Yeşil Türki Faşistlerin en etkili silahı psikolojik savaştır. İnsanı etkilemek için herhalde dünyada ne kadar yol yöntem varsa üzerinde etüt etmişlerdir. Belki bugün açığa çıkmayacaktır ama er ya da geç tarih Yeşil Türki Faşistlerin insanların ruhsal derinlikleri üzerinde özenle, büyük araştırmalar yaptıklarını yazacaktır.
Hitler faşizminin toplama kamplarında Yahudiler üzerinde tıbbi olarak çok sayıda deney yaptıklarını bugün iyi biliyoruz. Yine bir insanın ne kadar zehre dayanıklı olduğunu, ne kadar işkence kaldırabileceğini, ne kadar ilaca karşı refleks gösterebileceği gibi insanlık dışı uygulamaları Hitler faşizmi toplama kamplarında uygulamışlardır. Tıbbın kobay olarak kullandığı fareleri Hitler faşizmi Yahudi ve Sosyalistler üzerinde uygulamıştır.
Özcesi Hitler faşizmi insan davranışlarını etkilemenin yolları üzerinde özenle durmuştur. Ve bunun en ileri düzeyde uygulamasını ise toplama kamplarında büyük insanlık suçu işleyerek yapmıştır. Bugün ise Yeşil Türki Faşistler insana fiziki müdahale etmeden ama insanı insan olmaktan çıkarmanın tüm yollarını özel olarak birçok yerde araştırarak günlük olarak Türkiye ve Ortadoğu toplumları üzerinde tatbik ediyorlar.
Dediğimiz gibi tarih er ya da geç bu siyaset tarzını, bu tarz insanı etkileme sanatı üstüne yoğunlaşmalarını, insanı manipüle etmenin en aşağılık yol yöntemleri üzerinde ne kadar çirkince çalıştıklarını da yazacaktır. Öyle sanıldığı gibi Yeşil Türki Faşistler alias AKP’liler ve onların tüm Think Thank kuruluşlarının temel hedefi insanı etkilemeye dönüktür. Yanıltmaya dönüktür.
Özgürlük savaşçıları olarak AKP’nin ne kadar yalan dolan ile hareket ettiğini en çok biz biliriz. Çünkü Türkiye toplumunu en çok bize ilişkin geliştirdikleri yalanlar üzerine yönlendirmektedirler. Dünyanın ne kadar yalanı ve karalaması varsa bizi Türkiye toplumunun gözünde düşürmek için kullanmaktadırlar. Bunun için diyoruz ki bu özel savaş sistemini en çok biz biliriz.
Ne var ki Yeşil Türki Faşizm kendisini kurumsallaştırdıkça hiçbir karşı düşünceye yer vermek istemediği için geçmişte ona yakın duran, ona arka çıkan, “Yetmez Ama Evet” diyerek ona arka çıkanlara da yönelmeye başlamıştır. Tümden bir toplumu teslim almak için akıl almaz yalanları bu çevrelere de uzatmaya başlamıştır.
Örneğin en son İstanbul’da yapılmış olan DPI’nin (Demokratik Gelişim Enstitüsü) toplantısına dönük Yeşil Türki Faşistlerin en etkili silahlarından olan Akit gazetesi inanılmaz derece de bir saldırı kampanyası başlattı. Toplantıya katılanların isimlerini adeta kitleler tarafından linç edilmeleri için dünyada kimsenin aklına gelmeyecek yalanları da ekleyerek verdi. Hani diyorlar ya “bin yalan bir doğru etse bile bin yalanı söyle” misali, kuyruklu yalanın da ötesinde yalanlar ve provoke etmelerle bu yalanlar güçlendirildi.
Bu toplantıda yerini alan bir liberal yazar: “Çünkü, gerçekten dindar bir Müslüman, bu kadar hayasızca, utanmazca ve kolayca yalan söyleyip, bunu yayar mı? Bunu yapana ‘dindar Müslüman’ denir mi? Bunu yapana olsa olsa, ‘kimi istihbarat çevrelerinin tetikçisi’ denir” diyerek tepkisini yansıttı. Bir başka liberal demokrat yazar ise “İşte zibidilerin PKK toplantısı dedikleri toplantı... Bu tür zibidilerin niyetleri otoriter pislik saçıp, siyasete ve düşünceye tecavüz etmek, çamur atmaya çalışmaktır” şeklinde daha sert bir yazı yazdı.
Elbette toplantıya katılanlar nasıl bir toplantı yapıldığını, ne kadar şeffaf olduğunu herkesten daha iyi bildikleri için gerçekten de bu denli zibidilik yapanlara karşı sert cevaplar verdiler. Ama lakin aynı liberal demokratlar unutuyorlar ki bu zibidileri en çok geliştiren, palazlandıran, arka çıkan, bu denli pervasızlaşmalarını sağlayanlar yine kendileridir.
Özgürlük hareketine aslı astarı olmayan düzmece, yalan, manipülatif haberler yaparken bu zibidilere karşı bu liberal demokratlardan ses seda çıkmıyordu. Ne zaman ki kendilerine dönük bir şeyler yapıldı en sert cevap verir oldular.
Halbuki en doğrusu toptan özel savaş sistemlerine, psikolojik savaşlara karşı durmaktır.
Halbuki en doğrusu bu kadar pervasız saldırmalarının politik zeminini en güçlü şekilde destekleyen kendi yaklaşımlarını gözden geçirmeleridir. Aksi takdirde giderek daha da pervasızlaşacak olan böyle Yeşil Türki Faşist psikolojik özel savaşa karşı durmak güç olacaktır.
ŞIHO DİRLİK
- Ayrıntılar
Dalkavukluk bilinen tabiriyle şaklaban demek oluyor. “Kendisine çıkar ve yarar sağlayacak olanlara aşırı bir saygı ve hayranlık göstererek yaranmak isteyen kimse”ye de deniliyor dalkavukluk. Masallarda ise biz “Saraylarda devlet büyüklerini nükteli sözlerle eğlendiren kimse” diye de öğrenmiştik. Özcesi çıkarcı, çıkarı için yalakalık yapan, korkak, iradesi olmayan, iradesine başkaları tarafından ipotek konulan, konulmuş olan, bunun için kendisi de olamayan tiptir dalkavuk. Kürtçede bu tiplere amiyane deyimle “tırşıkçı” denilir. Daha edebi bir söylemle şoloz deniliyor.
Son zamanlarda Türkiye’de sistemin yeni sahiplerine yalakalıkta sınır tanımayan bir yarışın olduğunu birçok aydın dile getiriyor. Aydınlar ve saygı değer yazarlar yalakalığı dile getirirlerken yerden yere de vuruyorlar. Ahlaki çökmüş tipler olarak ele alandan tutunda hatta kimi saygın yazarın deyimiyle “zibidiler” olarak bile ifade edenler çıkıyor.
Biz bu çok fazla yapılan değerlendirmelere girmeyeceğiz. Muhtemeldir ki söylenenler doğrudur da. Sonuçta bir birey kendisi olamamışsa, ya da birey olmasına izin verilmemişse böyle tiplerin her şeyi ama her şeyi yapacakları aklı çalışan her kişi tarafından tespit edilebilir. Kendisi olamayanlar tüm insanlık değerlerini satabilirler. Asalak yaşamları için o korkak ruhları için her şeyi satabilirler. Yalakalıktan tutalım da kraldan daha kralcı kesilmelerine kadar böyle onursuzluk diyebileceğimiz davranışlar içine girebilirler. Aslında bu tip yaklaşımlara davranış demekten ziyade davranış bozukluluklarına girebilirler demek daha yerinde olur.
Lakin biz başka bir pencereden konuya bakmak istiyoruz. Bir ara saygın bir yazar “bu sistem, suç üreten bir sistemdir” demişti. Doğru da söylemişti. Bu sistem sadece ve sadece suç üretiyor. Ve bu sistem sadece ve sadece diz boyu ahlaksızlık yaratıyor. Ve bu sistem gerçekten sadece ve sadece dalkavuk yetiştiriyor.
Nedeni ise basittir. Bu sistem iktidarcı bir sistemdir. İktidar güç demektir. İktidar bu bağlamda sadece ve sadece boyun eğmeyi ve boğun eğdirmeyi bilen bir sistemdir. Güç üzerine kuruludur. İktidarcı yapıların genlerinde hep birilerini kişiliksizleştirerek kendilerine eklemleme vardır. Bir uzvu haline getirme vardır. Dediğimiz gibi iktidar doğası böyledir. Bunu beğeniriz ya da beğenmeyiz bir yerde iktidar varsa orada kişiliksizleştirme kesin vardır. Burada onursuzlaştırma kesin vardır. Burada insanların iradelerine ipotek konulduğu için dalkavukluk mutlaka vardır.
Şimdi Türkiye’de çok ileri düzeyde bir dalkavukluğun yaşandığını görmeyen kesinlikle ya kördür ya da hakikaten dalkavuktur. İktidarın tepesindeki adam her mikrofonu ağzına götürür götürmez veriyor veriştiriyor. En son sanat üzerinden aydınlara hakaret etmesine dinleyen bilir ne demek istediğimizi. Yine Erzurum’da içişleri olanı bakan “yok ya sevdiğini nereden bileyim, göbek atta göreyim” demesi esasta iktidarın en yalın halini göstermesi açısından da iyi bir örnektir.
İktidarların en tehlikeli olanı ise sonrada görmelerde ortaya çıkanıdır. Öyle ki iktidar olanaklarına ezelden beri kullanma imkanı bulamayanlar birden bire böyle bir iktidar imkanı gördüklerinde ilk işleri geçmişin tüm ezilmişliklerini insanlara ödeterek egolarını tatmin etme halleridir. Türkiye’de bu böyle midir değil midir ayrı bir tartışma konusudur. Ancak iktidar geni taşıyan, iktidarın imkanlarını ellerlinden bulunduranların sadece ve sadece uydu kişilikler istedikleri açıktır. Uyduruk kelimesi bunun için iyi bir kelimedir. Yine uydurukluğun bir ötesi olan dalkavuklukta bu bağlamda iyi bir isimlendirmedir.
Evet, Türkiye’de yeni iktidar odakları iktidar sistemine dokunmadılar. Yeni iktidar odakları sadece ve sadece iktidarı ele geçirerek yeni iktidarın nimetlerinden yararlanıyorlar. Böyle olunca iktidara gelenler yeni de olsalar yapacakları ve yaratacakları sadece ve sadece dalkavuk yaratmaktır.
Bunun için sorun sadece yeni iktidarlar uğraşma ve bunlara karşı mücadele etmenin çok ötesinde tüm iktidar odaklarına karşı gerekli olan bir mücadelenin yürütülmesidir.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Mayısın biri denilince sadece bir gün gelmez aklımıza elbette, bu bir günden öğrenerek devrimci yaşamımıza sığdırdıklarımızla birlikte, emekle yoğrulan, bir yaşam gelir aklımıza. Emeğin günü, emeğe ihanet etmemenin günü, emeğe sarılmanın, bizi bu günlere getiren alın terlerini bir kere daha vicdanımızla duyumsayıp, anladığımız; aklımızla elediğimiz bir gün. Bize ait olduğu kadar bizi biz eden emeğe saygının, emeği yeniden yeniden fark etmenin günü.
Bir kere daha kendimizi gözden geçirip, verdiğimiz emeği düşünmenin günü olma kadrinde 1 Mayıs. 1 Mayıs denilince emek; emek denilince de bir kadın olarak ÖNDERLİK gelir aklıma. Bir Kürt kadının aklına emek deyince, özgürlük değerleri için, direnişin en onurlusunu yaşayan bu Emek Bilgesi gelir. O’nun verdiği emeğin hakikiliği karşısında hepimizin emeği bir tüy kadar hafif kalır. Bundan dolayıdır ki bu gün emeği anlamak, bu bir günü anlamak; yaşamımızda ki her bir günün bizlere sunulan nasıl bir nimet olduğunu anlamak, hakiki emek sahibinin bir gününü anlamak, hissetmek, aramak, yakınlaşmak günüdür bu gün.
Bu günü bir kurtuluş günü olarak, kendini aşanların bilinçli yaşama felsefesinin bir idraki olarak yaşamak, hesap sormasını bilmek demektir bir diğer yandan da. Emeğe zulmedene başkaldıranlara, insanlık için ölçülmez emek sahibi olanların gerçeğine ermek için kurtuluş gerek bizlere. Emek sahibi olmak demek, özgürleşmek demektir. Emek vermek demek yaşamı güzelleştirmek, estetik değer katmak, aslında yaşamı anlamlılaştırıp, mutluluğu yaratmaktır. Emeğine zulüm edilmesi ise çamurdan bir yaşam öyküsü, çökmüş harabe vicdan, kenelerin kemirdiği katran karanlıklarda kalmış beyinler demektir.
Dönüp hem geçmişe bakmak kadar, ana sahiplenmek kadar, geleceğimizi kendi ellerimizle ilmek ilmek örmek. Çünkü emeğe zulmü en yaman tanıyanlardanız ve emeğimizin özsavunmasını yapıyoruz, öyle ki emeğin öyküsü en iyi bizlerin öyküsüdür. Devrim sofrasında yüreğimize katık olan bir öyküyü de 1 Mayıs 1977 de, belleklerimize Kanlı Mayıs olarak kazınan o günden kaldı. Ama bu öykü tüm emekçilerin emeğinin çalınması, sömürülmesi, kendi emeğinin sırtında ki kambura dönüşmesinin insanlığın belleklerinden silinmeyecek bir katliam ile tarihe kazıyan bir örnek. Bir trajedi, bir insanlık ayıbı…
Emeğin çalınması ne anlama gelir ve yaşamımızda ki toplumsal ilişkilerimizde nasıl kendini ifade eder?
Huzursuzluk; bunalım içine sokulmak ve kişiliklerin felce uğratılması ile başlar. Bundan dolayı emeğimize sahip çıkmak için önce yavaş yavaş sistem bizden kişiliklerimizi çalar usulca. Onun karşısında durmamız için, bizden çaldıklarını fark etmememiz için herhalde en çok bu gereklidir. Kıtlıklar, kısıntılar, hercümerç içinde geçen karın tokluğuna koşturmalar, zam furyası içinde yalpalanmamak için her şeyi unutup biriktirtmek sadece ama sadece kendin için biriktirmek. Tüm bunlar için gerekirse kara kış gibi bastıran göçler. Her göç bir kuşatma, kendi kimliğine karşı uyuşma olarak çoğalır diğer bir taraftan da.
Kimileri bu kadar altüst olurken kimileri de kazanır. Ama hangi yolla, tabi ki emeği sömürerek, emekçilerin ahvalini, acısını, yürek titreşimlerini sömürerek. 1 Mayıs 1977’de de aynısı olmamışımıydı; bir yandan kanlara, ölümlere, korkulara, figanlara bırakılmış kanlı bir Taksim Meydanı varken, diğer yandan da ‘batsın bu dünya ‘ diyerek duygulardan, ömürlerden çalanlara hangi para helaldir. Hangi emekten bahsedilir ki. Bitiren, tüketen, teslimiyet ruhunu besleyen, çözümsüzlüğü derinleştiren hiçbir şey emeğin değil, gudubetliğin yansıması ve çoraklığın kendini vaha sanmasıdır sadece.
Sancılar ama her yerde, her şeye sinen tortulaşmış sancılar. Umut depresyonları, kıtlıkları. Çoğu zaman çocuklarını göç yollarına para-pul için yollayanların medet ettiği, okullara gönderip “büyük adam olması” için gözyaşı döktüğü neydi ki? Birazcık önlerini görecek, ekmek bulup rahatça yiyebilecekleri, sözüm ona “rahat” bir yaşam için değil miydi? Ve daha aklımıza gelebilecek birçok şey. Sıkıntılar, gerginlikler, açlıklar, doğru-dürüst bir yaşam için çırpınmalar. Tüm bunlar emeğe edilen zulmün öyküsü…
Yoksa yere düşen kalkamıyor, güvensizlik, kendi dünyalarına sıkışmış bireyler, dışlanmışlıklar, paniklikler, ne yapacağını şaşırmalar, kargaşa, bile bile sömürülme, göz göre göre tuzaklara alışmışlıklar içinde kıyılan, ince ince doğranan ruhlarımız, kaybolan doğamız. Çalınan bizler, hırsızların eve girmesiyle elimizi başımıza koyup hırsızların işlerini bitirmesini bekler vaziyette duruyoruz. Malum ya, rahatsız etmemek lazım yoksa daha kötüsü olabilir. En iyisi sesini çıkartmadan beklemek. Allahtan umut kesilmez, belki biraz bir şeyler bırakırlar bize. Büzüşmek, sonuna kadar küçülmek, işte tüm küçülmelerimizin öyküsü bir anlamda. Yoksa unuttuk mu?
1 Mayıs 1977’ de Taksim Meydanında Kanlı Mayısta panzer paletlerinin altında kalan o kadını, katliamı ve bu katliam sonrası ezilerek ölenlerin gözlerinin açık gittiğini. O yüzden ölüm sessizliği yakışır bize; çalışan biz, üreten biz ama toplayanlar başkaları olmalı. Bu böyle biline. Yoksa yoksa katliam, dehşet, vahşet; panik, korku, panzerler yine tıklar kapımızı. Yoksa unuttuk mu?
“Şişli Meydanın da üç kız
Biri Çiğdem, biri Nergiz
Vuruldular düpedüz
Sorarlar bir gün, sorarlar bir gün…
Biter bu dertler acılar
Sararlar bir gün sararlar.”
Bu türküyü çocukken de dinlerdik, ölenlerin ne için öldüğünü bilmeden, kalanların da neden bu kadar çaresiz kaldığını bilmeden önce. Bir bakıma neden bir emek savaşı verildiğini bu dağlarda bilmeden önce.
