Büyük parti davamız, Amed’in Fis köyünde ne olduğu ve ne olacağı fazla belirgin olmayan bir grupla, en az donanımla ve fazla gelişkin olmayan iddialarla partileşmeye adım attığından günümüze kadar destansı diyebileceğimiz bir süreci yaşamanın adıdır.
Şüphesiz parti tarihimizin daha öncesi de vardır. 1973 baharı, partileşmemizin daha alt düzeyde rüşeym haliydi. Bu da ciddi bir adımdı ve daha sonraları her yılın kuruluş anlamında böyle bir yeri vardır. Nasıl ki her bahar yeşerme, filizlenme ve tohuma gelmede yeni bir yaşamın başlangıcıysa, partimizin her yılının da kesinlikle böyle bir anlamı vardır. Hem her yıl filizlenir, tohuma gelir hem de yalnız bir yıl için değil, ikinci yılda daha değişik bir ürün ve üçüncüsünde de daha değişik ve daha fazla ürün verir. Şimdi partileşmemizin on sekizinci yılındayız. Ürünleri çok çeşitlidir, hem de oldukça niteliklidir. PKK’yi bu zenginleşme içinde buraya kadar getirdik. Mücadelemiz salt ulusal kurtuluş ürünü, salt parti ürünü ve salt savaş ürünü değil, buna benzer bir çok ürün veriyor. Bugün sosyalizmin de en iddialı ürünlerini veriyor, kadın özgürlüğünün ürününü veriyor. Tarihte eşine ender rastlanan bir özel savaşa karşı ayakta durmanın ürününü veriyor. Karşısında tüm dünya da birleşse, zaferin kazanılabileceğinin imkanını ve ürününü veriyor. Bunlar, parti davasında iddialı olanların eşsiz hazineler olarak görüp değerlendireceği, sınırsız zafer umudu ve tutumuyla kendini silahlandıracağı büyük değerlerdir.
Parti davasının önemini anlayamamanız veya bütün kapsamıyla değerlendirip gereğini yerine getirememeniz, sizin için gerçek bir yetersizlik ve dolayısıyla bir üzüntü kaynağı olmalıdır. Bu aşamada, bu kapsamda parti ülküsü kadar hiçbir ülkünün ve değerli bir çalışmanın olacağını sanmıyorum. Ben çoğunuzun yaptığı gibi ne kitleler içinde, ne de sıcak savaşım alanlarında çaba harcama imkanına kavuştum. Ama bir parti üzerinde, bir partinin fikri örgütlenmesi ve özellikle kadro çalışması üzerinde yoğunlaştığımda ne destanlar yaratılabileceğini gösterdim. Bundan daha değerli bir çalışma olamaz. Çok zor koşullarda yürüttüğümüz bu çalışmanın bile nelere kadir olabileceğini şimdi görebilirsiniz. “Parti davası çok büyük bir olaydır, partileşmek en büyük bir güçtür” diyeceksiniz. Tüm gücümü partileşmekten alıyorum, benim başka güç kaynağım yoktur. Parti üzerine yoğunlaşmak, partinin ilkelerine göre yaşamak ve partinin örgütleşmesine güç vermek tüm güçlerin esasıdır. Bu çok açık. Parti kadroları olarak çalışmalara yüklenmek ve etkili olmak istiyorsunuz. Bunun yolu partileşmek ve ilkelerin gerekli kıldığı tarza ulaşmaktır. Bunu gösterdiğinizde güçlüsünüz. Bu ülkede, ordu içinde ve hatta tüm düşmanlarımıza karşı güçlenmenin başka yolu düşünülemez. Önderlik çizgisinin gücü, partileşmenin yoluna kendini yatırmanın gücüdür. Daha da açarsak; Önderliğin ilkeleri, bu ilkelerle tutarlı çabaları ve bu çabaları yerli yerinde, ustaca sergilemesi var. İşte Önderlik, işte başarı!
Son zamanlarda, “parti ölçüleri de, gerilla da aşındı, yurtdışında Avrupa’da yaşam aşındı” diyorsunuz. Bir PKK kadrosu için bu sözleri söylemek, söyleyip de acı duymamak, acı duyup da kendisine karşı savaşmamak kadar tehlikeli bir tutum olamaz. Ama ne yazık ki, sadece bunları söylemekle yetinmiyor, olumsuzu da yaşıyorsunuz. Bana göre kaybetmenizin en temel nedeni budur.
PKK’nin bütün şehitlerinin anısına belirtirim ki, partileşmek kadar değerli hiçbir çaba yoktur. Parti ölçülerinde ısrar, parti yaşam tarzında ısrar, parti görevlerinde ısrar, cephede kazanacağınız en son nihai zaferden bile daha değerlidir. Nihai bir zafer gelip geçicidir, belki ardından bir yenilgi de gelebilir, ama kapsamlı bir partileşmenin önünde her zaman başarı vardır ve bu başarı süreklidir. Kapsamlı partileşen nihai zafere kadar kazanır. Onun için zafer kişiliğinde ısrarlı olan, öncelikle partileşmenin tüm gereklerine ulaşmalıdır. Buna anlam vermek için fazla söze gerek yok. Benim pratiğime bakın; daracık bir yerde ve çok kısıtlı olanaklarla yürüttüğümüz parti çalışmaları bugün bizi nereye getirdi, nerelere taşırdı. Başarılarımızın ne kadar olduğunu hesaplayabiliyor musunuz? Parti tarihinden öğreneceğiniz en temel husus; bütün başarıların sırrı partileşmededir, partinin ölçülerine, tarzına, temposuna, ahlakına sahip olmada karar vermededir ve bu kararda ısrardadır.
Parti tarihinin dönemleri, her yılı ve hatta her saati vardır. Her bir saati kesinlikle diğerinden daha değerlidir. Bir zincirin halkaları gibi sürekli göğe yükselen helezonvari sütun gibi hep birbirini ilerletir, amacına ulaşıncaya kadar dur-durak bilmez, kopukluklar, sistemsizlikler yoktur, tarz-tempo kesindir, düşmanın ulaşamayacağı ve dağıtamayacağı kadar güçlüdür. Küçük bir tohum olarak serpildiğimizde onun çürümemesi için gereken yapılmış, en önemlisi de düşmandan korunmuştur. Yani bu tohum sert bir rüzgardan kurak kalıp çürümekten korunmuştur. Bu, üzerine titreyerek, bir ananın çocuğuna olan bakımından daha fazla bakarak gerçekleştirildi. İdeolojik çalışmayı bunun için geliştirdik. Düşman tehlikelerinden uzak olmak için gizli tuttuk ve bu başarıldı. İdeolojik gelişme süreci kesinlikle olmazsa olmaz kabilinde bir süreçti. Ondan önce bu halkta sadece kendinden utanç duyma vardı. Toplum, bireylerine kadar parçalanmıştı ve dolayısıyla zayıflığı vardı. Toplumda iddia, karar ve bir araya gelme hiç yoktu. Kardeş kardeşi bile kabul etmez ve bir arada bir saat tutamazdı. İdeolojik hamle sürecimiz buna bir son verme süreciydi. Yıllarca inkar edilmiş “ben bir daha sana gelemem, ben bir daha seninle yaşayamam” denilen toprağımıza ve insanımıza bir bakıştı. Birbirlerine hain gibi bakanların dost gibi bakmaya başlamalarıydı. Birbirlerine müthiş yabancılaşmış olanların tanışmışlığa gelmesiydi. İşte ideolojik gerçeklik budur ve bu bakış yaratıldı. Dost bakışı, birlik bakışı, ruh yakınlığı ve ülke bakışı oldukça önemlidir. Yürümeden önce bakacak, yapmadan önce de göreceksiniz. Bunlar olmadan tek bir adım bile atılamaz.
Örgütlenme yürüyüşe geçmedir; bakış açısı yaratıldıktan ve verilmesi gerekenler tespit edildikten sonra ona yürümedir. Toprağa ve halka yürüyüş tek kişiyle değil, ancak örgütle olur. Bakışlarımızda tutarlıysak görmemiz gerekenlerle birlikte yürüyeceğiz. Çünkü ulusal amaç, bir avuç hainin ve onda ısrar edenlerin dışında herkesin amacıdır. Özgürlük, bir halk içindir, herkes içindir ve dolayısıyla herkesin yürüyüşünü gerektirir. Örgütün gereklerini yerine getiremeyenler yalancıdır; örgütle yürüyemeyenler hem bakış, hem de yürüyüş yoksunudur. Bu kişiliklerin ülkesine ve halkına bakışı yoktur. Bunlar kördür, kendilerini körce veya sersemce yürütebileceklerini sanırlar. Biz bu yılları kısa aralıklarla yaşadık.
1980’lere merdiven dayadığımızda, toprağa yürüyüş ve halka ulaşma asgari düzeyde gerçekleşmişti. Bu, ideolojiden politikaya aşama yapıldığı, politikanın doğru olduğu, halk yürüyüşünün gerçekleştiği ve politik anlamda özgürlük savaşımın artık başladığı anlamına gelir. Bakış açısını yok eden, “senin ülken ve halkın yoktur” diyen güç, bakışın oluştuğunu ve politikanın başladığını görünce, tek ferdimiz kalıncaya dek bizi yok etmek için bize karşı faşist bir süreci geliştirdi. 12 Eylül son tahlilde bu bakış açımızın ve halk yürüyüşümüzün yok edilmeye çalışılmasıdır. Bu savaş, büyük ve özel bir savaştı. Biz, 12 Eylül’ün ayak sesleri geldiğinde yurtdışına çıktık. Yürüyüşümüzün kesilmemesi için bu bir taktikti. Taktisyenler, ayak sesleri bile çok uzaklardan gelirken, bizim neden bu adımı attığımızı kendilerine sormalıdırlar. 12 Eylül’ün ayakları altında nasıl ezilmeyeceğiz diye adeta iliklerimize kadar titriyorduk. Sorumluluk duygusu budur. Yüreklerimizin, bu bakış yok olmasın ve bu yürüyüş kesilmesin diye nasıl sık attığını acaba düşünebilecek misiniz?
Bu süreçte yakalanırsam kopan sadece benim yüreğim olmayacak, bir halkın yüreği olacaktı; karartılan bakışlar sadece benim bakışlarım olmayacak, kendi toprağından özgürce ve ulusalca bakması gereken bir halkın bakışları olacaktı. Bu nedenle kendimi korudum; korumak ve yaşatmak için de kendimi iğne ucundan geçirme taktiğini uyguladım. Bunun için dur-durak, kendini yere atmak ve ucuz ölüme terk etmek olmazdı. Çünkü bende gören göz artık bir halkın gören gözüdür, bende atan yürek bir halkın yüreğidir. Buna nasıl ihanet edilebilirdik ki! Eğer gerçek böyleyse, milyonlar yüreğinizde atıyorsa, gözleriniz milyonların gözleriyse ve büyük görüyorsa; o kişi duramaz ve görmezlik edemez. İşte biz böyle yaşamaya başladık. Partinin bakıştaki iddiası ve soluksuz yürüyüşü böyle anlamlıdır. Gelişmeyi biz böyle sürdürdük. Çoğunuzun halen anlamadığı bu gerçeklik, bizim yürüyüşümüzde veya partimiz adına bende böyle gelişti ve böyle anlam buldu. Halen bu bakış açısına ve yüreğe sahip olamayanlarınıza şaşırıyorum. Bu, ne kadar acı ve ne kadar iflah olmaz bir durum. Partimiz adına yapılanlar düşman çizmesiyle yerle bir edilmek istendiğinde, buna karşı bir savaşçı yetiştirmek için canımızı dişimize takıyorduk. O süreçte arkamda yer alanlar, “bir daha ülkeye dönüş mü” diyerek dalga geçiyorlarmış. Kendini en fazla sorumlu tutması gerekenler böyleydi. Fakat yapılacak başka bir şey yoktu. Bir savaşçı yetiştirmek için o zamanlar bunun dışında bir şeyle uğraşmak mümkün olamazdı. Her şey oradaki ısrara bağlıydı. Tarihi kaybetmek istemiyorsanız, yüreğinizin sökülüp kurutulmasını istemiyorsanız savaşta ve savaşçıda ısrarlı olacaksınız. Hiç kimse bunun anlamını bilmedi, “neden bu arkadaş bu kadar ısrarlı” demedi. Israrlı olmak gerekirdi, çünkü bu başarılmasaydı geriye hiçbir şey kalmıyordu.
Şimdi sizin bakışlarınızda ve yürek atışlarınızda bu noksanlığı görüyorum. Çokça söylendiği gibi, trene bakan gibi mi, mandanın yürek atışı gibi mi sorularını soruyorum. Eğer benim gibi bakılsa ve duyulsa, eminim ki o çabanın önünde hiçbir engel duramaz. Hele parti görevlerinde, savaş görevlerinde böyle başarısız ve çaresiz de kalınamaz. En çok hayıflandığım bir konuda budur. Bunlardaki bakışlar kimin, bu toprağa nasıl gitmişler? Özgürlükle iç içedirler, ancak bir keçi kadar bile orayı sevemiyorlar. Cudi dağındaki keçinin Cudi dağına sevdası daha fazladır. Ama oradaki gerillanın bu dağlara bağlılığı henüz gelişmemiştir, buna öfkeliyiz. Yürekleri sanki manda yüreği kadar duyarsız. Orada bir tarihin canlandığını, orada bir özgürlüğün adım adım geliştiğinin farkında bile değiller. İşte hayıflandığımız durum budur. Buna hiç mi hiç saygılı olamadılar ve her zaman büyük öfke ile karşıladılar. Bana göre bu büyük bir suçtur.
Siz savaşanlar bunun bizdeki hikayesinin nasıl geliştiğini bile bilmiyorsunuz. O zaman hangi yürekten bahsedilebilir? Bizim bakış açımıza dahi ulaşmamışsınız. Böyle olunca bakışlarımız size hiç güç veremez ve onun sonucu olarak da tarzınız-temponuz düşer. PKK’yi anlayamadınız, PKK’nin bizim tarafımızdan yürütülüşünü göremediniz, duyamadınız. Onun için şimdi de fitne-fesat topluluğu haline geldiniz. Bu da bize yapılabilecek en büyük kötülüklerden birisiydi. Sizin bu bakışsız ve yüreksiz yaklaşımlarınızdan dolayı çektiğim zorlukları ve buna duyduğum öfkeleri düşmanın en büyük seferlerine karşı bile duymadım. Hele hele ülkeye adamakıllı yerleşmenin, onun havasını solumanın, sadece ülkeyi görmenin değil onu yaşamanın da gerçekleşmeye doğru gittiği, halkla kaynaşmanın ve bayramlaşmanın imkan dahiline girdiği bir süreçte halka dayatmalarda bulunmanız, sanki ülke yaşanılamayacak ve kaçılacak bir yermiş gibi davranmanız kadar beni öfkelendiren hiçbir tutum yoktur. Bu en lanetli tutumdur.
Biz o yıllarda tarihimizin en önemli ve bizim için tek yaşam yolu olan savaşımı başlatmıştık. 15 Ağustos Atılımı’nın öncesi ve sonrası öyle nefes nefese geliştiriliyordu ki, bunun tüm zorlukları benim için bir hiçti, hatta zorluklar beni daha da kamçılıyordu. Ancak bazıları “bu çabaların üzerine nasıl konulur, onların ürünü nasıl ele geçirilir” diyordu. Bu ne vicdansızlıktır, bu ne saygısızlıktır. Savaşı anlamamak, savaşın tarihini böyle anlamak ne kadar büyük bir yanlışlık, büyük bir yürekten yoksunluk, saygıdan uzaklık ve verilen çabayı hiç anlamamaktır. Sizler bunu nasıl yaptınız? Savaş komutanları, savaş birliklerinin başında yer alanlar neden bunu anlayamadılar? Savaş tarihine hiç anlam vermemek, bir silahın elde edilişinde kimlerin ne kadar rol oynadığını, onlarca silahın nasıl temin edildiğini, bir savaşçının yetiştirilmesi için yıllarca sürdürülen çabayı, bir ülke uğruna günde beş-on kişiyi kaybettiğimizi bilmemek sizi ancak lanetli yapar. Bu anlamda siz, parti tarihini anlamak şurada kalsın, adeta kara bir leke gibi ortamımızda yer işgal ediyorsunuz.
Partinin savaş tarihini anlamamak büyük vicdansızlıktır. Oysaki bu süreci başlatmamız mucizevi bir olaydı. Tarihte hiçbir Kürt isyanı bir kaç aydan öteye gidememiş ve hepsi de baş aşağı gidişin bir adımı olmuştur. Bizim başlattığımız mücadeleyle ilk defa giderek yükselen ve başarı umudu veren bir süreç yakalanmıştır. Bunun en büyük sorumlulukla değerlendirilmesi, bir yapı taşı da benden dercesine bir çaba gösterilmesi gerekirken, “savaş kurallarını gevşetelim, olanakları çarçur edelim, bu komutanlık sayesinde kendi güdülerimizi tatmin edelim” dediniz. Bu en büyük düşkünlüktür. Adı, ünü ne olursa olsun, eğer tarih bir gün bana sonucu gösterirse, zaferi yakalamış birileri dahi olsalar bu kişilerden hesap soracağım. Daha önceki yıllarda o kadar şehit gömülmüş ve o kadar umut dirilmiş ki, bunlara hakkını vermemek mümkün değildir. Bu anlamda, bu yıllara anlam verip vermediğiniz konusunda kendinizi gözden geçirin.
Karşımızdaki özel savaş fırtına gibiydi. Çok iyi biliyorum ki, özel savaşın arkasındaki güçler şunu söylüyordu; “bunları bin yıldır yerle bir ettik, ama daha ölmemişler, içlerinden başkaldıranların ve ‘ben yaşamak istiyorum’ diyenlerin başını ez.” Bin yıllık tarihleri onlara bunu dayatıyordu. Sırf o olumsuz tarihi kurtarmak için bir hücum dalgası daha; küfürle, savaş tarihinde hiç yeri olmayan özel savaş yöntemleriyle yüklen ha yüklen! Şunu belirtmeliyim ki, “savaşmak istiyorum, gerilla olacağım” diyenler, eğer bize ve kendilerine saygı duymak istiyorlarsa, düşmanın bu dalga dalga gelişimini görmelidirler. En önemlisi de büyük emredici olarak uyanan yaşam umutlarına mutlaka sahip çıkmak ve ölümcül olan yanlışı, yetersizliği de gidermenin büyük çabası içinde olmak gerekiyor. Bunu yaşamadan, bunun gerekliliğini hissetmeden nasıl savaşacağınızı sanıyorsunuz? Yürekleriniz neden böyle kaskatı kesilmiş? Utanmadan, sıkılmadan halen karşımıza bir savaş adayı, hatta komutan adayı olarak dikiliyorsunuz. Sıkça bunlar da kim diye kendi kendime soruyorum.
Kendimi dağlara sizin gibi taşırma ve geniş halk yığınları içine girme imkanım da olmadı. Ama küçük bir mevzide kolay kolay zapturapta alınamaz yaşamımı davamız uğruna yatırdığımda neler yaptım. Peki siz ne haldesiniz? Bunları değerlendirmeniz gerekiyor. İyi bir komutan, hele namuslu ve şerefli bir savaşçı olmak kolay değildir. Eğer savaşa inanıyor ve “savaşa varım” diyorsanız, hesap verecek bir durumunuz olmalı. Ben hatırınızı kırmamak için sizleri kovmuyorum. İnsanları kovma gibi bir özellik benim tabiatımda yok ve kimse de beni kovamaz. Savaşın şerefiyle, onuruyla, amaçlarıyla ve sizdeki tarihiyle oynuyor, hatta bunu görmezlikten geliyorsunuz. Ben bunu kabul edemem. Bana biraz saygınız varsa bunları anlamak zorundasınız, ancak anlamıyorsunuz. Size açıkça gösteriyorum ki, bu savaşı belirttiğim çerçevede yürütüyorum, öyle sandığınız ve kendinizi aldattığınız gibi değil.
Görkemli On Sekiz Yılımız Amansız ve Aydınlıklı Mücadele Yıllarıydı
PKK tarihi çok kapsamlı ve yeniliklerle dolu olduğu için, en önemlisi de PKK tarihini anlatılmaz kıldığınız için onu anlatmaya gücüm yetmiyor. Bu büyük tarihe yanaşmadığınız, bu büyük tarihi kirlettiğiniz ve hataya bu kadar müsait olan çarpık kişiliği dayattığınız için size öfkeleniyorum. Size rica ediyorum, bir an önce bu tarihin önünde engel olmaktan çıkın, çünkü hızımı kesiyorsunuz. Yoksa bu tarihin önünde ezileceksiniz. Bu tarihe göre yiğitlik mümkün değil mi? PKK’nin her birisi bir abide değerinde anlam ifade eden bu kadar şehidi olacak, bunun karşısında sizin bu kadar çarpıklığınız olacak! Bir halkın yaşam olanağı bıçak altında olacak, buna karşın siz bu kadar duyarsız olacaksınız! Olanaklar savaşı bu kadar amansız olacak, siz bunları bu kadar çarçur edeceksiniz! Bu değerler karşısında böyle kolay duruşa geçilmez, hele sizin gibi hiç durulmaz. Bu kadar hatayla, yetmezlikle parti davasında kalınmaz, kalınırsa size, “düşmanlık yapıyorsunuz” denilir. İnsan bu tarihe karşı nasıl düşmanlık yapar? Eminim ki, düşmanın bir ajanı burada olsaydı, ben onu yüreklendirir ve kendimle yürütürdüm. Dolayısıyla, PKK tarihine doğru dönüş yapacak ve doğru anlam vereceksiniz. Bu yıldönümü dolayısıyla çok açıkça belirtebilirim ki, bu tarihe böylesine bir dönüşü yapmayanlara ve hakkını vermeyenlere benim hiç saygım olmadığı gibi, metelik kadar değer bile vermeyeceğim. Parti tarzına göre olmak benim için her şeydir. Böyle olan benim yüreğimdir, ruhumdur ve sevgimdir. Biz zaten bunlar için varız. Başka türlü bizi kimse kullanamaz ve kimse bu değerleri paylaşamaz.
1990 sonrası, halkın mücadeleye daha köklü kalkışması ve cesaret etmesi vardır. Serihildanlar döneminde ARGK’nin, yani ordumuzun hızla elli binlere tırmanma imkanı doğduğunda artık bu, yüreğimize sığmıyor ve çalışmalarda sınır tanımıyorduk. Şu daracık sahamda dört bin kişiyi eğitiyorum. Yurtdışının çok az imkanları var. Siz ülkedesiniz, ülkenin her bölgesine akın akın savaşçı geliyor; kitlelerle de iç içesiniz, ancak kitleyi uzaklaştırıyor, kaçırtıyor ve çok kolay imha olmalara terk ediyorsunuz. Bu tarihte bunun kadar öfke verici bir şey düşünülemez. Düşman bu yıllar için daha yeni yeni şunu itiraf etti; “1992’lerde Kürdistan’ı kaybetmiştik.” Karşımızdaki kontrgerillacıların tüm iddiası şu; “biz kaybedilen Kürdistan’ı yeniden kazandık.” Buna kim yol açtı? Gerçekten kazanmaya doğru giden bu Kürdistan’ı ve bu devrimi kim kaybetti? Bunu ciddiyetle kendinize soracak mısınız veya tarih karşısında kendinizi sorgulama cüretini gösterecek misiniz? Bu büyük kazanmanın imkan-olanaklarını görme ve gerektiği kadar bunu işleme görevini anlayacak mısınız? Bu görevi yapamadığınızda düşmana nasıl kazandırdığınızı görecek misiniz? Bunları görmeden yürek büyütülemez, düşünce geliştirilemez, askeri stratejiye ve taktiğe anlam verilemez. Ne yazık ki, bu yaramaz ve yetmez kişiliğinizle bu tarihi her yerde kırk defa yenilgiye uğratacak hale getirdiniz.
Yıllık çalışma bilançom; yalnız bu sahada binlerden aşağı olmayacak savaşçı ve PKK kadrosunu yetiştirmeye çabalamak ve tabii bir de bunları silahlandırmaktır. Dünyadaki hiçbir kurtuluş hareketinin tarihinde bu görülmüş müdür? Bütün yurtdışı alanlarında çalışan önderlerin örgütlediği insanların sayısı yüzü bulmamıştır. Oysa ben bu süreçte kendi elimle yalnız otuz bini aşkın insan yetiştirdim. Bu işe meteliksiz başladım, ancak daha sonraları trilyonlarla para harcayarak hepsini silahlandırdım. Sizler ise, “ne de olsa yağmur gibi olanak ve savaşçı geliyor” diyerek bu imkanları çarçur ettiniz. Bunu Botan’da, Amed’de, kısacası her yerde yaptınız. Şimdi bazıları Güney’de bunu yaparak, o yaramaz ve sefil ruhlarını sözüm ona orada doyuracaklar. Her yıl dayattığınız yenilgileri size rağmen karşılayarak dayandık. Benim için savaş bitmedi, tam tersine geçen savaşları bir hazırlık süreci olarak değerlendiriyorum. Diplomasiden savaş cephelerindeki çalışmalara kadar her şey bir hazırlıktan ibarettir. Ve kendimi bu hazırlıklar temelinde yeniden mücadeleye verdim.
Düşman benimle savaştı, siz de ağırlıklı olarak düşmana karşı savaştınız. Bu konuda emeğinizi inkar etmiyor, tam tersine çabanızı sizden daha fazla takdir ediyoruz. Bizim öfkelendiğimiz husus, kendinize yaptığınız saygısızlık ve emeğinize değer biçmemenizdir. Bu konuda öfkelenmenize hiç gerek yok. Kendisine saygısızlık edenlerin ancak kendisiyle savaşma hakkı vardır, vereceği hiçbir sözü de yoktur. Biz bu anlamda sizlerle de savaşarak hazırlıklı hale geldik. Düşmanın bugün çıldırdığı bir konuma gelmesinde benim tarzım sonuç almıştır. Daha düne kadar, bizzat düşmanın içinden gelen bir bilgi şuydu; “Devleti de toplumu da bu hale getirenler başarısızlar, sizin kişiliğinize suikast yaparak kendi kurtuluş yollarını arıyorlar, aman kendinize dikkat edin. Kire bu kadar bulaşmış olanların aklanmaması için kendinizi yaşatın.” Bunu siz değil, düşman cephesinden biri belirtiyor. Biz bu savaşı biraz böyle geliştirdik. Kirli savaşın yürütücüleri kendi toplumuna, hatta kendi devletinin de başına bela getirerek bu sonuca ulaştı. Büyük insanlık savaşımımız, kendimizi büyük inatla buraya kadar getirişimiz düşman cephesini parçaladı ve kirli savaşçıları kendi içlerinde bile taşınamaz bir yük haline getirdi.
Düşman çözülüyor, eğer siz yanlış tutumlarınızla yardımcı olmazsanız yenilecekler. Bu da kaçınılmaz bir yenilgidir. Düşmanın en çok umut bağladıkları sizlersiniz, “mücadele eden bir kişi var, onu öldürürsek bizim savaşmamıza hiç gerek yok, geriye kalanlar zaten kendileriyle savaşıyor” diyorlar. Zaten siz, Ana Karargahımızda bunu kanıtlamadınız mı? Halen bazı raporlarda, “bölüğü dağıtıyorlar” deniliyor. Bugünkü düşman basını bile bunu söylüyor. Kirli özel savaş çetesinin en büyük umutları sizler oluyorsunuz. Benim ölüp ölmemem veya ben ölsem de savaşın yürütülüp yürütmemesi ayrı bir konu. Savaşımımızı kendi ölümümüzle sınırlamıyoruz. Ama düşman için böyle umut olmak sizin için en büyük ayıptır, şerefsizliktir. Bu durumunuzdan kurtulmanın tek yolu bir an önce bu düşmandan kurtulmaktır. Hiç kimse “bu kadarı banadır, bu kadarı bana değildir” demesin. Herkes bu suçta çok büyük bir sorumluluk payına sahiptir.
Siz fazla yorgun değilsiniz, çok genç ve oldukça atılım yapabilecek durumdasınız. Hem büyük bir şansa sahip, hem de savaşın olanaklarına hakimsiniz. Fakat bunun üzerine bu son yıllarda görüldüğü gibi, “ele geçireyim, kendimi yaşatayım” diye hesap yapılmaz. Bunun düşmanın yapamadığını yapmak anlamına geldiğini zaten düşman size söylüyor, ben söylemiyorum. Bu, savaş hainliğinden daha kötüdür. Çok özel bir kontra bile, iç cephede karşıt savaş yürütme ve bizi bitirme işini bundan daha tehlikeli yürütemez. “Keyfimiz, benliğimiz, yaşam hakkımız” diyeceksiniz, böyle yaşam hakkı, böyle bencillik mi olur? Bu yaptığınız bencillik bile değil, güdülerine körce takılıp gitmektir. Bu kadar küçük amaçlar için savaşılır mı? Sizin suçunuz bu kadar bencil davranarak savaşta yalnız kendi komutanızı görmek, savaşın tümünü görmemektir. İliklerinize kadar böylesiniz. Böyle savaşılmaz, bu olsa olsa düşman adına savaşmadır. Düşmanın bu kadar bel bağladığı kişiler artık benim için değersizdir. Halkların huzuruna başarıyla çıkma, halkların tarihine, hele bizim halkımızın biricik özgürlük umuduna böyle başarıyla yaklaşma imkanı doğmuşken, siz kimin adına böyle kalabilir, kimden bu cesareti alabilirsiniz? Bunun kör bencilliğinizden, egoizminizden başka bir izahı var mı? Çok çürümüş, bitmiş tükenmişliğinizden başka bir izahı var mı? Düşman buna umut bağlıyor, çürüyen ve dökülen düşmana böyle umut olmak kimin haddinedir.
Demek ki, çok zor olduğu kadar anlamlı olan önümüzdeki bu tarihi savaş sürecine önderlik tarzımızda yürürken, böylesine görkemli olan mücadele tarihimizi arkamıza almışken, özel savaş cephesinde de insanlık suçu işleyen bu düşmanı karşımıza almış ve bu laneti yok etmek üzereyken herhangi sıradan bir savaşçı gibi, hele hele birçok hata işleyen bir komutan gibi olmanın izahı yapılamaz. Sonuna kadar yenme azmimi, kararlılığımı, en azından verdiğim emek kadar çabamın amansızlığını, tecrübemin gücünü ve bizzat kazandığım mevkileri göz önüne getirerek bu sürece varım diyorum. Sizler de bu işin komutasız olmayacağını düşünüyor ve “başsız yürünmez” diyorsanız, o halde benim varolma tarzıma göre “varım” diyeceksiniz. Özellikle orduda bu kesinlikle böyledir. Yetki alıp kendinizi yaşatmayı asla bir daha değil dilinize, beyninize bile getirmeyin. Bu yetersizliklerle ve yanlışlıklarla değil bizden izin almak, semtime bile uğramayın.
Burada şunu görüyorsunuz; biz parti davasında da, ordu davasında da zayıf değiliz, hükmetmeme gibi bir konumda da değiliz. Bunu görmeme gibi bir durumunuz yok. Size büyük bir şans verilmiştir, oysa siz bunu yanlış anlıyorsunuz. Özgürlük davası öyle kolay değildir. Tarihin bu adlaşma süreci sıradan bir süreç olarak ele alınamaz. Bu mücadelenin iki kelimelik fikri bile beni büyük heyecana getirdi ve mücadele öyle başladı. Bugün başarı bu kadar gerçekleşmeye doğru gitmişken, insan hiç heyecansız durur mu, hiç hücumsuz kalabilir mi, anlayışsız olabilir mi? Bu dönemler kartal kanatla uçma dönemidir. Bu dönemler, yüreğin sonuna kadar haykırdığı ve yaşama hakkına hiçbir dönemde bu biçimde yaslanılmadığı bir dönemdir. Bu dönemler bayram dönemleridir. Sadece ulusal amaçlarımız için mücadele etmiyoruz, sosyalizmimiz dünya halklarının ilgisini çekiyor. En köhnemiş kapitalist ülkelerin aydınlarında bile bir umut yaratıyor. Katliam altındaki bir halkın devrimini başarmakla kalmıyor, en gelişmiş uluslardaki umutsuzluğa da umut oluyoruz. Parti ve savaş gerçeğimiz budur.
Bu şanlı on sekiz yıla büyük değerler sığdırılmış ve en önemlisi de büyük bir patlamanın özgürlük şafağının çarpıcı aydınlığına gelip dayanılmıştır. Her kim ki bunun heyecanını yürekte duymuyorsa, o büyük bir sefil veya münafıktır. Ona hiçbir derman artık çare olamaz. Ama insanın yaşamla, halkıyla ve insanlıkla bağı varsa bu dönemler bayram dönemleridir. Biz bunu, yaşamı bir sigara dumanından veya insanlığın o ilkel dönemlerdeki toplayıcılıkla karın doyurmadan ibaret görmeyenlere söylüyoruz. Ve insan olmanın yüce değerlerine sonuna kadar sahip çıkmanın bir gerçekleşmesi olarak anlam veriyoruz. Bu yılların mücadelesinde haklıyız, haklılığımızı bu yılları kazanıp mücadelenin ürünlerini çok zenginleştirmekle ve bollaştırmakla gösteriyoruz. Mücadele etmenin fikri güzel, maddesi güzel, bundan daha değerli ne olabilir ki. Öfkesi yerinde, sevgisi yerinde, bundan daha yerinde olan ne olabilir ki. İşte size böyle bir yücelikler dünyası veriliyor, bundan daha yüce ne talep edilebilir ki. Parti bu kadar büyüktür ve bunları size, en çok hayata geçirmek isteyenlere sunmuştur. Bundan daha değerli armağan ne olabilir ki. Bunu anlamayan, takdir etmeyen, çok bireyci ve keyfince güya yemek isteyenler kadar zındık olan, hırsız olan kimdir.
Sizlere sunulan şehitlerimizin kanıdır, böyle yüceltilen değerlerin altında yatan adsız milyonlarımızın emeğidir. Bunun kadar kutsal karşılanacak bir değer var mıdır; bu değerlere kadir bilmezlikle hiç yaklaşılabilir mi? Görüyorsunuz ki, parti tarihinin bu on sekiz yılı görkemli, amansız, öfkeli, aydınlıklı, savaşlı, başarılı ve trajik olaylarla geçmiştir. Bunların hepsini iç içe yaşıyoruz. Önümüzdeki günlere büyük bir aydınlıkla ve büyük bir başarı umuduyla ulaşılacaktır. Bu temelde sizleri, tüm PKK’lileri ve onun dostlarını, tüm halkı, her cepheden savaşanları böylesine büyük bir dava partisine, yenmeye doğru ve yenilmezliğe götüren partiye sahip çıkmaya, onun başarısı için bütün yeteneklerinizi bir kez daha göstermeye, imkan-olanakları doğru parti taktikleriyle, en başta onun savaş stratejisi temelindeki gerilla taktikleriyle, döneme uygun planlanmış hazırlık tarzıyla karşılamaya çağırıyoruz. Mücadelenin birinci dereceden sorumluları olarak en başta parti militanlarını bu süreci ideolojik, siyasi, örgütsel yaklaşımlarla karşılamaya; parti içinde, yaşamında ve öncülüğünde onunla uyuşmayan ne varsa silip süpürmeye; doğrular için ne gerekiyorsa onun savaşımını ve başarılı çabasını vermeye çağırıyoruz.
Bu temelde kaybettiğimiz yılları bu eşsiz şansla yeniden değerlendirmeye ve mutlaka başarmaya; affedilecek yanlarınız varsa, kendinizi hızla ıslah ederek çalışmalara katılmaya; başarmak isteyip de başarmamak durumunuzu gidererek yine önünüze verilen bu imkanları ve parti yetkilerini yerinde, yeterlice değerlendirmeye; on sekizinci yılı kendi yaşamımızın tek büyük davası haline getirmeye çağırıyoruz. Bundan sonraki yılları emredilen ve oldukça yakın olan zafer şiarı temelinde yakalamaya; bu temelde kendinizi amansız yoğunlaştırmaya, zaferi kaçırtacak tek bir yetersizliğe fırsat vermemeye ve bu yılları mutlaka zafer yılları haline getirmeye çağırıyor, başarı diliyoruz.
-Yaşasın PKK!
26 Kasım 1996
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 21 Kasım günü 16.00-17.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanları’na bağlı Haftanin’in Pirbıla köyüne yönelik işgalci TC ordusu tarafından obüs ve havanlarla bir bombardıman düzenlenmiştir. Bombardımanda sivillere ait birçok bağ ve bahçe zarar görmüştür.
- Ayrıntılar
Hiç kuşkusuz bugün Türkiye’de tartışılan en temel konulardan biri, belkide birincisi KCK oluyor. Yargıdan aydınlara, polisten siyasetçilere kadar herkes kendi penceresinden görüş belirtiyor. Herkes kendi kulvarından bir KCK tanımı yapmaya ve bunun “Nasıl tehlikeli bir şey” olduğunu anlatmaya çalışıyor. Tıpkı Mekke’de şeytan taşlar gibi bir şey! Tek yanlı KCK salvoları sürüp gidiyor. İşin garip tarafı, açıktan KCK savunusu yapan sadece bir kişi var. Gerisi hep eleştiriyor, yine eleştiriyor ve doymuyor “Niye Kürtler eleştirmiyor” diyor.
Görüntüye bakınca, olup bitenler boşluğa kurşun sıkar gibi bir şey. Ama tabi gerçek böyle değil. KCK boşluğu ifade etmiyor. Dolayısıyla “KCK eleştirileri” de boşluğa kurşun sıkmak olmuyor. Tersine KCK’yi eleştirenler ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar. KCK’de Türkiye’nin en yakıcı gündemi ve en temel sorununun çözüm anahtarı oluyor.
En son KCK tartışmalarına Başbakan Tayyip Erdoğan da katıldı. “KCK operasyonlarının doğru olduğunu ve devam edeceğini” söyledi. KCK’yi eleştirmeyenleri “KCK gerçeğini anlamamakla” suçladı. “TC’ye paralel ikinci devlet olan KCK’nin asla kabul edilemeyeceğini” ifade etti.
Doğru bulunur bulunmaz, ama Tayyip Erdoğan’ın yargı arkasına gizlenmekten vazgeçerek görüşlerini açıkça söylemesi iyi olmuştur. Böylece de “KCK Davası” ve bu temelde geliştirilen operasyonların, “Hukuki bir suç nedeniyle” değil de, tamamen siyasal kararlar temelinde yürütüldüğünü bizzat Başbakan’ın kendisi ifade etmiştir. Belliki bu bir itiraftır, siyasal amaçlarla hukukun kullanıldığının itirafı. “AKP yönetimi demokrasiyi geliştiriyor, diğerlerinden daha iyidir” diyenlere duyurulur.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “KCK’nin anlaşılmadığı” tespitine biz de katılıyoruz. Fakat bunu söylerken de Tayyip Erdoğan’ın KCK’yi anlamadığını görüyoruz. Çünkü “TC’ye paralel devlet” diyor. Oysa KCK (Koma Civakên Kurdistan) kendisini “Demokratik toplum yönetimi” olarak ifade ediyor. “Devlet olmadığını” ve hatta “devlet olmaya karşı olduğunu” açıkça söylüyor. Fakat her türlü yönetimi devlet sayan ve devletten başka yönetim tanımayan anlayışa göre kuşkusuz “Alternatif veya paralel devlet” oluyor.
Tayyip Erdoğan böyle yaparken, başka bazıları da PKK ile KCK’yi aynı sayıyor. Böyleleri “PKK eşittir KCK” diyor. Halbuki bu yaklaşım da kökünden yanlıştır. Biraz Kürt mücadelesini izleyen herkes bunu açıkça görür. PKK bir felsefik-ideolojik çizgi, eğitilmiş bir militan kadro topluluğu; KCK ise çeşitli biçimlerde kendisini örgütlemiş bir toplum, demokratik toplum oluyor. KCK’nin Türkçe’ye en doğru çevirisi “Kürdistan Demokratik Toplumlar Topluluğu” biçiminde yapılıyor. Dikkat edilirse KCK’de “Toplumlar topluluğu” olma esas, yoksa PKK’deki gibi “militan kadro topluluğu” olmak değil. Kuşkusuz bu noktada PKK de KCK’nin içinde yer alır, ama örgütsel olarak KCK PKK’nin içine girmez ve sığmaz.
PKK ile KCK’nin eşit olmadığını tarihsel süreç de doğrular. Geçmişte de PKK ile birlikte ERNK (Enîya Rizgarîya Netewî Kurdistan-Kürdistan Ulusal Kurtuluş Cephesi) vardı. PKK Kürt sorununu devletçi paradigma temelinde çözmek isterken halk hareketi ERNK idi. ERNK, PKK’nin etkilediği, yönlendirdiği taraftar halk kitlelerini ifade ediyordu. Ancak ERNK ile PKK aynı değildi. O zamanda ikisinin aynı ve eşit olduğunu söyleyenler vardı. Örneğin, o dönemde de TC hükümetleri “PKK eşittir ERNK” diyorlardı. Fakat bunu kimseye anlatamadılar, örneğin Avrupa’ya kabul ettiremediler.
Birebir aynı olmasa da, eğer benzetmek gerekirse KCK geçmişin ERNK’sine benzer, yoksa PKK’nin eşiti olmaz. Tabi ERNK ile de aynı değildir. ERNK devletçi paradigmaya dayalı iken, KCK demokratik toplum paradigmasına dayalıdır. ERNK tümüyle PKK’nin etkilediği Kürt halk kitlelerini içerirken, bu konuda KCK çok daha geniştir. İdeolojik olarak PKK etkisinde olsun olmasın, Kürdistan’daki örgütlü tüm halk kitlelerini kapsamına alır.
Beğenelim beğenmeyelim, KCK bugün Kürt sorununun çözümü için PKK’nin önerdiği toplumsal ve siyasal modeldir. PKK’ye göre en demokratik olan modeldir. Bölünmeyi değil, ülke ve toplum birliğini esas alır. Devleti red ve yok etmez, devlet artı demokrasi formülü ile toplumsal yönetimin paylaşılmasını içerir. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın belirttiği gibi “Paralel devlet” değil, “devlet artı demokrasi” ya da “devlete paralel demokrasi”dir. Eğer bir ülkede demokrasi olacak ve devletin yanında bir de örgütlü demokratik toplum olacaksa, işte bu KCK olacaktır. Demekki KCK olmazsa demokrasi de olmaz. Aynı zamanda Kürt sorunu da çözülmez. Dolayısıyla Tayyip Erdoğan’ın “KCK olmaz ve yok edilecek” demesi, Türkiye’de gerçek anlamda demokrasi olmayacak anlamına gelir.
Bazıları diyorlar ki, “Sözleşmesini okuduk, KCK’nin kendisi demokratik değil.” Olabilir, KCK’nin demokratik olmayan yanları bulunabilir. Kendisi “Demokratik toplum sistemi” olduğunu iddia ediyor, ama bu iddiaya ters düşen yönleri olabilir. Elbette bunları açığa çıkarmak, tartışmak ve değiştirerek demokratik hale getirmek gerekir. Birincisi, KCK bir Tanrı buyruğu değil, kul yapımıdır! Onu yapan insanlardır, demokratik amaca uygun düşmezse değiştirilip amaca uygun hale getirilir. İkincisi, hem teori hem de pratik olarak KCK tam şekillenmiş değildir, henüz bir tasarı ve taslak düzeyindedir. Dolayısıyla pratikleşme sürecinde gerektiği kadar değişime açıktır.
Yine KCK’ye bakarak bazıları, “PKK Türkiye’nin bir bölümünü kendisi yönetmek istiyor” diyor. KCK’nin veya demokratik özerkliğin böyle anlaşılması da doğru değildir. Oysa PKK açıklamalarında “Şurayı ben yönetmek istiyorum” yoktur, ama “Kürt halkı öz yönetimini kurmalı ve kendi kendini yönetmeli” vardır. Hatta bu istem sadece Kürtlerle sınırlı da değildir. Daha genel olarak “Sivil toplum örgütleri gelişsin, demokratik toplum örgütlensin ve tüm kesimleriyle halk kendi kendini yönetsin” biçimindedir. Zaten gerçek demokrasi ve özgürlük de bu değil midir?
Artık her yerin Ankara’dan yönetildiği, her işi devletin yaptığı, her şeyin merkezden halledildiği devir sona ermiştir. Herkesin yönetime aktif katıldığı ve kendi kendini yönettiği demokrasi devri başlamıştır. Dolayısıyla tüm kesimleriyle bütün halklar ve onlar gibi Kürtler de özgürce örgütlenecekler ve demokratik yönetimlerini geliştireceklerdir. Bunun adı KCK mi, başka bir şey mi olur, o kadar önemli değildir. Önemli olan özgürlükçü ve demokratik özüdür. Dolayısıyla Kürtler de kendi kimlikleriyle özgürce örgütlenecekler ve kendi demokratik yönetimlerini özgürce geliştireceklerdir. Bunun başka bir yolu yoktur.
İyi veya kötü, beğenilir veya beğenilmez, ama PKK, en önemli sorun olan Kürt sorununun demokratik çözümü için bir model önermektedir. KCK veya demokratik özerklik bu çözüm projesini ifade etmektedir. Ancak bunu beğenmeyen ve durmadan eleştirenlerin, AKP dahil siyasi partilerin, gazetelerde yer tutan yazar ve çizerlerin, Kürt sorununun çözümü için hiçbir projeleri yoktur. Kendi projeleri yok, başkasının var olan projesini eleştiriyorlar. Peki “Sizin projeniz nerde?” diye sormazlar mı insana? Yeni anayasa yapıyorum diyen AKP, bu yeni anayasada Kürt sorununu nasıl çözecek, demokratik hak ve özgürlükleri nasıl yerleştirecek? Hele bunları bir açıklasın da, KCK’yi beğenmeyen AKP’nin demokrasi ve Kürt sorununu çözüm projesini görelim!
Ne olursa olsun, artık PKK ya da KCK taşlamakla partiler ve yazarlar hiçbir yere gidemezler. Karşıtını suçlayarak toplumu aldatma devri artık sona ermiştir. Kürtler ve tüm Türkiye toplumu özgürlük istiyor, demokrasi istiyor, barış istiyor. Kürt sorununun demokratik siyaset yoluyla çözümünü istiyor. KCK de öz ve içerik itibariyle işte bu çözümü ihtiva ediyor.
Öz itibariyle KCK olmazsa Kürt sorununun demokratik ve birlikçi çözümü olmaz. Dolayısıyla KCK olmazsa Türkiye’nin demokratikleşmesi ve birliği olmaz. KCK’sizlik Türkiye’nin parçalanması ve faşizm demektir. Şimdi bu gerçekleri görmenin ve tabulardan kurtularak düşünebilmenin zamanı!..
Selahattin ERDEM
Özgür Politika
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 20 Kasım günü 18.00-20.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Haftanin’in Keşan alanına yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmştır.
- Ayrıntılar
"Allah'ım, birliğimizi sağla, aramızı te'lif buyur, bizi vifak ve ittifaka muvaffak kıl. Hidayet ve ıslahını murat buyurduğun insanları ıslah eyle, kalb ve kafalarına salah ver. Şayet düşmanlık yapanlar arasında ıslahını murat buyurmadığın ve kendileri hesabına ıslah istemeyen kimseler varsa, onların da altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sal, köklerini kurut ve işlerini bitir." diye niyaz etmelidir” diyor Fetullah Gülen. Bu “evlerine ateş sal, köklerini kurut ve işlerini bitir” diye dile getirdiği fetva bizim için yani gerilla için verilen bir fetvadır. Böyle olunca bizim de bu külliyen katliamcı ve faşizan sözlere karşı söyleyecek birkaç sözümüz olacaktır. Ne de olsa bizim yaşamımızı bire bir ilgilendiriyor.
Fetullah’ı biz bir cemaat lideri olarak biliyorduk. Belki tuhaf bir cemaat lideri ama sonuçta bir cemaatin hem de etkili bir cemaatin lideri diyelim. Uluslar arası ilişkileri olan, güya dinler arası uzlaşmayı savunan, radikal yani kökten dinciliğin uzağında daha ılımlı gören bir çizgisiyle de biliyorduk. Yine evangelizmin Siyonizm güdümünde olarak dünyayı adım adım ele geçirmek istediğini de az çok biliyorduk. Fetullah’ın, bu evangelizme çok yakın durduğunu da biliyorduk.
Tüm bunları bilmesine biliyorduk ama yine de Fetullah’ın bir cemaat lideri olduğunu ve buna göre hareket ettiğini, çizgisini benimsemesekte Türkiye ve Kürdistan’da bir realite olduğu için dikkate alınması gerektiği, bunun için eleştirilerimizi yaparken bile saygı ölçülerine de dikkat edilmesi gerektiğini de biliyorduk. Ancak en son hem de konuşmalı yani yalanlanması, tekzip edilmesi imkânsız bir biçimde: “altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sal, köklerini kurut ve işlerini bitir" sözleri sıradan ya da etkili bir cemaat liderinin sözleri olamaz. Buna birde: “Ayıptır bu, otuz senedir bir avuç şakinin hakkından gelemiyorsun. Çoklarının dediği gibi, mensup olduğumuz Birleşmiş Milletler ve NATO içinde önemli güce, kuvvete ve mekanize birliklere sahip sayılı devletlerden biriyiz” sözlerini eklediğimizde kiminle karşı karşıya olduğumuz gayet açıkça ortaya çıkmış oluyor.
Bu yukarıda ki sözlerde ortaya çıkan:
Birinci sonuç: bu zatın hiçte bir cemaat lideri olmadığı.
İkinci sonuç: geleneksel devletçi olduğu.
Üçüncü sonuç: Kürt halk düşmanı olduğu.
Dördüncü sonuç: faşizan bir zihniyete sahip olduğu.
Beşinci sonuç: bir orducu olduğu.
Evet, Fetullah yukarıda dile gelen 5 hususu birebir temsil ediyor. Belki de daha başka hususları da temsil ediyordur. Onları da başka bir yazıda irdeleyebiliriz.
Birinci sonuca ilişkin, bir kere bir cemaat lideri böyle askeri sahaya dönük hatta politik sahaya dönük bu düzeyde pervasız görüş sunamaz, fetva veremez.
İkinci sonuca dönük Fetullah’ın söylediklerini geçmişin, bugünün klasik faşist devleti tam 90 yıldır söylüyor ve yapıyor.
Üçüncü sonuca ilişkin, “onların da altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sal, köklerini kurut ve işlerini bitir" sözleri sadece ve sadece Kürt düşmanlığıdır.
Dördüncü sonuca ilişkin, bu kadar insan kanına susamış olan olsa olsa bir faşist olabilir.
Beşinci sonuca ilişkin ise ne kadar TC ordusuna hayran olduğunu ve bu ordunun nelere muktedir olduğunu kendisi dile getiriyor.
Yukarıda bunların tümü netiyken, Fetullah bunları bizatihi kendi ağzıyla kamuoyuyla paylaşmışken, hele birde Kürdistan’da polis ve AKP faşizmi diz boyu pratikte uygulanırken Fetullah’ın bu ölüm fetvasını ciddiye alacağız. Öyle sadece söylenmiş sözler olarak değerlendirmeyeceğiz. Abacı, kebeci, ara yerde sen neci(?) diyemeyiz ki! Sürç-i-lisan da diyemeyiz. Öyle horozlar vardır ki öttükleri için sabahın olduğunu sanırlar misali ciddiye alamamazlık edemeyiz ki! Ya da Mürüvvette endaze olmaz mı diyeceğiz? Belki de hepsini diyeceğiz ama derdimize tümden derman olacağını sanmıyoruz. Çünkü söylenenler öyle açık ki, öyle faşizan ki, öyle insanlık düşmanı ki unutulamaz, yutulamaz türdendir.
Hele siz bir de bu deniz ötesi mi, büyük okyanus berisi mi, ortası mı, kenarı mı artık ne derseniz deyin bu zatın 12 Eylül 1980 faşist cuntası rejime el koyduğunda söyledikleri: “Daha köklü ve daha gönülden bir hareket gerekliydi ki, milli bünyeyi kemiren yıllanmış seretanlar (kanser) bertaraf edilebilsin. Ve işte şimdi, bin bir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluû saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz…” sözlerini bilirseniz bu zatın zihinsel olarak halen 12 Eylül faşizminin karakterini birebir yaşadığını yani yurt dışına çıksa da halen bu zihniyeti yaşattığını göreceksiniz.
Durum bu kadar netiyken ve asıl hedef tahtasını bizi oturtmuşken ve bizi baş düşman olarak ilan ederek fetva vermişken herhalde bizim de eli kolu bağlı kalacağımız düşünülemez. “Onların da altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sal, köklerini kurut ve işlerini bitir" sözleri bu bağlamda bir savaş ilanı oluyor. Faşizme kendisini yatırmış bir cemaatin savaş ilanı. Kaldı ki Kürdistan’a gönderdikleri polisler ve en son emniyet müdürleri de bu ilanın yani savaş ilanının somut adımları oluyor.
Evet, bu durumda kellelerine -hem de uçurulması için-fetva çıkarılanlar ne yapacaklardır diye sorulabilir. Ve hedef tahtasına konulan bu özgürlük savaşçılarının verecekleri cevaplar elbette önemli olacaktır. O da: Söyleyeceğimiz tek bir cevap vardır: ya bu sözleri denizin öte yakasındaki zat geri alır, Kürt halkından ve onun gerillasından özür diler ya da bu faşizan zihniyete karşı gerekli olan neyse o yapılır. Bundan da kimsenin kuşkusu olmasın.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Sömürgeci Türk devletinin kuruluş felsefesi Kürt ulusunu soykırıma uğratarak ortadan kaldırmaya dayanmaktadır. Bunu da önce katliamlarla ezerek, sürgünlerle ulusal yapısızı dağıtarak, alevi-sunni, aşiret vb. çelişkilerle bölüp-parçalayarak, ondan sonra geri kalanını asimlasyon sistemiyle yok etmeye çalışmıştır. Sistemin temelinde ulus-devlet vardır. Kürt ulusunu ve diğer azınlık halkları içinde eritmeye dayalı bir politika sımsıkı yöntemlerle uygulanmıştır. Ancak Kürdistan özgürlük mücadelesi bunu başarısızlığa uğratmıştır.
Kürt ulusu bu vahşi politikaya karşı isyan ettiğinde, “medeniyet götürüyoruz, özgürlük, demokrasi götürüyoruz” adı altında isyanlar ezilmiş, Önderleri idam edilmiş, halk örgütsüzleştirilerek korkutulmaya, sindirilmeye çalışılmıştır. (Onun için olacak ki, Nuri Dersimi "Medeniyet"denilen kahpenin peşine sığınarak bize uluyanlar, demiştir.) Dünyaya da böyle yansıtılmıştır. Hemen hemen dönemin gazetelerine ve yetkililerin söylemlerine bakıldığında bu tez önemle, resmi ideolojinin-propagandanın bir ifadesi olarak işlenir. Kürtler uygarlıktan nasibini almamış, geri bir halk, Önderleri şaki olarak nitelendirilmiştir. Her türlü hakaret yapılmıştır. Kürt ulusu, isyan Önderlerine karşı kışkırtılmaya çalışılmıştır.
Şimdiye bakalım, sömürgeci devletin Başbakanı Tayyip Erdoğan ve diğer yetkililer Kürdistan özgürlük hareketinin yönetimine her ağzını açtığında alçak, terörist, dinsiz vb. diyerek aşağılamaktadır. Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan’ın üzerinde kendi yasalarını çiğneme pahasına yoğun bir tecrit uygulamaktadırlar. Hemen hemen her hafta adeta Kürt halkıyla alay edercesine, “gemi bozuk, deniz uygun değil” vb. demektedirler. Kürt halkının özgürlük mücadelesini, “ Daha iyi eğitim almasın, gelişmesin” diye yapılıyor demektedir.( Kürt halkının asimlasyonunu iyi eğitim olarak değerlendirmektedirler) Zaten Kürt ulusunu, “ Kürt kökenli vatandaşlarım” diye nitelendirmektedir. Kürt ulusu, Kürdistan ve onun kendi varlığı, yaşamı ve geleceği üzerinde söz sahibi olma hakkını tanımamaktadır. KCK adı altında yürüttüğü soykırım operasyonlarını ise daha da yoğunlaştırarak sürdürüceğini açıkça ilan etmektedir. Herkesi de, öncelikle Kürt halkını, Kürt halkının özgürlük mücadelesine küfür etmeyen, AKP’nin kılıcı olmayan herkesi de tehdit etmektedir. Sömürgeci sistemin şeyhüslamı Fethullah Gülen ise açıkça, ABD’nin kucağında oturarak Kürt halkının soykırım fetvasını vermektedir. Tayyip Erdoğan ve sömürgeci-katil ordusu-polisi ise, bu fetvanın gereklerini gerek siyasi soykırım operasyonlarıyla Kürt yasal siyasetçilerini cezaevinde rehin tutmakta, gerekse de Geli Teyare de olduğu gibi kimyasal silahlarla Kürdistan özgürlük gerillalarını katletmek için kullanarak yerine getirmektedir. Tüm bunları ise demokrasiden-özgürlüklerden vazgeçmeden yaptığını açıklayabilmektedir. Tam bir alay etme!
Bu nasıl demokrasidir ki, tarihin en eski köklü halkı-ulusunun adı yoktur, anayasal güvencesi yoktur, bu nasıl özgürlüktür kü, Kürt ulusunun haklarını savunan Kürtler hemen hemen hergün işkenceye uğruyor, rehin alınıyor. Çocuklar katlediliyor!
Özellikle Van-Erciş’te gerçekleşen son deprem tam bir sömürgeci Türk devletinin katliamına dönüşmüştür. Öncesinde yardım yapmayarak, dış yardımı engelleyerek bir katliamı gerçekleştirmiştir. Son depremde ise, AKP hükümet yetkilileri evinize gidin, bir şey yok, deprem olmaz vb. telkinlerde bulunmasının ardından kayıplar yaşanmıştır. Nasıl olsa ölen, Kürtlerdir, ağlayan Kürt halkıdır, analarıdır! Halk bu duruma isyan ettiğinde, Vali yi protesto ettiğinde ve Başbakan yardımcısı Beşir Atalay’ı dinlemediğinde, halka hem de depremzade insanlarımıza sömürgeci devletin faşist polisleri vahşice saldırmışlardır. Depremzedeye jop!
Öyleki hem Kürdistan özgürlük gerillalarını kimyasal silahlarla katlediyor, hem de halkımızın sahiplenmesini engellemek için bin bir demogoji yapmaktadır. Bayram süresince bile Kürdistan özgürlük hareketine saldırılarını sürdürmüş, liberalleri, demokratları, yurtseverleri tehdit etmeye devam etmektedir.
Özellikle Kuzey Kürdistan’ın bazı illerine yapılan emniyet müdür atamaları sömürgeci AKP hükümetinin kendisini nasıl bir topyekün savaşa hazırladığını göstermektedir. Bu yeni atamalar, tasfiye ve imhayı politikasına işaret etmektedir
Dikkat edilirse bir taraftan sömürgeci AKP hükümeti bunları yaparken ve aynı temelde yapılacakları planlarken, öte yandan anayasa konusunda özellikle BDP’yi anayasa komisyonunda tutmak için yoğun bir çaba içinde bulunmaktadır. Bununla yapılacak yeni inkar anayasasının, yani Kürt soykırımının ipini bu kez Kürtleri de katarak çekmeye çalışmaktadır.
Öte yandan Güney Kürdistan Federal hükümetini de, hemen hemen hergün baskı altına alarak, ekonomik vaatler vb. adı altında PKK’ye saldırtmak için ne gerekiyorsa onu yapmaktadır.
Bir taraftan da, zaman ve yeni şafak yazar-çizerleri, yani sahibinin sesi yazarlar ve kendisine sözümona liberalim diyenler hepsi de, sözümona PKK’nin demokratik özerklik programını eleştiri adı altında, saldırılar yaparak, bunun Kürtlerin yararına olmayacağını, özgürlük ve demokrasiyi ortadan kaldıracağını vaazetmektedirler. Öylesine yazıyor, konuşuyorlarki, insan bir an, “ ne kadar Kürtlerin seveni varmış, ne kadar Kürtlerin özgürlüğünden, demokrasisinden yana olanlar varmış ta haberimiz yokmuş” diyesi geliyor. Kürtlere herkes akıl veriyor. Ama hepsinin de sahibinin sesi olduğunu bildiğimizden, bunların bir de bu cephede Kürt ulusal birliğini engellemeye çalıştığını anlıyoruz. Sanki Kürtler sömürgeci Türk devletinin, AKP-Fethullah faşizminin altında bir soykırım tehdidi ve tehlikesi altında değil, sanki hergün yurtseverler, aydınlar rehin alınmıyor, sanki dağlar- köyler bombalanmıyor, sanki hergün sokaklar-caddeler bir işkencehaneye dönüşmüyormuş gibi… Bunu kendilerine iş edinmişler. Paralarını bu iğrenç işten yemektedirler.
Sömürgeci Türk devletinin kuruluş felsefesini, fethullah Gülen-AKP islam örtüsü altında Kürtleri parçalayarak sürdürmek istemektedirler. En son Fethullah Gülen denilen soykırım plancısının fetvası da her şeyi daha açık etmiştir. Takke düştü kel göründü! Kendisini bazı Kürtlere kabul ettiren Fethullah Gülen’in nasıl bir deccal olduğu, boğazında sakladığı dişlerini nasıl açığa çıkardığını, Kürtlere nasıl havladığını herkes gördü! Bir de gerçekten halkımızın islamı bu sahte İslamcılardan dinlemeye ögrenmeye ihtiyacı varmı? Türk egemenlerinin islamı ne amaçla kabul ettikleri, bilinmiyor mu? Fetih ve sömürgecilik için!
Tüm bunların yanı sıra, gençlerin, kadınların, emekçilerin, köylülerin, aydınların, sanatçıların harekete geçmemesi, serhıldanları yükseltmemesi için çok bayat bir numarayı yine pişirip Kürt ulusunun önüne koymaktadırlar. Kürt kamuoyunda, insanlarında bir beklenti yaratmak amacıyla yeni dönemin Kürt soykırımcısı ve katili Tayyip Erdoğan, "Silahların bırakılması halinde birçok şeyin olumlu istikamette gelişeceğini rahatlıkla söyleyebilirim. Kazanılacak haklar varsa parlamentoda dile getirilir. Bu hakların gereği de orada verilir".
Tüm bunların bir anlamı vardır: Kürt halkını, siyasetçilerini oyalamak ve parçalamak! Yoğunlaşan AKP Faşizminin saldırıları halkımızın daha büyük ve daha niteliksel bir serhıldana kalkmasını engellemektir.
Tayyip Erdoğan’a demezler mi, ulan a... sen kimi kandırıyorsun, Kürt halkını belleksiz ki sanıyorsun? Kürdistan Özgürlük Hareketi bu güne kadar kaç kez ateşkes yaptı? Kürt halk Önderinin hazırladığı protokolleri elinin tersiyle iten sen değil misin? Barış için protokolleri hazırlayan Kürt halk Önderine seçim meydanında “ ben olsaydım asardım” diyen sen değil misin? Meclise gelip Kürt halkı adına konuşacak milletvekillerini sen hala cezaevinde siyasi rehin olarak tutmuyor musun?
Sömürgeci Türk devletinin kuruluş ve hala devam eden felsefesinde “ en iyi Kürt ölü Kürt’tür” yaklaşımı esastır! Öyle arada bir “ benim Kürt kökenli kardeşlerim” sözleri ise Kürdü bölme, parçalama, özgürlük hareketinden uzaklaştırmaktan başka bir anlamı yoktur!
O halde sömürgeci AKP’nin Kürt soykırım planı-programı açık! Sözlerini de sakınmadan söylüyorlar! En son ırkçı rejimin içişleri bakanının Kürt sorunu konusundaki, arıyorum arıyorum, öyle bir sorun bulamıyorum, göremiyorum” dedikten sonra acaba hiçbir Kürdün sömürgeci AKP hükümetinden bir beklentisi kaldı mı? Daha ne desinler?
Şimdi sıra Kürtlerin kendi sözünü ve eylemini serhıldanlarını yükselterek söylemesini gelmiştir! Neden sömürgeci zulmü kabul edelim, neden inkarı kabul edelim, neden kimliksizliği kabul edelim, neden bu dehaklara sabır edelim, hergün hergün özgürlük savaşı yürüten gençlerimizin cansız parçalanmış bedenlerini görelim?
Ve neden Çağdaş Kawaların Dehhaklara başkaldırdığı gibi başkaldırmayalım ve neden Önder Apo ile birlikte Newrozu daha erken kutlamayalım!
Çok mu zor, mümkünü zor mu gözüküyor?
Karar verdikten, buna göre kendi birliğimizi ve kendi topraklarımızı ve değerlerimizi savunma bilinci temelinde örgütlendikten sonra, bu ülkeyi işgalcilerden kurtarmak neden zor olsun?
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
20 Kasım günü (bugün) 03.00-03.30 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap’ın Çiyareş ile Cehennem Tepesine yönelik olarak işgalci TC ordusu tarafından havan ve obüs saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 17 Kasım günü 09.00-10.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarına bağlı Zagros’un Dirê Köyü, Kartal Tepesi, Dola Çınara, Mamreşo yamaçları ile Avabasya hattına yönelik olarak işgalci TC ordusuna ait savaş uçağı tarafından hava saldırısı yapılmıştır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
17 Kasım günü 09.00’dan beri Medya Savunma Alanlarına bağlı Zap’In Şikefta Brîndara alanı, kuzey ve güney yamaçları, Xeregol, Şehit Sefkan, Mirganiş Üçgeni, Karker Tepesi ve silsilesi, Çiyareş ile Reşmê, Zêrê, Horê, Zêvê ve Reşme köyüne yönelik olarak işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları tarafından hava saldırısı yapılmaktadır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 15 Kasım günü 19.00-19.30 saatleri arasında Medya Savunma Alanları’na bağlı Zağros’un Mam Reşo alanına yönelik işgalci TC ordusu tarafından obüs ve havanlarla bir bombardıman düzenlenmiştir.
- Ayrıntılar