Bêrmareş’ê, Karagöl demek. Herekol’un doğu eteklerindedir. En derin yeri 3-4 metre’yi geçmez. Belki de bulmaz. Dibinde kum hiç yok. Zemini tamamen kırmızı toprakla kaplıdır. Yukarıdan göle kuş bakışı bakınca rengi gerçekten siyahidir. Yakından ve biraz yanlamasına bakınca rengi bazen koyu yeşile çalar, bazen mavimsidir. Çok nadiren göğün mavisini içmiş gibi olur. Geceleri dolunayda şafak ve günbatımı öncesi çok güleç bir renk alır.
Bêrmareş’in güney tarafına başka bir söylemle yukarısına yüksek kayalıklı bir tepe düşer. Eski adı Terazinareş'tir. Tek kapısı veya yolu burada yine Bêrmareş adıyla anılan kapısıdır. Bu kapıdan Koridorê Sora ve Navser taraflarına gidileceği gibi kapıyı çıkınca batıya yönelerek Deşta Sore taraflarına gidilebilir.
Gölün aşağı tarafına da çok daha alçak bir sırt düşer. Ardıç ağaçlarıyla kaplı bu sırtın en zirvesinin gölden uzaklığı iki yüz metreyi bulmaz. Sırt tepesinden göle kadar kırk beş derece eğimlidir. Kayalıklı olsa da kayalıklarda düz, düzlük gibidir. Bu sırtın aşağı yamacı uçurumludur.
Gölün bir tarafından Herekol’un yıkılmış taş yığıntıları, xılxıleleri yüzlerce metre uzanırken, diğer tarafından, yüzerce metre çimli, pınarlı, koridorlu, mergli küçük küçük tepecikli beri yerleri uzanır. Koçerler üç beş yerde koyunlarını sağar ve dinlendirirler. Bir kilometre ileri de Kaniya Sar, Kanisarkê denilen buz gibi bir pınar var. Suyu oluk oluktur. Etrafında mendık, tuzık ve pung yetişir. İçmek için çay için olduğu kadar, koyun ve kuzuları, keçi ve oğlakları sulamak için de çok sağlıklıdır. Sonbaharda suyu epey azalsa da hiç kesilmez.
Ve yine döndük Bêrmareş’e su yukarıdan elli metre kadar mesafeyi kaplayan kaya yıkıntılarından fışkırıyor. Bu kaynağın özü taze kar sularıdır. Herekol’de kar erimeye başladıktan bir süre sonra buradan sular fışkırır. Esasta Deşta Sore taraflarının suyudur. Koçerler eskiden Deşta Sore’de garıs (mısır) yıkandığını ve suyla akan tanelerin bu gölden çıktığını söylüyorlar. Ayrıca da gölün etrafında, yukarısında eriyen kar suları da buraya akar.
Sürüleri sulamak için bu su da verimlidir. Ne var ki bu su sonbahara kadar kalmaz. Şimdilerde insanın kolay kesemeyeceği pınarı yazın kuruyacak. Bir taraftan oluk oluk, beyaz sular göle dolarken diğer taraftan da oluk oluk boşalır. Daracık bir boğazdan kendini yüzlerce metrelik yamaçtan coşarak aşağılara bırakır. Su yazın yavaş yavaş azalsa da kuruması hemen hemen ani olur. Ama en ilginci gölün boşalması, kurumasıdır. Göl doluyken siz koyunlarınızı sulamaya getiriyorsunuz. Göle biraz yaklaşınca aniden göl önünüzden kaçmaya başlamıştır. Sular çekiliyor. Koyunlar peşinden koşuşturur. Susuzluğunu gidermek için gölün alt zemininde bazı delikler var. Gün gelir evrendeki kara delikler gibi gölün tüm suyunu sömürürler. Nerdeyse birkaç yudumda bu gölün tüm sularını içerler. Oysa o delikler hep varlar. Neden illa belli bir zamanda böyle su gözlü olurlar. Neden Bêrmareş’in siyahi maviliğini acımasızca yutarlar bilemiyorum. Koçerler her yıl bu olayın Cuma günü veya akşamı olduğunu iddia ediyorlar. Böyle bir inanışta var. Gününü bilmiyorum ama bir on dört Temmuz günü sularının çekildiğini arkadaşlarımdan duymuştum.
Gölün mergli çayırlı çimenli tarafından sırtın hemen üstündeki düzlükte eski mezarlar var. Gömülenlerin birçoğunun çocuk olduğu da anlaşılıyor. İlginç ve güzel bir yer seçmişler ölülerine. Ben de ölünce buraya gömülsem gölü görecek miyim(?) diye merak ediyorum. Gölün çevresi yazın tam bir festival yerine döner. Binlerce koyun öbek öbek berilerinde bekleşirken, çobanlar, kadınlar, genç kızlar, allı pullu elbiseleri ile bakraçlarına süt doldururlar. Çocuklar sürünün etrafından dolaşarak, sağılmaktan kaytarmak isteyen kurnaz koyun ve keçileri yakalayıp Berivanlara teslim ederler. Yine uyuşuk uyuşuk yatıp sağılma yerine gelmeyi düşünmeyenleri de uyarırlar. Eşeklerin bazıları zırlar, bazıları cirit atar, bazıları tozun içinde takla atar bazısı hiç doymak bilmez. Düzensiz ve zamansız doğan kuzular kayalıkların içerisindeki küçük kozıklerinde bekleşir, acıkınca meleşirler. Köpekler; kimisi haylaz, kimisi çılek (azgözlü), kimisi uyuşuk, hantal, kimisi geveze, kimisi korkutucu ve saldırgan. Kimisinin dili bir karış, kimisi ortalıkta görünmez gün boyu. Taa aşağıdaki o badan (zomdan) kimisi eşeğine, atına binerek, kimisi yürüyerek bir buçuk saatte buraya ulaşan Berivanlar öğlen öncesi ve öğlen sonrası sağılmış sütü mataralara boşaltarak eşeklerine, atlarına yükler üzerine de konlar'da yakmak üzere topladıkları guni ve değişik yakacakları yükleyip yarın tekrar gelmek üzere zoma dönerler. Çünkü süt peynir ve yoğurt olmak ister. Çobanlar taze ekmek ve yemek ister. Yolunuz açık, yüreğiniz pek olsun Berivanlar. Kolay gelsin isterim işleriniz, ama bilirim kolay gelmez. Erkekler de çok çalışır ve yorulurlar hatta koyun bile sağarlar ama pek az insan Koçer kadını kadar cefa çeker ama Koçer kadını direngen ve iradelidir. Zorluklara kolay teslim olmaz, zorluklar adeta onun yaşam tarzı gibidir. Bu nedenle mi yüzleri güleç ve umutludurlar hep bilmem.
Güneşin Herekol’e selam vereli tam iki saat oldu. Güller ve şehitler ayının bitimine altı gün kaldı. Tümseğin üzerindeki mezarlığın yan tarafındaki kayalıklı tepecikte oturmuş Bêrmareş'e bakıyorum. Gölün içine doğru bir girinti uzuyor. Tam bir yarımada gibi.
Her şey çok vurgulu. Güneş ışıkları vurgulu vurgulu yayılıyor. Güneş ışınlarının vurgusunu tenimde ve gözlerimde hissediyorum. Kaya renkleri vurgulu. Etrafı sarmış yeşillik vurgulu. Göle akan pınar vurgulu. Kuşların türlü türlü ötüşleri vurgulu. Kuşların çiçekten çiçeğe konan arıların vızıltıları daha bir vurgulu. Kar kevilerinin hızla erimeleri vurgulu. Kevilerin altında günlerdir güneşin hasreti ile sararmış ama solmamış otların güneşle buluşmaları ve fotosentez yaparak hızla yeşillenmeleri vurgulu. Dibi bulanığımsı, üstü berrak gölün etrafı doğanın aksını ustaca derinlerine çizişi ve biraz siyahi biraz yeşilimsi biraz parlak gölün manzarası vurgularında vurgusu. Hele şu tam karşımda gölün içindeki büyük kayalıkların dibinde kaya kadar yükselmiş piramidi andıran nazlı ardıç’ın göldeki yansımasıyla oluşturduğu bütünlük bir harikadır.
Dolunay çoktan küçülmeye başlamış. Yarılanmış ay tam Bêrmareş'e kapısının üstünde, ayın kesik tarafı ise yere Herekol'e bakıyor. Acaba her yerde ay böyle mi görünür merak ediyorum. Doğuda yükselen güneş, batıda batışa gitme yolundaki ay ortasındaki Bêrmareş gölü, yan tarafında mezarlık, onunda yanında ben. Berrak pırıl pırıl açık mavi sanki biraz daha koyulaşacakmış gibi mavi gök ve bütün doğa canlı. Bu mezarlar bile canlı. Çünkü burada yaşam çok vurgulu, çok temiz, çok kutsaldır. Çünkü burası Bêrmareş. Çünkü burası Herekol, çünkü burası Botan, çünkü burası Kürdistan, Mezopotamya. Çünkü burası Ortadoğu.
Belki de şimdi şu iki yüz metre yüksekliğindeki kayalığın göğsünde öten kevdari (yaban horozu), en üstte ve kayalığın yan tarafında öten keklikler, mavi gökte durmaya çalışan, pike yapan, bir inip bir kalkan, birbirleriyle oynaşan cıvıltılı kuşlar. Ve Terazinamer’de daha yeni doğmuş yavrusu peşinde yayılan şu ayı da bunları fark etmiştir. Belki de fark etmeye gerek duymadan onlar bu güzelliklerin bu kutsallıkların içinde zaten erimişlerdir.
Dağ gibi insanlar da yıkılır. Bu, dağların da yıkılacağı anlamına mı gelir? Bêrmareş’in kuzeybatısı tarafına düşen dağ yıkılmış, gölün hemen bitişiğinde başlayan yıkıntılar enlemesine altı yüz yedi yüz metrelik, uzunlamasına bir iki kilometrelik alanı tümden kaplamışlardı. Yıkıntılar arasındaki dev kayalıklar hemen dikkati çekiyor. Grostonluk bazı kayalıklar da yıkılmaya yüz tutmuş halde bekliyorlar. Yıkıntılara en güzel rengi oraya buraya serpilmiş ardıç ağaçları veriyor. Tabi ki bu yıkıntılar gölün güzelliğini bozuyor değil.
İki ay kalmamış ömrü bu gölün. Yine kuruyacak. Yeri bomboş kalacak. Kayalıklar gelecek yıl bahara kadar kendi suretlerine bakamayacaklar. Aslında diyorum ki buna da çare var. Yani göl kuruduktan sonra dibindeki delikleri insan kapatabilir. Öyle büyük değiller. Suyun boşaldığı gölün çıkışı da daracık bir boğaz… Yani araya set çekmek de çok kolay. Biraz emek ve çabayla insan gölün su yüksekliğini on metreye çıkarabilir. Daha büyük bir proje ile 30 metreye de çıkarabilir. Su böylece sürekli hale gelir. Suyun miktarı çok olursa kış soğuğunda tümüyle donmayabilir. O zaman uygun tür ve cinsten balık bile yetişebilir. Kim bilir o balıklar kendilerini ne kadar şanslı ve mutlu hissederler. Yaban ördekleri yaban tavukları, türlü türlü kuşlarda burayı ziyaretgah belki de mesken edinirler. Böyle bir proje ekolojiye hiçbir şekilde zarar vermez. Tam tersine zenginleştirici, güçlendirici olur. Belki su köpekleri bile türerler bu gölde. Ayılar bile balık avlamaya gelirler. Küçük kayıklarla da insan göle açılabilir. Kim demiş Kürtlerin denizi yok. Herekol’de bile deniz var denilecek. Koçerler sahilde dolaşacak, Berivanlar kayıklara binecek, fotoğrafçılar iş yetiştiremeyecek…! Oysa şimdi de aynen o kadar güzeldir Bêrmareş’i gören göz olsun yeter. İki metre kadar yakınıma konan harika renklerini ve harika cıvıltısını tarif edemeyeceğim şu kuş da beni onaylarcasına iki kanadını yana değil yukarıya kaldırarak hiçbir müziğin veremeyeceği bir tad veren ötüşleriyle, beni onaylamak ister gibi dans ediyor. Yoksa benim kuruntum mu?
İlginç olan yarım ay, Bêrmareşe’yi terk etmek istemezcesine hiç ilerlememiş gibi yerinde dururken ben ayağa kalkıp uzaklaşmaya başlıyorum.
Hoşça kal Bêrmareş ê!
Şehit Zerdeşt Dersimi
- Ayrıntılar
Çok klişe bir sözdür; Bu ülke, çok tuhaf bir ülkedir…
Ama neredeyse gün aşırı bu sözü doğrulatacak, haklılığını perçinleyecek olaylar zinciri vuku bulmakta. Ondan dolayı da insan günde üç/dört kez bu sözü tekrarlamaktan kendini kurtaramıyor.
Son günlerde bize bu sözü söylettiren nedenlerin başında elbette Erdoğan’ın yaptığı konuşmalar, kamera karşısındaki gergin hali gelmekte.
Özellikle takmış BDP’ye ve onun vekillerine…
İki de bir; “Ya Kandil, Ya Meclis” diyor. Bir tane akıllı da çıkıp demiyor; “yahu sen öyle atıp-tutuyorsun, bunun üzerine yüksek perdeden de miyavlıyorsun ama senin kaymakam adayın, senin il başkanının, senin polislerin, senin askerlerin zaten Kandil’de, bunların üzerine Meclistekileri niye oraya göndermeye çalışıyorsun?” diye.
Senin bu kadar kamu çalışanın, parti çalışanların Kandil’deyken, sen neredeyse hafta da birkaç camide cenaze namazı kılıyorsun, halen ne diye Kandil’e insan göndermek için bu kadar heveslisin Erdoğan!
Eğer amaç Kandil nüfusuna yönelik herhangi bir çalışma değilse, bu kadar yoğun bir şekilde Kandil’e insan göndermenin-bu istemi ukalaca her fırsatta dile getirmenin anlamı nedir?
Daha da utanmasız olsa; Ankara’ya gelen cenazelere de “kalkın Kandil’e gidin” diyecek neredeyse.
Türkiye’deki birçok kesimin anladığını; savaşın dilinin cenaze bilançosunu arttırmanın dışında herhangi bir etkisinin olmadığını Erdoğan anlamak istemiyor.
Belki önümüzdeki seçimler nedeniyle, Erdoğan bilinçli bir şekilde bu siyasi pozisyonunu koruyor olabilir.
Ama bu dönem, yaşanan her gelişme seçim hesabına hibe edilecek kadar niteliksiz değil…
İşte Erdoğan’ın görmediği ya da görmek istemediği kör nokta burası oluyor.
Daha şimdiden bütün planlarını önümüzdeki seçimlere göre ayarlamaya çalışan ve daha çok da benden sonrası tufan mantığıyla hareket eden Erdoğan, BDP ve Kürtleri ezmenin kendisine oy kazandıracağına koşulsuz bir şekilde biat etmiş durumda.
Kürtleri ve temsilcilerini ezebileceğini sanıyor! Hatta bu kadar yoğun psikolojik hakaretle, blöfle onlara geri adım attırabileceğini sanıyor! Hani bazı kesimler diyor ya; 90’lara mı dönüyoruz! İşte bu kesimlerin şunu görmesi gerekiyor; Erdoğan zaten 90’lı yıllarda.
Biliniyor langustik bir durumdur; insan kendisini nasıl görüyorsa, çevresini de öyle görür. Erdoğan kendisini 90’larda gördüğü için karşısındaki Kürtleri de 90’lı yıllardaki Kürtler gibi görüyor.
Buna o kadar inanmış ki; iki cenaze namazı arasında fırsat buluyor ve o anda dahi Kürtlere yönelik saldırmaya ve hakaret etmeye devam ediyor. Başbakanlığını dahi bu kadar rutin bir işleyişe dönüştüren bu sarmalı bir türlü görmek istemiyor.
Doğal olarak da; Kürtlerin her yerdeki direnişinin kodlarını doğru okuyamıyor. Günden güne artan tansiyonun, gelinen uçurumun farkına varamıyor.
Bütün kesimlere yönelik gösterdiği asabiyetin ne kadar gülünç olduğunu göremiyor.
Fırsat bulabildiği ender anlarda da; yaptığı yollardan, duble otobanlardan, çeşmelerden, Toki’lerden böbürlenenerek dem vuruyor.
Kazara da olsa sorulan bir “kürt sorunu”yla ilgiliyi sorulara da; “benim için Kürt sorunu bitmiştir” diyor.
Senin için bu sorun bu kadar kolay çözüldüyse, ne diye o cami senin-bu cami benim geziyorsun o zaman!
Aslında herkes gibi Erdoğan’da şunun farkında; bu sorunun iki güzergahı var. Onlarda ya masa, ya da cami avlusudur. Onun dışındaki her söz, her eylem teferruattan başka bir şey değildir.
Zaten şu anda yaşanılan tıkanıklık da buradan ileri gelmekte. Masa devre dışı bırakıldığı için, her gün devlet yeknesak bir şekilde cami avlularında buluşuyor. Böyle giderse yeni yasama dönemi için meclisi de cami avlularında açacaklar neredeyse. Kim bilir belki bir AKP’li vekil, bugün-yarın böyle bir öneri de bulunabilir.
Aslında ortalıktaki toz duman görüntünün aşılabilmesi için bu soruna olan yaklaşımda hangi güzergahın tercih edileceği bu sürecin belirleyeni olacaktır. Vurguladık; dönem pragmatik seçim hesaplarına indirgenemeyecek kadar hassas! Ondan dolayı da Erdoğan’ın birilerine “Ya Kandil, Ya Meclis” demesine karşılık, birilerinin de “Ya Masa Çözüm, Ya da Cami Avlusunda Cenaze Namazı” demesi gerekiyor.
Dönem o kadar hassas, o kadar ciddi ne de olsa.
Jan Ararat
- Ayrıntılar
Yok, medeniyet değil bu canavar. Ordu. Bildiğiniz TC ordusu.
Allah vere de şu ordunun halini bir gün içinde yaşayanların dilinden yazma fırsatı buluna. Kürdistan veya gerilla sendromu diye adlandırılabilecek yeni bir hastalığın keşfedilmesine katkı sunacak insanların ruh hallerini anlatan bir kitap hiç de fena olmazdı. Gerçi bir ara Memedin kitabı diye bir tane yazıldı ama o da “birazcık” ve “ufacık” bir halinden söz ediyordu bu sendromun.
Her gün bir komutanı istifa eden, askeri kaçan, görev yeri değişen, yenilgi üzerine yenilgi alan ordunun askeri olmadığım için neler yaşadıklarını bilmiyorum. O yüzden anlatmamı da beklemeyin. Ama cephemizden görünenleri anlat derseniz değil bir yazı, onlarca yazı yetmez.
Tek işi savaş olan bir örgütlenmenin kendi içinde yaşadığı sıkıntıların da savaşla ilgili olması gerektiği kesin. Yani daha iyi savaşabilmek, karşısındakini alt edebilmenin yolları ve yöntemlerini bulmak ve bunları istikrarlı ve yaratıcı yöntemlerle pratikleştirebilmek dışında farklı bir yoğunlaşması olmamalı.
Fakat bu yoğunlaşmanın içine girebilmesi için yaptığı işe inanması gerekir. İnanmadığın, kabul etmediğin bir amacın varsa savaşmak addedildiği gibi kutsal bir savaş olmaz. Bu nedenle savaşın kural ve kanunları da burada çok işe yaramaz. Amacı temiz olmayan bir ordunun yapacağı savaş da takdir edileceği gibi kirli bir savaş olur. Bundan sonra yürütülecek savaş da olsa olsa çıkar savaşı, rant savaşı olur. Eskilerin tabiriyle bir ganimet savaşı gündeme gelir.
Nitekim Kürdistan’da savaş dün olduğu gibi bugün de tamamen bir ganimet savaşı olarak yürütülüyor. Ortada ülkeye kasteden, ülkeyi “bölmek” ya da “parçalamak” isteyen bir saldırı olmadığından, bunun karşısında da “vatan savunması” gibi bir mücadele perspektifi geliştirilemez.
Savaşın karar vericileri bunu çok iyi bildiklerinden savaşan gücün performansını arttırmak daha doğrusu savaşmaya teşvik edebilmek için farklı yollar bulmalıdır. Günümüzün tanrısı rolüne bürünmüş olan para bunun için biçilmiş kaftandır.
Artık ordu ve bu savaşın karar vericileri vatan için değil, para için mücadele ediyor. Emrindeki gariban Anadolu evlatlarını önce işsiz ve parasız bırakıp sonra da para karşılığında savaştırmak belki de TC devletinin son yıllardaki en ‘akılcı’ yöntem zenginliğiydi. Çünkü askeri cepheye koşturduğunda onu harekete geçirecek, uğruna ölmeyi göze alacağı bir neden bulmak zorundasınız. Artık hiç kimse PKK’nin Türkiye’yi bölmek ya da bu ülkeyi yıkmak gibi bir amacı olmadığını bildiğine göre “vatan, sana canım feda” diyecek gençleri bulmak artık gittikçe zorlaşıyor.
Öyle söylendiği gibi profesyonelleşme deyimi de bir göz boyamadır. İstediğin kadar eğit, istediğin kadar tecrübeli hale getir ancak o kişiyi teknik anlamda güçlendirebilirsin. Ama herkes çok iyi biliyor ki savaş yürek işidir, cesaret ve fedakarlık işidir.
Bunu da en iyi gerillada bulabilirsiniz. Hem meşru, haklı bir savaş yürüttüğünden, hem de Kürt halkı gibi bir halkın desteği arkasında olduğundan attığı her adımda, yürüttüğü her savaşta başarı elde ediyor. Cesaret ve fedakarlığını, mücadele azmini ise Önder Apo gibi bir insanın varlığından alıyor. 13 senedir tek başına düşmanın elinde bulunmasına, 10 metrelik bir çukurda 13 aydır hiç kimseyle görüştürülmemesine rağmen dayatmalara, işkencelere, baskılara karşı tek bir geri adım atmayan Önderlerinin direnişçi tutumundan alıyorlar.
O yüzden gerilla karşısında savaşacak insanları bulmak için her şeyden önce haklı ve meşru bir gerekçeniz olmalı. Haklı ve meşru bir amacın insanda yarattığı duyguları ve düşünceleri hiçbir teknik donanım, nicelik, istihbarat yaratamaz.
Bu denli savaş gerçeğinden uzak bir ordu gücünün para ile ayakta tutulma çabasının ise nereye kadar yeteceği tabii ki sorulmalıdır. Hadi o para karşılığında gelen cahildir, anlamıyordur, ama ya ailesi? Ailesi yarın öbür gün sormaz mı, engellemez mi? Kaldı ki artık bu paralı askere alma işinin bile istendiği gibi gitmediği açığa çıkıyor. Bakalım bu paralı askerlik ardından neler çıkacak?
Ne çıkar bilmiyorum ama artık ne komutanı, ne askeri, ne siyasetçisi, ne bürokratı, imamı, ajanı, işbirlikçisi işe yaramıyor. Artık savaşı yürütecek tek güç kalmış, o da medya. Yalanın büyük bir silah olduğunun farkında olduklarından ve bu konuda epey tecrübe kazandıklarından buraya ağırlık veriyorlar. Ama bunun da bir yere kadar süreceğini söylemek yerinde olur.
Evet, insanlar gerçeklerle yüzleşmekten hep kaçınırlar. Bir dakikalık da olsa gerçekle yüzleşmemek için yıllarını perdeler arkasında geçirmeyi kabul ederler. Fakat vicdan ve toplum yaşamı denen olgunun varlığı bu insanları da elbet bir gün kendilerine getirecek ve gerçekler karşısındaki dirençlerini sorgulatacaktır. Artık neye güvenmesi gerektiğini, neye inanması gerektiğini soracağı bir zaman da gelecektir.
Hatırlar mısınız, bir dönemler anketlerde en güvenilir kurum hangisidir diye bir soru soruluyordu. Epey de yoğun işlenen bu anketlerin son yıllarda nedense hiç yapılmadığına dikkat ettiniz mi? Peki, dikkat ettiyseniz, nedenini hiç sorguladınız mı?
Evet, tabii ki artık güvenilecek bir kurum yok. E, güvenilecek bir kurum olmadığına göre, sahte de olsa “hangi kuruma güveniyorsunuz” sorusunu sormanın bir anlamı da yok.
Neyse, çok uzattım. Diyeceğim o ki, artık işgalcilerin, sömürgeci faşistlerin o çok güvendikleri ordu da ellerinden gitti. Artık bu savaşı nasıl yürütecekleri tam bir muamma. Arkadaşlarını satmayla ün yapmış ordunun başındaki adam emrindeki askerler teker teker düşerken hediye alma derdindeyse gerisini siz düşünün. Bu adam istediği kadar güçleri gezsin, moral vermeye çalışsın, “ben işimin üzerindeyim” izlenimi yaratsın, nafile.
Türk ordusu ve kirli savaşın karar vericileri bir kez daha yenilmiştir…
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. Gerillalarımızın Hakkari’nin Şemdinli, Yüksekova ve Çukurca ilçelerinde başlattığı devrimci harekat çerçevesindeki eylemleri devam etmektedir. Bu kapsamda;
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. Hakkari’nin Şemdinli ve Yüksekova ilçeleri arasındaki hat üzerinde 23 Temmuz günü gerillalarımız tarafından başlatılan devrimci harekat çerçevesinde 14 Eylül günü saat 15.00 sularında Haruna karakoluna yönelik bir fedai eylem gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
27 Ağustos günü saat 20.00 sularında Şırnak’ın Uludere ilçesi sınır hattında işgalci TC ordusu tarafından başlatılan operasyonda düşman askerleriyle gerillalarımız arasında bir çatışma yaşanmıştır. Yaşanan çatışmada 2 yoldaşımız şahadete ulaşmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
YJA Star Güçlerimiz 16 Eylül günü saat 02.40 sularında Mardin'in Midyat ilçesine bağlı Kertwinê köyü yakınlarından geçen Botaş petrol boru hattına yönelik olarak gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
Tarihi bir anda geçiyoruz. Öyle ki kimisi böyle tarihi anlara varlık yokluk anları diyor.
Dikkat edilirse TC devleti bu tarihi an’ı bildiği için hiç olmadığı kadar özel savaşına ve psikolojik savaşına yükleniyor. Bunun içindir ki herkesi ama herkesi hizaya getirmek için saldırdıkça saldırıyor. Yine boşuna birçok Türk yazarçizer tam devletçi mantıkla sürece yaklaşılmasını önermiyor.
“TSK’nın ve polisin moralinin, PKK ile onun siyaset ve medya destekçileri tarafından kırılmaya çalışılması normaldir. Ama Türkiye Cumhuriyeti’yle sorunlu olmayan kesimlerin bilerek veya bilmeyerek aynı işlevi görmeleri, aynı hedefe vurmaları ancak terör örgütünün ve dış destekçilerinin ekmeğine yağ sürer” demesi ve yazması manidardır. “Türkiye Cumhuriyeti’yle sorunlu olmayan” sözleri ne kadar da sırıtıyor. Yine bir başkası: “Hiç endişeye gerek yok; bu ülkenin medya yöneticileri terörle mücadele konusunda dünya basınından geri kalmayacak kadar duyarlı ve bilgilidir. Onlara fırsat tanımak, meslek erbabı arasında ortak bir kültürün ve duyarlılığın oluşmasına müsaade etmek gerekiyor” diyor başka sözde bir medya yöneticisi. Ve hatırlayalım birkaç gün önce boşuna “ağzına tıkarım” diye faşist yapının istemlerine göre yazılmayanları ne yapacaklarını açıkça söylememişlerdir.
Bu durumu KCK yürütme konseyi başkanı Murat Karayılan verdiği mülakatta: “Bir taraftan bazı aile çevrelerinin mal mülk imkanlarını yaratma, zenginleştirme, diğer taraftan dini, Kürt halkı ekseriyeti diyelim kendi dini inançlarına bağlı bir halktır, gerek Alevi'si, gerek Sünni'si inancı güçlü bir toplumsal gerçekliği temsil ediyor. Êzidi olanlar zaten onlar göçertilmiş, Kürdistan’da çok azı kalmış. Yani bunu kullanma, bunu, yani halkımızın inanç duygularını bu anlamda sömürgeciliğin alt yapısını oluşturmada alabildiğine kullanma siyasetidir. Bununla birlikte özellikle gençlik üzerinde çok yoğun durma, yani imkanlar sunma, okutma, gel dershane, yurt ve burs gibi. Bu şekilde yol ve yöntemlerle, cemaatler yoluyla, işte bilmem değişi vakıflar yoluyla Kürt gençliğini ehlileştirme, yani asimilasyona tabi tutmadır” diyor.
TC devleti tüm bunları tarihi süreçle bağlantılı olarak ele alıyor ve saldırılarını pervasızlaştırıyor. Ya Kürdistan özgürleşecek yani Kürtler Ortadoğu’da olup bitenler içerisinde kendilerini özgür bir statüye kavuşturacaklardır. Ya da Kürtler bu kez de aynen 100 yıl önce yapıldığı gibi yeniden daha katmerli bir köleliğe tabii tutulacaklardır. Unutulmasın ki 100 önce Kürtleri yok sayma siyaseti Kürtlerin tam 100 yıldır aralıksız direnmelerini beraberinde getirmiştir. Bu ise yüz binlerce ölüm demek oldu. Bu ise Kürdistan’ın baştanbaşa onlarca kez yıkımı oldu. Bu ise Kürtlerin ve Kürdistan’ın yeniden yeniden başkalarının kullanımı için ham madde oldu. Ve eğer bu kez de Kürtler Ortadoğu’da olup bitenlerde kendilerine bir statü elde edemezlerse artık ortaya çıkacak olan sadece on yıllarca direnişin devam ettirilmesi olmayacaktır. Hayır, ortaya çıkacak olan tümden uygulanan soykırım rejiminin başarıya kavuşması demek olacaktır. Yani yok olacak, yok edilecek olan bir Kürdistan ve Kürtlük olacaktır.
İşte sürecin tarihsel olması bununla yakinen alakalıdır. Bu durumu bilerek Kürdistan gençliğinin tarihe katılması gerekiyor. Tarihin onun omuzlarına yüklediği görevlere sahip çıkması gerekiyor.
Yine belirtelim TC faşizmi boşuna Kürdistan’a ve Kürt gerçekliğine bu kadar saldırmıyor. RTE’nin “Kürt sorunu bitmiştir” cümlesinin arkasında yatan gerçeklik budur. Çünkü Kürt sorunu kabul etmek demek içerisinde geçtiğimiz tarihi an’da Kürtlerin ana dilde eğitimini kabul etmek demek olacaktır. Kürtlerin yerellerde kendi öz yönetim gerçeğinin kabul edilmesi demektir. Kürtlerin ayrılma hakkı dahil tüm haklarının kabul edilmesi demektir. Ve tabii ki birde bulunduğumuz çağ gerçeğine göre tüm Kürtlerin ortaklaşmasının önünü açmak demektir. Çağımıza demokrasi çağı diyorlar. İnsan haklarının en üst düzeyde geliştiği çağ diyorlar. Ve birde tabii bilim teknoloji çağı diyorlar. Böyle bir çağda eğer bir sorun var ise ve hele hele bu sorun 40 milyonluk bir halkın doğuştan gelen haklarına dönük bir temel insanlık sorunu ise yapılacak olan ilk elden tüm haklarının tanınması olacaktır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi ayrılma hakkı da dahil.
İşte TC faşizmi bu tarihi an’ı bildiği için saldırdıkça saldırıyor. Kürt çocuklarını henüz 5 yaşana gelmişken hızla asimile etmek için çeşitli hilelere başvuruyor. Bunun için işbirlikçiliği sonuna kadar geliştiriyor. Yeni yetme hainlere muazzam imkanlar sunuyor. Bunun için Kürdistan coğrafyasını tahrip etmek için yangından mal kaçırırcasına barajlar inşa ediyor, her bir tepenin başına insanın gözünü bile kirli gelen karakollar inşa ediyor, Kürdistan’ın yer altı zenginlerini çalmak için her tarafa askeri yollar yapıyor.
Evet, böyle birçok özel savaş politikalarını sıralamak mümkündür. Demek istediğimiz şudur: Tarihi bu an’a göre TC faşizmi hareket ediyor. Bir an önce tarihi an’ı kendi lehine çevirmek için özel ve psikolojik savaşını had safhaya taşıyor.
TC faşizmi tarihi bu an’a böyle Kürtleri yok etme temelinde yaklaşım ve politikalar geliştirirken Kürt gençlerinin, alevi gençlerinin ve de demokrat aydın Türkiye gençlerinin sıradan yaklaşılması kabul edilir mi? Elbette kabul edilemez.
Bunun için Kürt gençliğini, alevi gençliğini, Türkiye sol ve demokrat gençliğini birde duyarlı ve dini inançlarına bağlı asabeler sürecindeki Müslümanlığa inanan tüm anti kapitalist Müslüm gençleri dağlara faşizme karşı, devletçi ırkçı yezid İslamcılığına karşı mücadele etmeye çağırıyoruz. En haklı ve büyük Cihat zulme karşı geliştirilecek olan direniştir ki bugün bu direniş Kürdistan dağlarında verilen olan direniştir.
Unutmayalım ki kürdistan’da başarıya ulaşmış bir tv faşizminden en çok çekecek olan bu toprakların ezilen halkları, doğruya ve gerçeklere bağlı yaşamak isteyen ve de zulme karşı her zaman başkaldırmış olan inananlar olacaklardır.
Yeniden ama yeniden tüm duyarlı Kürt, alevi, sol sosyalist demokrat ve asıl antikapitalist Müslüman gençleri dağlara gerillaya katılmaya davet ediyoruz.
Engin Sincer
- Ayrıntılar
Kürdistan’da orman katliamına devam ediliyor. Her gün yeni orman alanlarımız hunharca yakılıp yıkılıyor. Geçmiş yıllarda da bu faşizan uygulama bir bile dakika durmamıştı. Öyle ki hem yakıyor, hem yıkıyor hem de orman kesimleriyle adeta ülkemiz çorak hale getirilmek için her şey yapılıyor.
Faşizm böyle doludizgin, pervasızca, ahlaksızca, fütursuzca ormanlarımızı yakarken, yıkarken, keserken tek bir kişide ses çıkmıyor. Bundan olmalıdır ki son yıllarda birkaç kez HPG ve HPG’nin birçok saha komutanlıkları, Kürdistan ormanlarının yakılmasına ve yıkılmasına karşı çeşitli düzeylerde çağrılarda bulunmuşlardı. Yine orman kesmelere dönükte çeşitli uyarılarda bulunmuşlardı
Örneğin 201 yılında: “Savaşın kendi kuralları vardır. Bu kurallara savaşın bir tarafı olan her gücün uyması gerektiği uluslar arası sözleşmelerle teyit edilmiştir. TC devleti bu sözleşmelere imza atmıştır. TC devleti Cenevre sözleşmesinde savaşta uyulması gereken kuralları ihlal etmektir. Bu ihlallere her gün bir yenisini eklemektedir.
Bunun için uluslararası güçleri TC devletinin ve onun silahlı kuvvetlerinin savaş suçlarını gelip yerinde izlemesi için savaş alanına çağırıyoruz.
Yine çevreci örgütleri, ekolojiye dönük duyarlı çevreleri Kürdistan’da TC devletinin orman yakmalarına karşı durmaya ve bu konuda duyarlı olmaya çağırıyoruz” diye çok kez bilebildiğimiz ve takip edebildiğimiz gibi çağrılarda bulunmuştur.
Maalesef ne yereldeki çevrecilerden, ne bölgedeki ne de uluslar arası sahasında çevreciler, ekolojistler bu çağrıya cevap vermişlerdir. Ülkemize gelip olup bitenleri bizatihi yerinde irdelememişlerdir.
Bir gerçek vardır ki o da Kürdistan ormanları yakılmaya, yıkılmaya ve kesilmeye devam ediliyor. Her gün bu yakmalara dediğimiz gibi yenileri ekleniyor. Dersim tümden yakılmak isteniyor. Botan zaten sistematik olarak yakılması planlanmış. Bitlis bu yakmaların yeni hedefinde. Hakkari’den söz bile açmıyoruz. Özcesi doludizgin bir tabiat faşizmi sürüp gidiyor.
Irkçılığı herkes sadece bir ırkın savunulması ya da övülmesi olarak algılamamalı. “Bana aittir” denilenin savunulması, “bana ait değildir, başkalarınındır” diye bilinen ise yakılıp yıkılması da bir tür ırkçılıktır. Bu ırkçılık dediğimiz gibi sadece insanla sınırlı kalmamaktadır. Irkçılık öyle bir hastalıktır ki başkasınındır bildiği coğrafyalarında yok edilmesi, bitirilmesi aynı zihniyetin bir sonucudur. Evet, bunun içindir Kürdistan’da adeta yakılmamış ormanlar bırakılmamışken, batıda bir orman yangını çıktığında dünyanın masrafı yapılarak bunun söndürülemeye çalışması belirttiğimiz zihniyetin ve tihniyetin ta kendisidir. Kimse neden Türkiye’de yani batıdaki ormanlar söndürülüyor demiyor, orman korumalar ve söndürmeler için gerekirse çok daha fazla kaynakta aktarılmalıdır. Ancak bunu yaparken Kürdistan ormanlarını bilinçlice TC devleti tarafından yakmalar, yıkmalar varken, yaşanırken kim hangi “kardeşiz” sözüne inanır ki? Yada ülkemizde tüm ormanlar kül olurken tek bir ekolojistin, çevrecinin bir duyarlılık göstermemesine diyeceğiz?
Örneğin: “Havran'da orman yangını” altında dün bir haber geçti. “Havran İlçesi'ne bağlı Kalabak Köyü Taşlıalan Mevkii'ndeki kızılçam ağaçlarının bulunduğu ormanlık alanda dün saat 14.30 sıralarında henüz belirlenemeyen bir nedenle orman yangını çıktı. Rüzgarın etkisiyle büyüyen ve 200 hektarlık alanda etkili olduğu belirtilen yangına üç söndürme uçağı, dört su atar uçak, bir keşif uçağı, dört yangın söndürme helikopteri ve 30 arazöz, dört dozerle çok sayıda yer işçisi müdahale etti. Rüzgar nedeniyle kontrol altına alınamayan yangına daha kapsamlı ve etkili müdahale için bölgeye 15 arazöz daha sevk edilirken Havran Kaymakamı Yasin Öztürk, Orman Bölge Müdürlüğü aracılığıyla, İzmir, Bursa ve Çanakkale'den destek ekipler istendiğini dile getirdi.”
Bu haber bile Türkiye’de neme nem bir faşizmin yaşandığını göstermeye yeter de artarda. Öyle büyük teorilerle verilerle Türk faşizmi diyebileceğimiz faşizm türünü, anlatmaya gerçekten gerek yoktur. Kürdistan’da yakılıp yıkılan ormanlara ve birde “Havran’da orman yangını” haberine bakarak nasıl korkunç bir faşizmle karşı kaşıya olduğumuz görülecektir.
Faşizm böyle doludizgin Kürtlere ve coğrafyasına karşı yürütülmüşken, biz Kürtlerden kardeşlikten, birlikten ve beraberlikten hatta eşitlikten bahsedilmesi doğrusu insan aklıyla alay etmekten başka bir anlam taşıdığı gün yüzü gibi ortada değil midir? Faşizmin zihniyeti bu denli ortadayken biz Kürtlerden TC faşizmine karşı mücadele etmemenin akla uygun bir gerekçesi olabilir mi? Başkaldırmamanın bir gerekçesi olabilir mi?
Evet, gerçekler gün yüzü gibi ortadayken her “kardeşlik, beraberlik, birlik” türünden sözlerine doğrusu kim inanır?
Bir sitem olarak: Faşizm sonuçta insan ve doğa düşmanlığıdır. Buna anlam verebiliyoruz. Ancak yeşilcileri, doğa severleri, çevrecileri, ekolojistleri hatta feministleri yine çeşitli “…hak koruma” derneklerinin Kürdistan’daki orman kıyımlarına karşı sessiz ve “duymadım, söylemedim, görmedim” yaklaşımlarına anlam veremediğimiz söylemeden de edemeyeceğiz.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
TC devletinin karakter yapısı ikilidir. Bir yandan özgüvensizdir yani kendisine karşı son derece güveni yoktur, diğer yandan ise bu karakterin aynısı ama bu kez tersten, bir madalyonun diğer yüzü misali aşırı derece de kendine sevdalıdır.
Denilecek ki özgüveni olmayan yapı ile kendine sevdalılık ters değil midir? Hele birde kendine sevdalılığı kendine olan güven, inanç ve kararlılık olarak ele alınırsa?
Hemen şunu belirtelim: özgüven ile kendine beğenmişlik birbirine zıt olan kavramlar değildir. Ruh bilimi daha doğrusu psikanaliz, kendine sevdalanmışlıklar gibi hastalıkların temel kökeninin bireylerin kendilerine karşı besledikleri güvensizlik sorunundan kaynaklandığını belirtir. Aynen siyaset biliminde sekter olmayla duygusal olma gibi. Sekterlik “Katı, hoşgörüsüz düşünce, tutum”dur. Duygusallık ise eğer bunu bir sıfat olarak ele alır isek, “Duygunun ağır bastığı, duygunun aşırı etkilediği insan” olarak tanımlaya biliriz. Duygunun ağır bastığı kişiliklerde ise aklın ön planda olmadığını da biz biliriz. Yani akıl yerine duygular alır. Sıkışık ortamlarda böyle duygusal olan bireylerde ani parlamalar, hödlemeler, bağırıp çağırmalar, küsmeler, yakıp yıkmalar her zaman görülen vakalardır. Başka bir anlatımla; sekterlik ile duygusallık bir madalyonun iki ayrı yüzüdür. Nasıl ki özgüven ile kendini beğenmişlik bir madalyonun iki yüzüyse.
İşte TC devleti -belki de bu durumu taa Osmanlara kadar da götürülebilir-oldukça fazla kendisine karşı özgüvensizdir. Özgüvensizlik bir ruhsal durumdur. Tarihi ve toplumsal arka planı mutlaka vardır. -Türkler uzun yıllar da olsa -Orta Asya’da gelmişlerdir. Başka bir deyimle buralara yabancıdırlar. Buranın rengi değildirler. Bunun içindir ki buraya yerleşirlerken herkese –her an bizi dışarıya atarlar psikolojisiyle- hep tedirgin yaklaşmışlardır. Tedirgin yaşamışlardır.
Bir yere kadar bu anlaşılırdır. Sonuçta dışarıda gelmişsindir ve üstelik misafir olarakta kalmamışsın, giderek ev sahibini dışarıya atarak kendin eve yerleşmişsin. Doğaldır ki dışarıya attığın asıl ev sahipleri sana karşı başkaldıracaklardır, bir yolunu bulup sana karşı mücadele edeceklerdir. Bunun için Türklerin bu ateş üstünde olan, hassas, savunmacı, saldırgan ruh hali anlaşılırdır.
Ancak anlaşılmayan o dur ki, bu belki anlaşılır olan durumun, tam bin yıldır sürdürülmüş olmasıdır. Türklerin ilk yıllardaki bu hassas ruhsal durumları dediğimiz gibi anlaşılırdı. Ancak arada tam neredeyse bin yıl geçmişken, onlarca badire ortak atlatılmışken halen aynı ruh halini taşımak doğrusu bir hastalıktır.
Bu hastalık sadece hastalık olarak durmuyor. Bu ruh hali aynı bölgede birlikte yaşadıkları halkların tümünü düşman görmeye kadar götüren bir hastalıktır. Bunun içindir ki dikkat edersek yüz binlerce Ermeni katlettiler. Binlerce Asuri, Keldani, Süryani katlettiler. Binlerce Yezidi katlettiler. Binlerce Alevi katlettiler. Binlerce hatta yüz binlerce Kürt katlettiler. Yine binlerce Arap katlettiler. Boşuna Araplar 6 Mayıs gününü şehitler günü olarak anmıyorlar. 1916 yılında onlarca Arap aydınını o Osmanlıların meşhur paşası olan Cemal paşa darağaçlarına sadece kendi haklarını talep ettikleri için, götürmemiştir. Yine binlerce Yunanlının katledilmesi. Binlerce Pontus’lu ve daha nicelerini bu hastalıklı ruh hali katletmiştir.
Ruh hali böyle olan bir karakter elbette ki kendisi dışında güvendiği kimse olamaz. Bir güvendiği kendisidir. Hani o meşhur: “Türkün Türk’ten gayri dostu yoktur” -atasözü mü, hastalıklı söz mü o da ayrı bir şey- söylediği gibi.
Bu ruh hali kendi dışındakini tümden düşman görürken, sadece kendisine güya dayandığı içinde müthiş bir sevdalanmaya yol açıyor. Türkiye solundaki yoldaşlar af buyursunlar ama Türkiye solunun büyük bir kesiminin gerçekten tam şoven olmasının altında yatan neden budur. Eğer bugün işçi partisi ya dasosyalist ismini önünde taşıyan bir İP gibi bir parti, bu kadar şovence milliyetçi olabiliyorsa altında yatan temel neden gerçekten bu ruh halidir.
Böyle ikili olan bir ruh halinin yapacağı iki şeyin başında, öncelikli olarak herkesi düşman görmesidir, herkesi birilerine bağlı olduğunu, birilerine dayanarak onları yani Türkleri bölmeye kalkıştığını düşünmek olur. Diğer ikinci husus ise kesinlikle birilerine yaslanarak yaşamaya çalışması olacaktır. Bu dünyada tek olduğuna göre, o kadar düşmanı bulunduğuna göre mutlaka birilerine yamanarak ayakta kalmaya çalışır. Siz o kendi kendini kışkırtan, böbürlenen, herkese hödleyen, narsist, kendine sevdalanmışlıklara bakmayın. Psikanaliz bize bu tip karakterlerin başkalarına dayanmadan ayakta kalamayacaklarını söylüyor. Yani böyleleri mutlaka bir abiye ve ablaya ihtiyaç duyarlar. Bir abiye yaslanarak bir dışarıdaki küçüğe ya da zayıf gördüklerine saldırma bunların karakter hatlarıdır.
Evet, TC devletinin karakter yapısında birilerine yaslanma her zaman var olagelmiştir. Bunun için dikkat edersek bugün ABD’ye bir dakika yaslanmadan edemez. Kocaman cumhurbaşkanları bile “ABD bize şu sözü verdi” açıklaması yapıyorsa ve buna kocaman bir toplum seviniyorsa orada artık birey ya da toplum olmaktan çıkılmıştır. Yine eğer kocaman cumhur reisleri, başbakanları yurtdışına çıkarak sadece ve sadece birilerini bu harekete düşman ettirmek için satılmadık bir şeylerini bırakmıyorlarsa orada gerçekten de artık düşürülmüşlük dibe vurmuştur.
Hani biz Kürtler de bir hikâye vardır “heke çı, min naxwar?” diye. Birisi gizliden gider kümesteki yumurtaları alır ve aynı gizlilikle de yer. Kümesin sahibi gelir ve görür ki yumurtalar yok. Tesadüfen yumurtaları yiyenin yanına gelir. Tavuklardan ve kümesten, hırsızlıktan bahsederken hırsız “heke çi, min naxwar ”, yani “ne yumurtası, ben yemedim” der. Tuhaf değil mi! Ya kim sana yumurtadan söz açtı, ya kim sana yumurtayı yiyen sensin dedi, ya da kim sana hırsız dedi ki sen “ne yumurtası, ben yumurta yemedim” diyorsun. Ama bir bildiği vardır yumurta yiyenin. Ne de olsa suç işlemiştir saklaması, gerekir ya! Psikolojik bir durumdur yaşanan. Savunma refleksinin tikleşmiş halidir “heke çı, min naxwar”.
TC devletinin ve çoğunlukla Türk toplumunun gösterdiği tüm refleksler işte bu tarihi arka plan çerçevesinde oluşmuş olan kendine özgüvensiz olan karakter yapısıdır.
Ve TC zannediyor ki herkes kendisi gibidir. Herkes “heke çı” diyor. Ve zannediyor ki kendisi herkesle başkalarını alt etmek için ittifaklar, komplolar kuruyor. Ve zanediyor ki herkes onun gibi hileler peşindedir.
Ama şu bir gerçektir ki: TC devletine emperyal devletlerin sundukları destekler bir dursun bakalım kaç gün ayakta kalabilecektir. Emperyal devletlerin, bölgede muhafazakâr faşist devletlerin sundukları yardımlar TC’ye akmasın bakalım o zaman Anya’nın ve Konya’nın nerede olduğunu gösteririz.
Bu bağlamda şunu ekleyerek: Bu hastalıklı, kendine özgüvensiz, tepkisel, ikircikli, kendine sevdalı ve tabii şoven olan karakter yapısını terk etmedikçe daha çok başkalarına, emperyalistlere taşeron olursunuz. Daha çok kendinizi pazarlarsınız. Ve daha çok mu ama çok PKK ile sürdürdüğünüz haksız kavgada kendinizi başkalarına peşkeş çeker ve sunarsınız.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar