir? Bize ölümüne bunu kavratmak, göstermek isteyen, bunu canını ateşe vererek yapmak isteyen gencimize göre yapılmayan, görülmeyen, hissedilmeyen nedir?
Yurtsever Batman halkı son yılların en görkemli kitlesel gücünü, Ez lıvırım, İrademe dokunma, mitinginde sömürgeci uygulamalara karşı ortaya koydu. Şırnak’ta öyleydi. Gerçekten muhteşem bir irade gösterisiydi! Fakat sömürgeci AKP-Gülen faşist çeteleri ertesi gün Batman belediyesi başta olmak üzere, birçok yurtsever kurum-kuruluşa saldırdı. Botan’ın kalbi Şırnak’ta rehin almalar oldu. Bu Agitlerin, Edip Solmazların, Medeni Gürgenlerin şehri Batman’da, Adillerin, Çiçeklerin şehri Şırnak’ta bu kendi iradelerinin temsilini ifade eden Belediye ve diğer kurumların işgal edilmelerine, öfkeli, tepkili ancak bunu eylemiyle ortaya koyacak, belediyesini, kurumlarını savunacak bir pratik sergilenmedi. Herkesin gözlerinin içinde onlarca insan gözaltına alınmakta, fakat ciddi bir tepki yok! Ama daha dün onbinlerce kişi alanlarda büyük bir kararlılıkla irade ortaya konulmuştu, “irademe dokunma” denilmişti! Ama sömürgeci AKP’nin polis çeteleri sadece dokunmuyor, saldırıyor, ortadan kaldırmaya çalışıyor. Demek ki uyarılarınız dikkate alınmıyor. Onlar, sömürgeciler, Kürdistan’ın Türk işgalcileri bu uyarıları hiç duymazdan geldiler. Bildiklerini okumaya devam ediyorlar. Onlar, Kürdistan halkının düşmanları o kadar kindar ve öfkelidirler ki, değil Kürdistan halkının iradesine ve sesine saygılı olmak, onlar, Kürdü Türkleştirmek suretiyle yok etmek ve Kürdistan’ı belleklerden silmek istemeyi Türk olarak varoluşlarının esası haline getirmişlerdir.
Benzer saldırılar birçok yerde ortaya konuldu. Halkın seçilmiş temsilcilerine, iradelerine saldırıldı. Kurumları yağma edildi, kırıp-döküldü.
Ey Kürdistan halkı, Ey Batman halkı, bu toprakların ve ülkenin gerçek sahibi Kürt kadınları, gençleri, emekçileri çok mu zor, gidip Belediye binasının önünde onbinlerle toplanıp barikat kurmak, kurumların önüne binleri toplamak… Gerçekten çok mu zor?
Yoksa yapılan mitingler, çağrılar yeterli mi görülüyor? Eğer yetseydi, anlaşılsaydı hemen arkasından bu soykırım saldırısı olur muydu? Bu kadar pervasız olurmuydu? Demek ki yetmiyor! Demek ki onların anladığı dilden henüz konuşmuyoruz! Ama konuşamaz mıyız?
İşte Fırat’ın ve genç kızlarımızın, oğullarımızın yüreklerimize, beyinlerimize mesajı, sömürgecilerin, işgalcilerin anladığı dilden konuşmaktır!
O gençti, çocuktu ama cesareti, bilinci büyüktü! Çünkü Fırat’tı. Fırat gibi büyük, asi, engel tanımaz, her engel karşısında onu aşmanın sesi ve bir isyan çağrısıydı.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
2011 yılının sonuna doğru geliyoruz. Yıl değerlendirmeleri daha şimdiden başladı bile. Herkes kendi penceresinden 2011 yılını analiz etmeye çalışıyor. Herhalde bütün bu analizler genel planda şu noktada birleşecek: Büyük mücadele ve değişim yılı!
Gerçektende 2011 yılı tarihin en büyük mücadele yıllarından biri oldu. Mücadele ekonomik, siyasi ve askeri olmak üzere çok boyutluydu. Amerika’dan Avrupa’ya, ordan da Ortadoğu’ya olmak üzere bütün alanlara yayıldı. Değişim konusunda ise hem Avrupa’da hem de Ortadoğu’da ciddi iktidar değişiklikleri yaşandı. Bunlar arasında ikisi vardı ki, her biri bir düzine başa bedeldi: Roma’nın arlanmaz imparatoru Berlisconi ile Mısır’ın son firavunu Mübarek!
Ben kendimi bildim bileli sonu 1’li olan yıllar felâket geçiyor. İlki 1971 yılıydı. Dünyada olduğu gibi ülkemizde de gençlik devrimi temelinde gelişen büyük demokrasi hareketi, 12 Mart askeri darbesinin balyoz vuruşları altında ezildi. Biz daha yeni gençliğe adım atan nesil tamı tamına ne olduğunu bile anlayamadık.
İkincisi 1981 yılıydı. 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesinin vahşi baskı ve işkenceleri altında bizim nesil de ezildi. 1971’in ne demek olduğunu ancak 1981’de anlayabildik. Demokrasi adına Türkiye ve Kürdistan’da gelişen ne varsa hepsini ezen ve yok eden faşist-askeri rejimin saldırıları altından ancak PKK kısmen kendini kurtarabildi.
Üçüncüsü 1991 yılıydı. Sovyetler Birliği’nin çöktüğünü gösteren ABD-Irak Körfez Savaşı, her bakımdan yeni bir sürecin başlamış olduğunu ilân ediyordu. Buna Üçüncü Dünya Savaşının başlangıcı da denildi. Kürtler Kuzey’de ve Güney’de serhildanlar geliştirerek bu yeni sürecin yıkıcı etkilerinden korunmaya çalıştılar.
Dördüncüsü 2001 yılıydı. Amerika’da 11 Eylül İkiz kule saldırısıyla Üçüncü Dünya Savaşında yeni bir aşama başladı. 1991 Körfez Savaşı ile Ortadoğu’ya askeri bakımdan yerleşmiş olan ABD için Ortadoğu savaşının önü açıldı. Hem Afganistan hem de Irak savaşıyla ABD, Güney Asya ve Ortadoğu bölgelerini merkezden yardı. Kürtler bu ağır çelişki ve çatışma ortamında kendilerini korumaya ve statü kazanmaya çalıştılar.
Beşincisi de 2011 yılı oluyor. Bu yıl hem dünya, hem bölge ve hem de Kürdistan açısından büyük mücadele ve değişim yılı oldu. Dünya 1929 kapitalizmin büyük bunalımıyla kıyaslanan ağır bir ekonomik krizin pençesinde kıvranırken, kapitalist sistemin umudu ve kurtarıcısı sayılan Avrupa Birliği’nin gelecği bile tartışılır hale geldi. Tunus ve Mısır isyanlarıyla başlayan “Arap baharı” ise, Afganistan ve Irak savaşları ardından Ortadoğu’nun yeniden yapılanmak zorunda olduğunu herkese gösterdi. Aynı zamanda yaklaşık kırk yıldır süren Kürdistan üzerindeki mücadelenin artık bir sonuca bağlanması gereği netçe ortaya çıktı.
Şimdi kapitalist sistemin yaşadığı ağır ekonomik ve mali krizden nasıl çıkılacağı konusu ilgili çevreler tarafından yoğunca tartışılıyor ve araştırılıyor. Doğal olarak kriz, sistemin merkezi olan Avrupa’yı vuruyor. 2011 yılında krize karşı yürütülen ekonomik ve mali mücadele kesin ve kalıcı bir sonuç vermemiş görünüyor. Bir yandan krizi yaşayan sistemin ezdiği kitleler Amerika’dan Avrupa’ya kadar her alanda krizin merkezi olan borsaları işgal etmeye yürürken, diğer yandan sistem kendi içinde ağır kemer sıkma programlarını devreye koyuyor. Bu da Yunanistan’dan İtalya ve İspanya’ya kadar birçok Avrupa ülkesinde daha şimdiden hükümet değişikliklerinin yaşanmasını gerçekleştirmiş bulunuyor.
Burada özellikle Papandreu ve Berlisconi hükümetlerinin düşüşü önemli ve anlamlı görünüyor. Bunlar sadece Avrupa’nın iki şımarık hükümetinin devrilişi değildir. Aynı zamanda krizi kitlelere yüklemek için yeni ekonomik programların devreye konmasını da ifade ediyor. Peki, bu programlar sonuç verecek midir? Kapitalist sistem bu temelde yaşadığı krizden kurtulabilecek midir? Bu soruların cevabı henüz net ve kesin değildir. Umut olduğu kadar tersi de geçerliliğini korumaktadır. Bu temelde sürecek kriz durumu sistem içindeki ekonomik ve siyasi mücadeleyi derinleştirirken, krizin sonuçları üzerine yüklenen kitlelerin daha yaygın ve şiddetli halde sisteme karşı mücadeleye yönelmeleri de en güçlü olasılık durumundadır.
2011 yılının mücadele ve değişim gerçeği, Ortadoğu bölgesinde çok daha belirgin ve şiddetli yaşanmaktadır. Avrupa’da ekonomik-mali krizle bulaşık bir siyasal mücadele yaşanırken, Ortadoğu’da siyaset, savaş ve halk isyanlarıyla iç içedir. Bu temelde yılın ilk ayında Tunus’ta başlayan ve kısa bir sürede Binali yönetimini değiştirmeyi başaran halk isyanı, hızla Mısır’a ve diğer Arap ülkelerine yayılmıştır. Mısır’da çok güçlü görünen otuz yıllık Hüsnü Mübarek yönetimden düşerken, yaşanan isyan Yemen’de ve giderek Libya’da içsavaş konumu kazanmışır. Yemen’de muhalefete karşı ABD desteğine sahip olan Ali Abdullah Salih yönetimi zorda olsa kendini ayakta tutarken, ordu ve hükümet içinden örgütlenen bir darbeyle sarsılan Kaddafi yönetimi ise, çok çalışmasına rağmen NATO saldırıları karşısında ayakta kalamamış ve 2012 yılını görememiştir.
Hiç kuşkusuz bir yıl içinde Arap aleminde yaşanan bu siyasal değişim asla küçümsenemez. Otuz yıllık Mübarek, kırk iki yıllık Kaddafi iktidarlarının bu tarz devrilişi 2010 yılında tasavvur bile edilemiyordu. Hatta bu tarz düşünce ileri sürenlere “Deli” olarak bile bakılabilirdi. Ancak hayal bile edilemeyen bir siyasal mücadele ve değişim Arap aleminde yaşandı. Ve bu sürecin devam edeceği de anlaşılıyor.
Kuşkusuz 2011 yılında Arap aleminde yaşananlar Üçüncü Dünya Savaşı denen sürecin yeni bir aşaması ve belki de sona doğru gidişi oluyor. Başlangıç 1991 Körfez Savaşıydı. Bu savaşla Saddam yönetimi daraltıldı ve ABD askeri olarak Ortadoğu’ya yerleşti. İkinci aşama 11 Eylül 2001 İkizkule saldırısı ardından gelişen Afganistan ve Irak savaşlarıydı. Taliban ve Saddam yönetimlerinin yıkılışıyla Güney Asya ve Ortadoğu’daki ulus-devlet statükoları merkezlerinden yarılmış oldu.
Şimdi 2011 Ocağından itibaren başlayan Tunus ve Mısır isyanlarıyla gelişen Arap baharı üçüncü aşama oluyor. Bu aşamada Arap aleminde ulus-devleti temsil eden bireysel yönetimler yıkılıyor. Bu üçüncü aşamanın yirminci yüzyıl yönetimlerinin yıkıldığı aşama olacağı anlaşılıyor. Ancak eskinin yıkımıyla yeninin inşası içiçemi olacak, yoksa yıkımdan sonra yeninin inşası yeni (dördüncü) bir aşama olarakmı yaşanacak, bu durum henüz pek belli görünmüyor. Her iki olasılık da mevcuttur. Hangi olasılığın yaşanacağını ise Suriye etrafında yaşanacak mücadele gösterecektir.
Mevcut haliyle hem halktan ve hem de ABD’den gelen baskıya karşı direnen tek Arap rejimi Suriye’deki Esat yönetimidir. Eğer Esat yönetimi yıkılırsa yirminci yüzyıl Arap yönetimlerinin tümü yıkılmış olacaktır. Çünkü Ürdün, Kuveyt, Suudi gibi krallıkların ciddi bir varlık göstermeleri mümkün değildir. Kapitalist sistem nasıl isterse onlar ona göre şekil alacaklardır. O nedenle Arap aleminin yeniden yapılanışının nasıl olacağını Suriye üzerindeki mücadelenin sonuçları belirleyecektir.
Sadece Arap aleminin nasıl yapılanacağını mı? Belli ki hayır. Suriye üzerindeki mücadelenin sonuçları tüm Ortadoğu’nun nasıl yapılanacağını belirleyecektir. Yani Suriye üzerindeki mücadele bir bölgesel mücadeledir ve herkes tarafından da böyle ele alınmaktadır. Şimdi Ortadoğu’daki değişim ve mücadele gelip Suriye üzerinde odaklanmıştır. Bu büyük mücadele 2012 yılına devredilmektedir ve belki de 2013’e bile sarkabilir. Demek ki 2012’de de mücadele ve değişim devam edecektir.
Ortadoğu’daki Kürtleri inkâr ve imha eden statükonun böyle parçalanması Kürtler açısından çok önemli ve de iyidir. 2011 yılı Kürtlerin umutlarının daha da arttığı ve varlıklarının güçlendiği bir yıl olmuştur. Özellikle de Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Ortadoğu’dan çıkarılmasının birinci dereceden sorumlusu Hüsnü Mübarek ile Roma’dan çıkarılmasının sorumlusu Berlisconi’nin bu yıl iktidardan düşmeleri Kürtleri çok, ama çok sevindirmiştir. Derler ya, alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste!..
Selahattin ERDEM
Özgür Politika
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 18 Aralık günü 19.00-20.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Metina’nın Golka ve Dola Kuruma alanları ile Dêrgilê ve Qesrokê köylerine yönelik olarak işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları tarafından hava saldırısı gerçekleştirilmiştir. Yapılan saldırı sonucunda Golka ve Qesrokê köyünde bulunan köylülere ait bahçeler ve sulama havuzu zarar görmüştür.
- Ayrıntılar
Türkiye devleti yetkilileri özelde de Yeşil Türki Faşizmin temsilcileri tarihe yeni bir yöntem kazandırdılar. O yeni yöntemin özü insan duygularını yanıltmadır. Birileri diyecek ki bu yöntemi daha önce de kullananlar olmuş ve halende kullananlar vardır. Ve birileri diyecek ki bu sizin bahsettiğiniz yöntemin ismi özel savaş ya da özel psikolojik savaştır. Ve birileri de diyecek ki çok büyük bir tespit yapmış olmuyorsunuz bildiğimiz bir şeyi bize yeni bir şeymiş gibi sunuyorsunuz.
Söylenenler doğru olabilir. Bu yöntemi daha önce başkaları kullanmış olabilir. Hatta dünyanın farklı alanlarında bu yöntemi kullananlarda muhtemelen vardır. Ve bu insan duygularını manipüle eden yönetme biçimine özel savaş ya da özel psikolojik savaş denildiği de doğrudur. Bu söylenenler ışığında yola çıkarsak elbette yeni bir şey söylenmiş olmuyor. Lakin bizim söylediğimiz daha farklı bir şeydir.
Söylediğimiz nedir?
Yeşil Türkî Faşizm kendisini insan duyguları üzerinde şekillendiriyor. Daha doğrusu insan duygularını en derinlikli olarak nasıl yönlendiririm, manipüle ederim, yanıltırım, kendi tarafıma çekerim, kandırırım, etkilerim ve tabii ki gözlerini boyarım hedefini gözetliyor.
Biz Şili’de yirmi yalanın nasıl bir doğru ettiğini iyi biliyoruz. Ancak Yeşil Türkî Faşizm sadece “bin yalan bir doğru etse de” bu bin yalanı söylemiyle sınırlı değildir. Böyle olsa birilerinin söylediği tespitler ya da eleştiriler yerinde olurdu. Ne var ki Yeşil Türkî Faşizm ya da Faşistler (YTF) sadece bu yöntemi kullanmıyorlar. Yani sadece kuru bir psikolojik savaş yürütmüyorlar. Tersine psikolojik savaşı da yanlarına alarak insan denilen varlığın ne kadar kutsal değerleri varsa bunlara el atarak, bunları sahiplenerek, bunları kullanarak bu güzel varlığı dolandırıyor.
İnsan varlığının iç dünyasında aradığı ve onsuz yaşamak istemediği en önemli arayışı özgürlüktür, adalettir, eşitliktir, şefkattir, ortakçılıktır, toplumculuktur derken dini inançlarıdır, emektir ve daha nice böyle güzel erdemlerdir. İşte YTF’ler bu değerlere el atarak, ters yüz ederek insan dünyasına girmeye çalışıyorlar. Bu değerlerle tüm bir insanlığı kandırmayı ve refleksiz kılmayı hedefliyorlar.
Söylemek istediklerimizin daha iyi anlaşılması açısından: YTF’ler örneğin hepsi ticaretçidir. Muhafazakârdır. Milliyetçidir. Devletçidir. Otoriterdir. Askercidir. Güççüdür. Ama bu YTF’lere dikkat edersek söylemlerinde işçidir, emekçidir. Demokrattır. Sosyal demokrattır. Sosyal adaletçidir. Halkların kardeşliğini dilinden düşürmezler. Toplumcudurlar. Çoğulcudurlar. Savaşa ve şiddete karşıdırlar. Tanrının verdiği canı bir tanrı alabilir derler. Ve alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste demeyi de ihmal etmezler. Böyle onlarca olayı sıralamak mümkündür. Ahmet kaya’yı ülkeden atarlar ama onun için gözyaşı dökerler. Kürdistan’ın her yerini zindana çevirirler ama Amed zindanı için gözyaşı dökerler. Faili Meçhullerin açığa çıkmaması için onlarca takla atarlar ancak Berfo ananın öyküsünde yine gencecik fidanların asılmasını dile getirerek gözyaşı dökerler. Dersim katliamı derler ama bugün Kürtler Dersim gibi yaşamak istedikleri için ölümden ölümler yaşatmaktadırlar.
Lafı uzatmadan YTF’ler demokratların, solcuların, sosyalistlerin, feministlerin, özgürlükçülerin, gençlerin, sanatçıların, devrimcilerin, inançlıların tüm değerlerini azlarına dolayarak öyle olmadıkları halde kendilerine mal ederek insanın ruh dünyası manipüle etmeyi bir yöntem olarak benimsemişlerdir. Yani söylemde ret ederek değil, tersine söylemde sahiplenerek kendine eklemleyerek yapan bir yöntemi seçmişlerdir. Bu yöntem dünyada tektir.
İnsan sonuçta duygulu duygu yüklü bir varlık olduğu için içinde kabul etmediklerini hal hareketlerine, mimiklerine, gestiklerine, ses tonuna, göz kaşına derken mutlaka bir şekilde yansıtır. Ancak bu YTF’ler kendilerinin inanmadıklarını, kendilerine uyumlu olmayanları bile sanki inanıyormuş gibi sanki kendilerine uyumluymuş gibi kendilerini gösterebiliyor ve renk atmıyorlar. Ses tonlarını değiştirmiyorlar. Gözlerini kaçırmıyorlar. Tersine bu kadar büyük yalanlara rağmen insanın gözlerinin içine baka baka söylüyorlar, gözyaşı döküyorlar.
İşte bu yeni geliştirilmiş bir yöntemdir. Hiçbir insanın kolay kolay etkisinde kurtulamayacağı bir yöntemdir. Hele siz bu duruma insanın ruh dünyasındaki temizliği, saflığı ve tabii birde güzel insan arayışını da eklerseniz insanın bu kadar renk atmayan yalana inanmaması mümkün değildir. Tarihin o en meşhur bukalemun, ikiyüzlü hatta yüzsüz olan Fouche’si bile bunların eline su dökemez.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna
1. 14 Aralık günü 18.00-19.30 saatleri arasında Mardin’in Midyat ve Nusaybin ilçeleri arasında gerillalarımız tarafından yol ve kimlik kontrolü gerçekleştirilmiştir. Gerillalarımız aynı zamanda değişik etnik yapıdan çok sayıda toplanan halka düşman yönelimleri ve gelişmeler hakkında propaganda yapmıştır.
- Ayrıntılar
Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da İnsan hakları haftası kutlanmaktadır. Ancak Türk devletinin oluşum mantığı, zihniyeti, felsefesi ve özellikle Kürt ulusunu yok etme, soykırıma uğratma ve Kürdistan’ı Türk uluslaşmasının doğal genişleme alanı görme zihniyeti yeterince tartışılmadan, anlaşılır kılınmadan yapılan insan hakları ihlalleri gündemleştirilmeye çalışılmaktadır. Bunun da ciddi yetersizlikler taşıdığı çok açıktır. Hatta sanki Kürdistan’da gerçekten insanın, insan olmaktan kaynaklı, tartışılamayan, kısıtlanamayan, gasp edilemeyen, baskı altına alınamayan hakları varmışta, ancak bunun yanı sıra, bazı ihlaller yaşanıyormuş gibi bir yanılsamaya veya böyle bir algının oluşmasına da götürebilir. Kaldı ki, böyle bir yanlış yaklaşım ve algı da, sömürgeci Türk devletinin algı yapıcıları ve Gülen’in faşist Cemaati tarafından da kendi medyaları aracılığıyla yeterince oluşturulmuştur.
Sömürgeci Türk devletinin soykırım zihniyeti, politikası ve uygulamaları en çok Kürt Önderlerine karşı yaklaşımlarında kendilerini ele vermektedirler. Kürt halkı, ulusunun varlığı, hakları kabul edilmediği için, Önderlikleri de kabul edilmemiş, sömürgeci cumhuriyet tarihi boyunca sürekli idamlarla imha edilmişlerdir ya da suikastlerle ortadan kaldırılmışlardır. Önder Apo’ya karşı daha önce geliştirilen suikast girişimi, ardından idam cezası ve sonra geliştirilen ağırlaştırılmış müebbet ve son beş aydan bu yana uygulanan işkenceye dönüşen tecrit bu zihniyetin güncel ifadesidir. Sömürgeci AKP siyasetinin önemli isimlerinden birisi olan Bülent Arıncın, Kürt halk Önderi üzerindeki tecritin ağırlaştırılmasından ve avukatlarının tutuklanmasından sonra, “ gövdeyi baştan ayırdık” demesinin anlamı açıktır. Baş gövdeden neden ayrılmaktadır? Gövdeyi parçalamak için değil mi? Parçalanmak istenen gövde ise Kürt halkıdır, onun örgütlü mücadelesidir. Tüm bu nedenlerden dolayı Kürdistanlı kadınlarının başlattığı, “ Önderliğimizi Özgürleştirelim, soykırıma son verelim” hamle yerinde bir çıkış olmaktadır.
Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan, son olarak kaleme aldığı kitabının adını, soykırım kıskacında Kürtler olarak belirlemiştir. Gerçekten de tüm verilere bakıldığında, Kürt ulusu kelimenin gerçek anlamıyla bir soykırıma tabi tutulmaktadır. Hem fiziki olarak, hem kültürel olarak bir soykırıma tabi tutulmaktadır. Ekonomi, eğitim, siyaset, istihbarat, kültür, sanat, hukuk, idare vb. her şey bu amaçla düzenlenmişlerdir.
1925’te, şeyh Sait isyanından sonra yapılan fiziki Kürt soykırımından sonra, yürürlüğe giren Şark Islahat planının kendisi aslında bir soykırım suçunun belgesidir. Tam bir sömürge politikasını ifade etmektedir. Bu amaçla da eritme-yok etme planı yürürlüktedir. Özel bir devlet mekanizması, özel bir hukuk sistemi kurumlaştırılmıştır. Oradaki maddelere bakıldığında, Türk ulus devletini oluşturmak için Kürdün yok edilmesi hedeflenmiştir. Kürdü Türkleştirme amacıyla, Kürdistan’dan Kürtleri zorla göçertme, Türklerin yoğun olarak yaşadığı şehirlerde Türkleşmelerini sağlama, Kürt dilini yasaklama, kültürünü yasaklama, konuşanları cezalandırma, Kürt çocuklarını, oğullarını-kızlarını ailelerinden uzaklaştırarak Türkleştirmek amacıyla okullara yerleştirme, ticaretin, ekonominin Kürtlerin elinde yoğunlaşmasına izin vermeme, demografyayı bozma da dahil hemen hemen BM de kabul edilen soykırım ölçülerine birebir uymaktadır.
Aslında İttihat terakki döneminden başlatılan bu soykırım süreci, 25 ten sonra kapsamlı bir planlama dahilinde, daha sistematik bir biçimde yürürlüğe girmiştir. Şark Islahat planının hazırlanma sürecinde ve sonrasında hazırlanan öyle belgeler vardır ki, insanın tüylerini diken diken eden cinsten belgelerdir. Örneğin bir belgede, yatılı okullara alınacak çocukların, evlerinde yapılan yemeklerden uzak tutulmaları gerektiğini bile maddeleştiren bir zihniyet vardır. Çerçiliğin yasaklanmasını savunan maddeler bile vardır. Öylesine ince ince bir soykırım planlanmış ki… eğer Kürtlerden çerçilik yapan olursa, Kürtçe konuşur ve elinde sermaye birikir, denilmektedir. Adeta işi şansa bırakmama, Kürtlüğün nefes alabileceği tüm delikleri tıkayarak mutlaka Kürtlüğü bitirmeyi amaçlayan cinsinden bir uygulama… Hitlerin gaz odalarının amacı neydi ki? O da işi şansa bırakmamak ve kestirmeden sonuca gitmek için gaz odalarını tercih etmemiş miydi? Türk devletinin bir suç devleti, bir soykırım suçunu işlemiş devlet olarak kurulduğunu belirtmemizin anlamı da böylelikle yerine oturmaktadır.
Bir tür mankurtlaştırma veya yeniçerileştirme gibi canavarca bir uygulamayı Kürt birey ve toplumuna dayatarak, belleklerini silerek, kendi anne-babalarından, kardeşlerinden, kendi tarihlerinden, uluslarından, kültürlerinden, dillerinden, topraklarından kopararak, köle bir birey-toplum yaratmak amaçlanmıştır. Zaten dönemin Adalet bakanı Mahmut Esat Bozkurt, bu topraklarda sadece Türkler yaşar, başkaları ancak onlara hizmetçi olabilir demesi boşuna değildir. Ve rastgele söylenmiş bir söz değildir. Soykırımı amaçlayan, pratikleştiren bir soykırımcının gönül rahatlığı ve kendisine olan güven duygusu içinde bu sözleri sarf etmiştir.
Peki Atatürk’ün dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın söylediği şu sözlere ne demeli? “Geri Kürtler, yaşam kavgasında kendisinden daha üstün Türklerin altında kalmıştır. Bu nedenle de, ya ülkeyi terk etmeli, ya da yaşam kavgasında işe yaramaz unsur olarak yok edilmesi gerekir” bu bir soykırımı açıkça itiraf etmek değil mi? Bu kadar soğukkanlı celatlık!…
Zaten İsmet İnönü’nün hazırladığı rapor tam anlamıyla şark ıslahat planının uygulanmasında ortaya çıkan sorunları giderme ve tümüyle Kürtlüğü ortadan kaldırmayı hedefleyen bir rapor niteliğindedir. Dersimin “yitik kızları”nın durumu bilinebilen en acı soykırım örneklerinden birisidir.
Kendisine Kürdüm diyenin suratına tükürmeyi pankart yapacak kadar, ırkçı-faşist ve soykırımcı bir cumhurbaşkanının olduğu bir devlettir Türkiye cumhuriyeti devleti.
Son günlerde 1996 yılında MGK’nin Kürtlerin nüfus olarak artmaması için, hazırladıkları bir rapora dikkat çekilmektedir. Burada Kürt soyunu kurutmaya yönelik bir hazırlığın olduğu anlaşılmaktadır.
Soykırım politikası bitti mi? Hayır! Aksine daha da derinleştirilerek sürdürülmektedir. Sömürgeci Türk devletinin Başbakanı Tayyip Erdoğan, 2006 yılında, halkımızın yükselen serhıldanları karşısında aynen şunu söylemişti: “kadında olsa çocukta olsa güvenlik kuvvetleri gerekenleri yapacaktır” demiş ve ardından Amed serhıldanında 14 Kürt katledilmiş ve bunun yarısından çoğu çocuktur. Asimilasyon politikasına devam edilmiştir. İnkar politikası sürdürülmüştür. Tek devlet, tek ulus, tek vatan, tek dil, tek bayrak tekerlemesini sürdürmüş, bunu kabul etmeyenlerin çekip gitmeleri gerektiğini söylemiştir. 2009 yerel yönetim seçimlerinden sonra başlatılan siyasi soykırım operasyonları sonucu binlerce Kürdün rehin alınması böyle bir soykırım politikasının devamıdır.
AKP-F.Gülen faşizminin diğer bir uygulaması da, özel valiler, polis amirleri, özel ordu, özel öğretmenler, imamlar, doktorlar vb. uygulamalar gündemdedir.
Ancak en açık soykırım talimatını Fethullah Gülen hem de, müritlerinin amin nidaları eşliğinde vermiştir. Ancak bu açık fiziki katliam, soykırım fetvasına kimse bir şey dememiştir. Savcılar, hakimler bir şey dememiştir. Uluslar arası mahkemeler, insan hakları kuruluşları bir şey deme gereğini duymamıştır. Demelerini de beklemiyoruz zaten.
“30 senedir, ayıptır yani ardır bu. Dağdaki bir avuç mevcudiyetleri ne kadar onların? Diyorlar ki dağda her zaman 500-600 tane insan var. Haydi, o kadar olmasın, beş bin tane olsun, hayır 50 bin tane olsun. Canım, bir milyona yakın şeyiniz var sizin. Bu kadar da Emniyet teşkilatınız var yani. İstihbaratınız var. Ayrı ayrı birbirinden farklı üç dört tane İstihbarat var Türkiye’de. İsimlerini söylemeyeceğim ben onların. Sonra dünya istihbaratı ile müşterek şeyleriniz oluyor sizin, projeleriniz oluyor. Bunları yerli yerinde tespit edin, o projeleri. O bir avuç eşkıyanın hakkından gelin. Kuşatın onları, lokalize edin... Allah’ım birliğimizi sağla. Lütfeyle, aramızı telif buyur, bizi ittifaka muvaffak kıl. O hakkı kötektir olan bunlar. Allah’ım onların da altlarını üstlerine getir, birliklerini boz (Amin!), evlerine ateş sal (Amin!), feryatlarını figan sar (Amin!), köklerini kes (Amin!), kurut ve işlerini bitir (Amin!).”
Tabi Fethullah Gülen böyle bir soykırım fetvası verdikten sonra, Diyarbakır Valisinin, Adana valisinin Kürt çocuklarını mankurtlaştırmak üzere, el koymak emrini vermekten daha doğal ne olabilir.
BM genel kurulunda 9 aralık 1948 de kabul edilip 12 ocak 1951 de yürürlüğe giren soykırım sözleşmesine göre, “bir başka grubun mensuplarını katletmek, grubun mensuplarına ciddi bedensel ve psikolojik zararlar vermek, grubun bedensel varlığını kısmen veya tamamen yokalmasına yol açacak hayat şartlarına kasten tabi tutmak, grup içinde doğumları önlemek kastıyla önlemler almak, grubun çocuklarını bir başka gruba nakletmek”
Tüm burada belirtilenler, birebir belki de daha ağır bir biçimde Kürdistan da uygulanmış ve halen de uygulanmaktadır. Bunları tek tek verileriyle ortaya koymak ayrı bir değerlendirme konusudur ve bu yazı kapsamını aşmaktadır.
Kürdistan öyle bir ülke ve Kürt ulusu öyle bir ulus ki, varlığı inkar edilmekte, onuru çiğnenmekte, insan olma hakkı bile elinden zorla alınmış bir ulustur.
İnsan toplumuyla insandır. Toplumsuz, ulussuz birey yoktur. Düşünülemez de. Eğer ulusun hakları, yani varolma, kendi iradesiyle özgür geleceğini belirleme hakkı yoksa tek tek insan haklarının olduğunu iddia etmek, tam bir aldatma politikasıdır. Birey hakkı ve toplum hakkı birbirinden ayırt edilemez bir gerçekliktir. Onun için Kürt ulusu ve bireyleri başta Türk sömürgecileri tarafından Ulusu inkar edilen, ülkesi sömürgeleştirilen Kürdistan’da, soykırım kıskacındaki Kürt gerçeğini görerek, idam sehpasına çıkarılmış ve altından sandalyesi cellat tarafından çekilmekle yüzyüze olan bir gerçeklik temelinde ulusal varlık ve onun diri reflekslerini göstererek özgürlük çığlığını serhıldan temelinde haykırmalıdır.
Bunun için de sıkı örgütlenmeli, ulusal-demokratik birliğini güçlendirmelidir. Serhıldan soykırımcı Türk sömürgeciliğinin tüm saldırılarına karşı direnebilen, ayakta kalabilen bir sıkı örgütlenme işidir. Bunun için bu halkın ve ülkenin karşı karşıya kaldığı soykırım tehlikesi ve gerçeğini görme, hissetme ve bunu halkımıza en iyi bir biçimde anlatmak gerekmektedir. Gece gündüz, yaz-kış demeden yapılması gereken bir kutsal var olma ve özgür olma savaşıdır bu. En önemlisi bunun başarılmasıdır. Gerisi daha derli-toplu pratikleşmedir.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
12 Aralık günü 10.00-12.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap’ın Şikefta Birindara, Karker Tepesi ile Bezele Köyüne yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar