Basına ve Kamuoyuna!
1. 28 Haziran günü Erzurum’un Karayazi ilçesine bağlı Karaağaç (Heştrengê), Kalo, Golê köyleri ile Radarê Karayazi alanlarına yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafından bir operasyon başlatılmıştır.
- Ayrıntılar
Bir Kürdistan şafağında daha bir ayın sonunu bir başka ayın eşiğine devrederken anlıyoruz ki ülkemizde bir tek haziran değil, bütün aylar şehit kokar Haziran,o ayların en nazenin olanından.Zira o, Zilan’dan iz alan, Zilan’ın sevgi yasasından doğan, bütün yaşamsal damarlarımıza fedailik çağrısı taşıyan ve Zilan karakteri çığlık olan…
Bir otuz haziranı daha karşılarken Zilan yoldaşın tanrıça görkeminde yarattığı tarihsel pencereden bakıyor, ateşin orta yerinde geçen 16 yıllık mirası kana kana içiyoruz. Kadın özünü tanımaktan aciz bütün yargıları yerle bir eden, bizi kadınca zamanlara taşıyandır Heval ZİLAN. 16 sene önce Munzur’un akışıyla gelen, Dersim’de Besé’nin öyküsünü destana taşıyan, Filistin’deki Sena Em Heydeli’den pay alan bir kahramandan bahsediyoruz. Sadece kendi ülkesine değil, bütün Ortadoğu’daki hakikat algısını dillendiren o güzel kadından, halkların çiçeği olan o insandan bahsediyoruz.
Bu anlamda heval Zilan, bütün zaman ve mekanları aşan, yaşadığı anla tarih olandır. Hiç eskimeyen, silinmeyen, istense de unutulamayan, bir ilk’e imza atan ve hep öyle kalandır. Herkesin derin uykularda olduğu zamanlarda, düşleri gerçeğe taşırmayı bilendir. Ülkesinin çocuklarına bir masal olmayı başarandır. Kadınlık dünyasındaki kâbuslardan uyandırıp özgürlük hayalleri peşinde koşturandır. Bu sebeple eskimeyen, bugünümüzün en diri, en canlı çağrısıdır. Bu tanrıça zılgıtı olan fedai, bütün tanrıların sahte tarihine baş kaldırandır. O sadece bir eylem kahramanı değil, komploya karşı kalkandır. Önderliğe gerçek yoldaş olandır. Duyargalarını yitirmiş bu çağın orta yerinde kadın ruhsallığıdır. Ülkemizin ve bütün insanlığın hakikat avcısı olan Önderliğimize hiçbir kötülüğün yaklaşmasına izin vermeyen ve hepimizin içindeki rüyayı temsil edendir. O, hepimiz için Önderliğe dokunabilendir. Damıtılmış güzellikten sadakatiyle önderliğin yüreğine damlayabilendir.
Bugün yüzümüzü döndüğümüz Kabe olan şehitlerimizi anarken, bütün mevsimleri onların gözünde görüyoruz. Her aya nakşettikleri simalarında geleceği görüyoruz. Şubat’ta baştan ayağa Viyan oluyoruz. Mart’ta Zekiye’den selam alıp Sema’larda yüceliyoruz. Mayısın ılıman yüzünde Haki ile başlayıp bir şehit ırmağına dönüşüyoruz. Zilan’la haziranlaşıyor, hasat vakitlerinin eylül ve ekiminde Ruken ve Çiçek oluyoruz ülkemize. Uçurumların uğultusunda Beritan, Sivas sınırlarında Bermal oluyoruz. Ve biliyoruz ki, bu coğrafyada özgürlüğün kanatlarına dokunabilmek için her saati, her günü, her ayı, her yılı destanlaştırmadan, Zilan rengiyle aynadan bakmadan gerçek yüzümüzü göremeyeceğiz. Bu anlamda belki de bugün anı anına bu ruhu yaşamak, halkımızı ve Önderliğimizi korumanın yegâne yoludur. Çünkü şehitlerimiz ve bir inanca dönüşen Zilan yoldaşımız sadece geçmişimiz değil, bugün ve geleceğimizdir. Kişiliğinde fırtınalar estiren Zilan arkadaşın fedai ruhu bugün her zamankinden daha fazla kulağımızda çağrı, yüreğimizde özgürlük inancı, dilimizde Haziran türküsü, gözümüzde halkımıza bahşedeceğimiz aydınlık geleceği ifade etmek durumundadır. Biz ancak böyle ulusumuzun alın akı olabiliriz.
Devrimci halk savaşı gerçekliğimizin tarihsel akışına baktığımızda görüyoruz ki, devrimin yıldızı gibi, halkın gözbebeği gibi ve savaşın en can alıcı noktasında erdemli savaş kahramanı yoldaşlar tanıdık. Bu yoldaşların kahramanlık sırrı, çizilen sınırların dışına çıkmayı başaran bir hissiyata sahip olmalarıydı. Heval Zilan da böylesi tarihsel bir sürecin onur abidesi kahramanlarımızdandır. Biz ne kahramanlarımıza ne de kahramanlarımızın eylemlerine geçmişte kalan destanlar gibi ve masal kahramanları gibi yaklaşamayız. Onlar, gönül gözüyle hissediş deryalarından geçtiler. Önderliğin zeki, akıllı, duygulu ve dürüst yoldaşları olmayı başarabildiler. Bu anlamda bizler onlardan uzak değiliz, olmamalıyız, olamayız. Başta heval Zilan ve bütün kahramanlarımız devrimin yaratımı halkımızın özünden damıtılmış, özgürlüğü ifade eden özümüze en yakın bir hakikattirler. Tarihe uzaklıklar penceresinden değil an’ın tarihle buluştuğu var oluş öykülerinde onlar yanı başımızda olmalı; uzağımızda değil yakınımızda olmalı. Tarihimizi unutturmayan günümüz olmalı.
İşte bu nedenle bugün en çok onların gözleri bizim aynamız, yürekleri pusulamız olmalı. Zira heval Zilan’ın kendini doğurduğu koşullar günümüze çok benzemektedir. Çünkü hala komplo bütün katmerliğiyle sürmekte, halkımız her gününü soykırım cenderesinde geçirmekte, Önderliğimiz amansız esaret koşullarında tutulmakta, kadınlar ve halklar beş bin yıllık erkek egemenlikli zihniyetin katliamlarından geçmektedir. Bu anlamda her zamankinden daha fazla bugün Zilan yoldaşın ruhu önümüzü aydınlatan ışık olmaktadır.
Devrimci halk savaşımızın geldiği aşama heval Zilan’ın aklıyla gerillacılık taktiklerine, stratejik esaslarına fedailiğin zafer yaratan ruhuyla yaklaşmamızı buyurmaktadır. Yeni başarılarımızın Zilanca izler taşıması kaçınılmazlarımızdandır. Belki de bugün değerlerimize karşı duyarlı olmanın zirvesinde seyretmemiz her zamankinden daha fazla güncel olmalıdır. Bu, heval Zilan’dan bize bir çağrı ve heval Zilan’ın en temel özelliklerindendir. Devrimci halk savaşının zaferi Zilanca yaşamın ilkelerinde gizlidir. Her eylemimizde onun bilinciyle ve özgürleşme arzusuyla nefes almayı bilmeliyiz ki, özgürlüğü en çok hak eden ulusumuza onurlu ömürler bahşetmesini bilelim.
Tarihin ve an’ın çağrısı bize gösteriyor ki,yüzünü Zilan gerçeğine dönen normal yaşayamaz. Sıradan sınırlarda seyredemez hakikatin yakıcı gerçekliğini. Zilan’ın ellerine dokunabilen insanın yüreği Ateşgah olur. Zagroslarda, Toroslarda zalimi yakan kıvılcım olur. Onun yoldaşlığından pay alan Önderliğin etrafındaki ateşten çemberin bir halkası olur. Bütün gerilla kokan zamanlarda nefes nefese halkına umut vadeden olur.
Görüyoruz ki hepimizin yüreğindeki kahramanlık öyküsü Zilan’da somutlaşıyor. Geçmişimizi onurlandıran, geleceğimize onurdan bir baş tacı sunan aynı kahraman oluyor. Bize çocukluğumuzun hayallerini hatırlatan, kadınlığımızı kutsallaştıran, insanlığı gururlandıran, devrimciliğimize yüce anlamlar katan, savaşçılığımızın bütün erdemlerinde özgürlüğü bize yakın kılan aynı kahraman. Öykümüzde yürek ve beynimize damlayan ZİLAN…
Sana bağlılığımızı ifade edecek tek anlam senin yüreğinle özgürlüğe vereceğimiz o selam.
Leyla SORXWİN
- Ayrıntılar
Dün akşamüstü TC televizyonlarında haberleri izlerken Türkiye cumhuriyet tarihinin en sosyopat olan kişisi ekrana çıkıyor. Namı diyar İ. N. Şahin. Tekirdağ’da sözde hemşerileriyle buluşmuş, hemşeri ayaklarını takınacak. Her nedense söz dönüp dolaşıp bize geliyor. Yani gerillalara. Uyku kaçması dedikleri durum herhalde bu oluyor. Yat kalk bizi konuşuyorlar. Yani gerillaları.
Hatırlayanlar, izleyenler ve dinleyenler bilir Türkiye’nin sözde büyükleri bugün nereye giderlerse gitsinler, ne yaparlarsa yapsınlar, nereye uçarlarsa uçsunlar karşılarına bizler yani gerillalar dikiliyor. Öyle ki tüm rüyalarına gerillalar giriyor.
Gerilla ise onların uyku kaçıranıdır, gerilla onların can sıkıntısı. Ve birde onların canını alacak Azrail…
İşte Türkiye cumhuriyet tarihinin en büyük sosyopatı yani a sosyal tipi olan bu az kaslın E.T. diyecektik ama o dünya dışı yarattığa hakaret etmemek için İ. N.’si “bunlar her yerde eylem yapabilirler, her yere gelebilirler, her yere gidebilirler” mealinde sözlerle sözde bizim ne kadar tehlikeli olduğumuzu söylemeye çalışıyor. Doğrusu iyi de söylüyor.
Biz her yerdeyiz ve hiçbir yerdeyiz. Bunu bileceksiniz. Biz sizin o en rahat uykularınızın uyku kaçıranlarıyız. Sizin tatillerinizin baş ağrıtanıyız. Yolda yürürken ayağınıza çelme takanıyız. Uçakla uçarken bomba bırakanıyız. Arabayla giderken tuzak döşeyeniyiz. Gezmeye çıkarken yol keseniyiz.
Evet, bizler sizin derin uykularınızın ve de o kendinizde çok emin ve gizemli rüyalarınızın dağıtıcılarıyız. Ve biz var oldukça ne size uyku olacak, ne rüya göreceksiniz, ne gezi yapacaksınız, ne rahat dolaşacaksınız, ne istediğiniz yere gideceksiniz, ne de kafanızın estiği gibi konuşacaksınız.
Biz var oldukça siz bir bizi konuşacaksınız. Size başka bir şey tattırmayacağız. Bizle yatıp bizle kalkacaksınız. Hani diyorlar ya nerenin Sendromu diye, artık sizin için de bir Sendrom oluşmuştur. Bunun adı Gerilla Sendromu’dur. Ve bu sendrom öyle sandığınız gibi erkenden iyileştirilemez. Tedavisi neredeyse mümkün değildir. Geçmez. Adamı ters köşeye yatırarak sonunda Bakırköy’e yollar.
Bu durumu bilen İ. D. İsmindeki uzaylı gerillaya “mağara yaşamını, taş devri” yaşamını bırakın diyerek sesleniyor.
İ. D. İsmindeki kişi siz merak etmeyin. Biz değil ki sadece mağaralarda hatta sizin deyiminizle taş devrinde yaşarız. Halkımız için gerekirse Buz Devrinde de yaşarız. Yeter ki halkımız özgürlüğüne kavuşsun. Yeter ki halkımız sizin sömürge boyunduruğunuzda kurtulsun. Yeter ki halkımız gelecek aydın yarınlarda mutlu yaşasın. Yeter ki halkımızın da bu dünya da yaşayacağı özgür bir toprak parçası olsun.
Evet, yeter ki halkımız sizin faşizan zulmünüzde kurtulsun ve varsın bizler yani bu halkın gerillaları Buz Devri şartlarında yaşayalım.
Ama şuna emin olun ki; bizler Buz Devri şartlarında yaşasakta Gerilla Sendromu hepinizi Bakırköylük yapacaktır. Gerilla size rahat uyku tattırmayacaktır. Rüya görmenizi engelleyecektir.
Boşuna zamanında bir şair:
“Biz çoktan erittik Yüreklerimizin çelik potasında” ki o sizin dile getirdiğiniz yaşamı. Biz çoktan baş koyduk halkımızın -bedeli ölümde olsa- haklı davasına.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 27 Haziran günü saat 12.00’da Hakkari’nin Çukurca ilçesine bağlı Sere Seve Taburu yakınlarında işgalci TC ordu askerleriyle gerillalarımız arasında bir çatışma yaşanmıştır.
- Ayrıntılar
Sabah uyandık. Rojbaş’ı kaçırmışız. Son bir yıldır olduğu gibi her uyanışımda hala bulunduğum mekânı algılamakta zorlanıyorum. Kendime sorduğum ilk soru, hep nerdeyim oluyor. O kadar çok bekledim. O kadar uzun ve yorucuydu ki yolculuk. Bittiğine inanamıyorum. Mavi ile çepeçevre çevrelenmişim. Sırt üstü uzanmışım. Altımda incecik bir minder. Üzerimde uzun tüylü bir battaniye. Yanı başımda bir battaniyenin altında koskoca bir tepe horulduyor.
Tünelden ince bir ışık sızıyor. Bu mavinin altında, bu sırtımı yasladığım mavide güneş bu kadar kısık olmamalı diyorum. Uzak olmamalı diyorum. Hadi taban gök mavisi ama bu sırtımı dayadığım mavi neyin mavisi. Sırtını maviye dayamak ne demek? Hangi maviye dayar insan sırtını? Nesneleri algılamakta zorlansam da içimden sırtımı dayadığım maviye gök mavisi, deniz mavisi diyesim geliyor. Her şey neden bu kadar mavi? Sonra dağların diline iyice yerleşmiş yeni bir söz gelip dağıtıyor bütün bilinmezlikleri. Nedenlere takılma, bütün halklar baharda şimdi. Üstelik dağdaysan böyle bir halklar zamanında keyfini çıkar her şeyin.
Kollarımı çıkarıp battaniyenin altından gerinip esniyorum. Ayaklarımın ucuna yerleşen ve bedeninin sıcaklığını ayaklarımda hissettiğim, birbirimize iyice alışmaya başladığımız Nazê de aynı şeyi yapıyor. Keyifle geriniyor. Yanımdaki tepe kımıldıyor yerinden. Tepenin üzerindeki battaniye hafifçe aşağı kayıyor. Benim keçel, onun tarama sıkıntılı dediği kafası çıkıyor battaniyenin altından. Çatışmadan çıkmış gibi hemen dağılıyor mahmurluğu ve yüzüne yerleşmiş tanımlayamadığım her şey.
Ne yok ki! Acı, sıkıntı, hüzün, özlem, hasret, ironi ve bütün bunlara hep bulaşık duran, o dünyalar yıkan ve yaratan tebessüm. O da koroya katılıyor. Esniyor, geriniyor. Gözaltından bana bakıyor mavi loşluktan. Uzatılmış bir rojbaş çekiyor. Ben de rojbaş diyorum. ‘İyi uyumadın galiba’ diyor. ‘Yok fena değildi’ diyorum. Gülümsüyor. Lafı değiştirmeye çalışıyorum. Bir sigara yakıyor. ‘Yıllar sonra bu sigarayı iyice bırakmayı düşünüyorum’ deyince derin bir nefes çıkarıyor sigarasından, gülümsemesinin kattığı dumanını üzerimden mavilere doğru savuruyor. ‘Hi hi… Anlıyorum’ diyor. ‘Bu yokuşlara kendini vuranların nefes nefese kaldıklarında akıllarına gelen ilk şey oluyor. Doğrusu da bu ya’ diyor.
‘Ben de bırakmak istiyorum ama kırk yıllık bir dostu, üstelik bu tepelerden dünyaya bakarken ve üstelik bulutlara karışırken dumanı bırakamıyorum bir türlü. Merak etme, tiryakiler için uzun bir süre böyle devam ediyor bu. Zağros yokuşları en tutkulu tiryakiyi bile kararsız bırakır tiryakiliğinde. Zirvelerdeyse ve karışıyorsa dumanı bulutlara, vallahi bırakmak zor oluyor bu meretin keyfini. Onun için bırakmayı düşünüyorsan en iyi yer inişlerdir. İnerken tekrar düşünürsün’ diyor.
Ne muhabbet ama… Yıllardır sinsice gelip bütün sohbetlerimize yerleşiyor bu meret. Gerçi dağlıların çoğu bırakmış sigarayı. Tek sıkıntıları doçka kalibreli sigaralar saramamak değil artık. Bir alışkanlıkla yaptıkları mücadeleyi örgütsel karara dönüştürmenin arifesindeler. Alışkanlıklarını kolay kolay aşamayan yenilerin sıkıntıya düşmemesi için erteliyorlar ha bire. Ama bu arada bir ADA’dan gelen eleştirilere de asla kayıtsız kalamıyorlar. Zaten örgüt yönetiminin çoğu bırakmış bile. Herkesi de hazırlıyorlar yavaş yavaş. Uzun sürmez bu meretin idam fermanı. Nikotin cephesinde durumlar hiç iyi değil anlayacağınız. Karşı-nikotin cephesi ise iyice örgütlenmiş ve kararlı bu sefer. Hızlı cephe değiştirmenin utangaçlığı olmasa, ben de hemen değiştireceğim cepheyi. Azınlıktayım şimdi. Bir sürü de sınırlama gelmiş. Kapalı yerde içilmiyor. Gece tümden yasak. İçmeyenler çoğunlukta olduğu için, etrafa yayılan dumanı elleriyle bir düşman tepesini düşüren saldırı grubu gibi savurup duruyorlar.
Bu arada aldığım soğuğun da etkisiyle ta ciğerlerimden öksürüyorum. Nikotin cephesinin lider takımından olan yanımdaki yaşlı olanı iyice gülümsüyor. ‘Tüh! Bir mevzimiz düşmüş bile. Bütün gerekçelerini de oluşturmuşsun. Üstelik bu cephe yanlış ve yenilgiye mahkum bir cephe. Utanma, değiştir cepheyi. Bu dağların güzel havasına hasret kalmışsın. Bir kapitalizm hastalığı olan nikotin dumanını bulaştırmadan solu bu havayı’ Biraz şaşırıyorum. Galiba sadece zayıflamamış nikotin-cephesi, çökmenin eşiğinde. Yanımdaki, nikotin-cephesi yazılarını bildiği için ve cephenin eskiden en sıkı elemanlarından olduğu için ‘ya çaktırma ama ben bile bu kavgada yenilginin eşiğindeyim. Her şey bize karşı. Ciğerlerimiz bile isyandaysa yenilgi kaçınılmaz gibi görünüyor’ diyor. Gülüşüyoruz.
Çok alışık olduğum bu nikotin muhabbeti etrafımı biraz daha iyi algılamama neden oluyor. Mavi bir mağaradayım şimdi. Uzun tünellerden geçilerek girilen mağara odaların vazgeçilmez rengi mavi. Hiç kimse ve hiçbir şey onları koparamıyor mavilerden. Bir biçimde mavileşmenin ve dünyayı mavileştirmenin yolunu buluyorlar. Sadece gökyüzü ve denizlerin maviliğiyle yetinmiyor gibiler. Yerin altını bile mavileştiriyorlar. Hem de çepeçevre mavileştiriyorlar. Bütün, ‘dağdan insinler’ çağrılarına inat ha bire yerleşme ve güzelleştirme çabasındalar dağları. Bu bazılarını ürkütüyor galiba. Bu deniz mavisi, gök mavisi yerin altında inşa edilmiş masmavi dünyalarda, masmavi çocuklarla mavileşiyor yüreğim. Mavinin ışıltısı ürkütebilir Orta Doğu’nun karanlık politika labirentlerinde gözleri karanlığa alışmış olanları. Ama yüreği maviliklere hasret olanlar için her şeyi mavileştirmek sadece bir duygusal mesele değil, romantizm bulaşsa da tamamen yeni dünyalar inşa etme projesi.
Projeyi tamamlamışlar. Çizilmiş ve tamamlanmış bir projenin inşaat sahasındayım şimdi.
Parmaklarım tuşlarda koşuştururken, tüneldeki ışıkta kaybolup beyazlara karışıyor bir tepe. Birazdan koşarcasına dalıyor içeri. Saçlarında ve sakallarında kar taneleri. Gülümsüyorum. ‘Kar mı yağıyor?’ diyorum. ‘Yok! Bırakmıyorsun ki uyuyalım. Sabahlara kadar sohbete tutarsan bizi, rojbaş’ı kaçırıyoruz. Üstelik rüyalarıma da siniyor bu sohbetler. Uyuşuklaşıyorum. Yüzümü kar şokunda temizlemek zorunda kalıyorum tembel uykulardan’ diyor.
Hepsi çocuk. Hep çocuk. Bir ‘Brr’ çekip yine yerleşiyor yanımdaki battaniyenin altına. ‘Eh nasıl buldun bizim fakirhaneyi! Rahat uyuyabiliyor musun? Üşümüyorsun değil mi?’ diyor. ‘Yo, gayet rahatım’ diyorum. ‘Biliyor musun, geç kaldık’ diyor. ‘Hi hi…’ diyorum. ‘Yok yok, rojbaş için demiyorum’ diyor. Anlamaya başlıyorum.
‘Daha yirmi yıl önce böyle mekânlar inşa etmemizi istemişti bizden kırk yıllık dağ hayalini hiç yitirmeyen. Geç kaldık. Ama geç de olsa başladık bu işe. Yeni yeni yerleşiyoruz. Zorla koparıldığımız, uzaklaştırıldığımız, yabancılaştırıldığımız dağlarımıza. Eskiden göçebe gibiydik biraz. Onun hep eleştirdiği naylon çadırlarda ve köy evleri gibi mangalarda ilişmiş gibiydik dağa. Şimdi iyice yerleşiyoruz. Kıyamete hazırlanıyoruz. Karşımızdakilerin teknik imkanlarını biliyoruz. Onlar bizi buradan sökmek, atmak istiyorlar. Biz ise iyice gömülüyoruz. Bak, yaptığımız bu şkeft bin yıllarca kalacak burada. Yaptığımız mevziler kayalara oyulu. Varsın atom bombası kullansınlar ki biz bunu da bekliyoruz onlardan. Ama hazırlanıyoruz işte. Onların sistemi çatırdıyor. Halklar ise bütün heyecanıyla bahardalar şimdi coğrafyamızda. Mümkün mü baharın yaşlı çocuklarının bu bahar bayramı isyanlarından paysız bırakılmaları. Biz bahar inşa ediyoruz dağın kalbinde. Koparılmak istendikçe bu dağlardan, biz ha bire daha derinlere gömüyoruz kendimizi. Bahara hazırlanmıyoruz. Asıl büyük baharı hazırlıyoruz biz’ diyor.
Gözlerim maviliklerde dolaşıyor. Kim maviliklere gömülmek istenmez ki! Yanımdaki iyice alıştığım hallerinde. Kucağımdaki ekrana bir göz atıyor. Son cümleyi gösteriyorum. Bir kahkaha patlıyor kulaklarımda. Kahretsin, yine şaşkınlık şoklarının uçurumuna düşüyorum. Dönüp bakıyorum. Ben şaşkın, o kahkahada. ‘Harika’ diyor. ‘Ama keşke o tuşlara dokunabilip iki laf da ben edebilseydim. Görürdün senin o güzel metaforunun başına ne getirirdim’ diyor. İyice şaşırıyorum. ‘Buyurun, sen söyle ben yazayım’ diyorum kendimden emin ve şaşkınlığımı gidermenin çabasında. ‘Tamam, ruhun mavilere gömülmüş ve gözlerin mavileşmiş ama niye şu üzerindeki asıl gömülü olduğun kahverengi battaniyeyi yazmıyorsun? Üstelik de sen daha kahvaltı yapmadan millet öğlen yemeğine çağırıyor bizi’ diyor.
Nazê içeri giriyor. Gelip yanımdaki tepenin iyice tepeleşmiş olan göbeğinin üzerine usulca yerleşiyor. Beni bırakıp Nazê ile konuşmaya başlıyor. ‘Bak, Nazê yemeğini yemiş bile. Şimdi tek rakibi sensin biliyor musun? Bu şkeftin en büyük keyfiyetçisi olduğu için seviyoruz hepimiz Nazê’yi. Keyif almadığın bir yerde yaşayacak kadar ahmak sanıp dağdan inmemizi istiyor bazı…’ Ağız dolusu yine. Allah var, bu ağız dolusu ve galiz küfürleri düşmanım duysun istemezdim. Sonra biraz sakinleşip Nazê’nin başını okşuyor. Nazê’ye, ‘Bak bu Jêhat’la sakın ahbap çavuşluk yapma’ diyor. ‘Adam üç gündür burada, hemen öyle bir yerleşti ki keyfiyette ve keyfiyetçilikte rakibin olmaya aday. Biliyorsun, kıskancız biz mesele dağlar olunca. Her şeyini paylaşırız dağların ama keyfini kaptırmayız kimseye. Bizden daha çok keyif alan birini görünce hem kıskanır, hem seviniriz yeni bir dağlı bulduğumuz için’ diyor.
Bana dönüyor, ‘Galiba seni uyandırmanın yolunu biliyorum. Çık o gömüldüğün battaniyeden. Git, biraz kara göm kendini. Yüzünü karla yıka. Gözlerindeki maviliği daha bir ışıltılı yapar kar’ın beyazı’ diyor. Ben kucağımdan indirip siyah karlar düşmüş beyaz ekranı tünele yöneliyorum. ‘Nereye?’ diyor. ‘Dışarıya açılan tünel diğeri’ Bu sefer ben patlatıyorum kahkahayı. ‘Yaw heval bırak gözlerimi, önce burnuma sinen bu kekik ve soryaz kokusuyla ve közde yanmış iki ekmekle midemi ışıtayım da sonra icabına bakarız gözlerin’ diyorum. O da patlatıyor bir kahkaha.
Dağların kalbindeki mavi dünyamızı masmavi kahkahalar dolduruyor. Mavilerdeyim şimdi. Dokunmayın keyfime… Üstelik silikon yığınından Kazancı Bedih’in sesi yükseliyor. Yarı Farsça, yarı Türkçe ‘gökyüzünden cevher yağsa, bir parça düşmez fakirin evine’ diyor. Ama kusura bakmasın Kazancı Bedih hemşerimiz bu gökten yağan bütün güzellikler ve cevherler bizim ‘fakirhane’ye yağıyor. Sadece yağanlar değil, masmavi gök, masmavi okyanuslar yağıyor gözlerimize, yüreğimize ve tenimize.
Dedim ya, dağda ve maviliklerin ışıltısındayım şimdi. Bırakın keyfini çıkarayım. Belki bu kara puntolarda fakir olan halkımın fakirhanelerine de bir katre düşürebilirim heyecanında parmaklarım. Ulaştırabildiysem, keyfime keyif kattınız. Bir katre de olsa mavilikler düşmüşse fakirhanenize siz de keyfini çıkarın. Mavi bir bahar geliyor. Keyifli halaylarına katılmamazlık etmeyin. Bablekan oyunundaki ayaklarınızın çıkaracağı toz, dünyayı maviye kessin. Bu mavi dünyanın keyfini bütün dünyalılar çıkarsın. Keyfinize bakın. Her şey mavi olacak…
Jêhat Bêrtî
- Ayrıntılar
Kürt halk önderliğiyle yaklaşık bir yıldır TC devleti görüşmelere izin vermiyor. Dünyada eşine az rastlanır ağır bir tecridi uyguluyor. Hiçbir hukuk kuralı dikkate alınmadan bu insanlık dışı uygulama ısrarla Kürt halkının psikolojisine ipotek koymak için uygulanıyor.
Bu kadar faşizan bir uygulamayı dediğimiz gibi dünyanın başka ülkelerinde görmek zordur. Ya da çok istisnaidir. Böylesine anti insani bir uygulamayı Guantanamo gibi esir kampı olarak kullanılan kampta ancak görebilirsiniz. Ancak bir farkla; oradakiler bunu açıkça yaparlar. Gizlemezler. Örtmezler.
Ne var ki bir halkın önderliğine dünyanın dediğimiz gibi en aşağılık uygulamasını faşist TC devleti hem uyguluyor hem de halkımızın karşısına çıkararak “Kürtlerin ve de PKK’nin buna yol açtığına” utanmadan söylüyorlar. Hitler’in ruh ikizi olan Erdoğan’ın baş danışmanlarından olan Yalçın Akdoğan ismindeki kişi aylar önce “PKK Öcalan’ı dışarı çıkarmak istemiyor” diye kaç tane makale yazdığını herkes biliyor. Bu teoriye göre Kürt halk önderliğini tutsak eden, görüşmelerinin önünü engelleyen PKK’dir.
Evet, dünyanın başka yerlerinde hukuku ayakaltına alan yaklaşımlar yaşanabiliyor. Hukuk çiğnenebiliyor. Ancak bu pişkinler bu kez ekranların karşısına ve de basına çıkarak “kendileri istiyorlar” demiyorlar. “kendileri görüşmek istemiyorlar” demiyorlar.
Ahlaksızlığın sınır tanımadığı, dibe vurduğu böylesine bir nokta da alçaklığı sınırsızlığa çıkaran başkaları da vardır.
Sözde Kürt hem de Kürt aydını geçinen böyleleri en son olarak aynen Yalçın Akdoğan’ının söylediklerini yeniden pişirerek:
“PKK’nin izlediği strateji, Öcalan’ı ebediyen İmralı’da tutma stratejisidir ve Öcalan’ın bunu anlamamış olması mümkün değildir.
Görünürde çok istiyor olmalarına rağmen, Öcalan’a ev hapsini; ne, arkasında durmayan, onu zor durumda bırakan, adeta “bundan da kurtulduk” kıvamında söylemleriyle tercihlerini, Kürt hareketindeki statükocu anlayıştan yana koyan başta Ahmet Türk olmak üzere, Leyla Zana’nın partili arkadaşları, ne de önderlik diye diye önderliği son üç beş yıl içinde etkisiz hale getiren PKK liderleri istiyorlar” diyerek saldırıya geçiyorlar.
Bu sözleri sarf eden sözde bir Kürt. Ve birde sözde aydın geçiniyor, hem de Kürt aydını. Ve sözde bir Kürdistanlı. Ama biz Kürtlerin artık tarihi bir bilinci var. Bir tarihi şuuru var. Yani artık yeni Kürtler olarak balık hafızalı değiliz. 15 saniye önce olmuş olayları unutmuyoruz.
Hatırlayanlar bilir. Önderliğimize en aşağılık ve alçakça tecridi uygulayanlar ve bu tecridin uygulanmasında baş danışmanlık ve akıl bentlik yapan kişilerin başında Yalçın Akdoğan geldiğini yukarıda yazdık.
Tesadüf ya Akepe’nin baş danışmanın söylediklerinin bir Kürt hem de sözde aydın olan böyle bir Kürt allayıp pullayıp aylar sonra yine önümüze koyuyor.
Alçaklığın sınırları olurda bu kadar pervasızı olmaz. Bu kadar aşağılığı olmaz. Bu kadar ahlaksızlığı olmaz.
Ama şunu açıkça söyleyelim: “Sadece ve sadece böylesine sınır tanımayan bir alçaklığa yol vermemek için bile olsa bizler ayakta kalmaya devam edeceğiz. Bizler halkımızın özgürlük değerleri için ayakta kalarak direnişimizi kesintisiz sürdüreceğiz.
Şunu da söyleyelim: PKK var oldukça hiçbir alçaklığa Kürdistan’da geçit verilmeyecektir.
Kürdistan’da yaşanan ezilen tüm direnişlerin ardından ihanet, alçaklık, hainlik cirit atmıştır. Direnenlerle alay edilmiş ve ihanet edenler, işbirlikçilik yapanlar ödüllendirilmişlerdir.
Ancak bu kez tarihin seyri böyle izlemeyecektir. Bu kez dediğimiz gibi sadece ve sadece bu ihaneti, bu işbirlikçiliğe izin vermemek için bile olsa sonuna kadar direneceğiz. Ve tarihin sayfalarına sizin bu ihanetinizi ve de halk düşmanlığınızı ihanet ve işbirlikçilik diye geçirip bu halkın şuuruna ve bilincine böyle geçeceksiniz.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 26 Haziran günü saat 20.40 sularında Siirt’in Eruh ilçesine bağlı Minyaniş mıntıkasında operasyona çıkan işgalci TC ordusu askerleriyle gerillalarımız arasında bir çatışma yaşanmıştır. Yaşanan çatışma sonucunda 1’i uzman çavuş 5 asker öldürülmüş, 3 asker de yaralanmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 22 Haziran günü saat 22.00 Şırnak’ın Uludere ilçesine bağlı Şiriş köyü yakınlarında operasyona çıkan işgalci TC ordu askerleriyle gerillalarımız arasında bir çatışma yaşanmıştır. Bu çatışmada bir arkadaşımız şahadete ulaşmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 23 Haziran günü saat 18.00’da askeri amaçlı yol çalışması yürüten bir şirkete ait 3 iş makinesi Şırnak-Eruh yolu üzerinde yakılmak suretiyle imha edilmiştir.
- Ayrıntılar
Boşboğazlık almış başını gidiyor. Herkes bir şeyler söylüyor. Herkes yeniden stratejist, herkes yeniden ultra siyasetçi ve ultra asker kesildi. Ne söylediğini bilmemeye, ağzına geleni söylemeye toplumumuz boşboğazlık diye tanımlıyor.
Evet, boşboğazlık almış başını gidiyor dedik. Başını da Türkiye’nin sözde büyükleri çekiyor. “aklı başına alsınlar”, “teslim olsunlar”, “silah bıraksınlar”, “bu yolun sonu yoktur”, “kandil’i alırız”, “bitiririz”, “3,5 teröristler” gibi gerçekten de temeli olmayan, boş, kof, iş olsun dostlar pazarda görsün söylemleri. Ve birde dediğimiz gibi ağza ne geliyorsa, o an duygular neyi yaşıyorsa, niyetler neyi arzuluyorsa onlar frensiz bir şekilde dile getiriliyor.
Hâlbuki yüz yıllar önce Hz. Ali boşuna: “söz içinizdeyken sizin köleniz, ağzınızdan çıkmış ise siz onun kölesi olursunuz” sözünü boşuna söylememiştir. Yine başka benzer bir söz de Hz Ali’ye atfen: “keşke boynum Zürafa’nın ki kadar uzun olsaydı da ağzımdan çıkan sözleri çıkana kadar terbiye edebilseydim” diye.
Ne var ki Türkiye büyükleri bu sözlerden bir türlü nasibini almamışlardır. Ağızlarında çıkacak sözlerin köleleri olacaklarını halen idrak etmemişlerdir. Halbuki söylediklerine sadık kalmaya kalmaya devasa bir toplumu inançsız ve hastalıklı kılmışlardır. Hamaset sözlerle bir toplumun kişilik yapısını bozdurlar. Ve birde belki de en kutsal olan politika sanatını “yalancıların işidir” dedirtir hale getirerek toplumu boşa düşürdüler.
Örneğin bir Arınç var. Bir şu sözlerine bakıp gülmemek elden değildir:
"Bu dinamik kıtanın, bu gayretli, çalışkan insanların geçmiş yakın tarihte yaşadıkları acılı, sıkıntılı günleri bildiğimiz için böyleyiz. Çünkü Türk milleti olarak biz sömürgeciliğe karşıyız. Tarihimizin hiçbir döneminde sömürgeci olmadık”. Bizde inandık. Kürdistan’ı işgal edeceksiniz, dillerini vahşi bir dil olarak tanımlayacaksınız, tanrının onlara bahşettiği dilden konuşmayı yasaklayacaksınız, tüm yeraltı ve yer üstü zenginlerine el koyacaksınız, bir halkın kültürel mirasını askeri strateji ve politik çıkarlarınız için tasfiye ederek sular altında bırakacaksınız ve sonrada dönüp sömürgeci değiliz diyeceksiniz. Bu kadar boşboğazlık dünyanın hiçbir yerinde görülmez. Sömürgecisin. Hem de dünyada eşine ender görülen bir sömürgecilik uyguluyorsun. Sonra da bak “Tarihimizin hiçbir döneminde sömürgeci olmadık” diyerek ekranların içine gözünü dikerek konuşacaksın.
Başka bir Türkiye büyüğü unvanı ise cumhur reistir: Cumhurbaşkanı Gül, " Bölgedeki bütün vatandaşlarımın, “Kürt vatandaşlarımın, hepsi terörle, teröristlerle aralarına çok kesin mesafe koymaları gerekir” diyerek bir halka maruz gördüğünüz teröristliği başkasına yıkacaksınız.
Hızını alamayanlarda var, “asla bir Kürt devleti buralarda kurumayacaksınız” diyerek yeniden yeniden Kürtleri küçümseyen sözleri boş boş kullanmaktan kendini alıkoyamıyorlar. Hani: “Ne renklerinden ne inançlarından ne de kıyafetlerinden dolayı bir insanın bir diğerinden daha üstün” değildi.
Birde Kandil’i, Zap’ı, Behdinan’ı fethedenler vardır. Siz önce Türkiye’nizin içine hakim olun. Siz önce Amanoslara ve Karadenizlere ve de yerler bir olmuş karakollarınıza hakim olun. Ondan sonra biraz konuşabiliriz. .
Halbuki bu kadar sorun ve yamukluk varken böyle boş boş konuşmak tek kelimeyle gevezeliktir derler. Yeniden
Kişi dili altında saklıdır. Konuşturunuz, kıymetinden neler kaybettiğini anlarsınız” demiş.Beyler konuştukça batıyorsunuz, konuştukça kıymetinizin kalmadığını anlamıyor musunuz? . Hâlbuki: “Bir gerçeği savunurken, önce ona kendimiz inanmalıyız, sonra da başkalarını inandırmaya çalışmalıyız” demiş büyükler. Söylediklerinize inanmıyorsanız bari başkalarını inandırmak için boşboğazlık etmeyin, boş boş konuşmayın.
Kasım Engin
- Ayrıntılar