Basına ve Kamuoyuna!
1. 19 Kasım tarihinden itibaren Şırnak'a bağlı Gabar dağı üzerinde işgalci TC ordusuna ait insansız hava araçlarıyla yoğun keşif uçuşları gerçekleşmiştir.
- Ayrıntılar
Sömürgeciliği; “genel olarak bir devletin başka ulusları, devletleri, toplulukları, siyasal ve ekonomik egemenliği altına alarak yayılması veya yayılmayı istemesi, müstemlekecilik” olarak tanımlıyor sözlükler.
Bunun için dünyada bir halkın başına gelecek en büyük felaketlerin başında kesinlikle sömürge durumuna gelmek durumu geliyor. Sömürge durumuna gelenler sömürgeciliğin kendileri açısından ne anlama geldiğini en iyi bilenler oluyor. Çünkü sömürgecilerin sömürge insanına nasıl yaklaştığını bizatihi yaşayarak öğrenmişlerdir sömürgeciliği yaşayanlar.
Yaşanmadan öğrenmek zor oluyor insanlar için. İnsanların halen en iyi öğrenme yöntemi yaşayarak öğrenmeleridir. Bunun için diyoruz sömürgeciliği en iyi anlayan, en iyi dile getiren, en iyi tanımlayan ve tabii ki buna karşı da mücadele edecek olanlar en çok bu durumu yaşamış olanlardır.
Sömürge altında olupta sömürgeciliğe karşı mücadele etmemek tek kelimeyle söyleyecek olursak onursuzluktur. Bu durumu en iyi bir şekilde ifade etmiş olan kişi Fransız aydınlarından olan Jean Jacques Rousseau’dur. Jean Jacques Rousseau Toplumsal Sözleşme isimli kitabında:“Yalnızca gücü ve güçten doğan etkiyi dikkate alacak olsaydım, derdim ki bir halk eğer boyun eğmek zorundaysa ve boyun eğiyorsa iyi ediyordur. Fakat boyunduruğunu silip atabilecek duruma gelir gelmez silip atarsa daha iyi eder. Çünkü özgürlüğü elinden alınan bu hangi hakka dayandırılarak yapılmışsa aynı hakka dayanarak onu geri alma hakkı vardır. İnsanın özgürlüğünden vazgeçmek demek insan olma niteliğinden insan haklarından hatta ödevlerinden vazgeçmesi demektir. Böyle bir vazgeçiş insan doğasıyla bağdaşmaz. Çünkü özgürlük elde edilebilir, ama kaybedildi mi bir daha ele geçmez” der ve özgürlüğünü çalmış olanlara karşı mücadele etmeye çağırır.
Evet, sömürge durumunu yaşayıpta karşı durmamak yeniden belirtelim ki tek kelimeyle ifade edecek olursak, onursuzluktur.
Sömürgecilerinde çeşitleri vardır. Kimisi vardır gelir ülkene el koyar, yer altı ve yer üstü zenginliklerini alıp götürür. Ve yer yer karşı koyuşlar olduğunda ezip geçer. Ancak kimisi de vardır ki çok farklıdır. Hem gelir ülkene el koyar, hem yer altı yer üstü zenginliklerini çalar, hem vurur kırar, hem de el koyduğu topraklarda kendi kültürünü yayar, orada yıllarca hatta bin yıllarca yaşamış olan kültürü yok sayarak, küçümseyerek horlar, bu yetmez dediğimiz gibi kendi kültürel yayılmanın alanı haline sömürge ettiği toprakları getirir. Bu tarz bir sömürgecilik dünyanın en çirkin ve en tehlikeli olan sömürgecilik biçimidir.
Bu duruma peki bir toplum ya da insan nasıl getirilebilir? Hiç şüphe yok ki sömürgecilerin eğitimiyle.
Bu duruma iyi bir örnek “Zamanın Kahramanları” adlı şiirinde David Diop dile getiriyor.
“Beyaz adam babamı öldürdü
Çünkü onurlu bir adamdı babam.
Annemi kirletti Beyaz adam
Annem güzeldi çünkü.
Beyaz adam belimi kırdı kardeşimin
Güpegündüz, yol ortasında
Çünkü güçlüydü kardeşim.
Ve sonunda bana döndü Beyaz adam,
Elleri kan içinde.
Önce nefretini tükürdü yüzüme
Sonra “Hey velet,” diye buyurdu,
Bir tanrı azametiyle,
“Hey velet, bir leğen getir bana,
Bir havlu
Ve su dök ellerime”.
Peki, nasıl olur da hem babasını katletmiş, hem anasına el atmış, hem kardeşinin bellini kırmış bir sömürgeci “Hey velet, bir leğen getir bana, bir havlu ve su dök ellerime” diye biliyor ya da diye bilir. İşte bunun da yolu sömürgecilerin verecekleri eğitimle mümkündür.
Başkan Apo bunun olabilmesi için öncelikli olarak kültürel soykırımın uygulanması gerekiyor diyor. Çünkü kırımların en tehlikelisi dediğimiz gibi kültürel düzeyde yürütülen soykırımdır. Başkan Apo bu tarz bir sömürgeciliğe kültürel soykırım rejimi diyor. Ve kültürel soykırımı: “İkinci soykırım yöntemi olan kültürel soykırım denemeleri ise daha çok hakim elit ve ulus-devlet kültürüne göre zayıf ve gelişmemiş durumda bulunan halk, etnik ve inanç gruplarının üzerinde uygulanır. Temel mekanizma olarak hakim elit ve ulus-devletin dil ve kültürü içinde tümüyle tasfiye olmaya amaçlayan başta eğitim olmak üzere her türlü toplumsal kurumların cenderesi içine alınıp varlıkları sona erdirilmeye çalışılır. Fiziki imhaya göre daha sancılı ve uzun sürece yayılmış bir soykırım türüdür. Yarattığı sonuçlar fiziki soykırımdan daha felaketlidir. Bir halk veya herhangi bir topluluk için yaşamda karşılaşabileceği en büyük felaket niteliğindedir. Varlığını, kimliğini toplum doğasının tüm maddi ve manevi kültürel unsurlarını terk etmeye zorlanmak, uzun sürece yayılmış kitlesel çarmıha gerilmekle özdeştir” diye tanımlıyor. .
İşte bu tarz bir soykırımın yürüyebilmesi için sömürgecilerin çok güçlü bir eğitim sistemi yürütmeleri gerekiyor. İnsanların kendilerini görmedikleri, tam tersine sömürgecilerin ya da ezenlerin çıkarlarına göre hareket etmeleri için özenle bir eğitim sisteminde geçmeleri gerekiyor.
Örneğin, Ezilenlerin Pedagojisi adlı yapıtında Paulo Freire: “Gerçekten de ezenlerin çıkarları “ezilenlerin bilincinin değiştirilmesidir, içinde ezildikleri durumun değiştirilmesi değil.” Çünkü ezilenler bu durumu benimsemeye ne kadar yönlendirilebilirlerse, egemenlik altına alınabilmeleri o denli kolay olur. Bunu sağlamak için ezenler, bankacı eğitim modelini içinde ezilenlerin “yardım alanlar” gibi ikiyüzlü bir ad aldıkları vesayetçi bir sosyal yardım aygıtıyla birlikte kullanırlar. Ezilenlere, tekil vakalar gibi, “iyi, örgütlü ve adil” toplumun genel dış görünüşünden sapan marjinal kişiler muamelesi edilir. Ezilenler sağlıklı toplumun patalojisi olarak değerlendirilir; bu nedenlerle de bu “yetersiz ve tembel” kişilerin zihniyetleri değiştirilerek toplumun kalıplarına uygun hale getirilmelidir. Bu marjinallerin, “terk etmiş oldukları” sağlıklı topluma “entegre edilmeleri”, “kazandırılmaları” gerekir “der.
Şimdi yukarıda Paulo Freire’nin dediklerinden yola çıkarak Kürdistan’daki duruma dönük birkaç söz söylemek yerinde olacaktır.
TC devleti bizleri yani Kürtleri ve Kürt halkı gibi bu topraklarda yaşayan diğer tüm halkları hasta yani patalojik gördüğü kesindir. Bizleri “hasta” halde çıkartmak için inanılmaz çabalar harcadığı da o derece bir gerçektir. Başka bu kadar dil yasaklarını, anadilde eğitim yasaklarını neyle izah edeceğiz? Yine dünyanın en çok zindanlarına sahip olan bir TC devlet gerçeğini nasıl izah edeceğiz?
Kendileri açısından bu durumlar açıktır. Diller yasaktır çünkü başka Türkçeyi toplumlara yedirilemez. Yine zindanlar olmazsa bu kadar insan terbiye edilemez ve başkalarına da gözdağı verilemez.
Bizler TC sömürgeci devletinin yaptıklarına bir yere kadar anlam verebiliriz. Ve diyebiliriz ki, sömürgeciliktir ve yapar. Çünkü hedefi bizi hem fiziki hem de kültürel olarak yok etmektir. Yani soykırıma tabi tutmaktır.
TC devleti bunu yapıyor peki biz nasıl yaklaşıyoruz bu durumlara? Örneğin TC’nin okullarına gitmeyenlere bizler cahil gözüyle bakmıyor muyuz? Küçümsemiyor muyuz? Geri kalmış muamelesi yapmıyor muyuz?
Peki, bu durumun kendisi Freire’nin tanımladığı “patalojik” olan bir durum değil midir? Yani bizler TC’nin dayattığı eğitim sistemine adeta kendimiz koşmuyor muyuz? Sömürgecilerin dillerine adeta gönüllü olarak kendimiz uygulamıyor muyuz? Yani oto asimilasyon diye dile getirilen kendi kendimizi asimile etmeyi gerçekleştirmiyor muyuz?
Açık yüreklilikle belirtelim ki hepsini kendimiz yapıyoruz, hem de bin bir dereden su getirerek yapıyoruz. Sömürgecilik sadece babamızı katletmemiş, sadece annemize el atmamış, sadece kardeşimizin bellini kırmamış ve sadece “Hey velet, bir leğen getir bana, bir havlu ve su dök ellerime” dememiş daha fazlasını yapmış ve bizden daha fazlasını da istemiştir. Ne yazıktır ki bizler de onun istediklerinin tümünü yerine getirmişiz. Onun dilini ana dilimizden daha iyi konuşuyoruz. Onlardan daha iyi onların yazılarını kullanıyoruz. Onlardan daha fazla onların türkülerini şiirlerini okuyoruz, onlardan daha fazla onların kültürel etkinliklerine katılıyoruz, onlardan daha fazla onların spor etkinliklerinin peşine takılıyoruz, onların sanatçılarını, sporcularını, siyasetçilerini derken ne kadar”onların” şeyi varsa hepsine büyük bir özentiyle peşine takılıyoruz. Bu patalojik bir durum değil midir?
Evet, durum bu oldukça bize günlük olarak vuran, katleden ve tarihimizde büyük katliam yapan böylesine faşizan bir sömürgeci güç ve onun temsilcileri yeniden yeniden bizlere:
“Hey velet, bir leğen getir bana,
Bir havlu
Ve su dök ellerime” demeye devam edecektir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Birkaç yazımızı ilkel milliyetçiliğe ayırmıştık. Özü itibariyle ilkel milliyetçiliği ele alırken oldukça dar, ailesel ve aşiretsel çıkarları aşmayan bir milliyetçilik türünden söz etmiştik. Bu bağlamda mikro milliyetçilik bile denilemeyecek bir zihniyetten söz ettiğimiz aşikardır.
Bizler ilkel milliyetçiliğin ne kadar geri bir milliyetçi tarzı olduğunu anlatırken elbette ki milliyetçiliğin dar olmayanını savunuyoruz değiliz. Her türlü milliyetçiliğin bir nevi hastalıklı bir yapıyı temsil ettiğini çokça dile getirmiş hatta insan ve toplum vücuduna bulaştırılmış, musallat edilmiş, kapitalist modernitenin hastalıklı bir ur’u olduğunu da çokça dile getirmiştik. Bunun için bizler oldum olası milliyetçiliğin her türlüsüne karşı olduğumuzu, karşı durduğumuzu dile getirmiş ve buna göre de bir yaşam çizgisini esas aldığımız da bilinmektedir.
Kürdistan’da ilkel milliyetçiliğin temsilini en uç düzeyde temsil eden Barzani ailesi olmuştur. Barzani ailesi ilk çıkışından bu yana bir halkın çıkarlarını düşünme yerine öncelikli olarak kendi çıkarlarını ele aldığını az bir şey Kürdistan’la uğraşanlar bilir. Kdp’nin Barzani tarafından ele geçirilmesinden bu yana KDP kesinlikle Kürdistani olan tüm hareketlerin karşısında adeta bir duvar gibi durmuştur. Kdp’nin bir halkın çıkarları karşısındaki negatif rolü en iyi Doğu Kürdistan devrimcileri ve halkı bilir. Süleyman Muini, Mele Avare ve İsmail Şehzade’nin nasıl KDP tarafından tasfiye edildiklerini Doğu Kürdistan’da herkes bilir. Yine İran devletiyle içine girdikleri ilişkiler ardından Doğu Kürdistan devrimcilerinin nasıl İran Şah rejimine teslim edildiklerini de her Doğu Kürdistanlı bilir.
Kuzey Kürdistan’da ise Taştamerge’de katledilen Ali Asker ve yüzlerce yoldaşının nasıl ve hangi nedenlerden dolayı katledildiklerini de herkes bilir. Ve tabii Dr. Şıvan ve yoldaşı Sait Elçi’nin hangi hilelerle Barzaniler tarafından katledildiğini de bilinir.
Güney Kürdistan’da yaşanmış olanları ise siyasetle uğraşan ya da uğraşmayan kim varsa sorulursa Barzani’nin gelişen her yeni harekete karşı tutumu ve yaklaşımını sizlere söyleyeceklerdir.
Şimdide bu ilkel milliyetçiliğin neme nem bir milliyetçilik olduğunu en iyi Rojava Kürdistan’ında yaşayan Kürtler sizlere söyleyeceklerdir.
Sınırları bir TC devletinden daha fazla kapatma. TC devletinden daha fazla ambargo uygulama. Sömürgecilerden daha fazla Rojava devrimine saldırma, siyasetçilerine yönelme, Rojava devrimine saldıran çetelere arka çıkma, para ve silah vererek bizatihi Rojava devrimine saldırma gibi birçok gayri ahlaki durumu her Rojavalı sizlere anlatacaktır. Hewler’de TC devletiyle Rojava Devrimine karşı yapılan gizli toplantı planlarının tümü basına yansımıştı. Rojava devriminin nasıl düşürülmesi gerektiğini madde madde TC dış ilişki bakanlığı tarafından dikte edildiği o gizli belgelerin temel dokusuydu.
Benzer bir gizli plan ise TC devleti dış ilişkilerinin Rojava devrimine karşı çetelerin nasıl desteklenmesi gerektiğine dönüktür. Bu gizli planda El Parti ve Parti Azadi’nin nasıl desteklenmesi gerektiği de detaylarıyla işlenmektedir. Ve bu iki sözde Kürt partisinin arkasında KDP'nin olduğunu zaten kendileri dile getiriyorlar.
Benzer bir durumda en son ekim ayında Fetullah Gülen’in Kürt Roj Hackleri tarafından sanal dünyada indirilen konuşmaları vardır. Barzanilerin Semalka kapısını nasıl sıkı sıkıya tutarak Rojava’ya dönük ambargo uygulamaları gerektiğini açıkça dile getiren bir Gülen esasta Barzanilerin durumunu daha net bir şekilde gözler önüne sermektedir.
Evet, KDP’nin bu tüm politikalarının altında ve bu politikaların arkasında kesinlikle ilkel milliyetçi zihniyet yatmaktadır. Kendi dar çıkarı ve çıkarları için tüm bir halkın ulusal değerlerini satabilecek bir zihniyet yatmaktadır.
İlkel milliyetçilik derken geçmişte de dile getirilen durum bu gerçeklikti. Kendi dar, ailesel, aşiretsel, bölgesel ve mahalli çıkarları için içine girilmeyecek bir ilişki tarzı yoktur. Çünkü bu tür bir zihniyet kökeni itibariyle işbirlikçiliğe yatkın. Dar çıkarları için herkesle ilişkilenebilir, bu ilişkileriyle bu toprakların başka insanlarına yönelebilir.
Bu doku tarihten bu güne gelen bir dokudur. Bu dokuyu inceleyen bir çalışmada: “Atadan kalma mücadele, savunma ya da kavga kültürü bugün de Kürdün savaş kültüründe görülüyor. Yanı başımızda yıllardır süren peşmergeciliği, tarihin en geri safhalarında görmemek mümkün mü? Dışarıdan gelen bir saldırı gücüne yamanmak için ya da komşusunun arazisine-merasına konmak isteyen aşiretler misali işgalcinin yanına geçerek, ona yol-yöntem göstererek, kendi ırkına, kanına ve kapı komşusuna, düşmanıyla birlikte saldırmak ne kadar da benziyor bugüne? Yine onlarca-düşmanın yanına geçerek silahlı koruculuk yapan-aşiretlerden söz etmeden de geçemiyor insan. Bu durum hiçte yabancı gelmiyor belleklere” demektedir.
İşte bu tarihte süzüp gelen doku ilkel milliyetçi dokudur. Bu doku karakteri gereği işbirlikçidir. Kendine öz güvensiz olduğu için güçlü olanın yanına geçerek kendine pay kapma, mera kapma derdindedir.
Dikkat edelim, Rojava’da görkemli bir direniş ölümüne yaşanırken bu devriminin karşısına TC devletinin yanına geçerek çıkmak, devrimin ezilmesi için var gücüyle çalışmak olsa olsa bu dokudur. Boşuna Semalka kapısı tutularak Rojava teslim alınmak istenmedi. Boşuna El Parti ve Parti Azadi adındaki çetelerle birlikte Kürtlere saldıran hareketleri KDP desteklemedi, silahlandırmadı, para vermedi. Ve boşuna Salih Müslim’in Güney’e geçmesi ret edilmedi. Hepsinin yukarıda dile getirilen ilkel milliyetçi zihniyeti içerisinde bir anlamı ve manası vardır.
Yakında Kuzey Kürdistan’da yerel seçimler var. Ve boşuna bu ilkel milliyetçi zihniyet AKP ile kol kola Kuzey’de ortaya çıkan değerlere karşı ortak saldırıya geçmeyecek.
Evet, İlkel Milliyetçilik dedikleri bu gerçekliğin ta kendisidir…
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
15 Kasım tarihinde Mardin Nusaybin ilçesine bağlı Dağiçi (Xirbê Mişka) ve Eskihisar(Marînê) köyleri arasında bulunan Şehit Agit Suruç Şehitliği çevresinde operasyon halinde olan işgalci TC ordusu askeri birliği gerillalarımızın bulunduğu alanlara yönelmiştir.
- Ayrıntılar
Mücadele ve savaş gerçeklerimizin ruhuna, bilincine ve kişiliğine gittikçe daha fazla yaklaşıyor, dönüşümü adım adım sağlıyorsunuz. Lanetli geçmişinizi ve ne kadar hastalıklı olduğunuzu biliyoruz. Bunun bir kader olmadığını, çıkışın bir yerden mümkün olduğunu, fakat bunun şimdiye kadar sandığınız gibi olmadığını, doğru yolun yöntemin farklı olduğunu da biliyoruz.
İlk adımların sağlam gelişmesi için büyük çaba gösterdik. Hemen her an bu işin inancını ve bilincini geliştirdim, bu işin pratik gereklerini olağanüstü diyebileceğim bir tarzda yapmaya çalıştım. Ancak yoldaş diye bellediklerimizin inanılmaz saflıkları, hamlıkları, kayıtsızlıkları, ilgisizlikleri ve her türlü yetmezlikleri umduğumuzun ve beklediğimizin dışında birçok olumsuz gelişmeye yol açıyor. Bir yerde neredeyse düşmanı bir tarafa bırakıp kendimizle uğraşıyoruz. Demek ki, lanetli olmak bu sonuçları doğuruyor. Bu kadar ayıplı, bu kadar düşmüş bir toplumdan bunlar çıkabilir. Bizim bütün umudumuz bu durumu yerinde kavrayacağınız, yolu hızlı ve keskin adımlarla tutturabileceğinizdi. Bizde önemli olanın tempo ve tarz olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz. Bu lanetli durumdan kurtulmanın tek çaresi doğru tarz, doğru tutum ve doğru tempodur. Yeterli tempo olmadan, bu durumdan sağ çıkmak mümkün değildir. İsyanlar ve mücadele tarihimiz bunu çok açıkça gösteriyor.
Korkunç yenilgili kişilikler kendini Önderlik gerçeğine yansıtırsa, belanın en büyüğü ortaya çıkar. Bu her devrimde biraz yaşanıyor, ama bizimki kadar ağır ve sancılı değildir. Bizimki kadar kendini uğraştıran bir devrim örneği bulmak gerçekten zordur. Fransız Devrimi'nde, İslam Devrimi'nde, Ekim Devrimi'nde sapmalar ve birbirleriyle savaşmalar çok yoğundur. Ama yine de onların tarzı anlaşılır ve bir yerinde yer alınıp gereken neyse rahatça yapılabilir; bu ister şu safta, ister bu safta olabilir. Biz de ise muğlak, karmaşık ve çok yanılgılı bir duruş var; hangi kişinin neye oynadığı ve kimi tuttuğu belli değildir. Kendini o kadar karmaşık hale getirmiş, o kadar nitelikten uzak ki, neye hizmet ettiğini kendisi de kestiremiyor. Hangi çizgiyi, hangi politikayı yürütüyor ve bunu pratiğe nasıl yansıtıyor, farkında bile değildir. Çaresizlik de işte buradadır.
Muğlaklık ve netsizlik dediğimiz yaklaşımlarınızın uzun süre devam etmesi çok belirgin bir özelliğiniz oluyor. Yetersiz yaklaşımlarla çabanızın neye hizmet ettiğini, kime yol aldırdığını görememe durumunuz var. Biz buna karşı başından beri çok tedbirliydik, olağanüstü bir sınıf çizgisini uyguluyorduk, çok hassastık. Emeğin lehine herkesi çatıştırmada çok üstün bir uygulayıcıydık. Maalesef en proleterim, en yoksul kökenliyim, en emeğe bağlı olanım diyeni de dahil olmak üzere, kime nasıl çalıştığını kestiremeyenler neredeyse bizde ağırlıklı bir kesimi oluşturuyor. En tuhaf olanı da bu gerçekleri bir an önce görüp bir türlü sınıf çizgisine gelemeyişinizdir. Muğlaklığın, kafa karışıklığının neye ne kadar hizmet ettiğini tam kestirememe sonucunda yılları adeta çarçur etme ortaya çıkıyor. Bunu yaşamanız insanı umutsuz kılıyor veya yazık ediyorlar diyecek noktaya getiriyor. Gamsızsınız, fazla endişeleriniz yoktur. Çizgi de söz konusu olsa, kendinizi çaresiz bırakıyorsunuz. Çizgi savaşımı için yerinde ve zamanında çalışıyoruz. Sizin ise onun sonuç almasına kendinizi vermeniz şurada kalsın, çizgi savaşımı neredeyse aklınıza bile gelmiyor. O zaman sizlerle ne yapacağız? Kendinizi yormazsanız, savaşı yoğunlaştırmazsanız sizi nasıl yaşatacak, öncülük yapılmadan nasıl savaştıracağız?
Toplumumuz sonuna kadar teslim olmaya yatmış bir toplumdur. Siz ise bu durumu parti içinde adeta düşmanın topluma dayattığı teslimiyetin yansımaları olarak yaşıyorsunuz. Direngenliğin, karşı koymanın kişiliğini sergilemiyorsunuz. Yaşama ve örgütlenmeye yansıyan, özellikle daha çok düşman gerçeği ve onun tanınmaz hale getirdiği kişiliktir. Tek başıma yıllarca bu işlerle uğraştım. Çizginin bir milim bile saptırılmasına fırsat vermedim. Çizginin olanaklarını başka sınıfın, başka gücün şu veya bu çıkarına kaptırmadım. Bu kesimlerin hepsini çalıştırdım, hepsini devrim çıkarları için kullandım. Ama siz elinize verdiğimiz dört dörtlük olanakları başkalarına peşkeş çektiniz veya kendinizi adeta onların hamalı yerine koyarak sömürttünüz. Köylüler, hamallar, marabalar nasıl sömürülüyorsa, parti içinde de diğer sınıflar adına öyle bir sömürü kaynağısınız. Çizgi anlamında, ideolojik-politik kullanılma anlamında öylesiniz. Küçük burjuvalar, her türlü orta yolcular sizi kullanıyorlar, ancak bunun farkında bile değilsiniz.
Kendine sahip çıkamayanın, emeğine sahip çıkamayanın bütün hal ve hareketleri öfkelendiricidir. Sizin saygı ve bağlılık anlayışınıza fazla anlam veremiyor ve bunu çok geri buluyorum. Bu anlayış proleter çizgi esaslarını -proleterden başka adını halk veya insanlık koyalım- fazla temsil etmiyor, özgürlük gücü ve kendini koruma gücü olamıyor. Kendi yaşam tecrübemle bu hareketi böyle geliştireceğim, ama bir çok yönetim ise o alanlar ve olanakları öyle kullanacak! Burada büyük bir çelişki var. Parti içi eğitim, çizgi eğitimi bu nedenle çok önemlidir. Kendinizi bu kadar gamsız, tasasız bırakmanız ve hiç utanıp sıkılmadan "ben varım" demeniz fazla saygı yaratmıyor, fazla anlam bulamıyor.
Bir insan kendine çekidüzen vermeyi, kendini mücadele gerçeğine ve şu anda yürüttüğümüz savaşıma biraz doğru yaklaştırmayı, ona güç yetirmeyi ve yürütme gücü olmayı, ona ister üst düzeyde isterse en alt düzeyde bir katkı sunmayı ve her düzeyde bir çalışanı olabilmeyi sağlayabilmeliydi. Bunlar neden olmuyor? Yaptığınız bütün iş, “bastırdık, bastırıldık” demektir. Ağzınızdan bundan başka bir söz çıkmıyor. Ne kadar etkisizleştiğinizi, ne kadar rol oynayamadığınızı belirtiyorsunuz. Önder kişi, militan kişi böyle olmaz. PKK Önderliği bu konularda muazzam bir çabanın sahibiyken, sizin buna dayanarak böyle ucuz yaşamayı kendinize nasıl yakıştırdığınızı anlayamıyorum. Kendime senin neyin eksik diye her gün soruyor ve bin kez bunu cevaplandırıyorum. Hem bu kadar bize bağlısınız, hem de birçok yönüyle benim kendimi adamadığım kadar kendinizi bu işe adıyorsunuz, o halde sonuç almada ve işleri sağlama bağlamada neden bu kadar beceriksizsiniz? Çoğunuzu köylüye benzetiyorum. Nasıl yaşadığınızdan bile habersizsiniz. Durumunuza, neye ve kime çalıştığınıza, kimin askeri ve hizmetçisi olduğunuza bakarak buna daha iyi cevap verebiliriz. Biz bu dünyada niçin yaşıyoruz? Bütünüyle kime çalışıyor, kimin kullanımında, kimin stratejisinde yer tutuyoruz? Halk dediğimiz gerçekliğimiz kimin hizmetinde, kime ucuz çalışıyor? Gençlerimiz, her soydan insanlarımız kimin malıdır? Parti içindeki yansımalar biraz da bu durumun ifadesidir. Bu konuda kendinizi yıllarca sorguya çekebilmeliydiniz. Neden kendinizi sorguya çekemediniz, neden kendinizi yetiştirmediniz diye sizi suçlamıyorum. Ama bir yerden ve birkaç temel kavramı belledikten sonra işin gereği üzerine düşünecektiniz. Niye kolaya kaçıyorsunuz? Sıkı bir eğitim ve kendinizi yetiştirme olmadan, yaşamın kenarından bile geçemezsiniz. Yaşama bu kadar ucuz, bu kadar sorumsuz, bu kadar gafil yaklaşma, kime ve neye mal olduğu belli olmadan katılma sizin tarzınız oluyor.
Birçok hastalıkla istemediğiniz halde partiye zarar veriyorsunuz. Başkalarına çok imkan ve fırsat sunuyor, bizi de, ortamı da kargaşaya boğuyorsunuz. Size bu kadar yol ve yöntem gösterdikten sonra bir çalışmanın başına geçmek çok zor mudur? Fedakarsınız, korkak değilsiniz, hayatınızı da adamışsınız; ama her şey sadece bununla sağlanmaz. Kaldı ki, tek başına ele alındığında bu kendini kurban etmedir. Size göre birileri sizin sahibinizdir, aşirete kendinizi kurban etme durumunuz var. Kaldı ki, bir sosyalist veya bir emek savaşçısı kendini böyle kullandırtmaz.
Yüzlerce eğitimden geçiyorsunuz. Ama buna rağmen herhangi bir birimin başına bir belalı çıkıyor, bir kişi bile buna dur diyemiyor. Biri çıkıp herhangi bir çalışma alanında, bir çalışma birimimizde bu tavrı sergileyemiyor. Yıllardır tanıdığım birkaç yaramaz kişi var. Bunlar birimlerin, alanların başına bela olmuşlar. Bazıları da kendini sanki onsuz bu mücadele yürüyemeyecekmiş gibi bir anlayışa kaptırmış. Oysa bunlar baş belasıdır, bunları içinizden atarsanız gelişme olur. Ancak birbirlerine dokunmuyorlar bile. “Birbirimizle uzlaştık” demeniz bunun ifadesidir. Bu halinizle tıpkı tutucular koalisyonu gibisiniz.
Parti içinde birbirini etkisizleştirme çabaları var. Bununla nereye varacaksınız? Ben de biraz uzlaşıyorum, ama uzlaşırken kırk türlü gelişme tedbirimi de alıyorum. Önderlik tarzını tüm gücünüzle uygulamanız beklenemez. Tamamen benim gibi yapın da demiyorum. Ama hiç olmazsa kendinizi kurtaracak, kendinize parti üyesi dedirtecek bir tarza ve güce ulaşın. Bir yeteneğiniz olsun, yeterliliğiniz sağlansın. Göreviniz bu değilse, PKK'ye neden katılıyorsunuz? PKK'nin bu tarzına, bu yeterliliğine ulaşmadıktan sonra PKKlilik nerede kaldı? Sadece "ben şikayet ederim, olmadıysa kendimi yere atarım" demek PKK tarzı mıdır? Sıradan bir üye haline gelmeyi bile başarsanız o da iyidir, ama siz onu da yapamıyorsunuz. O zaman parti sizi ne yapsın? Kendi yaşamınızı biraz gözden geçirirseniz, kafalarınızın dağınık ve kişiliklerinizin yoğunlaşmış olmaktan uzak olduğunu görürsünüz. Kendinize yazık ediyorsunuz. Saflarımızda gafil kişilik çok etkili, çaba çok yetersiz, doğruya hükmetme ve onu amansız takip etme yok denecek kadar azdır. Bir yere giderken eğer iki doğru lafı söyleyemeyeceksem, iki doğru tavrı sergileyemeyeceksem neden gideyim diye kendime sorarım. Eğer bir şey veremeyecek durumdaysam neden karşınıza çıkayım? Herhangi bir toplantıda herhangi bir tavır veya politika belirleyemeyecek durumdaysam ne diye bu işlerle uğraşayım? Şu anda nereye gidersem gideyim, hangi kişiyle temasa geçersem geçeyim, onu dört dörtlük mücadelenin emrine çekerim. Önderlik dediğin böyle olur. Kim olursa olsun tavrımız parti tavrıdır ve sonuç partinindir.
Yüzlerce ilişkiniz var, ancak bunların neye ve kime hizmet ettiği pek belli değildir, hepsi karışıktır. Bu ilişkiler sizi imhaya götürüyor, ama siz bunun farkında bile değilsiniz. Bu tutumlar birçok tehlikeli anlayışın türemesine yol açıyor, bunu bile göremiyorsunuz. Böyle parti militanlığı olmaz. Ben şunu belirtmiştim: Nasıl ki onsuz edemediğiniz bazı alışkanlıklarınız varsa, partinin de bazı tarzları ve özellikleri var, onlar olmaksızın edememelisiniz. Parti tarzı bütün alışkanlıkların önünde gelir. Seviyenin ne kadar düşük olduğunu anlıyorum, ama yükselmeyi bilmek de vazgeçilmez bir görevdir. Tümünüz bunu yapmasanız bile, içinizde mutlaka biraz daha akılı olanlar vardır ve onlar bu işin önünü tutabilirler. Eğer kazanmak istiyorsanız, doğruya gelmekten başka çareniz yoktur. Başka türlü sizi yaşatmak da mümkün değildir. Halkı yaşatmak, sizi yaşatmak çok zordur. Sizi nasıl taşıyacağız? Yedirip içirerek bir yerden bir yere aktarmaktan tutalım, savaş gibi çok ciddi bir olaya yaklaştırıncaya kadar sizi nasıl yürüteceğiz? Bunu kolay görmemelisiniz, çünkü bu çok ağır bir iştir. Çoğunuz lime lime olmuş gelmişsiniz. Ama savaşa böyle gidilmez. İki lafı bir araya getiremiyor, her an her türlü hataya açık bir kişilik sergiliyorsunuz. Savaş gibi yaşamın en ciddi olayına, en tedbirli yaklaşılması gereken bir olgusuna siz de doğru yaklaşacaksınız.
15 Ağustos Atılımı dahil, gerillaya gidenlere, siz ülkeye girdiğinizde ve eyleme katıldığınızda kaç gün sonrasını hesaplıyordunuz diye sordum. "Yirmi dört saat sonrasının ne olacağını bile kestiremiyorduk" diyorlar. Düşünün ki, uzun süre bütün birimlerin eylemleri böyleydi. Eylem yapıyor ve silah sıkıyorlar, ama onun yirmi dört saat sonrasının ne getirip ne götüreceği umurlarında bile değildir. Parti adına silah sıkmışlar, o kadar. Oysa muazzam sorumluluklarınız var. Siz bir asker vurdunuz mu, silahlı olarak dağa çıktınız mı üzerinize ordu gelir. Yirmi dört saat sonrasını hesaplayamazsanız, sizi nasıl yaşatacağız? Parti içinde "orası beni ilgilendirmez" demek olmaz. Sizi ilgilendirmezse bu savaşı kim geliştirecek?
Bütün gruplarımızın kaderini gözden geçiriyoruz. Ama maalesef "Silahlı eylemi başlattık, gerisini tamamlamak da bize düşer" diyen bir kişi çıkmıyor. Dünyanın hiçbir ülkesinde dışarıda on beş binden fazla gerilla yetiştirilmemiştir. On beş bin gerilla yetiştirmeyi bırakın, Mao, Lenin, Ho Chi Minh bile elli kişiden daha fazla kişi eğitmemişlerdir veya eğitimleri birkaç seminerden ibarettir. Bu sahada on beş bin, belki daha da fazla militan yetiştirdim. Hem de bunları bir dış ülkede sıfırdan yetiştirdim. İnancından tutalım silahını omzuna takıp götürmesine kadar eğittim. Fakat bunlar en sıradan bir göreve sahip çıkmadılar, hatta çok büyük bir sorumluluk noksanlığı sergilediler. Her şeyi bana yaptırmak istediler. Dünyada böyle bir örnek yoktur. Bunlar benim burada yaptığımın onda birini o dağlarda yapabilselerdi yine iyiydi.
Parti terbiyesi, parti eğitimi, partinin inancı ve tarzı tutturulabilir. Bunun için zaman olmadığını da söyleyemezsiniz. Benden daha fazla zaman ve olanak elde etmişsiniz. Demek ki sizde bu konuda doğru bir yaklaşım, çalışma tarzı ve bu işin sorumluluğu yoktur. Yoksa en iyisi o dağlarda gelişebilirdi. Bu sorumluluk anlayışıyla vatanı kurtaramazsınız. Vatan kurtarmayı bırakın, kendinizi ve hatta günü bile kurtaramazsınız. Sizi kurtarmak başlı başına bir kurtuluş örgütü gerektirir. Halkı mı yoksa sizi mi kurtaracağım? Adeta böyle bir ikilemle karşı karşıya bulunuyoruz. Çünkü çoğunuzun içinde bulunduğu durum adeta kurtarmalıktır. Gelenlerin büyük bir kısmı kendini kurtarmaya çalışıyor. Oysa bizim görevimiz halkı kurtarmaktır. Tüm bunları neden anlayamıyorsunuz? Bunun karşısında "Köylü kurnazlığı veya aydın ukalalığı işime geliyor" diyeceksiniz. "Neden büyük bir çabaya girişip pür dikkat kesileyim ki! Sıradan bir çabayla yetinir, tembelce ve keyfimce bir katılımı yaşarım, bu benim çıkarıma daha uygundur" deyip kendinizi bırakıyorsunuz. Bu yaşanılan en lanetli toplum gerçeğimizdir ve bunun sizdeki yansımasıdır.
İnsanoğlu her türlü hesap kuruyor. Yetişme tarzı onu her türlü şeye yatkın hale getirmiş. Ne versen alır, ne iç desen içer, ne yap desen yapar. İyiliğin, güzelliğin ve doğruluğun nerede ve nasıl olduğunu bilmez. Düşmanın verdiği yemeği koşar adım ele geçirmek için yarışır. Tamamen ihaneti sunar, ihanet için yarışır. Biz böyle bir toplumdan geliyoruz. İçinizde ihanete tepki gösterecek kaç kişi var? Hatta kendinizi düşünün: Yurtseverlikten kaçıp temel yücelik değerlerine arkanızı döndüğünüzde veya onlara ulaşma gereğini duymadığınızda, düşmanın resmi düzen yaşamının bazı kırıntılarını ve olanaklarını yakaladığınızda nasıl yarıştığınızı, nasıl koştuğunuzu bilmiyor musunuz? Birisinden kaçarken diğerine koşma nedir? Bu, ihanet koşusudur. İliklerinize kadar bununla dolu yaşamışsanız, tabii ki kişiliğinizin ağır bir hastalık, ağır bir düşkünlük ve çürümeyle karşı karşıya olması anlaşılırdır. Devrimci eğitim, hiç olmazsa bunu biraz görüp gidermek içindir.
Komuta ve öncülük çizgisine gelememenizin nedenlerini ortaya koyuyoruz. Çocukların bile kendini bu kadar kandırdığını sanmıyorum. Çocukları ben de tanırım; bir iki doğru şey söylediğinizde ona bağlı kalırlar. En tehlikeli çocukluk sizin çocukluğunuz oluyor. Çok inatçısınız, gerçeklere gözünü kapatmışsınız ve bunu politikada da bir yöntem haline getirmişsiniz. Bütün bunlar yalnızca benim işim değildir; yaşamı düzeltmek, ülke ve parti yoluna doğru koyulmak daha çok sizin işinizdir. Bu halinizle sizi ne yapalım? Sizi kabul etmesek ortada kalırsınız. Yurtdışı, dağ başı, zindan söz konusu olduğunda insanı idam ederler. Düşman sizi paramparça eder. Bu ilgisizliğiniz, kayıtsızlığınız, yöntemsizliğiniz, üslupsuzluğunuz, kısaca bu yaşam tarzınızla başınıza neyin geleceğini kestirebiliyor musunuz? Gelen raporlara bakıyorum, günlük haberleri izliyorum ve bunları belirtmekten kendimi alıkoyamıyorum. Öyle hatalı kararlar var ki, bundan dolayı düşman her gün insanlarımızı parçalıyor. Dağ gibi insanlarımızı boşu boşuna kaybediyoruz. Bunun nedeni sağlam yönetimlerin olmamasıdır. Bunlar savaşın gereklerine göre olan kayıplar değildir. Savaşın gereklerini uyguladığınızda ise kayıp sıfır olur. Savaşın gereklerinden ne kadar kaçarsanız o kadar çok kayıp yaşarsınız.
Bu kadar kıyamet koparıyoruz. "Bizden adam olmaz" diyemez veya bunu bana kanıtlayamazsınız. Çok iyi hatırlıyorum: Tapu kadastro memuruyken bir köye gitmiştim. Bir köylü, "Beyim, bu lafları bize anlatma, bizim kulaklarımız bu kadar uzun" diyordu. O zaman, bu nasıl bir adamdır ki, kendisine 'uzun kulaklıyız' diyor diye düşünüyordum. Tuhaf ama o sözü bana söylemişti. O zaman buna bir anlam veremedim. Fakat akıllı birisiydi. Bu sözü söylemesi bile onun akıllı bir köylü olduğunu gösterir. Çünkü benim ne söylemek istediğimi de, toplum gerçekliğimizi de, düşmanın bizi ne hale getirdiğini de biraz fark etmişti. Hatırlıyorum: Bir tahta masa vardı, ben konuşurken o elini kütüğe vurdu, "Bu kütüğü yeşertebilir misin? Biz böyle kurutulmuş insanlarız" dedi. Bu teoriye göre yaşamak, hiçbir şey bilmeyen köylülerden bile daha geri olmak demektir.
O açıdan bazen yaşamınıza bakıyor ve öfkeleniyorum. Çünkü yaşamla oynuyorsunuz. Yaşamın nasıl yürütülmesi gerektiğinin farkında bile değilsiniz. PKK içinde, hem de PKK'nin en önemli ve en temel kademelerinde bir yaşam tutturmuş tipler var. Kellelerini koparsanız bu yaşam tarzından vazgeçmiyorlar. Ne iş yapıyor, ne de yaptırıyorlar; ama adları da ‘yürütme’ olmuş. Ben bunlara yürütmeme komitesi dedim. Birçok komite ve kademe bu durumdadır. Halen kendime bunlar nasıl böyle oldular diye soruyorum. Biz mi çok zayıfız, yoksa bunlar mı çok güçlü? Aslında çok güçlü de değiller. Toplumda emekçiler nasıl sayıca çoklarsa ve haklı oldukları halde nasıl bastırılıp sömürülüyorlarsa, içimizde de bazıları bize bunu yaptırmak istiyorlar.
Biz topluma tamamıyla güç yetirmeyebiliriz; ama parti içinde bunu halledebilir, parti içini çizgiye ve emeğe göre ayarlayabiliriz. Bu konuda "Ben PKKliyim" diyene iş düşüyor. İşimizi neden yapmayalım, başka ne derdimiz var ki? Siz bu iş için her şeyinizi ortaya koymadınız mı? O halde sürekli "Güç yetiremedik, oyuna geldik, bazıları bizi bastırdı" mı diyeceksiniz? Toplumdaki sıradan geri köylü ile bu tutumun sahibi arasında hiç fark var mı? Onu jandarma, sizi ise bir kariyerist bastırır. İkisi de aynı şeydir. Köylüyü ağa kullanır, sizi ise örgüt içinde ağalık yapanlar. Böyle gelmiş, böyle gidiyorsunuz. Bunlar doğru değildir. PKK böyle değerlendirilemez. Bunlar şunu demeye getiriyorlar: "Biz adam olamayız, onuru temsil edemeyiz, başaramayız, birbirimizi boşa çıkarmak, bazı işleri tıkatmak ve çirkinleşmek zorundayız." Buna hakkınız var mı? Hiç olmazsa bizim partimizde buna hiç kimsenin hakkı olmasa gerek. Israrla bunu kanıtlamak isteyenlerin neyi konuşturduğunu anlamak zorundasınız. Bazılarınız, hiç olmazsa "ben bu işte varım" diyenler, bu durumlara ve bu tutumlara çok etkili cevap vermek zorundalar. Çünkü olan, dürüst olanlara, emekçilere, emeğin sahiplerine yani sizlere olacak. Bu açıdan çizgi devrimciliği çok önemlidir. Kendinizi toparlayın.
Politikleşmek, bu belirtilen çerçevede kendini toparlamak, anlayış, bilinç ve tavır sahibi olmak demektir. Politik kişilik budur, örgüt kişiliği budur. Ekmeksiz ve susuz edemediğiniz gibi, politik kişilik, örgüt kişiliği olmadan da yaşayamazsınız. Çünkü o size daha fazla ve anı anına gereklidir. Ben de öğrenciyim ve sizin gibi öğreniyorum. Kaldı ki, bana öğreten de yoktur; ben her gün hayatın kendisinden öğreniyorum. Ama hiçbir zaman ciddi bir yetersizliğe düştüğümü hatırlamıyorum. Mücadele tarihimize bakın: Acaba sizin gibi tek bir gün ciddi bir yetersizliğe, bir örgüt çalışmasının başarısızlığına uğramış mıyım? Hayır, yaşamımın bütün önemli dönemeçlerinde çıkışlar ve sonuçlar güçlü ve başarılıdır. Bunu inceleyin ve araştırın. Hemen her dönemin, hatta her günün hesabını yapın. Göreceksiniz ki, hep kazandırma, yetkinleştirme ve hakimiyet vardır. Bu konularda ilerleme ve başarı kesindir. Bu bize hakim olan anlayıştır. Bu konuda kendinize bakın, birçok şey elinizden alınmış, hatta kendinizi kaybetmişsiniz, ama bunun farkında bile değilsiniz. Yaşamınız elinizden kayıyor, ancak bunun karşısında tedbir bile alamıyorsunuz.
Birey neden bu kadar bitik oluyor? Bakıyorsun, aniden kendini kurban etmiş. Bunu yadırgıyor, bu biçimi tehlikeli buluyorum. Kendi canınıza böyle kıyamazsınız. Hamal gibi çaba harcıyorsunuz, ama bir devrimci hamal gibi çalışamaz. Bir devrimci entelektüel, yönetsel, örgütsel ve siyasal çalışır. Demek ki, en büyük kabahatiniz kendinizi zamanında eğitmeyişiniz ve savaş gibi çok ciddi bir olaya çok donanımsız yaklaşmanızdır. Biz de onu telafi etmeye çalışıyoruz. O açıdan da hiç olmazsa bundan sonra önümüzdeki çok önemli aşamaya yeterli bir partililikle cevap verelim.
21 Haziran 1993
Reber APO
- Ayrıntılar
Günlerdir hatta yıllardır haber bültenleri, gazeteler bildik manşetler atıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse bu üslup artık kabak tadı vermeye başlıyor.
Hangi üslup diye soran olursa;
Öğretilmiş ve gizlice dayatılan mağdur edebiyatı ve bir yerlerden bir şey bekleyen üslup. Birkaç örnek vermek gerekirse;
“Depremzede değil, devletzede!”
“Gever deresi islah bekliyor”
“sınıra yapılan duvarı durdurun!”
“katil hala serbest geziyor!”
Bu üslupları çok doğal ve gerekli görenler olacaktır. Bu üslubun sonuçları ve neden kaynaklandığı üzerine bir kaç şey söylersek üslubun gerekliliği üzerine görüş belirtenler fikirlerini değiştireceklerdir.
Üslup ve zihniyet bir birinden kopmaz ve birbirlerini etkileyen iki temel öğedir. Bahsi geçen üslup da zihniyetten kaynaklanır. Hangi zihniyet mi?
Devletçi zihniyet.
Bu nereden çıktı diye soracak olan olursa:
Bu zihniyet öyle farklı kılıflarda kendini var ediyor ki bu sorunun pek çok kişi tarafından sorulması hiç de garipsenecek bir durum değil.
Ama söz konusu Kürtler olunca bunu garipsememek ve buna karşı çok net tavır geliştirmemek elde değil. Bunca bedel, onca yıldır yürütülen mücadele sonrasında halen böyle bir üslup kullanmak hiç de kabul edilebilir değil.
Eleştirimizi biraz açımlarsak;
Bir yılı aşkın süredir büyük zorluklar içinde yaşayan Van halkının, örgütlenerek, örgütlülüğün verdiği güçle kendi sorunlarını çözmek için yapı kooperatifinden, toprak işgaline pek çok şey yapabilecekken açlık grevine girmek gibi pasif, yukarıdan, başkalarından bekleyen bir durumda olması neyle izah edilebilir, nasıl kabul edilebilir ki?
Gever deresi islah bekliyor diye ayrı bir manşetin altında yazanlar ise aynı içerikte. Yine devletten beklenilen görevler... Gever deresinin ıslahını devlet yapmıyorsa yapabilecek örgütü oluşturmak, devleti bulunulan alanda işlevsiz kılmak çok mu zor? Yoksa siz de “ya devlet başa ya kuzgun leşe” diyenlerden misiniz?
Haber bültenlerinde geçen diğer bir haber ise Suriye ve Türkiye sınırı arasına örülen duvarın inşasının durdurulması çağrısını içeren basın açıklamaları ve çeşitli eylemler! Bu eylemler de devletten bir şey bekliyor. Devletin yaptığı şeyi durdurmasını! Yine görüntüde aktif gibi görünse de özünde kendini pasif devleti aktif kılan bir eylem. Ne yapalım diye soracaklar vardır. Orayı yapan iş makinalarının oraya ulaşmasını, çalışmasını engelleyen eylemler!
Örnekleri çok olsa da değineceğim son manşet Ethem Sarısülük'ü katleden polisin Urfada görev yaptığı ve serbestçe gezdiği haberi. Demokrasi platformu açıklama yapmış: Katili Urfa'da istemiyorlarmış! Yani başka yere gidebilir, başka bir yerde görev yapabilir! Hazır katil Urfa'dayken bu katliamın hesabını sorabilecek, onu Urfa'da sosyal tecride alabilecek pek çok eylem yapılamaz mı?
Daha pek çok örnek verilebilecek onlarca olay var. Burada bu haberleri yapan basın yayın kuruluşlarının da zihniyetlerinin eleştirilmesi gerekir. Çünkü yapılan her haber toplumun bilinç altına mesajlar gönderir.
Tüm bu haberlerde gönderilen mesaj “bekle! Devlet baba her şeye kadirdir! Ne yaparsa o yapar! Beklemekten, istemekten başka biz bir şey yapamayız!”
Bu konuda asıl eleştirilmesi gerekenler demokratik siyasette öncülük misyonu üstlenenlerdir. Seçim sürecinde olmak bu eleştirileri daha yoğun yapmayı gerektirir. Demokratik siyaset bahsettiğimiz zihniyetten kurtulmadan başarılamaz. Demokratik siyasetin asıl görevi toplumu örgütleyerek kendi kendine yeter hale getirmektir. Halkın her eyleme desteği göz önüne alındığında eğer öncü doğru bir zihniyetle yaklaşır ve buna göre pratiğe yüklenirse başarı ihtimalinin yüksek olduğu görülür.
Bu zihniyetin sonucu sürecin tıkanma aşamasına gelmesidir. Hemen devletin süreci tıkadığına dair görüşler belirtenler olsa da demokratik siyaset felsefesine göre düşünülünce sürecin tıkanmasında bu zihniyetten kurtulmamış olmamızın payının olduğunu göreceğiz.
Mevcut zihniyet mağdurların, güçsüzlerin zihniyetidir. Bu zihniyet süreci sürüklemez! Tıkatır! Devletten beklenir, devletten istenirse süreç demokratik kurtuluş süreci olmaz! Devletli kurtuluş süreci olur. Devletle de sürecin kurtulmayacağı, kurtarılamayacağı, yürümeyeceği binlerce yıllık halklar tarihinin en somut örneğidir.
Süreç halkın kendi çözümünü kendisinin yaratma sürecidir. Yaşamını özgürce inşa sürecidir.
Sürecin ruhuna, zihniyetine girme zamanıdır.
Çok geç olmadan, bir an önce!
Andok Kelaşin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 14 Kasım günü saat 11.00 ile 11.50 arası işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları Medya Savunma Alanlarımızdan Zap ve Zağros bölgelerimizde alçak uçuş yapmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 7 Kasım tarihinde sabah saat 6:00 işgalci TC ordusu Amed'in Akdağ bölgesi, Bingöl'ün Genc'e bağlı Mişkê, Xeylan ve Heydan boğazı çevresinde Kobra helikopterlerle bir operasyon başlatılmıştır.
- Ayrıntılar
“İlkel milliyetçilik bir hastalıktır, hem de çok köklü bir hastalıktır” demiştik.
Milliyetçiliğin neme nem bir hastalık olduğunu herkes bilir. Özü ırkçılığa kadar giden, kendisini herkesten üstün gören, farklı yaratılmış olduğuna inanan, bir nevi kendini “seçilmiş” bilen ruhsal bir hastalık. Ve bu hastalığın insanlığın başına ne büyük belalar getirdiğini hepimiz Hitler faşizminde gördük. Çünkü milliyetçiliğin gideceği yer, varacağı son liman kesinlikle faşizmdir. Ve bu faşizmi biz nerede milliyetçilik yaşanmışsa, kurumsallaşmışsa başkalarını ötekileştirerek insanlığın başına nasıl tam bir bela olduğunu görerek öğrendik.
Evet, milliyetçilik bir hastalıktır, hem de urlu bir hastalık, tedavisi zor olan, bir kere yaşandı mı başkalarının çok büyük acılar yaşayarak tecrübe edindikleri bir hastalık.
Milliyetçiliğin birde mikrosu vardır. Birde tabii İlkel olanı vardır. İlkel olanına biz İlkel Milliyetçilik demiştik. İlkel Milliyetçiliğin özü dar ailesel, kabilesel ve aşiretsel çıkarları tüm toplumun çıkarlarının üstünde gören bir milliyetçik türüdür. Ve bu milliyetçilik türü doğası gereği hep birilerine yaslanmak durumundadır. Yani bu tür anlayış sahipleri hep birilerine dayanarak var olabilirler. Başkalarına dayanmadan ayakta kalamazlar. Bu bağlamda en belirgin özelikleri özgüvenden yoksun oluşlarıdır. İlk elden dayanacakları aileleri, sonra kabileleri, sonra aşiretleri derken bu dayanma sıralaması giderek yukarıya kadar uzanır. En son ve hep dayanmak isteyecekleri en güçlü olanlardır. Bunun için bugün en çok dayandıkları ve dayanmaktan vazgeçmeyecekleri ABD’dir, küresel emperyal güçlerdir. Ve tabii ki bulundukları alanda ise en çok dayanacakları güç sömürgeci devletlerdir.
Dikkat edersek bölgemizde en çok sömürgeci devletlerle ilişkilerini iyi tutmaya özen gösteren kimdir dersek, vereceğimiz cevap İlkel Milliyetçi anlayış ve düşünce tarzıdır. Ve bunun en ileri düzeyde temsilciliğini geçmişte olduğu gibi bugünde KDP yapıyor.
Halklar ortak zaferlere sevinirler, ortak kaybetmelere üzülürler. Birini bayram diyerek sahiplenirler diğerine ise yas deyip anarlar. Dikkat edersek İlkel Milliyetçilerde bu duygu tersinedir. Çünkü halk zafer elde etmişse kaybeden İlkel Milliyetçilik olacağı için bunlar bayram coşkusuyla kutlanması gereken zaferlerden korku duyarlar, tersine elde edilmiş olan zaferi boşa çıkarmak için ne kadar sömürgeci güç varsa bunlarla ilişkilenerek alt etmeye çalışırlar. Benze bir şekilde büyük hüzünler için de geçerlidir. Halk hüzünlüyse bunlar sevinçlidirler. Çünkü halk hüzünlüyse çıkarcılar sevinç seli halinde yaşamaya aday olurlar.
Daha somut söyleyecek olursak: Bugün Rojava Kürtleri Tel Koçer gibi önemli bir mevziiyi ele geçirdiler, daha doğrusu İslamiyet’in adını çok kirli bir şekilde kullanan İslam ahlakı ve kültürü karşıtı çevrelerden kurtardılar. Yine Kürtleraylardır sürdürülen onca ablukayı ve ambargoyu kırma imkanı yakaladılar. Yani Rojava Kürtleri ilk kez biraz nefes alma olanağını yakaladılar. Dikkat edersek, tüm Kürtler ve dostları için bu bir bayram ve sevinç vesilesi olurken İlkel Milliyetçiliğin baş temsilcisi olan KDP için bu tamamen bir moral bozukluğu oldu. İlk elden Rojava Kürtlerini tehdit ettiler, bu yetmedi hemen Neçirvan Barzani Türkiye’ye koştu. Herkeste biliyor ki bu gidiş sadece ve sadece Tel Koçer zaferinin ambargo ve ablukayı kıracağı endişesindendir. Ve herkeste biliyor ki Türkiye-Cephet El Nusra güçlerine en fazla açık destek veren güçtür-Tel Koçer’i Kürtlerin elinde çıkarmak için tüm gücünü kullanacaktır.
Şimdi bu durumda en kör olan birisi Neçirvan Barzani’nin Türkiye’ye neden acilen gittiğini anlayamaz mı? Rojava Kürtlerinin zaferini gölgelemek için gittiğini anlayamaz mı?
İşte İlkel Milliyetçilik dediğimiz gerçeklik budur. “Küçük olsun ama benim olsun” mantığı tamamen İlkel Milliyetçi anlayıştır. Demiştik ya: “İlkel Milliyetçi anlayış; hem ulusal çıkarları düşünmekte ısrarla uzak duran bir anlayış olurken, hem de aynı topraklarda gelişen, gelişebilme ihtimali ve potansiyeli olan hareketlerin önünü barajlamak için hiç birisinin gelişmesine izin vermeyen, bu bağlamda da Kürdistan’ı babalarının çiftliği bilen anlayışın ta kendisidir.”
Bunun çok hayırlı bir anlayış olmadığı açıktır. Türkiye devletinin apar topar Irak hükümet yetkilerini çağırması-üstelik daha birkaç ay önce ne kadar kılıç kalkan olduğunu herkes bilmişken-hayırlı bir iş için değildir. Yine İran dış ilişkiler bakanlığının çağrılması derken, bölgede yeni ve çok hızlı bir diplomasi trafiğinin sömürgeci Türk devleti tarafından sürdürülmesi açıktır ki tek bir hedefi vardır: Kürtlerin zaferini boğmak!
Durum bu kadar açık iken İlkel Milliyetçi anlayışın sömürgeci devletlerle bir arada, aynı cephede hareket etmesi tek kelimeyle bir ihanet duruşudur. Doğaları gereği İlkel Milliyetçilerin başkalarına yaslanacaklarını bilsek bile tarihin bu önemli momentinde Kürt halkının çıkarlarının karşısında dikilmek asla ama asla af edilecek bir duruş ve davranış olmayacaktır. Hele hele şimdiden görüldüğü gibi bu İlkel Milliyetçi anlayış Kürdistan’ın farklı yerlerinde benzer anlayışları temsil edenleri bir araya getirmesi gibi oldukça parçalayıcı ve tehlikeli bir duruş ve davranış gösterirken, kesinlikle Demokratik Ulus anlayışını temsil edenler, buna inananlar, buna yakın duranlar bu tür anlayışlara karşı mücadele etmeleri gerektiğini bileceklerdir. Bilmenin de ötesinde tavır sahibi olmaları gerektiğini de bileceklerdir. Çünkü tarihi moment asla ama asla teğet geçen yaklaşımları kabul edecek bir moment değildir. Herkesin, hepimizin tüm gücümüzle yükleneceğimiz bir tarihi an olduğu için, kesinlikle ulusal birliğinin önünde engel olabilecek ne kadar tutum ve davranış varsa, çıkarsa bunlara karşı amansız bir mücadele içerisinde olması gerektiğini de bilerek duyarlı ve mücadeleci bir duruşa ihtiyaç vardır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Günlerdir hatta yıllardır haber bültenleri, gazeteler bildik manşetler atıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse bu üslup artık kabak tadı vermeye başlıyor.
Hangi üslup diye soran olursa;
Öğretilmiş ve gizlice dayatılan mağdur edebiyatı ve bir yerlerden bir şey bekleyen üslup. Birkaç örnek vermek gerekirse;
“Depremzede değil, devletzede!”
“Gever deresi islah bekliyor”
“sınıra yapılan duvarı durdurun!”
“katil hala serbest geziyor!”
Bu üslupları çok doğal ve gerekli görenler olacaktır. Bu üslubun sonuçları ve neden kaynaklandığı üzerine bir kaç şey söylersek üslubun gerekliliği üzerine görüş belirtenler fikirlerini değiştireceklerdir.
Üslup ve zihniyet bir birinden kopmaz ve birbirlerini etkileyen iki temel öğedir. Bahsi geçen üslup da zihniyetten kaynaklanır. Hangi zihniyet mi?
Devletçi zihniyet.
Bu nereden çıktı diye soracak olan olursa:
Bu zihniyet öyle farklı kılıflarda kendini var ediyor ki bu sorunun pek çok kişi tarafından sorulması hiç de garipsenecek bir durum değil.
Ama söz konusu Kürtler olunca bunu garipsememek ve buna karşı çok net tavır geliştirmemek elde değil. Bunca bedel, onca yıldır yürütülen mücadele sonrasında halen böyle bir üslup kullanmak hiç de kabul edilebilir değil.
Eleştirimizi biraz açımlarsak;
Bir yılı aşkın süredir büyük zorluklar içinde yaşayan Van halkının, örgütlenerek, örgütlülüğün verdiği güçle kendi sorunlarını çözmek için yapı kooperatifinden, toprak işgaline pek çok şey yapabilecekken açlık grevine girmek gibi pasif, yukarıdan, başkalarından bekleyen bir durumda olması neyle izah edilebilir, nasıl kabul edilebilir ki?
Gever deresi islah bekliyor diye ayrı bir manşetin altında yazanlar ise aynı içerikte. Yine devletten beklenilen görevler... Gever deresinin ıslahını devlet yapmıyorsa yapabilecek örgütü oluşturmak, devleti bulunulan alanda işlevsiz kılmak çok mu zor? Yoksa siz de “ya devlet başa ya kuzgun leşe” diyenlerden misiniz?
Haber bültenlerinde geçen diğer bir haber ise Suriye ve Türkiye sınırı arasına örülen duvarın inşasının durdurulması çağrısını içeren basın açıklamaları ve çeşitli eylemler! Bu eylemler de devletten bir şey bekliyor. Devletin yaptığı şeyi durdurmasını! Yine görüntüde aktif gibi görünse de özünde kendini pasif devleti aktif kılan bir eylem. Ne yapalım diye soracaklar vardır. Orayı yapan iş makinalarının oraya ulaşmasını, çalışmasını engelleyen eylemler!
Örnekleri çok olsa da değineceğim son manşet Ethem Sarısülük'ü katleden polisin Urfada görev yaptığı ve serbestçe gezdiği haberi. Demokrasi platformu açıklama yapmış: Katili Urfa'da istemiyorlarmış! Yani başka yere gidebilir, başka bir yerde görev yapabilir! Hazır katil Urfa'dayken bu katliamın hesabını sorabilecek, onu Urfa'da sosyal tecride alabilecek pek çok eylem yapılamaz mı?
Daha pek çok örnek verilebilecek onlarca olay var. Burada bu haberleri yapan basın yayın kuruluşlarının da zihniyetlerinin eleştirilmesi gerekir. Çünkü yapılan her haber toplumun bilinç altına mesajlar gönderir.
Tüm bu haberlerde gönderilen mesaj “bekle! Devlet baba her şeye kadirdir! Ne yaparsa o yapar! Beklemekten, istemekten başka biz bir şey yapamayız!”
Bu konuda asıl eleştirilmesi gerekenler demokratik siyasette öncülük misyonu üstlenenlerdir. Seçim sürecinde olmak bu eleştirileri daha yoğun yapmayı gerektirir. Demokratik siyaset bahsettiğimiz zihniyetten kurtulmadan başarılamaz. Demokratik siyasetin asıl görevi toplumu örgütleyerek kendi kendine yeter hale getirmektir. Halkın her eyleme desteği göz önüne alındığında eğer öncü doğru bir zihniyetle yaklaşır ve buna göre pratiğe yüklenirse başarı ihtimalinin yüksek olduğu görülür.
Bu zihniyetin sonucu sürecin tıkanma aşamasına gelmesidir. Hemen devletin süreci tıkadığına dair görüşler belirtenler olsa da demokratik siyaset felsefesine göre düşünülünce sürecin tıkanmasında bu zihniyetten kurtulmamış olmamızın payının olduğunu göreceğiz.
Mevcut zihniyet mağdurların, güçsüzlerin zihniyetidir. Bu zihniyet süreci sürüklemez! Tıkatır! Devletten beklenir, devletten istenirse süreç demokratik kurtuluş süreci olmaz! Devletli kurtuluş süreci olur. Devletle de sürecin kurtulmayacağı, kurtarılamayacağı, yürümeyeceği binlerce yıllık halklar tarihinin en somut örneğidir.
Süreç halkın kendi çözümünü kendisinin yaratma sürecidir. Yaşamını özgürce inşa sürecidir.
Sürecin ruhuna, zihniyetine girme zamanıdır.
Çok geç olmadan, bir an önce!
Andok Kelaşin
- Ayrıntılar