Türkiye devletinin askeri güçleri ve güvenlik güçleri kadar insanlığa karşı suç işleyen az güvenlik gücü vardır. Dünyanın neresine giderseniz gidin askeri güçler kendiişlerini kendileri yapar. Kendiişlerini başkalarına yaptırmazlar. Hele hele sivillere hiç yaptırmazlar. Nedeni açıktır: askerlik ciddi bir iştir.
Askerlik ciddi bir iş olduğu için bu işe siviller karıştırılmaz, bulaştırılmaz. Hele hele bir yerde savaş yaşanıyorsa orada siviller hiç mi hiç bu işe bulaştırılmaz. Bunun da nedeni açıktır: savaşa sivillerin bulaştırılması uluslar arası sözleşmelere göre suçtur.
TC devleti sıkça Kürdistan özgürlük gerillasını “kalleş” olmakla itham ediyor. Kalleşliği: “Sözünde durmayıp bir işin yüzüstü kalmasına yol açan; birine gizlice kötülük eden” manasında kullanabiliriz. Yani güya gerilla TC devletine gizlice kötülük ediyor.
Halbuki bizler bir savaşın tam ortasındayız. Savaş ise bir hile sanatı olarak biliniyor. Bunu Hz. Muhammed peygamberimiz bile söylemiştir. Yani hileyi savaş içerisinde kullana bilirsin. Hatta savaşın kendisi bir nevi kurnazlık, zekada kıvraklık ve de inisiyatif olayı olarak ele alınıyor. Savaşın kendisi budur.
Ancak Türk egemenleri tarihte Kürtleri hep istedikleri gibi kullanabildikleri, kandırabildikleri için Kürtler az bir şey kandırılma dışına çıktılar mı hemen “kalleş” oluyorlar.
Kürtler feodal bir toplum olarak biliniyorlar. Birde neolitik değerlerin yaratıcıları olarak biliniyorlar. Feodalizmde savaş meydanında “erlik” vardır. Hani “er meydanı” diyorlar ya. Ahmet Arif’in belirttiği: “Teke tek dövüştü yenilmediler” tespiti feodal çağlardaki kahramanlık gerçekliğidir. Ancak Köroğlu bu yiğitlik tarzının “tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” sözüyle bu zamanın, yani feodal dönemdeki mertliğin geçtiğini yıllar önce söylemişti. Yani teke tek dövüşü kılıçlarla, süngülerle, hançerlerle yapabilirdin, ancak top ve tüfeğin olduğu bir yüzyılda böyle bir savaş tarzı sadece ve sadece Donkişotluk olduğu açıktır. Ve birde dediğimiz gibi Kürtler neolitik değerlerin yaratıcıları olarak hep temiz ve saf kalmışlardır. Başka bir deyimle kurnazlar, Kürtleri hep kandırmasını bilmişlerdir.
İşte şimdi Kürtler er meydanına feodal çağlardaki gibi çıkmıyor. Yine saflığını politik bilince dönüştürerek hemen kandırılmıyor. Bu durumu ise TC devleti yetkilileri ve sözde siyasetçileri “kalleşlik” olarak ele alıyorlar. Neymiş Kürtler artık savaşırken yüreğin yani o bilinen Kürtlerin meşhur bireysel yiğitliklerinin yanına birde aklı koyarak savaşı savaşın gereklerine göre, yani peygamberimizin “hile” dediği olguyu da katarak yürütüyorlar.
Özgürlük hareketi olarak uzun yıllar TC faşist devlet yapısına karşı savaşırken hep bireysel mertliği esas alarak savaştık. Her ne kadar Başkan Apo bu tarzı hep eleştirse de bizler bir nevi atalarımızda bize kültürel bir miras olarak genlerimize işleyen bu durumu uzun yıllar aşamadık. Hep bir şekilde eski Kürt kavgacılığı denilen olaya kaydık. Bu ise hep az sonuç almamıza yol açtı. Büyük fedakarlıkların karşılığı az oldu.
Kürt özgürlük hareketi uzun yıllar bu sorun üzerinde dura dura kürdü akıl ile yüreğini birleştirerek savaşır hale getirdi. Her ne kadar yine yer yer eski tarz kimi yoldaşımız tarafından yaşatılsa da, artık Kürtler savaşın nasıl yürütüldüğünü öğrendiler. Savaşın bir hile işi, gizli kapaklı yürütülen bir çalışma, sağ gösterip sol vurma, küçük bir güçle nasıl bir büyük gücü vurma, arkadan dolanma derken bu işin nasıl bir iş olduğunu öğrendiler. Hatta kilometrelerce uzakta oturarak, bir düğmeye basarak birkaç aracı havaya uçurmasını da öğrendiler. Çok uzaklara yerleşerek uzun namlulu silahlarla tek tek götürmesini de öğrendiler. Ve tabii başka şeylerde öğrendiler.
TC devleti dünyanın en pahalı silahlarını alıp Kürt özgürlük gerillasına karşı kullanır. Uçak kullanır. Top kullanır. Kobra kullanır. Kimyasal kullanır. İnsansız hava uçakları kullanır. Tank kullanır. Füze kullanır. Milyonluk ordusuyla utanmadan birkaç bin gerillanın üstüne dediğimiz gibi dünyanın en ileri tekniğiyle gelir ve “kalleş” olmaz, ancak gerilla hiç kimsenin beklemediği bir yerde, bir anda vurursa “kalleş” olur.
TC devleti kendi erzakını kendi araçlarıyla karakolluna götürmeye korkar, bunun için sivillere yaptırır, yani sivilleri hedef haline getirir. Ancak TC devleti bu marifetinden dolayı “kalleş” olmaz.
Operasyonlara gelirken korkudan kendi araçlarını kullanmaz, sivil araç kullanır. Hatta şoförlüğünü sivillere yaptırır. Yani yine sivilleri hedef yapar, ama TC devleti “kalleş” olmaz.
Şehirlerde vurulmamak için sivil araç kullanır, gerillalarda bu kalleşçe tarzı hedeflediğinde, sivilleri hedef haline getiren TC devleti “kalleş” olmaz.
Ve tabii karakol binalarını, yolları, yol güvenlikleri derken hepsini sivillerle yaptırarak sivilleri hedef haline getiren TC devleti “kalleş” olmaz.
Dahası bir yerden bir yere giderken korkudan çoğu zaman askerlerine sivil elbise giydiren bu TC devleti “kalleş” olmaz.
Ama Kürt özgürlük gerillası bir tane uzakta komandolu mayın döşediğinde ki komandosu vardır yani gerillanın kontrollünde bir eylemdir-vay “hainler, kalleşçe vurdular, vurup kaçtılar” gibi oldukça ahlaktan yoksun söylemlerle saldırmaya başlarlar.
Evet, TC devleti kalleş bir devlettir. Hem de köküne kadar kalleştir. Savaşın bir hile işi olduğunu hadi anladık. Ancak savaşlarda sivilleri hedef tahtasına koymanın bir insanlık suçu olduğunu size kimse öğretmedi mi kalleşler.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
“Apê Mus Apê Musa, seni vuran kanlar kusa!” Ozanlar böyle söylüyor. Kürt Bilgesi Musa Anter’in JİTEM tarafından katledilişi üzerinden yirmi yıl geçmiş bulunuyor. 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesinden bu yana devlet tarafından işlenen cinayetler aydınlatılamıyor. Hiç birinin hesabı hukuki yöntemlerle sorulamıyor. Ortada akıbeti bilinmeyen binlerce kayıp var. Aileleri her Cumartesi günü alanlarda eylem yapıyor. Analar çocuklarının akıbeti hakkında bilgi istiyor. Fakat devlet ve hükümet bunları görmezden geliyor. AKP’nin “İleri demokrasi”si bu tür olayları aydınlatma yönünde işlemiyor.
Yine ortada binlerce “Faili meçhul” denen, ama devletin çeteleri tarafından işlendiği bilinen cinayet var. “Onyedi bin” olduğu söyleniyor. Bunların çoğunun Kürdistan’da ve Kürt yurtseverlerine yönelik işlendiği biliniyor. AKP hukukunun gücü bunları aydınlatmaya yetmiyor. TC sistemi içinde Kürtlere yönelik hukuk ve adalet işlemiyor. Tıpkı şimdi “KCK” isimli davalarda olduğu gibi. Geçmişte 12 Eylül mahkemelerinde de “PKK Davaları”nda işlememişti.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı avukatları ve yakınlarıyla görüştürmeme uygulaması dörtyüzyirmi günü aşmış bulunuyor. Yani Kürtlerin “Ağırlaştırılmış tecrit” dedikleri uygulama onbeşinci ayına girmiş durumda. Yakınları ve Kürt halkı dörtyüzyirmi gündür Önder Abdullah Öcalan’dan haber alamıyor. Ne durumda olduğunu kimse bilmiyor. Sağlığı nasıl, güvenliği ne durumda, ne düşünüyor, ne yapıyor; bunlara dair hiç kimsenin ciddi bir bilgisi yok. Konu Kürtler oldu mu, TC sisteminde değil hukuk, hiçbir şey işlemiyor. Her türlü insani değer kolaylıkla ayaklar altına alınıyor.
Dahası Kürtlerin de bu durumu benimsemesi, bunlara ortak olması isteniyor. Bu durum Kürtlerde tepki ve öfke yaratıp eyleme yol açtıkça, bu sefer de “Ne oluyor? Teröristler! İsyan ediyorlar!, vs.” deniyor. “Terör eylemlerinin arttığı”ndan söz ediliyor. İşin garip tarafı, bir de dönüp “Bu niye oldu?” denerek birçok çevre suçlanıyor. Ünlü TV kanallarını açıp şöhretli tartışma programlarını dinliyorsun. Neredeyse ömrünün sonuna gelmiş bol ünvanlı ve isim yapmış kişiler, sanki olup bitenlerden hiç haberi olmayan çocuklar gibi laflar ediyor. Kimisi işin kolayına kaçıp BDP’yi suçluyor. Kimisi “Bu işi PKK başlattı” diyor. Hükümet yanlısı olanlar ise, eski özel savaş propagandacıları gibi, son olayları “Dış güçlerin oyunu” olarak tarif ediyor. Yani hepsi birden ve mehter takımı halinde PKK’yi ve Kürtleri suçluyor!
Bunlara şu hususları sormak gerekiyor: Mevcut çatışmalı süreç durup dururken mi, yoksa 12 Haziran seçimi sonrası AKP’nin izlediği politikalar nedeniyle mi gelişti? Eğer PKK ve Kürtler o kadar çatışma ve çözümsüzlük yanlısı idiyseler, o halde Oslo ve İmralı görüşmelerini niçin yürüttüler? Bu görüşmeleri kim durdurdu? İmralı’da hazırlanan protokolleri kim reddetti? 12 Haziran 2011’den sonra “Terörü bitireceğiz” diyerek savaş naralarını kim attı?
Sorular daha da çoğaltılabilir. Fakat gerçeğe kendini kapatmış mevcut Türkiye ortamında bunlara gerek yok. Farzedelim ki, dışarda PKK farklı politika izledi, savaş yanlısı oldu! Dahası onu bazı güçler buna teşvik etti! Peki İmralı’daki Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı kim etkiledi? “Ben barış ve demokratik çözüm çizgisindeyim” diyen PKK Lideri ile neden görüşmeler kesildi?
Demekki bu tür sözlerin hepsi yalan, taraf ve saptırmaya dönüktür. İmralı ve Oslo görüşmelerini “PKK’yi tasfiye amaçlı yaptığını” bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan açıklamıştır. DTP ve BDP’ye dönük siyasi soykırım operasyonları ile Oslo ve İmralı görüşmeleri AKP hükümeti tarafından aynı amaçla yürütülmüştür: Kürt demokratik siyasetini tasfiye etmek ve Kürt Özgürlük Hareketini marjinal kılıp yok etmek!
Şimdi PKK ve Kürtler bu oyunu görüp direnince ve bu direniş AKP iktidarını tuz gibi eritmeye başlayınca, bu sefer geriye dönüp “Niye mücadele ediyorsunuz” diyorlar! “Ne oldu ki PKK savaşır hale geldi” diyerek söyleniyorlar! Peki daha ne olacaktı ki?! İmralı görüşmeleri ile oluşturulan protokolleri hükümet reddetti. Dahası “Görüşmeleri PKK’yi tasfiye için yaptırdığını” Başbakan söyledi. “PKK’yi yok edip kökünü kazıyacağız” diye AKP’liler söyledi. Dörtyüzyirmi günü aşkın süredir Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile görüşme olmuyor. Siyasi soykırım operasyonları devam ediyor. Neredeyse tutuklu sayısı onbine ulaşmış bulunuyor. NATO’dan alınan destekle Kürt gençleri dağda ve sokakta katlediliyor.
Bunları görmeyip de “Ne oldu?” demek, körlükten de öte bir durumu ifade ediyor. Sen Kürt Halk Önderi ile görüşmeleri kesmişsin, halk Önderinden haber alamıyor, ondan sonra da “Ne oldu, bu halk niye mücadele ediyor?” diyorsun. Bundan öte daha ne olacaktı ki! Halk boşuna “Barışın elçisi İmralı’da” demedi! Kürt Halk Önderi’ne yaklaşımın “Savaş ve barış gerekçesi olduğu” boşuna söylenmedi! Şimdi Kürt halkı bu sözlerinin gereğini yerine getiriyor.
Her zaman söyledik, binlerce kez tekrar etmenin de gerekli olduğuna inanıyoruz: Eğer bu dünyada bir Kürt-Türk barışı olacaksa, bunu sağlayacak tek kişi Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’dır. Kürt sorunu barışçıl, demokratik ve siyasal olarak çözülecekse, bunu ancak PKK Lideri gerçekleştirebilir. Bu gerçeği herkes çok iyi bilmelidir. Özellikle de ülke ve toplumun kaderini belirleyen AKP iktidarı bunu iyi anlamalıdır. Bu, Kürt halkının varlık ve özgürlük kararıdır. Bu kararı, Kürtleri karşı karşıya getirerek, PKK Lideri’ne karşı Kemal Burkay’ı, Mesut Barzani’yi çıkarmaya çalışarak yok etmek mümkün değildir. Bu karar en az yüzyıl sürecek bir Kürt yemini durumundadır.
Dolayısıyla AKP hükümeti, PKK Lideri ile görüşmeleri yasaklayıp da “Kürtler niye savaşıyor?” deme ahmaklığından kendini kurtarmak durumundadır. Öyle MHP Lideri’nin söylediği gibi “Sıkıyönetimler” ya da “OHAL’ler” de bir sonuç alamaz. Zaten sonuç alamadıkları geçmişte defalarca kanıtlanmıştır. Barış ve çözüm gücüyle, yani Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’la görüşmeleri kesip de, ondan sonra baskı ve şiddet yöntemleriyle sonuç alabileceğini sanmak boş bir hayal ve de çabadır. Kürt halkının özgürlük tutkusu ve direnişi, bütün bu gerici baskı ve saldırıları boşa çıkaracak güçtedir.
Kürtler geçmişte bu başarıyı gösterdiler, bugün de fazlasıyla gösterecek bilince ve güce sahipler. Zaten görülmüyor mu, her tarafta “Öcalan’a Özgürlük Eylemleri” yükseliyor. Özgürlük eylemleri gün geçtikçe her alana yayılıyor. Kürt gençleri ve kadınları aylardır “Öcalan’a Özgürlük” şiarıyla ayakta. Mitingler, yürüyüşler, protestolar gün geçtikçe artıyor. Seksen günü aşkın süredir “Öcalan’a Özgürlük Nöbeti” tutuluyor. “Özgürlük Otobüsleri” Avrupa’nın her yerini karış karış dolaşıyor. Eylül başından itibaren “Öcalan’a özgürlük için imza kampanyası” başladı ve büyük bir ilgiyle gelişiyor. Türkiye ve Kürdistan’daki binlerce tutsak “Öcalan’a Özgürlük için Açlık Grevi”ne başlamış bulunuyor. Tutsakların direnişi bir kez daha zindan duvarlarını parçalıyor. Başta “Anadil’de eğitim” talebi olmak üzere yaşamın her alanında Kürtler TC sistemini boykot ediyor. AKP’nin yalan, hile ve demagojisine aldanmayacağını ortaya koyuyor.
Bu eylemlerin sonuç alana kadar büyüyüp yayılarak devam edeceği anlaşılıyor. Hepsi de “Demokratik Türkiye ve Özgür Kürdistan” gerçeğini ifade ediyor. Gerçek bir Kürt-Türk barışı ve kardeşliği yaratıyor. Biz de bu yoldaki her türlü çabayı ve mücadeleyi selamlıyoruz! Şehadetinin yirminci yıldönümünde Kürt Bilgesi Musa Anter’i saygıyla anıyoruz!
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Bir müddettir Türkiye devletinin başbakanı olan RTE herkese “ya sev, ya terk” dayatmasında bulunarak toplumu gerdikçe geriyor.
Hatırlayanlar bilir, “taraf olmayan bertaraf olur” ya da “bitaraf olmayan bertaraf” olur cümlesini de aynı RTE kullanmıştı. RTE’nin kullandığı bu sözleri daha önce ABD’nin başbakanlarından Georg Bush kullanmıştı. Bush tüm dünyaya seslenerek, “ya bizimlesiniz ya da karşımızdasınız” demişti.
İdeolojik, politik hatta felsefik olarak yukarıda söylenenlerin ne anlama geldiğini, insanların belleğinde nasıl tahribatlara yol açtığına pek girmeyeceğiz. Karşıtlaştırmanın, kutuplaştırmanın hiçte insani bir özellik olmadığını az çok artık herkes biliyor. İnsan toplumunu böyle kutuplaştırarak yürütmenin ve de yönetmenin eski çağlarda kalma iktidar güçlerinin bir hilesi olduğuna kimse yabancı değildir. Ancak dediğimiz gibi konumuz bu hastalıklı dayatmanın felsefik çözümlemesini yapmak değildir. Biz çıkarılması gerekli olan bazı pratik adımlara dönük görüş sunacağız.
RTE ismindeki kişi bir dönemdir bu zıtlaştırmayı, parçalamayı sürdürmeye devam ediyor. En son “Ya meclis ya Kandil” diyerek BDP milletvekillerini baskılamayı hedefine koydu. Güya kendince hizaya getiremediklerini bu tehditle hizaya getirecek. Yukarıda Bush’un söylediklerinin hedefi de aynıydı. Büyük bir baskılama gücüyle bireyleri, toplulukları inandıkları değerlerden koparmaktır. Ne de olsa devasa bir öldürme tekniğine sahiptirler. Yine onlar için işleyen hukukları da vardır. Hatta aç bırakarak, yani bio iktidarla terbiye etme imkanları da fazladır. O zaman yapılacak en iyi yol muhalefet edebilecekleri erkenden hizaya getirerek, bildiğini pratikleştirmedir.
Ancak bu kez “Ya meclis ya Kandil” sözü fazlaya kaçmıştır. Burada sadece birilerine ya bizi seçin ya da diğer tarafı seçin seçeneği sunulmuyor. Burada birde “hodri meydan” mealinde çağrı vardır.
RTE’nin bu provokatif, tahrik edici ve biraz da hakaret vari söylemene Murat Karayılan yoldaşımızın söyledikleriyle cevap vermek gerekiyor:
“Erdoğan, Kürt parlamenterlerine “dağa çıkın” demektedir. “Ya meclis ya Kandil”, yani “ya teslim olacaksınız, ya da Kandil’e gideceksiniz” demektedir.
Ben de buradan tüm Kürt gençliğine şunu söylüyorum; Başbakan bu sözü aslında gençliğe söylemiştir; “Yüreğiniz varsa dağa çıkın” demektedir.
Kürt siyasetinin dağa gelmesine gerek yok ama Kürt gençliği Başbakan’ın bu sözlerine karşılık dağa çıkarak cevap olmalıdır. “Vekiller Değil, Gençler Kandil’e!” diyerek Başbakan’a gereken cevabı vermek gerekmektedir.
“Mademki dağa çıkılmasından çekinmiyorsun, o zaman biz çıkıyoruz” diyerek tutum almanın her yurtsever Kürt gencinin bir görevi olduğunu belirtmek istiyorum. Erdoğan’ın bu sözlerine karşılık Kürdistan gençliğini mücadeleye katılmaya, gerillaya katılmaya çağırıyorum.”
“Yüreğiniz varsa dağa çıkın”a verilecek en iyi cevap elbette tüm yüreklilerce verilecek olan dağlara çıkma kararı ve cevabı olacaktır.
Bunun için diyoruz ki tarihin bu önemli momentinde tüm Kürdistanlı gençleri dağlara.
Final günlerini yaşadığımız bu anlarda yarın, “neden bu tarihi anı yaşamadım” dememek için dağlara.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
“Beyaz” kavramını son zamanlarda bir topluma ait olmayıpta o toplum içerisinde öne çıkarılan, esasta o topluma yabancı olan, o toplumda karşılığı olmayanlar için kullanılıyor.
Beyaz Türkler kavramını bu bağlamda çokta Türk olmayıpta Türklük yapanları dile getiriyor. Başka halklarda gelipte ısrarla Türk milliyetçiliği yapanları ifade eden bir kavram olduğu için böylelerinin Türklüğü çok suni kalıyor. Başka bir anlatımla dile getirecek olursak, şişirilmiş bir Türklük oluyor.
Kendisi olamayan, başkası olan ya da başkası için olanların ciddi bir handikapları vardır. Böyleleri kişilik olarak kendilerini bulamamışlardır. Böylelerinin içleriyle dışları bir olamaz. İç dünyaları ayrı dış dünyaları ayrıdır. Bu ise doğalında bir çelişki demektir. Bir insanda kişilik parçalanması var ise o insanın sağlıklı düşünmesi çok zordur. Hatta neredeyse imkansızdır. Nedeni açıktır, basittir; bir kişiliksizlik söz konusudur.
Böyle kişilik sorunu olanların erkenden uçlara kaymaları anlaşılırdır. Kendi toplumsal değerlerinden kopmuşlardır. Yani toplumda karşılıkları yoktur. Bu esasen farklı bir şekilde de olsa izolasyon demektir. Bu durumu dengelemek için bu “beyaz” olanlar korkunç bir şekilde güçlünün yanına geçerler. Güçlü, Ortadoğu’da genelde devlet olduğu için devletçi olurlar.
Örneğin Türkiye’de beyaz Türk dedikleri kesimleri geçmişte en ileri düzeyde Kemalist olanlara deniliyordu. Bu Türklükleri bile “şüpheli” olanlar ne kadar da milliyetçi edebiyat yaptıkları ortadadır. Türkiye tarihinin o en milliyetçi, ırkçı söylemler hep bu kişiliklere aittir. Bir araştırılsın bunlar görülecektir. Türklüğü gerçekten “şüpheli” olan biri çok ileri düzeyde kendisini kabul ettirmek, kamuflaj ettirmek için en uç söylemlere sarıldığını biz bu beyaz Türklerde hep görüyoruz.
Örneğin, “Ne mutluyum türküm diyene” sözü böyle bir beyaz Türk’ün sözüdür. Bir Türk elbette belki kendi Türklüğüyle gurur duyabilir. Ancak bir Türk başka halkların aleyhine kendisini şişirerek bunu yapmaz. Ya da eskilerde yapmazlardı. Ancak beyaz Türk diye tabir edilen ırkçılık diye bileceğimiz söylemleri en çok kullanan kesimler olmuştur.
Hatırlıyorum yıl 1994’tü. Ekranlarda Türklük üzerine bir tartışma yürütülüyordu. O zaman Aziz Nesin, “benim kendi Türklüğümü anlatmama ihtiyacım yoktur. Herkes benim Türk olduğumu biliyor. Bunun için özel bununla gururlanacak ya da kendimi küçük görecek bir durumu yaşamam. Bunun için Türkçülük yapmam. Ve böyle bir Türk’te yapmaz. Ne var ki Türk olmayıpta ya da Türklüğünde şüphe duyan, başkaları tarafında Türk görülmeyecek duygularını yaşayanlar ancak milliyetçilik ve ırkçılık yapabilirler” mealinde çözümlemeler yapmıştı. Ve tabii Türkçülüğü ancak ve ancak dışarıda gelen, kendini saklama ihtiyacı duyan “Türkler” yani “beyaz Türkler” tarafından yapılacağını belirtiyordu.
Özcesi beyaz Türkçülüğü yapanlar bir şeyleri gizli olanlar yapar. Bunun için böyleleri korkunç devletçi olur. Böyleleri korkunç Kürt düşmanı olur. Ermeni düşmanı olur. Yunan düşmanı olur. Özcesi böyleleri gerçekten halkların düşmanı olurlar. Söylemleri sivridir. Keskindir. Sekterdir. Ve böyleleri ancak ve ancak devletin “Türk’ü” olabilirler. Böyle devlet Türklerine biz “beyaz Türk” diyoruz.
Şimdi bu beyaz Türklerin yanına birde beyaz Kürtler yerleştiriliyor. Beyaz Kürt ve beyaz Türklerin ortak noktaları, devletçi olmalarıdır. Eskilerde beyaz Türkler Kemalist iken yeni olan beyaz Türkler yeşilci Kemalist yani Yeşil Türkçüdürler. Eskilerde böyle beyaz Türkler Kürt düşmanlığı temelinde öne sürülürlerken bugünlerde öne sürülen beyaz Kürtler ise Kürdistan özgürlük hareketine karşı özenle seçilerek saldırır pozisyona getiriliyorlar.
Özcesi beyaz Kürtler Kürt halkına düşmanlık temelinde, Kürt özgürlük değerlerine saldırmak temelinde örgütlenerek piyasaya sürülüyorlar. Ve tabi bunlar beyaz oldukları için bir Türk’ten hatta ırkçı Türk’ten çok daha ileri düzeyde Kürtlerin özgürlük değerlerine saldırıyorlar.
Psikolojik ruhsal durumları aynı beyaz Türklerin ki gibidir. İçleriyle dışları bir değildir. Bunun için kendilerini kabul ettirmeleri için korkunç saldırıyorlar. Korkunç Kürt halkının değerlerine hakaret ediyorlar. Birer koçbaşı olarak korkunç kullanılıyor.
Ancak artık bu beyaz Türkler deşifre olmuşlardır, nasıl ki beyaz Türkler deşifre olmuşlarsa. İşte bunun için artık Kürdistan’da böyle beyazlara yer verilmeyecektir. Devletin, yeşil Türkçü devletin birer koçbaşları olarak artık yeterince açığa çıktıkları için Kürdistan’da cirit atmalarına izin verilmeyecektir.
K. Nuda
- Ayrıntılar
Kürt özgürlük direnişi tüm alanlarda gelişimini sürdürüyor. Kürt halkı imkanlar kadar zorluk ve acıları da mücadeleye dönüştürebiliyor. Özgür yaşam için her koşulda sonuna kadar direneceğini net bir biçimde ortaya koymuş bulunuyor. Yürüttüğü direnişi gittikçe daha yaygın ve derin hale getiriyor. Günümüzde sömürgeci soykırım sistemini yaşamın tüm alanlarında boykot edecek düzeye ulaşmış durumda. Bu düzeyi daha da büyüteceği netçe anlaşılıyor.
Kürtleri bu düzeyde yeniden direnişe AKP’nin çözümsüz, hilekar, inkarcı ve imhacı politikalarının ittiği biliniyor. İmralı ve Oslo görüşmelerini bu amaç doğrultusunda yürüttüklerini bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan açıkladı. AKP Hükümeti bir yandan İmralı ve Oslo görüşmelerini yürütürken, diğer yandan Kürt demokratik siyasetini tasfiye etmeyi hedefleyen “KCK Operasyonları”nı geliştirdi. 12 Haziran 2011 seçimlerinde aldığı sonuca dayanarak, bu görüşmelerde ortaya çıkan sonuçları bir yana itti. Görüşmeleri keserek, tüm gücünü “PKK’yi yok etme” mücadelesine yöneltti.
Şu gerçeği bir kez daha ifade etmekte yarar var: AKP 12 Haziran seçim sonuçlarını doğru okuyamadı. Aldığı yüzde ellilik oy oranına dayanarak Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye edebileceğini sandı. Bu temelde İmralı ve Oslo görüşmelerine son vererek “PKK’yi bitirme” saldırısına yöneldi. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile avukat ve aile görüşmelerini bile yasakladı. Siyasi ve askeri operasyonları imha amacıyla yürütür hale geldi.
AKP’nin onbeş aydır devam eden bu saldırılarının çerçevesi ortadadır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile dörtyüzyirmi gündür görüşme olmamaktadır. Halk ve ailesi Kürt Halk Önderi’nden bilgi alamamakta ve doğal olarak sağlığı ve güvenliğinden kaygı duymaktadır. Bu da halkta büyük bir öfkeye ve tepkiye yol açmaktadır. Binlerce Kürt siyasetçi ve aydınının zindanlarda tutulması devam etmektedir. Dahası devam eden siyasal soykırım operasyonlarıyla yeni tutuklamalar yapılmaktadır. AKP Hükümeti polisi ve orduyu tam bir saldırı durumuna geçirmiştir. Polis ve asker operasyonları her yerde ve her gün sürmektedir. 12 Eylül 1980 darbesinden bu yana geçen otuziki yıllık sürecin en sert çatışmalı yıllarından biri bu geçen yıl olmuştur.
Yeni Kürt direnişi işte bu politika ve saldırılara karşı gelişiyor. Dolayısıyla Kürtler açısından soykırım saldırılarına karşı bir varlık ve özgürlük direnişi oluyor. Onu haklı ve güçlü kılan ve her türlü saldırıya karşı yenilmez hale getiren işte bu gerçekliktir. Bu gerçeklik bilince çıkarıldığı oranda da direniş gelişmekte ve bu direnişe çeşitli çevrelerin desteği artmaktadır.
12 Haziran 2011 seçimleri ardından Kürdistan’da yoğunlaşan savaş henüz sonuçlanmamış ve tarihi sonuçlarını ortaya çıkarmamıştır. Gittikçe yaygınlaşan ve derinleşen bir savaş durumu yaşanmaktadır. Ne zaman sonuçlanacağı belli olmadığı gibi, ne tür sonuçlar vereceği de henüz net değildir. Gerçi mevcut durumuyla savaşı geliştiren AKP Hükümeti ciddi bir zorlanmayı yaşamaktadır. Dolayısıyla ya savaşı yayacak, ya da bazı yerlerden geri çekilecektir. Eğer gücü yeterse savaşı yayma eğiliminde olduğu gözlenmektedir. Fakat iç ve dış koşullar aleyhinedir, bu nedenle Kürt soykırımını yürütme gücünü tam bulamamaktadır. Tersine saldırdıkça kaybeden ve batağa saplanan olmaktadır.
Savaş sonuçlanmamış ve kalıcı sonuçlarını henüz ortaya çıkarmamış olsa da, geçen bir yıllık süre içinde Kürdistan’da yaşanan savaşın netleştirdiği önemli hususlar da vardır. Yeni Kürt direnişi mevcut düzeyi ile de büyük ölçüde aydınlatıcı ve gerçekleri ortaya çıkarıcı karakterdedir. Özellikle 2012 yazında yoğunlaşan savaş bu açıdan önemli sonuçlar ortaya çıkarmayı bilmiştir.
Bu konuda ortaya çıkardığı en önemli sonuç, Kürt sorunu etrafında yaşanan mücadeleye yaklaşımdaki aydınlatıcılığı ve netleştiriciliğidir. Son bir yıllık mücadele bize açıkça gösterdi ki, uluslararası komplo dost-düşman herkeste “Artık PKK’nin yenildiği, Kürt direnişinin sona erdiği, PKK ve Kürt halkının özgürlük mücadelesini geliştirip bu uğurda savaşamayacağı” anlayışını yaratmış. Bir yıllık savaş işte bu gerçeği hem açığa çıkardı ve hem de bu zihniyeti ciddi bir biçimde kırdı. Bu sonuç, ulaşılabilecek sonuçların en önemlisi olarak görülebilir. Bir tür zihniyet devrimi diyebileceğimiz bu sonuç üzerinde her türlü siyasi ve askeri gelişme yaratılabilir, demokratik gelişme sağlanabilir.
Böyle olduğu, uluslararası komplo ardından böyle bir zihniyet oluştuğu için, başta devlet yönetimi olmak üzere tüm toplumsal kesimler tarafından PKK’nin uyarıları ve siyasi çözüm çabaları ciddiye alınmamış. Artık “Kürt mücadelesinin bittiğine” kesinlikle inanılmış. Önder Abdullah Öcalan’ın ve PKK’nin çabalarına bıyık altından gülünüp geçilmiş. “PKK’nin yenilip Kürt direnişinin ezildiğine” derinden inanılmış! Tıpkı “Hayali Kürdistan Ağrı’da meftundur” diyen ve Kürt soykırımını başardıklarına inanan eski CHP yönetimleri gibi.
Bu durumu 12 Haziran seçimi ardından mücadele adım adım geliştikçe, ilk olarak bazı liberallerin yaklaşımında gördük. Bu tür çevreler, AKP saldırıları karşısında PKK’nin direnişe geçmesini anlamsız, sonuç vermeyecek çabalar olarak gördüler. Dahası şiddetlenen ortamdan PKK’yi sorumlu tutarak AKP saldırılarına destek veren konuma düştüler. Fakat süreç ilerleyip mücadele derinleştikçe ve bu temelde AKP’nin CHP ve MHP’den farklı olmayan şoven, milliyetçi, faşist yüzü açığa çıktıkça sessizce eski görüşlerini değiştirmeye yöneldiler. Şimdi belli ölçüde AKP faşizmini eleştirip karşı çıkıyorlar. Kısmi bir demokratik çizgiye ulaştılar. Bunu sağlatan, bu tür çevreleri yanlıştan kurtarıp demokratik çizgiye çeken Kürt direnişi oldu.
Bu durumu, ikinci olarak AKP Hükümetinin söz ve davranışlarında gördük. Bu çevreler de başlangıçta mücadeleyi pek ciddiye almak istemediler. “Birkaç eylemde PKK’nin gücü sona erer” hesabını yaptılar. Bu nedenle PKK’ye ve Kürtlere hakarete varan bir söylem ve tutum içine girdiler. Ancak kış oldu, bahar oldu, PKK ve Kürtlerin direniş kararlılığı ve yenilmez gücü ortaya çıkınca, AKP Hükümeti yanıldığını ve yanlış yaklaştığını gördü. Bunu en başta Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Durmuyorlar, hala eylemlerine devam ediyorlar” veya “Eylemler sürdükçe operasyonlar devam edecek” sözlerinde gördük. Sanki kendisine “Mücadele etmeyeceğiz” diyen olmuş gibi. Böyle olmadığını PKK Yönetimi defalarca açıkladığına göre, o halde bu durum AKP’lilerin kendi yanılgılı zihniyeti oluyor.
Elbette ortaya çıkan bu durum, AKP politikalarının arka planını da açıklıyor. Demekki AKP yönetimi “PKK ve Kürtlerin artık savaşamayacağına” kendini iyice inandırmış. Onun için bu kadar hileli, oyalayıcı politikada ısrar etmiş. Böylece zamana yayarak PKK’yi tasfiye edeceğini ve Kürt soykırımını başaracağını sanmış. Şimdi yanıldığını gördükçe, PKK direnişi geliştikçe uykudan uyanır gibi oluyor. Faşist-milliyetçi yüzünü iyice ortaya koyuyor. Düşünelim bir kere, Kürt direnişini böyle gören bir AKP ile siyasi çözüm olabilir mi? “Siyasi çözümü kimin engellediğini” hala soran çevrelere bu durum bir şeyler öğretmiyor mu?
Yeni Kürt direnişi, Kürt halkı ve direnişi yürüten güçlerde de zihniyet devrimi yarattı. Yine Kürt dostları da Kürt halkı ve direniş gerçeğini daha yakından gördüler. Gelişmeler gösterdi ki, komplonun Kürtler ve PKK zihniyeti üzerinde de derin etkisi olmuş. “Erken iktidar hastalığı” bu durumu yansıtıyor. Bu zihniyet nedeniyledir ki, erken siyasi çözüm olacağı sanılmış, daha sert ve uzun vadeli direnişe hazırlanılmamış. Bir yıllık mücadeledeki hata ve yetersizlikler burdan kaynaklı olarak ortaya çıkıyor.
Şimdi bu zihniyet aşıldıkça, sistem ve düşman gerçeğini daha derin ve doğru anladıkça Kürtler özgürlük direnişini daha doğru ve bütünlüklü hale getiriyorlar. Mücadelelerini daha planlı ve örgütlü yürütüyorlar. Politikada daha usta, tarzda daha sonuç alıcı hale geliyorlar. Yanılgıların ve zihniyet kırılmasının aşılması Kürt gençlerini ve kadınlarını daha mücadeleci kılıyor. “Önder Abdullah Öcalan’a Özgürlük” şiarıyla gelişen ve sistemden topyekûn kopuşa ulaşan mücadele konumu bunu gösteriyor. Kürtler bu mücadelede kararlı ve ısrarlı oldukça da kazanacakları anlaşılıyor. Şimdilik direnişin sonuçları üzerine bunlar söylenebilir.
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Çok klişe bir sözdür; Bu ülke, çok tuhaf bir ülkedir…
Ama neredeyse gün aşırı bu sözü doğrulatacak, haklılığını perçinleyecek olaylar zinciri vuku bulmakta. Ondan dolayı da insan günde üç/dört kez bu sözü tekrarlamaktan kendini kurtaramıyor.
Son günlerde bize bu sözü söylettiren nedenlerin başında elbette Erdoğan’ın yaptığı konuşmalar, kamera karşısındaki gergin hali gelmekte.
Özellikle takmış BDP’ye ve onun vekillerine…
İki de bir; “Ya Kandil, Ya Meclis” diyor. Bir tane akıllı da çıkıp demiyor; “yahu sen öyle atıp-tutuyorsun, bunun üzerine yüksek perdeden de miyavlıyorsun ama senin kaymakam adayın, senin il başkanının, senin polislerin, senin askerlerin zaten Kandil’de, bunların üzerine Meclistekileri niye oraya göndermeye çalışıyorsun?” diye.
Senin bu kadar kamu çalışanın, parti çalışanların Kandil’deyken, sen neredeyse hafta da birkaç camide cenaze namazı kılıyorsun, halen ne diye Kandil’e insan göndermek için bu kadar heveslisin Erdoğan!
Eğer amaç Kandil nüfusuna yönelik herhangi bir çalışma değilse, bu kadar yoğun bir şekilde Kandil’e insan göndermenin-bu istemi ukalaca her fırsatta dile getirmenin anlamı nedir?
Daha da utanmasız olsa; Ankara’ya gelen cenazelere de “kalkın Kandil’e gidin” diyecek neredeyse.
Türkiye’deki birçok kesimin anladığını; savaşın dilinin cenaze bilançosunu arttırmanın dışında herhangi bir etkisinin olmadığını Erdoğan anlamak istemiyor.
Belki önümüzdeki seçimler nedeniyle, Erdoğan bilinçli bir şekilde bu siyasi pozisyonunu koruyor olabilir.
Ama bu dönem, yaşanan her gelişme seçim hesabına hibe edilecek kadar niteliksiz değil…
İşte Erdoğan’ın görmediği ya da görmek istemediği kör nokta burası oluyor.
Daha şimdiden bütün planlarını önümüzdeki seçimlere göre ayarlamaya çalışan ve daha çok da benden sonrası tufan mantığıyla hareket eden Erdoğan, BDP ve Kürtleri ezmenin kendisine oy kazandıracağına koşulsuz bir şekilde biat etmiş durumda.
Kürtleri ve temsilcilerini ezebileceğini sanıyor! Hatta bu kadar yoğun psikolojik hakaretle, blöfle onlara geri adım attırabileceğini sanıyor! Hani bazı kesimler diyor ya; 90’lara mı dönüyoruz! İşte bu kesimlerin şunu görmesi gerekiyor; Erdoğan zaten 90’lı yıllarda.
Biliniyor langustik bir durumdur; insan kendisini nasıl görüyorsa, çevresini de öyle görür. Erdoğan kendisini 90’larda gördüğü için karşısındaki Kürtleri de 90’lı yıllardaki Kürtler gibi görüyor.
Buna o kadar inanmış ki; iki cenaze namazı arasında fırsat buluyor ve o anda dahi Kürtlere yönelik saldırmaya ve hakaret etmeye devam ediyor. Başbakanlığını dahi bu kadar rutin bir işleyişe dönüştüren bu sarmalı bir türlü görmek istemiyor.
Doğal olarak da; Kürtlerin her yerdeki direnişinin kodlarını doğru okuyamıyor. Günden güne artan tansiyonun, gelinen uçurumun farkına varamıyor.
Bütün kesimlere yönelik gösterdiği asabiyetin ne kadar gülünç olduğunu göremiyor.
Fırsat bulabildiği ender anlarda da; yaptığı yollardan, duble otobanlardan, çeşmelerden, Toki’lerden böbürlenenerek dem vuruyor.
Kazara da olsa sorulan bir “kürt sorunu”yla ilgiliyi sorulara da; “benim için Kürt sorunu bitmiştir” diyor.
Senin için bu sorun bu kadar kolay çözüldüyse, ne diye o cami senin-bu cami benim geziyorsun o zaman!
Aslında herkes gibi Erdoğan’da şunun farkında; bu sorunun iki güzergahı var. Onlarda ya masa, ya da cami avlusudur. Onun dışındaki her söz, her eylem teferruattan başka bir şey değildir.
Zaten şu anda yaşanılan tıkanıklık da buradan ileri gelmekte. Masa devre dışı bırakıldığı için, her gün devlet yeknesak bir şekilde cami avlularında buluşuyor. Böyle giderse yeni yasama dönemi için meclisi de cami avlularında açacaklar neredeyse. Kim bilir belki bir AKP’li vekil, bugün-yarın böyle bir öneri de bulunabilir.
Aslında ortalıktaki toz duman görüntünün aşılabilmesi için bu soruna olan yaklaşımda hangi güzergahın tercih edileceği bu sürecin belirleyeni olacaktır. Vurguladık; dönem pragmatik seçim hesaplarına indirgenemeyecek kadar hassas! Ondan dolayı da Erdoğan’ın birilerine “Ya Kandil, Ya Meclis” demesine karşılık, birilerinin de “Ya Masa Çözüm, Ya da Cami Avlusunda Cenaze Namazı” demesi gerekiyor.
Dönem o kadar hassas, o kadar ciddi ne de olsa.
Jan Ararat
- Ayrıntılar
Yok, medeniyet değil bu canavar. Ordu. Bildiğiniz TC ordusu.
Allah vere de şu ordunun halini bir gün içinde yaşayanların dilinden yazma fırsatı buluna. Kürdistan veya gerilla sendromu diye adlandırılabilecek yeni bir hastalığın keşfedilmesine katkı sunacak insanların ruh hallerini anlatan bir kitap hiç de fena olmazdı. Gerçi bir ara Memedin kitabı diye bir tane yazıldı ama o da “birazcık” ve “ufacık” bir halinden söz ediyordu bu sendromun.
Her gün bir komutanı istifa eden, askeri kaçan, görev yeri değişen, yenilgi üzerine yenilgi alan ordunun askeri olmadığım için neler yaşadıklarını bilmiyorum. O yüzden anlatmamı da beklemeyin. Ama cephemizden görünenleri anlat derseniz değil bir yazı, onlarca yazı yetmez.
Tek işi savaş olan bir örgütlenmenin kendi içinde yaşadığı sıkıntıların da savaşla ilgili olması gerektiği kesin. Yani daha iyi savaşabilmek, karşısındakini alt edebilmenin yolları ve yöntemlerini bulmak ve bunları istikrarlı ve yaratıcı yöntemlerle pratikleştirebilmek dışında farklı bir yoğunlaşması olmamalı.
Fakat bu yoğunlaşmanın içine girebilmesi için yaptığı işe inanması gerekir. İnanmadığın, kabul etmediğin bir amacın varsa savaşmak addedildiği gibi kutsal bir savaş olmaz. Bu nedenle savaşın kural ve kanunları da burada çok işe yaramaz. Amacı temiz olmayan bir ordunun yapacağı savaş da takdir edileceği gibi kirli bir savaş olur. Bundan sonra yürütülecek savaş da olsa olsa çıkar savaşı, rant savaşı olur. Eskilerin tabiriyle bir ganimet savaşı gündeme gelir.
Nitekim Kürdistan’da savaş dün olduğu gibi bugün de tamamen bir ganimet savaşı olarak yürütülüyor. Ortada ülkeye kasteden, ülkeyi “bölmek” ya da “parçalamak” isteyen bir saldırı olmadığından, bunun karşısında da “vatan savunması” gibi bir mücadele perspektifi geliştirilemez.
Savaşın karar vericileri bunu çok iyi bildiklerinden savaşan gücün performansını arttırmak daha doğrusu savaşmaya teşvik edebilmek için farklı yollar bulmalıdır. Günümüzün tanrısı rolüne bürünmüş olan para bunun için biçilmiş kaftandır.
Artık ordu ve bu savaşın karar vericileri vatan için değil, para için mücadele ediyor. Emrindeki gariban Anadolu evlatlarını önce işsiz ve parasız bırakıp sonra da para karşılığında savaştırmak belki de TC devletinin son yıllardaki en ‘akılcı’ yöntem zenginliğiydi. Çünkü askeri cepheye koşturduğunda onu harekete geçirecek, uğruna ölmeyi göze alacağı bir neden bulmak zorundasınız. Artık hiç kimse PKK’nin Türkiye’yi bölmek ya da bu ülkeyi yıkmak gibi bir amacı olmadığını bildiğine göre “vatan, sana canım feda” diyecek gençleri bulmak artık gittikçe zorlaşıyor.
Öyle söylendiği gibi profesyonelleşme deyimi de bir göz boyamadır. İstediğin kadar eğit, istediğin kadar tecrübeli hale getir ancak o kişiyi teknik anlamda güçlendirebilirsin. Ama herkes çok iyi biliyor ki savaş yürek işidir, cesaret ve fedakarlık işidir.
Bunu da en iyi gerillada bulabilirsiniz. Hem meşru, haklı bir savaş yürüttüğünden, hem de Kürt halkı gibi bir halkın desteği arkasında olduğundan attığı her adımda, yürüttüğü her savaşta başarı elde ediyor. Cesaret ve fedakarlığını, mücadele azmini ise Önder Apo gibi bir insanın varlığından alıyor. 13 senedir tek başına düşmanın elinde bulunmasına, 10 metrelik bir çukurda 13 aydır hiç kimseyle görüştürülmemesine rağmen dayatmalara, işkencelere, baskılara karşı tek bir geri adım atmayan Önderlerinin direnişçi tutumundan alıyorlar.
O yüzden gerilla karşısında savaşacak insanları bulmak için her şeyden önce haklı ve meşru bir gerekçeniz olmalı. Haklı ve meşru bir amacın insanda yarattığı duyguları ve düşünceleri hiçbir teknik donanım, nicelik, istihbarat yaratamaz.
Bu denli savaş gerçeğinden uzak bir ordu gücünün para ile ayakta tutulma çabasının ise nereye kadar yeteceği tabii ki sorulmalıdır. Hadi o para karşılığında gelen cahildir, anlamıyordur, ama ya ailesi? Ailesi yarın öbür gün sormaz mı, engellemez mi? Kaldı ki artık bu paralı askere alma işinin bile istendiği gibi gitmediği açığa çıkıyor. Bakalım bu paralı askerlik ardından neler çıkacak?
Ne çıkar bilmiyorum ama artık ne komutanı, ne askeri, ne siyasetçisi, ne bürokratı, imamı, ajanı, işbirlikçisi işe yaramıyor. Artık savaşı yürütecek tek güç kalmış, o da medya. Yalanın büyük bir silah olduğunun farkında olduklarından ve bu konuda epey tecrübe kazandıklarından buraya ağırlık veriyorlar. Ama bunun da bir yere kadar süreceğini söylemek yerinde olur.
Evet, insanlar gerçeklerle yüzleşmekten hep kaçınırlar. Bir dakikalık da olsa gerçekle yüzleşmemek için yıllarını perdeler arkasında geçirmeyi kabul ederler. Fakat vicdan ve toplum yaşamı denen olgunun varlığı bu insanları da elbet bir gün kendilerine getirecek ve gerçekler karşısındaki dirençlerini sorgulatacaktır. Artık neye güvenmesi gerektiğini, neye inanması gerektiğini soracağı bir zaman da gelecektir.
Hatırlar mısınız, bir dönemler anketlerde en güvenilir kurum hangisidir diye bir soru soruluyordu. Epey de yoğun işlenen bu anketlerin son yıllarda nedense hiç yapılmadığına dikkat ettiniz mi? Peki, dikkat ettiyseniz, nedenini hiç sorguladınız mı?
Evet, tabii ki artık güvenilecek bir kurum yok. E, güvenilecek bir kurum olmadığına göre, sahte de olsa “hangi kuruma güveniyorsunuz” sorusunu sormanın bir anlamı da yok.
Neyse, çok uzattım. Diyeceğim o ki, artık işgalcilerin, sömürgeci faşistlerin o çok güvendikleri ordu da ellerinden gitti. Artık bu savaşı nasıl yürütecekleri tam bir muamma. Arkadaşlarını satmayla ün yapmış ordunun başındaki adam emrindeki askerler teker teker düşerken hediye alma derdindeyse gerisini siz düşünün. Bu adam istediği kadar güçleri gezsin, moral vermeye çalışsın, “ben işimin üzerindeyim” izlenimi yaratsın, nafile.
Türk ordusu ve kirli savaşın karar vericileri bir kez daha yenilmiştir…
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Tarihi bir anda geçiyoruz. Öyle ki kimisi böyle tarihi anlara varlık yokluk anları diyor.
Dikkat edilirse TC devleti bu tarihi an’ı bildiği için hiç olmadığı kadar özel savaşına ve psikolojik savaşına yükleniyor. Bunun içindir ki herkesi ama herkesi hizaya getirmek için saldırdıkça saldırıyor. Yine boşuna birçok Türk yazarçizer tam devletçi mantıkla sürece yaklaşılmasını önermiyor.
“TSK’nın ve polisin moralinin, PKK ile onun siyaset ve medya destekçileri tarafından kırılmaya çalışılması normaldir. Ama Türkiye Cumhuriyeti’yle sorunlu olmayan kesimlerin bilerek veya bilmeyerek aynı işlevi görmeleri, aynı hedefe vurmaları ancak terör örgütünün ve dış destekçilerinin ekmeğine yağ sürer” demesi ve yazması manidardır. “Türkiye Cumhuriyeti’yle sorunlu olmayan” sözleri ne kadar da sırıtıyor. Yine bir başkası: “Hiç endişeye gerek yok; bu ülkenin medya yöneticileri terörle mücadele konusunda dünya basınından geri kalmayacak kadar duyarlı ve bilgilidir. Onlara fırsat tanımak, meslek erbabı arasında ortak bir kültürün ve duyarlılığın oluşmasına müsaade etmek gerekiyor” diyor başka sözde bir medya yöneticisi. Ve hatırlayalım birkaç gün önce boşuna “ağzına tıkarım” diye faşist yapının istemlerine göre yazılmayanları ne yapacaklarını açıkça söylememişlerdir.
Bu durumu KCK yürütme konseyi başkanı Murat Karayılan verdiği mülakatta: “Bir taraftan bazı aile çevrelerinin mal mülk imkanlarını yaratma, zenginleştirme, diğer taraftan dini, Kürt halkı ekseriyeti diyelim kendi dini inançlarına bağlı bir halktır, gerek Alevi'si, gerek Sünni'si inancı güçlü bir toplumsal gerçekliği temsil ediyor. Êzidi olanlar zaten onlar göçertilmiş, Kürdistan’da çok azı kalmış. Yani bunu kullanma, bunu, yani halkımızın inanç duygularını bu anlamda sömürgeciliğin alt yapısını oluşturmada alabildiğine kullanma siyasetidir. Bununla birlikte özellikle gençlik üzerinde çok yoğun durma, yani imkanlar sunma, okutma, gel dershane, yurt ve burs gibi. Bu şekilde yol ve yöntemlerle, cemaatler yoluyla, işte bilmem değişi vakıflar yoluyla Kürt gençliğini ehlileştirme, yani asimilasyona tabi tutmadır” diyor.
TC devleti tüm bunları tarihi süreçle bağlantılı olarak ele alıyor ve saldırılarını pervasızlaştırıyor. Ya Kürdistan özgürleşecek yani Kürtler Ortadoğu’da olup bitenler içerisinde kendilerini özgür bir statüye kavuşturacaklardır. Ya da Kürtler bu kez de aynen 100 yıl önce yapıldığı gibi yeniden daha katmerli bir köleliğe tabii tutulacaklardır. Unutulmasın ki 100 önce Kürtleri yok sayma siyaseti Kürtlerin tam 100 yıldır aralıksız direnmelerini beraberinde getirmiştir. Bu ise yüz binlerce ölüm demek oldu. Bu ise Kürdistan’ın baştanbaşa onlarca kez yıkımı oldu. Bu ise Kürtlerin ve Kürdistan’ın yeniden yeniden başkalarının kullanımı için ham madde oldu. Ve eğer bu kez de Kürtler Ortadoğu’da olup bitenlerde kendilerine bir statü elde edemezlerse artık ortaya çıkacak olan sadece on yıllarca direnişin devam ettirilmesi olmayacaktır. Hayır, ortaya çıkacak olan tümden uygulanan soykırım rejiminin başarıya kavuşması demek olacaktır. Yani yok olacak, yok edilecek olan bir Kürdistan ve Kürtlük olacaktır.
İşte sürecin tarihsel olması bununla yakinen alakalıdır. Bu durumu bilerek Kürdistan gençliğinin tarihe katılması gerekiyor. Tarihin onun omuzlarına yüklediği görevlere sahip çıkması gerekiyor.
Yine belirtelim TC faşizmi boşuna Kürdistan’a ve Kürt gerçekliğine bu kadar saldırmıyor. RTE’nin “Kürt sorunu bitmiştir” cümlesinin arkasında yatan gerçeklik budur. Çünkü Kürt sorunu kabul etmek demek içerisinde geçtiğimiz tarihi an’da Kürtlerin ana dilde eğitimini kabul etmek demek olacaktır. Kürtlerin yerellerde kendi öz yönetim gerçeğinin kabul edilmesi demektir. Kürtlerin ayrılma hakkı dahil tüm haklarının kabul edilmesi demektir. Ve tabii ki birde bulunduğumuz çağ gerçeğine göre tüm Kürtlerin ortaklaşmasının önünü açmak demektir. Çağımıza demokrasi çağı diyorlar. İnsan haklarının en üst düzeyde geliştiği çağ diyorlar. Ve birde tabii bilim teknoloji çağı diyorlar. Böyle bir çağda eğer bir sorun var ise ve hele hele bu sorun 40 milyonluk bir halkın doğuştan gelen haklarına dönük bir temel insanlık sorunu ise yapılacak olan ilk elden tüm haklarının tanınması olacaktır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi ayrılma hakkı da dahil.
İşte TC faşizmi bu tarihi an’ı bildiği için saldırdıkça saldırıyor. Kürt çocuklarını henüz 5 yaşana gelmişken hızla asimile etmek için çeşitli hilelere başvuruyor. Bunun için işbirlikçiliği sonuna kadar geliştiriyor. Yeni yetme hainlere muazzam imkanlar sunuyor. Bunun için Kürdistan coğrafyasını tahrip etmek için yangından mal kaçırırcasına barajlar inşa ediyor, her bir tepenin başına insanın gözünü bile kirli gelen karakollar inşa ediyor, Kürdistan’ın yer altı zenginlerini çalmak için her tarafa askeri yollar yapıyor.
Evet, böyle birçok özel savaş politikalarını sıralamak mümkündür. Demek istediğimiz şudur: Tarihi bu an’a göre TC faşizmi hareket ediyor. Bir an önce tarihi an’ı kendi lehine çevirmek için özel ve psikolojik savaşını had safhaya taşıyor.
TC faşizmi tarihi bu an’a böyle Kürtleri yok etme temelinde yaklaşım ve politikalar geliştirirken Kürt gençlerinin, alevi gençlerinin ve de demokrat aydın Türkiye gençlerinin sıradan yaklaşılması kabul edilir mi? Elbette kabul edilemez.
Bunun için Kürt gençliğini, alevi gençliğini, Türkiye sol ve demokrat gençliğini birde duyarlı ve dini inançlarına bağlı asabeler sürecindeki Müslümanlığa inanan tüm anti kapitalist Müslüm gençleri dağlara faşizme karşı, devletçi ırkçı yezid İslamcılığına karşı mücadele etmeye çağırıyoruz. En haklı ve büyük Cihat zulme karşı geliştirilecek olan direniştir ki bugün bu direniş Kürdistan dağlarında verilen olan direniştir.
Unutmayalım ki kürdistan’da başarıya ulaşmış bir tv faşizminden en çok çekecek olan bu toprakların ezilen halkları, doğruya ve gerçeklere bağlı yaşamak isteyen ve de zulme karşı her zaman başkaldırmış olan inananlar olacaklardır.
Yeniden ama yeniden tüm duyarlı Kürt, alevi, sol sosyalist demokrat ve asıl antikapitalist Müslüman gençleri dağlara gerillaya katılmaya davet ediyoruz.
Engin Sincer
- Ayrıntılar
Kürdistan’da orman katliamına devam ediliyor. Her gün yeni orman alanlarımız hunharca yakılıp yıkılıyor. Geçmiş yıllarda da bu faşizan uygulama bir bile dakika durmamıştı. Öyle ki hem yakıyor, hem yıkıyor hem de orman kesimleriyle adeta ülkemiz çorak hale getirilmek için her şey yapılıyor.
Faşizm böyle doludizgin, pervasızca, ahlaksızca, fütursuzca ormanlarımızı yakarken, yıkarken, keserken tek bir kişide ses çıkmıyor. Bundan olmalıdır ki son yıllarda birkaç kez HPG ve HPG’nin birçok saha komutanlıkları, Kürdistan ormanlarının yakılmasına ve yıkılmasına karşı çeşitli düzeylerde çağrılarda bulunmuşlardı. Yine orman kesmelere dönükte çeşitli uyarılarda bulunmuşlardı
Örneğin 201 yılında: “Savaşın kendi kuralları vardır. Bu kurallara savaşın bir tarafı olan her gücün uyması gerektiği uluslar arası sözleşmelerle teyit edilmiştir. TC devleti bu sözleşmelere imza atmıştır. TC devleti Cenevre sözleşmesinde savaşta uyulması gereken kuralları ihlal etmektir. Bu ihlallere her gün bir yenisini eklemektedir.
Bunun için uluslararası güçleri TC devletinin ve onun silahlı kuvvetlerinin savaş suçlarını gelip yerinde izlemesi için savaş alanına çağırıyoruz.
Yine çevreci örgütleri, ekolojiye dönük duyarlı çevreleri Kürdistan’da TC devletinin orman yakmalarına karşı durmaya ve bu konuda duyarlı olmaya çağırıyoruz” diye çok kez bilebildiğimiz ve takip edebildiğimiz gibi çağrılarda bulunmuştur.
Maalesef ne yereldeki çevrecilerden, ne bölgedeki ne de uluslar arası sahasında çevreciler, ekolojistler bu çağrıya cevap vermişlerdir. Ülkemize gelip olup bitenleri bizatihi yerinde irdelememişlerdir.
Bir gerçek vardır ki o da Kürdistan ormanları yakılmaya, yıkılmaya ve kesilmeye devam ediliyor. Her gün bu yakmalara dediğimiz gibi yenileri ekleniyor. Dersim tümden yakılmak isteniyor. Botan zaten sistematik olarak yakılması planlanmış. Bitlis bu yakmaların yeni hedefinde. Hakkari’den söz bile açmıyoruz. Özcesi doludizgin bir tabiat faşizmi sürüp gidiyor.
Irkçılığı herkes sadece bir ırkın savunulması ya da övülmesi olarak algılamamalı. “Bana aittir” denilenin savunulması, “bana ait değildir, başkalarınındır” diye bilinen ise yakılıp yıkılması da bir tür ırkçılıktır. Bu ırkçılık dediğimiz gibi sadece insanla sınırlı kalmamaktadır. Irkçılık öyle bir hastalıktır ki başkasınındır bildiği coğrafyalarında yok edilmesi, bitirilmesi aynı zihniyetin bir sonucudur. Evet, bunun içindir Kürdistan’da adeta yakılmamış ormanlar bırakılmamışken, batıda bir orman yangını çıktığında dünyanın masrafı yapılarak bunun söndürülemeye çalışması belirttiğimiz zihniyetin ve tihniyetin ta kendisidir. Kimse neden Türkiye’de yani batıdaki ormanlar söndürülüyor demiyor, orman korumalar ve söndürmeler için gerekirse çok daha fazla kaynakta aktarılmalıdır. Ancak bunu yaparken Kürdistan ormanlarını bilinçlice TC devleti tarafından yakmalar, yıkmalar varken, yaşanırken kim hangi “kardeşiz” sözüne inanır ki? Yada ülkemizde tüm ormanlar kül olurken tek bir ekolojistin, çevrecinin bir duyarlılık göstermemesine diyeceğiz?
Örneğin: “Havran'da orman yangını” altında dün bir haber geçti. “Havran İlçesi'ne bağlı Kalabak Köyü Taşlıalan Mevkii'ndeki kızılçam ağaçlarının bulunduğu ormanlık alanda dün saat 14.30 sıralarında henüz belirlenemeyen bir nedenle orman yangını çıktı. Rüzgarın etkisiyle büyüyen ve 200 hektarlık alanda etkili olduğu belirtilen yangına üç söndürme uçağı, dört su atar uçak, bir keşif uçağı, dört yangın söndürme helikopteri ve 30 arazöz, dört dozerle çok sayıda yer işçisi müdahale etti. Rüzgar nedeniyle kontrol altına alınamayan yangına daha kapsamlı ve etkili müdahale için bölgeye 15 arazöz daha sevk edilirken Havran Kaymakamı Yasin Öztürk, Orman Bölge Müdürlüğü aracılığıyla, İzmir, Bursa ve Çanakkale'den destek ekipler istendiğini dile getirdi.”
Bu haber bile Türkiye’de neme nem bir faşizmin yaşandığını göstermeye yeter de artarda. Öyle büyük teorilerle verilerle Türk faşizmi diyebileceğimiz faşizm türünü, anlatmaya gerçekten gerek yoktur. Kürdistan’da yakılıp yıkılan ormanlara ve birde “Havran’da orman yangını” haberine bakarak nasıl korkunç bir faşizmle karşı kaşıya olduğumuz görülecektir.
Faşizm böyle doludizgin Kürtlere ve coğrafyasına karşı yürütülmüşken, biz Kürtlerden kardeşlikten, birlikten ve beraberlikten hatta eşitlikten bahsedilmesi doğrusu insan aklıyla alay etmekten başka bir anlam taşıdığı gün yüzü gibi ortada değil midir? Faşizmin zihniyeti bu denli ortadayken biz Kürtlerden TC faşizmine karşı mücadele etmemenin akla uygun bir gerekçesi olabilir mi? Başkaldırmamanın bir gerekçesi olabilir mi?
Evet, gerçekler gün yüzü gibi ortadayken her “kardeşlik, beraberlik, birlik” türünden sözlerine doğrusu kim inanır?
Bir sitem olarak: Faşizm sonuçta insan ve doğa düşmanlığıdır. Buna anlam verebiliyoruz. Ancak yeşilcileri, doğa severleri, çevrecileri, ekolojistleri hatta feministleri yine çeşitli “…hak koruma” derneklerinin Kürdistan’daki orman kıyımlarına karşı sessiz ve “duymadım, söylemedim, görmedim” yaklaşımlarına anlam veremediğimiz söylemeden de edemeyeceğiz.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
TC devletinin karakter yapısı ikilidir. Bir yandan özgüvensizdir yani kendisine karşı son derece güveni yoktur, diğer yandan ise bu karakterin aynısı ama bu kez tersten, bir madalyonun diğer yüzü misali aşırı derece de kendine sevdalıdır.
Denilecek ki özgüveni olmayan yapı ile kendine sevdalılık ters değil midir? Hele birde kendine sevdalılığı kendine olan güven, inanç ve kararlılık olarak ele alınırsa?
Hemen şunu belirtelim: özgüven ile kendine beğenmişlik birbirine zıt olan kavramlar değildir. Ruh bilimi daha doğrusu psikanaliz, kendine sevdalanmışlıklar gibi hastalıkların temel kökeninin bireylerin kendilerine karşı besledikleri güvensizlik sorunundan kaynaklandığını belirtir. Aynen siyaset biliminde sekter olmayla duygusal olma gibi. Sekterlik “Katı, hoşgörüsüz düşünce, tutum”dur. Duygusallık ise eğer bunu bir sıfat olarak ele alır isek, “Duygunun ağır bastığı, duygunun aşırı etkilediği insan” olarak tanımlaya biliriz. Duygunun ağır bastığı kişiliklerde ise aklın ön planda olmadığını da biz biliriz. Yani akıl yerine duygular alır. Sıkışık ortamlarda böyle duygusal olan bireylerde ani parlamalar, hödlemeler, bağırıp çağırmalar, küsmeler, yakıp yıkmalar her zaman görülen vakalardır. Başka bir anlatımla; sekterlik ile duygusallık bir madalyonun iki ayrı yüzüdür. Nasıl ki özgüven ile kendini beğenmişlik bir madalyonun iki yüzüyse.
İşte TC devleti -belki de bu durumu taa Osmanlara kadar da götürülebilir-oldukça fazla kendisine karşı özgüvensizdir. Özgüvensizlik bir ruhsal durumdur. Tarihi ve toplumsal arka planı mutlaka vardır. -Türkler uzun yıllar da olsa -Orta Asya’da gelmişlerdir. Başka bir deyimle buralara yabancıdırlar. Buranın rengi değildirler. Bunun içindir ki buraya yerleşirlerken herkese –her an bizi dışarıya atarlar psikolojisiyle- hep tedirgin yaklaşmışlardır. Tedirgin yaşamışlardır.
Bir yere kadar bu anlaşılırdır. Sonuçta dışarıda gelmişsindir ve üstelik misafir olarakta kalmamışsın, giderek ev sahibini dışarıya atarak kendin eve yerleşmişsin. Doğaldır ki dışarıya attığın asıl ev sahipleri sana karşı başkaldıracaklardır, bir yolunu bulup sana karşı mücadele edeceklerdir. Bunun için Türklerin bu ateş üstünde olan, hassas, savunmacı, saldırgan ruh hali anlaşılırdır.
Ancak anlaşılmayan o dur ki, bu belki anlaşılır olan durumun, tam bin yıldır sürdürülmüş olmasıdır. Türklerin ilk yıllardaki bu hassas ruhsal durumları dediğimiz gibi anlaşılırdı. Ancak arada tam neredeyse bin yıl geçmişken, onlarca badire ortak atlatılmışken halen aynı ruh halini taşımak doğrusu bir hastalıktır.
Bu hastalık sadece hastalık olarak durmuyor. Bu ruh hali aynı bölgede birlikte yaşadıkları halkların tümünü düşman görmeye kadar götüren bir hastalıktır. Bunun içindir ki dikkat edersek yüz binlerce Ermeni katlettiler. Binlerce Asuri, Keldani, Süryani katlettiler. Binlerce Yezidi katlettiler. Binlerce Alevi katlettiler. Binlerce hatta yüz binlerce Kürt katlettiler. Yine binlerce Arap katlettiler. Boşuna Araplar 6 Mayıs gününü şehitler günü olarak anmıyorlar. 1916 yılında onlarca Arap aydınını o Osmanlıların meşhur paşası olan Cemal paşa darağaçlarına sadece kendi haklarını talep ettikleri için, götürmemiştir. Yine binlerce Yunanlının katledilmesi. Binlerce Pontus’lu ve daha nicelerini bu hastalıklı ruh hali katletmiştir.
Ruh hali böyle olan bir karakter elbette ki kendisi dışında güvendiği kimse olamaz. Bir güvendiği kendisidir. Hani o meşhur: “Türkün Türk’ten gayri dostu yoktur” -atasözü mü, hastalıklı söz mü o da ayrı bir şey- söylediği gibi.
Bu ruh hali kendi dışındakini tümden düşman görürken, sadece kendisine güya dayandığı içinde müthiş bir sevdalanmaya yol açıyor. Türkiye solundaki yoldaşlar af buyursunlar ama Türkiye solunun büyük bir kesiminin gerçekten tam şoven olmasının altında yatan neden budur. Eğer bugün işçi partisi ya dasosyalist ismini önünde taşıyan bir İP gibi bir parti, bu kadar şovence milliyetçi olabiliyorsa altında yatan temel neden gerçekten bu ruh halidir.
Böyle ikili olan bir ruh halinin yapacağı iki şeyin başında, öncelikli olarak herkesi düşman görmesidir, herkesi birilerine bağlı olduğunu, birilerine dayanarak onları yani Türkleri bölmeye kalkıştığını düşünmek olur. Diğer ikinci husus ise kesinlikle birilerine yaslanarak yaşamaya çalışması olacaktır. Bu dünyada tek olduğuna göre, o kadar düşmanı bulunduğuna göre mutlaka birilerine yamanarak ayakta kalmaya çalışır. Siz o kendi kendini kışkırtan, böbürlenen, herkese hödleyen, narsist, kendine sevdalanmışlıklara bakmayın. Psikanaliz bize bu tip karakterlerin başkalarına dayanmadan ayakta kalamayacaklarını söylüyor. Yani böyleleri mutlaka bir abiye ve ablaya ihtiyaç duyarlar. Bir abiye yaslanarak bir dışarıdaki küçüğe ya da zayıf gördüklerine saldırma bunların karakter hatlarıdır.
Evet, TC devletinin karakter yapısında birilerine yaslanma her zaman var olagelmiştir. Bunun için dikkat edersek bugün ABD’ye bir dakika yaslanmadan edemez. Kocaman cumhurbaşkanları bile “ABD bize şu sözü verdi” açıklaması yapıyorsa ve buna kocaman bir toplum seviniyorsa orada artık birey ya da toplum olmaktan çıkılmıştır. Yine eğer kocaman cumhur reisleri, başbakanları yurtdışına çıkarak sadece ve sadece birilerini bu harekete düşman ettirmek için satılmadık bir şeylerini bırakmıyorlarsa orada gerçekten de artık düşürülmüşlük dibe vurmuştur.
Hani biz Kürtler de bir hikâye vardır “heke çı, min naxwar?” diye. Birisi gizliden gider kümesteki yumurtaları alır ve aynı gizlilikle de yer. Kümesin sahibi gelir ve görür ki yumurtalar yok. Tesadüfen yumurtaları yiyenin yanına gelir. Tavuklardan ve kümesten, hırsızlıktan bahsederken hırsız “heke çi, min naxwar ”, yani “ne yumurtası, ben yemedim” der. Tuhaf değil mi! Ya kim sana yumurtadan söz açtı, ya kim sana yumurtayı yiyen sensin dedi, ya da kim sana hırsız dedi ki sen “ne yumurtası, ben yumurta yemedim” diyorsun. Ama bir bildiği vardır yumurta yiyenin. Ne de olsa suç işlemiştir saklaması, gerekir ya! Psikolojik bir durumdur yaşanan. Savunma refleksinin tikleşmiş halidir “heke çı, min naxwar”.
TC devletinin ve çoğunlukla Türk toplumunun gösterdiği tüm refleksler işte bu tarihi arka plan çerçevesinde oluşmuş olan kendine özgüvensiz olan karakter yapısıdır.
Ve TC zannediyor ki herkes kendisi gibidir. Herkes “heke çı” diyor. Ve zannediyor ki kendisi herkesle başkalarını alt etmek için ittifaklar, komplolar kuruyor. Ve zanediyor ki herkes onun gibi hileler peşindedir.
Ama şu bir gerçektir ki: TC devletine emperyal devletlerin sundukları destekler bir dursun bakalım kaç gün ayakta kalabilecektir. Emperyal devletlerin, bölgede muhafazakâr faşist devletlerin sundukları yardımlar TC’ye akmasın bakalım o zaman Anya’nın ve Konya’nın nerede olduğunu gösteririz.
Bu bağlamda şunu ekleyerek: Bu hastalıklı, kendine özgüvensiz, tepkisel, ikircikli, kendine sevdalı ve tabii şoven olan karakter yapısını terk etmedikçe daha çok başkalarına, emperyalistlere taşeron olursunuz. Daha çok kendinizi pazarlarsınız. Ve daha çok mu ama çok PKK ile sürdürdüğünüz haksız kavgada kendinizi başkalarına peşkeş çeker ve sunarsınız.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar