“TSK bu görevi samimi yaptı.” “TSK samimi olarak görevini yapmıştır.” “Yetkiyi verdik onlarda yaptı” sözlerinin tümü Akepe’nin başındaki zatın Roborski katliamını yapan TSK için söyledikleri sözlerdir.
TSK “samimi” olarak 34 tane Kürt gencini katletmiştir. Dediğimiz gibi hem de “samimi” bir şekilde bu görevini yerine getirmiştir.
Biz sözü çok uzatmayacağız. Erdoğan daha önce Roborski katliamı gerçekleştirildiğinde öncelikli olarak genelkurmayın gösterdiği duyarlılık ve hassasiyet için kutlamıştı. Aynı kutlamayı 34 insanımızın hatta çocuğumuzun uçaklarla paramparça edilişini haber olarak Türkiye’ye ve dünyaya geçmeyen kendi medyası içinde yapmıştı. Şimdi ise ilk gün söylediklerini daha ileriye taşırarak “TSK samimi olarak görevini yerine getirmiştir, bu görevi yani bu talimatı biz TSK’ye verdik onlarda yerine getirdi’ diyerek Kürtlere ve onların gençlerine yapılan katliamı alenen savunmuştur.
Bizim faşizmi iliklerine kadar yaşayan bir Erdoğan’a söyleyeceklerimiz elbette olamaz. Ne de olsa ne kadar tekçi bir zihniyetle yaşadığını her gün onun ağzından çıkanlardan duyuyoruz. Yine daha önce “kadında olsalar, çocukta olsalar güvenlik güçlerimiz gerekli olanı yapacaklardır” dedikten sonra Amed’de nasıl genç çocuklarımızı katlettirdiğini de görmüştük. Ve tabi gençlerimizin kollarını açıkta kırdıran, pompalı tüfeklerle halkımıza saldırtan, meydanlarda alenen analarımızın coplanmasını isteyen ve bunu yapmaları için öncelikli olarak faşist polis güçlerini ve de paramiliter güçleri harekete geçirdiğini de biliyoruz.
Dediğimiz gibi bizim Erdoğan’a ve onun şürekâsı olan Akepe’ye söyleyecek bir şeyimiz olamaz. Çünkü faşizan zihniyetin görevi zaten bu faşist uygulamaları yerine getirmektir. Faşizm faşistlik yapmadan zaten yerinde duramaz.
Ancak bizim söyleyeceklerimiz Kürdistan gençliğine dönüktür. Madem Erdoğan 34 insanımızın katledilişini “TSK samimi olarak bu görevini yaptı” demiş ise bizim de Kürdistan gençliğini samimi olarak bu katliama karşı ciddi bir karşı koyuşa davet etme hakkımız doğmuştur.
Kürt gençliği samimi olarak faşizme karşı her cepheden karşı koymalıdır. Bugüne kadar gösterilen direnişin ötesine taşıyacak bir direnişi gerçekten tüm içtenlikleriyle, tüm samimiyetleriyle göstermelidirler. Çünkü sıradan bir karşı koyuş, sıradan bir karşı duruş bu süreçte yetmeyecektir. Faşizm artık şahlanarak Kürdistan’da cirit atmak istiyor. Bu cirit atmaların önünü alacak birkaç güç vardır. Birincisi gençlerdir. İkincisi kadınlardır. Ve tabii birde özgürlük dağlarında bulunan gerillalardır.
Gerilla yavaş yavaş harekete geçmiştir. Artık gerilla için mevsim uygun ve olgun hale gelmiştir. Artık gerillanın harekete geçme zamanı başlamıştır. Nitekim eylemlikleriyle bu görülmekte ve daha da görülecektir. Artık gerilla Kürdistan’da faşizmi destekleyen kişi ve kurumlara izin vermeyecektir. Faşizmin ısrarlı destekleyicilerini yargılayacaktır. Bunu herkes bilecek ve görecektir de.
Gerillanın yanında gençlik öncelikli olarak Kürdistan’da konuşlanmış hiçbir işbirlikçi zihniyete izin vermeyecektir. Tüm işbirlikçileri Akepe ile işbirliklerini terk etmedikçe hedef belleyerek hedefleyeceklerdir. Yine Kürdistan’da Kürt gençlerini katleden polislere her fırsatta vuracaklardır. Giderek faşistleşen bu devletin tüm maddi değerlerini yakıp yıkacaklardır.
Özcesi artık Kürdistan gençliğinin hakikaten tüm samimiyetleriyle özgürlük kavgasının tam birer militanı olarak aktif eyleme kalkmalarının zamanıdır.
Ve tabii bir de gençler daha fazla iş yapmak istiyorlarsa tam da gerillaya gelme zamanlarıdır. Faşizm bu kadar açığa çıkmışken her onurlu Kürt gencinin yapacağı ya da yapması gereken görevi bu faşizme karşı koymaktır. Faşizme karşı en güçlü karşı koyuşlar hiç şüphe yoktur ki dağların doruklarında verilir.
Bunun için tüm Kürdistan gençlerini faşizme karşı samimi ve güçlü bir direniş vermek için dağların doruklarına davet ediyoruz. Roborskilerin hesabı ancak böyle sorulabilinir ve hesap ancak böyle alınabilir.
K. Nuda
- Ayrıntılar
146 gün sonra nihayet 34 sivil insanın katili olan katliamı yaptıklarını itiraf etti. Herkesin şöyle ya da böyle bildiği bu durumu itiraf edişiz hiç şüphesiz yeni bir durumu ifade ediyor.
Hatırlayanlar bilir:
“Genelkurmay Başkanıma, gerek bölgede hizmet veren komuta kademesinin hepsine, bu konudaki hassasiyetleri sebebiyle de şahsım, milletim adına teşekkür ediyorum. Medyaya rağmen teşekkür ediyorum” demişti hemen Roborski olayı ardından kameralara. Bir ordu 34 sivil insanı katledecek ancak Türkiye’nin sözde Müslüman başbakanı öncelikli olarak bir katliamının sorumlusu olan genelkurmayına teşekkür edecek ve ayrıca da hemen bu olayı manşetlere taşımayan, ürkekliğin de çok ötesinde üstünü örtmeye çalışan, karartan, kapatan polisçik ve yeni yeşil Ergenekoncu basınına da teşekkür edecek.
Evet, arada tam 146 gün geçmiştir. Birçok sözde araştırma çalışması yürütülmüştür. Bu olayın açığa çıkarılması için sonuna kadar gideceklerini bizatihi birçok Akepe yetkilisi dile getirmiştir. Evet, Akepeliler sonuna kadar gitmişlerdir ve sonunda yeşil Ergenekon’un yeni sorumlusu Pakistan’da açıklamalarda bulunmuştur. Sözde katledilen 34 insanın katledilmesinde rol alan TSK’nin bir sorumluluğunun olmadığını dile getirmiştir. Ve de “TSK’ye yetkiyi verdik onlarda görevlerini yaptılar” mealinde cümleler sarf etti. Yani “biz TSK’ya dedik” ve “TSK’da bizim söylediğimizi yerine getirmiştir.” Yani biz “vur dedik” ve “TSK’da vurmuştur.”
Elbette TSK söyleneni yerine getirmiştir. Ancak TSK’ya söylenen Roborski’de sivil olan Kürt insanlarının katledilmesidir. Hem de “TSK bu görevi samimi yaptı” diyerek birde katliamı meşrulaştırmanın çabasına girişmiştir. Ve tabii birde “tazminat verdik, özür diledik, gerekeni yaptık, bazı çevreler bu durumu istismar ediyorlar” gibi eleştiri ve uyarılarda yapmaktan da geri durmuyor aynı yeni yeşil Ergenekoncu lider.
Özcesi arada 146 gün geçtikten sonra nasıl ki ilk gün gibi genelkurmayını kutlamışsa bugün de aynı kutlamayı yaparak katledilen 34 insanımızın katledilişinin haklı olduğunu dile getirmiştir. Hani derler ya “dağ fare doğurdu” diye, ancak Erdoğan fare doğurdu diyeceğiz lakin Erdoğan fare bile doğurmamıştır. Çünkü sonuna kadar gidilecek olan bir soruşturmanın sonuçlarını kendi cümleleriyle alenen açıklamıştır.
Roborski katliamının yapıldığı ilk günden beri Kürt halkına özelde de direnişçi Botan halkına gözdağı verilmek için yapılan bir katliam olduğunu dile getirmiştik. Ve dönüp dolaşıp varılan sonuç aynen bu gerçeklik olmuştur. Ancak 34 insanımızın katledilişini ilk günden başlayarak peşini bırakmayan Kürt çevreleri ve duyarlı Türkiye aydınlarının hassasiyetlerinden dolayı yapılmak istenen bu kirli oyun tutmamıştır. Ve erkenden deşifre edildiği gibi bir yolunu bulup üstü de örtülmeye çalışılmıştır. Üstü kapatılarak unutturulmaya çalışılmıştır.
Ancak bu plan tutmamıştır. Bırakalım bu planın tutmasını, Akepe’nin katliamcı yüzü bu olayla daha fazla açığa çıkmıştır. Daha fazla faşizan karakteri gün yüzüne çıkmıştır. Daha fazla yeşil Ergenekon’un eski kızıl elmacı Ergenekonla ne kadar ilişkili olduğu açığa çıkmıştır.
Evet, artık Akepe alenen Kürt halkının katili olduğu gün yüzüne çıkmıştır. Faşizm tüm çıplaklığıyla kendini açığa vurmuştur. Bunun için bu faşist duruşa karşı yapılması gerekli olan görevlerde açığa çıkmıştır.
1-Başta Erdoğan olmak üzere Akepe’nin ileri gelelerini, TSK’nin komuta kademesini bu katliamının sorumluları olarak Lahey Adalet Divanına götürmek için hemen girişimlerde bulunulmalıdır.
2-Akepe’ye yakın duran Kürtlerin ve de demokrat çevrelerin artık bu yakınlıklarını terk etmeleri bir insanlık görevidir.
3-Akepe’ye yakın duran Kürtler öncelikli olarak Akepe’de uzaklaşmalıdırlar ya da Akepe’ye verilen destekler insanlık suçu olarak ele alınarak Kürdistan’da işbirlikçilik olarak ele alınarak gerekli yargı mercilerine götürülmelidir.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
300 yıl dünyanın batı Avrupa merkezli yönetildiği yüz yıllar olmuştur. Özellikle 18. veya 19. yy başta Ortadoğu da olmak üzere dünyanın birçok yerinin İngiltere ve Fransa tarafından paylaşıldığını görüyoruz. Özellikle de 19. yy da Fransa’yla İngiltere’nin dünyanın birçok alanını bölüşmek için bir sömürgeci rekabet içine girdiğini görüyoruz. İngiltere en büyük sömürgeci güç olmakla birlikte Fransa’da sürekli İngiltere’nin yanında ikinci bir büyük güç olarak dünyada etkili olmaya çalışmıştır. Bu gücün özellikle Ortadoğu da büyük bir çekişme ve çatışma içine girdiğini görüyoruz. Ortadoğu’daki çatışma tabiî ki dünya dengelerinin oluştuğu bölgeyi hakimiyet altına alma mücadelesidir. Napolyon’un Ortadoğu’yu ele geçirmek için İngiltere’yle büyük bir güç mücadelesi içine girdiğini görüyoruz. Bizzat Napolyon Ortadoğu’yu kontrol altına almak için büyük bir hazırlıkla bu alanı kontrol etmek istemiştir. O dönemde hem petrol alanlarının kontrolü, hem Avrupa’dan Uzakdoğu’ya giden yolda önemli bir kanal olan Süveyş kanalının kontrolünü ele geçirmek istemiştir. Ancak bu mücadelede Napolyon istediği başarıyı elde edememiştir. Ama Ortadoğu üzerinde büyük bir İngiltere, Fransa çekişmesinin kökünün tarihsel olduğunu gösterir. Ya da İngiltere ve Fransa’nın Ortadoğu’ya ilgisinin çok eskiye dayandığını ve bölgede bu özellikleriyle de kendilerine birçok işbirlikçi yerel güçler bulduklarını, bu bölgenin yerel güçlerini idare etme ve yönlendirmede önemli bir meziyet kazandıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.
19.yy da bu çekişme içinde Rusya da vardır. Bu çekişmenin esası da hasta adam denen Osmanlı imparatorluğunun dağılmasıyla birlikte Ortadoğu’nun nasıl bölüşüleceğidir. İngiltere, Fransa Rusya Osmanlı imparatorluğu etkisindeki topraklar üzerinde büyük bir güç mücadelesi içine girmişlerdir. Osmanlı imparatorluğunun yaşadığı zayıflıkları da görerek kendilerini etkili kılmak istemişlerdir. Bu yönüyle 18. 19.yy ve 20.yy ın başları Osmanlı imparatorluğunun izlediği politikaların önemli bir bölümü de dış etkilidir. Dış çekişmelerin etkisi altında yürüyen bir Osmanlı politikası vardır. Artık Osmanlı imparatorluğu eski güçlü ve bağımsız karakterini yitirmiştir. Dış güçlerin yönlendirmesine açık hale gelmiştir. Öte yandan Osmanlının zayıfladığı ortamda batıdaki kapitalist modernitenin ulus-devletçi anlayışıyla da İngiltere’nin, Fransa’nın kendisine bağlı yerel ilişkilerde milliyetçiliği geliştirmişlerdir. Bir taraftan İngiltere, Fransa belirli düzeylerde Osmanlı imparatorluğuyla ilişkilenirken, merkezi Osmanlı politikaları üzerinde mücadele edilirken, ama diğer taraftan da Osmanlı imparatorluğu coğrafyası, toprakları içerisindeki halklar üzerindeki ağırlıklarını etkilerini sürdürmüşlerdir. İlk önce balkanlar üzerinde, Osmanlı imparatorluğunun Avrupa parçasındaki topraklar üzerinde bu etkilerini yürütmüşlerdir. Osmanlı ilk ayaklanmaların burada geliştiği bilinir. Yine Osmanlının en uzak eyaleti olan Mısır’da da İngilizlerin kışkırtmasıyla oradaki yerel güçlere büyük bir otorite kazandırılır. Bilindiği gibi Kavalalı Ali Paşa’nın ta Konya’ya kadar geldiği, İstanbul üzerine yürüyecek bir güce eriştiği görülür. Ancak yine o süreçte Kavalalı Ali Paşanın bu duruşu Rusya, Fransa ve İngiltere’nin kendi aralarında yaptıkları pazarlık ve Osmanlılarla yaptıkları pazarlık sonucu durdurulur. Kavalalı Ali oradan geri çektirilir. Ama artık Osmanlı imparatorluğu üzerinde güç mücadelesi yaptırılan bir coğrafyadır. Bu süreçte geç emperyalist olan, ulusal birliği geç sağlayan Almanya da özelliklede 19.yy ın sonu ve 20. yy ın başında Ortadoğu’yla yine kuzey Afrika’yla ilgilenmeye başlar. Çünkü emperyalist bir güç olması için dış dünyada çeşitli bölgelerde etkili olması gerekmektedir. Meta ve sermaye ihracı taşıyacak alanları bulması gerekiyor. Bu açıdan İngiltere ve Fransa’nın olduğu alanlara gözünü diker. O da özellikle Osmanlı imparatorluğunun hasta adam durumundan yararlanarak kendisini Osmanlı coğrafyasında etkili kılmak ister. Ancak geç bir emperyalist olarak Almanlar esas olarak doğrudan işgal etmek yöntemi yerine yarı sömürgecilik yöntemini ilişkilerini geliştiriyor. Özellikle de Osmanlı imparatorluğu üzerinde ekonomik gücünü, etkisini kullanarak Osmanlıyı kendisine bağlamak, etkilemek ister. Bilindiği gibi Berlin-Bağdat demiryoluyla Osmanlı üzerindeki nüfusunu arttırmak ve Irak petrollerine, Ortadoğu petrollerine ulaşmayı hesaplar. Böyle büyük bir projenin yürütücüsü olur. Bu proje bir taraftan petrole ulaşma, Ortadoğu’ya gitme projesi iken diğer taraftan da Osmanlıyı bağımlılaştırma, yarı sömürgeleştirme politikasıdır. Almanya zaten geç emperyalist bir ülke olarak, İngiltere’nin Fransa’nın dünyanın birçok yerini paylaşmasından dolayı yine Rusya’nın doğu tarafında bir kale gibi yayılmasını engelleyen bir güç haline gelmesinden dolayı kendisine bilindiği gibi yeni ittifaklar bulmaya çalışır. Birinci dünya savaşına böyle bir siyasal mücadele ortamında girilir. Osmanlı imparatorluğu yükselen yeni emperyalist güç olarak, ekonomik askeri ve siyasi güç olarak yükselen Almanya’nın yanında yer alarak hasta durumdan çıkabileceği İngiltere Fransa’nın etkisini kıracağını düşünür. Bilindiği gibi Almanya Avusturya-Macaristan Osmanlı imparatorluğu bunları bir cephede savaşa girerler. İtalya da yine bu süreçte ikisi arasında oynar.
Bu nedenle birinci dünya savaşı döneminde Almanya’ya karşı ortaya çıkan İngiltere, Fransa ittifakı aynı zamanda en önemli anlaşmasını ve uzlaşmasını da dünya dengelerinin oluştuğu hem uzak doğuya giden yolların üzerinde bulunması hem petrol kaynakları hem de tarihi kültürel yapısı nedeniyle bir bölüşüm içinde olmuşlardır. İşte bunun somut sembolik anlaşması ya da Ortadoğu’nun bölünmesine temel teşkil eden esas anlaşma Sykes-Picot denilen bir İngiliz ile Fransız’ın hazırladığı Ortadoğu’yu bölüşüm planıyla şekillenmiştir. Birinci dünya savaşı sonrası Ortadoğu’nun yeni siyasi haritasının şekillenmesi cetvelle bölünür gibi bölünmesi bu anlaşmaya dayanmaktadır.
Bu anlaşma üç bölgedir. İngiltere’nin hakimiyet bölgesi, Fransa’nın hakimiyet bölgesi bir de sonradan pratikleştirilecek biçimde Yahudilere Filistin topraklarında bir devlet kurdurulması çerçevesinde hazırlanmış bir plan söz konusudur.
Zaten önceleri ülke 1912'de Osmanlı topraklarını kendi nüfuz alanları arasında bölen gizli bir anlaşma yaparak siyonizmin de etkisiyle Filistin topraklarında bir devlet kurulma kararı alınmıştır. Sykes-Picot anlaşması ve Ortadoğu’nun bölünmesinde daha sonra 1917 yılında Balfour denilen konferansın İsrail’le ilgili kararlarını da görmekteyiz. Sonuçta birinci dünya savaşının sınırları hemen hemen Sykes-Picot anlaşmasının belirlediği çerçevede olmuştur. Belki Sevr anlaşmasıyla düşünülen Fransa’nın, İngiltere’nin kuzey Kürdistan’ın belirli bölgelerini daha kontrol etmeleri de vardır ama bu çeşitli biçimlerde uygulanamamıştır. Ama esas olarak bu anlaşma çerçevesinde Ortadoğu’ya şekil verilmiştir. Ortadoğu'nun yeni düzeni ve Ortadoğu dengeleri temelinde de dünyanın yeni düzeni böyle sağlanmıştır. Lozan anlaşması da Sykes-Picot anlaşmasının bir bölümüdür. Öyle ifade etmek gerekir. Belki Fransızlar ve İngilizler daha farklı siyasi harita hedefliyorlardı ama bunu o günkü dünya siyasal konjektüründe ancak o kadar yapabilmişlerdir. Özellikle de Sovyetler birliğindeki ekim devrimi bu planın tümüyle pratiğe girmesini engellemiştir. Eğer ekim devrimi gerçekleşmeseydi büyük ihtimalle Sykes-Picot mutabakatının yani İngiltere ve Fransa’nın Ortadoğu’yu bölüşmesi yani Osmanlı imparatorluğu topraklarını istedikleri gibi paylaşmayı gerçekleştireceklerdi. Ekim devrimi yeni Türkiye cumhuriyetini kurmak isteyenlere güç verdi, nefes aldırdı. Mustafa Kemalde usta politikacılığıyla hem ekim devrimini kullandı, destek aldı hem de Sovyet devrimi ile batı arasındaki çekişmeden yararlanarak kendi varlığını sürdürdü. Kendini var edebildi.
Aslında Fransa ve İngiltere Osmanlının tümden küçültülmesini istiyorlardı. Bunu hem emperyalist sömürgeci egemenlikleri hegemonlukları açısından istiyorlardı. Hem de Hıristiyan dünyası adına, Hıristiyanlığı neredeyse tümden etkisizleştirmek isteyen bu gücü sınırlamayı düşünüyorlardı. Bilindiği gibi eğer Viyana’da durdurulmasaydı herhalde şu anda Hıristiyan ülkelerin dünyadaki etkinliği bu kadar güçlü olmazdı. Osmanlı imparatorluğu Avrupa’nın önemli bir bölümünü gerçekten Müslümanlaştırabilirdi. Hıristiyan dünyasının gücünü çok sınırlayabilirdi. Böyle bir karabasanı da yaşamıştır Hıristiyan dünyası. Böyle bir tehlikeyi bir daha yaşamamak açısından Müslüman bir ülkenin güçlü olmasını engellemek istemişlerdir. Bu ister Araplar olabilir ister Türkler ister farslar olabilir. Herhangi bir Müslüman toplum, ülkenin devletin güç olmasını kendileri açısından tehlikeli görmüşlerdir. Özellikle de İngiltere uzak doğuda da önemli bir sömürgesi olan Hindistan Pakistan, Bangladeş alanını kontrol altına almak açısından da Osmanlı imparatorluğunun zayıflatıp üzerinde egemenlik kurmayı düşünmüştür. Aslında İngiltere’nin seçeneklerinden biri de zayıflatılmış güçten düşürülmüş Osmanlı halifesi eliyle İslam ülkelerini kontrol altında tutmaktır. Ama daha sonra halifeliği ortadan kaldırarak laik bir Türkiye’yi bu politikaya tercih etmiştir. Osmanlı imparatorluğunun tümden zayıfladığını görünce bunun yerine Türkiye’yi Mustafa Kemal yeni Türkiye’yi etkileyerek İslam dininin önemli bir güç merkezi olan Osmanlı coğrafyası Türkiye’yi böylelikle kontrol altına almıştır.
İngiltere Fransa ve bu gün ise İngiltere merkezli ABD ve AB aslında İngiltere hem AB içinde ve hem de AB’yle ilişkilidir. Aslında Avrupa AB arasındaki ilişkiyi koordine eden ABD ile Avrupa’nın ilişkilerini uyumlulaştıran daha doğrusu AB ile ilişkilenerek kendisini Avrupa politikasında etkili kılan bir pozisyondadır. 20. Yy ı başında İngiltere’nin öncülüğünde bir Ortadoğu denklemi kurulmuştu. Yeni bir dünya düzeni kurulmuştu. Ortadoğu temelinde bir dünya şekillenmişti. 21. yy artık eski Ortadoğu İngiltere ve ABD’nın çıkarlarına uygun düşmüyor. Hatta Ortadoğu küresel hegemonyası önünde ciddi sorunlar ortaya çıkarıyor. Klasik ulus devletler kendilerinin beslediği ulus devletleri de mevcut durumda kendi çıkarlarına görmüyorlar. İngiltere’nin bizzat devlet haline getirdiği Irak’a şimdi İngiltere ve ABD müttefik güç olarak müdahale etmişlerdir. Yeniden çeki düzen vermişlerdir. Aslında 20. Yy ın başında ırak üzerindeki egemenlik şimdi tekrarlanıyor. ABD ve İngiltere eliyle oluyor. Irakla birlikte dengeleri yıktılar. Bu kadar büyük bir müdahale bir nevi Ortadoğu’nun da üçüncü dünya savaşının gerçekleşmesiydi. Şimdi ABD ve İngiltere bu müdahaleye bağlı olarak Ortadoğu dengelerini yeniden oluşturmak istemektedirler. Yani yeni bir Sykes- Picot anlaşması ya da politikası uygulanmaktadır. Sykes-Picot güncelleştirilmektedir. 20.yy ekonomik siyasi askeri sosyal ve kültürel ihtiyaçlara göre yeniden şekillendirilmeye çalışılmaktadır. ABD’nin BOP ve bunun içindeki siyasal değişiklikler bir yönüyle Sykes-Picot olmaktadır. Sykes-Picot Osmanlı imparatorluğu topraklarını bölme ve onun üzerinde yeni bir Ortadoğu siyasal sistemi oluşturmaktı. Şimdi de benzer bir sistem oluşturma süreci yaşanmaktadır. Eski dengeler yıkılmıştır yeni bir denge oluşturulmaktadır. Anlaşılıyor ki yeni Sykes-Picot içinde Kürtlere de belirli bir yer vardır. İsrail, Filistin statüsü daha da netleştirilecektir. Yeni bir anlaşmayla sonuçlandırılacaktır. Çünkü İsrail dışında bütün sınırlar aslında birinci dünya savaşındaki çok şiddetli savaş ortamında, Osmanlının yenilgiye uğratıldığı bir süreçte yaşanmıştı. Ama bu süreçte bir İsrail devletinin oluşumu gerçekleştirilememişti. Önemli hazırlıklar yapılmıştı ama gerçekleştirilememişti. İkinci dünya savaşından sonra fiili olarak bir devlet kuruldu. İsrail’e destek verilerek bu devletin kuruluşu gerçekleştirildi. Gerçekleşen bu üçüncü dünya savaşıyla İsrail’in statüsü, varlığı tümüyle bir anlaşmayla Araplara kabul ettirilecektir. İsrail-Filistin çatışmasında yaşanan süreci böyle görmek gerekiyor. Diğer önemli bir boyutu ise Kürtlerle ilgilidir. Anlaşılıyor ki Kürtlerle ilgili politikada önemli düzeyde oluşmuştur. Önderliğin sürekli olarak Katar ya da küçük bir Ermenistan dediği politika Kürdistan’da uygulanmaya çalışılacaktır. Güney Kürdistan’da bir devletçik zaten kurulmuştur. Bu devletçiğe destek vereceklerdir ama diğer Kürdistan parçaları ise o ülkelerin demokratikleşmesi temelinde Kürt sorununu çözerek değil de aslında 20. yy da da Kürt sorununu tümden çözmeyerek söz konusu ülkeler üzerinde sürekli bir baskı aracı olarak kullanmayı hesaplamaktadır. Bir taraftan güney Kürdistan’da bir devletçik kurulacak. Diğer taraftan bu devletçiğin milliyetçi, ulusal politikaları sürekli bölgedeki diğer ülkeleri tehdit edecek ama Kürt sorunu da çözülmeyecektir. Kürt sorununun çözümsüzlüğü ortamında hem bölge ülkeleri emperyalist kapitalist güçlere bağlanmış olacaktır. Bölge ülkeleri kendilerinin bölünmemesi için emperyalist kapitalist güçlerin böyle bir bölünmeyi yaratmaması için onlara muhtaç kılınacaktır. Kürt sorunu çözülmeyecek ama Kürtlerde her zaman bir umut içinde tutularak mevcut ülkelere sorun haline getirilecektir. Bu Kürtlere belirli bir umut, güneydeki oluşum temelinde bir umut gibi tutacaklardır böylelikle hem Kürtleri hem bölge ülkelerini kontrol altında tutmayı hesaplamaktadırlar. Önder Apo buna Sykes-Picot’a Kürtlerin dahil edilmesini belirtmektedir. Bunlar aslında Ortadoğu da sorunların çözülmesi demokratik temelde sorunların tümüyle ortadan kaldırılması anlamına gelmiyor. Ne İsrail-Filistin arasında yaptırılacak anlaşma bunu ifade ediyor ne de Kürt politikası bunu ifade ediyor. Çünkü ulus devletçi milliyetçi anlayış bırakılmıyor. Hatta ulus devletçi milliyetçi anlayış daha da körüklenerek yeni bir statü oluşturulmak isteniyor. Hem Filistinliler ulus devletçi bir anlayışla küçücük bir devletle sürekli bir sorun kaynağı haline getirilmeye çalışılacaktır hem de küçük Kürdistan’la diğer parçalarda sorunu çözmeyerek bütün Ortadoğu için sorun haline getirecektir. Önderlik bu politikanın yanlışını ifade etmek açısından ben küçük Kürdistan’a da karşıyım büyük Kürdistan’a da karşıyım dedi. Yani bütün Kürdistan parçalarının bir araya gelerek bir devlet kurulmasını da hem Ortadoğu halkları açısından doğru bulmadığı bunun bir çatışma ve kavga sorunu yaratacağını söyledi. Hem de güney Kürdistan’da küçük bir devletçik kurularak diğer yerlerde Kürt sorununu çözmeyerek Kürtleri 20. Yy da sürekli Ortadoğu da sorun haline getirme, hem Kürtleri bağlama hem de bölge ülkelerini Kürtler eliyle kontrol etmek politikasına karşı çıktı. Bunun yerine bütün parçalarda Kürt sorununu demokratik temelde çözerek Kürtler arasındaki sınırlar sorun yaratmadan ilişkilerin geliştirilmesini Kürt sorununu esas çözümü olarak değerlendirdi. Böylece İngiltere’nin esas olarak yönlendirdiği bütün Kürdistan parçalarındaki sorunu bir tarafa bırakma Kürtleri küçük bir güney Kürdistan’la avutma politikasına karşı çıkılmasını istedi. Çünkü bu sorunla Kürt sorunun çözülemeyeceğini aksine ne Kürtlerine bölge ülkelerinin rahat edebileceğini vurguladı.
Sykes-Picot anlaşmasında mutabakatı halkların iradesini almadan çıkarlarını gözetmeden halkların hiçbir siyasi gücüyle tartışmadan kendi çıkarları doğrultusunda masa başında yapılmış bir planlamaydı. Bu nedenle 20. yy Ortadoğu açısından hep kavgalı sancılı geçti. Çünkü halkların demokratik iradesine dayalı adil eşit bir politik denge oluşmamıştı. Tamamen İngiltere’nin ve Fransa’nın 20. Yy da hâkimiyetlerini sürdürmek için oluşturdukları bir düzendi. Bugünde yine halkların iradesi dikkate alınmadan kendi çıkarları doğrultusunda Ortadoğu’ya çeki düzen vermektedirler. Kürt sorununa bu çerçevede yaklaşmaktadırlar. Filistin sorununa bu çerçevede yaklaşmaktadırlar. Halkların demokratik özlemlerine istemlerine böyle yaklaşmaktadırlar. Kesinlikle halkların iradesini esas alan halkların demokrasi ve Özgürlüğünü düşünen bir yaklaşım yoktur. Böyle bir anlayış üzerine kurulacak yeni bir sisteminde yine on yıllarca halklara acı çektireceği sıkıntı çektireceği, halklara arası kavgaya zemin hazırlayacağı açıktır. Bu yönüyle Ortadoğu da eski dengelerin yıkıldığı yeni dengelerin kurulduğu bir dönemde halkların dıştan dayatılan her türlü çözüme karşı durması gerekiyor. Kendi demokratik iradesini ortaya koyarak çözümler oluşturması gerekiyor ulus devletçi anlayışın bir tarafa bırakılması gerekiyor. Küresel emperyalizm ulus devletleri eskisi gibi korunmasını ön görmüyor. Ulus devlet sınırlarının gevşetilmesini yumuşatılmasını istiyor ama çözümü milliyetçidir. Bu yönüyle de ulus devletçidir. Ulus devletçi zihniyeti tümden ortadan kaldıran bir çözüm değildir. Halkların demokratik iradesini, birliğine dayanmayan her çözüm ister istemez belirli egemen sınıfların çıkarını gözetecektir. Söz konusu egemen sistemler demokratik bir siyasal sistem kuramadıkları için demokratik bir siyasetin demokratik bir sistemin oluşturduğu bir siyasal sistem ve kültürün parçası olamadıkları için tabi ki milliyetçi ulus devletçi anlayışı devam ettirecekler. Bu da Ortadoğu da sorunları çözmeyecektir. Bu nedenle yeni Sykes-Picot anlaşması tehlikelidir. Yeni çatışmaların kavgaların tohumlarını atmaktadır. Bu nedenle karşı çıkılması gerekir. Tabi ki Ortadoğu’nun yeni bir düzenlemeye ihtiyacı var. Ortadoğu 19. yy da ki 20. yy da ki statükolarda halklara acı vermiştir. Bu yönüyle mevcut statükoları gerçekten ihtiyaca cevap vermiyor. Ama ihtiyaca cevap vermezken, vermediği görülüp değiştirilmek istenirken bu değişiminde halkların iradesini esas alarak olması gerekiyor. Burada da en önemli husus 20. Yy da nasıl Kürtlerin iradesi dikkate alınmamıştı. Bununda Ortadoğu’nun demokratikleşmesinde özgür yaşamına olumsuz etki yaptı, bu günde hala Kürt sorununun çözümsüzlüğü Ortadoğu halklarına verilmiş ceza verilmiş gibidir. Kürt sorununun çözümsüzlüğünün sadece Kürtlere değil bütün bölge ülkelerine halklarına zarar vermektedir. Yine 20 yy da da güncelleştirilmek istenen Sykes-Picot’ta da Kürt sorunu çözümsüz bırakılmaktadır. Yine yalnız Kürtlere değil bütün halklara ceza olacak bir çözümsüzlüğe mahkum edilmiş bir Kürt sorunu varlığını sürdürecektir. Bununda aslında Ortadoğu’yu böl yönet parçala ya da birbirine karşı kullan. Sürekli gerilimli çatışmada tut ve hakim ol politikasının yeni koşullarda sürmesi anlamına gelmektedir. Eğer batı yada başka güçler Ortadoğu da değişmesi gereken bir şey olması gerektiği bir şey olduğunu söylüyorlarsa görüyorlarsa bunu halklarla birlikte yapmalıdırlar. Halkların iradesini dikkate alarak yapmalıdırlar. Tabi ki Ortadoğu halkları Hıristiyanlık düşmanlığı batı düşmanlığı yapmamalıdır. Hiçbir topluma, topluluğa uygarlığa sisteme düşman olmamalıdır eleştirebilir ama belirli bir uzlaşmayı yaşayabilirler. Bu yönüyle Ortadoğu da bu dünyanın bir parçasıdır Ortadoğu’nun kendisinin dünyaya kapatması doğru değildir. Dünyayla siyasal ekonomik kültürel ilişkileri olabilir. Ama bunun tek taraflı bir irade dayatmasıyla değil, halkların da iradesini dikkate alan Ortadoğu’nun demokratikleşmesine dayanan bir ilişki olması gerekmektedir. Biz Ortadoğu da Ortadoğu halklarıyla Avrupa halklarıyla dünya arasında bir ilişki kurulacaksa böyle bir demokratik irade temelinde kurulmasından yanayız. Öyle ne Avrupa’nın Ortadoğu’yu bastırma politikası tümden iradesini kırıp kendisini dayatma politikası doğrudur ve gerçekleşebilir bir yaklaşımdır ne de Ortadoğu’nun kendini dünyaya kapatması kendi içine kapanık bir yaşam doğrudur ve uygulanabilir konudur. Bu ikisini de aşan ama halkların iradesini dikkate alan ve bu temelde siyasal, ekonomik ve kültürel ilişkilerin geliştiği bir Ortadoğu düzenlenmesine ihtiyaç vardır. Demokratik bir Ortadoğu’nun gerçekleşmesine ihtiyaç vardır. Ortadoğu sorunlarının demokratik temelde halkların kardeşliği temelinde gerçekleştirilmesine ihtiyaç vardır. Ortadoğu da kesinlikle ulus devletçi milliyetçi anlayışların bırakılmasına ihtiyaç vardır. Ulus devletçi, ulusçuluğa çok vurgu yapan milliyetçi anlayışların kesinlikle bırakılması gerekmektedir. Hiçbir milliyetçilik Arap olsun Kürt olsun Fars olsun doğru değildir. Ezen milliyetçilik yanlıştır, ezileninki doğrudur demekte bir yanlış yaklaşımdır belki ezilenlerin bu yönlü tepkilerini bazı şeylerini anlamak, ezenlere karşı tepkilerini anlamak mümkündür ama bu ezilenlerin milliyetçiliği doğrudur, yanlıştır biçiminde bir yaklaşıma götürmemelidir. Kesinlikle karşı çıkılmalıdır. Anlamak bu tür tepkilerin nerden geldiğini görmek farklı bir şeydir buna hak vermek çok daha farklı bir şeydir.
Bölgenin dış güçler tarafından halkların iradesini alınmadan düzenlemesine karşıyız. Bölgede Türk, Fars, Arap sömürgecilerinin ulus devletçi anlayışının halkların iradesini dikkate almayan ve dayatmacı baskıcı politikalarına karşıyız. İsrail’in Filistin halkın iradesini dikkate almayan kendi gücünü ortaya koymak için bütün halklarının iradesini kırmak isteyen Filistinliler şahsında Ortadoğu halklarının iradesini kırmak isteyen, kendisini Ortadoğu da eşit kardeşçe yaşayan demokrasi içinde yaşayan komşularıyla barışçıl yaşayan, güven içinde yaşayan bir politika değil de onların sürekli istikrarsızlık içinde olması zayıf kalmasını iç sorunlarla boğuşmasını düşünen, kendi güvenliğini buna bağlayan bir zihniyetle hareket etmesi kabul edilemez. Bunlar kabul edilemeyecek yaklaşımlar olduğu gibi milliyetçiliğin kürdü de arabı da yanlıştır. Bu yönüyle Hamas'ında çok milliyetçi yaklaşımlarla yine katı dinsel yaklaşımlarla Yahudiliği ret eden tümden Ortadoğu’da silinmesini isteyen zihniyetin aşılmayan bu zihniyeti de kabul edilemez. Bunların da aşılması gerekmektedir. Özellikle Kürtlük ve Yahudilik Ortadoğu’nun en kadim kültürlerindendir. Kürtlerde Ortadoğu’daki kültürel gelişmeye çok zengin katkı sunacağı gibi Yahudilerde sunabilir. Yahudiler eğer Ortadoğu da halkların kardeşliği temelinde yaşarlarsa aslında Ortadoğu’ya çok büyük güç kazandırırlar. Ortadoğu'nun yeniden uygarlığın merkezi haline gelmesinde sadece Arap, Kürt, Fars kültürü yada İslamiyet değil Yahudilikte önemli bir katkı sunar. Biz sorunlara böyle yaklaşılmasından yanayız.
Avareş Ruken
- Ayrıntılar
“Asimilasyon kavramı uygarlık toplumlarında iktidar ve sermaye tekellerinin kölelik statüsü altına aldıkları toplumsal grupların üzerine uyguladıkları ve kendi eki, uzantısı durumuna indirgemek için tek taraflı ilişki ve eylemini ifade eder.”
“Asimilasyonda esas olan iktidar ve sömürü mekanizmasına en az maliyetle köle oluşturmaktır. Asimile edilen grubun öz kimliği ve direnci dağıtılıp kırılarak hakim elit içinde hizmetlerine en uygun kölelerin derlendiği konuma düşülür. Burada asimile edilen köleye düşen temel işlev efendisine mutlak benzeşme, eki, uzantısı olma uğruna her tür çabayı göstererek kendini kanıtlamak ve böylelikle sistemde kendine yer yapmaktır. Başka hiçbir çaresi yoktur. Yaşayabilmek için eski toplumsal kimliğini bir an önce terk etmek, efendilerinin kültürüne kendini en iyi adapte etmek tek seçenek olarak sunulmuştur.”
“Soykırım, asimilasyon yöntemleriyle üstesinden gelinemeyen halkın, azınlıkların, her türlü farklı din, mezhep, etnik grupların fiziki ve kültürel olarak tamamen tasfiyesini amaçlar.
Fiziki soykırım yöntemi genellikle hakim elit kültürüne, ulus-devlet kültürüne göre üstün konumda olan kültürel gruplara uygulanır.
İkinci soykırım yöntemi olan kültürel soykırım denemeleri ise daha çok hakim elit ve ulus-devlet kültürüne göre zayıf ve gelişmemiş durumda bulunan halk, etnik ve inanç gruplarının üzerinde uygulanır.”
Kürdistan’da bugün uygulanan asimilasyondan daha ileri olan kültürel soykırımdır. Kültürel soykırımın hedefi bir halkı tümden kendisinden yabancılaştırarak, kendisi olmanın önünü almaktır. Elbette kültürel soykırım sadece bu değildir. Kültürel soykırımı daha fazlasını da ifade etmektedir. Öyle bir kişilik yaratacaksın ki o kişilik öncelikle kendisinden uzaklaşsın, bunun yetmediği yerlerde ise içine doğduğu toplumun tüm kültürel değerlerini eritmek için özenle çalışsın ya da çalıştırılsın.
Öyle ki kendi kültürünü küçümsesin, hor görsün. Bunun için de kendi kültürel değerlerine karşı kullanılsın. Hatta kimi zaman gönüllü bu işi üstlensin.
Evet, bugün Kürdistan’da yeni devletleşen Akepe tüm hızıyla Kürtleri eritiyor. Eritmek için dünyada gördükleri ve öğrendikleri ne kadar yol yöntem varsa hepsini kullanıyorlar.
Öyle ki bu devlette faşizmin en yaygın olduğu yıllarda bile bu kadar tekçi zihniyet uygulanmamıştır. Bu kadar ”tekler” bir arada bu yaygınlıkta kullanılmamıştır. “Tek devlet, Tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek dil, tek din” derken her şeyde yaygın bir şekilde tekleşmeler yaşanmaktadır. Ve birde bu tekliğe karşı duranlar korkunç gerekçelerle içerilere doldurulmaktadır.
Bugün yaklaşık 8000 siyasetçi, aydın, sanatçı, gazeteci, avukat, sivil toplumcu Kürt ya da dostu içeriye atılmıştır. Yıllara varan cezalar onları beklemektedir.
Bugün Akepe ve cemaatin polisi inanılmaz ölçüde halkımıza karşı saldırılar yürütmektedir. Öyle ki sene sonu gelmeden biber gazları bile bitmiş, Erdoğan’ın özel fonuyla yeniden gaz alamı yapılarak halkımızın üzerine sıkmaya devam etmişlerdir.
Bugün çok sayıda katledilmiş gencin ve çocuğun davaları halen sonuçlanmamıştır. Sonuçlanmayı bırakalım bizatihi öldürülenlere, katledilenlere ve de işkence görenlere bunların faturası kesilmektedir.
Bugün artık eskisi gibi gizli katletmeyi terk ederek bizatihi Erdoğan ve partisinin emriyle 34 Kürt genci uçaklarla Roborski yakınlarında katledilmiştir.
Bugün Kürt gerillasına kimyasal silahlar kullanılmaktadır, şehit düşmüş gerillaların cenazeleriyle oynanmaktadır, şehit düşmüş gerillalar için yollara koyulan halkımızın bu gençlerin cenazelerini kaldırılmalarına çoğu zaman izin verilmemekte ve halkımıza saldırılmaktadır.
Bugün halkımızın en doğal hakkı olan sivil demokratik eylemlerine henüz şehirlerinden otobüslere binmeden önü haydutça kesilerek demokratik eylem koyma haklarına el konulmaktadır.
Bu ve buna benzer onlarca suçu bizatihi Akepe yapmaktadır. Bunların tümü kültürel soykırımı başarıya götürmenin planlarıdır. Halkımızın en doğal olan doğuştan gelen halklarına bu denli saldıran, inkar eden ve bu inkarı imhaya götüren bir zihniyet ve uygulama bir suçu ve suçları içermektedir.
Kültürel soykırım bir suçtur. İnsanlık suçudur. Kürdistan’da bu suçu uygulayanlara, bu suça iştirak edenlere, bu suçun ve suçların işlenmesine arka çıkanlara, bu zihniyeti destekleyenlere, yani Akepe’nin bu faşizan politikalarının yanında duranlara, bu politikaların uygulanması için Kürdistan’da bu faşizmle işbirliği yapanlara karşı artık sessiz kalınmayacaktır. İşlenen bu kadar insanlık suçuna sessiz kalınmayacaktır. Artık her kim ki bu faşizan zihniyete yakın duruyorsa, bunların Kürdistan’da temsilciliğini yapıyorsa insanlık suçu işlemiş sayılacak ve özgürlük mahkemelerinde yargılanacaktır.
Özcesi halkımıza ve demokratik yapılara yüz binlerce polisiyle, yüz binlerce askeriyle, on binlerce paramiliter güçleriyle saldırarak içeriye atan bu faşist zihniyete karşılık her zamankinden çok ileri düzeyde cevap verilecektir. Sizlerin faşist mahkemelerinizi tanımadığımız bunun yerine halkımızın demokratik mahkemelerine bu insanlık suçu işleyen kişi ve kişilikleri yargılayacağımızı herkes bilmelidir.
Geçen yıllardan beri onlarca kez uyarmamıza, kimisine özel haber göndermemize rağmen bu uyarılarımızı dikkate almayarak Akepe’nin Yeşil Türki Faşizminin Kürdistan’da savunuculuğunu yapan bu kişilere artık tahammül gösterilmeyeceğini yaşanan birkaç tutuklanma göstermiştir. Ancak bu birkaç tutuklamayla sınırlı kalmayacak ve tutuklamalar devam edecektir.
Dediğimiz gibi artık bu kişilikler halk mahkemelerinden yargılanacaklardır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Saygın bazı yazarlarında sıkça belirttiği gibi lafı uzatmanın hiçbir anlamı yoktur. Doğrudan, dolaysız sorular sormak en doğru yöntemdir.
Roborski’de katledilen 34 Kürt gencinin katledilmesinin talimatını kim verdi?
Bu katliamda sorumlu kim?
Emir kimden?
Vurun diyen kim?
“BBG’lerde” izleyipte ardından 34 çocuğun katledilmesinin yolunu açan ve düğmeye basıpta öldürün diyen kim?
Dediğimiz gibi Türkiye’de çok soru sormaya gerek yoktur. Sorulması gerekli olan birkaç sorudan bir tanesi Roborski’de 34 insanı katledenin ya da katledenlerin kim ve kimler olduğu sorusudur.
Aylardır sürüpte bir türlü neden bitmeyen bir soruşturma sürdürülüyor?
Soruları sormaya devam edelim:
Neyi araştırıyorsunuz?
Kimi sorguluyorsunuz?
Netleşmeyen nedir?
Daha saklı gizli olan kalmış mıdır?
Ya da başka bir şekilde soruları soralım:
Neden soruşturma bitmiyor?
Soruşturmanın sonuçlanmasını engelleyen kimdir ya da kimlerdir?
Kim bilgi vermiyor ya da vermek istemiyor?
Kim neden bu olayın faillerinin bulunmasından kaygı duyuyor?
Gerçekten birilerine mi dokunacak bu soruşturma?
Birilerinin “kellesi” mi gidecek?
Fatura çok mu yukarılara mı kesilecek? Korku bu mu?
Eğer korku buysa korkulmasına gerek yoktur.
Çünkü Roborski katliamın talimatını veren bizatihi Başbakan Erdoğan’dır. Uygulayan ise Kimyasal Necdet Özel ve de şürekasıdır.
Yurt dışı bir operasyon yapılmıştır. Yurtdışı operasyon ise Genelkurmay’ın onayıyla yapılacak bir operasyondur. Ancak yurtdışı operasyonuna onay verecek tek kişi ise Başbakan Erdoğan’dır.
Evet, soruları tekrar soralım:
Roborski katliamının açığa çıkmasından çok mu korkuyorsunuz?
Çok mu telaşlısınız?
Çok mu gerginsiniz?
Etrafa Başbakan Erdoğan’ın bu kadar saldırmasının altında yatan tek gerçek bu mudur?
Hiç şüphe yoktur ki tek gerçek Roborski katliamı olamaz. Böyle olsa katliamın yapıldığı günün hemen ertesinde “Bu yapılan çalışmalar, gösterdikleri hassasiyet sebebiyle gerek Genelkurmay Başkanıma, gerek bölgede hizmet veren komuta kademesinin hepsine, bu konudaki hassasiyetleri sebebiyle de şahsım, milletim adına teşekkür ediyorum” der miydi? Herhalde böyle olsaydı suçu işlemiş olanlarla bu kadar ortaklaşmayı ve onları savunmayı üstlenmezdi.
Böyle olmadığı kesindir. Peki, neden Başbakan Erdoğan bu kadar saldırgan, şiddet heveslisi olmuştur? Neden bu kadar kendisine gelen eleştirilere bu denli saldırgan cevaplar vererek adeta etrafına bir savunma kalkanı oluşturmaktadır?
Evet, saldırganlığının, kendisini savunmasının esas nedeni açıktır: Başbakan Erdoğan Roborski katliamıyla Lahey mahkemesinin önüne çıkarılacaktır. Çünkü Roborski katliamının talimatını veren bizatihi Erdoğan’dır. Uygulayan ya da uygulatan ise Kimyasal Necdet Özel’dir.
Evet, Erdoğan’ın gideceği yer uluslar arası adalet divanı yani Lahey’dir. Ve biz Kürtlerin Lahey’de Erdoğan’ı bekleyeceğimizi Başbakan Erdoğan ve cümle cemaat tüm yandaşları, siyasetçileri, askerleri, polisleri ve hatta polisçik basını da bilsin.
Lamı cimi yok, Roborski’nin hesabını vereceksiniz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Sömürgeci AKP hükümetinin gündeme taşıdığı ve yazımını başlattığı anayasa üzerine yapılan tartışmaları yıllardır yapılmaktadır. Bu konuda AKP’nin kendi faşist sistemini anayasal bir zemine kavuşturmak için belli bir hazırlığı da bulunmaktadır. Ancak kamuoyunda oluşturmaya çalıştığı algı ise, “ yeni, demokratik bir anayasa oluşturmaktır.”
Anayasalar genel olarak toplumsal sözleşme olarak tanımlanırlar. Ancak sömürgeci Türk devletinin hiçbir anayasası toplumsal bir sözleşme, yani mutabakat sonucu ve Kürdistan halkının iradesini tanıyan bir şekilde oluşturulmamıştır. İlk anayasadan başlayarak, hepsi Türk ulus-devletini oluşturmak, pekiştirmek, Kürt ulusu başta olmak üzere diğer azınlık kültürleri ve inançları eritip-yok etmektir. Hiçbir anayasa Kürt halkının, halk olmaktan kaynaklanan haklarını tanımamıştır. Yani tüm anayasalar, Türklerin, ezen ulus olarak, temelde Kürdistan’ı sömürge statüsünde tutmak, Kürt ulusunu Türk ulus devlet içinde eritip yoketmek, kendi içindeki demokratik muhalefeti bastırmak esasına göre oluşturulmuşlardır. Sömürgeci Türk devletinin esas anayasası 1925 yılında hazırlanan ve bir soykırım belgesi niteliğini de taşıyan Şark İslahat Planıdır. Gerisi ise soykırımı gizleme ve onun üstünü örtme siyasetini ifade etmektedir.
Sömürgeci Türk devlet anayasasının yeniden ele alınması ve değiştirilmesinin gündeme getirilmesinin esas nedeni yine Kürdistan- Kürt ulus gerçekliği ve özgürlük mücadelesidir. Yanısıra 82 faşist anayasanın eskimiş ve artık Türk egemenlerinin ve uluslar arası sermayenin de çıkarlarına yanıt vermemesidir. Özellikle askeri faşist bir darbe döneminde yapılmış olması ve genel olarak kamuoyunda yoğunca eleştiriler temelinde tartışılıyor olması da diğer önemli bir nedendir. Genel olarak anayasa tartışmaları ve yapımına geçilmesinin nedenlerini üç ana başlık altında toparlayabiliriz.
Birincisi : Önder Apo öncülüğünde gelişen Kürdistan özgürlük mücadelesi, beyaz Türkçü faşizme dayanan sistemi darmadağın etmiştir. Türk devletinin Kürdistan’da varlığının ve Kürt ulusu üzerinde hiçbir meşruiyeti kalmamıştır. Türk sömürgeciliğinin tek ulus, tek vatan, tek dil, tek din, tek bayrak yaratma stratejisini mücadelemiz çökertmiştir. Artık Güneş-Dil teorileriyle, Kürdü tümden yoksayma, görmezden gelme dönemi kapanmıştır. İşte bu zeminden en büyük faydayı sağlayan da yine AKP faşist çekirdeği olmuştur. Unutulmamalı ki, tek vatan, tek ulus-tek devlet, tek dil, tek bayrak Türk devletinin kuruluş felsefesi ve zihniyetidir. Kürt ulusunun yok edilmesi temelinde oluşturulan bir stratejidir. Dolayısıyla Türk sömürgeciliğinin Kürdistan da meşruluğunun kalmaması, varlığının ciddi bir biçimde tartışılır olması, bu stratejinin bitişi anlamına gelmektedir. Bu nedenle de, AKP sömürgeci hükümeti de, Türk-İslam sentezi adına, varlığı-meşruluğu ciddi bir biçimde tartışılan, Kürdistan’da sömürgeci Türk faşist sisteminin bir dağılmayı yaşadığı bir dönemde, Kürdistan’da yeniden meşruluğunu bir biçimde yaratma ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Yani Kürdistan’da Türk sömürgeciliğini yeniden kabul edilebilir, meşru kabul edilebilir bir duruma getirmek istemektedirler. Bu tabi ki Kürdistan özgürlük mücadelesinin zayıflatılması ve tasfiye edilmesi temelinde yapılmak istenmektedir.
Çünkü ortada bir meşruluk krizi vardır. Türk sömürgeciliği bugün Kuzey Kürdistan’da çıplak işgal güçlerinden başka bir şey değildir. AKP’nin, Fethullah Cemaatinin Kürdistan’da vargüçleriyle çalışma yürütmeleri, özellikle kutsal İslam dinini bu denli yoğun bir ideolojik araç olarak kullanmalarının temelinde böyle bir gerçeklik vardır. Bu kez İslam kardeşliği- din kardeşliği adı altında Kürt ulusuna yüklenmektedirler. Herkesi Türk yapacağız, Herkes Türktür stratejisi Kürdistan dağlarında halkımızın serhıldanlarında kırılınca, bu kez daha çok “ hepimiz islamız, din kardeşiyiz” sözüyle Kürdistan’de zemin bulmaya, varlıklarını meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar. Adına “yeni” dedikleri anayasanın gündeme girmesinin temelinde böyle bir gerçeklik bulunmaktadır. Aslında özüne bakılırsa bu Kürdistan özgürlük mücadelesini tasfiye etmeye yönelik bir “anayasa komplosu”dur.
İkincisi:Sömürgeci Türk devletinde, iktidarında bir değişiklik yaşanmaktadır. Kayseri-Konya burjuvazisinin ağırlığını koyduğu, Fethullah Gülen cemaatinin ideolojik öncülüğünü, AKP’nin ise siyasi temsilini yaptığı yeşil faşizm artık iktidara tam anlamıyla oturmuştur. Dolayısıyla ortaya çıkan bu yeni güç dengelerinin anayasaya yansıtılması bir zorunluluk haline gelmiştir. Yaşanan bu hegemonik kaymanın anayasaya yansıtılmaması zaten düşünülemezdi. Yani birinci neden, sömürgeci Türk egemenleri arasında yaşanan iktidar çatışmalarında galip gelen AKP-Fethullah Gülen cemaatinin anayasayı kendi dünya görüşleri ve güç ilişkilerine göre oluşturmasından başka bir şey değildir. İktidar çatışmasından egemen olan kesimin başta anayasa olmak üzere, yasaları kendi strateji ve programına göre yapacağı açıktır. Bugün esas olarak yaşanan bu gerçekliktir.
Üçüncüsü ise, Türk devleti ilk kuruluşundan günümüze kadar, sürekli bir biçimde uluslar arası sermayenin Ortadoğu’da kendisine verdiği role uygun bir pozisyon almaktadır. Unutulmamalıdır ki, Kürt ulusunun tarihten silinmesi ve Türk uluslaşmasının hammadesi haline getirilmesi için kurulan Türk ulus devletinin, bir İngiliz projesi, Önder Apo’nun deyimiyle pro-israil bir oluşum olduğu bilinmektedir. Bölgenin ulus-devlet esasına göre şekillenmenin gerekli ve zorunlu olduğu dönemde böyle bir oluşuma gidilmiştir. Ortadoğu’ya bir nifak tohumu, sistemin ajanı niteliğindeki ulus-devlet böyle oluşmuştur. İkinci dünya savaşında ise, çok partili döneme geçiş tesadüf değildir. Altmış yıllardan itibaren askeri darbeler dönemi de, yine uluslar arası sermayenin, ABD’nin bölge politikalarının bir gereği olarak şekil almıştır. Şimdi ise, ABD’nin ve diğer güçlerin çıkarlarına göre, radikal İslamın önüne geçmek, bölgede İran sömürgeci devletinin öncülük ettiği şiia oluşumları geriletmek için ılımlı sunni İslamın geliştirilmesi temelinde Türk devletine bir rol verilmiştir. Dolayısıyla yapılacak anayasanın tüm bu durumları gözeten bir durumda olması gerekmektedir.
Üzerinde durulması gereken diğer bir konu da, demokratik bir anayasanın oluşumunun ortamı var mıdır-yok mudur sorununu da açıklığa kavuşturmak gerekmektedir.
Gerçekten de söylendiği gibi bir demokratik anayasa yapılmak isteniyorsa, o zaman öncelikle serbest tartışma, özgür düşünme ve örgütlenme zemini olmalıdır. Kürdistan ve Anadalodu’da yaşayan tüm halklar, kültürler, inançlar nasıl bir anayasa istiyorlarsa bunun için özgürce düşüncesini açıklama, onu bir örgütlülüğe ve eyleme dönüştürme özgürlüğü ve hakkı olmalıdır. Peki gerçeklik böyle midir?
Anayasa yapımı öyle basit-sıradan, hergün, her hafta, ay veya yılda yapılacak bir iş değildir. O zaman eğer gerçekten demokratik bir anayasa yapılacaksa, anayasanın etkileyeceği her birey, çevre, inanç topluluğu, ulus ve kültürler anayasanın her sözcüğünün tartışmasına özgürce, hiçbir sınırlamaya tabi tutulmaksızın katılım göstermelidirler. Öncelikle bunun zemini yaratılmalıdır. Ancak anayasa tartışmalarının gündeme taşındığı günden bu yana ve yazılımına başlandığı şu günlerde bir kere gerçek anlamda böyle bir ortam yoktur. Kuzey Kürdistan’da Kürdistan özgürlük gerillası ile işgalci-sömürgeci güçler arasında giderek yoğunlaşan bir savaş yaşanmaktadır. Yanısıra siyasi soykırım operasyonları kapsamında hergün yoğun gözaltı, tutuklanma, işkence, fişlenme vb. uygulamalar süreklilik arzetmektedir. En önemlisi de, anayasa tartışmalarına asıl katılması gereken Kürt ulusu, Önderliği, aydınları, sanatçıları, siyasetçileri, kadın-gençleri, emekçileri hepsi büyük bir tehdit altında bulunmaktadır.
Demokratik Kürt ulusu adına söz söyleyecek, tartışma yürütecek, muhatap olacak olan Kürdistan halk Önderi Abdullah Öcalan sadece zindanda bulunmuyor, aynı zamanda bir yıla yakın bir zamandan beri ağır bir tecrit altında bulunmaktadır. Ve bu tecrit artık bir işkenceye dönüşmüştür. Hem de kendi kanunlarını çiğneme pahasına bu yapılmaktadır. Öte yandan Kürtlerin legal-yasal siyasal temsilcileri, dil bilimcileri, kültür çalışanları, basıncıları, insan hakları savunucuları, hukukçuları siyasi soykırım operasyonlarıyla zindanlara doldurulmuş bulunmaktadır. Esaret altına alınan Kürt temsilcilerinin kendi ana dilleriyle savunma yapma hakkı dahi tanınmamaktadır. Kürt halkının seçtiği milletvekilleri politik rehine olarak zindanda tutulma hali ise devam etmektedir.
İki gün içinde sır küpüm dediği Hakan Fidan için özel yasa çıkarmasını bilen sömürgeci sistemin başı durumundaki Tayip Erdoğan, Kürtlerin kendi dilleriyle savunma yapmaları için hiçbir adım atmaması neye nasıl yaklaşıldığını da açıkça ortaya koymaktadır. Kuzey Kürdistan’ın birkaç il-ilçesinde Kürtlerin anayasal taleplerini ortaya koyan imza kampanyası gibi bir çalışmaya dahi izin verilmemiştir. Bu çalışma suç sayılmış ve çalışmayı yürütenlerden bazıları rehin alınmışlardır. Roboski’de içlerinde Kürt çocuklarının da bulunduğu 34 Kürt katledilmiştir. Katliam emri veren, uygulayan belli ancak hala katliamı yapanlar ne açığa çıkarılmış ne de haklarında bir işlem yapılmıştır. İşte en son bir Kürt poşusu için Cihan isimli bir gence 11 yıl gibi son derece ağır bir ceza verilmiştir.
Kürt-Kürdistan adına konuşacak, söz söyleyecek kim varsa, hemen hemen hepsi ya rehin alınmış, ya da rehin alınma tehlikesiyle karşı karşıya bulunmaktadır. Bu muhatabı tasfiye etme politikasının uygulanması anlamına gelmektedir. Öte yandan insan hakları ihlallerinin en fazla olduğu ve dünyada en fazla gazetecinin tutuklandığı bir süreç yaşanmıştır.
Bu saldırı sadece Kürtlere yönelik olarak yapılmamıştır. Kürt halkının eşit-özgür haklara kavuşması için, aydın-gerçek demokrat ve devrimci olmanın şeref görevini yerine getirenlen birer birer tutuklanmakta, bu kesimler üzerinde de tam bir faşist devlet terörü estirilmektedir. Birçok Türk halkından aydın-yazarın sırf bu nedenlerle zindanda bulunması her şeyi ortaya koymaktadır.
Kürt halkının sesi-soluğu olan Roj tv’nin kapatılması için bu süreçte rüşvet olarak satılmadık, pazarlanmadık değer kalmadı. Kürt yurtsever basıncılarına rehin alma, gazetelerine toplatma ve kapatma cezaları en fazla bu dönemde devreye girdi.
Ortada bir anayasanın yapılması için ne bir özgür tartışma, ne de bir örgütlenme zemini vardır. Tek taraflı olarak Fethullah Gülen ve AKP’nin borazanları, kalemşörleri meydanı boş görmüş ve önüne gelen siyaseti, siyasetciyi, sanatçıyı adeta linç etmektedirler. Nasreddin Hoca’nın tabiriyle, taşları bağlamışlar, itleri de ortalığa salmışlar. İşte böyle bir ortamda anayasa yazımına geçilmektedir. Özgür bir tartışma ve örgütlenme, toplanma özgürlüğünün olmadığı bir ortamda demokratik bir anayasa yapmak mümkün değildir. Hiç kimse de yapılmakta olan anayasayı demokratik ve Kürdistan halkının köklü ulusal-toplumsal sorunların çözecek bir anayasa olarak göremez, gösteremez.
Şimdi de, böyle bir zemin ve ortamda yapılmaya çalışılan bu anayasa ile varılmak istenen hedef üzerinde durmaya çalışalım. Gerçi böyle bir ortamda yazılacak anayasanın nasıl bir anayasa olacağı açıktır. Sonucunu beklemeye gerek yoktur. Bununla birlikte yine de konu üzerinde durmakta yarar vardır. Sömürgeci Türk devletinin oluşum sürecinde ve sonrasında İttihatçıların ve CHP’nin Kürt ulusuna yaklaşım zihniyetini AKP güncelleyerek sürdürmek istemektedir.
Bilindiği gibi 82 faşist anayasasında 42. Madde eğitim ve öğretim durumunu düzenlemektedir. Bu madde de şöyle bir bölüm vardır. “ Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. Eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okulların tâbi olacağı esaslar kanunla düzenlenir. Milletlerarası andlaşma hükümleri saklıdır.” İşte bu madde, kurs, seçmeli ders vb. ile restore edilmeye çalışılacaktır. Yani Kürtlerin ulusal hakları çerçevesinde kendi anadillerini her ulus gibi kullanma değil de, bireysel haklar çerçevesinde kurs veya seçmeli ders ile sınırlamayı hedeflemektedirler. Böyle bir tartışma yürütülmüş, bunun kamuoyu zemini oluşturulmuştur. Yapılan tartışmalara, bakarak bu maddenin böyle düzenleme ihtimali vardır.
Üzerinde kalem oynatacakları, redakte edecekleri diğer bir madde de, iller kanununda yapılacak kimi değişikliklerle yerel yönetimlerin inisiyatifini biraz daha geliştirmektir. Yine 12 Eylül Anayasasının Türk vatandaşlığını tanımlayan 66. Maddesinde şöyle bir ibare vardır: “ Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.” İhtimal odur ki, herkes Türktür, tanımı yerine, “herkes Türkiyelidir” vb. biçiminde bir düzeltmeye tabi tutulsun. Yani Kürtler, bu biçimiyle Türk olmaktan, “Türkiyeliliğe” terfi etmiş oluyorlar! ( Ne kadar büyük değişim ama!) Böylelikle hesapladıkları biraz Kürtlerin tepkilerini dindirmek suretiyle Türk ulus-devleti içinde daha rahat eritmek hesaplanmaktadır.
Aslında bununla, AKP hükümeti nasıl ki, 2010 yılında yaptığı referandum oyunuyla, Türk toplumundan ve Kürtlerden bazı kesimleri “ yetmez ama evet” deme noktasına getirerek, yurtsever- devrimci cepheyi zayıflatmaya çalıştıysa bugün de aynı şeyi yapmak istemektedir. Bu “yetmez ama evet” diyen kesimler, özünde Kürdistan’daki Türk sömürgeci sistemin askeri, siyasi, istihbarat, polis, ekonomik, kültürel, hukuki, eğitim gibi temel konulardaki varlığını meşrulaştırmaya çalışmışlardır. AKP sömürgeciliğine güçlü bir payanda olmuşlardır.
Zaten bu anayasa süreci planlanırken, bazı hain-işbirlikçi kesimler Kürdistan’daki sömürgeciliği meşrulaştırmak ve Kürdistan özgürlük hareketini tasfiye etmek amacıyla getirilmişlerdir. Yine İslam dinini kullanmak suretiyle, Kürtler içerisinde böyle bir kesimin önünü açmak, teşvik etmek amacıyla bazı girişimlerin yapıldığı da sır değildir. Bir taraftan KCK adı altında yurtsever Kürtler üzerinde siyasi soykırım operasyonları sürdürülürken, öte yandan kendilerine “İslami” diyen bazı kesimlerin önü açıldıkça açılmaktadır. Bu biçimde zalim sömürgeci AKP devleti kendisine Kürtler içinde zemin bulmaya çalışmaktadır. Bunu da, propagandasının merkezine daha çok İslam kardeşliği-din kardeşliğini yerleştirerek yapmaya çalışmaktadırlar. Çünkü, artık eski ideolojik argumanların, Kürdü kendisine bağlamada, yapıştırıcı özelliği kalmadı. Onun için, yeni bir çimento olarak, ki bunu AKP yetkilileri defalarca söylemişlerdir, kutsal islam dinini kullanacakları görülmektedir.
Ancak Kürt ulusal uyanışı-bilinçlenmesi ve örgütlülük düzeyi gözönüne alındığında, zalime, sömürgeciye ne laiklik, ne de islam adına hizmet edecek hiçbir Kürt bulamayacakları açıktır. Kürtler zaten ağırlıklı olarak İslami bir toplumdur. Kürdistan özgürlük hareketinin paradigması, demokratik zihniyeti, bazılarının iddia ettikleri gibi, İslamı dışlayan, kabul etmeyen değil, tam tersine demokratik modernite perspektifi temelinde İslamın devrimci, zulme , sömürüye, baskıya karşı çıkan özüne sonuna kadar sadık bir harekettir. İslamiyetin özgürlükçü, eşitlikçi özünü samimiyetle savunanların bu anlamda Kürdistan özgürlük hareketiyle karşı karşıya getirilmesi mümkün değildir. Fakat her zaman, her ulusun içinden, bazı işbirlikçi-hain kesimler de çıkabilir. Çıkacak bazı birey düzeyindeki veya bazı marjinal kesimlerin de Türk sömürgecilerini kurtaramayacağı açıktır. Bu dönemde Türk sömürgeciliğinin yeni patronu, AKP ile hareket edecek kim, onun Kürdistan’daki işini kolaylaştıracak kim olursa olsun, ne adına hareket ederse etsin, Kürdistan da Türk sömürgecilerinin döktüğü bütün kanların da ortağı olacak ve Roboski katliamını gerçekleştiren AKP hükümetinin de suç ortağı olmaktan kendisini kurtaramayacaktır. Bu da tüm inançlara mensup Kürdistan halkı tarafından lanetlenmek demektir.
Yapılmak istenen anayasanın çerçevesi aslında ortaya konulmuştur. Başta AKP kurmayları, CHP ve MHP gibi partiler yaptıkları açıklamalarında TC anayasasının 1,2,3 maddelerini kendileri için kırmızı çizgi olarak kabul etmektedirler. Peki bu maddelerin anlamı nedir?
Sömürgeci Türk devletinin kuruluş felsefesi ve zihniyeti bir kez daha belirtelim ki, Kürt ulusunu tarihten silmek, yani Kürtlüğün yokluğu ve yokedileceği üzerine kurulmuştur. Sözü edilen maddeler Kürt ulusuna yoketme fermanıdır. Bu maddelerin varlığının korunması, kırmızı çizgi olarak tekrardan anılmaları, şu anlama gelir: “soykırım gerçekleştirdim, yetmedi, geri kalanına da soykırımı uygulamaya devam edeceğim, hatta daha da fazla gerçekleştireceğim” Çünkü bu Türk devletinin kuruluş zihniyetidir. Nitekim 1924 Anayasasının 88. Maddesinde " Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur." denilmektedir.
Bu zihniyet önemli oranda darbelenmiş olsa da, esas olarak yürürlükteki yerini korumaktadır. Çünkü Kürt halkının varolmasında, kendi topraklarında özgür ve eşit bir biçimde yaşamasında, kendi sonlarını gören bir zihniyet vardır. Çünkü Türk ulus-devleti, Kürt ulusunun yokluğu temelinde oluşturulmuştur. Dolayısıyla bu zihniyet bugün egemen olan zihniyettir ve pek az insan kendisini bu zihniyetten kurtarabilmiştir. Onun için de, bu maddelerin tartışılmasına dahi izin verilmemesi, değiştirilmesinin dahi teklif edilmemesi gibi koruyucu kalkan maddesiyle bu maddelerin korunması önemlidir. Burasının görülmesi gerekmektedir. Dikkat edelim Türk anayasasının tüm maddelerine, hiçbir madde bu kadar koruma altına alınmamıştır.
Şimdi bazı sözüm ona liberal aydınlar, siyasetçiler bu maddelere dokunulmadan da, Kürt sorununun çözüleceğini iddia etmektedirler. Bunlar ya gerçekten çok saf, ya Türk devlet gerçeğinden, kuruluş felsefesinden bihaberdirler, ya da sömürgeci Türk devletinin, AKP’nin Kürdistan’daki varlığını meşrulaştırma göreviyle görevlendirilmiş kişiliklerdir.
Kürt sorunu öyle bazılarının sandığı gibi, bazı maddelerin redakteleriyle çözülecek bir sorun değildir. Kürt sorunu bir kadim ulusun özgürlük sorunudur. Kürdistan Özgürlük hareketi, Kürt sorununun çözümünü ulusların kendi kaderini tayin hakkının devletçi olmayan demokratik tarzda gelişeceğini savunmaktadır. Yani Kürdistan topraklarında kendini yönetme, bunun mekanizmalarını yaratma, kendi kaderini, demokratik ulus perspektifiyle özgürce tayin etme, geleceğini belirleme hakkını ifade etmektedir. Bugün bu hakkını demokratik özerklik biçiminde ortaya koymaya çalışmaktadır.1924 anayasasıyla üzerinde inkar-yoketme kararı alınmış, şark islahat planı kapsamında iskan kanunu, istiklal mahkemeleri, sürgün politikasıyla ulusal topluluk konumundan çıkarılma, işkence-idam uygulamalarıyla sindirme, ekonomik olarak yoksullaştırma, Kürt dili-kültürü üzerinde uygulanan soykırım ve asimlasyon politikasıyla Türkleştirme gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Öylesine incelikli üzerinde durulmuş ve o kadar hainane planlar yapılmıştır ki, insan kırk sene düşünse aklına gelmez… Ancak bir taraftan bunlar yapılırken öte yandan da hep kardeşlikten dem vurulmuştur. Bu sömürgeciliği meşrulaştırmanın bir ifadesi olarak ortaya konulmuştur.
Kürtlerin ve Özgürlük hareketinin de hiç kuşkusuz kırmızı çizgileri vardır. Dünyanın ve bölgenin en eski ülkesi, Kürdistan ülkesi ve Kürt ulus gerçekliğinin hakları açıkça, hiçbir yoruma, muğlaklığa, tartışmaya yer vermeyecek açıklıkta anayasada yer almalıdır. Nasıl ki faşist anayasanın ilk üç maddesi hiçbir yoruma, tartışmaya yer vermeyecek kadar net ve herkesin anlayabileceği bir açıklıkta yer almış ise, aynı şekilde yer almalıdır. Bugün Ortadoğu’nun en eski, nüfus ve coğrafik bakımından da en büyük uluslardan biri olan Kürt ulusu “nötr” vb. ifadelerle üstü örtülemeyecek büyüklükte bir gerçekliktir. Eğer iki halkın ve diğer tüm milliyetlerin, inançların birlikte eşit-özgür bir biçimde yaşanması isteniyorsa, en asgari koşul budur.
Aksi taktirde Kürt demokratik ulus hareketi sömürgeci türk devletiyle birlikte yaşamaya mecbur değildir. Birlikte, eşit-özgür koşullarda yaşamak seçeneklerden birisidir. Halkların eşit-özgür kardeşliği önemlidir. Ancak ister sağdan gelsin, ister soldan gelsin çokta yabancısı olmadığımız egemen ulus zihniyeti, büyüklük kompleksi ve kibriyle bu teklif görmezden gelinirse, Kürt ulusu da kendi yolunu çizmesini bilecektir. Yok olma noktasından bugüne kadar gelmesini bilen bu halk herhalde bundan sonra da özgürlük yolunda ilerlemesini bilecektir. Bunlar da Kürt halkının ve özgürlük hareketinin kırmızı çizgileridir. Bu halk bu kadar direndikten, hergün toprakları, kimliği, özgürlüğü ve onuru için kanını akıttıktan sonra, kimseye boyun egmez, eyvallahta etmez.
Peki Kürdistan halkı bu anayasal komplo sürecine nasıl yaklaşılmalı? Yaklaşımın doğru tanımlanması için öncelikle son birkaç yılda demokratik bir anayasa için Önder Apo’nun, hareketimizin yönetimi ve demokrasi güçlerinin gösterdiği çabalar üzerinde kısaca durmak gerekir.
Geçmişte, üçüncü dönem olarak adlandırdığımız dönemde anayasal bir çözüm mümkündü. Önder Apo ve hareketimizin yönetimi önemli bir çaba harcadı. Özellikle Önder Apo ile yapılan görüşmeler ve gerekse de Oslo’da Hareketimizin yönetimiyle yapılan görüşmelerin sonucunda hazırlanan protokollere eğer AKP hükümeti olumlu yanıt vermiş olsaydı, Türk devletiyle uzlaşmanın asgari şartı demokratik özerklik somutlaşabilirdi. Ortak bir siyasi çatı altında yaşamanın imkanı yaratılabilirdi. Ancak Kürdistan halk Önderi Abdullah Öcalan’ın protokolleri hükümete sunmasıyla herşey tüm açıklığıyla ortaya çıkmıştır. Sömürgeci AKP hükümetinin başbakanı protokolü olumlu karşılayacağına, Protokolü hazırlayan Önder Apo için “ ben olsaydım, asardım” biçiminde Önder Apo şahsında bir kez daha Kürdün ölüm fermanını açıklamıştır. Bu ferman ve yukarda izah ettiğimiz gerçeklik göz önüne alındığında yapılmak istenen anayasa yapımı vasıtasıyla, Kürt halkı ve Özgürlük hareketine karşı bir komplo sergilemektir.
Kürdistan halkı ve özgürlük hareketi gerek sömürgeci Türk devletinin oluşum zihniyeti ve izlediği inkar-imha siyaseti gerekse de gerçekleştirdikleri katliamlar ve gerekse de, en son AKP hükümetinin pratiği gözönüne alındığında, Kürdistan halkının yazılmaya başlanan anayasadan bir beklentisinin olması düşünülemez.
Beklenti, kendi gündeminden, yani Önder Apo’nun özgürlüğü ve demokratik özerkliğin inşası ve serhıldandan kopması anlamına gelir. Zaten Fethullahçı derin devlet elemanları, MİT, basınları, AKP’nin özellikle hain Kürt milletvekilleri, altan-alta (yeni milli şef Erdoğan’ı kastederek) “ beyefendi şöyle dedi, beyefendi böyle dedi” vb. dedikodularla sürekli bir biçimde böyle bir beklenti yaratmaya çalışmaktadırlar.
Beklenti yaratmanın diğer bir biçimi de anayasanın yazma yöntemidir. Anayasanın gizlice yazılması yöntemi üzerinde durmak gerekir. Anayasanın yazılımının gizlice yapılması ve önce üzerinde anlaşılan maddelerin yazılması gibi bir yöntem de, zaten Kürdistan halkını ve demokrasi güçlerini beklenti içinde tutmaya yönelik özel bir yöntemdir. AKP için zaman kazanmak istiyor.
Sömürgeci Türk devletinin anayasa ile yapmak istedikleri, kullandığı yöntemler, baskı-sindirme yöntemleri herşeyi gözler önüne sermektedir. Dikkat çekmek istediğimiz bir diğer konu da, 4-4-4 eğitim sisteminin asimlasyoncu mantığı, neredeyse kundaktaki çocuğu ana kucağından alarak asimlasyona tabi tutma yasaları aslında yapılacak anayasanın niteliğini de ortaya koymaktadır. Bir sistemin eğitim programı ne ise, anayasanın özü de o dur. Bu anlamda aslında anayasa yapılmıştır da diyebiliriz. Bir çocuğu 12 yıl boyunca sömürgeci eğitim sisteminden geçirdikten sonra, geriye ne kalacaktır ki…Kürtlükten eser mi kalır geriye?
Dolayısıyla Kürdistan halkının ve özgürlük hareketinin artık kendi çözümü olan demokratik özerkliği tüm boyutlarıyla inşa etmekten başka hiçbir seçeneği kalmamıştır. Çünkü AKP inkar-imha zihniyetini güncellemekten başka bir düşüncesi yoktur. Dolayısıyla da Kürdistan halkı artık kendi demokratik çözüm seçeneğini pratiğe geçirecektir. Geçen yıl ilan edilen demokratik özerk Kürdistan’ın tüm boyutlarıyla örülmesi gerekmektedir. Ancak AKP sömürgeci hükümeti ise, bu inşanın önüne geçmek için yoğunca siyasi soykırım operasyonları çerçevesinde rehin alma politikasını uygulamaktadır.
ABD’nin bölge politikasının taşeronluğunu yaptığı için AKP hükümeti, ABD ve bölge gericiliğinden yoğunca destek görmektedir. Buna dayanarak amacına ulaşacağını sanmaktadır. Geliştirdiği baskı-sindirme politikasının temelinde böyle bir yanılgı da vardır. Ancak bunun fazla bir sonuç yaratmayacağı da açıktır.
Kürdistan halkı hem demokratik özerkliği inşa edecek, inşa ettiğini savunabilecek kararlılık ve güçtedir. Siyasi soykırım operasyonları ve gerillaya yönelik imha saldırıları halkımızın özgürlük iradesini geriletemeyecektir. Tam tersine halkımız hem örgütlülüğünü, hem serhıldan eylemliliğini daha da nitelikli kılarak zaferi kazanmasını bilecektir.
Kırk yıla varan Önder Apo öncülüğündeki ulusal-toplumsal özgürlük mücadelesi Kürdistan halkına, tarihte kendisine kaybettirilen ne varsa buldurmuştur. Kendisi olma, kendisine güvenme, özgürlüğü için mücadele etme kararlılığına ulaşmıştır. Dolayısıyla ulusal hakları ve özgürlüğü için her zamankinden daha bilinçli, duyarlı, örgütlü ve kararlıdır. Farklı inanç ve kültürlerden olsa da, yakalanan bu ulusal bilinçlenme düzeyi, düşmanın parçalama, bazı kesimleri yanına çekme ve hizmet ettirme arayışları artık eskisi gibi sonuç vermeyecektir.
Hareketimizin asıl gündemi hiç kuşkusuzki, Önder Apo’nun ve Kürdistan halkının özgürlüğüdür. Bu özgürlüğün öyle çok kolayca, sıradan gerilacılıkla, çağrılarla, kimi yürüyüş, miting, kimi eleştirilerle sağlanamayacağını düşman gerçekliğinde ve kendi gerçeğimizde gördük. Türk sömürgeci devlet karekteri, kuruluş felsefesi ve zihniyeti çok daha iyi anlaşılmıştır. Eğer bir mukayesede bulunacak olursak, ABD yetkilileri hiçbir zaman Vietnam halkı özgürlüğüne kavuşursa, ABD biter. ABD’nin sonu gelir demedi. Aynı şeyi İtalyan yöneticileri Libya için söylemedi. Fransa yöneticileri Cezayir giderse, Fransa biter demediler. Yine Portekizli yöneticiler bir dönem sömürgeleri olan Mozambik, Angola için dile getirmediler. Fakat Türk sömürgeci devletinin yöneticileri Kürdistan’ın ve Kürt halkının özgürlüğünde kendi sonunu görmektedirler.
Neden böyledir? Çünkü Kürdistan ve Kürtlüğün yokedilmesi temelinde oluşturulmuş bir devlettir. Dolayısıyla sorun onlar cephesinden bir varlık-yokluk sorunudur. Her iki halkın birlikte eşit-özgür yaşayabileceklerini kabul etmemektedirler. Abdulhamit’ten, İttihat-Terakicilerden başlayarak, Kürtlüğün yokedilmesi temelinde oluşturulan TC. sisteminin, deşifre olan raporlara bakıldığında bu zihniyetin çok köklü oluşturulduğu görülecektir. AKP-Fethullah Cemaat faşizminin hazırladıkları raporların özüne bakıldığında da, bu zihniyetin ısrarla sürdürülmek istendiğini ortaya koymaktadır.
AKP-Fethullah Gülen faşizmi de bu gerçekliklerinin Kürt halkı açısından önemli oranda anlaşıldığının farkındadırlar. Bunu derinden hissetmektedirler. Dolayısıyla işi zamana yayarak, Kürdistan halkını oyalayarak, umutsuzlaştırarak, Özgürlük hareketini güçten düşürüp zayıflatmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Tüm amaçları da, hem anayasa tartışmalarıyla Kürdistan halkının gözlerini, umutlarını yeniden sömürgeciliğin başkenti Ankara’ya çevirmek istemektedirler. Böylelikle de Kürdistan’da yitirdikleri meşruiyetlerini yeniden kazanmak istemektedirler. Ama bu mümkün değildir. Önder Apo’nun hazırlayıp taraflara sunduğu protokolleri, yeni Dehak olmaya soyunan Tayyip Erdoğan’ın elinin tersiyle itmesiyle böyle bir dönem artık geride kalmış, aşılmıştır. Olabilseydi, yeni anayasada Kürtlerin halk olmaktan kaynaklı tüm doğal haklarının yani demokratik özerklik formülünün anayasada yer almasıyla sorun çözülmüş olacaktı. Ama Kürdü tarihten silme yemini etmiş AKP’nin, 2023 yılını, yani sömürgeci Türk devletinin yüzüncü kuruluş yıldönümünü, Kürtlüğü bitirmiş olarak karşılamak istediği için, böyle bir çözümü kabul etmesi mümkün olmamıştır. Kürt ulusunun en tehlikeli stratejik düşmanı olan Tayyip Erdoğan ve ekibinin maskesi de böylelikle düşmüştür. Bundan sonra da kimse Kürtlerin yönünü bir kez daha Ankara’ya çeviremez, umudunu bağlayamaz.
Bir kez daha belirtelim ki, Kürtler seçeneksiz değildir. Sürekli bir biçimde, sorunun çözümünü Türk anayasasında aramak, aslında Kürtleri seçeneksizliğe mahkum etmekten başka bir şey değildir. Varsa-yoksa bunlarla bu biçimde yaşamak! Türk devletiyle ortak yaşamanın en asgari şartı, “ Kürt öz kimliğinin ve özgür yaşamının anayasal güvenceye kavuşmasıdır. Anayasal güvence yetmez, ayrıca yasalarla belirlenecek statülerle bu güvencenin somut koşullarını yaratmaktır.” ( Önderlik) AKP faşistlerinde ne böyle bir zihniyet, ne de böyle bir eğilim vardır. Soykırımcı uygulamalar da ortadadır. Hergün etkilerini derinden yaşıyoruz.
Tüm bu gerçekliklere rağmen, hala böyle bir beklenti içinde olma ve herkesi de buna yönlendirme gibi yanlış yaklaşımlar da yaşanmaktadır. Birçok iyi niyetli insan farkında olmadan, habire çözümü yapılacak anayasada aramaktadırlar. Bir kere, bu anayasanın yapılış ortamı ve anayasa yapımını gündeme taşıyanların zihniyeti çözüme kapalıdır.
Diğer nokta ise her durumda Kürtleri mutlak bir biçimde Türk devletiyle birlikte ele almak, Kürtleri seçeneksiz kılmaktır. Sömürgeciliği meşrulaştırmaktır. Kürtler, Türk devletiyle, kendisini yok etmeyi, tarihten silmeyi bir strateji, program ve yemin olarak ele almış bir devletle neden illa da yaşamak istesin ki…Kürtler artık bu biçimde yaşamak zorunda değildirler. Olmadıkları için de özgürlük mücadelesini başlatmışlardır.
Bu hareketin özünde sosyalizm vardır. Halkların eşit-özgür birlikte yaşadığı Ortadoğu ve dünya özlemi vardır. Bu da ancak egemenlerin iradelerinin kırılmasıyla mümkündür. Bu anlamda halkların demokratik kongresi olumlu bir girişimdir. Gerçek eşit-özgür kardeşliği böyle bir proje gerçekleştirebilir. Bu nedenle de Kürtleri ister sol adına, ister İslam adına aldatmaya dayalı kardeşlik ifadeleri bir yana bırakılmalıdır. Gerçek, eşit-özgür kardeşliği öne çıkaran, Kürt halkına karşı dürüst samimi demokrat, devrimci, sosyalist ve islami kesimler de vardır.
Sonuç olarak:Öncelikle AKP’nin kendi iktidarını ve geleceğini güvence altına almak ve Kürdistan’daki sömürgeci varlığını meşrulaştırıp-kurumlaştırmak için yaptığı bir anayasa olduğu asla göz ardı edilmemelidir. Ve bunun bir komplo olduğu iyice görülmelidir. Kürtlerin, ulus olmaktan kaynaklı doğal haklarına açıkça yer vermeyen ülkesini tanımlamayan hiçbir tartışmaya izin vermemelidir. İnsan hakları, insan onuru, hukuk, laiklik, demokrasi ve özgürlük vb herkesin kendisine göre tanımlayıp içini doldurduğu yaklaşımlara asla prim vermemelidir( bu kavramları 12 Eylül anayasasında fazlasıyla görmek mümkündür)
Kendi gündemimiz. Devrimci halk savaşıdır. Türk sömürgeciliğinden şunu- bunu dilenmiyoruz. Kürtler kendi demokratik özerkliklerini inşa edeceklerdir. Bunun için Kürt ulusal birliği önemlidir. Yine Kürt halkının tabandan başlayarak tüm kesimlerin birliğinin sağlanması önemlidir. Bunun söylem olmaktan çıkartılarak örgütlü birliğinin ve mekanizmaların oluşturulması lazım.
Bazıları bilerek-bilmeyerek bazen muğlak, ne anlama geldiği fazla bilinmeyen bir dil kullanmaktadırlar. Daha somut ve daha açık bir biçimde taleplerini ortaya koymalıdırlar. Burası Kürdistan’dır ve bir Kürt ulusu vardır, artık bu halk statüsüz yaşayamaz.
Kürtler ve Kürdistanlılar, aydınlar, sanatçılar ve siyasetçiler Türk sömürgeciliğinin Kürdistan’daki varlığını kabul eden, meşrulaştırmaya çalışan her türlü söylem, düzenleme ve yaklaşımlar karşısında duyarlı olmalı, eleştirmeli ve kabul etmemelidirler. Hatırlanacağı gibi anayasa referandum sürecinde “yetmez ama evet” diyen birey anlayışlarla karşılaşmıştık. Bazı sözüm ona Kürt aydın ve siyasetçileri de havaya kendisini kaptırarak “yetmez ama evet” demişlerdir. Yetmez ama evet anlayışının sonuçları ise ortadadır. Bunlar özünde Türk sömürgeciliğini Kürdistan’da meşrulaştırmaya çalışan yaklaşımlar olduğu açıktır. Bu anlayışlarla da yoğun ve ilkeli bir mücadele yürütülmelidir.
Kürdistan halkı, kendisine bu anayasa ile yeniden bir statüsüzlüğü dayatmak isteyen AKP sömürgeciliğine karşı kendi gündemi olan demokratik özerkliğin tüm boyutlarını örgütlemeli, örgütlediğini de serhıldanlarla savunmaya çalışmalıdır. Bunun için de öncüler, geçmiş pratiklerden de ders çıkararak, daha güçlü bir biçimde halkı eğitmeli, örgütlemeli ve sonuç alıcı serhıldanlara hazırlanmalıdırlar. Tarihin, Mayıs şehitlerinin, topraklarımızın ve bölge halklarının başlattığı özgürlük baharlaşmasına verilecek en doğru karşılık budur.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Türkiye cumhuriyeti devleti kuruluş aşamasında olmasa bile ilerleyen tarihlerle birlikte Türkiye’de yaşayan ne kadar halk, inanç gurubu varsa inkar ve imhasını gündemine alarak esasta tümden bir soykırım rejimi uygulamıştır. Soykırımı halklara, inanç guruplarına ve de farklılıklara uygulayabilmek için sürekli özel bir rejim uygulanması ise kaçınılmazdır. Türkiye cumhuriyeti devleti bu özel rejimi ağırlıklı olarak baskıyla, ezmeyle, tasfiye etmekle yürütmüştür. Bunu yapabilmesi için ise ağırlıklı olarak diktatör ve otoriter devlet yapısını en ileri düzeye taşırarak Türkiye’de yaşayan toplumları germiştir. Stresli hale getirmiştir. Bu ise sürekli rejime kanayan yaralar olarak geri dönmüştür. Türkiye’nin bir türlü normalleşmemesinin altında yatan temel neden işte esasta bu inkar ve imha politikalarıdır.
İnkar ve imhaya biz asimilasyon diyelim. Kaldı ki asimilasyonun bir adım ötesi soykırımdır. Soykırım her zaman fiziki olarak bir toplumu yok etme olayı değildir. Soykırımın birde kültürel olarak dayatılanı ve uygulananı vardır. Bir toplumun tüm değerlerine saldırarak, o toplumu var eden kültürünü yok sayarak, yok ederek kendi kültürel değerlerinizi o topluma empoze ederek kendi kültürünüzün bir yayılma alanı alanına getirirseniz bunun da adı kültürel soykırım oluyor.
Özcesi: “Asimilasyon kavramı uygarlık toplumlarında iktidar ve sermaye tekellerinin kölelik statüsü altına aldıkları toplumsal grupların üzerine uyguladıkları ve kendi eki, uzantısı durumuna indirgemek için tek taraflı ilişki ve eylemini ifade eder.”
“Asimilasyonda esas olan iktidar ve sömürü mekanizmasına en az maliyetle köle oluşturmaktır. Asimile edilen grubun öz kimliği ve direnci dağıtılıp kırılarak hakim elit içinde hizmetlerine en uygun kölelerin derlendiği konuma düşülür. Burada asimile edilen köleye düşen temel işlev efendisine mutlak benzeşme, eki, uzantısı olma uğruna her tür çabayı göstererek kendini kanıtlamak ve böylelikle sistemde kendine yer yapmaktır. Başka hiçbir çaresi yoktur. Yaşayabilmek için eski toplumsal kimliğini bir an önce terk etmek, efendilerinin kültürüne kendini en iyi adapte etmek tek seçenek olarak sunulmuştur.”
Ancak eğer yapılmak istenen ya da hedeflenmek istenen bu durum dile gelen asimilasyon ile yerine getirilemez ise bu kez soykırım gündeme gelir. Bu fiziki olur ya da kültürel olur her halükarda asimilasyonu başaramayanların bu inkar zihniyetini korumaları durumunda devreye soykırım girer.
Soykırım: “Asimilasyon yöntemleriyle üstesinden gelinemeyen halkın, azınlıkların, her türlü farklı din, mezhep, etnik grupların fiziki ve kültürel olarak tamamen tasfiyesini amaçlar.
Fiziki soykırım yöntemi genellikle hakim elit kültürüne, ulus-devlet kültürüne göre üstün konumda olan kültürel gruplara uygulanır. Bunun tipik örneği Yahudi kültürüne ve halkına uygulanan jenositlerdir. Tarih boyunca Yahudiler hem maddi hem manevi kültür alanında en güçlü kesimleri oluşturduğundan karşıt kültürlerin fiziki darbe ve imhalarına maruz kalıp sık sık pogrom denilen soykırımlara da uğratılmışlardır.
İkinci soykırım yöntemi olan kültürel soykırım denemeleri ise daha çok hakim elit ve ulus-devlet kültürüne göre zayıf ve gelişmemiş durumda bulunan halk, etnik ve inanç gruplarının üzerinde uygulanır. Temel mekanizma olarak hakim elit ve ulus-devletin dil ve kültürü içinde tümüyle tasfiye olmaya amaçlayan başta eğitim olmak üzere her türlü toplumsal kurumların cenderesi içine alınıp varlıkları sona erdirilmeye çalışılır. Fiziki imhaya göre daha sancılı ve uzun sürece yayılmış bir soykırım türüdür. Yarattığı sonuçlar fiziki soykırımdan daha felaketlidir. Bir halk veya herhangi bir topluluk için yaşamda karşılaşabileceği en büyük felaket niteliğindedir. Varlığını, kimliğini toplum doğasının tüm maddi ve manevi kültürel unsurlarını terk etmeye zorlanmak, uzun sürece yayılmış kitlesel çarmıha gerilmekle özdeştir.”
Sözü uzatmadan inkar ve imha siyaseti bir insanlık suçudur. Bu suç hangi topluma ya da halka karşı uygulanmış olursa olsun suçtur. Dediğimiz gibi insanlık suçudur. Ve bu insanlık suçu işleyenlerin, bu suça arka çıkanların, bu suça bulaşanların, bu suça destek sunanların, ya da bu suçu işleyen mekanizmaların birer parçası olanların tümü suç işliyordur. Ve suçları sıradan bir suç olmadığı, tam tersine insanlık suçu olduğu için mutlaka hesabının sorulması gerekir.
Bugün Türkiye rejimi inkar ve imha siyasetini ısrarla devam ettiriyor. “Tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak, tek dil, tek din” gibi tekler hatta saymadığımız başka onca teklerin hepsi inkar ve imha siyasetini ısrarla sürdürmek isteyen zihniyetin ta kendisidir.
Evet, bunun için kim ki bu zihniyeti destekliyor ise bunlar suç işliyordur. Ve biz Kürdistan’da gücümüz yettikçe bu sömürge kültürüne, bu sömürge zihniyetine, bu kültürel soykırım rejimine arka çıkan, yakın duran, destek sunan, bunların Kürdistan’da temsilciliğini yapan ne kadar kurum, kuruluş ve kişiler ve kişilikler varsa hepsini insan suçu işlediklerinden dolayı suçlu oldukları söylüyoruz. Ve suçlu olduklarını alenen belirtiyoruz.
Ve bundan böyle Kürdistan’da inkar ve imha suçuna bulaşanları, dediğimiz gibi bu suçlara arka çıkanları halk mahkemelerimize götürerek yargılayacağımızı herkese söylüyoruz.
Şimdilik bir iki olayla sınırlı olan bu yargıya götürmeler giderek artacaktır. İnkar ve imha siyasetine destek sunanlar bunu bilerek artık inkar ve imha siyasetini güden devlete, onların kurumlarına, onların kültürel soykırımlarını hayata geçiren partilerine yakın dursunlar. Bunu yapsınlar ancak bizim de bu halkın soykırımına karşı sessiz kalmayacağımızı ve de bu halkı korumak için yargılama hakkımızın bulunduğunu unutmasınlar.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Bu gün Deniz’le başlayacağım bu yazıya. O heybetli bedeni ile mahkeme salonuna peşindekileri sürükleyerek bir ok gibi fırlayan, genç gözlerinde bizler için kuzey yıldızı gibi parlayan bir ışık bırakan Deniz Gezmiş ile... İçimizdeki Deniz ile yüreğimizde sakladığımız en güzel duygularımızı anlatan Deniz ile. Evet bu yazıya Deniz ile başlayacağım. Çünkü eminim O’nun da hikayesi Deniz’le başlıyordu.
Yağan yağmura rağmen sokağa tereddütsüz fırlamıştık. Sonbahardı ve yağmur değil yalnızca birazdan sokaklarına atılacağımız İstanbul’un kalabalığı korkutuyordu bizi. Herkes gibi koştura koştura yürüyorduk ama herkes gibi değildik. O koşuşturmacalar yağmur nedeni ile günü erken bitirenlerin ya da bir yerlere sığınmak isteyenlerin telaşıyla doluydu. Biz ise delice bir heyecanla sabaha yeni merhaba demiş gibiydik.
Bu sokaktan çok kez geçmiştik. Ve vitrinlerinden gözlerimizi hep uzak tutarak salına salına yürüyen kalabalıkları hızla arkamızda bırakmıştık. Bu kez gözlerim mağazaların vitrinlerinde hızla dolaşıyordu. İki kişiydik. Daha kolay olsun diye birimiz yolun sağındaki diğerimiz ise solundakileri kolaçan edecekti. Gözümüze kestirdiğimiz bir mağazaya hızla girdik sonunda. Gerçekten hızla girdik... Kapıdaki güvenlik görevlisini tedirgin edecek kadar hızla. Görevli şöyle bir süzüyordu bizi. Alışmıştık. Biraz durduk. Herhalde gözleri ile bizi iyice süzmesine fırsat vermek istiyorduk. İşini bitirse de girsek artık içeri diye mırıldandım sessizce. Arkadaşım güldü, rahatladık. Görevli yüzünü biraz ekşiterek, gözlerini ağır ağır çevirdi üzerimizden. Bu, ‘tamam içeri girebilirsiniz ama sizi gözüm tutmadı’ anlamında bir geçiş izni gibiydi. Yağmurdan kaçmak için mağazaya alış veriş yapma numarasıyla sığınan iki öteki gibiydik içeride. Herhalde bir kaç parça eşya alıp çıkmamız çok şaşırtacaktı onları.
Kışlık reyonlara doğru yaklaştık. Tezgahın önünde duran elemanlardan öte bucak kaçıyorduk hep. Bizimle ilgilenmesinler istiyorduk. Zaten kimsenin bizle ilgilendiği yoktu. Biz ise bundan memnunduk. ‘Ne oldu bulabildin mi?’ ‘Yok. Hepsi züppe işi’
Dışarı atıldık. İkinci bir mağazaya, sonra üçüncüye, sonra dördüncüye. Beş, altı, yedi... derken karanlık olmuştu ve yağmur dinmişti. Ama biz hala ıslaktık. Ben pes etmedim hiç. Arkadaşım için durum öyle değildi. Umut yoktu onun için. Ben ise gözlerimle görmüştüm. Biz de bulabilirdik.
Umutsuzca girmiştik o mağazaya. Reyonda o kabanı görünce şöyle bir zafer kazanmış edası ile baktım arkadaşıma. İşte o kabandandı. Demiştim yolda birinin üzerinde görmüştüm. O bulmuşsa biz de bulurduk. Herhalde bir tane tek üretmediler ya! Hani Deniz’in üzerinde hep özendiğimiz hani kapşonu tüylü ve göğüs hizasında cepleri olan parkaydı heyecanla baktığım. Hem de askeri renkli. Mağazada giyindik ikimiz de. Aynısından iki tane aldık. Birbirimize sık sık tebessümle baktık. Gurur duyduk birbirimizle. Elimiz boş girmiştik yine boş çıktık mağazadan. Sadece çıplak sırtımızda Deniz’in parkasından vardı artık. Ama Deniz değildik biz.
Ne zaman birinin sırtında bu parkadan görsem kendimi koyarım o parkanın içine, kendimi hayal ederim.
Diyarbakır adliye sarayının bizlere ayrılmış salonunda etrafımda bir kaç asker ile birlikte bekliyordum. Bileklerim kelepçeliydi Deniz’in bileklerindeki gibi ama mutluydum. Mutluluğum tedirgin ediyordu askerleri. Yeni mevzuat gereği mahkeme salonuna götürürlerken çıkaracaklardı kelepçemi. Ben ise böyle girmek istiyordum o salona. Deniz gibi. Bir ok gibi. Koluma hıncla girenleri peşimden sürüklercesine. Kolumdakiler koştura koştura girdiler salona. Beni peşlerinden sürüklemek istiyorlardı, emindim. Onlar da o görüntüleri izlemişti sanki. İzin vermek istememişlerdi. Zorlaya zorlaya, birbirimizi ite ite girdik salona. Hep Deniz aklımdaydı. Tek başımaydım, arkadaşlarım yoktu. Yine de Deniz gibi konuşmak isterdim orada. Hakim bir şey belirtmek istiyor musun? dediğinde ‘Tabi ki istiyorum’ dedim heyecanla. Avukatıma gözüm ilişmişti. İçimdeki Deniz’i o da görmüştü sanki. Gözleriyle sakinleştiriyordu beni, gerçeğe dönmem için telkin ediyordu. Deniz gibi konuşamadım hiç. Çünkü Deniz değildim ben.
Ama ne zaman bir kelepçe görsem kendimi düşlerim bileklerimde kelepçeyle... Deniz gibi kollarımdakileri peşimden sürükleyerek...
Dağlardaydım artık. Bir gün dinlediğim bir parçayla içimdeki Deniz yeniden bir daha kabarmıştı. Parçayı hatırlamıyorum, sözlerini de. Bir tek parçanın arasına döşenmiş Deniz’in konuşmaları işlenmişti kalbime. Bir çokları gibi ilk kez Deniz’in mahkeme konuşmalarını dinliyordum. Bir daha dinledim, bir daha. Sonra ağladım. Etrafımda gerillalara baktım uzunca. Onları izledim, onları dinledim hep. Deniz’in tam da kalbimdeyim şimdi. Binlerce Denizi’in tam içinde dedim kendi kendime ve gerillalar adına gururlandım.
Yine dağlardaydım. Haberlere şöyle bir bakmak için girdim mangadan içeri. Şöyle bakmak yetmedi, oturdum, izledim. İçimdeki Deniz bir daha bir daha kabardı o vakit. Orhan’ı dinledim. Orhan Yılmaz kaya’yı. Bostancı’da direnerek ele geçirdiği telsizden yaptığı o konuşmayı dinledim. Deniz gibi konuşuyordu o da. İsimlerini hiç unutmadığımız o devrimciler gibi. Kendisinin de tek tek ismini sıraladığı devrimciler gibi.
Sonra fotoğrafını gördüm. İşte dedim içimdeki Deniz. Yağmur altında umudumu yitirmeden sırtındaki parkasından bulmak için heyecanla koşturduğum. İşte mahkeme salonuna adım atarken bana cesaret veren Deniz. İşte milyonların yüreğiyle işittiği o sesin sahibi.
Gerillaların gözlerinde dolaştı gözlerim. Deniz’i dinler gibi dinliyorlardı. Gerçek bir devrimciyi dinler gibi. Tüm kanalları gezdim sırayla, bir daha dinledim, bir daha. Sonra ağladım. O gün yüreğimin duvarına Mazlum’un, Hayri’nin, Kemal’in, Zilan’ın Beritan’ın, Deniz’in Mahir’in, İbrahim’in,Sinan’ın Che’nin ve ismini sayamadığım daha bir çoğunun resminin yanına Orhan’ın da resmini astım.
Türkiyeli Devrimci Orhan’ın sesi bir halkın ve bir halkın kahramanları olan gerillanın yüreğinde dolaşıyor şimdi. Ve Onlar Mazlumca, Agitçe, Kemalca, Beritanca, Zilanca direnmenin yanıbaşına bir de Orhanca direnmek diye not düşüyorlar devrimciliğin kutsal kitabına.
Ben ise ne zaman o yağmurlu günde heyecanla ama umudumu yitirmeden aradığım o parkayı görsem Orhan’ı düşleyeceğim artık. Benim gibi binlercesi devrimciliğin simgesine dönüştürdüğümüz o parkayı en çok Orhan’a yakıştıracağız.
Doğan ÇETİN
- Ayrıntılar
Dünya tarihinde önemli kavşaklar vardır. Bu önemli kavşaklar insanlığın yeni yol haritasını çizmesinde büyük katkılarda bulunmuşlardır. Örneğin bir Hıristiyanlıkta Hz. İsa’nın katledilişi önemli tarihi bir dönemeçtir. Hz. Muhammed’in İslam’ı Ortadoğu’ya hakim kılarak yeni bir yol çizmesi önemli başka bir olaydır. Yine Fransız devrimi, Rus Bolşevik devrimi derken böyle tarihe çok fazla iz bırakan tarihi değerde olaylar yaşanmış ve bu olayların yaşanması insanlığın kaderini değiştiren roller oynayarak kaderlerinin farklı çizilmelerine götürmüştür. Böyle önemli olaylardan bir tanesi 1968 dünya gençlik hareketi ya da devrimidir.
1968 Gençlik hareketini anlamak için öncelikli olarak o yılları iyi anlamak, şartlarını iyi bilmek ve tabii ki yaşanmışları, insanlığı zorlayan olayları, olguları iyi bilmemiz gerekir.
1960-70 yıllar öncelikli olarak emperyalizm ile reel sosyalist devletlerin kıyasıya birbirleriyle mücadele ettikleri ancak her bir kampın kendisine yakın duran blokların oluşturulduğu yıllardı. Öyle ki adalet, eşitlik ve özgürlük için yola çıkan sosyalizm öğretisini savunduğunu iddia eden reel sosyalist devletler giderek bu öğretide uzaklaşıyor ve kapitalist modertinin en büyük silahı olan ulus devleti kökleştirdikçe kökleştiriyorlardı. Halbuki ulus devlet milliyetçiliktir. Ulus devlet baskıdır. Ulus devlet anti toplumculuktur. Ulus devlet sömürüdür. Dolayısıyla kapitalizmi ve emperyalizmi destekleyen hatta onun yedeğine düşmek demektir. Bu ise giderek dünyada baskının ve sömürünün artması demekti.
İkinci önemli bir durum Vietnam direnişidir. Vietnam halkının ABD emperyalizmine karşı gösterdikleri direniş özelde de 1968 yılında Vietnam direnişçilerinin adeta ABD askeri güçlerini süpüren TET Saldırısıdır. Ve bununla birlikte uluslar arena de giderek Vietnam halkına gelişen sempatidir.
Tüm bunlar yaşanırken dünya giderek fakirleşiyor. Devasa bir ekonomik kriz insanlığın karşısına koşar adımlarla geliyor. Halbuki dünya da milyarlarca dolar paralar sadece silahlara gidiyor. Silahlara gidecek paralar insanlık için kullanılmış olsa insanlık açlık sorunu çekmeyecek.
Ve bir de giderek gelişen bir kadın bilinci. Feminizm. Ve bunların tümünün ortak noktası ise kapitalist tüketim değerlerine karşı komünal değerlere geri dönüşü isteyen sistem karşıtı hareketler. Ve tüm bunların tam da ortasında bir gençlik. Hem de deli dolu bir gençlik. Özgür yaşamak isteyen bir gençlik. Artık bentleri kabul etmeyen, dizginlenemeye karşı duran, zapt edilemez enerjisiyle kendisi olmak isteyen bir gençlik.
Evet, bunlar ve belki de daha fazlası 1968 yılında birden bire sel gibi akan devasa bir nehre dönüşerek dünyanın tümüne yayıldı.
1968 patladığı zaman –Columbia Üniversitesi'nde, Paris'te, Prag'da, Mexico City'de ve Tokyo'da, İtalyan Ekimi'nde– bu gerçek bir patlama oldu. Merkezi bir yönelim yoktu, hesaplanmış bir taktik planlama yoktu. Patlama, yöneldiği kişiler için olduğu kadar katılanlar için de bir anlamda sürpriz oldu. En çok şaşıranlar, kendilerine nasıl bu kadar haksız ve politik bakımdan bu kadar tehlikeli görünen bir perspektiften gençler sosyalizmden uzaklaşmış olan, özgürlüklerden uzaklaşmış olan, adaletten uzaklaşmış olan sözde solcular olmuştur.
Gençlik hareketi kısa bir sürede dünyanın her yerine yayıldı. Bu gençlik hareketi birçok otorite ilişkisini ve en başta da her iki taraftaki Soğuk Savaş mutabakatını parçalayan bir patlamaydı. İdeolojik hegemonyalara her yerde gençlik meydan okuyordu. Karşı çıkmıştı. Özcesi alışılmış olana gençlik tam bir karşı duruşla başkaldırmıştı.
“1968 Devrimi esas olarak manevi kültür alanında ideolojik devrim olarak patlak verdi. Modern kültüre, onun tüm liberal, sağ ve sol türevlerine başkaldırıyordu. Bu anlamıyla önemli bir devrimdi.
En az Fransız ve Rus Politik Devrimleri kadar rol oynayan ideolojik bir devrimdi.
Modernitenin ideolojik hegemonyası inşa edildiğinden beri ilk defa kırılmaya uğramıştı.
Yüzlerce yıldan beri homojen toplum adına tutsaklaştırılan, asimile edilen, hatta soykırıma uğratılan kültürel, cinsel, etnik, dinsel ve yerel birçok toplumsal unsur kimlik savaşına kalkıştı.
Gençliğin bu savaşıma önderlik etmesi ayrıca anlamlıydı. Çünkü gençlik modernitenin en az etkilediği kesimdi. İdeolojik devrim yalnızca kapitalist liberalizme karşı yürütülmüyordu, liberal ulus-devlet kadar reel sosyalist ulus-devletle de köprüler atılmıştı. Endüstriyalizme ideolojik olarak karşı çıkış ilk defa güçlü teorik anlatımlarla ifade ediliyordu.
Feminizm en az sınıf teorileri kadar önemli teorik argümanlara kavuşmuştu. Geleneksel kültürel kimlikler modern kimlikler kadar değerli ve vazgeçilmez olduklarını kanıtlamışlardı.
Modern ulusçuluk teorisinin hâkim etnisitenin meşruiyet argümanından başka bir şey olmadığı anlaşılmıştı.
Dönemin en gözde devrimci ideolojilerinden olan modern ulusal kurtuluşçu düşünce ve pratiğinin söylendiği kadar anti-kapitalist ve kurtuluşçu olmadığı açığa çıkıyordu.
Reel sosyalizmin kapitalist moderniteyi aşan değil, güçlendiren bir sisteme dönüştüğü de iyice tartışılıyordu.
Sosyal demokrasinin demokratlığı çoktan kapitalizmin ayıplarını örten asma yaprağı rolüne indirgenmişti.”
“Sistemin ideolojik bunalımı Türkiye’de de en güçlü yankılardan birisine yol açtı. Beyaz Türk Faşizminin yapısal bunalımı ideolojik alana yansımış, devrimci ideolojinin darbeleri altında teşhir ve tecrit sürecine girmişti. Laik milliyetçiliğin modernist cilası tutmamıştı. Geleneksel din ideolojisi kadar devrimci modern ideolojiler de güçlü yankılar buluyordu.
1970’lerin devrimci hareketleri esas olarak ideolojik hareketlerdi. Politik özellikleri geliştirilememişti. Önemleri, sistemi teşhir etmelerinden ileri geliyordu. Toplumsal gerçekler ilk defa dile getiriliyorlardı. Çoktan mezara gömüldüğü sanılan gerçeklikler, ideolojik mücadeleyle birer birer diriliyorlardı.
İslamcı ideolojileri sosyalist ideolojiler takip etti. Her ikisinin akabinde Kürt olgusunu dile getiren ideolojik formlar yavaş yavaş kendini gösterdi. Tepki olarak ırkçı milliyetçilik şahlandırıldı.
1970’ler Türkiye’sinde tarihinin gerçek anlamıyla en büyük ideolojik savaşlarına tanık olundu. Irkçı milliyetçilik Hitler Almanya’sı türünden daha çok güçlendirilmiş bir ulus-devletçilik peşinde koşarken, İslamcı ideolojiler laik ulusçu devlete kaptırdıkları geleneksel rollerini yeniden oynamak ve devlette yer kapmak istiyorlardı.
Sol ideolojiler derin kavramsal bunalımlar içinde soyut toplumculukla uğraşıyorlardı. Toplumculukla ulus-devletçiliği birbirine karıştırmışlardı. En köklü ideaları olması gereken demokratik deneyimler sınırlı kalıyordu. Demokratik halk eyleminden çok, dar grup eylemlerine çakılmışlardı. Ama hepsi genelde toplumsal hakikatleri açıklama rollerini oynuyorlardı.
1970’ler dünyası ve Türkiye’sinde modern yapılardaki bunalımla ideolojik mücadelenin ortaya çıkardığı hakikatlerin PKK’nin oluşumunda önemli payı vardır. Birçok eksiklik ve yanlışlık taşısalar da, mücadele şehitlerinin oluşumdaki payı belirleyici olmuştur.”
İşte Türkiye devrimci gençlik hareketinin şehitlerini bu vesileyle hak ettikleri biçimde anmak en doğru devrimci, sosyalist ve demokrat yaklaşım olacaktır.
Türkiye’de 1968 yılında yeni yeni gelişen gençlik hareketi 1970’lerde rengini tam belirlemişti. Eskinin Kemalist ve faşizan zihniyetine, yine eskini o kalıplaşmış kuru reel sosyalist dogmalara karşı yeni gençlik Mahir Çayanların, Deniz Gezmişlerin, İbrahim Kaypakayaların, Sinan Cemgillerin ve nice büyük Türkiyeli genç devrimcinin emekleri, kanları üzerinde Kürt halkının da Türk halkı gibi bir halk olduğu, Kürt halkının da doğuşta haklarının olduğunu ilk kez bu denli gür haykırarak gelecekte Kürdistan’da gelişecek özgürlük hareketlerinin önünü açmışlardır.
Bu bağlamda Mahirlerin, Denizlerin, Sinanların ve de İbrahimlerin Kürdistan gençlerine, devrimcilerine bıraktıkları miras küçümsenemez.
Mahir Çayan henüz 1970-71’lerde: “Revizyonizm ciddi bir tehlikedir, Marksizm’i sarmıştır; her meselede olduğu gibi Kürt meselesinde de oportünist davranmaktadır. Kürt meselesi ulusların kendi kaderini bizzat tayin etmesi meselesidir. Kürtler isterlerse bağımsız devlet kurma haklarını kullanabilirler. Biz Marksistlere düşen görev, Kürtlerin bu haklarını elde etme mücadelesini desteklemektir” diyerek Kürt halkının sömürge statüsünü kabul etmediklerini açıkça dile getirmiştir.
Yine Deniz Gezmiş 1972 yılında İdam sehpasına giderken son söyledikleri sözleri halen anlamında tek kelime bile yitirmemiştir.
“Yaşasın tam bağımsız Türkiye. Yaşasın Marksizm’in, Leninizm’in yüce ideolojisi.
Yaşasın Türk ve Kürt halklarının devrimci bağımsızlık mücadelesi.
Yaşasın işçiler, köylüler. Kahrolsun emperyalizm “ diye slogan atarken Kürt ve Türk halkların ve genel olarakta halkların kardeşliğinin ne kadar önemli olduğunu bize miras bırakmıştır. Yine başka bir genç yürek olan Yusuf İnan ise: “Ben ülkemin bağımsızlığı ve halkımın mutluluğu uğrunda şerefimle bir defa ölüyorum. Sizler, bizi asanlar şerefsizliğinizle her gün öleceksiniz. Biz halkımızın hizmetindeyiz. Sizler Amerika'nın hizmetindesiniz. Yaşasın devrimciler. Kahrolsun faşizm” diyerek ölümün gözünün içine bakarak bize cesareti bırakıp ekip gittiler.
1968 gençlik hareketi, Mahirler, Denizler, Sinanlar, İbrahimler ve nice Türkiye devrimci genci bize halkların kardeşliğini, direnişi, özgürlük için gerekirse bedel verilmeyi, cesareti, bir halkın özgürlüğü için fedakarlığı ve tabii birde bize “Şerefsiz yaşamaktansa şerefle ölmek, yalvarmak yerine zora başvurmak, başkasına değil kendine ve kendin gibi olanlara güvenmek, nerede ve nasıl olursa olsun hainlere boyun eğmemek parolamızdır” diyerek gelecek devrimci kuşaklara devasa bir miras bıraktılar.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
1 Mayıs 2012 taksim şöleninin çok konuşacağız. Bunun yeni bir birlikteliğin başlangıcı olacağı kesindir. Bunun için “Halkların şöleni” tespitini yapmak yerindedir.
Bazıları 1 Mayıs öncesi sarı, yeşil hatta siyah bazı sendikaların aynı meydana gelmeyeceğini dönük işçilerin ve emekçilerin bölünüşü olarak ele almış ve bu parçalı duruştan bir şey çıkmayacağını söylemişlerdi. Doğrusu bunu söylerlerken işçilerin ve emekçilerin birleşmemesini eleştirerek bunu yapmamış, tam tersine buna sevinerek adeta alay etmişlerdi. Kimi sözde çokbilmiş ise sarı ve devlet sendikalarının taksim’e akmayacağını ise en zayıf geçecek 1 Mayıs olarak ilan etmişlerdi.
Ancak öyle çıkmadı. Tam tersine halkların, inançların ve de düşünce farklılıkların hakim olduğu tam bir renk cümbüşü yaşandı. Hem de amaçlarda birleşerek oluşan bir renk cümbüşü.
Sol ve demokrat eğilimli sendikalardan tutalım da antikapitalist Müslüman Gençlere kadar bir renk cümbüşü. Lazlar, Kürtler, Pomaklar, aleviler, feministler, eşcinseller, öğrenciler, devrimci öğrenciler, sanatçılar, sokaktaki her renk ve tabii devletlerin en iyi idare ettikleri futbol severlerin demokrat ve devrimcileri hem de fenerlisi, siyah beyazlısı ve de sarı kırmızılısı olanları. Evet, her renk 1 Mayıs'a kendi rengini katarak 1 Mayısın nasıl kutlanması gerektiğini öncelikle bizlere ve sonra da tüm emek düşmanlarına iyi gösterdiler.
Yıllar yılıdır herkesi ama herkesi devletin etrafında toplayan, devletin bir kalkanı gibi olarak kullanan, muhaliflerini aynı kitlelerin elleriyle ezen, dağıtan bir devlete karşı halkların renk cümbüşü sahiden biz gerillalara moral aşılamıştır. Bir yeni ruhun yaratılmasına yol açtığı gibi bu ruhun aslında her zaman bu halkların mayasında bulunduğunu da bize göstermiştir.
Bu ne demektir? Bu artık gözlerini dört açarak, suni çelişkileri bir yana bırakarak emek cephesiyle el ele demokrat aydın bir Türkiye ve Kürdistan için ortaklaşmanın ne demek olduğu demektir.
Bu ne kadar farklılıklarımız olsa da amaçta bir olduğumuzu gösterir. Amaçta bir araya gelebileceğimiz gösterir. Ve de bu artık bekçi dövmekten vazgeçerek üzümü yemek demek olduğu hatta en iyi üzümü ortakça yemek demek olduğu demektir.
Bu hiçte öyle kimilerinin bizleri inadına bir birine kırdırmak için, düşmanlaştırmak için çelişkilerimizi artık eskisi gibi istedikleri gibi kullanamayacakları demektir.
Bu halkların kesinlikle çıkarlarının ortaklaşmakta geçtiğine en iyi örnek demektir.
Bu tüm parçalamalara, bölmelere rağmen eğer saflarımız emek cephesi için çarpıyorsa meydanları dolduracağımızın en iyi ve güzel kanıtı demektir.
Ve tabii ki bu artık herkesin istediği zaman bize ağzını açıp söylediği, hödlediği zamanın da artık geçmekte olduğunu gösteren güzel bir halkların şöleni demektir.
Saygın bir sol demokrat Türkiyeli yazar: “Küçük görünen bazı adımlar vardır ki yerleşmiş ve köhnemiş taşları yerlerinden oynatırlar. Ve o taşlar kim ne kadar uğraşırsa uğraşsın bir daha eskisi gibi döşenemez, yeni malzemeyle yeni yollar yapılması zorunlu olur” derken yeni yolun ne olması gerektiğine de iyi işareti demektir.
Artık kimse kusura bakmasın. Türkiye halklarını istediğiniz kadar parçalamaya çalışın, istediğiniz kadar o sahte devletçi sendikalarınızla içten düşürmeye ve zayıf kılmaya çalışın. Artık bunların hiç biri sökmeyecektir. İstanbul ve Diyarbakır sokakları 1 Mayısları bu şekilde ortak bir ruh duygusuyla kutladıkça hiçbir güç bu halklara geri adım attıramayacaktır. Aysel Tuğluk’un söylediği gibi "Yapmamız gereken 1 Mayıs'ı Newrozlaştırmak, Newroz'u 1 Mayıslaştırmaktır. Başka yol, başka çare yoktur" diyerek halkları birbirine düşman edenlere karşı birleşerek ortak tavır geliştirmemizdir. Bu ise zaten Newrozlaşmaktır. Newrozlaşmak ortaklaşma ve birleşerek zalimlere karşı direnişi inadını direnmek demek değil midir?
Öyleyse inadına; ortaklaşmak, ortaklaşmak, ortaklaşmak. Tüm farklılıklarımıza rağmen birleşmek, birleşmek, birleşmek.
Öyleyse inadına saflarımızı netleştirmek, netleştirmek, netleştirmek…
Biz gerillalar olarak her zaman halkların bu ortaklaşma şöleninin yanında olacağımızı tüm Türkiye halklarının bilmesini isteriz. Ve üzerimize düşen ne kadar görev varsa bu eksende emek sarf ederek esirgemeyeceğimizi de bilinmesini isteriz.
K. Nurhak
- Ayrıntılar