Bu dağlarda Önderlik Gerçeği ve bu gerçeğin öğrettikleriyle tanıştıkça emeğimizi sahiplenmeyi, emeğimizi tanımayı ve korumayı öğrendik. Asıl emek sahiplerine bağladık gönlümüzü ve böyle tanıştık kendimiz olmayla, en büyük emeği kişiliklerimize vermeyi böyle kazandık. Emeksizliğin bin bir türlü hamuruyla yoğrulan, koşuşturmacı, üretemeyen, biçime girmeyen, ruhunu ve beynini arındırmayı erteleyen kişiliklerimiz gerçek emeğin değirmeninde bir kere daha öğütüldü.
Ama asıl olan ermekti emeğin savaşçılığına, yoksa dağlar cennet değildi Allah’ın özene bezene yapıp bize sunduğu türden. Cenneti yüreğimizle görmeyi, alın terimizle işlemeyi, ilmek ilmek emek ile dokumayı yeniden öğrendik. Her bir günü Önderlik Gerçeğinin ve şehitlerin bize bir armağanı olarak görüp, sunulan her bir günü kutsallıkla işlemek, her günü ÖNDER APO ile yaşamak ve her günümüzü böyle anlamlı kılmakla bize verilen emeğe sahip çıkabiliriz. Ve gerçek emek sahipleri olarak ilerleyebiliriz.
Nupelda ENGİN
- Ayrıntılar
1 Mayıs’a İlişkin Bir Kaç Söz
1 Mayıs 1886 günü, hemen tüm sanayi merkezlerinde; New York, Philadephia, Chicago, Louiseville ve Baltimore de 200 bini aşkın işçi genel greve gitti. Ve Chicago da 80 binden fazla işçi yürüyüşe geçti, miting ve gösterilerde 8 saatlik işgününün vurgulandığı konuşmalar yapıldı.
İşçilerin bu topyekûn isyanı işverenlerin ve kapitalistlerin tepkisini çekti. Chicago'da greve çıkan 40 bin işçinin eylemini bastırmak için, saldırılar düzenlendi. İşverenler grev kırmak için sokak çeteleriyle anlaştı. Sokak çeteleri bir taraftan işçilere saldırıyor, bir taraftan da grev kırıcılığı yapıyordu. Grevci işçilerle sokak çeteleri arasında çıkan kavga sırasında polisin işçilerin üzerine ateş açması sonucu 4 işçi yaşamını yitirdi.
Genel grevin ve bu eylemlerin daha da yaygınlaşmasından korkan burjuvazi, silahlı resmi güçlerinin yanı sıra ajan-provokatörler tutarak saldırıya geçti. Ne kadar da bugünlere benziyor! 3 Mayıs günü Mc Cormic fabrikasının önünde toplanan işçiler greve katılmayan diğer işçilere çağrı yaparken, bu silahsız işçilerin üzerine ateş açıldı ve bir işçi öldürüldü. İşçiler bu kanlı saldırıyı protesto etmek için toplandılar ve miting kararı aldılar.4 Mayıs gün işçiler daha güçlü bir gösteri düzenlediler.
Mitingin bitmesine yakın, sayıları birkaç yüzü bulan polis miting alanına girdi. Hemen ardından, nereden geldiği belli olmayan bir bomba polislerin bulunduğu yere düştü. Bize hiçte yabancı gelmeyen olay ve senaryolar! Bomba atıldıktan hemen sonra miting yeri tam bir savaş alanına döndü. İşçiler kurşun yağmuruna tutuldular. 4 işçi, 7 polis öldü ve pek çok işçi de yaralandı. 8 işçi önderi sendikacı ve yüzlerce işçi tutuklandı.
Hükümet ve işverenler, işçi eylemini kolay kolay içlerine sindiremiyordu. 1 Mayıs sonrası işten atmalar, baskılar yoğunlaştı. Olaylara neden oldukları gerekçesiyle 8 işçi hakkında idam istemiyle dava açıldı. İşçiler idam cezasına çarptırıldı. Dördünün cezası infaz edildi. Egemenlerin halen uygulaya geldikleri yöntemleri terk etmediklerini görmek ve emekçiler olarak halen onların kazdığı kuyulara düşmek ne kadar da acınası!
I. Enternasyonal 1889'da Paris'te düzenlediği kongrede Amerikan işçilerinin mücadelesini desteklemek amacıyla dünya çapında gösteriler düzenledi. 1890'dan başlamak üzere 1 Mayıs'ı "Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü" olarak kabul etti.
Ve o gün bugündür 1 Mayıs işçi bayramı dünyanın neredeyse her yerinde devletçi yapılarla devlet dışı yapıların en ileri düzeyde kavgaya tutuldukları gün oldu. Öyle ki kimi yerlerde milyonlar bir anda meydanlara bu gün için inerken kimi yerde bu gün yasaklanmış ve kutlandığında ise devlet güçlerince saldırıların hedefi olmuşlardır. Özcesi 1 Mayıs işçi ve emekçilerin günü her zaman böyle ikili bir karakter taşıyarak gelmiştir.
Ancak 1 Mayıs gününün devletçi güçleri ile devlet dışı güçler arasında yürütülen bir kavganın ta kendisi olduğu her zaman kulak arkası edilmiştir. İlk işçi grevleri kapitalist modernist sömürü çarkına karşı geliştirilmiş olan eylemler olduğu kesindir. İşçilerin bir araya gelerek, dayanışma içerisine girerek haklarını talep ettikleri yapı kapitalist sömürücü düzen ve sistemdir. İnsan emeğini emen, insan emeği üzerinde vurgun yapan bu sisteme karşı başkaldırıdır. Bunun içindir ki 1 Mayıs olaylarında katledilenlerin son sözleri halen bugüne bile ışık tutan sözler olmuştur. Öyle sanıldığı gibi sıradan, ani, tepkisel gelişen tepkiler olmamıştır 1 Mayıs olayları. Sömürüye karşı duranlar sömürüye karşı direnişe geçerken sömürenler ise provokasyonlar yaparak bu direnişi bilinçlice kırmak için özel çalışmışlardır.
1 Mayıs direnişi ile işçiler, emekçiler ve cümle kadınlar daha güzel günlerin geleceğini hayal ederek meydanlara çıkmışlardır. Kapitalizme karşı meydanlara çıkmışlardır. Daha fazla adalet, daha fazla özgürlük, daha fazla sosyalizm için kavgaya tutuşmuşlardır. Ne var ki yıllar geçtikçe 1 Mayıs direnişçilerinin özlem duydukları bu adalet, özgürlük daha fazla sosyalizm ideallerine uzak düşülmüş, bilinçli ya da bilinçsizce kapitalizmin yaratımı olan ulus devletine sarılarak daha fazla sömüren bir konuma kendilerini getirmekten kurtulamamışlardır. Küçültülmek istenen devlete daha fazla sarılarak sökülmeyecek devletler yaratarak işçileri ve emekçileri uğruna kavga ettikleri ütopyalardan ihanet etmişlerdir. Birçok yerde dediğimiz gibi bu bilinçli yapılmamışta olsa sonuç bu olmuştur.
Başkan Apo henüz 1994 yılında 1 Mayıs gününe ilişkin yaptığı değerlendirmelerde tüm bunları değerlendirerek şunları belirtmiştir:
“Öyle anlaşılıyor ki, sosyalist bir devlet, hatta proletarya diktatörlüğü kurmak sosyalist bir toplum kurmak değildir. Sosyalist bir insan yaratmak hele hiç değildir. Yanılgı veya yanlışlık ağırlıklı olarak buradadır. İyi bir devlet kurmanın her şeye yeterli olacağı sanıldı. Ve neredeyse günümüzde devletçilik anlayışı en ultra düzeye kadar gelmiştir. Hemen herkes kutsalmış gibi “devlet, devlet çıkarı” diyor. Ama ilginçtir ki, bugün en çok da aşırı devletçilikten herkes şikayet ediyor. En çok devletçilik yapanlar, devletçilikten en çok çıkarı olanlar bugün devletçiliğe karşı çıkma gereği duyuyorlar. Bu sosyalizmin ne kadar gerekli olduğunu açıkça ve kendiliğinden gösteriyor. Devletleşmeye en çok karşı duran aslında sosyalizmdi. Hatta devletin tükenişi, sönüşünü teorik olarak ifade etmiştir...
Diğer bütün sömürücü ideolojiler devletçiliğe çok kutsal yer verdiler. Sosyalizm yer vermez, ama tuhaftır, bugün de en çok liberal-kapitalizm yanlıları, en çok devletin aleyhine tartışma yürütüyorlar. Türkiye’de işte en çok kapitalist olanlar, özelleştirmeden, devletin küçültülmesinden bahsediyorlar. Aslında sosyalizmin yapması gereken işi, sosyalizm adına hem de yalanla, ikiyüzlüce ve biraz da daha kendini sürdürmek için yapıyorlar. Demek ki, her şeyden önce yeni güncel sosyalizm, bu devletçiliğe karşı, herhangi bir ideolojiden daha fazla çıkmak durumunda. Devletin küçültülmesini, söndürülüşünü, toplum üzerindeki, hatta birey üzerindeki çok tehlikeli, anlamsız ve gerçekten belki de baş çelişki durumunu görerek nasıl aşılacağını göstermesi gerekirdi. Yapılmayan biraz bu oluyor. Hatta Sovyet devlet aygıtı bu anlamda en temel bir engelleyici olarak karşımıza çıkıyor…” dedikten sonra ise kapitalizm için:
“Kapitalizmin günümüzde gerçekten verebileceği fazla bir şey yok. Mesela bu serbest piyasa mekanizmalarına baktığımızda da, bütünüyle rant, faize dayalı bir sömürücü kesim oluşturmuştur. Kapitalizmin daha önceki yüzyıllarında üretimle, ticaretle ilgilenirlerdi. Şimdi üretim, ticaret, teknik bir tarafa bırakılmıştır, günlük piyasa, faiz endeks oranlarıyla oturup kalkıyorlar. Bunun üretimle hiçbir ilgisi yok. Kapitalizm bu kadar anlamsız, işlevsiz hale gelmiştir. Ve bütün iri, temel kapitalist ülkelerde bu piyasa, borsa oyunları egemendir. Bu da kapitalizmin tam başardığını değil, bir hiç durumuna geldiğini, anlamsızlaştığını gösterir. Borsa oyunlarıyla nereye varılabilir? Bu kumarın bir biçimidir. Onlar alıyor diğerine veriyor. El değiştiriyor sürekli. Bu da kumarın ta kendisidir.
Demek ki, kapitalizm günümüzde tam bir kumar oyunu durumuna gelmiştir. Kapitalizm için hiç yeni tanımlar yapmaya gerek yok. İyi bir kumarcılık düzeni, günümüzde kapitalizmi en iyi ifade ediyor. O halde tam da bu noktada, hiç şüphesiz bu büyük kumar, insanlık üzerinde oynanıyor. Trilyonlar dönüyor insanlık üzerinde. Ve bu trilyonlar dünya için felaket, insanlık için bir felakettir, bütün olumsuzlukların esas nedenidir. Bunu görmemek, görüp de karşı durmamak, insanlığın –Neron’dan daha tehlikeli bir biçimde- yakılıp seyredilmesine eştir. O halde, eğer insanlıktan umut kesilmiyorsa, insanlığın daha umutlu ve iddialı olmasına inanılıyorsa, hiç şüphesiz onun yaratma eylemine bu kumar düzenini aşmaya da güç getirmesi gerektiği, bundan kaçınmak şurada kalsın, bir tutku halinde, yüksek idealizm ve de mücadeleyle buna yüklenmesi gerektiği açıktır.
Evet, Başkan Apo yukarıda dile getirilenleri 1 Mayıs 1994 yılında söylemiştir. 1 Mayıs direnişçilerinin böyle sosyalist bir dünya hayal ettiklerini, inadına kapitalist devletçi yapılara karşı direnerek yaşamlarına son verdiklerini onların idam sehpalarına götürülürlerken sarf ettikleri son sözlerinden rahatlıkla görebiliriz.
Devletçi kapitalist yapılar 1 Mayıs direnişlerini vesile ederek idam ettikleri dört işçi ve emekçi liderlerin isimleri: August Spies, Adolph Fischer, George Engel, Albert R Persons’tur. Bunlardan August Spies ve R. Parsons’un bize bıraktıkları son sözlerini alıntılayarak ne söylemek istediğimizi daha iyi anlaşılacaktır.
August Spies ki aslen Almanya doğumlu olan ve 1872’lerde Amerika’ya göç etmiş olan bu sosyalist asılırken son sözleri olarak bizlere bıraktıkları:
“Eğer bizi asarak... Tahakküm altındaki milyonların, sefalet içinde çalışan ve kurtuluşu arzulayan, (kurtuluşu) bekleyen milyonların bu hareketini, işçi hareketini ezebileceğinizi umuyorsanız -eğer düşünceniz buysa, o zaman asın bizi! Burada bir kıvılcımı ezeceksiniz, ama şurada, burada veya orada, arkanızda -ve önünüzde ve her yerde alevler yükseliyor. Bu gizli bir ateş. Bunu asla söndüremezsiniz. Öyle bir zaman gelecek ki; bizim suskunluğumuz, sizin bugün ipe çektiğiniz, seslerden daha güçlü olacaktır” oluyor.
Albert R Persons ise idam sehpasına doğru giderken:
“…Ne ben ne de arkadaşlarım Amerikan halkının herhangi bir yasal hakkını ihlal etmedik. Konuşma özgürlüğüne, basın özgürlüğüne toplanma özgürlüğüne tecavüz edilmeyeceği hakkını savunuyoruz. Anayasanın tanıdığı öz savunma hakkını savunuyoruz ve Amerikan halkının çok pahalıya kazandığı bu haklarının elinden alınmasına karşı çıkıyoruz" derken bile ne söylemek istediğini kısa öz ifade etmiş oluyor.
Çocuklarına ise yazdığı dokunaklı mektupta: "Bu kelimeleri yazarken adlarınızın üstüne gözyaşlarım damlıyor... Bir daha hiç karşılaşmayacağız… Sevdiklerimiz için yaşamakla gösteririz sevgimizi ve gerektiğinde sevdiklerimiz için ölmekle de gösterebiliriz sevgimizi. Babanız özgürlük ve mutluluk uğruna gönüllü olarak canını vermiş bir kurbandır. Size miras olarak şerefli bir ad ve tamamlanacak bir görev bırakıyorum... Onu koruyun, bu yolda yürüyün. Kendinize karşı doğru olun, o vakit başkalarına karşı sahte olamazsınız. Yaratıcı, uyanık ve neşeli olun... Çocuklarım, değerli varlıklarım; bu mektubu yalnız sizin için değil, daha doğmamış çocukları için ölen birçok kişinin ölüm yıldönümlerinde de okumanızı istiyorum” diyerek çocuklarından ve bizlerden vedalaşıyor. Vedalaşırken ise bize gelecek yıllarda adalet ve doğruluk uğruna mücadele etmemizi telkin ediyor. Doğru olunmasını, haksızlıklara karşı başkaldırmamızı istiyor. Ve tabii ki birde bir milim bile kendisini düşünmeyerek komünal toplumun değerlerinin yaşatılması için nasıl mücadele edilmesi gerektiğini de bir bayrak olarak bize bırakıyor.
Che Guevera’nın Küba’dan ayrılırken çocuklarına bıraktığı:
“…Devrimin önemli olduğunu ve bizlerin yalnız başımıza hiçbir değerimizin olmadığı hatırda tutun. Her şeyden önce de dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir kişiye karşı yapılan herhangi bir haksızlığı daima yüreğinizin en derin yerinde hissedebilin. Bu, bir devrimcinin en güzel niteliğidir“ mısralara ne kadar da benziyor Parsons’un söyledikleri ve yazdıklarına. Bu mısralarda adalete, insanlığa olan inanç var. Sosyalizme inanç var. Özgürlüğe inanç var. Ortakçı yaşama inanç var. Bireyin onurunu en yüksekte tutmak için toplumsal değerlerin yüceltilmesine inanç var. Özcesi dediğimiz gibi sosyalizme inanç var.
Ve birde bu söylenenler ne kadar da benziyor bizim söylediklerimize. Kadir Usta’mızın:
“Buralarda ölmek bile başkadır… Boşuna dememiş kızıl derililer “hiçbir şey uzun yaşamaz toprak ve dağlardan başka, atalarımız gibi biz topraklarımızda özgür yaşamak istiyoruz. Onlar topraklarında özgür yaşamak için yüzyıllar boyu savaştılar” sözlerine
Yine ne kadar da benziyor; “Ne dersin özgürleşmek, evcilleşmemek olsa gerek” mi diye sorarken bile tutsaklaştıran yapılara, kurumlara ve aygıtlara karşı duruşun sosyalizmin özü olduğunu yalın bir dille bizim için dile getirmiş olan Kadir Usta’mızın sözlerine
Evet, yeni bir 1 Mayıs’ı yaşarken bu kez sadece işçilerin ve emekçilerin bayramı olarak değil, aynı zamanda tüm uygarlık karşıtı güçler için, onların hayalleri için, komünal değerlerin inadına bu Leviathan denen canavardan korumak için tüm devlet dışı kalmak isteyen insanlık için 1 Mayıs’ı daha gür haykıralım. Ve bu günde canlarını katık ederek bize bıraktıkları bu bayrağı daha güçlü dalgalandırmak için inadına “ya sosyalizm, ya sosyalizm” şiarıyla, “Sosyalizmde ısrar insanlık olmakta ısrardır” diyerek mücadelemizi gürleştirelim.
Tolhıldan Aras
- Ayrıntılar
Kürtler açısından hayati öneme sahip çok kritik bir süreçten geçildiğini, bunun için de özgür iradeli ve birliği esas alan bir Kürt duruşunun olması gerektiğini geçen hafta ifade etmiştik. Bu durum sadece Kürtlerin varlığı ve özgürlüğü açısından değil, aynı zamanda bölge halklarının demokratik birliği ve kardeşliği açısından da hayati öneme sahiptir.
Kürtler kendi özgürlükleri ve Ortadoğu halklarının demokratik geleceği açısından hayati önem arzeden rollerini nasıl oynayabilir? Bunun için de iki temel husus belirttik: Birisi özgür irade, diğeri demokratik birlik! Kürtlerin geçmişten ders çıkartarak her türlü işbirlikçiliğe karşı özgür iradelerini temsil eden bir siyaset izlemeleri, bu temelde örgütlenip demokratik ulus birliklerini yaratmaları insanlığın geleceği açısından da hayati önem taşımaktadır.
Bütün bunlar açısından da Kürtler arası ilişkilerin doğru ve demokratik çerçevede örgütlenmesi önemlidir. Kürtler birlik olmalıdır; ancak bu hangi iç ve dış siyaset temelinde olabilir? Birlik için özgür duruş şarttır. Herhalde işbirlikçilik temelinde bir toplum birleşemez. Yine birlik için demokratik ilişki ve ittifak anlayışı gerekir. Yoksa bir gücün diğerlerini baskı altına almasına, devletin toplum üzerinde egemenlik kurmasına birlik denemez.
Demekki özgür duruş ve birlik demokratik iç ve dış siyaseti gerekli kılıyor. Bu da halk nezdinde açıklığı gerektiriyor. Bütün Kürt parti ve örgütlerinin iç ve dış siyasetlerini özgür iradeli ve demokratik birlikçi hale getirmelerini şart kılıyor. Demokratik çerçevede bütün siyasal anlayışlarla birlik içinde yaşamaya hazır mı, değil mi? Çeşitli parti ve devletlerle geliştirdiği ilişkilerde özgür iradeli mi, yoksa boyun eğmeci mi? Bu sorulara net ve açık cevapların verilmesi gerekiyor.
Zira Kürtler kendi duruşlarını özgür iradeli kılamaz ve demokratik iç birliklerini oluşturamazlarsa, hem kendileri ve hem de Ortadoğu halkları açısından sözkonusu hayati rolü oynayamazlar. Onun için her parti, örgüt ve siyasal kişiliğin özgür iradeli olması gerekir. Her türlü ilişki ve ittifakını Kürt özgür iradesini temsil temelinde kurması gerekir. Yine Kürtler arası ilişkilerde demokratik birlik ölçülerini esas alıp uygulaması gerekir.
Örneğin, bir partinin diğerlerini baskı ve egemenlik altına alması olmaz. Bu temelde ulusal birlik oluşmaz. Yine bir partinin başka partiler aleyhine ilişki ve ittifaklara girmesi kabul edilemez. Bu, sadece düşmanlık anlamına gelir. Yine bir parçanın diğerlerinden önde veya üstün tutulması, bir parçanın yönetiminin sadece kendi çıkarlarını esas alarak diğer parçaları gözetmeden ilişki ve ittifak kurması ulusal birlikçi ve demokratik olamaz.
Kürtler arası doğru ilişki, parça, parti ve siyasal şahsiyetler düzeyinde ancak karşılıklı birbirine saygı, ortak çıkarları gözeten, varlığını kabul eden demokratik siyaset ölçüleri temelinde olabilir. Bu da özgür bir duruşu, ilişki ve ittifak siyasetini gerektirir. Özgür iradeli bir dış siyaset anlayışı olmadan, demokratik birlikçi bir iç siyasal duruş geliştirilemez. İç ve dış siyasal duruş birbirine bu kadar bağlıdır. Bu nedenle, Kürtler arası ilişkilerin demokratik birlikçi olması, ancak Kürt parti ve örgütlerinin dış ilişkilerinde özgür iradeli olmalarıyla mümkündür.
Dolayısıyla bütün Kürt parti, örgüt ve siyasal şahsiyetlerinin dış ilişkilerde açık olması, kimlerle ne tür ilişkiler kurduğunu ve bu ilişkilerin Kürt ulusal demokratik hareketine ne tür kazanımlar sağladığını topluma açıklaması gerekir. Örneğin, PKK’nin devlet ve hükümetle İmralı ve Oslo’da yakın geçmişte yürüttüğü ilişkiler basına yansımıştır. Zaten bu biçimde basına yansımadan önce de Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ve KCK Yürütme Konseyi sözkonusu görüşmeler hakkında zaman zaman açıklamalarda bulunmuştur. “Devlet ve hükümetle görüşme halinde olduklarını, bununla Kürt sorununun barışçıl-siyasi çözümünü hedeflediklerini” belirtmişlerdir. Dahası “Görüşmelerde müzakere aşamasına geldiklerini, müzakere için ilkeleri içeren protokoller hazırladıklarını” ifade etmişlerdir.
Bir süredir PKK’nin bu çabaları basında ve kamuoyunda tartışılmaktadır. Ne kadar doğru olup olmadığı, yine ne kadar başarıya ulaşıp ulaşmadığı üzerine herkes görüş belirtmekte ve bu temelde yapılmış çalışmalar açıkça toplum ve kamuoyu tarafından değerlendirilmektedir. Benzer durum diğer Kürt parti ve örgütleri açısından da geçerli olmalıdır.
Örneğin, en başta etkili Kürt partileri olan KDP ve YNK’nin kimlerle ne tür ilişkileri sözkonusudur? Diğer Kürt parti, örgüt ve şahsiyetleri kimlerle ne tür ilişkiler içine girmektedir? Bu ilişkilerin Kürt halkına faydası, Kürt sorununun çözümündeki rolü nedir? AKP ile anlaşarak Türkiye’ye dönenler, bunu neyin karşılığı olarak yapmaktadır? Aceba bu tür ilişkiler “PKK’ye küfretme karşılığında bazı bireysel ve örgüsel çıkarlar elde etmeye” mi dönüktür?
Örneğin Güney Kürdistan Başkanı Mesut Barzani ABD ve Avrupa’da bir dizi görüşmeler yaptı. Ardından Türkiye’ye gelerek devletin tüm yöneticileriyle görüştü. Güney Kürdistan Başkanı ABD ve TC yetkilileriyle neler görüşüp hangi kararlara ulaşıldığını Kürt halkına ve kamuoyuna açıklamalıdır. Çünkü bu husus önemlidir. Bir yandan özgürlük mücadelesi veren PKK’ye “Terör örgütü” deyip yok etmek isteyen ABD ve AKP, diğer yandan Mesut Barzani ile neyi görüşmektedir? Bu görüşmeler Kürtlere kazandırıyor mu, kaybettiriyor mu? Görüşmede “PKK konusu ele alındı” diye açıklamalar yapılıyor. Peki Güney Kürdistan Yönetimi “PKK’yi yok etmek isteyen” bir devlet yönetimiyle neleri görüşüyor? Elbetteki Kürt kamuoyu bu sorunun cevabını bilmek istiyor.
Benzer bir biçimde BDP ve DTK gibi parti ve kurumlar da görüşmelerinden elde ettikleri sonuçları halka açıklamalıdırlar. Hem başta AKP olmak üzere diğer hükümetlerle, hem de KDP ve YNK olmak üzere Kürt parti ve örgütleriyle neler görüşüp hangi kararlara ulaştıklarını halka rapor etmelidirler. Yoksa toplum çok haklı olarak “Neler görüşülüyor?” diye kuşku duyacaktır.
Bunları yazarken Kürt parti, örgüt ve şahsiyetlerinin iç ve dış ilişkilerine karşı olduğumuz anlaşılmamalıdır. Tersine Kürtlerin iç ilişkilerinin ve dış diplomatik faaliyetlerinin mevcut olandan çok ileri düzeyde geliştirilmesinden yanayız. Çünkü Kürt halkının ve Ulusal-Demokratik Hareketinin iç demokratik ilişki ve ittifak ile dış diplomatik ilişkiye çok ihtiyacı var. Fakat içine girilecek bu tür ilişki ve ittifakların bir kuralı, ölçüsü ve ilkesi olmalıdır.
Her şeyden önce, her türlü iç ve dış ilişki demokratik ölçülere uygun olmalıdır. Dış ilişkiler Kürt özgür iradesini korumalı ve Kürt ulusal-demokratik çıkarlarını esas almalıdır. Örgütler ve parçalar birbirlerinin aleyhine başka örgüt veya devletlerle herhangi bir ilişkiye girmemelidir. Bizim üzerinde durduğumuz ve karşı çıktığımız nokta burasıdır.
Elbette belirtilen hususların olmaması, Kürtler adına yapılan iç ve dış diplomasinin denetlenmesi ve tüm topluma hizmet etmesi iki yolla mümkündür. Birincisi, bu konuda açıklığın olmasıdır. Yani tüm parti ve örgütlerin açıklık ilkesine uymasıdır. Girdikleri ilişkileri, bu konuda yaptıkları çalışmaları halka açıklamasıdır. İkincisi ise, iç diplomasi demokratik birlik çerçevesinde yürütülürken, dış diplomatik ilişki ve ittifakların ortak bir ulusal kurum ve stratejiye kavuşturulmasıdır.
Tabi bunun yolu da Kürt Ulusal-Demokratik birliğini sağlayacak olan Kürdistan Ulusal Kongresi’nin oluşturulmasıdır. Kürdistan Ulusal Kongresi karar, yürütme ve savunmada ulusal birlik ve kurumlaşma yaratacağı gibi, Kürtlerin diğer toplum ve devletlerle ilişkilerini de ortak bir strateji ve kurumlaşmaya kavuşturacaktır. Bu nitelikte bir Ulusal Kongre veya Konferansın acilen toplanması gerektiği açıktır. Yaşadığımız sürecin karakteri ve bunun Kürtlere yüklediği tarihi misyon bunu gerektirmektedir.
Selahattin ERDEM
- Ayrıntılar
“PKK silahı tercih ederse sonucuna katlanır” sözlerini yeni duymuyoruz. Ancak bu kez söyleyenler farklı kişiler. Ve bu sözü söyleyenler ne denli bu cümleyi sarf ederlerken ciddiler ya da ne denli bu sözlerinin farkındalar o da ayrı mesele. Ya da arka perdesi nedir, politik manevralar mıdır ya da aksine dediğimiz gibi söyledikleri gibi midirler? Bunu bize yakın tarih gösterecektir.
Ancak bizim söyleyeceklerimiz elbette vardır. Dağlara ilk çıktığımız günden bu yana Türkiye’de ne kadar da çok “kudretli” hükümetlerinden, generallerinden “sonucuna katlanırlar” sözlerini duyduğumuzu bir biz biliriz bir de tanrı. Her gelen ne kadar da çok kısa sürede bizi tasfiye edeceğinin sözlerini Türkiye’ye hatta Avrupa ülkelerine verdiğini de biz iyi biliyoruz.
Ancak biz başka bir şey de biliyoruz o da: her gelen duvara toslamıştır. Her gelenin sonu hüsran olmuştur. Her bizi bitirmeye dönük planlar yapanlar halkımıza, dağlarımıza ve bize çarparak geriye çark etmiştir. Bu madalyonun bir yüzü. Birde madalyonun diğer yüzü vardır. O da dağlara çıkarken halkımıza verdiğimiz, insanlığa verdiğimiz ve birde birlikte yıllarca dağlarda omuz omuza halkımızın düşmanlarına karşı er meydanlarında çarpışarak şehit düşen yoldaşlarımıza verdiğimiz sözler vardır. Ve biz bu sözlerin gerçekleşmesi için inadına on yıllardır dağlarda en zor yaşam koşullarına dayanmasını bildik ve bu bundan sonrada halkımızın, ilerici insanlığın ve de toprağa düşüpte beş metre beze bile saramadığımız yoldaşlarımızın hayallerini ve özlemlerini gerçekleştirmek için yine inadına bu hayalleri gerçekleştirmek için dayanacağız ve direneceğiz.
Ve biz bunun için her eylemimizin sonuçlarına katlanmasını biliriz. Nasıl ki toprağa düşen her bir yoldaşımız bilmiş ise…
Onlar ki kendileri için bir şey istemeden halkımızın özgürlüğü için canlarını hiçbir tereddüt göstermeden vermesini bilmişlerdir.
Onlar ki beş metre beze bile tenezzül etmeden canlarını dişlerine takarak dünyanın en zor ve sert geçen direniş mücadelesine kendilerini adadılar.
Onlar ki birçoğunun bir mezar taşı bile yoktur.
Onlar ki belki en son sarf ettikleri sözlerini de duymadık.
Onlar ki belki halkımız için birer resimlerini bile bırakamadılar.
Evet, onlar ki kendileri için hiç bir şey ama hiç bir şey istemeden halkımıza ve ülkelerine canlarını adadılar. Onlar bir beşeriden istenilecek en ileri düzeydeki fedakarlığı gösterdiler.
Onlara layık olmasını bilecek yoldaşları olarak, bu bağlamda halkımızın yaşamı için halkımızın özgürlük sorunun çözme uğruna bu halk için ölmesini bilecek kadar bu halkı sevenler olarak her zaman tüm zamanlarda dağlara çıkışlarımızın sonuçlarına katlanacağımızın bilincinde olarak direnişimizi sürdüreceğiz.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Ortadoğu’da İngilizlere herhalde en ileri düzeyde hizmetlerde bulunan kişinin ismi Lawrence’dir. Alias, Thomas Edward Lawrence. Lawrence’yi az çok herkes bilir. Ortadoğu’da yaptıklarını herhalde saymakla bitiremeyiz. İngilizlerin böl parçala ve yönet politikalarının 20. yy.da uygulanmasında en başat rolünün uygulayıcısı olmanın “gururu” ona aittir.
1910 yıllarında ilk kez Türkiye geliş ardından bazı Arap ülkelerine giderek Arap ve İslam kültürünü öğrenen Lawrence yeniden İngiltere’ye geçer. Ve peşinden bilinen kapsamlı Ortadoğu gezileridir. 20. yy.da Arapları Osmanlılara karşı başkaldırı haline getirerek Ortadoğu’yu tümden batıya açan ismin Lawrence olduğunu demek herhalde yanlış düşmez. Öyle ki sonraları param parça olmuş bir Ortadoğu, onlarca devlete bölünmüş Araplar derken yönetilmeye uygun hale getirilmiş bir Ortadoğu coğrafyası.
Hiç şüphe yoktur ki tümünü Lawrence yapmamıştır. Ancak Lawrence Ortadoğu’da kışkırtıcılığın, provoke etmenin, Truva atı misali içten fethetmenin, batının Ortadoğu’ya taşınmasının ve yerleşmesinin önemli isimlerinden biri sayılabilir.
Gittiği her yerde kışkırtıcılık yaparak tahriklerle Ortadoğu halklarını birbirine bırakmıştır. Ortadoğu’yu savaş haline getirmiştir. Bin yıllardır bu topraklarda ortakça yaşayan onlarca farklı halkı, çok sayıda dini inanç gurubunu birbirine bırakarak Ortadoğu’da onarılmaz yaralara yol açmıştır bu Lawrence tarzı arkadan vurmalar.
Biliniyor böyle görevlendirilmiş kişiliklere tarih Lawrence tipi diyor. Örneğin Kürtlerin başına da bu ayardan birisi o yıllarda musallat olmuştu. İsmi Binbaşı Noel’di. Binbaşı Noel’e kimileri Kürtlerin Lawrence diyordu. Güya Kürtlerin dostu idi. Ancak özellikle Şeyh Mahmud Berzenci’nin başına nelerin getirildiğini az çok tarihi bilenler bilir ki böyle dostluklar hep tutsaklıkla sonuçlanır.
Şimdilerde de Ortadoğu’ya yeni bir Lawrence yerleştiriliyor. Bu Lawrence diğer Lawrencelere benzemiyor. Önemli farkı buralı olmasıdır. Yereldir. Kökeni Ortadoğuludur. Birde hakikaten Müslüman olduğuna inanılıyor. Özelde de Arapların dostu olduğuna inanılıyor.
Ancak yeni Lawrence tarihte tanıdığımız tüm Lawrencelerden çok daha ileri düzeyde tehlikelidir. Geçmişte Lawrence Vahabilikle diğer İslam’ın mezheplerini karşı karşıya getirerek dar bir sahada yapacaklarını yapardı. Şimdinin Lawrence’si Ortadoğu’yu karıştırmak için çok daha büyük hareket sahasına sahiptir. Eski Lawrence’nin iyi bir hatip olduğu, ikna gücü yüksek biri olduğu söylenirdi. Şimdinin Lawrence’nin de böyle özelikleri göze batıyor. İçiyle dışı bir olmayan Lawrencelerin ortak özelikleri insanın ruhsal sahasını iyi kullanmasını bilmeleridir.
Evet, yeni bir Lawrence devrededir. Ortadoğu’yu eski Lawrence İngiltere’ye açıyordu, şimdinin Lawrence Ortadoğu’yu ABD’ye açıyor. Bunun içindir ki ABD yeni Lawrence’ini sonuna kadar destekliyor. Özel karşılıyor. Özel muamele yapıyor. Ve yaptığı tüm şımarıklıklara göz yummuyor.
Evet, Ortadoğu’nun yeni Lawrence tam bir savaş kışkırtıcısı. Ortadoğu’nun ABD emperyalizminin tam egemenliğine girmesi için her yerde savaş çıkmasını istiyor. Önce Irak, sonra Afganistan, peşinden Libya, şimdilerde ile Suriye ve öyle görülüyor ki ardından da İran. Kürdistan’da söz bile açmıyoruz. Ortadoğu’yu ABD’ye ve tüm emperyalizme açmak için özel görev almışa benziyor. Emperyalistlerin Ortadoğu halklarına ve rejimlerine söyleyemediklerini yeni Lawrence’nin ağzıyla söyletiyorlar ve eliyle de yaptırıyorlar.
Dikkat edilirse Libya’da böyle oldu, Suriye’de böyle oldu, İran için aynısı oldu. Irak içinde aynısı geçerlidir. Ve biz Kürtler zaten bunu çok önceleri dile getirmiştik. Yeni Lawrence emperyalistlerin politikalarına uygun hareket ettiğini belirtmiştik. Daha sonraları ise Libya, Suriye, İran ve Irak benzer şeyler sarf ettiler.
Evet, yeni Lawrence özel bir görev verilmiştir. Bu görevin en başlıca olanı ise Ortadoğu’da yükselen halkların direniş dalgasını kırarak yeniden bir yolunu bularak emperyalizme bağlamaktır. Lawrence’liğin misyonu budur. Arkadan dolanarak, içten fethederek Ortadoğu’yu emperyalistlere açmadır.
Doğrusunu söylersek yeni Lawrence bu görevini çok sevmişe benziyor. Bunu kışkırtıcılığından çıkarıyoruz. Oturup kalkıp savaş istemesinden çıkarıyoruz. Oturup kalkıp ABD övücülüğünden çıkarıyoruz. İkide bir halkları tehdit etmesinden çıkarıyoruz.
Ancak ne yazık ki yeni Lawrence baştan sona böyle olmasına rağmen halen bunun görülmemiş olması doğrusu Ortadoğu için büyük bir talihsizlik olduğunu da üstüne basa basa söylüyoruz
K. Nurhak
- Ayrıntılar
“Zulme rıza zulümdür” sözü gerçekten de kulağa hoş geliyor. Hoş geliyor çünkü insanilik içeriyor. Birinin yaşadığı acıya göz kapamak esasta o acıyı yaratmak gibi bir şeydir ne de olsa. Hele bu acıyı bilinçli bir şekilde birileri yapıyorsa ve siz burada sessiz kalıyorsanız esasta sizde biraz bu acıların yaşanmasına ortaklık ederek zulüm edenin yanında yer almış olursunuz.
Dediğimiz gibi kulağa hoş gelmeye hoş geliyor lakin bu sözleri sarf eden kişi Türkiye cumhuriyeti devleti başındaki kişi olan Erdoğan oldu mu söylenenlerin hiçte söylendiği gibi olmadığını bilmemek sadece ve sadece körlük ve naiflik olabilir.
“Zulme rıza zulümdür” de Kürdistan’da senin polislerin günlük olarak ne kadar zulüm uyguluyor haberin var mı? Senin atadığın ve ruh sağlığı, psikopatlığa kayan içişleri bakanın olan zat el alemin başına yağdırılan biber gazının sağlığa zararsız olduğunu söylerken senden tek çıt çıkmıyor. Hani Zulme rıza zulümdü.
Ya da Sivas katliamını yapanlara dönük mahkeme zaman aşımı kararı verdiğinde sarf ettiğin o meşhur “hepimize hayırlı olsun” sözlerin Zulme rıza mıdır yoksa zulme karşı durma mı oluyor?
Hele Irak’ta başucumuzda neredeyse bir ülkenin nüfusunun yüzde 20’isine yakınını ya katleden ya da mağdur eden bir ABD dururken bu ABD ile en ileri düzeyde ilişkilenmek, stratejik ortaklıklar kurmak Zulme rıza mıdır acaba yoksa değil mi midir?
Afganistan’da yine dünyanın bilmem neresinde gelip Afgan halkının üstüne bomba yağdıran bir ABD, İngiltere dururken bunlarla dediğimiz gibi tarihin en ileri düzeyindeki ittifaklaşmayı yaşamak Zulme rıza göstermek midir yoksa değil mi midir?
Ya da ne bilelim Kürdistan’da dediğimiz gibi her gün yüzlerce insan zindanlara atılırken bu zulme karşı sessiz kalmaya ne diyelim?
Dahası Türkiye cumhuriyeti devletinin başbakanı sadece Zulme rıza zulümdür demiyor, dahası “ Bu sizin dini değerlerinizle çatışır. Bizim değerlerimizde savunmasız bir insana saldıramazsınız, vuramazsınız. Buna nasıl terörist dersiniz. Bunlar halk. Halkın olduğu sokakta tankın ne işi var(?)” diyerek birde gürlüyor.
Halkın olduğu sokakta senin TOMA’larının ve panzerlerinin ne işi var?
Kürdistan sokaklarında kameralara bakarak çocukların kollarını kırmak savunmasız insanlara saldırı değil midir?
Van’da yirmi tane it gibi polisin birkaç Kürt anasına saldırırlarken yaptıkları savunmasız insanlara saldırı değil midir?
“Kadın da olsa, çocukta olsalar güvenlik güçlerimiz gerekeni yapacaklardır” diyerek it sürüsü polisleri Kürt halkının üstüne Diyarbakır’da sürmeler zulme rıza mıdır? Yoksa savunmasız insana saldırı mıdır? Yoksa “Bizim değerlerimizde savunmasız bir insana saldıramazsınız, vuramazsınız” mıdır?
“Ufacık bir çocuk, bebe, terörist olur mu(?)” onu siz daha iyi bilirsiniz. Ne de olsa, binlerce Kürt çocuğunu zindanlara tıkayarak faşist gardiyan ve psikopat müdürlerinizle tecavüz ettirenler sizlersiniz. Ne de olsa insanları kazıklara çakan bir gelenekten geliyorsunuz. Ne de olsa başka halkların çocuklarını getirerek oğlancılık yaptıranlar sizlersiniz.
Özcesi bırakalım “Zulme rıza zulümdür” olmasını bizatihi Ortadoğu’da en büyük zulmü uygulayan gücün başında siz bulunuyorsunuz. Öyle ki dünya da anaların, çocukların, gençlerin yüzlerine en çok biber gazı sıkan rejim olarak nam saldınız.
Öyle ki dünya da en çok insanı terörist olarak içeriye atan sizsiniz.
Öyle ki dünya da en çok gazeteciyi sadece görüşlerinden ve yazdıklarından dolayı içeriye atan sizsiniz.
Öyle ki dünya da en çok çocukları zindana atan sizsiniz.
Öyle ki işkencenin öncülüğünü Avrupa’da bizatihi sizin iktidar çekiyor.
Tüm bunlar bu kadar açık ortadayken “Zulme rıza zulümdür” sözleri ancak sizin müritlere söker. Başka da kimseye artık sökmez.
Artık ne söylerseniz söyleyin her sözünüz sizleri, cenahınızı bir bumerang gibi vuracaktır. Çünkü bu kadar haksız olan, bu kadar içiyle dışı bir olmayan, mütereddit, müptela, söz ile eylem uyumsuzluğu yaşayan bir iktidar artık tek kelimeyle baş aşağıya gidiyor demektir.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Türkiye gerçekten de garip bir ülke.
Gelişmeleri hep sonradan algılayıp anlamlandırmaya çalışmasını hayretle gözlemlemekteyiz. Son günlerde sözüm ona 12 Eylül yargılamasını (özünde bir AKP tiyatro sahnesi) izliyoruz. Her kesimden herkes adeta her şeyi konuşuyor. Sahaya inmiş 32 yıl sonra “kral çıplak” diyorlar ve 12 Eylül davasına müdahil oluyorlar. Seyrediyoruz, gülüyoruz, ama bir yandan da gerçekten sıkıntı veriyor.
İnsan yaşadıkça nelere tanıklık ediyor demek ki. Tarihe doğru tanıklık bir erdemdir.
Eğer tarihi doğru bilip yansıtır ve yorumlayabilirsek gerçekten toplumun birçok sorunu da çözülebilir.
Örneğin Türkiye Halkı geçmiş tarihi iyi bilip idrak etseydi, 12 Eylül faşizmine karşı ilk demokrasi ve özgürlük savunucusunun PKK olduğunun bilincine varacaktı. Kenan Evren ve Onun faşist şürekâsının korkusundan Türkiye’de yaşanan tarihi derin suskunluk ve korku yıllarında Türkiye ve Kürdistan Halklarının mert evlatları PKK’liler, yiğitçe öne atılıp bu faşist cuntaya en radikal biçimde “dur” deyip, Türkiye ve Kürdistan Halkının iradelerini temsilen tarihe müdahil oldular.
Egemenler yüzyıllar boyunca ancak tarihi çarpıtarak hegemonyalarını sürdürebildiler. NATO-Gladiosu’nun, Ortadoğu ve Türkiye’deki devrimci demokratik gelişimi durdurma temelinde gerçekleştirdiği 12 Eylül faşizmi kuşkusuz yargılanmalıydı.
PKK gerek zindan direnişiyle gerekse de 15 Ağustos Çıkışı ile mutlaka yapılması gereken bu tarihi yargılamayı başlattı. Yargıladı. Ve böylece demokratik gelişmelerin kısmide olsa önünü açabildi. “Asıl savaşçılar suskundur” derler ya, işte bu tarihi karar ve adımı gerçekleştiren PKK’liler bugün son derece vakur ve biraz da gülümseyerek bu sözde yargılamayı izliyorlar ve hayıflanıyorlar. Büyük bedeller vererek faşist cunta ve onun akıl hocalarının planlarını yerle bir edip, prestijlerini darmadağın ettiler. Kuşkusuz tarihi, insani ve ahlaki görevlerini yerine getirdiler. İşte ne acıdır ki; Türkiye halkı bunu bilmiyor. Karadeniz’in yiğit evladı Kemal PİR gerçeğini tanımıyor. Cuntaya canıyla bedel veren gerçek kahramanları tanımıyor.
Kuşkusuz özgürlük ve demokrasi mücadelesi kesintisiz bu güne kadar devam etti.O günlerde tanrı bilir nerelerde saklanacak bir yer arayarak yaşamını sürdüren Recep Tayyip Erdoğan şimdi büyük özgürlük savaşçısı olarak kendisini bize takdim etmektedir. Ucuz kahramanlığın bu kadarına da pes doğrusu. Gecikmiş adalet, adalet değildir derler. Sormazlar mı adama “Bugün partisinin adını Adalet koyan Tayyip Erdoğan o dönem neredeydi?”
Türkiye halkının bu noktada iyi aydınlatılması gerekir. Bu halk yıllardır aldatılarak birilerinin peşinden bilinçsizce koşup gidiyor. Geçen yıllara yazık oluyor. Artık sistemin geliştirdiği bu oyunun bilincine varıp “dur” deme vakti gelmiştir.
Unutmayalım ki, darbe ve sonrasında Türkiye ve Kürdistan halkının evlatlarını işkencelerden geçirip idamla cezalandıran Kenan Evren, elinde kutsal kitap Kuran ile halk içinde dolaşıp ayetler okuyarak şarlatanlık yapıyordu. Kuranı kirli emellerine alet ediyordu. Maalesef halk oylaması denilen göstermelik oyunda % 90 oyla üniformalı kral seçilmişti. “Tarih tekerrürden ibarettir” derler. Şimdi de aynı ülkede sivil giyimli Tayyip Erdoğan aldığı %50 oyla ve yine aynı söylemlerle halkı kandırıp, halkı idare ve ülkeyi yönettiğini sanıyor. “Acaba Kenan Evren ile Tayyip Erdoğan’ın söylem ve eylemleri arasında ne tür bir fark vardır?” diye düşündüğümüzde bırakalım farklılığı gerçekten çok büyük benzerlik hemen görülebilmektedir.
Özellikle Kürdistan Halkına yönelik yaşananları irdelediğimizde Erdoğan’ın Kenan Evren’e göre daha ince bir soykırım politikasını geliştirdiğine tanık olmaktayız. Erdoğan, yalan, iftira ve münafıklık konularında Kenan Evren’i kat be kat aşan bir ustalıkla işini yürütüyor.
Kenan Evren’in işini yaparken iki yüzü vardı. Tayyip Erdoğan ise çok yüzlülüğüyle Türkiye tarihinde gelmiş geçmiş tüm politikacıların hepsini geride bırakmıştır. Erdoğan, her türlü özel savaş yöntemini deneyerek ve daha düne kadar Kenan Evren’e methiyeler dizen malum medyayı da yanına alarak, –Bu arada o dönemde Fetullah Gülen Hoca Efendi’nin methiye mektupları da merak konusudur- özellikle din istismarı ile bir halkı en sinsi yöntemlerle tarihten silmeye çalışıyor.
Ama şu bir gerçektir ki, Kürdistan artık Kenan Evren dönemindeki Kürdistan değildir. PKK büyük özgürlük savaşıyla direngen bir halk yarattı. Bugün bu halk yine PKK önderliğinde daha bilinçli ve örgütlü bir şekilde 12 Eylül’ün farklı bir versiyonu olan Erdoğan ve onun AKP’sinin ideolojik ve politik temsilcilerine karşı direnişini devam ettirmektedir. Bu anlamda Erdoğan’ın gafil yaklaşmayıp PKK ve onun yarattığı özgürlük mücadelesine daha ciddi yaklaşması herkes için daha hayırlı sonuçlar doğurabilir.
Nasıl ki, apoletliler karşısında Kürt Özgürlük Hareketi her şart altında direnişi geliştirip sistemi parçalayıp anlamsız kıldı ve sistem adına itibar diye bir şey bırakmadıysa, eğer Erdoğan böyle devam ederse sonu Kenan Evren’inkinden daha hazin olacaktır. Tarihin seyri bu durumun gerçekleşecek olmasının şüphesizliğini kanıtlamıştır. Bir not olarak düşmek iyi olabilir.
On yıldır Kenan Evren anayasasıyla Türkiye ve Kürdistan Halkına nelerin mubah görüldüğüne tanıklık etmekteyiz. 12 yaşındaki Uğur Kaymaz ve onlarca Kürt çocuğunun sistemlice katledilmesi, on binlerce Kürt Siyasetçisinin zindanlarda çürümeye bırakılması, Türkiyeli aydınlardan Ragıp Zarakolu ve Büşra Ersanlı gibi aydınlara kelepçe vurulması, gencecik 15 Kürt Kadın gerillasını katleden ve Roboski’de katliam yapan güvenlik güçlerinin tebrik edilmesi, Kenan Evren’in 12 Eylül’deki idamları ve “asmayalım da besleyelim mi!” sözünün yeni bir sürümünün tezahüründen başka bir şey değildir.
Özcesi sadece son iki-üç ayda yaşananlara bakarak Kürt halkına yaşatılan acılarla Erdoğan’ın ve onun AKP’sinin ideolojik, politik ve askeri temsilcilerinin suçluluğu tescillenerek ve yargılanmaları tarihi bir zorunluluk haline gelmiştir. Şimdi 12 Eylül yargılaması döneminde AKP ve lideri Tayyip Erdoğan’ın tarihten ders alıp bu soykırım politikalarından vazgeçmeleri her iki halkın yararına olacaktır.
Ama oligarşik diktatörlüğün vermiş olduğu zafer sarhoşluğundan kaynaklı gözü dönmüş AKP, soykırım politikalarını sürdürebilir. Burada en önemli görev Türkiye Halkına düşmektedir. Türkiye Halkının demokratik direnişini geliştirmesinin ve faşizan gidişi durdurmasının tam zamanıdır. Türkiye Halkının gelişmelere daha duyarlı ve sorgulayıcı yaklaşıp zamanında hesap sorabilmesi, dostunu düşmanını iyi ayırt edebilmesi gerekir. Onurunu bu tür sahte, ucuz ve korkak önderlere çiğnetmeden özgür yaşam için tarihi sorumluluğunu bedeli ne olursa olsun yerine getirmesinin ahlaki ve siyasi bir görevi olduğunu bilmelidir. Yoksa yıllar sonra gecikmiş tutumlar karşısında adama Kürtlerin deyimiyle “ROJ BAŞ” derler.
Hüseyin Rojhat
- Ayrıntılar
Bu kış, afetten bir kıştı.
Bu kış, bahara sarkan bir kıştı.
Bahara sarkan bu kışta, uydurdukları hurafelerle, yalan dolanlarla kendini avutanlarda vardı.
Bu kışın AKP ve Fetul-Munafık-CIA Şeyhulislamı- adına kalem oynatan bazı vakanivusçular vardı.
Bu vakanivusçuların ar damarları çatlamış, vampirane xwinxarlıklarıyla Kürdistan gerillasına 3 ay ömür biçmişlerdi.
Baharda HPG’nin esamesinden eser kalmayacak bedduasını okuyorlardı.
Onların CIA Şeyhulislamı, ABD’deki ordugahında “Allahım onların kökünü kaz” derken , onlarda ellerini ovuştururken Kürdistan bize kalacak diye beyhude hayallere dalmışlardı.
Diyorlardı ki, Yanke babanın Predetörleri var. Bunlar bizim için savaşıyor.
Diyorlardık ki, zaten İsrail’in Heronları da bizim için savaşıyor.
Diyorlardı ki, zaten AB tümden bizim arkamızda.
Diyorlardı ki, ABD, İsrail ve Avrupa’nın en gelişmiş üstün savaş teknolojileri bizlere verilmiş.
Açıktan demiyorlardı ama ve lakin kendi aralarında diyorlardı ki, zaten NATO’nun hem üyesi hem de tetikçisiyiz.
Hem de ABD, Avrupa ve İsrail’in taşeronuyuz itirafında bulunmuyorlardı ama taşeron olduklarını cümle alem biliyordu.
Diyorlardı ki, zaten kışın gerilla da fazla hareket edemez.
Bu kadar ecnebiye sırt dayamışken, üstün teknolojileri de elimizde iken, bu afet kışta gerilayı bitireceğiz nakaratlarını dubare dubare, sebare sebare ...... devşorbe ağızlarıyla tekrarlıyorlardı.
Onlar bunu derken, bizde görüşürüz diyorduk.
Cemil Bayık arkadaşta diyor du ki, “AKP dua ediyor ki Bahar gelmesin”.
Siyonizmin bekçi köpeği AKP ile Fetul-Münafıkçı cemaat beyhude hayeller düşlerken aha bahar da geldi.
Söyledikleri gibi HPG gerillası üç ayda bitmedi. Üstüne üstlük sadece 2011 yılında 1000’in üzerinde gerilla katılımı oldu. HPG ordusuna 20 taburdan fazla yeni katılım oldu.
AKP ve Fetul-Münafıkçı vakanivusçuların dediklerinin aksine gerilla ordusu tüm yıllara göre en fazla bu yılda büyüdü.
Allayıp pullayıp Kürdistan dağlarına sürdürdükleri o özel timlerden 18’i Cudi’de gitti de gitti.
Hezex de başka yerlerde cengin ateşi ve sesi yavaştan yavaştan yayılıyor.
Öyle görülüyor ki bir Ozan’ın dediği gibi “Cenge Cenge Cenge”.
Öye görülüyor ki, “Bahar nasıl çağlarsa, gerilla da öye dağlar”.
Gerilla da dağlar, AKP ve Fetul-Münafıkçıların katil sürülerini.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar